34. SEBE' Sûresi

Rahmân (ve) rahîm (olan) Allah’ın ismiyle.

34/1. Hamd, (yüce) Allah’a mahsustur ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. (Hepsini O yaratmıştır. Hepsi O’nun mülkü, idaresi ve tasarrufu altındadır.) Hamd, Ahiret’te de O'nundur. O (Allah), hakîmdir (hüküm ve hikmet sahibidir), habîrdir (her şeyden hakkıyla haberdardır).

(Ahiret’te Mü’minler cennet’e kavuşunca: “Bize - cennet - vaadinde/verdiği sözde sâdık olan Allah'a hamd olsun, derler.” (Zümer,74). “Bizden hüznü/korkuyu gideren Allah'a hamdolsun, derler.” (Fâtır,34).)

34/2. (Yüce) Allah, yere gireni (yağmur suyu, gömüler, defineler, ölüler gibi); ondan (yerden) çıkanı (kaynak suları, bitkiler, böcekler, maden filizleri gibi); gökten ineni (Melekler, kitaplar, kaderler, rızıklar, yağmur ve yıldırımlar gibi) ve oraya (göğe) yükseleni (Melekler, kulların amelleri, buharlar ve dumanlar gibi) bilir. O (Allah), rahîmdir (Mü’minlere çok merhamet edicidir), gafûrdür (tevbe eden günahkârları çok bağışlayıcıdır).

34/3. Kâfirler: "Kıyamet bize gelmeyecektir." dediler. (Resûlüm, onlara) de ki: "Hayır, öyle değil, gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki, Kıyamet size mutlaka gelecektir. Ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırlığında bir şey bile O'ndan gizli kalmaz. (Hepsini bilir.) Bundan (zerreden) daha küçük ve daha büyük (olmuş ve olacak) ne varsa, hepsi apaçık bir Kitap’ta (Levh-ı Mahfûz’da)dır."

34/4. Allah'ın, îman edip salih amel işleyenleri (sevapla) mükâfatlandırması için (her şey, Levh-ı Mahfûz’da tespit edilmiştir.) İşte onlar (Mü’minler) için büyük bir mağfiret (günahlarının bağışlanması) ve (cennnet’te) güzel (başa kakmadan verilen) bir rızık vardır.

34/5. Bizi âciz bırakacaklarını sanarak (tekrar dirilmeyi ve azabı inkâr etmek suretiyle) âyetlerimize saldıranlar var ya, işte onlar için pek acıklı, murdar (en kötü) bir azap vardır.

34/6. Kendilerine ilim verilenler (Ehl-i Kitap’tan Müslüman olup Eshâb-ı kirâm’dan olan Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi), Rabbinden sana indirilenin (Kur'ân'ın) “hakk”ın ta kendisi olduğunu ve onun, azîz (mutlak güç sahibi) ve hamîd (övgüye lâyık) olan (Allah)ın yoluna (İslam dinine) hidayet ettiğini (ilettiğini) görür (ve bilir)ler

34/7. Kâfir olanlar (kendi aralarında) şöyle dediler: "(Çürüyüp) tamamen dağılıp parçalandıktan sonra, mutlaka yeni bir yaratılış içinde olacağınızı (yeniden diriltileceğinizi) size haber veren (ve peygamber olduğunu söyleyen) bir adamı size gösterelim mi?

34/8. (Ey Kâfirler! Peygamber olarak gönderdiğim kişi:) "Allah'a karşı yalan mı uydurdu, yoksa onda delilik mi var?" (Söyleyin!) Hayır. (Bunların hiçbiri yok. Peygamberim size, Ahiret hayatının olacağını bildiriyor.) Ahirete inanmayanlar (Ahiret’te) azap ve (dünyada da “hak”tan) uzak bir sapıklık içindedirler.

34/9. Onlar (Peygamberimin tebliğ ettiği tevhid dini İslam’a inanmayanlar), önlerindeki ve arkalarındaki (kendilerini her yandan kuşatan ve Alllah’ın kudretine delâlet eden) göğe ve yere bakmadılar mı? (Bu kudret ve iradeye sahip olan Allah, düşünmüyorlar mı, tekrar diriltmeye kâdir olmaz mı?) Eğer dilersek onları (kibirlerinden ve âyetlerimizi yalanlamalarından dolayı Kârun gibi “Kasas,81”) yere geçirir veya (volkanik patlamada olduğu gibi) gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda, (Rabbine) yönelen her kul için elbette bir ibret vardır.

34/10. Yemin olsun ki, biz Dâvûd'a bizden bir lütuf (olarak peygamberlik, hükümdarlık/saltanat “Enbiya,79”, kitap/Zebûr, mülk, güzel ses gibi “Kurtubî” imtiyazlar) verdik. “Ey Dağlar ve kuşlar, onunla beraber tesbih edin (tesbihi tekrarlayın)” dedik. (Buradaki tesbih, şu anlama gelmektedir: Yüce Allah, Hazret-i Dâvud'a dağlarda onun sesi gibi bir ses yaratıyordu veya Hazret-i Dâvud, hatalarından dolayı üzgün bir sesle feryat edince, dağlar sedalarıyla kuşlar da sesleriyle ona eşlik ediyorlardı “Ebussuûd Efendi ve Beydâvî”.) Ona demiri yumuşattık. (Bir mu’cize olarak, hamur yoğurur gibi, ateş kullanmadan eliyle demire istediği şekli verebiliyordu “Kurtubî”.)

34/11. "(Ey Dâvud, bütün vücudu örtecek) geniş zırhlar yap, dokumasını (işçiliğini) de ölçülü yap. (Ey Dâvud hanedanı! Dine uygun) iyi işler yapın. Şüphesiz ben (azîmü’ş-şân), yaptıklarınızı görmekteyim.” diye (vahyettik.) (Dâvud aleyhisselâm, ilk zırh yapan kişidir. Beytü’l-mal’den harcama yapmazdı. Bir zırhı dört bin dirheme satıyordu. Bundan kendisine ve ailesine harcıyor, fakirlere de tasadduk ediyordu “Medârik”.)

34/12. (Peygamberim) Süleyman'a sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık mesafe olan rüzgârı (mu’cize olarak emrine) verdik. (Onunla gideceği yere çok kısa zamanda ulaşabiliyordu.) Onun (Peygamberim Süleyman) için erimiş bakır pınarını (madenini sel gibi) akıttık. (Süleyman aleyhisselâm’dan önce maden erimiyordu. Nitekim Yemen’de üç gün üç gece suyun akışı gibi bakır madeni aktı. “Bakır işleme” sanatı, Süleyman aleyhisselâm’a verilen mu’cizelerden biridir “Beydâvî ve Celâleyn”.) Rabbinin (emir ve) izniyle elinin altında (emrinde/idaresinde) cinlerden çalışanlar vardı (Bu da ona verilen bir mu’cizedir). Onlardan (cinlerden) kim (peygamberim Süleyman'a itâat) emrimizden sapar (çıkar)sa, ona (âhirette) ateş azâbından tattırırız.

(Cinler, insanlar gibi îman ve itâatla mükelleftirler. Mü’min ve kâfir olanları vardır. Ancak başta İblis olmak üzre, şeytanların hepsi kâfirdir. )

34/13. Onlar (Cinler), (Peygamberim) Süleyman için dilediği şekilde kaleler, heykeller (onun şeri’atinde tasvîr/heykel yapmak günah değildi “Beydâvî, Medârik ve Semerkândî”), havuz kadar (geniş) çanaklar ve sabit (büyük) kazanlar yapıyorlardı. Ey Dâvûd ailesi, (ibâdet ve tâatta bulunarak) şükredin! Kullarımdan (kalbi, dili ve hâlleriyle hakkıyla) şükredenler pek azdır. (Şükre muvaffak olmak/sükür hâli de ayrıca şükür isteyen bir nimettir. Bu böyle devam edip gider. Onun için “şükreden şükürden aciz olduğunu bilendir”, denilmiştir “Beydâvî”.)

34/14. (Peygamberim) Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü onlara ancak (dayandığı) asâsını (değneğini) yemekte olan bir (ağaç) kurt(u) gösterdi. Süleyman'ın cesedi yıkılınca, cinler - anladılar ki, (Hazret-i Süleyman vefat etmiştir) - eğer gaybı bilmiş olsalardı (hâlbuki gaybı bildiklerini sanıyor, hatta bazı gizli işleri bildiklerini öne sürerek insanlara üstünlük taslıyorlardı), aşağılayıcı azap (o çileli, zor ve meşakkatli iş) içinde (aylarca ya da bir sene gibi bir zaman) kalmamış (devam etmemiş) olacaklardı. (Bu bir mu’cizedir. Mu’cizeler, aklı ve olağan durumları devre dışı bırakan olaylardır. Gayb, ortaya çıkmamış/var olmamış olaylarla ilgili bir kavramdır. Burada yaratılan, ortaya çıkan bir “ölüm” olayını dahi cinler bilememişlerdir. Nerde kaldı ki, “gayb”ı bilebilsinler. Bu âyet, cinlerin zan ve iddialarının ne kadar temelsiz ve bâtıl olduğunu ortaya çıkarmaktadır “Râzî”.)

34/15. Yemin olsun, (Yemen’deki) Sebe' (halkı) için kendi yurtlarında (yaşadıkları bölgede, Allahü teâlâ'nın kudretine delâlet eden) bir ibret vardı. (Bu, vâdi arasındaki evlerinin) sağından ve solundan iki bahçe (ile çevrili olmasıdır). Onlara: "Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin. Beldeniz güzel bir belde(dir. Orada hiçbir haşere barınamazdı. Havası son derece temizdi “Beydâvî ve Celâleyn”), Rabbiniz de (tevbe eden günahkârları) çok bağışlayıcı bir Rab’dır." denilmişti.

34/16. Fakat onlar (Sebe’ halkı), (verilen nimetlere karşı şükredecekleri yerde Allah’a îmandan) yüz çevirdiler (kâfir oldular). Biz de üzerlerine Arim (vâdisinde bulunan seddi, şiddetli yağmurla yıkarak) sel (âfet)ini gönderdik. Onların (o güzelim) iki taraflı bahçelerini, buruk yemişli, acı meyvalı ve içinde biraz sedir ağacı bulunan iki (harap) bahçeye çevirdik.

34/17. İşte onları (nimetlere şükretmedikleri ve peygamberleri yalanladıkları için) kâfir olmaları yüzünden cezalandırdık. Biz (din ve peygamber nimetini inkâr eden) kâfirden başkasını cezalandırır mıyız?

34/18. Onlarla (Yemen’deki Sebe' halkı ile) bereket verdiğimiz (Şam halkının yaşadığı) kasabalar arasında (yakınlığından dolayı bitişik gibi) görünen nice kasabalar var ettik. Oralarda seyri (yürümeyi/seyahatta bulunmayı konaklara ayırarak) takdir ettik. (Öyle ki, bir kasabada öğle uykusuna yatan, akşam uykusuna başka bir kasabada yatardı. Şâm'a varıncaya kadar böyle devam edilirdi “Beydâvî”.) Onlara da: "Oralarda gece gündüz güvenlik içinde (yolunuz ne kadar uzun olsa da korkusuzca) yürüyün (gezin, dolaşın)." (dedik).

34/19. Fakat (Sebe’ ile Şam arası güzargâhta oturan ve ticaret yapan) onlar, (çeşitli nimetlerin kadrini bilmeyerek:) "Ey Rabbimiz! Yolculuğumuzun konakları (kasabaları) arasını uzaklaştır (sahra ve çöller hâline getir ki, bizler, bineklerimize binelim, yanlarımıza da azık ve su alarak seyahat edelim.) dediler. (Bu şekilde fakirlere karşı zenginlik ve üstünlüklerini göstermek istediler. Ancak onlar, konaklama ve güvenlik nimetlerinin kıymetini bilmeyerek, aslında böyle bir istekte bulunmakla) kendilerine zulmettiler. Biz de onları ibret kıssaları hâline çevirdik (insanlar onları, darb-ı mesel hâline getirdiler) ve onları tamamen parçaladık (darmadağın ettik. Gassân Şâm'a; Enmâr Yesrib'e; Cüzâm, Tihâme'ye ve Ezd de Ummân'a yerleştiler “Beydâvî”). Şüphesiz ki, bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.

34/20. Yemin olsun İblîs (vesvese vermek suretiyle), onlar hakkındaki (hak yolda engel olma “A’râf, 16” konusunda Mü’minler hâriç) zannını doğru çıkardı (Hıcr,39-40). Mü’minler zümresi (topluluğu) dışında hepsi ona (İblîs’e) uydular.

34/21. Hâlbuki onun (Şeytan’ın) onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü (nüfuzu/hâkimiyeti) yoktu. Ancak Ahiret’e îman eden ile ona şüphe içinde olanı ayırt edelim diye (Şeytan’a fırsat verilmiştir “A’râf, 15”. O, bununla küfrü, isyanı ve her çeşit günahı süslü gösterir “Nahl,63; En’âm, 43”. O, vesvese verir “Nâs, 4-5”. Ancak onun vesvesesi, insan iradesini ortadan kaldıracak güçte değildir “A’râf, 200-201”. Hilesi zayıftır “Nisâ, 76”.) Senin Rabbin her şey üzerinde hafîzdır (hakiki bir muhafızdır, herşeyi görüp gözetendir).

34/22. (Resûlüm, Müşrik kâfirlere) de ki: "Allah'ı bırakıp da ilâh sandığınız şeyleri çağırın. Onlar, ne göklerde, ne de yerde zerre ağırlığınca (hayır ve şer olarak) bir şeye sahiptirler. (İlâhların fayda verecek ve zararı def edecek hiçbir güçleri yoktur.) Onların (ilâhların) buralarda (yer ve göklerde) hiçbir ortağı bulunmaz. (Mutlak kudret sahibi) Allah'ın onlardan (ilâhlardan) bir yardımcısı yoktur.

34/23. O’nun (yüce Allah’ın) huzurunda (Ahiret’te) O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefâati fayda vermez. Nihayet (şefâat izni çıkıp) onların kalplerinden korku giderilince (neşelenerek birbirlerine): "Rabbiniz ne buyurdu?" derler. "Hakk (olanı buyurdu/şefâate izin verdi)" derler. (Şefâate izin vermeden, hiçbir melek ve peygamber, şefâatte bulunamaz.) O (Allah), aliyydir (zât ve sıfatlarıyla benzersiz yücedir), kebîrdir (şeriki ve benzeri olmayan; her şeyi yaratan, besleyen ve idare eden; hiçbir şeye muhtaç olmayan, herşeyin O’na muhtaç olduğu tek büyüktür).

34/24. (Resûlüm, o kâfirlere) de ki: "Göklerden (yağmur yağdırarak) ve yerden (nebâtat/bitkiler bitirerek) size rızık veren kimdir?" (Resûlüm,) de ki: Allah’tır. O hâlde, biz veya siz, (ikimizden biri) ya hidayet üzerinde veya açık bir dalâlet (sapıklık) içindedir!" (Bu, kinaya yollu söylenen bir sözdür. Bu türlü kapalı ifadeler, muhatabı düşünmeye sevketmektedir. Ayette “insaf uslûbu” kullanılmıştır “Râzî”. Düşünürler de îman ederler diye. Hiç şüphe yok ki, Mü’minler, hidayette/Allah’ın râzı olduğu yol üzerinde; kâfirler de dalâlette/küfür ve isyan içindedirler.)

34/25. (Resûlüm,) de ki: "Bizim işlediğimiz suçlardan siz sorumlu değilsiniz. Biz de sizin işlediğinizden sorumlu değiliz." (Burada insaflı bir hitap tarzı vardır “Beydâvî”. Bu âyet, seyf/cihad âyetiyle neshedilmiştir.)

34/26. (Resûlüm,) de ki: "Rabbimiz hepimizi (Kıyamet günü) bir araya toplayacak, sonra da aramızda hak ile (adaletle) hüküm verecektir. (Kimseye zerre miktarı zulüm yapılmayacaktır. Mü’minler, cennete; kâfirler, cehenneme girecektir.) O (Allah), fettahtır (âdil hüküm veren bir hâkimdir), alîmdir (herşeyi hakkıyla bilendir)."

34/27. (Resûlüm,) de ki: "O’na (Allah'a ibâdette) ortaklar olarak kattığınız (o ilâhlarınız)ı bana gösterin! Hayır! (Allah'a hiçbir şey, şerik/ortak olamaz.) Bilâkis O (Allah), azîzdir (mutlak gâlip ve sınırsız güç sahibidir. O’na ortak yapmak istedikleriniz, zillet içindedirler. İlim ve kudretten yoksundurlar), hakîmdir (hüküm ve hikmet sahibidir)."

34/28. (Resûlüm,) biz, seni ancak bütün insanlara (îman ve tâatta bulunan Müslümanlar’ı cennet ile) müjdeleyici ve (inkâr eden ve isyanda bulunan kâfirleri cehennem ile) korkutucu (bir peygamber) olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu (peygamberlere ve tebliğ edilen dine inanmadıklarından Ahiret’teki şiddetli azabı) bilmez (ve peygamberlerimi tasdik etmez)ler.

34/29. (Resûlüm, kâfirler alay tarzında diyorlar ki:) "(Siz Müslümanlar) eğer doğru söylüyorsanız, (tehdit olarak kullandığınız) bu va’d (Kıyamet/tekrar diriliş), ne zaman (gerçekleşecektir)?

34/30. (Resûlüm, o kâfirlere) de ki: "Sizin için (Levh-ı Mahfûz’da) belirlenen (öldükten sonra dirileyeceğiniz ve azap göreceğiniz) bir gün vardır ki, (o geldiğinde) ondan ne bir saat (bir an) geri kalabilirsiniz, ne de ileri geçebilirsiniz." (O da Kıyâmet günüdür.)

34/31. Kâfir olanlar dediler ki: "Biz bu Kur'ân'a da ondan önceki (Tevrat, İncil gibi) kitaplara da asla inanmayız." Zâlim (kâfir)ler, Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman, (Resûlüm, perişan ve çaresiz) hâllerini bir görsen! (Karşılıklı suçlamalarla) birbirlerine lâf atıp dururlar. (Dünyada) zayıf (ve itibarsız) görülenler (tâbi olanlar), büyüklük taslayanlara (önderlere): "Siz olmasaydınız, biz mutlaka îman eden kimseler olurduk.” (Allah’ın gönderdiği din İslam’ı kötüleyip meğer bizi küfre ve ateşe çağırmışsınız. Size inanmamız tamamen kâfirlikmiş.”) derler.

34/32. (Dünyada) büyüklük taslayanlar (Allah’ın dini İslam’ı kötüleme ve aşağılamada önderlik edenler), (kendilerine uyan) zayıf (ve itibarsız) görülenlere: "Size hidayet (Allah’ın bildirdiği din İslam) geldikten sonra, biz mi sizi ondan (Allah’ın dini’nden) alıkoyduk? Hayır (siz, nefsinize hoş geldiği için, kendi iradenizle küfür yolunu seçtiniz). Suçlu olanlar, sizlerdiniz." (Suçu, şimdi bizim üzerimize atmayın) derler.

34/33. (Dünyada) zayıf (ve itibarsız) görülenler, büyüklük taslayanlara (küfürde önderlik edenlere): "Hayır, bizi hidayetten (Allah’ın dini İslam’ı çeşitli vasıtalarla kötüleyen, aşağlayan ve O’nun dininden) saptıran, gece ve gündüz (durmadan bizim îmanımıza) kurduğunuz tuzaklardır. Çünkü siz, bize Allah'ı(n kitabı Kur’ân ve Peygamberi üzerinde şâibeler/şüpheler uyandırarak) inkâr etmemizi ve O'na ortaklar koşmamızı (bâtıl inançları din olarak kabul etmemizi) emrediyordunuz." derler. (Küfürde önder olanlar ile onlara uyanlar, Cehennem) azabı(nı) görünce, (birbirlerine karşı) pişmanlık duyduklarını gizlediler/gizlerler. Biz de (Allah’ın dinine) küfreden (ve onu aşağılayan kimse)lerin boyunlarına (cehennem’de) demir halkalar geçiririz. Onlar ancak (dünyada) yaptıkları (günahları)nın cezasını çekerler.

34/34. Biz (şânı yüce Allah), hangi memlekete bir nezîr (peygamber) göndermişsek, oranın varlıklı şımarık kişileri: (Peygamberlere:) "Biz, sizin gönderildiğiniz şeyi (vahyi/tebligâtı) inkâr ediyoruz (ona inanmıyoruz)." demişlerdir. (Burada Resûlüllah aleyhisselâm’ın çektiği sıkıntılara karşı bir teselli vardır “Beydâvî”.)

34/35. Yine (peygamberleri yalanlayan o kâfirler:) "Bizim mallarımız ve çocuklarımız (Müslümanlardan) daha çoktur. (Kâfirler, “Eğer üstün kişiler olmasaydık, Allah bize bu rızkı ve zenginliği vermezdi.” zehabına kapılarak, itibarlı olduğumuz için Ahiret’te de) bize azap edilmeyecektir." demişlerdi. (Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu unutmuş ve bu yanlış kanaate sahip olmuşlardı.)

34/36. (Resûlüm,) de ki: "Şüphesiz, Rabbim dilediği kimseye rızkı yayar (bol bol verir) ve (dilediği kimseye) kısar. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler." (Mal ve evlât çokluğunun şeref ve kıymetten olduğunu zannederler, hâlbuki çoğu zaman istidrac “gazap” için olur “Beydâvî”.)

34/37. Sizi huzurumuza yaklaştıracak olan (Allah yolunda harcanmayan) mallarınız ve (dini terbiye verilmeyen) çocuklarınız değildir. Ancak îman edip de (namaz, oruç, zekât, cihad, hayır ve hasenât gibi) sâlih amel işleyenler müstesna. İşte onlar için yaptıklarına karşılık, (bir haseneye/şer’î iyiliğe 10’dan 700’e kadar) kat kat mükâfat vardır. Onlar (cennetin) yüksek makamlarında (köşklerinde) (ölüm ve benzeri şeylerden) emniyet içindedirler.

34/38. (Kur’ân) âyetlerimizi (zaman ve hüküm yönünden etkisiz ve) geçersiz kılmak için yarışanlar var ya, işte onlar, azap içinde bırakılacaklardır.

34/39. (Resûlüm,) de ki: "Şüphesiz, Rabbim kullarından dilediğine rızkı yayar (bol bol verir) ve (dilerse, bol rızık verdiği kimsenin rızkını) kısar. (36. âyette ayrı kişilerin, bu âyette ise, aynı kişinin rızkını dilediğinde bollaştırır, dilediğinde kısar “Beydâvî”.) Siz (Allah yolunda farz, vacip ve nâfile olarak) ne harcarsanız, Allah onun yerine (dünyada) başkasını (Ahiret’te de sevabını) verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Herbir ma’rûf/dine göre iyilik, bir sadakadır. Kişinin kendisine ve aile halkına yaptığı herbir harcamayı yüce Allah, onun için bir sadaka olarak yazar. Kişinin kendisi ile şeref ve haysiyetini koruduğu herbir harcama da bir sadakadır ve kişi her ne harcarsa, onun yerini tutacak olanı vermek, Allah'a aittir “Hadis-i Şerif - Kurtubî”.)

34/40. (Resûlüm,) o (Kıyamet) günü(nü) hatırla ki, Allah, onların (kâfirlerin önderlerini ve onlara tâbi olanların) hepsini biraraya toplayacak, sonra da Melekler’e, "Bunlar mı, size ibâdet ediyorlardı?" diyecektir. (Bu, “Ey Meryem oğlu Îsa! İnsanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin, diye sen mi söyledin?" - Mâide, 116 - âyetine benzemektedir. Bu âyetle kâfirler, azarlanmakta ve şefâat ümitleri kırılmaktadır “Beydâvî ve Kurtubî”.)

34/41. (Melekler) derler ki: "(Ya Rabbi,) seni tenzih ederiz. (Sen, noksan sıfatlardan münezzehsin/uzaksın.) Onlar (yüce zâtına ortak koşan Müşrikler) değil, sen bizim velimiz (dostumuz, koruyucumuz, sahibimiz)sin. Bilâkis onlar, cinlere (şeytanlara) tapıyorlardı. Onların çoğu, cinlere (şeytanlara) îman etmiş (onları tasdik etmiş)lerdi."

34/42. (Allahü teâlâ buyurur:) İşte bugün (Kıyamet’te) birbirinize (tapanlarla tapılanlar/cin ve önder kişileri ma’bud edinenler) ne fayda, ne de zarar verebilirsiniz. Biz de (kendilerine ve başkalarına) zulmeden (o kâfir)lere: "Yalanlamakta olduğunuz (öldükten sonra dirilmeyi ve) cehennem azabını (şimdi) tadın!" deriz.

34/43. (Kur’ân) âyetlerimiz açık bir şekilde onlara (kâfirlere) okunduğunda: (Küfürde önder olan kâfirler, diğerlerine:) "Bu sadece, atalarınızın taptığı (putlardan) sizi alıkoymak isteyen (Peygamber aleyhisselâm’ı kastederek) bir adamdır." dediler. Bir de (o kâfirler:) "Bu (Kur'ân), uydurulmuş bir yalandır." dediler. Yine hak (Kur’ân’ın bildirdiği İslam) kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler: "Bu, ancak apaçık bir sihirdir (büyüdür)." dediler.

34/44. (Resûlüm,) Hâlbuki biz onlara (Mekkeli kâfirlere) okuyacakları (ve kendilerini şirke da’vet eden) kitaplar vermedik (indirmedik “Zuhruf,21”. Onlar bu “şirk”i nasıl kendileri için doğru buluyor ve senin getirdiklerine bâtıl ve uydurma diyebiliyorlar “Beydâvî ve Semerkandî”.) Onlara senden önce hiçbir nezîr (peygamber) de göndermedik.

34/45. Onlardan önceki (ümmet)ler de (peygamberlerini) yalanlamışlardı.  Bunlar (Mekkeli kâfirler), onlara (eski ümmetlere) verdiğimiz şeylerin (kuvvet, çok mal ve uzun ömür gibi nimetlerin) onda birine bile ulaşamadılar. Fakat (o eski ümmetler, buna rağman kendilerine gönderdiğim) peygamberlerimi yalanladılar. Peki, (o inkârcı kavimler hakkında) benim cezalandırmam nasıl oldu? (Hepsini helâk ettim. Resûlüm, îman etmeyen o kâfirlere bunları tebliğ et!)

34/46. (Resûlüm, senin peygamberliğini kabul etmeyen o Müşriklere) de ki: "Ben size (şirkin terkedilmesi ve tek ilâh Allah’a îmanla ilgili) sadece bir tek öğüt veriyorum: Allah için (şu meclisten) ikişer ikişer, teker teker kalkınız, sonra (iyice) düşününüz. (Delilikle suçladığınız) arkadaşınız (Resûlüm Muhammed)de cinnetten bir eser yoktur. O, (Ahiret’te âsîler için hazırlanan) şiddetli bir azabın önünde (öncesinde) sizin için ancak bir nezîr (îman etmeyenleri azapla korkutan bir peygamber)dir.

34/47. (Resûlüm,) de ki: "Ben sizden (risalet/peygamberlik için) bir ücret istedimse, o sizin olsun. Benim ücretim, ancak Allah'a aittir. O (Allah), her şeye (doğruluğuma, niyyetimin temizliğine ve sizden bir ücret istemediğime) hakkıyla şâhittir."

34/48. (Resûlüm,) de ki: "Şüphesiz benim Rabbim hakkı (vahyi, kulllarından dilediğine) verir (ve benim Rabbim, “hak” ile hükmeder “Mâturîdî”). O, gaybleri (kullarına kapalı olan her şeyi) hakkıyla bilendir."

34/49. (Resûlüm,) de ki: "Hak (Kur’ân’ın bildirdiği İslam) geldi. Artık bâtıl (İslam’ın dışında kalan ve karşıtı olan bütün din, inanış ve sistemler), ne (İslam’ın getirdiği hak gibi bir hak) ortaya çıkarabilir, ne de (putperestliği) geri getirebilir." (O put düzeni, artık tamamen yok olmuştur.)

34/50. (Resûlüm,) de ki: "(Ey Müşrikler,) eğer ben (haktan) sapmışsam, ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer ben hidayete ermişsem, bu da Rabbimin bana vahyettiği (Kur’ân) sayesindedir. Şüphesiz O (Allah), (duaları ve her şeyi) hakkıyla işitendir, (dua eden kimseye icabet etmede) çok yakındır."

34/51. (Resûlüm,) sen onları (kâfirleri,) (ölüm veya yeniden dirilme ânında yahut Bedir’de), dehşetli bir korkuya düştükleri vakit bir görsen! Artık (o azaptan) kaçış yoktur (bizden kurtulamazlar); yakın bir yerden (kabirlerinden) yakalanırlar. (Zaten ölümle iradeleri alınmış ve bir şey yapacak hâlleri kalmamıştır.)

34/52. (Kâfirler, azabı görünce:) "Ona (Muhammed’in “aleyhisselâm” getirdiği Kur’ân’a) îman ettik derler." Fakat (iş işten geçmiştir) onlar için, artık uzak bir yerden (dünyadan – ki,  oradan ayrılmışlardır -) îmanı nasıl alabilsinler (îmana nasıl sahip olabilsinler)? (Çünkü îmanın geçerli olduğu yer, dünyadır. Dünya’ya dönmek de artık mümkün değildir.)

34/53. Hâlbuki daha önce (dünya’da iken) onu (Ahiret hayatını ve îman etmeyenlerin uğrayacakları azabı) inkâr etmişlerdi ve uzak bir yerden (Hazret-i Peygamber hakkında şairdir, büyücüdür ve yalancıdır diyerek, tamamen zanla) gayb (Ahiret hâlleri ve azap) hakkında atıp tutuyorlardı.

34/54. Artık, bundan önce (küfürde) benzerlerine yapıldığı gibi, (o kâfirlerin) kendileri ile (dünyaya dönüp îman etme ve ateşten kurtulma yönünde) arzu ettikleri şey arasına perde çekildi (engel konuldu). Çünkü onlar, (dünyada iken tekrar dirilme hakkında) derin bir şüphe içindeydiler.

 

Meâl-i Şerîf (Ehl-i Sünnet Alimleri: Beydâvî, Celâleyn, Nesefî, Semerkandî...)

 

0 ﴿