94/3. O (yük veya günah) ki, sırtına ağır gelmişti

(Müfessirler 94/2 âyetinde geçen “vizr” kelimesine şu manaları vermişlerdir:

1. Yük.

a. Nübüvvet öncesinde nâil olduğu nimetlere nasıl şükredeceğini bilememenin verdiği sıkıntı, yük.

Peygamber “aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm”, peygamberlik gelmeden önce o mükemmel aklıyla, Allahü teâlâ'nın, kendisine büyük nimetler verdiğini düşünüyordu. Kendisini yoktan var ettiğini, hayat, akıl ve benzeri nimetler verdiğini görüyordu. Allah'ın verdiği bu nimetler karşısında beli bükülecek derecede utanıyor ve O’na itâatin ne şekilde olacağını bilemiyordu. Fakat ne zaman ki, kendisine vahiy ve peygamberlik gelip de, Rabbine nasıl ibâdet etmesi gerektiğini öğrenince, utancı azaldı ve sırtındaki yük hafifledi. Çünkü insanın, bir nimete, bir iyiliğe karşılık hizmette bulunduğu zaman rahatladığı görülür. Bk. Râzî.

b. Câhiliyye devrinin ağırlıkları.

c. Tebliğ zamanına kadar olan risâlet yükü (Bk. Râzî ve Kurtubî).

2. Günah.

Peygamber “aleyhisselâm”ın üzerinde peygamberlikten önceki döneme ait câhiliyye hâlleri vardı. O bunlardan çok rahatsızlık duyuyordu. Her ne kadar Hazret-i Peygamber, o dönemde dahi bir puta ve heykele asla ibâdet etmemişse de, kavminin yaptığı pek çok işi yapmıştı. İbn Abbâs, Katâde, Hasen ve Dahhâk şöyle demişlerdir: “Peygamber aleyhisselâmın kendisine ağır gelen bir takım günahları (zelle veya en uygun olanını yapmama gibi hataları) vardı. İşte Allah, bütün bu günahları (hataları) ona bağışladı.”

Bu durumda âyet, “Biz, câhiliyye dönemine âit günahlarının (hatalarının) ağırlığını üzerinden kaldırdık.” şeklinde olmaktadır. Nitekim âyet-i kerimede:

(Ey Resûlüm,) böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar.” (Feth 48/2) buyrulmuştur.

Ancak çoğu müfessirler, 94/2 (İnşirâh sûresinin ikinci) âyetinde geçen “vizr”i, günah ile değil de yük ile açıklamayı birinci derecede tercih olarak almışlardır. Bk. Beydâvî, Râzî, Kurtubî ve Z. Mesîr.

Peygamberlik dönemi ile ilgili olarak da âlimler şöyle demektedirler:

Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”in her sözü, vahiy ile değildi. “O, hevâdan (arzusuna göre) konuşmaz. Onun konuşması ancak bildirilen bir vahiy iledir (Necm,3-4) meâlindeki âyet-i kerîmeler, Kur’ân-ı Kerîm içindir. Her sözü, vahiy ile olsaydı, bazı sözlerine Allahü teâlâ yanlış demezdi. Nitekim: “Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalan söyleyenleri bilmeden önce, niçin onlara izin verdin (Tevbe 9/43)?” âyetiyle hatâ ettiği, fakat bu hatâsının af edildiği bildirilmektedir. Çünkü bir Peygamberin yanlış yolda kalması câiz değildir. Yanıldığı vahy ile hemen bildirilir. Bk. A. Fârûkî, M. II/96.)

 

Meâl-i Şerîf (Ehl-i Sünnet Alimleri: Beydâvî, Celâleyn, Nesefî, Semerkandî...)

 

3 ﴿