BEYDÂVÎ TEFSİRİ:Envâru't - Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl Kâdî Beydâvî, Ebû Sa’îd Abdullah b. Ömer b. Muhammed b. Ali, Şîrâzî, Şâfiî (ö. 685/1286) Hamd O Allah'a mahsustur ki, Furkân'ı (Kur'ân-ı Kerîm’i) âlemleri uyarması için kuluna indirdi. Öz Arapların hatiplerine en kısa sûresinin bir benzerini getirmeleri için meydan okudu da buna gücü yeten biri çıkmadı.” Adnan”ların en güzel konuşanlarından ve” Kahtan”ların en iyi hatiplerinden buna kalkışmak isteyenleri susturdu, öyle ki, bunun karşısında kendilerini büyülenmiş gibi gördüler. Sonra insanlara, ihtiyaçlarına göre indirilenleri açıkladı ki, âyetlerini iyice düşünsünler ve akıl sahipleri de bundan gereği gibi öğüt alsınlar. Bu sebeple onlara Kitab'ın anası sayılan muhkem âyetlerdeki perdeyi ve öteki müteşabih olanlardaki rumuzları te'vil ve tefsir ederek açtı. Derin gerçekleri ve ince nükteleri de ortaya koydu ki, mülk ve melekutun sırları ve kuds ve ceberutun saklıları onlara görünsün de üzerinde iyice düşünsünler. Âyetlerin nasslarından ve parıltılarından çıkan hüküm ve konuları önlerine serdi ki, üzerlerindeki kirleri onlardan gidersin ve onları tertemiz etsin. Kim huzur-ı kalp ile buna kulak verirse, o iki âlemde övülür ve mes’ut olur. Kim de dönüp ona bakmaz ve onun nûrunu söndürmeye kalkışırsa, kınanır ve ateşe girer. Ey varlığı vâcib olan, ey cömertliği taşan ve herkesin maksudu olan Allah'ım, ona (Efendimiz'e) öyle bir salât et ki, onu her iki dünyada azîz etsin ve çektiği sıkıntıyı unuttursun. Ona yardım edip dini sağlamlaştıranlara da rahmet eyle. Onların bereketlerinden bizi nasipli kıl ve bizleri onların gıpta edilen yollarına sevk eyle. Onlara da bizlere de çokça salât ve selâm eyle. İmdi, ilimlerin en büyüğü, en şereflisi ve en parlağı tefsir ilmidir; o dinî ilimlerin başkanı ve başıdır, şerîat kurallarının temeli ve esasıdır. Ona ancak din ilimlerinin usûl ve furûunda mahir olanlar ve Arap dili edebiyatında üst dereceye çıkanlar el atabilir. Uzun süredir bu konuda bir kitap yazmayı düşünüyordum. Bu öyle bir kitap olmalı idi ki, ashâbın büyüklerinden, tâbiîn ulemasından ve diğer selef-i sâlihînden bize ulaşanları içine alsın, ince nükteleri ve derin işaretleri içinde bulundursun. Benim ve benden önceki son devir alimlerinin buluşlarını da yansıtsın. Meşhur sekiz kırâat imamlarının ve muteber şaz kırâat ustalarının okuyuşlarını da içine alsın. Ancak sermayemin azlığı beni bundan engelliyor ve bu yola girmeme mani oluyordu. Sonunda istihare ettikten ve güzel işaretler aldıktan sonra bu niyetimi gerçekleştirmeye karar verdim ve bittikten sonra ona "Envâru't - Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl” adını koymaya karar verdim. İşte şimdi konuya giriyor, Allahü teâlâ’nın tevfik ve inayeti ile sözüme başlıyorum. Her hayra muvaffak kılan ve her isteneni veren O'dur. 1 / FÂTİHA SÛRESİMekke'de inmiştir. 7 âyettir. Ona Ümmü'l - Kur'ân (Kur'ân'ın Anası) ismi verilir; çünkü onunla açılmış ve onunla başlamıştır; sanki onun aslı ve kaynağı gibidir. Bunun içindir ki, ona Esâs (temel) denilir, bir de o; Kur'ân-ı Kerîm'deki Allahü teâlâ'ya övgüyü; emir ve yasağı ile ibâdet etmeyi; vaat ve tehdidini yahut da nazari hikmetlerden ve amelî hükümlerden ibaret birtakım manalarını içine alır. Bunlar da insanı doğru yola götürür, mutlu kimselerin mertebelerini ve bedbaht insanların düştüğü kötü durumlarını gösterir. Ona bu mülahazalardan dolayı Kenz (Hazine) Vâfiye ve Kâfiye (Yeterli) sûresi de denir. Ona hamd, şükür, dua ve Allah'tan istemeyi öğreten sûre de denir. Çünkü içinde bunlar da vardır. Namaz sûresi de denilir, çünkü namazda okumak vâcip ve müstehaptır. Ona Sâfiye ve Şifa sûresi de denilir; çünkü Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem: O, bütün hastalıklara şifadır, buyurmuştur. Ona Seb'u'l - Mesânî de denilir; çünkü ittifakla yedi âyettir. Ancak kimileri besmeleyi saymış, en'amte aleyhim'i saymamıştır; kimisi de bunun aksini söylemiştir. Mesânî (tekrarlanan) denilmesi de namazda tekrarlandığı yahut iki kere indiği içindir, Eğer o rivâyet sahih ise bir kere namaz farz kılınırken Mekke'de, bir kerede de kıble değiştirilirken Medîne'de inmiştir. Onun Mekkî olması ise sahihtir. Çünkü Allahü teâlâ: "Yemin olsun ki, sana tekrarlanan yedi âyet indirdik” (Hicr: 87) buyurmuştur ki, bu da kesin olarak Mekke'de inmiştir. 1Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle. "Bismillahirrahmânirrâhîm” Fâtiha'dandır ve her sûredendin Mekke ve Kûfe kurra ve fakihieri, Abdullah bin Mübarek rahmetüllahi aleyh ve İmâm-ı Şâfiî bu görüştedirler. Medîne, Basra, Şâm kurra ve fakihieri ile İmâm-ı Mâlik ve de bunlara muhâliftirler. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh bu hususta açık bir şey söylememiş; onun sûreden olduğunu sanmıştır. İmâm-ı Muhammed bin Hasen'e bunu sordular, o da: İki kapağın arasındakiler Allahü teâlâ'nın kelâmıdır, dedi. Bizim (Şâfiîlerin) delilleri de şu hadislerdir: Ebû Hureyre radıyallahü anh'ten rivâyet edildiğine göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: "Fâtihatül kitap sûresi yedi âyettir, birincisi bismillahirrahmânirrâhîm'dir,” buyurmuştur. Ümmü Seleme radıyallahü anha da şöyle buyurmuştur: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Fâtiha'yı okudu ve bismillahirrahmânirrâhîm elhamdü lillâhi rabbil âlemîn'i bir âyet saydı. Bu sebeple tek başına bir âyet olup olmamasında ihtilâf edilmiştir. Bir delilimiz de iki kapak arasındakilerin Allah kelâmı olduğuna icma edilmesi ve Kur'ân'dan olmayan şeylerin ondan soyutlanması hususunda o kadar titizlik gösterilmesi, hatta âmin'in yazılmamasına rağmen onun Mushaf'ta bırakılmasıdır. Besmelenin başındaki be mahzûf bir şeye mütealliktir (bağlıdır), takdiri, bismillahi ekrau (Allah'ın ismiyle okuyorum) demektir. Çünkü onun okuduğu şey tilavet edilmektedir. Aynı şekilde her iş yapan da besmele çekerken besmeleyi kendine başlangıç yapar. Bu da "başlıyorum” fiilini takdir etmekten daha iyidir; çünkü buna uygun ve buna delâlet eden bir nakil geçmemiştir. İbtidaî (başlamam Allah'ın ismiyledir) şeklindeki takdir de pek doğru değildir, çünkü bunda da çok kelime takdir edilmiş olur. Mâ'mul'un (bismillâh'ın) başa alınması burada daha etkili olmuştur, nitekim (geminin yüzmesi Allah iledir) (Hûd: 41) âyetinde ve (yalnız sana ibâdet ederiz) âyetinde de öyledir. Çünkü bu önemlidir, tahsise daha çok delâlet eder, sonra varlık sırasına daha uygundur; çünkü Allahü teâlâ'nın ismi, okumadan öncedir. Nasıl olmaz ki, ona alet kılınmıştır, çünkü hiçbir işe Allah'ın ismi anılmadan başlanmaz. Çünkü Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem: Bismillah ile başlamayan önemli her iş yarım kalmaya mahkumdur, buyurmuştur. Şöyle de denilmiştir: Be edâtı musahabe (birliktelik) içindir, Bundan sonrası kulların ağzı ile söylenmiştir; Allah'ın ismi ile nasıl bereket umacakları, nimetine nasıl şükredecekleri, lütfünden nasıl isteyecekleri öğretilmiştir. Tek harflerin hakkı meftuh olmak iken meksûr kılınması harflikten ve harf-i cerlikten ayrılmamasından dolayıdır. Nitekim emir lâm'ı (liyektüb) ve zâhir ismin başına gelen lâm da (lizeydin) meksurdur, bununla ibtida manasına gelen lâm'ı ayırmak için böyle olmuştur. İsm lâfzı Basra ekolüne göre sonlan hazf edilen İsimlerdendir. Çünkü bunlar çok kullanılır, başları da sâkin kılınmış, başlamak mümkün olması için de vasi hemzesi getirilmiştir. Çünkü harekeli harfle başlamak ve sükûn üzere durmak adetlerindendir. Esma, esamiy, sümey ve sümmiyet şeklinde çekimi yapılması da buna şahitlik eder. Hüden vezninde sumen şeklinde gelmesi de ayrı bir delildir. Şâir şöyle demiştir: Allah sana mübarek bir isim vermiştir, Sen nasıl onu tercih ettinse O da etmiştir. "Kalb” (kelimeyi ters çevirme) her zaman görülen bir şey değildir. İsm sümüvden türetilmiştir; çünkü o, isim sâhibi için yüceliktir ve onun için bir alamettir. Kûfe ekolüne göre ise ism sime'den türetilmiştir (ters çevrilmiştir). Aslı vesm'dir, vâv atılmış, onun yerine vasi hemzesi getirilmiştir, i'lali az olsun istenmiştir. Bu da başı hazfedilen kelimeye hemzenin geldiği bilinmemekle reddedilmiştir. Sim ve süm de lügattir, şâir şöyle demiştir: Her sûrede ismi geçen Zatın (Allah'ın) ismiyle (simuh). Eğer isimcîen lâfız kastedilirse o isim sâhibinden başkadır, çünkü ayrı ayrı kararsız seslerden oluşmuştur. Milletlere ve çağlara göre değişir. Bazen ayrılır, bazen de birleşir. Müsemma (isim sâhibi) ise böyle değildir. Eğer ondan bir şeyin zâtı kastedilirse, isim sâhibi ile aynıdır, ancak bu manada meşhur değildir. Allahü teâlâ’nın: "Rabbinin ismi yücedir” (Rahmân: 78) ve "Rabbinin ismini tesbih et” (Alâ: 1) âyetlerinde isimden kastedilen lâfızdır; çünkü Allahü teâlâ'nın zâtını ve sıfatlarını noksanlıklardan tenzih etmek gerektiği gibi kendisi için konulan lâfızları da pis şeylerden ve edepsizlikten tenzih etmek gerektir. Yahut da bu âyetlerdeki isim lâfzı zâittir (araya sıkıştırılmıştır). Şairin şu mısraında olduğu gibi: Bana bir yıl ağlayın, sonra size selâm (ismi) olsun. Eğer ondan sıfat kastedilirse - nitekim Şeyh Ebû'l- Hasen Eş'arî'nin görüşü de öyledir - o zaman onun dediği gibi müsemmanın aynıdır, aynı değildir, ne aynıdır ne de gayrıdır bölümlerine ayrılır (yeri burası değildir). Neden Allahü teâlâ: Bismillah, dedi de billah, demedi; çünkü ismini zikretmede bereket ve ondan yardım isteme vardır ya da yeminle bereketi birbirinden ayırmak içindir. Besmelede yazıda olduğu hâlde elif yazılmamıştır; çünkü çok kullanılmaktadır. Onun yerine be uzatılmıştır. Allah lâfzının aslı ilâh'tır, hemze hazfedilmiş, onun yerine elif lâm getirilmiştir. Bunun içindir ki, katı' hemzesiyle ya Allah, denilir. Ancak bu Hak Mabud'a denir, ilâh ise aslında her mabud'a denirken sonra o da genel olarak Hak Mâbut'ta kullanılmıştır. Türevi ilâh, aîihe, uluhe ve uluhiyetten gelir ki, tapmak ve kulluk etmek manasınadır. Tellehe ves'tehele de ondan gelir. Şöyle de denilmiştir: O, elihe'den gelir ki, şaşmak manasınadır; çünkü akıllar onu bilmede şaşar. Yahut elihtü ilâ fülanin deyiminden gelir ki, birinin yanında huzur bulmaktır. Çünkü kalpler onun zikri ile tatmin olur, ruhlar onu tanıdıkça huzura erer. Yahut yine elihe'den gelir ki, o da başına gelen bir şeyden dolayı paniklemektir. Âlehehu gayruhu da birini korumaktır. Zira sığman kimse ona başvurur, o da onu ya gerçek olarak ya da kendi iddiasına göre korur. Yahut elihel fasilü'den gelir ki, deve potuğu annesine sokulmaktır. Çünkü kullar da zorluklarda ona yalvarıp iltica ederler. Yahut velihe'den gelir ki, şaşmak ve aklı karışmaktır. Aslı vilah'tır, vâv hemzeye kalb olmuştur; çünkü kesre de tıpkı zamme gibi ona birçok yönden ağır gelir. Onun için ilâh denilmiştir; iâ' ve işah lâfızlarında olduğu gibi. Çoğulunun evlihe değil de alihe vezninde gelmesi bunu reddeder. Şöyle de denilmiştir: Aslı lahe'dir, yelihü leyhen ve lahen şeklinde çekimi yapılır. Bu da kapanmak ve yücelmek manasınadır. Çünkü Allahü teâlâ gözlerden kapalıdır, kendine lâyık olmayan her şeyden yücedir. Şairin şu beyiti de buna şahitlik eder: Ebû Rabah'ın yemini gibi, Yukarıdan büyük İlâhsı (Lah'ı) ona şahitlik ediyor. Şöyle de denilmiştir: Allah lâfzı Zât'a mahsus özel isimdir; çünkü ona sıfat verilir, o sıfat olmaz. Bir de mutlaka ona sıfatlar verilecek ve kendisinden başkasına lâyık olmayacak bir isim verilmelidir. Ayrıca eğer sıfat olsa idi "lâilahe illâllah” tevhid olmazdı, tıpkı "lâilahe ille’r-rahmân"da olmadığı gibi. O zaman şirke mani olmazdı. En doğrusu onun sıfat olmasıdır, ancak Süreyya ve Sâik lâfızları gibi özel isim gibi olup da başkasında kullanılmayınca, ona sıfat verilmede, kendisinin sıfat olmamasında ve ortaklığa ihtimal vermemesinde onun gibi kullanılmıştır. (Bu kadarı özel isim olmak için yeterlidir) zira onun zâtı hakiki olsun olmasın başka bir durumu göz önüne almadan insan aklının alacağı bir şey değildir. Hiçbir lâfzın onu tam karşılaması mümkün değildir. Eğer öyle olsa idi Allahü teâlâ’nın: "O, göklerde ilâh'tır” (En'âm: 3) ayetinin zahiri doğru bir mana ifade etmezdi (Allah'ın zâtı göklerde olmak gerekirdi, hâlbuki öyle değildir. Mütercim). Sonra türevde aranan iki kelimeden birinin diğerine manada ve terkipte ortak olması, onunla (Allah lâfzı ile) diğer zikredilenler arasında mevcuttur. Şöyle de denilmiştir: Onun aslı Süryanice Laha'dır, sonundaki elif atılarak ve başına lâm getirilerek Allah olmuştur. Allah lâfzının lâm’ına gelince, eğer mâ-kabli (bir öncesi) meftuh veyahut Mazmûm olursa, kalın okunur, bu da sünnettir. Üçünde de kalın okunur, diyenler olmuştur. Ortadaki elifini hazfetmek hatadır, namazı bozar, onunla yemin edilmez (elleh). Ancak zorunlu olarak şiirde kabul edilir, Meselâ şu örnekte olduğu gibi; Duyun, Allah (elleh) Süheyl'e bereket vermesin, Allah diğer insanlara bereket verdiği zaman. Rahmân Rahîm: Bu iki isim rahime kökünden mübalağa için yapılmıştır, tıpkı gadibe'den gadban ve alime'den alîm gibi. Rahmet kalbin yufka olması ve şefkat duymasıdır. Bundan da lütuf ve ihsan lâzım gelir. Ana rahmi de bundan gelir ki, o da içindekini sarar ve onu bürür. Allahü teâlâ'nın isimleri baştaki etkilenmeye göre değil de sondaki fiilden alınır (manalarında sonuca bakılır). Rahmân, Rahîm'den daha mubalâgalıdır; çünkü harfin fazlalığı mananın da fazlalığını gösterir. Meselâ kataa, kattaa, kübar ve kübbar gibi. Bu Rahmân'daki mananın fazlalığı bazen kemiyet (nicelik) itibarı ile alınır, bazen de keyfiyet (nitelik) itibarı ile alınır. Birinciye göre: Ya rahmane’d-dünya, denilmiştir. Çünkü mü'mini de kafiri de içine alır. Rahimü’l-âhiret ise sadece mü'mine dönük olması itibarı iledir. İkinciye göre de: Ey dünyanın ve âhiretin Rahmân'ı ve âhiretin Rahîm'i denilmiştir. Çünkü âhiretin bütün nimetleri büyüktür. Dünya nimetleri ise büyüklü küçüklüdür. Neden önce Rahmân zikredilmiştir, halbuki aşağıdan yukarıya çıkılması gerekirdi, çünkü dünya rahmeti öncedir de ondan. Bir de o özel isim gibi olduğundan ondan başkasına sıfat olmaz. Zira manası gerçek nimet veren, rahmette son dereceye varan demektir. Bu da başkasında gerçek olarak bulunmaz. Zira başkası iyiliğinin karşılığını bekler. Nimetinden sevap almak veya onunla övülmek yahut içine düşen sıkıntıyı gidermek veyahut içinden mal sevgisini atmak ister. Sonra başkası bu hususta aracı gibidir. Çünkü nimetin kendisi, varlığı, onu elde etmek için gereken kudret ve onu meydana getiren sebep, ondan yararlanma imkanı, ondan güç almak vb. gibi bütün şeyler ancak Allah'ın yardımı ile olur. Bir de Rahmân büyük ve esas nimetlere işâret ettiği için Rahîm bunun dışında kalanları ve sonradan gelenleri karşılamak için kullanılmıştır. Ya da âyet sonları tutsun için zikredilmiştir. Öyle görünüyor ki, o (Rahmân) gramer itibarı ile gayri münsariftir (cer ve tenvîn almaz). Gerçi müennesi fâ'lâ veya fâ'lane şeklinde geldiği için Allahü teâlâ'ya mahsus değilse de o kalıpta genel hüküm böyledir. Bu isimlerin Allahü teâlâ'ya tahsis edilmesi şunun içindir: Ârif olan bilmelidir ki, bütün işlerde yardımı istenen gerçek mâbut O'dur. Nimetlerin peşin ve veresiyesini, önemli ve önemsizini gerçek veren O'dur. O zaman Ârif her şeyiyle Allah'ın pak huzuruna yönelir, tevfık ipine sarılır, içini onun zikri ile meşgul eder ve başkasına karşı yalnız ondan yardım diler. 2Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. "Hamd Allah'a mahsustur". Hamd nimet olsun başka bir şey lsun isteyerek yapılan bir iyiliğe karşı övgüdür. Medih ise mutlak iyiliğe karşı övgüdür. Bunun içindir ki: Hamettü zeyden alâ ilmihi ve keremini (Zeyd'e ilminden ve kereminden dolayı hamd ettim) dersin de, güzelliğinden dolayı hamd ettim, demezsin, methettim, dersin. Şöyle de denilmiştir: Bu ikisi kardeştir (eşanlamlıdır). Şükür ise nimete sözlü, pratik ve inanç şeklinde karşılık vermektir. Şâir şöyle demiştir: Nimetiniz benden size şunları kazandırdı. Elimi, dilimi ve içimde saklı kalbimi. Binâenaleyh o diğer ikisinden bir yönden daha genel, bir yönden de daha özeldir. Hamd; şükrün bir dalı olarak nimeti daha iyi karşıladığı ve yerini daha iyi gösterdiği için - çünkü itikat gizlidir, organların adabı da zikzaklıdır - o sebeple hamd şükrün başı kılınmıştır. Bunun içindir ki, aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Hamd şükrün başıdır; Allah'a hamd etmeyen ona şükretmemiştir, buyurmuştur. Kınama ise hamdin zıddıdır, küfrân (nankörlük) de şükrün zıddıdır. El - Hamdü mübteda olarak merfû’dur, haberi de lillahi'dir. Aslı mensûbtur, öyle de okunmuştur (nahmedullahe). Nasb'tan ref'a geçilmesi, hamdin genelliğini, yeniliğini ve sonradan oluştuğunu göstermek içindir. O, gizli fiillerle mensûb olan mastarlardandır. Neredeyse onlarla beraber kullanılmaz (küfren, sükyan, şükren). El - Hamdü'deki tarif lamı cins içindir, manası da herkesin bildiği hamde işarettir. Ya da istiğrak içindir, çünkü hamdin hepsi ona aittir, zira ne kadar hayır varsa, onu vasıtalı veya vasıtasız veren O'dur. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Sizde ne gibi bir nimet varsa, Allah'tandır” (Nahl: 53). Bunda Allahü teâlâ'nın hayat ve irâde sâhibi olduğunu bildirme vardır. Zira cansız biri bu gibi şeyleri yapamaz. Dal'ı lama, lamı dala bağlayarak elhamdi lillahi ve elhamdülüllahi şeklinde de okunmuştur, ikisini bir kelime gibi göstermek istemişlerdir. "Âlemlerin Rabb'i Allah'a mahsustur". Rabb aslında mastardır, terbiye manasınadır, o da bir şeyi yavaş yavaş kemale erdirmektir. Sonra mübalağa için onunla sıfatlanmıştır, Meselâ savm ve adi gibi. Şöyle de denilmiştir: O rabbehu yerubbuhu fehüve rabbun şeklinde çekilmiştir, tıpkı nemme yenümmü nemm gibi. Sonra mülkün sâhibi Allah'a isim olmuştur, çünkü sahip olduğu şeyi muhafaza eder ve büyüktür. Başkasına ancak sınırlı (muzâf) olarak denilir, Meselâ: "Rabbine (efendine) dön” (Yûsuf: 50) âyetinde olduğu gibi. Âlem, kendisiyle Yaratıcı'nın bilindiği şeydir, o da Allah'tan başka bütün cevherler ve arazlardır. Çünkü onlar mümkün oldukları ve varlığı zorunlu olan bir etkene muhtaç oldukları için onun varlığını gösterirler. Cemi (çoğul) olması altındaki değişik cinsleri içine alması içindir, akıllılar çok kabul edildiğinden ve nûn ile (âlemiyn şeklinde) cemi yapılmıştır, nitekim akıllıların diğer sıfatları da böyle yapılır. Şöyle de denilmiştir: Âlem ilim sâhibi meleklere ve insanlara ve cinlere denilir. Başkalarını da kapsamına alması, dolaylı yoldandır. Şöyle de denilmiştir: Ondan yalnız insanlar kastedilmiştir, çünkü onlardan her biri büyük alemdeki cevher ve arazları kendinde taşır. Allah nasıl âleme koyduğu harika şeylerle bilinirse bunlarla da aynı şekilde bilinir. Allahü teâlâ: "Nefislerinizde de âyetler vardır, görmüyor musunuz?” (Zariyat:21) buyurmuştur. Medh veya nida yolu ile veyahut hamdin gösterdiği fiille mensûb olarak "rabbel alemiyn” şeklinde de okunmuştur. Bunda da şuna delil vardır ki, mümkün varlıklar hadis iken onları var edene muhtaç oldukları gibi baki iken de bekalarını sürdüren birine muhtaçtırlar. 3Rahmân ve Rahîm olan (Allah'a). "Rahmân Rahîm olan” bunu da az sonra anlatacağımız gibi hamde müstahak olmasının sebebi olarak tekrar etmiştir. 4Ceza gününün hâkimidir. "Ceza gününün hâkimidir". Âsım, Kisâî ve Ya'kûb böyle (mâliki yevmiddin) şeklinde okumuşlardır. "O gün hiçbir nefis başka bir nefis için bir şeye sahip olamaz, o gün emir Allah'ındır” (İnfitar: 19) âyeti de bunu destekler. Kalan kurralar ise meliki şeklinde okumuşlardır, tercihe şayan olan da budur. Çünkü bu, Mekke - Medîne halkının okuyuşudur. Bir de: "Bugün mülk kimindir” (Ğâfir: 16) âyeti vardır. Sonra bunda ta'zîm vardır. Mâlik ise elindeki mülk üzerinde istediği gibi tasarruf eden demektir, melik ise emri altındakilerde emir ve yasaklarla tasarruf edendir, saltanat manasındadır. Lâmın sükûnu ile melk şeklinde de okunmuştur. Fiil kalıbında meleke olarak da okunmuştur. Medih veya hâl olarak nasb ile maliken de okunmuştur. Merfû' olarak tenvîn ile ve mahzûf mübtedânın haberi olarak muzâf şeklinde malikün de okunmuştur. Muzâf olarak ref ve nasb ile de okunmuştur. Yevmüddîn yevmülceza (ceza günü) demektir. Kema tediynü tüdan (nasıl yaparsan öyle karşılığını görürsün) sözü de şu şiir de bundandır: Düşmanlıktan başka bir şey kalmayınca, Onlar gibi biz de cezalandırdık. İsm-i fâ'ili zarfa muzâf etmiştir, genişleterek (mecaz kullanarak) onu mef'ûlun bih yerine koymuştur. Meselâ ya sarikal leyyelti ehleddar kavlinde olduğu gibi. Manası da ceza günündeki işlere hâkim oldu demektir. Tıpkı "Cennet halkı seslendi” (Araf: 44) âyetinde olduğu gibi (seslenecek demektir). Ya da mülk o gün devamlı olarak ona aittir, demektir. O zaman izafet hakiki ve marifeye sıfat olmasını hazırlamış olur. Şöyle de denilmiştir: din şerîat manasınadır. Tâat manasınadır da denilmiştir. Mana da dinin (şerîat ve tâ’ah) karşılık bulacağı günün sâhibidir, demektir. Günün buna muzâf olması ya ta'zîm içindir ya da tek emri geçenin Allah olduğunu bildirmek içindir. Bu sıfatların Allahü teâlâ'ya verilmesi yani alemleri meydana getirmesi, onları büyütmesi, onlara zâhir ve batın, peşin ve veresiye nimetler vermesi ve sevap ve azâp gününde bütün işlerine sahip olması, onun hamde lâyık olmasındandır. Ondan başka buna gerçek lâyık hiçbir kimse yoktur, çünkü hükmü sıra ile sıfata bağlamak onun illetini gösterir. Sonra bu sıfatların Allahü teâlâ'ya verilmesi, dolaylı olarak şunu bildirmek içindir ki, bu sıfatları taşımayan biri hamde (övülmeye) lâyık olamaz, hele ibâdet edilmeye hiç olamaz. Böyle olmalıdır ki, bu sıfatların Allah'a verilmesi arkada sayılan şeylere delil olsun. Buna göre birinci sıfat hamdi gerektiren şeyi beyan etmek içindir, o da var edip büyütmektir. İkincisi ile üçüncüsü, onun verdiği bu lütufta serbest olduğunu; zatından sudur etmekle veya geçmiş bir amelden dolayı ona vâcip olmakla yapmadığını, lütfederek hamde müstahak olduğunu göstermek içindir. Dördüncüsü ona mahsus olduğunu bildirmek içindir, çünkü ortaklığı kabul etmez. Bir de hamd edenlere va'dini ve yüz çevirenlere de tehdidini duyurmak içindir. 5Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım dileriz. "Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım dileriz". Sonra hamde lâyık olan zikredilip de diğer zatlardan ayrılacak büyük sıfatlarla nitelenince, ilim belli bir bilinene taalluk etti ve bununla hitap edildi: Ey şânı yüce olan Rabbimiz, ibâdeti ve yardım istemeyi ancak sana tahsis ederiz, denildi ki, tahsisi daha çok göstersin, delilden gözle görülmeye terakki edilsin ve gâipten şahide geçilsin. Böylece o bilinen de gözle görülmüş, akılla bilinen de müşahede edilmiş ve gâip olan huzura gelmiş gibi oldu. Bunu temin etmek için de sözün başını arifin ilk hâlleri olan zikir ve fikir, Allah'ın isimlerini düşünme, nimetlerine bakma, yaptıklarıyla şânının büyüklüğüne ve saltanatının yüceliğine delil getirme gibi prensiplerinin üzerine kurdu. Sonra da ardından işin sonunu zikretti. O da vuslat deryasına dalıp müşahede ehlinden olarak onu (Allah'ı) gözüyle görmek ve ona doğrudan hitap etmektir. Allah'ım, bizleri de sadece duymakla değil de gözleriyle görecek şekilde sana vâsıl olanlardan eyle. Arapların bir âdeti de konuşurken sanat yapmak ve bir üsluptan diğerine geçmektir. Bunu da dinleyiciyi rahatlatmak ve harekete geçirmek için yaparlar. Meselâ hitaptan gaibe, gâipten hitaba geçilir, bazen de aksi yapılır. Meselâ şu âyetlerde olduğu gibi: "Gemide olduğunuz ve gemiler onları yüzdürdüğü zaman” (Yûnus: 22). "Allah O'dur ki, rüzgârları gönderdi, rüzgârlar da bulutu kaldırır, biz de onu ölü bir beldeye gönderdik” (Faîır: 9). Şâir İmruulkays'in şu sözü de öyledir: Gecen ismed sürmesiyle uzadı, Gamsız uyudu, sen uyumadın, O geceledi, gecesi de geceledi, Gözü ağrıyanın gecelemesi gibi. Bu da bana gelen bir haberden dolayıdır, (Babam) Ebul-esved hakkında aldığım haberden dolayıdır. İyya munfasıl zamirdir, ona bitişen ya, kâf ve he harfleri mütekellim, muhatap ve gaibi bildirmek için ilave edilmiştir. İraptan mahalli yoktur, tıpkı ente'deki te ve ereeyteke'deki kâf gibi. (İmâm) Hâlil: İyya bunlara muzâftır, demiş ve şunu delil getirmiştir: Bir adam altmış yaşma ulaştığı zaman ondan sâkin, gençlerden de sâkin. Bu ise şazdır (kural dışıdır) ona güvenilmez. Şöyle de denilmiştir: Bunlar zamirdir, iyya da dayanağıdır. Çünkü bunlar amillerden ayrılınca bunları ayrı olarak telâffuz etmek mümkün olmadı, onun için bunlara eklendi, böylece kendi başına olması temin edildi. Şöyle de denilmiştir: Zamir bunların toplamıdır. Hemzenin fethi ile eyyake ve he'ye kalb ile de heyyake şeklinde okunmuştur.. İbâdet boyun eğmenin ve mahviyet (tevâzu) göstermenin en ileri hâlidir. "Tarîkun muabbedün” deyimi de bundandır ki, ayaklarla çiğnenip düzlenmiş yol demektir. Bir de "sevbün zu abedetin” denir ki, gayet sık dokunmuş kumaş manasındadır. Bunun içindir ki, ancak Allahü teâlâ'ya baş eğmede kullanılır. İstiâne (nesteiyn) yardım istemektir. O da ya zorunlu olur ya da zorunlu olmaz. Zorunlu olan, onsuz iş yapma mümkün olmayandır; Meselâ iş yapanın gücü, tasarımı, iş yapacağı alet ve maddeyi elde etmesi gibi. Bunlar toplanınca adamda güç vardır, denir ve mükellef olması doğru olur. Zorunlu olmayan da işi kolaylaştıran şeyi elde etmektir; Meselâ yolculukta yürümeye gücü yetenin binek temin etmesi gibi. İş yapana işi yaklaştıran ve onu o şeye teşvik eden de böyledir. Bu kısım teklif için esas değildir. Maksat bütün önemli işlerde veya ibâdetleri yerine getirmede Allah'tan yardım istemektir. Her iki fiildeki (na'büdü ve nesteiyn) zamir okuyucuya, yanındaki meleklere ve kendisiyle beraber namazı cemâatle kılmak isteyenlere râcidir yahut hem kendisine hem de diğer mü'minlere râcidir. O onlara katılarak birlikte ibâdet eder ve ihtiyacını onlarla beraber görür. Belki de ibâdeti onların bereketiyle kabul edilir ve duası tutar. Cemâat bunun için meşru kılınmıştır. Mef’ûl ta'zîm ve ihtimam için, hasrı göstermek için başa alınmıştır. Bunun içindir ki, İbn Abbâs radıyallahü anhuma: Manası, sana ibâdet ederiz, başkasına ibâdet etmeyiz, şeklindedir, buyurmuştur. Zamir aynı zamanda var olmada önce olanı (Allah'ı) ilk defa zikretmek ve şuna dikkat çekmek için başa alınmıştır abit, her şeyden önce mabuduna bakmalı, ondan sonra ibâdetine bakmalıdır. Ondan sadır olana bir ibâdet olarak değil de ona şerefle nisbet edilen ve kendisiyle Hak arasında temas noktası olarak bakmalıdır. Çünkü Ârif kimse ancak kendini tam olarak Allah'a verdiği ve masivayı (Allah'tan başka her şeyi) terk ettiği zaman vuslata erer. Hatta öyle olmalıdır ki, her hâlini onu düşündürmesi ve ona mensup olması itibarı ile dikkate almalıdır. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ’nın, Habib'inden "Üzülme, şüphesiz Allah bizimledir” (Tevbe: 40) diye naklettiği şey, Kelîm'i hakkında: "Şüphesiz Rabbim benimledir, bana doğru yolu gösterecektir” (Şuarâ': 62) sözünden daha üstün kılınmıştır. Zamir yardım istenenin yalnız o olduğunu vurgulamak için tekrar edilmiştir. İbâdet de yardım istemeden önce zikredilmiştir ki, âyet başları (sonları) tutsun ve şu da bilinsin ki, bir ihtiyacı karşılamak için önce çaresine bakılmalıdır. O zaman daha kolay görülür. Ben de derim ki, konuşan kimse ibâdeti kendine nispet edince, gösteriş yapmak ister gibi oldu ve yaptığı bir şeye güvendi. Hemen arkasından "yalnız senden yardım isteriz” demekle ibâdetin de ancak Allah'ın yardım ve inayeti ile tamam olacağını ve yolunda gideceğini göstermek istedi. Şöyle de denilmiştir: Vâv hâl edatıdır, mana da, senden yardım isteyerek sana ibâdet ederiz demek olur. Her iki fiilde de nûn'un kesresi ile (ni'büdü ve nisteiyn) okunmuştur, bu da Temim oğulları lehçesidir. Çünkü onlar ye dışındaki muzaraat harflerini eğer maba'di Mazmûm ise kesre ile okurlar. 6Bizi doğru yola ilet. "Bizi doğru yola ilet". Bu da istenen yardımı açıklamaktadır. Sanki: "Size nasıl yardım ederim?” dedi. Onlar da: Bizi doğru yola ilet, dediler. Bu aynı zamanda en büyük maksadı ayrı olarak ifade etmektir. Hidâyet, yol göstermedir, bunun içindir ki, hayırda kullanılır. Allahü teâlâ’nın: "Onları cehennemin yoluna hidâyet edin” (Saffat: 23) âyeti ise alay yollu söylenmiştir. Hediye ve kuş sürüsünün önde gidenlerine hevadi, denilmesi de bundandır. Bunun fiili heda'dır. Aslı lâm veya ilâ ile geçişli kılınmaktır. Fakat burada "vahtâre Mûsa kavmehu” (Araf: 155) ayetindeki nükte ile muamele edildi (harf-i cer atıldı, mef'ûl mensûb oldu). Allah'ın hidâyeti çeşit çeşittir, sayısı yoktur, nitekim Yüce Allah: "Eğer Allah'ın nimetini sayarsanız bitiremezsiniz” (Nahl: 18) buyurmuştur. Ancak cinsleri bellidir, onlar da sırasıyla şöyledir: Birincisi, kişiyi hidâyete götürecek kuvveti vermektir, Meselâ akıl gücü, içteki hisler ve dıştaki duyular gibi. İkincisi, hakla bâtılı ve iyi ile kötüyü ayıracak delilleri göstermektir. "Ona iki yolu da hidâyet ettik” (Beled: 10) ve: "Onları hidâyet ettik; onlarsa körlüğü hidâyete tercih ettiler” (Fussilet: 17) âyetleri buna işâret etmektedir. Üçüncüsü, peygamberler göndermek ve kitaplar indirmekle hidâyet etmektir. "Onları liderler kıldık, emrimizle hidâyet ederler” (Enbiya: 73) ve: "Şüphesiz bu Kur'ân en doğru yola hidâyet eder” (İsra: 9) âyetlerinden de bu kastedilmiştir. Dördüncüsü, kalplerindeki sırları keşfetmek, vahiy yahut ilham veyahut gerçek rüyalarla eşyayı olduğu gibi göstermektir. Bu da peygamberlere ve evliyalara mahsustur. Şu âyetlerden de bu kastedilmiştir: "İşte onlar Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların hidâyetine uy” (En'âm: 90). "Bizim uğrumuzda cihâd edenleri kendi yollarımıza hidâyet edeceğiz” (Ankebut: 69). İstenen şey ya kendilerine ihsan edilen hidâyeti artırmaktır yahut onun üzerinde sebat etmektir yahut da sonuçlarını elde etmektir. Ârif-i billah bunu dediği zaman bize seyr-ü sülûk yolunu göster ki, hâllerimizin karanlıklarını kaldırasın ve benliğimizi saran perdeleri sıyır ki, kudsiyet nûrunla aydınlanalım da seni kendi nûrunla görelim, demek ister. Emir ile dua lâfız ve mana itibarı ortak, astlık ve üstlük bakımından farklıdırlar. Rütbe bakımından farklıdırlar da denilmiştir. Sırât seretet taame'den gelir ki, yemeği yutmaktır. Sanki yol da yolcuları yutar. Bunun içindir ki, yola lakam denilmiştir, çünkü onları yutar. Sırâtın sad'ı ses uyumu için sin'den değişmiştir. Bazen de aslını göstermesi için sad'a ze sesi koklatılır (işmâm edilir). İbn Kesîr, Kunbül rivâyetinde, Rüveys Ya'kûb'tan ve Hamze de işmâm ile okumuştur. Diğerleri de sad ile okumuşlardır. Bu da Kureyş lehçesidir. Ana nüshada sâbit olan da budur. Çoğulu kütüb vezninde surut gelir. Bu da müzekkerlik ve müenneslikte tarik lâfzı gibidir. Müstakim de doğru demektir ki, hak yolu manasınadır. Buna İslâm milleti (dini) de denilmiştir. 7Nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil. "Nimet verdiklerinin yoluna” bu da birinci Sırâttan bedel-i küldür, âmili tekrar hükmündedir, çünkü nisbetten kastedilen O'dur. Faydası da Müslümanların yolunun en doğru yol olduğunu göstermektir. Çünkü onun tefsiri ve açıklaması gibi kılınmıştır. Sanki şu gayet açık olarak anlatılmak istenmektedir ki, doğru yol mü'minlerin yoludur. Şöyle de denilmiştir: Nimet verilenler peygamberlerdin Bunlar Mûsa ve Îsa'nın tahrif ve neshedilmeden önceki ümmetleridir. O ikisine salât ve selâm olsun. Bu "sırata men en'amte aleyhim” şeklinde de okunmuştur. Nimet vermek nimeti ulaştırmaktır. O da aslında insanın zevk duyacağı hâl’dir. Sonradan zevk duyulan nimete denilmiştir. Nimet yumuşaklık manasından gelir, Allah'ın nimetleri sayılamaz, nitekim Allahü teâlâ. "Allah'ın nimetini sayarsanız bitiremezsiniz” (îbrahim:34) buyurmuştur. Nimetler dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki bölümde toplanın Birincisi vehbî ve kesbî olmak üzere iki kısımdın Vehbî olan da iki kısımdır: Ruhanî olanı vardır ki, o da bedene rûh üfürme, onu akılla ve ona bağlı olan fehim, fikir ve konuşma gibi kuvvetlerle parlatmaktın Cismânî olan da bedenî, ondaki kuvvetleri ve ona sonradan verilen sağlık ve organların sağlamlığı gibi şeyleri yaratmaktır. Kesbî olan da nefsi rezilliklerden temizlemek, onu güzel ahlaklar ve üstün kabiliyetlerle süslemek; nefsi doğal pozisyonlar, beğenilen ziynetlerle süslemektir. Mevki ve mal kazanmaktır. Uhrevî nimetlerin ikincisi, onun kusurlarım bağışlamak, onu sonsuza kadar Allah'a yaklaştırılan meleklerle en yükseklere yerleştirmektir. Asıl murat edilen son kısımdır ve öteki kısma ulaşmasına vesile olandır. Gerisinde mü'minle kâfir ortaktır. "Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil". Bu da Ellezîne'den bedeldir, şu manaya ki, asıl nimete kavuşanlar gazap ve sapıklıktan kurtulanlardır. Ya da bu, onu açıklayan ve kayıt altına alan sıfattır, şu manaya ki, onlar mutlak nimet demek olan îman ile gazap ve sapıklıktan kurtulmayı birleştirenlerdir. Bu da (Ellezîne'den bedel olması da) ancak iki te'vilden biriyle olur: (Ya) mevsûl (Ellezîne) nekire yerine konulur, çünkü onunla belli biri kastedilmemiştir. Meselâ şu beyitte eliflamla belirtilen gibi: Bana söven adi adamın yanından geçiyorum (elleiym). Şu söz de öyledir: Senin gibi adamın yanından geçiyorum, bana saygı gösteriyor (errecül). Ya da "gayri” lâfzı izafetle mâ'rife kılınır. Çünkü tek zıddı olan şeye muzâf kılınmıştır, o da nimet verilendin O zaman harekenle sükûndan başka olması gibi anlaşılır (tek zıt akla gelir). İbn Kesîr onu mecrûr zamirden hâl olarak "'ğayre” şeklinde nasb ile okumuştur. Âmili de en'amte'dir. Ya da a'niy fiilini takdir etmekle veyahut istisna ilemıansup olur, eğer nimet her iki kısmı da içine alacak şekilde tefsir edilirse. Gazap intikâm almak istendiği zaman nefsin kabarmasıdır. Eğer Allahü teâlâ'ya nisbet edilirse (el - müntekim) bundan sonuç ve gaye kastedilir, nitekim bu yukarıda geçmiştir. "Aleyhim” de mahallen merfû’dur, çünkü naib-i faildir; birinci (aleyhim) ise öyle değildir. Lâ da ğayr'deki olumsuzluk manasını te'kit etmek için ziyade kılınmıştın Sanki "ne gazaba uğrayanların ne de sapanların yoluna değil” demek istenmiştir. Bunun içindir ki: Ene zeyden gayru daribin, cümlesi câiz görülmüştür, tıpkı, ene zeyden lâ daribün gibi. Ama "ene zeyden mislü daribin” câiz görülmemiştin "ve ğayriddallin” şeklinde de gayr ile okunmuştur. Dalâl doğru yoldan kasten veya yanlışlıkla sapmaktır. Sapıklık hakkında çok söylenecek söz vardır, İki ucu arasında çok farklılık vardır. Şöyle de denilmiştir: Gazaba uğrayanlar Yahûdîlerdir, çünkü Allahü teâlâ onların hakkında: "Allah ona lâ'net ve gazap etti” (Maide: 60) buyurmuştur. Sapanlar da Hıristiyanlardır denilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ onların hakkında da: "Daha önce azdılar ve çoklarını da azdırdılar” (Maide: 77) buyurmuştur. Bu Merfû' hadis olarak da rivâyet edilmiştir. Eğer, gazaba uğrayanlar asilerdir, sapanlar da Allah'ı bilmeyenlerdir denilirse, izahı mümkündür. Çünkü nimete nâil olanlar bizzat hakkı bilenlerle hayırla amel edenlerdir. Bunun karşıtı, akıl ve amel kuvvetlerinden birini ihlal edendir. Ameli ihlal eden fasıktır, gazaba uğramıştır. Çünkü Allahü teâlâ kasten adam öldüren hakkında: "Allah ona gazap etmiştir” (Nisa: 93) buyurmuştur. İlmi ihlal eden de cahildir, sapıktır; çünkü Allahü teâlâ: "Haktan sonra ancak sapıklık vardır” (Yûnus: 32) buyurmuştur. Hemze ile "velada'liyn” şeklinde okunmuştur, bu da iki sakinin birleşmesinden çok kaçınanların lügatidir. (Amîn) bu da kabul et manasına isim-i fiildir. İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e bunun manasını sordum: "yap” demektir, dedi. Eyne edâtı gibi feth üzere mebni olmuştur; iki sakinin cem olması istenmemiştin Elifi med ile de kasr ile de gelmiştir. Şâir şöyle demiştir: Allah "âmin” diyen kuluna rahmet etsin. Biri de şöyle demiştir: "Emîne” (amin) Allah aramızı uzak etsin! Âmin ittifakla Kur'ân'dan değildir. Ancak sureyi onunla hatmetmek sünnettir. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Cebrâîl bana Fâtiha'yı okumayı bitirdiğim zaman âmin dememi öğretti. Ve: O, yazıyı mühürlemek gibidir. Hazret-i Ali radıyallahü anh'in şu sözü de öyledir: Âmin âlemlerin Rabbinin mührüdür; onunla kulunun duasını mühürlemiştir. İmâm da onu der ve onu açıktan okunan namazlarda söyler. Çünkü Vail bin Hucr'dan rivâyet edildiğine göre Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, "veladdâllîn” okuduğu zaman, âmin der ve sesini yükseltirdi. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh'ten ise demeyeceği rivâyet edilmiştir. Ondan meşhur olan onu gizli demektir. Nitekim bunu Abdullah bin Muğaffel ile Enes bin Mâlik rivâyet etmişlerdir. İmamın arkasındaki de onunla beraber âmin, der; çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: "İmâm âmin dediği zaman siz de deyin; çünkü melekler de amin derler. Kimin âmini meleklerinkine denk gelirse, Allah onun geçmiş günahını bağışlar". Ebû Hureyre'den rivâyet edildiğine göre Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: "Sana bir sûreden haber vereyim mi ki, ne Tevrat'ta ne İncil'de ne de Kur'ân'da onun gibisi indirilmemiştir, dedi? Ben de: Evet, ya Resûlallah, dedim. O da: Fâtiha süresidir; çünkü o, yedi ayetli bir sûredir ve bana verilen büyük Kur'ân'dır, dedi". İbn Abbâs da şöyle buyurmuştur: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem aramızda idi, birden ona melek geldi: Müjde, sana iki sûre verildi ki, senden önce hiçbir peygambere verilmedi; Fâtiha ile Bakara'nın son âyetleri. Kim onlardan bir harf okursa, mutlaka ona karşılığı verilir, dedi. Huzeyfe bin el - Yemân rivâyetinde de Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Bir topluma Allah kesin bir azâp gönderir; mektepteki çocuklarından biri "elhamdü lillahi rabbil alemin” okur; Allahü teâlâ da bunu duyar; onlardan azâbı kırk yıl kaldırır". |
﴾ 0 ﴿