2

 Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.

"Hamd Allah'a mahsustur". Hamd nimet olsun başka bir şey lsun isteyerek yapılan bir iyiliğe karşı övgüdür. Medih ise mutlak iyiliğe karşı övgüdür. Bunun içindir ki: Hamettü zeyden alâ ilmihi ve keremini (Zeyd'e ilminden ve kereminden dolayı hamd ettim) dersin de, güzelliğinden dolayı hamd ettim, demezsin, methettim, dersin.

Şöyle de denilmiştir: Bu ikisi kardeştir (eşanlamlıdır). Şükür ise nimete sözlü, pratik ve inanç şeklinde karşılık vermektir. Şâir şöyle demiştir:

Nimetiniz benden size şunları kazandırdı.

Elimi, dilimi ve içimde saklı kalbimi.

Binâenaleyh o diğer ikisinden bir yönden daha genel, bir yönden de daha özeldir.

Hamd; şükrün bir dalı olarak nimeti daha iyi karşıladığı ve yerini daha iyi gösterdiği için - çünkü itikat gizlidir, organların adabı da zikzaklıdır - o sebeple hamd şükrün başı kılınmıştır. Bunun içindir ki, aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Hamd şükrün başıdır; Allah'a hamd etmeyen ona şükretmemiştir, buyurmuştur.

Kınama ise hamdin zıddıdır, küfrân (nankörlük) de şükrün zıddıdır.

El - Hamdü mübteda olarak merfû’dur, haberi de lillahi'dir. Aslı mensûbtur, öyle de okunmuştur (nahmedullahe). Nasb'tan ref'a geçilmesi, hamdin genelliğini, yeniliğini ve sonradan oluştuğunu göstermek içindir. O, gizli fiillerle mensûb olan mastarlardandır. Neredeyse onlarla beraber kullanılmaz (küfren, sükyan, şükren).

El - Hamdü'deki tarif lamı cins içindir, manası da herkesin bildiği hamde işarettir.

Ya da istiğrak içindir, çünkü hamdin hepsi ona aittir, zira ne kadar hayır varsa, onu vasıtalı veya vasıtasız veren O'dur. Nitekim şöyle buyurmuştur:

"Sizde ne gibi bir nimet varsa, Allah'tandır” (Nahl: 53). Bunda Allahü teâlâ'nın hayat ve irâde sâhibi olduğunu bildirme vardır. Zira cansız biri bu gibi şeyleri yapamaz.

Dal'ı lama, lamı dala bağlayarak elhamdi lillahi ve elhamdülüllahi şeklinde de okunmuştur, ikisini bir kelime gibi göstermek istemişlerdir.

"Âlemlerin Rabb'i Allah'a mahsustur". Rabb aslında mastardır, terbiye manasınadır, o da bir şeyi yavaş yavaş kemale erdirmektir. Sonra mübalağa için onunla sıfatlanmıştır, Meselâ savm ve adi gibi.

Şöyle de denilmiştir: O rabbehu yerubbuhu fehüve rabbun şeklinde çekilmiştir, tıpkı nemme yenümmü nemm gibi. Sonra mülkün sâhibi Allah'a isim olmuştur, çünkü sahip olduğu şeyi muhafaza eder ve büyüktür. Başkasına ancak sınırlı (muzâf) olarak denilir, Meselâ:

"Rabbine (efendine) dön” (Yûsuf: 50) âyetinde olduğu gibi.

Âlem, kendisiyle Yaratıcı'nın bilindiği şeydir, o da Allah'tan başka bütün cevherler ve arazlardır. Çünkü onlar mümkün oldukları ve varlığı zorunlu olan bir etkene muhtaç oldukları için onun varlığını gösterirler.

Cemi (çoğul) olması altındaki değişik cinsleri içine alması içindir, akıllılar çok kabul edildiğinden ve nûn ile (âlemiyn şeklinde) cemi yapılmıştır, nitekim akıllıların diğer sıfatları da böyle yapılır.

Şöyle de denilmiştir: Âlem ilim sâhibi meleklere ve insanlara ve cinlere denilir. Başkalarını da kapsamına alması, dolaylı yoldandır.

Şöyle de denilmiştir: Ondan yalnız insanlar kastedilmiştir, çünkü onlardan her biri büyük alemdeki cevher ve arazları kendinde taşır. Allah nasıl âleme koyduğu harika şeylerle bilinirse bunlarla da aynı şekilde bilinir. Allahü teâlâ:

"Nefislerinizde de âyetler vardır, görmüyor musunuz?” (Zariyat:21) buyurmuştur.

Medh veya nida yolu ile veyahut hamdin gösterdiği fiille mensûb olarak "rabbel alemiyn” şeklinde de okunmuştur. Bunda da şuna delil vardır ki, mümkün varlıklar hadis iken onları var edene muhtaç oldukları gibi baki iken de bekalarını sürdüren birine muhtaçtırlar.

2 ﴿