5

 Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım dileriz.

"Yalnız sana ibâdet eder ve yalnız senden yardım dileriz". Sonra hamde lâyık olan zikredilip de diğer zatlardan ayrılacak büyük sıfatlarla nitelenince, ilim belli bir bilinene taalluk etti ve bununla hitap edildi: Ey şânı yüce olan Rabbimiz, ibâdeti ve yardım istemeyi ancak sana tahsis ederiz, denildi ki, tahsisi daha çok göstersin, delilden gözle görülmeye terakki edilsin ve gâipten şahide geçilsin. Böylece o bilinen de gözle görülmüş, akılla bilinen de müşahede edilmiş ve gâip olan huzura gelmiş gibi oldu.

Bunu temin etmek için de sözün başını arifin ilk hâlleri olan zikir ve fikir, Allah'ın isimlerini düşünme, nimetlerine bakma, yaptıklarıyla şânının büyüklüğüne ve saltanatının yüceliğine delil getirme gibi prensiplerinin üzerine kurdu. Sonra da ardından işin sonunu zikretti. O da vuslat deryasına dalıp müşahede ehlinden olarak onu (Allah'ı) gözüyle görmek ve ona doğrudan hitap etmektir. Allah'ım, bizleri de sadece duymakla değil de gözleriyle görecek şekilde sana vâsıl olanlardan eyle.

Arapların bir âdeti de konuşurken sanat yapmak ve bir üsluptan diğerine geçmektir. Bunu da dinleyiciyi rahatlatmak ve harekete geçirmek için yaparlar. Meselâ hitaptan gaibe, gâipten hitaba geçilir, bazen de aksi yapılır. Meselâ şu âyetlerde olduğu gibi:

"Gemide olduğunuz ve gemiler onları yüzdürdüğü zaman” (Yûnus: 22). "Allah O'dur ki, rüzgârları gönderdi, rüzgârlar da bulutu kaldırır, biz de onu ölü bir beldeye gönderdik” (Faîır: 9). Şâir İmruulkays'in şu sözü de öyledir:

Gecen ismed sürmesiyle uzadı,

Gamsız uyudu, sen uyumadın,

O geceledi, gecesi de geceledi,

Gözü ağrıyanın gecelemesi gibi.

Bu da bana gelen bir haberden dolayıdır,

(Babam) Ebul-esved hakkında aldığım haberden dolayıdır.

İyya munfasıl zamirdir, ona bitişen ya, kâf ve he harfleri mütekellim, muhatap ve gaibi bildirmek için ilave edilmiştir. İraptan mahalli yoktur, tıpkı ente'deki te ve ereeyteke'deki kâf gibi. (İmâm) Hâlil: İyya bunlara muzâftır, demiş ve şunu delil getirmiştir: Bir adam altmış yaşma ulaştığı zaman ondan sâkin, gençlerden de sâkin. Bu ise şazdır (kural dışıdır) ona güvenilmez.

Şöyle de denilmiştir: Bunlar zamirdir, iyya da dayanağıdır. Çünkü bunlar amillerden ayrılınca bunları ayrı olarak telâffuz etmek mümkün olmadı, onun için bunlara eklendi, böylece kendi başına olması temin edildi.

Şöyle de denilmiştir: Zamir bunların toplamıdır. Hemzenin fethi ile eyyake ve he'ye kalb ile de heyyake şeklinde okunmuştur..

İbâdet boyun eğmenin ve mahviyet (tevâzu) göstermenin en ileri hâlidir.

"Tarîkun muabbedün” deyimi de bundandır ki, ayaklarla çiğnenip düzlenmiş yol demektir. Bir de "sevbün zu abedetin” denir ki, gayet sık dokunmuş kumaş manasındadır. Bunun içindir ki, ancak Allahü teâlâ'ya baş eğmede kullanılır.

İstiâne (nesteiyn) yardım istemektir. O da ya zorunlu olur ya da zorunlu olmaz. Zorunlu olan, onsuz iş yapma mümkün olmayandır; Meselâ iş yapanın gücü, tasarımı, iş yapacağı alet ve maddeyi elde etmesi gibi. Bunlar toplanınca adamda güç vardır, denir ve mükellef olması doğru olur. Zorunlu olmayan da işi kolaylaştıran şeyi elde etmektir; Meselâ yolculukta yürümeye gücü yetenin binek temin etmesi gibi. İş yapana işi yaklaştıran ve onu o şeye teşvik eden de böyledir. Bu kısım teklif için esas değildir. Maksat bütün önemli işlerde veya ibâdetleri yerine getirmede Allah'tan yardım istemektir.

Her iki fiildeki (na'büdü ve nesteiyn) zamir okuyucuya, yanındaki meleklere ve kendisiyle beraber namazı cemâatle kılmak isteyenlere râcidir yahut hem kendisine hem de diğer mü'minlere râcidir. O onlara katılarak birlikte ibâdet eder ve ihtiyacını onlarla beraber görür. Belki de ibâdeti onların bereketiyle kabul edilir ve duası tutar. Cemâat bunun için meşru kılınmıştır.  

Mef’ûl ta'zîm ve ihtimam için, hasrı göstermek için başa alınmıştır. Bunun içindir ki, İbn Abbâs radıyallahü anhuma: Manası, sana ibâdet ederiz, başkasına ibâdet etmeyiz, şeklindedir, buyurmuştur. Zamir aynı zamanda var olmada önce olanı (Allah'ı) ilk defa zikretmek ve şuna dikkat çekmek için başa alınmıştır abit, her şeyden önce mabuduna bakmalı, ondan sonra ibâdetine bakmalıdır. Ondan sadır olana bir ibâdet olarak değil de ona şerefle nisbet edilen ve kendisiyle Hak arasında temas noktası olarak bakmalıdır. Çünkü Ârif kimse ancak kendini tam olarak Allah'a verdiği ve masivayı (Allah'tan başka her şeyi) terk ettiği zaman vuslata erer. Hatta öyle olmalıdır ki, her hâlini onu düşündürmesi ve ona mensup olması itibarı ile dikkate almalıdır. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ’nın, Habib'inden "Üzülme, şüphesiz Allah bizimledir” (Tevbe: 40) diye naklettiği şey, Kelîm'i hakkında:

"Şüphesiz Rabbim benimledir, bana doğru yolu gösterecektir” (Şuarâ': 62) sözünden daha üstün kılınmıştır. Zamir yardım istenenin yalnız o olduğunu vurgulamak için tekrar edilmiştir.

İbâdet de yardım istemeden önce zikredilmiştir ki, âyet başları (sonları) tutsun ve şu da bilinsin ki, bir ihtiyacı karşılamak için önce çaresine bakılmalıdır. O zaman daha kolay görülür.

Ben de derim ki, konuşan kimse ibâdeti kendine nispet edince, gösteriş yapmak ister gibi oldu ve yaptığı bir şeye güvendi. Hemen arkasından "yalnız senden yardım isteriz” demekle ibâdetin de ancak Allah'ın yardım ve inayeti ile tamam olacağını ve yolunda gideceğini göstermek istedi.

Şöyle de denilmiştir: Vâv hâl edatıdır, mana da, senden yardım isteyerek sana ibâdet ederiz demek olur. Her iki fiilde de nûn'un kesresi ile (ni'büdü ve nisteiyn) okunmuştur, bu da Temim oğulları lehçesidir. Çünkü onlar ye dışındaki muzaraat harflerini eğer maba'di Mazmûm ise kesre ile okurlar.

5 ﴿