2 / BAKARA SÛRESİMedîne'de inmiştir. 286 âyettir. 1Elif, Lâm. Mîm. Elif, Lâm. Mîm. Bu ve bunun gibi sûre başlarındaki hece harfleri isimlerdir; sahipleri de kelimeleri oluşturan harflerdir. Çünkü isim tarifine girer ve isme arız ve mahsus olan tarif, tenkir, cemi, tasgîr vb. şeyler buna gelir. İmâm Hâlil ile Ebû Ali (el Farisî) bunu açıkça ifade etmişlerdir. İbn Mes'ud radıyallahü anh rivâyetinde aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz'in: "Kim Allah'ın kitabından bir harf okursa, onun için on sevap vardır; her sevap da on katınadır.” Ben, elif lâm mim bir harftir, demiyorum; fakat "elif bir harftir, lâm bir harftir, mim de bir harftir” hadisindeki harften maksat terminolojideki harf değildir. Çünkü terminolojideki harf örfe göredir ve yeni bir tariftir. Burada hadiste ise lügat manası kastedilmiştir. Belki de ona delâlet ettiği şeyin ismini vermiştir. Onların isim sahipleri de kelimeleri oluşturan harfler olduğu için başlarına bunlar geçirilmiştir ki, ilk kulağa çarpan isim sahipleri olsun istenilmiştir. Elif’in yerine istiare yoluyla hemze kullanılmıştır; çünkü onunla başlamak mümkün değildir. Bunlar başlarına amiller geçmedikçe boştur ve irabı yoktur; çünkü irabı icap ve iktiza eden şey yoktur. Ancak bunlar onu kabul edebilir ve iraha da maruzdur. Çünkü aslen mebni olana benzememektedir. Bunun içindir ki, iki sâkin cem edilerek sad ve kaf denilmiş; eyne ve haulai gibi muamele edilmemiştir. Sonra bunların isim sahipleri de kelâmın öğesi ve onu oluşturan maddeler olduğu için sûre bunlardan bazıları ile başlatıldı. Burada Kur'ân'ın meydan okuduğu kimseye şu mesaj verilmek istenmekte ve dikkati çekilmektedir: Onlara okunan şeyin aslı da manzum bir kelâmdır, o da kendi kelâmlarını oluşturan şeylerden oluşmuştur. Eğer o, Allah'tan başkasından olsa idi birbirlerine yardım etmelerine ve fesahatlarının kuvvetli olmasına rağmen benzerini getirmekten aciz olmazlardı. Bir de sûrelerin bununla başlatılması kulaklarına mu'cize olan bir şeyin çarpması içindi. Çünkü harflerin isimlerini söylemek yazı yazan ve ders gören kimseye mahsustur. Ama yazarlara karışmamış ümmi bir kimseden böyle bir şeyin olması uzak bir ihtimaldir ve yazma, okuma gibi harikulade bir şeydir. Hele bunu yaparken öyle bir şeyi göz önüne almıştır ki, onda üstün zekalı ve sanatkâr kimseler aciz kalır. Şöyle ki, o bu başlangıç harflerinde on dört isim (harf) getirmiştir. Bunlar alfabenin yarısıdır, eğer elif kendi başına bir harf sayılmazsa. Bunu da yirmi dokuz sûrede kullanmıştır ki, elif kendi başına bir sayılırsa tam alfabenin sayısı kadar olur. Bunlardan mehmuse harflerden yani telâffuz edildiği zaman mahreçte aralık kalıp nefesin aktığı harflerden yarısını yani ha, he, sad, sin ve kâfi zikretti. Kalan yarısı da mechure'lerdendir, onları da len yaktaa emer harfleri toplamıştır. Ecedte tabakake'de toplanan şiddetli sekiz harften de dördünü kullanmıştır ki, onlar da ekateke lâfzı toplar (elif, kaf, tı, kâf). Diğerleri de rehavet harflerindendir ki, bunları hums alâ nabra harfleri toplar. Itbak denen sad, dad, tı, zı harflerinden de yarısını kullanmıştır. Kalan infitah harflerinden de yarısını kullanmıştır. Kutbced dediğimiz mahreçleri sarsılan harflerden yarıdan azını kullanmıştır. İki liyn (yumuşak) harften de ye'yi kullanmıştır, çünkü onun ağırlığı daha azdır. İstila denen ve telâffuz edilirken dilin üst damağa doğru kalkmasını temin eden harflerden de yandan azını kullanmıştır. Kalan inhifad harflerinden de yarısını kullanmıştır. Sîbeveyh'in dediği ve İbn Cinnî'nin tercihi üzere on bir bedel harflerinden - ki, onları da ehadün taveytü minha lâfızları toplar - bunlardan da yaygın ve meşhur olan altısını kullanmıştır ki, onları da ehetameyn lâfzı toplar. Bazıları da başka yedi harf ziyade etmişlerdir ki, bunlar da useylal'daki lâm, sad ile Sırât ve zirat'taki sad ile sin'dir, ecdaf taki fe'dir, ean'deki ayndır, suruğuddelv'deki peltek se'dir, basmüke'deki be'dir. Böylece hepsi on sekiz oldu. Bunlardan da dokuzunu zikretti; altı zikri geçenlerle lâm, sad ve ayn'dır. Kendi misli ile idgam edilip de yakınlarına idgam edilmeyenlere gelince bunlar da on beştir: Hemze, he, ayn, sad, ti, mim, ye, hı, ğayn, dad, fe, zı, şin, ze, vavdır, bunların da yarıdan azını zikretti. Her ikisinde idgam edilenlerden de ki, bunlar da kalan on üçtür, onların da yarıdan çoğunu zikretti: Ha, kaf, kâf, ra, sin, lâm, nûn'dan ibarettir, çünkü idgamda hafiflik ve fesahat vardır. Mahreçleri yakın olanlara idgam edilmeyip de onlara mahreçleri yakm olanların idgam edilenlerden - ki, bunlar da ze, sin ve fe'dir - yarısını zikretti. Telâffuz ederken dilin kaydığı ve rübbe müneffelin lâfızlarının topladığı ha, hı, ayn, ğayn, he ve hemze boğaz harflerinden - ki, bunlar da kelâmda çok kullanılır - bunların da üçte ikisini zikretti. Mezid binaları da yedi harfliyi geçmediği için, elyevme tensahu lâfızlarının topladığı on harften buna dikkat çekmek için yedisini zikretti. Eğer kelimeleri ve terkiplerini iyi araştırırsan her cinsten terk edilen harflerin daha az olduğunu görürsün. Sonra bunları tekil, ikili, üçlü, dörtlü ve beşli olarak zikretti, bunu da kendisiyle meydan okunan Kur'ân'ın asılları tek, iki ve daha çok harften oluştuğunu göstermek için yaptı. Üç sûrede de üç tek harflileri zikretti. Çünkü bunlar üç kısım olan isim, fiil ve harfte de bulunur. Dört tane de ikili zikretti; çünkü bunlar da hazifsiz olarak harfte bulunur, Meselâ bel gibi. Fiilde de hazini olarak bulunur, Meselâ kul gibi. İsimde hazifsiz olarak bulunur, Meselâ men gibi ve hazini olarak bulunur, Meselâ dem gibi. Bunlar da dokuz sûrede bulunur, çünkü üç kısımdan her birinde üç çeşidi bulunur. Meselâ isimlerde men, iz ve zu gibi. Fiillerde kul, bi' ve haf gibi. Harflerde de en, min ve müz gibi, bu sonuncusunu harficer sayanlara göredir. Üç tane üçlü zikretti, çünkü bunlar üç kısımda da gelir, bunları da on üç sûrede zikretti. Bununla da kullanılan bina asıllarının on üç olduğuna dikkat çekmek istedi. Bunlardan on'u isimler, üç'ü fiiller içindir. İkişer de dörtlü ve beşli zikretti, bundan da maksat her birinin aslı olduğuna vurgu yapmaktır. Meselâ Cafer ve sefercel gibi; mülhak olarak da kırded ve cehanfel gibi. Belki de bu harfler bu sûrelerin başlarına böyle serpiştirilmiş ve bütün alfabe verilmemiştir. Kaldı ki, bunlarda meydan okuma tekrar edilmiş, yeniden dikkat çekilmiş ve mübalağaya kaçılmıştır. Mana da şöyledir: Kendisiyle meydan okunan Kur'ân bu harflerin cinsindendir veya bunlardan telif edilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Bunlar sûrelerin isimleridir. Çoğu da buna muvafakat etmişlerdir. Bunlarla isimlendirilmesi bunların terkipleri belli kelimeler olmasından dolayıdır. Eğer Allahü teâlâ'dan vahiy olmasa idi, karşı koyma güçleri sıfırlanmazdı. Buna da şöyle delil getirilmiştir: Eğer bunlar anlaşılır olmasa idi, bunlarla hitap anlamsız şeylerle hitap gibi ve Arab'a zenci diliyle hitap etmek gibi olurdu. Kur'ân'ın tamamı da açık olmaz ve onunla meydan okumak mümkün olmazdı. Eğer anlaşılır olsa idi, ya başlarında bulunduğu sûrelerin lâkapları olması murat edilecekti ya da bunların dışındakiler murat edilecekti. İkincisi bâtıldır; çünkü ya murat edilen Arap dilinde karşılığı olan bir şey lurdu - hâlbuki böyle olmadığı açıktır - ya da başka bir şey olurdu. Bu ise bâtıldır. Çünkü Kur'ân onların diliyle inmiştir. Zira Allahü teâlâ "Açık Arap lisanıyla” (Şuarâ': 195) buyurmuştur. O zaman onların dilinde olmayan bir şeye yüklenmez. Şöyle de denilemez: Neden bu harfler sözün bittiğini ve başka birinin başladığını gösteren zâit şeyler olmasın? Nitekim Kutrub böyle demiştir? Ya da kendilerinden kısaltılan kelimelere işâret olmasın? Meselâ şairin şu mısraında olduğu gibi: Ona, dur, dedim; o da: kaf (duruyorum) dedi. Nitekim İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Elif Allah'ın âlâ'ıdır (nimetleridir), lâm onun lütfüdür, mim de onun mülküdür. Ondan şöyle de rivâyet edilmiştir: Elif lâm ra, Hâ Mîm ve nûn hepsi er - Rahmân eder. Ondan şöyle de rivâyet edilmiştir: Elif Allah'tan, Lâm Cebrâîl'den, mim de Muhammed'dendir. Yani Kur'ân Allah'tan Cebrâîl'in diliyle Muhammed'e indirilmiştir. Allah'ın selamı o ikisinin üzerine olsun. Ya da bu harfler cümmel (ebced) hesabıyla milletlerin sürelerini ve ecellerini göstermektedir (demek neden câiz olmasın)? Nitekim Ebû'l - Aliye de böyle demiş ve Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm'dan gelen rivâyeti almıştır: Yahûdîler ona geldiler, o da onlara elif lâm mim Bakara sûresini okudu. Onlar da: "Yetmiş bir yıl sürecek bir dine nasıl gireriz?” dediler. Bunun üzerine Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem gülümsedi; onlar da: Başka var mı, dediler? O da: Elif lâm mim sad ve elif lâm ra; elif lâm mim ra, dedi. Onlar da: Kafamızı karıştırdın; hangisini alacağımızı bilmiyoruz, dediler. Çünkü Efendimizin onlara bu sıra ile okuması ve onların çıkardığı manayı onaylaması, bunu delil olarak gösterir. Gerçi bu delil Arap dilinde yok ise de ancak halk arasında meşhur olması onu Arapçalaşmış kelimeler gibi yapmıştır. Meselâ mişkât, sicil ve kıstas gibi. Ya da "bunlar kasem (yemin) manası taşıyan kelimelere delâlet eden tek tek harflerdir?” niçin denilmesin? Çünkü bunlar Allah'ın isimlerini sade olarak göstermektedir ve onlarla hitap edilmiştir? Böyle denilemez; çünkü onların, sûrelerin isimleri olduğunu söylemek, bizi onların Arap dilinde olmadığını söylemeye götürür. Zira bir şeye üç veya daha çok isim vermek onlara göre hoş bir şey değildir. Ayrıca bu, isimle müsemmanın birleşmesine ve parçanın bütünden geri kalmasına götürür. Çünkü isim rütbe olarak isim sâhibinden gerilemiş olur. Zâit olduklarını da söyleyemeyiz; çünkü bunların sözün bittiğini göstermek üzere zâit olması onlara göre bilinmeyen bir şeydir. Bunlar sûrelerin başıdır, demek de pek doğru olmaz; çünkü başka şeyler de bunu (söz başını) gösterir. Söz başı olmaları onların bir mana ifade etmeyecek şekilde zâit olmasını da gerektirmez. Bunlar belli kelimelerin kısaltmalarıdır da denilemez; o şiirdeki kısaltmaya gelince o şazdır, kural dışıdır. İbn Abbâs’ın sözü ise bu harflerin isimlerin kaynağı, isimlerin başı olduğuna dikkat çekmek ve güzel misal vermek içindir. Baksanıza, bir harfi farklı kelimelerden getirmiştir. Bu durumda onları başkalarıyla değil de bu manalarla tefsir etmek ve onlara hâstır, demek mümkün değildir. Çünkü bunu ne lafzen ne de manen doğrulayacak bir şey yoktur. Bunların ebced hesabıyla milletlerin sürelerini gösterdiğini söylemek de doğru değildir; hadiste de buna delil yoktur. Çünkü Efendimizin onlara gülmesi cahilliklerinden olabilir. Yemin harfleridir, demek de doğru değildir; gerçi bu imkânsız da değildir; ancak delilsiz şekilde birçok kelimenin takdir edilmesine zorlar. Üç isim verilmesinin câiz olmaması da onlar balbek örneğinde olduğu gibi tek isim kılındığı zaman câiz değildir. Ama sayı isimleri gibi ayrı ayrı ortaya atıldığı zaman böyle değildir. Sîbeveyh'in cümle ile ve şiirden bir beyit ile bir grup tek harflerden oluşan isimleri eşit sayması da sana delil olarak yeter. İsimle müsemmanın birleşmesinin câiz olmamasına da şöyle cevap verilir: Müsemma Sûrenin toplamıdır, isim ise onun cüzüdür. Bu durumda birleşme olmaz. Parçanın bütünden geri kalacağım söylemek de doğru değildir; çünkü parça zâtı itibarı ile öncedir, isim olma itibarı ile sonradır; iki taraf farklı olduğu için devir (kısır döngü) lâzım gelmez. Bu harflerin manası üzerindeki birinci görüş gerçeğe daha yakındır, Kur'ân'ın lâtifelerine daha uygundur, o zaman başka manalara geçmekten ve bir koyucunun başka başka manalara koymasından uzak kalınmış olur. Çünkü öyle olursa özel isimdeki espri kaybedilmiş olur. Şöyle de denilmiştir: Bu harfler Allahü teâlâ'nın isimleridir, Hazret-i Ali kerremallahu veçhe'nin: Ey Kâf Ha Ya Ayn; ya Hamim Ayn Sin Kaf, demesi de buna delildir. Ancak bunlardan: Ey bunları indiren demek istemesi de muhtemeldir. Şöyle de denilmiştir: Elif boğazın en alt kısmından çıkar, orası mahreçlerin başlangıcıdır, lâm dilin ucundan çıkar o da ortasıdır, mim de dudaktan çıkar ki, o da sonudur. Bunları toplaması şunun içindir: Kulun sözünün başı, ortası ve sonu Allahü teâlâ’nın zikri olmalıdır. Şöyle de denilmiştir: Bunlar Allahü teâlâ’nın kendine sakladığı ilimdir. Dört Hâlife'den ve diğer ashap'tan buna yakın şeyler rivâyet edilmiştir. Belki de onlar, bunlar Allah ile Resûlü arasındaki rumuz olduğunu kastetmişlerdir; bu da başkaları bunları bilmez demek değildir. Çünkü faydasız şeyle hitap etmek akla uzaktır. Eğer bunları Allahü teâlâ’nın yahut Kur'ân'ın veyahut sûrelerin ismi kılarsan iraptan mahalli olur. Ya mübteda veya haber olmak üzere merfudür ya da kasem fiilini takdir etmekle mensûbtur, tıpkı: Allahe leefalenne kelâmında olduğu gibi. Ya da başka fiille mensûbtur, Meselâ üzkür (yâd et, hatırla) gibi. Ya da mukadder kasem harfi ile mecrûrdur. O zaman lafzen irap alır; müfret olanlarda veya hamim gibi ona benzeyenlerde hikâye irabı alır. Hikâye irabı ancak bunun (lâfzı'mn) dışında kalanlarda olur. Bunu da inşallah ileride genişçe anlatacağız. Eğer onları manalarında bırakır da bu harflerden oluşmuş manasına alırsan yukarıda geçtiği gibi mübteda ya da haber olarak Merfû' olur. Eğer onları yemin kabul edersen onlardan her kelime: Allah'a leefalenne'de olduğu gibi iki lügat üzere mensûb ya da mecrûr olur. Mukadder fiil ile kasem cümlesi olur. Eğer onları kelimelerin parçası veya tembih edâtı yerine konulmuş sesler sayarsan, iraptan mahalli olmaz; Meselâyeni başlayan cümleler ve arka arkaya sıralanan (terkibe girmeyen) müfretler gibi. O zaman bunların üzerinde vakf-1 tam ile durulur, arkadan gelene ihtiyacı yok kabul edilir. Bunlardan hiçbiri Kûfelilerin dışındakilere göre âyet değildir. Ama onlara göre çeşitli yerlerdeki elif lâm mim'ler, elif lâm mim sad'lar, kâf ha ya ayn sad, ta sin mim, ta sin, ya sin ve Hâ Mîm'ler birer âyettir, Hâ Mîm ayn sin kaf da iki âyettir. Diğerleri âyet değildir. Bu da kıyas dışıdır, akılla bilinmez, nakille bilinir. 2Bu o kitaptır ki, onda şüphe yoktur. Müttekiler için rehberdir. "Zalikel kitab” (bu o kitaptır). Zâlike elif lâm mim'e işarettir, eğer bu harflerden oluşmuş denilir veya sûre veya Kur'ân ile tefsir edilirse. (Zâlike ile uzağa işâret edilmesi şunun içindir) çünkü kelâm olarak söylenip de geçince veya gönderenden gönderilene ulaşınca, uzaklaşmış oldu, onun için uzak edâtı olan Zâlike ile işâret edildi. Müzekker olması da elif lâm mim'den sûre kastedildiği takdirde, kitap lâfzının müzekker olmasındandır. Çünkü kitap onun haberidir yahut da sıfatıdır. Ya da Zâlike kitaba işarettir, o da sıfatı olur. Ondan maksat da: "Şüphesiz sana ağır bir söz indireceğiz” (Müzzemmil: 5) âyetinde veya daha önce indirilen kitaplarda va'dedilen kitaptır. O (kitap) mastardır, mübalağa için onunla mef'ûl (mektup) isimlendirilmiştir. Şöyle de denilmiştir: O, fial veznindedir, mef'ûl için bina edilmiştir, libas'ta olduğu gibi (melbus). Sonra da yazılmayan lâfız için kullanıldı, çünkü o da yazılacak cinsindendir. Ketb maddesinin aslı cem etmek (bir araya getirmek) içindir. Süvari birliğine ketıbe denilmesi de bundandır. "Onda şüphe yoktur". Manası: O kadar açık ve delili o kadar parlaktır ki, akıllı kimse ona iyice baktıktan sonra onun icaz derecesine varacak şekilde vahiy olduğunda şüphe etmez, demektir, yoksa hiç kimse ondan şüphe etmez, demek değildir. Baksanıza, Allahü teâlâ: "Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz” (Bakara: 23) buyurmuştur. O, böylece onlardan şüpheyi uzaklaştırmış değildir; bilâkis onlara bunu izale edecek yolu göstermiştir. O da onun bir bölümüne karşı koymak için var güçleriyle çalışmalarıdır. Sonunda bunu yapamayınca da gerçek onlara şüphe ve tereddüde yer kalmayacak şekilde görünür. Şöyle de denilmiştir: Onda müttekıler için şüphe yoktur. Hüden, fihi'deki mecrûr zamirden hâl’dir, âmili de menfiye sıfat olan zarftır. Reyb aslında mastardır, rabini eşşey'ü'den gelir ki, sende şüphe hasıl olmaktır. Reyb (şüphe) nefsin endişelenip sarsılmasıdır. Şüphe de onunla isimlendirilmiştir; çünkü o da nefsi sarsar ve huzurunu kaçırır. Hadiste: Seni şüphelendireni bırak, şüphelendirmeye bak; çünkü tereddüt şüphedir, doğruluk huzurdur, denilmiştir. Reybüzzeman da bundan gelir ki, zamanın musibetleridir. "Müttekıler için rehberdir". Onları hakka götürür. Hûda aslında mastardır, tıpkı sûra ve tüka gibi. Şöyle de denilmiştir: Hûda istenen şeye yol göstermektir, çünkü o dalâletin zıddıdır, Meselâ şu Âyetteki gibi: "Elbette sen ya hidâyet ya da dalâlet (sapıklık) üzerindesin” (Sebe': 24). Bir de ancak istenen şeye ulaşana, hidâyete erdi, denilir. Onun müttekılere hâs olması onunla hidâyete erenlerin onlar olması ve Allah’ın onu delil kılmasıyla ondan istifade edenlerin onlar olmasındandır. Gerçi kelime anlamı ile kâfir veya Müslüman herkes için hidâyettir. Bu itibarla da Allahü teâlâ: "insanlar için hidâyettir” (Bakara: 185) buyurmuştur. Ya da şundan dolayıdır: Ondan ancak aklını çalıştıran, onu âyetleri düşünmede, mu'cizelere bakmada ve verilen haberleri tanımada kullanan istifade eder. Çünkü o sıhhati korumak için uygun gıda gibidir. Sıhhat olmadıkça o bir fayda sağlamaz. Şu âyet de buna göredir: "Kur'ân'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz; zâlimlerin ise ancak ziyanını artırır” (İsra: 82). Ondaki mücmel ve müteşabih âyetler onun değerini azaltmaz; çünkü onlardan da murat edilen kısmen anlaşılmaktadır. Muttaki ism-i faildir, kahu fetteka kökünden gelir. Vikaye korumaktır. O şerîatta ise kendini âhirette zarar verecek şeylerden çeken kimsedir. Bunun da üç derecesi vardır: Birincisi, şirkten uzak durarak kendini ebedî azaptan korumaktır. Şu âyet de bundandır: "Onları takva kelimesinden ayırmadı” (Feth:26). İkincisi, yapma ve terk etme gibi (aktif ve pasif) her türlü günaha götüren şeylerden uzak durmaktır. Hatta bazılarına göre buna küçük günahlar da dahildir. Şerîatta takva denince akla gelen budur. "Eğer kentler halkı îman edip takva gösterselerdi” (Araf: 96) ayetinden de bu kastedilmiştir. Üçüncüsü, sırrını haktan meşgul eden şeyden uzak tutup kendini bütün varlığıyla ona vermektir. Gerçek ve Allah,ü teâlâ’nın: "Allah'tan hakkı ile korkun” (Al-i İmran: 102) ayetinden istenen takva da budur. Burada müttekıler için sözü bu üç manaya da kullanılmıştır. Bil ki, Âyetin üç türlü iraba ihtimali vardır; elif lâm mim Kur'ân'ın veya Sûrenin veyahut onlardan (bu harflerden) oluşan bir şeyin ismi olarak mübteda olur, Zâlike de haberi olur. Her ne kadar onlardan oluşanlardan özel bir durumu olsa da böyledir. Asıl olan daha özelin genele yüklenmemesidir. Zâlike haberdir, çünkü ondan kastedilen mükemmel telif edilmiş, telifinde fesahatin en yüksek derecelerine ve belagatın en yüce mertebelerine varan kitap murat edilmiştir. Kitap da onun sıfatıdır. Elif lâm mim mahzûf mübtedanın haberi, Zâlike de ikinci haber veyahut bedel olur, kitap da sıfatı olur. Reybe meşhur kırâata göre mebnidir, çünkü mahallen mensûb bir manayı içine almaktadır, o da inne gibi amel eden cinsi nefiy manasında kullanılan lâ’nın ismidir. Zira nefiy olarak onun zıddıdır, hep isimlerin başında bulunur. Ebuşşa'sa'nın kırâatında ise leyse manasına kullanılan lâ'nın haberidir, merfû’dur, takdim edilmemiştir. Ama "lâ fîha ğavlün” (Saffat:47) âyetinde haber takdim edilmiştir. Çünkü burada Kur'ân'da olduğu gibi diğer kitaplardan da şüphenin kalktığı kastedilmemiştir. Müttakiyn kelimesi ise haberidir. Hüden de hâl olarak mensûbtur. Yahut da haber mahzûftur, Meselâ lâ dayra örneğinde olduğu gibi. Bunun içindir ki, reybe üzerinde vakfedilir. Böylece fihi de nekire olduğu için mukaddem haber olur. Takdiri de, lâ reybe fîh, fihi hüden olur. Zâlike mübteda, kitap da haberi olabilir, Mana da şöyledir: Bu öyle mükemmel bir kitaptır ki, kitap ismini hak eder. Yahut kitap sıfat olur, arkası da haberi olur, cümle de elif lâm mim'in haberi olur. Yahut elif lâm mim mahzûf mübtedanın haberi olur. En iyisi şöyle demektir: Bunlar dört cümledir, birbiriyle uyumludur, arkadaki önden geçeni pekiştirir. Bunun içindir ki, aralarına atıf edâtı girmemiştir. Bu durumda elif lâm mim bir cümledir, meydan okunan Kur'ân da kendi konuşmalarında geçen harflerden oluşmuştur. Zâlikel kitab ikinci cümledir, meydan okunan tarafı açıklamaktadır. Lâ reybe fîh de üçüncü cümledir, onun gayet mükemmel olduğuna şahitlik eder. Sonra da onda şüphe olmamakla mükemmelliği tescil edilmiştir, zira hak ve yakinden daha üstün bir kemal yoktur. Hüden lilmüttakiyn de şüphenin onun yanına yaklaşmayacak şekilde hak olduğunu gösteren dördüncü cümledir. Çünkü o mü'minler için hidâyet kaynağıdır. Ya da bunlardan her biri delilin medlula bağlı olduğu gibi birbirine bağlıdır. Bunun açıklaması da şöyledir: Önce onun kendi konuşmaları cinsinden bir kelâm olduğu hâlde onun benzerini getirmekten aciz kaldıklarını bildirince bundan onun gayet mükemmel bir kitap olduğu sonucu çıktı. Bundan da şüphenin ona yaklaşamayacağı lâzım geldi. Böyle olan da kesin şekilde müttekıler için hidâyettir. Bunlardan her birinde ince bir nükte vardır; Birincisinde hazif ve illeti göstermekle beraber remiz vardır. İkincisinde marifeliğin azameti vardır. Üçüncüsünde bâtılı akla getirme korkusundan zarf tehir edilmiştir. Dördüncüsünde hazif ve aynı zamanda mübalağa için mastarla niteleme vardır. Hüden'in nekire olması ta'zîm içindir. hidâyetin müttekılere tahsis edilmesi de sonuç itibarı iledir. Takvaya yaklaşânın da müttaki sayılması icaz ve şânını yüceltmek içindir. 3Onlar gaybe îman ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar. "Onlar gaybe îman ederler". Ellezîne ism-i mevsûlü ya müttekine'ye bağlıdır, onu kayıtlayan bir sıfattır, eğer takva; tahliye (boşaltmak) tahliyeden (süslemekten) evladır kuralına göre yaraşmayan şeyleri terk etmek ve şekillendirme parlatmaktan evladır kuralına göre tefsir edilirse böyle olur. Ya da ism-i mevsûl iyilikleri yapmak ve kötülükleri terk etmekle tefsir edilirse böyle olur. Çünkü îman, namaz ve zekât gibi amellerin asıllarını içine almaktadır. Zira bunlar psikolojik amellerin, bedenî ve malî ibâdetlerin aslıdır ki, bunların sonucunda genellikle diğer ameller yapılır ve birçok kötülüklerden uzak durulur. Baksanıza, Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz namaz çirkin ve kötü şeylerden men eder” (Ankebut: 45). Efendimiz de şöyle buyurmuştur: "Namaz dinin direğidir, zekât İslâm'ın köprüsüdür." Ya da ism-i mevsûl medih için getirilmiştir; çünkü içinde bunu barındırmaktadır, îmanın gayple, namaz kılma ve zekât verme ile tahsis edilmesi, bunların takvanın kapsamına giren diğer şeylerden üstün olduğunu göstermek içindir. Ya da Ellezîne medih olmak üzere mensûb veyahut merfû’dur. Bunların da takdiri a'ni fiili ve hümüllezine'dir. Ya da müttekine'ye bağlı değildir, mübteda olarak merfû’dur, haberi de ülâike ale hüden kavlidir. O zaman müttakine üzerinde tam vakıfla durulur. Îman lügatte bir şeyi tasdik etmekten ibarettir, emn'den gelmektedir. Sanki bir şeyi tasdik eden tasdik edilen şeyi yalandan ve muhalefetten emin kılmıştır. Be edâtı ile müteaddi (geçişli) kılınması, itiraf manasını içerdiği içindir. Bazen îman vüsuk (güven) manasına da kullanılır; şöyle ki, güvenen kimse ondan emniyette olmuştur. Mâ amentü en ecide sahabeten (yol arkadaşı bulmaktan emin olmadığım için seyahate çıkmadım) sözü de bundan gelir. Her iki anlayış da gaybe îman edenler için güzeldir. Şerâitte ise îman Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in dîninden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyleri tasdik etmektir; Meselâ tevhid, neveamberlik. veniden dirilme ve ceza gibi. Yahut da bu üç şeyin toplamına hak olarak itikat edip onları ikrar etmek ve gereği ile amel etmektir. Bu da cumhura, hadisçilere, mutezililere ve haricilere göredir. Binâenaleyh kim bunlardan yalnız itikadı ihlal ederse o münâfıktır. Kim ikrarı ihlal ederse o kafirdir. Kim ameli ihlal ederse o fasıktır. Bunda da ittifak vardır. Haricilere göre de kafirdir, îmandan çıkmıştır, mutezililere göre de küfre dahil değildir. Onun yalnız tasdik olduğuna şu delâlet eder ki, Allahü teâlâ îmanı kalbe nispet etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah onların kalplerine îmanı yazdı” (Mücadele: 22). "Kalbi îmanla tatmin olan” (Nahl: 106). "Kalpleri îman etmedi” (Maide: 41). "Îman henüz kalplerine girmedi” (Hucurat: 14). Ameli de sayısız yerlerde ona atfetmiş ve onu isyanlarla birlikte zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Eğer mü'minlerden iki grup savaşırsa” (Hucurat: 9). "Ey îman edenler, adam öldürmede size kısas yazıldı” (Bakara: 178). "Onlar ki, îman ettiler îmanlarını zulümle örtmediler” (En'âm: 82). Bu manada daha az değiştirme vardır, zira bu, esasa daha yakındır. O da Âyette irâdenin belirtilmiş olmasıdır (bunların toplamı değildir). Zira Âyette be ile geçişli kılman tasdiktir, bunda da ittifak vardır. Sonra şunda ihtilâf edilmiştir: Kalp ile tasdik, esas olduğu için yeterli midir? Yoksa imkanı olanın aynı zamanda dille ikrar etmesi de lâzım mıdır? Belki de hak olan ikincisidir. Çünkü Allahü teâlâ muannidi kusurlu cahilden daha çok kınamıştır. Tasdike ikrarı eklemeyi gerekli görmeyenin kınamayı İnkâra değil de imkanı olanın bunu yapmamasına döndürme hakkı vardır. Gayb mastardır, mübalağa için sıfat olarak kullanılmıştır; Meselâ Allahü teâlâ’nın: "Gaybi de görüneni de bilendir” (En'âm: 73) âyetinde olduğu gibi. Araplar çukur ve düz olan yere gayb derler, böbreğin ortasındaki küçük çukurluğa da gayb derler. Yahut da gayb fey'il veznindedir, hafifletilmiştir, Meselâ kayl gibi (aslı kayyildir). Bundan maksat hislerle idrak edilmeyen ve akılla hemen anlaşılmayan şeylerdir. O da iki kısımdır: Bir kısmı delille bilinmez, Meselâ "gaybin anahtarları onun yanındadır” (En'âm: 59) âyeti bu manayadır. Bir kısmı da delille bilinir; Meselâ Allah'ın varlığı, âhiret günü ve âhiret hâlleri gibi. Bu Âyette kastedilen de odur. Bu mana onu îmana bağlayıp ona mefu'lunbih yaptığın takdirdedir. Eğer onu gayb durumunda manasına hâl yaparsan gizlilik ve kapalılık manasına olur. Mana da: Siz yokken gaybe îman ederler, yoksa münâfıklar gibi "îman ettik, derler de şeytanlarıyla baş başa kaldıkları zaman: Şüphesiz biz sizinleyiz, biz onlarla alay ediyoruz, derler” (Bakara: 14) ayetindeki münâfıklar gibi yanmazlar. Yahut da inanılacak şeyler gâipken demektir, çünkü rivâyete göre İbn Mes'ud radıyallahü anh: Kendinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, gaybe îman edenden daha faziletlisi yoktur, buyurmuş sonra da bu âyeti okumuştur. Şöyle de denilmiştir: Onlar kalpleriyle îman ederler, kalplerinde olmayan şeyi diyenler gibi değildirler. Be edâtı birinciye göre tadiye (geçişlilik) ikinciye göre de musahabet (birliktelik) içindir, üçüncüye göre de alet içindir. "Namazı dosdoğru kılarlar". Yani rükünlerini sapasağlam yaparlar, onu eğip bükmekten muhafaza ederler. Yukimune, ekamel ude'den gelir ki, dalı ve sopayı doğrultmak demektir. Ya da ona devam ederler manasınadır. O zaman kametis suk'tan gelir ki, piyasa işlek olmak manasınadır. Şâir şöyle demiştir: Gazale kılıç çalma pazarını kurdu, Iraklılara, tam iki yıl sürdü. Buna göre namaz muhafaza edilirse (arı kovanı gibi) işleyen pazar gibi devam eder. Zâyi edilirse de durgun piyasa gibi olur. Ya da yukimune onu bıkıp usanmadan yapmak için kolları sıvamak demektir, bu da karne bilemri ve ekamehu deyiminden gelir ki, bir şeyi ciddiyetle yerine getirmektir, zıddı da bir işten yan gelip yatmaktır. Ya da onu (namazı) eda ederler demektir ki, eda yerine ikameti (doğru yapmayı) zikretmiştir, çünkü namazda kıyam vardır. Nitekim ondan kunut, rüku, sücud ve tesbih ile de tabir edilir. Birinci mana daha açıktır, çünkü daha meşhurdur ve daha faydalıdır. İçinde şöyle bir ikaz vardır: Gerçek övgüye lâyık olan o kimsedir ki, namazın farzları ve sünnetleri gibi dış hudutlarına ve huşu ve her şeyi ile Allah'a yönelme gibi iç haklarına riayet ederek kılar; Allahü teâlâ’nın: "Onlar ki, namazlarından gafildirler” (Maun: 5) dediği gibi kılmazlar. Bunun içindir ki, "namazı kılanlar” (Nisa: 162) metih sadedinde; "yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,” (Maun: 4) de kınama sadedinde zikredilmiştir. Salât (namaz) kelimesi faale veznindedir (saleve), salla kökünden gelir ki, dua etmektir, Meselâ zekâtın zekka'dan gelmesi gibi. İkisi de vâv ile yazılmıştır, elif vâv sesine yaklaştırılarak tefhîm ile okunur. Belli hareketlerle eda edilen namaza böyle (salât) denilmesi içinde dua olmasındandır. Şöyle de denilmiştir: Salla'nın aslı salveyn'i (kalçaları) hareket ettirmektir. Çünkü namaz kılan rüku ve secdesinde böyle yapar. Bu lâfzın birinci manada meşhur olmayıp da ikinci manada meşhur olması ondan nakline bir zarar vermez. Dua edene namaz kılıyor denilmesi, rüku ve huşuunda ona benzediği içindir. "Ve kendilerine nzık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcarlar". Rızk lügatte nasip demektir. Allahü teâlâ: "Rızkınızı onu yalanlamak mı yaptınız?” (Vaha: 82) buyurmuştur. Örf ise onu canlının yararlandığı ve yararlanmasına imkân verilen şey larak tarif etmiştir. Mu'tezile ise Allahü teâlâ’nın haram ettiği şeye imkân vermesini imkânsız gördüklerinden - çünkü ondan yararlanmayı men etmiş ve onu yasaklamıştır - haram rızık değildir, demişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ burada rızkı kendine isnat etmiş, sırf helalden harcadıklarını bildirmek istemiştir. Müşrikleri de Allah'ın rızık ettiği şeylerden bazısıni harâm etmekle şu âyetinde kınamıştır: "De ki: Söyleyin bana, niçin Allah'ın indirdiği rızıktan bazısını helâl, bazısını da haram ediyorsunuz?” (Yûnus:59). Arkadaşlarımız (ehl-i sünnet) de burada rızkın Allah'a isnat edilmesinin ta'zîm ve harcamaya teşvik için olduğunu söylerler. Müşriklerin kınanmaları ise haram edilmeyen şeyi harâm etmelerindendir. Burada rızkın helale tahsis edilmesi bir karineden dolayıdır (yoksa rızkın ille de helâl olmasından değildir). Arkadaşlarımız rızkın geniş manada kullanılmasına şu hadisi delil getirmişlerdir, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Amr bin Kurra'ya: "Allah sana temiz rızık vermişti, sen ise helalin yerine haramı tercih ettin” buyurmuştur. Bir de şu var ki, eğer haram rızık olmasa idi, ömür boyu onunla geçinen rızık yememiş olurdu, halbuki öyle değildir. Çünkü Allahü teâlâ: "Yeryüzünde ne kadar canlı varsa rızkı Allah'ın üzerinedir” (Hûd: 6) buyurmuştur. Enfeka ile enfede kardeş iki kelimedir, eğer başı nûn ve ortası fe olan kelimeleri araştırırsan, gitmek ve çıkmak manasına geldiğini görürsün. Öyle anlaşılıyor ki, Allah'ın rızık ettiği şeyden harcamak malı farz olsun nafile olsun hayır yoluna sarf etmektir. Kim onu zekât ile tefsir ederse, en üstün çeşidini ve o hususta esas olanını dile getirmiş olur. Ya da onunla tahsis etmiş olur, çünkü o ikisi öz kardeştirler. Mef'ûlun başa alınması (ve mimma razaknahum) ona önem vermek ve âyet sonlarına riayet etmek içindir. Ona min edatının getirilmesi mükellefi men edilen israftan uzak tutmak içindir. Bundan Allah'ın onlara yardım için verdiği bütün nimetleri kastetmek de ihtimal dahilindedir. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'in: "Dile getirilmeyen ilim ondan harcama yapılmayan hazine gibidir” sözü de bunu teyit eder. Onlara tahsis ettiğimiz marifet nurlarım saçarlar, diyenler de buna kail olmuşlardır. 4Onlar sana indirilene ve senden önce indirilene îman ederler. Onlar âhirete de kesinkes inanırlar. "Onlar sana indirilene ve senden önce indirilene îman ederler". Bunlar Ehl-i Kitab'ın mü'minleridir, Meselâ Abdullah b. Selâm radıyallahü anh ile benzerleri gibi. Bu cümle daha önce geçen "gaybe îman ederler” cümlesinin üzerine ma’tûftur, onlarla beraber müttekıler cemâatinin içine dahildirler, geneli tahsis etmiş durumdadırlar. Çünkü öncekilerden maksat şirk ve inkârdan îman edenlerdir, bunlar ise onların karşıtıdır. Böylece iki âyet müttekıleri açıklamış olur. İbn Abbâs radıyallahü anhuma da bu görüştedir. Ya da müttekılerin üzerine ma’tûftur, sanki şöyle demiş olur: Bu kitap şirkten sakınan ve diğer din mensuplarından îman edenler için hidâyettir. Bunlardan bizzat birincileri kastetmek de ihtimal dahilindedir. Araya atıf edatının girmesi ise şu şiirde olduğu gibidir (sıfatlar değiştiği içindir): Koç Kral'a ve asile, Ve savaşta ordunun komutanı aslana. Şu beyit de öyledir: Sabahleyin baskın yapıp ganimetle dönen Haris'ten dolayı Zuabe'ye eyvanlar olsun! Bundan şu mana çıkar ki, onlar kısaca akim idrak edeceği îman ve onu tasdik eden bedenî ve malî ibâdetleri yapma ile aklın idrak edemeyeceği ve ancak duymakla bilinen îmanı birleştirirler. Ellezîne ism-i mevsûlünün tekrar edilmesi ise karşılıklı iki tarafın ve yollarının farklı olmasındandır. Ya da bunlar öncekilerden bir bölüktür. Onlar da ehl-i kitabın mü'minleridir. Onların özel zikredilerek toplumdan ayrılmaları meleklerden sonra Cebrâîl'le Mikaü'in zikredilmesi gibidir, şanlarını yüceltmek ve o gibilere özendirmek içindir. İnzal (indirmek) bir şeyi yukarıdan aşağıya nakletmektir: Manevî şeyler de onları taşıyan zatlara ilhak etmekle olur. Belki de kitapların peygamberlere indirilmesi, onu meleğin Allahü teâlâ'dan manevî bir şekilde alması veya onu Levh-i Mahfûz'dan ezberleyerek indirip peygambere ulaştırmasıdır. "Sana indirilen"den maksat tüm Kur'ân-ı Kerîm'le sonuna kadar şerîattır. Bir kısmı beklenildiği hâlde mâzi (geçmiş) kalıbı ile ifade edilmesi, mevcut olmayanı da mevcut sayarak ve bekleneni olmuş yerine koyarak genellemeden dolayıdır. Benzeri de şu âyet-i kerime'dir: "Şüphesiz biz Mûsa'dan sonra indirilen bir kitap dinledik” (Ahkâf: 30). Çünkü cinler kitabın hepsini dinlemediler ve kitap o zaman tamamen indirilmemişti. "Senden önce indirilen"den maksat da Tevrat ve İncil ile geçmiş diğer kitaplardır. Bunların hepsine toptan îman etmek ve ikinciye değil de birinciye îman etmek farz-ı ayn'dir. Çünkü bizler onun ayrıntılarıyla mükellefiz, ancak kifaye tarzında mükellefiz, çünkü herkese vâcip kılmak zorluk çıkarır ve geçimi bozar. (Onlar âhirete de kesinkes inanırlar). Yani öyle kesin bir tarzda inanırlar ki, eski inançlarını izale eder. Çünkü eskiden şöyle inanıyorlardı: Cennete ancak Yahûdî yahut Hıristiyan olanlar girer. Ateş bize ancak sayılı günlerde dokunur. Ayrıca onlar cennet nimetlerinin dünya nimetleri cinsinden mi değil mi diye devamında ve kesilmesinde ihtilâf etmişlerdi. Sılanın başa alınması (bilâhireti) ve hum (fâil) zamirinin mübteda yapılması, diğer ehl-i kitaba gönderme (atıfta bulunma) içindir. Bir de âhirete îmanları gerçeğe uygun değildir, kesin bir inanca dayanmamaktadır. Yakîn şek ve şüpheyi delille izale ederek sağlam bilgiye ulaşmaktır. Bunun içindir ki, ne Allahü teâlâ’nın ilmi ne de zorunlu ilimler onunla sıfatlanmaz. Âhiret ahir'in müennesidir, dâr lâfzının sıfatıdır, çünkü "tilked darul âhiretü” (Kasas: 83) buyurmuştur. Dünya gibi genelleştirilmiştir (her biri özel manaya kullanılmıştır). Nâfi''den onu (âhireti) hemzenin hazfi ve harekesini lâm'a atmakla tahfif ettiği rivâyet edilmiştir. Vavı hamzeye kalb ederek yu'kınun şeklinde de okunmuştur; çünkü mâ-kabli mazmumdur. Bu da vucuh ve vukkıtet lâfızlarında olduğu gibi kabul edilmiştir. Bir benzeri de şudur: Yemin ederim ki, Mu'sa ile Ca'de misafirler için ateş yakınca, Bana daha sevimli geldiler. (Burada muktdan lâfzı mu'kıdan şeklinde okunmuştur) 5İşte onlar Rablerinden gelen bir hidâyet üzeredirler ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridirler. "Ulaike alâ hüden min rabbihim". Cümle mahallen merfû’dur, eğer mevsûllerden biri müttekin'den ayrılırsa ve haberdir. Sanki: Hüden lilmütekiyn denilince, neden onlara bu özellik verildi, denildi? Cevap olarak da: Onlar îman ederler, denildi. Yoksa istinaf (başlangıç) cümlesidir, iraptan mahalli yoktur. Sanki o geçen hüküm ve sıfatların sonucudur. Ya da cümle "bu sıfatları taşıyanlara ne oldu?” sorusunu sorana cevaptır. Bunun benzeri de şudur: Ahsente ilâ zeydin sadikuke sadikukel kadimu hakikun bilihsan (Zeyd'e arkadaşına yardım ettin, eski arkadaşın yardımı hak etmiştir). Çünkü burada ism-i işâret mevsüfu zikredilen sıfatlarıyla tekrar etmek gibidir. Bu, yalnız ismi tekrar etmekten daha beliğdir. Çünkü bunda gerekçe açıklanmış ve özetlenmiştir. Zira hükmün sıfata bağlanması, onun mûcip sebep olduğunu gösterir. "Alâ hüden"deki üzerine çıkma manası onların hidâyeti ele geçirmelerinin ve onun üzerinde karar kılmalarının bir şeyin üzerine çıkıp binenin hâlini temsildir. Bunu da şu sözlerinde açıkça ifade etmişlerdir: Cahilliğin sırtına bindi, Nefsî arzunun omzuna oturdu. Bu da (hidâyeti ele geçirme de) iyice düşünmek, öne serilen delillere devamla bakmak ve gereğince amel etmek için nefsi sürekli hesaba çekmekle olur. Hüden'in tenvinle nekire olması, ta'zîm ve büyütmek içindir. Bunun bir benzeri de Şâir Hüzeli'nin şu beyitinde geçmektedir: Hayır, kuşluk vaktinde Hâlid'in üzerine çöken kuşun Atalarına yemin ederim ki, sen et üzerine kondun. (Et Hâlid'in etidir, ta'zîm için nekire yapmıştır). Ta'zîm onu verenin ve ona muvaffak kılanın Allahü teâlâ olmasındandır. Nûn re'ye günneli ve gunnesiz olarak idgam edilmiştir (min rabbihim, mirrabbihim). (Ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir). Burada ism-i işâret; onların bu sıfatları taşımalarının her iki hasletten her birini gerektirdiğine ve o ikisinden her birinin onları diğerlerinden ayırmaya kafi geldiğine dikkat çekmek için tekrar edilmiştir. Araya atıf edatının girmesi burada iki cümlenin manasının değişik olmasındandır. Ama "ülâike kel-en’âmi belhüm adal ülâike hümül gafilün” (Araf: 179) âyeti öyle değildir (onda atıf tekrarı yoktur). Burada ülâike hümül gâfilun, denilmiştir, çünkü gafleti tescil etmek ve hayvanlara benzetmek tek şeydir. O sebeple ikinci cümle birinciyi tespit durumundadır. Burada atıf edâtı münasip değildir. "Ve hüm” zamiri haberi sıfattan ayıran ve nisbeti te'kit eden fasıladır, müsnedin müsnedünileyhe tahsisini ifade eder. Yahut mübteda’dır, müflihun da haberidir. Cümle de ülâike'nin haberidir. Ha ile müflih ve cim ile (müflic) aradığını elde edendir. Sanki zafer cihetleri ona açdmış demektir. Bu ve ona fâ ve ayn'de (başta ve sonda) ortaklık eden madde, Meselâ feleka, feleze ve feliye gibi, yarmayı ve açmayı gösterir, "el - müflihûn” şeklinde mâ'rife olması, senin duyduğun o takva sahipleri âhirette kurtuluşa erenlerdir, manasını vermek içindir. Ya da kurtuluşa erenlerin gerçeklik ve hususiyetlerini herkesin bildiğine işâret içindir. Dikkat: Allahü teâlâ müttekılerin kimsenin elde edemediği şeylere nasıl kavuştuklarına şöyle dikkat çekmiştir: Kelâmı gayet veciz olarak ism-i işâret üzerine kurmuştur. Onu nekire kılmış, haberi mâ'rife kılmıştır. Kadr ve kıymetlerini göstermek ve izlerini takip etmek için araya fasıla koymuştur. Vaidiye fırkası ehl-i kıble fâsıklarının da azapta sonsuz kalacaklarını bundan çıkarmıştır. Bu da şöyle reddedilmiştir: Kurtuluşa erenlerden maksat kamil olarak erenlerdir, bundan da onların sıfatlarım taşımayanların tam kurtuluşa ermeyecekleri lâzım gelir, yoksa hiç kurtulmayacaklar! değil. 6Şüphe yok ki, kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da birdir; îman etmezler. "İnnellezine keferu” hâs kullarını ve seçkin evliyalarını onları hidâyet ve kurtuluşa ehil kılacak sıfatlarıyla zikredince, arkasından onlara hidâyetin fayda vermeyeceği ve âyet ve uyarıların kâr etmeyeceği azgın ve ifritlerden bahsetti. Bunların kıssalarını mü'minlerin kıssalarına atfetmedi; hâlbuki: "Şüphesiz iyiler cennettedir; kötüler de cehennemdedir” (İnfitar: 13,14) âyetlerinde atfetmiştir; çünkü ikisinin maksatları farklıdır. Zira birincisi kitabı zikretmek ve durumunu açıklamak için sevk edilmiştir; ötekisi İse inatlarını açıklamak ve sapıklığa bocalamasına atılmalarını şerh etmek için sevk edilmiştir. "Înne” fiile benzeyen harflerdendir; bunlar; harflerinin sayısında, feth üzere mebni olmada, isimlerden ayrılmamada, manalarını vermede ve özellikle iki isme dahil olmada geçişli fiile benzerler. Bunun içindir ki, fiilin fer'î amelini yaparlar; o da birinci cüzü nasb etmek ve ötekisini ref etmektir. Bundan maksat fer'î amelde ona katıldığını bildirmektir. Kûfe dil bilginleri: Haber bu harfler dahil olmadan önce haber olarak Merfû' idi; o bunlar dahil olduktan sonra da durmaktadır ve ref'i icap eden de budur; çünkü eski hâli devam ettirmek lâzımdır. Harf bunu ortadan kaldıramaz, derler. Buna şöyle cevap verilmiştir: Haber olmanın merfuluğu gerekli kılmasının şartı tecerrüttür (âmilden soyut olmaktır). Çünkü bu durum kâne'nin haberinde gerçekleşmemektedir. Kâne girmekle ortadan kalkmıştır; böylece harfin amel etmesi kendini göstermiştir. Onun (harfin) faydası ise nisbeti te'kit edip pekiştirmektir. Bunun içindir ki, hemen kasemden sonra ve cevapların başında getirilir. Ve şüphe durumunda zikredilir; Meselâ Zülkarneyn kıssasında (gerçekten biz ona yeryüzünde imkân verdik) (Kehf: 83, 84) âyetlerinde olduğu gibi. Şu da öyledir (Mûsa: Şüphesiz ben âlemlerin Rabbinden gönderilen bir peygamberim, dedi) (Araf: 7). Müberrid şöyle demiştir: Abdullahi kaimün sözün, onun ayakta durmasını haber vermektedir. İnne abdallahi kaimün ise onun ayakta olup olmadığını sorana cevaptır. İnne abdallahi lekaimün ise onun ayakta olduğunu inkâr edene cevaptır. Mevsûlun mâ'rife olması (innellezine) ya ahit içindir ki, bundan maksat da belli kişilerdir; Meselâ Ebû Leheb, Ebû Cehil, Velid bin Muğire ve Yahûdî hahamları gibi. Yahut da cins içindir ki, küfre kesin karar verenleri ve diğerlerim içine alır. Israrcı olmayanları ise müsnedünileyh ile tahsis edilmişlerdir. Küfr lügatte nimeti örtmektir, aslı feth ile kefr'dir, o da kapatmaktır. Ziraatla uğraşana ve geceye kâfir, çiçeğin çanağına da kâfur, denilmiştir. Şerâitte ise Peygamberin getirdiği zorunlu olarak bilineni inkâr etmektir. Kalensüve (şapka, fötr) giymek, bele zünnar kuşanmak ve benzerleri niçin küfür sayılmıştır; çünkü onlar da inkârı gösterir. Zira Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i tasdik eden kimse ona açıktan cesaret edemez. Yoksa bunlar bizzat küfür değildir. Mu'tezile Kur'ân'da mâzi siygasıyla geçmesini onun hâdis (sonradan) olduğuna delil saymışlardır. Çünkü bu, haber verilen şeyin daha önce geçmesini gerekli kılar. Buna şöyle cevap verilmiştir: O kelâma taallukun iktizasıdır, onun hadis olması ise kelâmın da hadis olmasını gerektirmez, meselâ ilimde olduğu gibi. "Sevâün aleyhim eenzertehüm emlem tünzirhüm". İnne'nin haberidir. Sevâün de isimdir, istiva manasınadır. Sonradan mastar gibi sıfat olarak kullanılmıştır. Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye (sevâin) gelin” (Âl-i İmran: 64). "Sevâün aleyhim” inne'nin haberi olarak merfû’dur, arkası da onun fâili olarak merfû’dur. Sanki şöyle denilmiştir: İnnellezine keferu müstevin aleyhim inzarüke ve ademuhu (kâfirleri korkutman da korkutmaman da onlara birdir). Ya damaba'di'nin haberi olarak merfû’dur. O zaman mana: İnzarüke ve ademuhu siyyani aleyhim şeklinde olur. Fiile haber vermek tipik fiil olarak câiz değildir. Ama fiil ıtlak edilir de ondan lâfız yahut geniş tutularak zımnen anlaşılan hades murat edilirse o, izafette ve isnatta isim gibidir. Meselâ şuralarda olduğu gibi: (Onlara: îman edin denildiği zaman) (Bakara: 13) ve "yevme yenfa'us-sâdıkıyne sıdkuhum” (Maide: 119). Şu atasözü de öyledir: (Muaydi'yi duyman görmenden daha hayırlıdır). Burada mastardan fiile geçilmesi yenilemeyi akla getirmesi içindir. Başına hemze ile em'in getirilmesi de istiva manasını te'kit ve tesbit ettiği için güzel olmuştur. Çünkü o ikisi istivanın hatırı için istifham manasından soyutlanmışlardır. Nitekim nida harfi de sırf tahsis ifade etmesi için "Allahümmağfir lena eyyetühel isâbetü” kavlinde münadanın talebinden soyutlanmıştır. İnzar korkutmaktır, onunla Allah'ın azabından korkutmak istenilmiştir. Onunla yetinilip müjdeden bahsedilmemiştir; çünkü bu kalbe daha çok etki ve nefse de daha çok tesir eder; şu açıdan ki, zararı def etmek yararı temin etmekten daha önemlidir. Bu onlara tesir etmiyorsa müjde hiç etmeyecektir. İki hemzeyi koruyarak eenzertehüm şeklinde okunmuştur, ikincisini elifle hemze arasında belli belirsiz ederek de okunmuştur. Onu elife kalb etmek ise hatadır, çünkü harekeli hemze elife kalb olmaz. Bir de o arkadan sâkin harf gelmemesine rağmen iki sakinin cem'ine götürür. İki hemzenin arasına gerçek elif koymakla ve onu araya sokup ikincisini belli belirsiz yapmakla da okunmuştur. İstifhamı hazf edip harekesini bir öncesine atmakla da okunmuştur (bunlar ancak bir tecvid ustasından talim edilerek okunur). "La yü'minun” yukarıda kapalı olarak geçen eşitliği açıklayan bir cümledir, iraptan mahalli yoktur. Ya da (hüm zamirini) te'kit eden hâl’dir ya da ondan bedeldir. Yahut da inne'nin haberidir, ondan önceki cümle de (îman etmeyecekleri) hükmünün illetidir. Takat getirilmeyecek şeylerin de teklif edileceğini iddia edenler bu âyeti delil getirmişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ îman etmeyeceklerini haber verdiği hâlde îman etmelerini emretmiştir. Eğer îman ederlerse onun haberi yalan olur; îmanları îman etmeyeceklerine dâir îmanı da içine alacağından iki zıt birleşmiş olur. Gerçek şudur ki, imkânsızı teklif etmek her ne kadar aklen câiz ise de gerçekte böyle bir şey lmamıştır. Zira hükümlerde maksat aranmaz, hele emri yerine getirmede hiç aranmaz. Ancak araştırıldığı takdirde böyle bir şeyin olmadığı görülür. Bir şeyin olacağını veya olmayacağını haber vermek Allah'ın ona gücünün yetmeyeceğini göstermez; Meselâ Allahü teâlâ’nın kendi yaptığını yahut kulun irâdesiyle yaptığını haber vermesi gibi. Kâr etmeyeceğini bildiği hâlde uyarmanın faydası, onlara karşı delil getirmiş olmak ve Peygamber'e tebliğ faziletini vermektir. Bunun içindir ki: Onlara eşittir, demiş de, sana eşittir, dememiştir. Nitekim putperestlere de: "Onlara seslenseniz de sussanız da birdir” (Araf: 193) buyurmuştur. Âyette gâipten haber verme de vardır, eğer ism-i mevsûlla belli şahıslar kastedilirse. Bu da mu'cizedir (onlar îman etmezler, dedi, ölünceye kadar da îman etmediler). 7Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azâp vardır. "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de perde vardır". Bu da geçen hükmün sebebini göstermekte ve gerekçesini açıklamaktadır. Hatm (mühürlemek) gizlemektir, bir şeyin üzerine mühür vurarak onu belgelendirmek de böyledir, çünkü onu gizlemektir, bir şeyin sonuna varmak da öyledir, çünkü onu elde etmek için yapılır. Ğişave fiale veznindedir, ğaşşahu fiilinden gelir ki, bir şeyi kapatmaktır. Bir şeyi bürümek için yapılmıştır, Meselâ isabe (sargı) ve imame (sarık) gibi. Aslında (ortada) mühürleme de kapatma da yoktur. Bu ikisinden maksat şudur: Onların nefislerinde öyle bir şey meydana gelmiştir ki, onları küfrü ve günahları sevmeye, îmanı ve taatları çirkin görmeye götürmüştür. Bu da azgınlıklarından, taklide dalmalarından ve gerçek manada araştırmadan yüz çevirmelerindendir. Bu da kalplerini o hâle getirir ki, artık onlara hak nüfuz etmez, kulakları da ondan rahatsız olur. Sanki mühürlenmiş gibi olur. Gözleri de hem nefislerinde hem de dışarıda dikili duran âyetleri görmez. Ama basireti açık olanlar onları görür. Bunların gözlerinin üzerine perde çekilmiş ve görmeleri için engel konulmuş gibi olur. Buna da istiare yolu ile mühür ve perde demiştir. Ya da hâllerini ve arızalı duygularını öyle bir şeye benzetmiştir ki, onlara engel konulmakla istifade edemez hâle gelmişler, sanki kalpleri ve duyguları mühürlenmiş ve perdelenmiştir. Meydana gelen bu durum şu Âyette de mühürlenme ile ifade edilmiştir: "Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir” (Nahl: 108). Şu Âyette de aynı şey gâfil kılmakla ifade edilmiştir: "Kalplerini zikrimizden gâfil kıldığımız kimselere uyma” (Kehf: 28). Şu Âyette de sertleştirmekle ifade edilmiştir: "Kalplerini taş gibi sertleştirdik” (Maide: 13). Bu da şu demektir ki, mümkün olan bütün şeyler Allahü teâlâ'ya dayanmaktadır, onun kudretiyle gerçekleştiği için ona isnat edilmiştir. Onlar da yaptıkları hatalarla buna sebep olmuşlardır, bu da şu âyetlerde gayet açık olarak görülmektedir: "Hayır, inkârları yüzünden Allah kalplerini mühürlemiştir” (Nisa: 155). "Sebebi şu ki, onlar îman ettiler, sonra kâfir oldular; bu yüzden de kalpleri mühürlendi” (Münâfıkun: 3). Bu âyet de onların ayıplarını ortaya çıkardı, çirkin işlerini gözler önüne serdi ve akıbetlerinin vahim olduğunu bildirdi. Mu'tezile bu konuda tutarsız davrandılar ve bunu te'vil etmek için birkaç yorum getirdiler: Birincisi, sözü edilen kimseler haktan yüz çevirip de bu da kalplerine yerleşince, bu onlar için yaratılışlarında bulunan bir sıfat gibi oldu. İkincisi, bundan maksat kalplerini hayvanların kalplerine benzetmektir. Çünkü Allahü teâlâ hayvanları düşünemez vaziyette yaratmıştır. Ya da o kimselere öyle bir kalp vermiştir ki, mühürlenmek onlar için mukadderdir, bunun bir benzeri helâk olan için: Onu dere götürdü ve uzun süre görünmeyen için: Anka kaptı, sözüdür (yani bunlar farazi şeylerdir). Üçüncüsü, Gerçekte bu şeytanın yahut kafirin işidir; Allahü teâlâ’nın verdiği güçle meydana geldiği için ona isnat edilmiştir, fiil sebebine dayandırılmıştır. Dördüncüsü, küfür onların damarlarına öyle işlemiş ve öyle yerleşmiştir ki, îman etmeleri için zorlamadan ve bastırmadan başka çare kalmamıştır. Buna rağmen teklif maksismiyle da onları zorlamamıştır. Bunu yapmamayı da mühürlemekle ifade etmiştir. Çünkü bu îmanlarına set çekmiştir. Bunda onların azgınlıklarını sürdüreceklerine, sapıklık ve zulme devam edeceklerine işâret vardır. Beşincisi, böylece kâfirler "Kalplerimiz kılıflıdır, davet ettiğin şeyi anlamaz, kulaklarımızda da ağırlık vardır, bizimle sizin aranızda perde vardır” (Fussilet: 5) vardır, dedikleri için onlarla alay etmek üzere aynen bu sözleri taklit edilmiştir. "Kâfirler yollarından ayrılacak değildir” (Beyyine: 1) âyeti de böyledir. Altıncısı, bu âhirette olacaktır, geçmiş kalıbı ile haber vermesi, gerçek olmasından ve olmasında şüphe bulunmamasından dolayıdır. Şu âyet de ona şahitlik eder: "Onları kıyâmet gününde yüzleri üstü körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşredeceğiz” (İsra: 97). Yedincisi, mühürlemekten maksat, kalplerine öyle bir damga vurmaktır ki, bu yüzlerine yansır, melekler de onlara buğz eder ve onlardan kaçarlar. Mühürlemek, saptırmak ve benzeri gibi şeylerde biz de onlar gibi söylüyoruz. "Ve alâ sem'ihim” kavli, alâ kulubihim üzerine ma’tûftur, çünkü Allahü teâlâ: "Kulağını ve kalbini mühürledi” (Casiye: 23) buyurmuştur. Bir de bunun üzerinde vakıfta ittifak vardır. Sonra bu ikisi, idrak konusunda her cihetten ortak olduklarından onların özel işlevlerine mani olan şeye onları her taraftan kaplayan mühür denilmiştir. Gözlerin idraki de kalp ve kulağa benzetilerek arkasını göstermeyen perde olarak ifade edilmiştir (mühürle değil). Alâ harf-i cer'i her iki verde de mühürlemenin şiddetini göstermek ve her birinin hükmen ayrı olduğunu bildirmek için tekrar edilmiştir. Sem' (kulak) lâfzı karışıklık korkusu olmadığı ve aslına itibar etmek için tekil olarak verilmiştir. Çünkü o aslında mastardır, mastarlar da çoğul yapılmaz. Ya da muzâf hazf edilmiştir, Meselâ ve alâ havassi sem'ihim (kulak duyularına mühür vurduk) gibi. Ebsar da basar’ın çoğuludur, o da gözün idrak etmesidir. Mecaz olarak da görme gücüne ve organına denir. Sem' de öyledir. Belki de Âyette bu ikisinden maksat organdır; çünkü mühürlemeye ve kapatmaya çok uygundur. Kalp ile de ilmin yeri kastedilmiştir. Bazen ondan akıl ve marifet murat edilir, nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz bunda kalbi olan için elbette ibret vardır” (Kaf: 37). Elif’in sad harfi ile imâle edilmesi (vâv'a kaydırılması) şundandır; çünkü meksûr ra'da tekrar sıfatı olduğu için istila (dilin yukarı kalkması) gâliptir. Ğişâvetün Sîbeveyh'e göre mübteda olarak, Ahfeş'e göre de câr ve mecrûr (zarf) ile merfû’dur. Fiil cümlesine atfedilmesi de bunu destekler. Ve ceala alâ ebsarihim ğişâveten takdiri ile yahut da car’ın hazfi ve hateme fiilinin ona yaklaştırılması ile mensûb okunmuştur. Mana da: Gözlerini perde ile mühürledi olur. Zam ve ref ile (ğuşavetün) ve feth ve nasb ile de (ğaşaveten) okunmuştur. Bu ikisi de geçerli lügattir. Kesr ile sonu Merfû' olarak (ğişvetün) feth ile de sonu hem Merfû' hem de mensûb olarak okunmuştur. Ğişâvetün noktasız ayınla da ışavetün okunmuştur. "Onlar için büyük bir azâp vardır". Hak ettikleri şey için tehdit ve açıklamadır. Azâp vezin ve mana bakımından nekal gibidir. Azebe anişşey ve nekele anhu, bir şeyi çekinip yapmamaktır. Azeb (tatlı su) da ondan gelir ki, susuzluğu keser ve önler. Bu manadan dolayı ona nukah ve furat da denilmiştir. Sonra genişletilerek azâp manası taşımasa da caniyi tekrardan men eden her acıya denilmiştir. Bu o ikisinden daha geneldir. Şöyle de denilmiştir: O tazipten türetilmiştir ki, tatlılığı kaldırmak manasınadır, takziye ve tamriz gibi. Azim hakirin zıddıdır, kebîr de sağîrin zıddıdır. Nitekim hakîr de sağirden daha değersizdir. Buna göre azîm kebîrin üstündedir. Azabın onunla nitelenmesi, diğer benzerleriyle kıyas edildiği zaman yanında küçük kalmalarındandır. Âyetteki nekire'nin (azimün) manası şu demektir: Onların gözlerinin üzerinde bir perde vardır ki, halkın bildiği türden değildir. O da âyetlere karşı kör gibi davranmalarıdır. Onlara öyle bir azâp vardır ki, onun hakikatini ancak Allah bilir. 8İnsanlardan kimileri vardır ki, inanmadıkları hâlde "Allah'a ve âhiret gününe îman ettik” derler. "İnsanlardan kimileri vardır ki, "Allah'a ve âhiret gününe îman ettik", derler". Kusurdan uzak Allah, kitabın hâlini şerh edip de onu açıklamak için dinlerinde Allah'a ihlâs gösteren ve kalpleri dillerine uyan mü'minleri zikredip de ikinci olarak zâhiren ve bâtınen katışıksız küfür işleyen ve îman tarafına dönüp bakmayan kâfirleri söyleyince, üçüncü olarak da bu iki kısmın arasında mütereddit kalan üçüncü kısımdan bahs etti. Onlar da ağızlarıyla îman edip de kalpleri îman etmeyen kimselerdir. Böylece bölümleri tamamlamak istedi. Onlar kâfirlerin en kötüleridir ve Allah’ın en nefret ettiği kimselerdir. Çünkü onlar, küfrü sulandırdılar, ona aldatmayı ve alayı kattılar. Bunun içindir ki, onların kötülüklerini uzun uzadıya anlattı, onları cahillikle niteledi ve onlarla alay etti, yaptıklarını ciddiye almadı, azgınlık ve taşkınlıklarını tescil etti. Onlara misal getirdi ve onların cehennemin alt katında olacakları hakkında âyet indirdi. (Nisa:145) Kıssalarım da eksiksiz olarak küfürde ısrar edenlerin kıssasının üzerine atfetti. Nâs aslında ünâs idi, çünkü insan, ins ve inasiy denir, hemzesi luka'daki gibi hazfedildi (aslı eluka'dır) onun yerine lâm-ı tarif getirildi, öyle ki, ikisi birleşmez. Şairin: (Şüphesiz ölümler emin insanların üzerine gelir) Mısraında hemze ile lâm-ı ta'rifin birleşmesi şazdır. O (ünas) ruhal gibi ism-i cem'dir, çünkü cemi kalıpları içinde fual vezni yoktur. Ünas (insanlar) enise kökünden gelir, çünkü birbirleriyle ünsiyet ederler yahut ânese'den gelir, çünkü açıktadırlar, görünürler. Bunun içindir ki, onlara beşer denilmiştir (cilt). Nitekim cinlere de görünmedikleri için cin denilmiştir. Ondaki lâm cins içindir, men edâtı da mevsûfedir, çünkü ahd için değildir. Sanki: Ve minennasi men yekulune, demek istemiştir. Yahut lâm ahd içindir, mahut olanlar da belli kâfirlerdir. Men de mevsûledir, onlardan da İbn Übeyy, arkadaşları ve benzerleri kastedilmiştir. Çünkü onlar kesin olarak münâfıklığa karar verince kalpleri mühürlenen kâfirler arasına girdiler. Onların küfre fazla şeyler ilave etmeleri onları bu cinsten çıkarmaz. Çünkü cinslerde fazla türler olur, böylece birbirlerinden ayrılırlar. Buna göre bu âyet ikinci bölümün kısımlarını dile getirmiş olur. Burada îmanın özellikle Allah'a ve âhiret gününe olması, îmanın en büyük maksadını ifade etmek içindir. Bir de onların îmanın her iki ucunu da ellerine geçirdikleri ve onu iki tarafından da kuşattıkları iddiası vardır. Bunda şu da vardır ki, onlar ihlâslı olduklarım zannettikleri şeylerde bile münâfıktırlar, kaldı ki, münâfıklık kastettikleri şeyde! Çünkü o toplum Yahûdî idiler, Allah'a ve âhirete mü'minler gibi îman etmiyorlardı. Zira teşbihe inanıyorlar, evlât edindiğini söylüyorlar, cennete kendilerinden başkalarının girmeyeceğini, ateşin onlara ancak sayılı günlerde dokunacağını iddia ediyor ve kendilerini mü'minlerle eşit görüyorlardı. Ayrıca îmanın Allah ve âhiret günü ile tahsis edilmesinde onların kat kat pisliklerine ve küfürde ileri gittiklerine açıklama vardır. Zira onların dedikleri onlardan aldatma ve münâfıklık tarzında sadır olmasaydı bile îman olmayacaktı, kaldı ki, bu dediklerini Müslümanları kandırmak ve onlarla dalga geçmek için söylemişlerdir! Be edatının tekrar edilmesi bu sayılan maddelerden her birine asaleten ve sağlam olarak îman iddiaları vardır. Kavl faydalı sözdür, söylenen söz manasına da nefiste tasavvur edilip de lâfızla ifade edilen manaya da denilir. Mecaz olarak görüşe ve tutulan mezhebe de denir. Âhiret gününden maksat haşir vaktinden sonsuza kadar süren zamandır ya da cennet halkının cennete ve cehennem halkının cehenneme girmesine kadar geçen zamana denir. Çünkü o bilinen vakitlerin sonudur. "Onlar mü'minler değillerdir". Bu da onların iddia ettikleri şeyi inkâr etmekte ve isbat etmeye kalkıştıkları şeyi bertaraf etmektedir. Aslı ve mâ âmenu (îman etmediler) idi, çünkü açıkça istenen onların yaptıklarını inkâr etmektir, yoksa kendilerini inkâr değildir, ancak daha çok ifade etmek için ters çevrildi, onlar mü'minler değillerdir, denildi. Çünkü onlar mü'minler safından çıkarılınca, geçmişte îman etmemelerinden daha beliğ şekilde dile getirilmiş olur. Bunun içindir ki, be edâtı ile te'kit edilmiş ve îmanları îmanla alâkası olmayan bir şeydir denilmiştir. Bunun onların (Allah ve âhiret günü ile) kayıtlı îmanla kayıtlı (aynısı) olma ihtimali de vardır. Âyet îman iddia edip de itikat bakımından kalbinin diline uymadığı kimsenin mü'min olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü bir kimse kelime-i şehâdet getirir de kalbinde ona uygun bir şey lmazsa yahut içinde ona ters bir şey bulunursa, mü'min olmaz. Kerramiyye fırkası ile olan ihtilâf ikinci kısımdadır, O sebeple onlara karşı delil olmaz. 9Güya Allah'ı ve iman edenleri aldatıyorlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar; bunun farkında değillerdir. "Güya Allah'ı ve îman edenleri aldatıyorlar". Burada geçen hida; içinden geçeni saklayarak karşmdakini maksadına ulaştırmamak için başka bir şey göstermektir. Bu da hadaad dabbu'dan gelir ki, kertenkele deliğinde gizlendiği zaman söylenir. Dabbun hâdiün ve hadiün de kertenkele onu kışkırtarak avlamak isteyene doğru gelip de sonra başka kapıdan çıktığı zaman denir. Maddenin aslı gizlemektir, kilere mah'da' denilmesi de bundandır. Boynun iç kısmında iki damara da ahdaan denilir. Muhadaa ise karşılıklı aldatmaktır. Onların Allah'ı aldatmaları dış manasına göre değildir; çünkü ona hiçbir şey gizli kalmaz. Bir de onlar onu aldatmak istememişlerdir. Belki maksat ya muzâf hazf edilerek Peygamberini aldatmaktır ya da Resûlüllah ile yapılan muamele Allah ile yapılan muamele manasına olmasındandır. Çünkü onun hâlifesidir. Nitekim Âyette: "Kim Peygambere itâat ederse, Allah'a itâat etmiştir” (Nisa: 80). "Sana biat edenler Allah'a biat etmişlerdir” (Feth: 10) denilmiştir. Ya da onların îmanı göstererek, küfrü gizleyerek Allah ile yaptıkları şeyin ve Allah’ın da gazabına olarak onlara Müslüman muamelesi etmesinin - hâlbuki onlar kâfirlerin en kötüleridir ve cehennemin en alt karındadır - ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile mü'minlerin de Allahü teâlâ’nın yaptığı gibi onların hâllerini gizleyerek onlara Müslüman muamelesi yapmaları, şeklen aldatmacaya benzemesindendir. Yuhadiune kalıbının yahdeuna kalıbı yerinde kullanılmış olması da ihtimal dahilindedir, çünkü o, îman ettik sözlerinin açıklamasıdır ya da maksadı açıklayan yeni cümle başıdır. Ancak mübalağa için fâale kalıbında verilmiştir. Çünkü kalıp ne zaman yeriişmek için olur da fiil de yenişmede kullanılırsa, rekabetsiz olandan daha çok mübalağa ifade edeceği için o kalıp o manada süreklilik kazanır. Yahdeune okuyanların kırâati da bunu destekler. Bundan maksatları da diğer kâfirlerden gelecek kınamaları önlemek ve kendilerine de mü'minlere yapılan şeyin aynısının yapılmasını istemek ve Müslümanlara karışarak sırlarından haberdar olmak ve onları muhâliflerine ulaştırmak ve benzeri şeylerdir. "Vema yuhadiune illâ enfüsehüm". Nâfi', İbn Kesîr ve Ebû Amr böyle okurlar. Mana da şöyledir: Aldatma çemberi onların başlarına geçer, zararı da onları kuşatır. Yahut da şöyledir: Onlar bu konuda kendilerini aldatmışlardır; çünkü kendilerini böyle aldatmışlardır. Nefisleri onları aldatmıştır; çünkü onlara boş kuruntular vermiş ve onları kendisine hiçbir şeyin gizli kalmayacağı Allah'ı aldatmaya sevk etmiştir. Diğerleri ise vema yahdeune okumuşlardır. Çünkü birbirlerini aldatmak ancak iki kişi arasında düşünülür. Haddea babından yuhaddiune şeklinde de okunmuştur. Yahaddiune de okunmuştur ki, yahtediune manasınadır. Meçhul kalıbı ve enfüsehümün de nasbi ile yuhdeune ve yahadeeune de okunmuştur. Nefs bir şeyin kendisi ve gerçeğidir. Sonra ruha denilmiştir, çünkü canlının nefsi onunla kaimdir. Kalbe de denilmiştir, çünkü rûhun yeridir veyahut onunla ilgilidir. Kana da nefs denir, çünkü onu ayakta tutan odur. Suya da denir, çünkü ona aşırı derecede ihtiyacı vardır. Görüşe de nefs denir, Meselâ: Fülanun yuamirü nefsehu deyiminde geçtiği gibi, çünkü görüş de ondan doğar yahut da ona emreden ve işâret veren bir zata benzer. Burada nefislerden maksat zatlarıdır. Bunu ruhları ve görüşleri manasına almak da ihtimal dahilindedir. (Bunun farkında değillerdir). Bunu hissetmezler, çünkü devamlı gaflet ve aymazlık içindedirler. Aldatmanın vebalinin onlara ulaşmasını ve zararının onlara dönmesini gayet açık olarak görünen bir şey gibi kıldı, bunu ancak duyuları dumura uğrayanlar fark etmezler. Şuur hissetmektir, meşairül insan da onun duyulandır. Aslı şi'r'dir, şiar da bundan gelir. 10İşte onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır. Yalan söyledikleri için onlara büyük bir azâp vardır. "Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır". Hastalık bedene arız olan şeyde gerçek manasındadır, bu şey nu normal davranışından çıkarır ve hareketlerine zarar verir. Hastalık nefsin kemaline engel olan psikolojik şeylerde de mecazdır, Meselâ cahillik, akide bozukluğu, kıskançlık, kin ve günah sevgisi gibi. - Çünkü bunlar fazilete ulaşmaya engeldir yahut gerçek ve ebedî hayatın kaçmasına sebeptir. Âyet-i Kerîme her ikisine de muhtemeldir. Çünkü kaçırdıkları liderlik gibi şeylerden dolayı kalpleri acı duyuyordu ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in günbegün kuvvetlenmesini ve yükselmesini çekemiyorlardı. Allah da onun durumunu daha da yükselterek ve şânım yücelterek üzüntülerini artırdı. Onların nefisleri küfür, itikat bozukluğu, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e düşmanlık vb. şeylerle afete maruz kalmıştı, Allahü teâlâ da bunu kalplerini mühürlemekle veyahut teklifi artırarak, vahyi tekrar ederek ve yardımını katlayarak artırdı. Artırmayı Allah'a nisbet etmek, sonuç olması itibarı iledir. "Pisliklerini artırdı” (Tevbe: 125) âyetinde sûreye nisbet edilmesi ise sebep olmasındandır. Hastalıktan Müslümanların gücünü, Allah'ın onlara meleklerle yardım edip de kalplerine korku salmasıyla imdat ettiğini gördükleri zaman içlerine giren korku ve zaaflarını murat etmek de mümkündür. Hastalığın artmasından da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in muzâffer olup ülkelere yayılmasını murat etmek de muhtemeldir. "Yalan söyledikleri için onlara incinen (incitici) bir azâp vardır". Burada geçen elîm, mu’lem (canı yanan) manasınadır. Elimün ve elîmün şeklinde çekimi yapılır, tıpkı veciün ve vecîün gibi. Mübalağa için azâp onunla sıfatlanmıştır, şairin şu mısraında olduğu gibi: Aralarında selamlaşmaları feci vuruştur. Bu da: Cedde cidduh tarzındadır. "Bima kânu yekzibun” Âsım, Hamze ve Kisâî böyle okumuşlardır, mana da bisebebi kizbihim (yalanları yüzünden) demek olur. Ya da yalanlarına bedel (karşılık) olarak demek olur, o da: Îman ettik, sözleridir. Diğerleri de kezzebeden getirerek yükezzibun şeklinde okumuşlardır. Çünkü onlar Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i kalpleriyle ve din cambazlarıyla baş başa kaldıkları zaman yalanlıyorlardı. Yahut da mübalağa etmek ve çoğaltmak için kezzebe'den gelmiştir; Meselâ beyyeneş şey'ü ve mevvetel behaimu (hayvanlar çok öldü) gibi. Ya da kezzebel vahşiyyü'den gelir ki, vahşi hayvan bir tur koştuktan sonra dönüp arkasına bakmaktır. Çünkü münâfık da mütereddittir. Yalan hilaf-i vaki olarak haber vermektir, o da haramdır. Çünkü ağır azapla tehdit edilmiştir. İbrâhîm aleyhisselâm, üç defa yalan söyledi sözünden maksat atıf yapmaktır (üstü kapalı söylemektir). Ancak şeklen yalana benzediği için öyle denilmiştir. 11Onlara: "Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” denildiği zaman: Bizler ancak ıslahatçılarız, derler. "Ve izâ kıyle lehüm lâ tüfsidu fil-ardı". Bu da yekzibun ya da (ve minennasi men) yekulu üzerine ma’tûftur. Rivâyete göre Selman radıyallahü anh: Bu Âyetin adamları henüz gelmedi, buyurmuştur. Belki de bundan şunu kastetmiştir: Bunun adamları sadece bunlar değildir, ileri de aynı hâlde insanlar olacaktır, demek istemiştir. Çünkü âyet içindeki zamirle mâkabline bağlıdır. Fesat (bozgunculuk) dengeden çıkmaktır. Aksi salahtır. İkisi de bütün zararlı ve yararlı şeyleri içine alır. Onların yeryüzündeki bazı fesatları şu idi: Müslümanları aldatmak, onlara karşı kâfirlere yardım etmek ve sırlarını onlara ulaştırmakla savaş ve fitne çıkarmaktır. Çünkü bu, yeryüzünde bulunan insan, hayvan ve ekinlere zarar vermeye götürür. Haramları açıktan işlemek ve dini horlamak da buna girer; çünkü şerîatın hükümlerini ihlal etmek ve onlardan yüz çevirmek kargaşa çıkarır ve nizam-ı âlemi bozar. Onlara bunu diyen de ya Allahü teâlâ'dır ya Resûlüdür ya da bazı mü'minlerdir. Hişâm ile Kisâî, kıyle lâfzını işmâmla (sükûndan sonra dudakları yummakla) okumuşlardır. (Bizler ancak ıslahatçılarız, derler). İza'nın cevabıdır ve nasihat edene sert şekilde itirazdır. Mana da şöyledir: Bize böyle demeniz doğru değildir; çünkü bizim şânımız ıslah etmektir ve bizim hâlimiz bozgunculuk şaibesinden uzaktır. Bu mana şuradan çıkarılmıştır; çünkü innema edâtı dahil olduğu şeyi kendinden sonra gelene hasr eder, (onunla sınırlar). Meselâ innema zeydün muntalikun (ancak Zeyd gidicidir) ve innema yantahku zeydun (ancak giden Zeyd'dir) denilir. Böyle demeleri şundan dolayıdır; çünkü onlar kalplerindeki hastalıktan dolayı bozgunculuğu ıslahat şeklinde düşünmüşlerdir. Nitekim Allahü teâlâ: "Ameli kendine kötü gösterilip de onu güzel gören kimse!” (Fatır: 8) buyurmuştur. 12Bilin ki, onlar bozgunculardır; fakat bunun farkında değildirler. "Ela innehüm humul müfsidune velakin lâ yeşurun". Onların savlarını en beliğ şekilde reddetmektedir. Yeni cümle başıdır. Sözün iki te'kit edâtı ile başlaması; - ki, Birincisi kendinden sonra gelenin gerçek olduğunu gösteren elâ'dır. Çünkü inkâr manasına gelen istifham hemzesi olumsuz kelimenin başına geçerse, gerçeklik ifade eder. Benzeri "eleyse Zâlike bikadirin” (Kıyamet: 40) ayetidir. Bunun içindir ki, neredeyse ondan sonraki cümlenin ardından hep kasem gelir. Onun teki de emâ'dır ki, o da kasemin öncülerindedir. İkincisi de nisbeti te'kit eden inne'dir - haberin mâ'rife olması (elmüfsidun) ve araya fasılanın girmesi (hüm) ve lakin lâ yeşurun diyerek istidrak etmesi; biz ancak ıslahatçılarız, diyerek mü'minlere sataşmalarım reddetmek içindir. 13Onlara: "İnsanların inandığı gibi siz de îman edin” denildiği zaman: Biz de beyinsizler gibi îman mı edelim, derler? Bilin ki, gerçekten beyinsizler onlardır; fakat bilmezler. "Onlara: îman edin, denildiği zaman” bu da nasihat ve irşadı tamamlamaktadır. Çünkü îmanın kemali iki şeyin birlikte olmasıyladır: Yaraşmayan şeyden yüz çevirmek - ki, fesat çıkarmayın, sözünden maksat da budur - ve gerekeni yapmak. Îman edin sözünden istenen de budur. "Kemâ amenennâsu” mastar olarak mahallen mensûbtur. Mâ edâtı da mastariyedir, yahut da rübema'daki gibi kâffedir. En-nâs'teki lâm cins içindir. Bundan maksat insanlıkları mükemmel olanlar ve akim gereği ile amel edenlerdir. Çünkü cins ismi müsemmasında mutlak olarak kullanıldığı gibi ona mahsus ve ondan istenen manaları toplamak için de kullanılır. Bunun içindir ki, cins bazen başkalarından (fertlerden) alınır: Zeyd insan değildir, denilir. Allahü teâlâ’nın: "Onlar sağırlar, dilsizler, körlerdir” (Bakara: 18,171) sözü de bu manayadır. Şâir bu ikisini şu mısraında toplamıştır: İnsanlar insanken ve zaman zamanken. Ya da ennas'daki lâm ahd içindir, ondan maksat da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile yanındakilerdir ya da o cinsten îman edenlerdir, Meselâ Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi. Mana da şöyledir: Onlar nifak şaibesinden uzak olarak onların îmanına denk bir şekilde ihlâsla îman ettiler. Bu da zındıkm tevbesinin kabul ve dille ikrarın îman olacağına delil getirilmiştir. Yoksa bu fayda temin etmezdi. "Kâlû enü'minü kema amenessüfehau” bundaki hemze inkâr içindir, (essüfehadaki) lâm da insanlara işarettir, ya da bütün cinstir. Onlar da kendi iddialarına göre onlara dahildirler. Onlara beyinsizler demeleri görüşlerinin bozuk olduğuna inanmalarındandır ya da onları horlamak içindir. Çünkü o zamanlar mü'minlerin çoğu fakir idiler; Suhayb ve Bilal gibi kimileri de köle idiler. Ya da erkeklik taslayıp içlerinden îman edenlerle ilgilenmemeleri içindir. Bu da insanlar Abdullah b. Selâm ve takımlarıyla tefsir edilirse böyle olur. Âyette geçen sefeh, akıl kıtlığından gelen hafiflik ve basit görüşlülüktür. Bunun karşıtı da hilm'dir. "Bilin ki, gerçekten beyinsizler onlardır, ancak bilmezler". Bu da onları red ve cahilliklerini abartmadır. Çünkü gerçeğe direnen câhil, cahilliğini bilip de sessiz duran cahilden daha kötüdür. Zira beriki bazen mazur görülür ve âyet ve uyarılardan istifade eder. Bu âyet neden lâ yalemun ile son buldu da bir önceki lâ yeşurun ile son buldu? Çünkü bu, beyinsizlere daha uygundur. Bir de dîn işlerinden anlamak ve hak ile bâtılı ayırmak derin düşünceye ihtiyaç duyan durumlardandır. Münâfıklık ve ondaki fitne ve fesat ise söz ve davranışlarının üzerinde az bir düşünceden anlaşılır. 14Îman edenlere rastladıkları zaman: "Îman ettik” derler. Şeytanları ile baş başa kaldıkları zaman; "biz sizinleyiz; ancak onlarla alay ediyoruz” derler. "Îman edenlere rastladıkları zaman: Îman ettik, derler". Mü'min ve kâfirlere nasıl muamele ettiklerini ve kıssanın başmdakini beyan etmektedir. Onların gidişatlarını açıklamak ve münâfıklıklarını gözler önüne sermek için anlatılmıştır, tekrar değildir. Rivâyete göre Abdullah bin Übey ve arkadaşları bir grup ashap ile karşılaştılar. Abdullah yanındakilere: Bakın, bu beyinsizleri sizden nasıl def edeceğim, dedi? Ebû Bekir radıyallahü anh'in elinden tuttu ve: Hoş geldin, ey Teym oğullarının Efendisi, Müslümanların piri, mağarada Resûlüllah'ın yanında bulunan ikinci adam, canını ve malını Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e bonkerce harcayan, dedi! Sonra Ömer radıyallahü anh'in elinden tuttu: Hoş geldin, ey Adiy oğullarının Efendisi, el-Faruk, dininde güçlü, canını ve malını Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in uğrunda sarf eden, dedi! Sonra Hazret-i Ali radıyallahü anh'in elinden tuttu: Hoş geldin, ey Peygamberin amcasının oğlu, damadı, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem hariç Hâşim oğullarının efendisi, dedi! Bunun üzerine bu âyet indi. Âyette geçen lika karşılaşmak ve rastlamak demektir: Lekıytuhu ve Iakaytuhu denir ki, onunla karşılaştım ve ona tesadüf ettim, demektir. Elkaytuhu da yere atmaktır ki, onu yere atınca onunla yüz yüze gelmiş olur. "Ve izâ halev ilâ şeyatînihim” halevtü bifülanin ve ileyhi denir ki, onunla yalnız kalmaktır. Yahut hâlake zemmün deyiminden gelir ki, kınama senden geçti ve gitti, demektir. Kurun hâliye de geçmiş zamanlar demektir. Ya da halevtü bihi'den gelir ki, biriyle alay etmektir. İlâ edâtı ile geçişli kılınması inha (ulaştırmak) manası yüklendiği içindir. Şeytana izafe edilmeleri küfürde onlara ortak olmalarından ya da münâfıkların büyükleri olmalarındandır. Bunu diyenler de küçükleridir. Sîbeveyh şeytan kelimesindeki nûn'u bir seferinde şetana'dan sayarak aslî kabul etmiştir ki, iyilikten uzak olmak manasınadır. Teşeytana kelimesi de buna şahitlik eder. Bir seferinde de şâta'dan geldiğini ve zâit söylemiştir ki, bâtıl olmak manasınadır. Onun isimlerinden biri de bâtıldır. "Biz sizinleyiz, dediler” yani dinde ve itikatta demektir. Mü'minlere fiil cümlesiyle hitap ettiler (kâlu amenna), şeytanlara ise "inne” edatıyla te'kit edilen isim cümlesiyle hitap ettiler (inna mâ'aküm). Çünkü birincisinden îmanı ihdas ettiklerini kastettiler, ikincisinden ise üzerinde durdukları şeyde sebatı kastettiler. Bir de mü'minlere ettikleri hitapta bir inanç gerekçesi ve samimi bir arzu yoktu. Muhâcir mü'minlerden îman hususunda pohpohlanma da beklemiyorlardı. Kâfirlere dedikleri ise öyle değildi. "Biz ancak onlarla alay ediyoruz". Bu da bir öncekini te'kit etmektedir; çünkü bir şeyle alay eden ve onu hafife alan onun karşısında ısrarlıdır. Ya da bir öncekinden bedeldir, çünkü İslâm'ı hor gören küfrü büyütmüştür. Ya da bu başlangıç cümlesidir; sanki "gerçekten biz sizinleyiz” dedikleri zaman şeytanlar onlara: Eğer bu doğru ise neden mü'minlere uyuyor ve îman ettiğinizi iddia ediyorsunuz, dediler? Onlar da böyle cevap verdiler. Alay etmek dalga geçmektir ve hafife almaktır. Hezi'tü veste'ze'tü denir ki, aynı manayadır, ecebtü ile istecebtünün de aynı manaya olması gibi. Maddenin aslı hafifliktir, hez'den gelir ki, hızlı öldürmektir. Hezee fülanün denir ki, olduğu yerde düşüp ölmektir. Nâkatuhu tehzeü bihi, devesi hızlı götürüyor, onu hafif taşıyor, demektir. 15Allah onlarla alay ediyor; bir süre taşkınlıkları içinde bocalamalarına onlara süre veriyor. "Allah onlarla alay ediyor” onları alaylarından dolayı cezalandırıyor. Alayın karşılığı onunla isimlendirilmiştir, nitekim kötülüğün karşılığı da kötülükle isimlendirilmiştir. Bu da yâ lâfız lafza karşılık olsun içindir ya da miktar bakımından eşit olduğu içindir. Ya da alayın vebalini çekerler ki, o da onlarla alay etmiş gibi olur. Ya da başlarına alaydan ayrılmayan ve alayın maksadı olan hakaret ve değersizliği indirir, demektir. Yahut da onlara alaycı biri gibi muamele eder demektir; bu da ya dünyada onları Müslümanların hükümlerine tâbi tutmak ve onlara mühlet vererek ve nimetlerini artırarak taşkınlığı sürdürmeleri ile olur. Ya da âhirette olur; onlar ateşte iken onlara cennetten bir kapı açar; onlar da ona doğru koşarlar. Oraya varınca kapı yüzlerine kapanır. İşte Allahü teâlâ’nın: "Bugün de îman edenler kâfirlere gülerler” (Mutaffifiyn: 34) dediği budur. Bunun söz başı yapılıp da yukarıya atıf yapılmaması şunun içindir; çünkü onların cezalandırılmalarını Allah üstlenmiş; bunu mü'minlere bırakmamıştır. Bir de onların alayları Allah'ın onlara yapacağı şeyin karşısında çok önemsiz kalır. Belki de, sözlerine uyacak şekilde, Allahü müste'ziün bihim dememesi istihzanın yavaş yavaş meydana geleceğine ve zaman zaman yenileceğine îma etmek içindir. Allah'ın onlara azâbı da böyle oldu, nitekim şöyle buyurmuştur: "Her sene bir iki defa denendiklerini görmüyorlar mı?” (Tevbe: 126). "Ve yemüddühüm fî tuğyanihim yamehun” bu da meddel ceyşe ve emeddehu deyiminden gelir ki, ordunun sayısını artırmak ve takviye etmektir. Medettüs sirace velarda da bundan gelir ki, kandile yağ koymak ve yere gübre serpmektir. Medde filumr (ömrü uzatmak) tan değildir, çünkü o lâm ile geçişli kılınır; ümliye lehu gibi. İbn Kesîr'in, yümiddühüm okuyuşu da bunu gösterir. Mu'tezile bu kelâmı zahirine almada zorlanınca, şöyle dediler: Allahü teâlâ mü'minlere verdiği gücü onlara vermeyince ve onları küfürleri, ısrarları ve muvaffakiyet yolunu tıkamaları ile yardımsız bırakıp da bu sebepten kalplerindeki pas ve karanlık mü'minlerin kalplerindeki açılma ve nûrun aksine artınca veya şeytana onları azdırma imkanı verip de o da onların taşkınlıklarını artırınca, mecaz olarak fiilin müsebbibine isnadı gibi bunu Allah'a isnat etti ve taşkınlığı da onlara izafe etti ki, fiilin ona isnadı hakikat üzere olduğu anlaşılmasın. Bunun tasdiki şudur: Artırmayı şeytanlara isnat edince azgınlığı genel olarak ifade etti ve: "Kardeşleri onlara azgınlıkta imdat eder” (Araf: 202) dedi. Şöyle de denilmiştir: Bunun aslı yemüddü lehüm'dür ki, ayılıp itâat etmeleri için ömürlerini uzatır, demektir. Fakat onlar taşkınlık ve körlükten başka bir şey yapmadılar. Yemüddü lehüm'deki lâm hazfedildi, tıpkı Allahü teâlâ’nın "vahtare musa kavmehu” (Araf: 155) âyetinde olduğu gibi. Yahut da takdir şöyledir: Onları ıslah etmek için onlara imdat eder, onlarsa buna rağmen taşkınlıklarında bocalamaktadırlar. Tuğyan ve tığyan zam ve kesr ile lukyan ve likyan gibidir, küfürde ve azgınlıkta ileri giderek haddini aşmaktır. Aslı bir şeyin mekanını geçmesidir. Allahü teâlâ: "Su taşınca sizi gemide taşıdık” (Hakka: 11) buyurmuştur. Göz için körlük ne ise basiret için ameh odur (basiret körlüğü). O da işte şaşmaktır. Recülün âmihün ve amihün (şaşkın adam) denir. Ardun amhae de işaretsiz yerdir. Şâir şöyle demiştir: Öyle yerler vardır ki, Kör Câhillere rehberliği kördür (ıpıssızdır). 16İşte onlar hidâyete karşılık sapıklığı satın alan kimselerdir. Bu sebeple ticaretleri kâr etmedi ve onlar doğru yolu da bulamadılar. "İşte onlar hidâyete karşılık sapıklığı satın alan kimselerdir". Onu tercih ettiler ve onunla değiştirdiler. Satın almanın aslı istenen maddî bir şeyi elde etmek için bedelini vermektir. İki ivazdan biri bizzat istenmeyecek şekilde nakit olursa o, bedel (fiyat olur), onu vermek de satın alma olur. Yoksa iki ivazdan hangisini bedel olarak düşünürsen, onu veren müşteri, alan da satıcı olur. Bunun içindir ki, bu iki kelime zıtlardan sayılmıştır. Sonra satın alma istiare yolu ile elindeki manevî veya maddî şeyi verip başka bir şeyi tahsil etmeye denilmiştir. Şairin şu şiiri de bu manayadır: Kalpak gibi saçın yerine kel bir kafa aldım, Parlak ön dişlerin yerine kuru bir damak aldım, Uzun bir ömre bedel kısa bir ömür aldım, Müslüman'ın Hıristiyan olması gibi. Sonra da kelime genişletildi, başkasına tamah edilerek bir şeye rağbet etmeme manasında kullanıldı. Mana şöyledir: Onlar Allah'ın insanları onun üzerine yarattığı fıtratı bıraktılar, benimsedikleri sapıklığı satın aldılar. Ya da sapıklığı seçtiler ve onu hidâyete tercih ettiler. "Ticaretleri kâr etmedi” bu (belagatta) mecazın teşrihidir, şöyle ki, muamelelerinde satın alma tabiri kullanılınca, ziyanlarım temsil etmek üzere ona uygun bir şey zikretti. Şu da onun gibidir: Kerkez İbn dayeyi (kargayı) mağlup edip de Onun iki yuvasını ele geçirince ona yüreğim sızladı. (Kerkez ak saç, karga da siyah saç yerine kullanılmış, arkasından uygun olarak yazlık ve kışlık iki yuvadan bahsedilmiştir. Yaşlandığına üzülmektedir). Ticaret alışveriş yaparak kâr etmek istemektir, kâr da sermayeden artan şeydir. Bunun içindir ki, ona şifa denilmiştir. Onun (ziyanın) ticarete isnat edilip de tüccarlara isnat edilmemesi, işi yapanla yakın ilişkisinden ya da ticaretin ona benzetilmesinden dolayıdır, çünkü ticaret kâr ve zararın sebebidir. "Doğru yolu bulamadılar". Ticaretin yollarını demektir. Çünkü ondan maksat sermayenin ve kârın kurtarılmasıdır. Onlar ise istenen bu ikisini de ziyan ettiler. Çünkü sermayeleri selim fıtratları ve sağlam akıl idi. Onlar bu sapıklıklara inanınca kabiliyetleri bozuldu, akılları sarsıldı; hakkı elde edecek ve kemale ulaşacak sermayeleri kalmadı. Ziyan ettiler, kârdan ümitlerini kestiler, sermayeyi de kaybettiler. 17Onların hâli bir ateş yakanın hâli gibidir. O ateş etrafını aydınlattığı zaman Allah ışıklarını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; artık görmezler. "Onların hâli bir ateş yakanın hâli gibidir". Onların gerçek hâllerim anlatınca, arkasından da daha iyi açıklamak ve kafalara daha iyi yerleştirmek için bir misal getirdi. Çünkü bu kalbe daha çok tesir eder ve yaman hasmı daha çok susturur. Zira misal sana hayali gerçek ve maneviyi maddî gibi gösterir. Bundan dolayıdır ki, Allahü teâlâ indirdiği kitaplarda çok misal getirmiş ve bu peygamberlerin ve hekimlerin sözlerinde çok yaygın kullanılmıştır. Mesel aslında benzer demektir: Misi, mesel ve mesil olarak çekilir, tıpkı şîbh, şebeh ve şebih gibi. Sonra da örnek için dillerde dolaşan söze denildi (misal, deyim, atasözü). Bunun içindir ki, bozulmaması için üzerinde titizlik gösterilir. Sonra da istiare yolu ile önemli ve garip her hâl veya kıssa veyahut sıfat için kullanıldı. Meselâ Allahü teâlâ’nın şu âyetlerinde olduğu gibi: "Müttekılere vaat edilen cennetin hâli şöyledir” (Ra'd: 35). "En yüce misal Allah'ındır” (Nahl: 60). Mana da şöyledir: Onların acayip hâlleri ateş yakanın hâli gibidir. Ellezi ismi mevsûlü Ellezîne manasınadır, Meselâ: "Ve huttum kellezi hadu” (Tevbe; 69) âyetinde olduğu gibi. Tabii bu, ellezi daha önce geçen binurihim'deki cemi zamirinin mercii olduğu takdirde böyledir. Neden bu câiz oldu da tekil elkaim tensiye elkaimeyn'nin yerine kullanılmadı; çünkü ellezi sıfatla kastedilen bir şey değildir; sıfatla kastedilen sılası olan cümledir. O (ellezi) marifenin cümle ile nitelenmesi için bağlantıdır. Ayrıca o (ellezi) tam bir isim değildir, onun parçası gibidir. Onun hakkı diğer mevsûllar gibi çoğul yapılmamaktır. Onda tekil de çoğul da birdir. Ellezîne ise onun cemi musahhahı değildir; aksine zu mananın artması için ziyade kılınmıştır. Bunun içindir ki, Kur'ân'ın indiği fasih dile göre hep ye ile gelmiştir. Sonra sılası ile birlikte uzun olduğu için tahfif edilmiştir. Bundan dolayı daha ileriye gidildi, önce ye'si atıldı, sonra kesresi atıldı, sonra da ism-i fâil ve ismi mefullarda lâm ile yerinildi (eddarib, elmadrub gibi). Yahut da ellezi ile ateş yakanların cinsi veya ateş yakan topluluk kastedilmiştir. İstiykad (istevkade) ateş yakmak istemek ve onu elde etmeye çalışmaktır. O da ateşin yükselmesi ve alevinin yukarıya çıkmasıdır. Nar da nara yenuru nevren'den gelir ki, ürkmek manasınadır. Çünkü ateşte hareket ve sarsıntı (titreme) vardır. "Etrafını aydınlattığı zaman” yani ateş, ateş yakanın etrafını aydınlattığı zaman demektir, eğer edaet fiilini geçişli yaparsan böyle olur. Yoksa fiilin mâ edatına isnadı mümkün hâle gelir. Fiilin müennes olması etrafında birçok şeylerin ve mekanların bulunmasındandır. Ya da fiilin ateş zamirine isnat edilmesi mümkün olur. Mâ edâtı da mevsûledir, mekanlar manasınadır, zarf olarak mensûbtur. Ya da zâittir, havlehu lâfzı da zarftır. Havi maddesi dönmek için konulmuştur, yıla da döndüğü için havi denilir. (Allah nurlarını giderir). Bu da Lemmâ'nın cevabıdır, hum zamiri ellezi'ye râcidir, çoğul olması manadan dolayıdır. Burada neden nurihim, dedi de narihim, demedi? Çünkü ateş yakanın maksadı nurdur, ışıktır. Ya da bu cümle yeni söz başıdır, birinin "neden onların hâli ateş yakıp da ateşi sönenin hâline benzetildi?” diyerek itirazına cevap verilmiştir. Yahut da bu, açıklamak için temsil getirilen cümleden bedeldir. Zamir her iki itibarda da münâfıklara aittir. Felemma edaet cümlesinin cevabı da veciz olması ve karışıklık korkusu da olmadığı için mahzûftur, tıpkı "felemma zehebu bini” (Yûsuf: 15) âyetinde olduğu gibi. Nurlarını gidermenin Allah'a nisbet edilmesi ya her şeyin onun yapması ile olmasındandır ya da söndürmenin gizli bir sebeple veya rüzgâr yahut yağmur gibi gökten inen bir şeyle olmasından yahut da mübalağa murat edilmesinden dolayıdır. Bunun içindir ki, fiil hemze ile değil de be ile (binurihim) geçişli kılınmıştır. Çünkü be'de birliktelik ve tutma manası vardır. Meselâ, zehebes sultanu bimalihi denir ki, kral birinin malını alıp götürmektir. Allah'ın aldığı ve tuttuğu şeyi de geri gönderecek yoktur. Bundan ötürüdür ki, lâfzın gereği olan ışıktan vazgeçilerek nûr, denilmiştir. Çünkü eğer, Allah ışıklarını götürür, denilse idi, ışığın fazlası gidip de nûr denecek kadar bir şeyin kalması akla gelebilirdi. Maksat ışıklarının tamamen izale edilmesidir. Baksanıza, bunu nasıl tesbit ve te'kit ederek: (Onları karanlıklar içinde bırakır) demiş ve zulumat lâfzını zikretmiştir ki, o da ışığın olmayıp tamamen sönmesidir. Zulumatı cemi ve nekire yapmış, onu hayallerin dahi görülmeyeceği şekilde zifiri karanlık olarak nitelemiştir. Tereke maddesi aslında atmak ve tahliye etmektir, onun bir mef ulü olur, ona sayyere (kıldı, yaptı) manası yüklemiştir, o da efal-i kulub denen fiillerden sayılmıştır, Meselâ "ve terekehüm fî zulumatin” kavlinde olduğu gibi. Şairin şu mısraı da bundandır: Onu canavarların çekiştirdiği et parçası gibi kıldı. Zulmet, mâ zalemeke en tefale keza (böyle yapmana ne mani oldu?) deyiminden alınmıştır. Çünkü karanlık da gözü kapatır, onu görmekten men eder. Onların karanlıkları şunlardır: Küfrün karanlığı, münâfıklığın karanlığı ve kıyâmet gününün karanlığı. O günde mü'minlerin nurları ise önlerini ve sağlarım aydınlatır. Ya da sapıklığın karanlığıdır, Allah'ın gazabının karanlığıdır ve sonsuz azabın karanlığıdır. Yahut da şiddetli karanlıktır, sanki üst üste yığılmış karanlıklar gibidir. Layubsırun fiilinin mef'ûlü atılmış ve terk edilmiş cinsindendir; sanki fiil geçişsiz gibidir. Âyet Allahü teâlâ’nın hidâyet verip de onu zâyi eden ve onunla ebedî nimete kavuşamayıp da şaşkın ve üzgün kalan kimseye getirdiği bir misaldir. Bununla ilk Âyetin içeriği iyice anlatılmak ve izah edilmek istenilmiştir. O genel kâfirlerin arasına bu münâfıklar da girer; çünkü onlar da dilleriyle söyledikleri hakkı zâyi etmişlerdir. Bunu yaparken de küfrü gizlemiş ve şeytanları ile baş başa kaldıkları zaman da onu açığa vurmuşlardır. Âyet sapıklığı fıtratında saklı bulunan hidâyete tercih eden yahut îman ettikten sonra dîninden dönen veyahut sağlam irâde hâlleri (tasavvufi manada) olduğu hâlde kuru kuru sevgi iddia edip de Allah'ın da ona parlattığı iradi nurlarım giderdiği kimseler için de bir misaldir. Ya da âyet; münâfıklara can, mal ve evlât güvenliği verecek ve onları ganimetlerde ve şerîat hükümlerinde Müslümanlara ortak kılacak îmanlarını, aydınlanmak için ateş yakanın ateşine ve Allah’ın da onu söndürmek ve nûrunu gidermekle onları helâk ve hâllerini ifşa etmesine bir misaldir. 18Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir: artık onlar geri dönmezler. "Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir". Kulaklarını hakka tıkayıp da onu konuşmak istemeyerek gözleriyle âyetleri görmeyince, hisleri dumura uğramış gibi oldu ve güçleri bitti. Şairin şu beyitinde olduğu gibi: Hayırla anılırsam sağırlardır, Kötülükle anılırsam kulak kesilirler. Şu beyit de öyledir: Ben istemediğim şeye karşı sağırımdır, İstediğim şeyi de en iyi işitenimdir. Onlara böyle denilmesi temsil yolu iledir, istiare tariki ile değildir, çünkü istiarenin şartı müstearünleh'ün zikredilmemesidir. Öyle ki, eğer karine olmasaydı kelâm ona hamîedilirdi, Meselâ Züheyr'in şu sözü gibi: Silâhı keskin ve balık etli Yelesi kalın ve tırnakları kesilmemiş bir aslanın yanında. Bunun içindir ki, söz sihirbazları (ustaları) teşbihi andırmaması için çok dikkat ederler. Nitekim Şâir Ebû Temmam şöyle demiştir: Yemin olsun kiyükselir de Câhiller Onun gökte bir ihtiyacı olduğunu sanır. Burada da her ne kadar mübteda hazfedildiği için zikredilmemişse de ancak söylenmiş hükmündedir, benzeri de şudur: Bana aslan kesiliyorsun, savaşlarda deve kuşusun, Kanatları düşük, ıslık çalanın ıslığından ürken. Bu, binurihim'deki zamiri münâfıklara gönderdiğin takdirde böyledir, kaldı ki, âyet temsilin özeti ve sonucu hükmündedir. Eğer onu ateş yakanlara gönderirsen, istiare değil hakikat olur. Mana da şöyledir: Onlar bir ateş yakıp da Allah da nurlarını gidererek onları korkunç karanlıklarda bırakınca, onları panikletti, Öyle ki, duyuları arızalandı ve güçleri düştü. Üçü de terekehüm'ün mef'ulünden hâl olarak nasb ile okunmuştur. Samem (sağırlık) aslında parçaların sıkışmasından meydana gelen katılıktır. Hacerün asam da bundan gelir ki, som taş (mermer) demektir. Kanatün samma da sağlam mızrak demektir. Şişenin tıkacına da sımam denir. İşitme duyusunu kaybetmeye de bu isim verilmiştir, çünkü sebebi kulak borusunun boşluk kalmayacak ve havanın dalgalanması ile işitme gerçekleşmeyecek şekilde tıkanmasıdır. Bekem ise dilsizliktir, ama da görebilecek kimsenin görememesidir. Basireti kör olana da böyle denir. (Artık geri dönmezler). Sattıkları ve zâyi ettikleri hidâyete dönmezler yahut satın aldıkları sapıklıktan dönmezler veyahut şaşkındırlar; ileri mi gideceklerini, geri mi kalacaklarını bilmezler. Başladıkları noktaya nasıl döneceklerini bilmezler. Baştaki fe edâtı geçen hükümlerle nitelenmelerinin şaşkınlıklarına ve dikilip kalmalarına sebep olduğunu göstermektedir. 19Yahut da onların hâli gökten boşanan ve içinde karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek bulunan bir yağmur gibidir. Ölüm korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. "Ev kesayibin minessemai” bu da istevkade fiiline ma’tûftur, yani onların hâli yağmura yakalanın hâli gibidir. Çünkü parmaklarını kulaklarına tıkarlar, buyurmuştur. Ev edâtı aslında şüphe duyulan eşitliği göstermek içindir, sonra genişletildi, şüphe duyulmayanda da kullanıldı. Meselâ calisil hasene ev ibn şirin (ister Hasan Basri ile otur ister İbn Sirin'le) sözünde olduğu gibi. "Onlardan ne günahkâra ne de azılı kafire itâat etme” (İnsan: 24) âyeti de böyledir. Çünkü ev edâtı bu misallerde oturma cinsini ve isyanın gerekliliğini eşitlemek içindir. "Ev kesayyibin” kavli de böyledir; manası da şöyledir: Münâfıkların kıssası o iki kıssaya benzemektedir ve ikisi de onlara benzetmede eşittir. Sen ikisi ile misal getirmede yahut istediğin birini seçmede serbestsin. Sayyib savb kökünden fey'il veznindedir, o da inmek manasınadır. Yağmura da buluta da denir. Şâir Şemmah şöyle demiştir: Yere yakın kara bulutlar, yalancı olmayan gök gürültüsü. Âyette her ikisi de muhtemeldir. Nekire kılınması ondan şiddetli yağmur çeşidi kastedildiği içindir. Sema'nın mâ'rife kılınması bulutun bütün ufukları kaplayacak şekilde olmasındandır. Çünkü her ufka sema denir, nitekim onun her katma da sema denir. Şâir şöyle demiştir: (Ah hatırladığım sevgiliden) ve Aramıza giren yer ve gök parçalarından! Essema'nın mâ'rife kılınması asıl, bina ve nekirelik bakımından yağmurdaki abartıyı göstermesi içindir. Şöyle de denilmiştir: Semadan maksat buluttur, lâm da onun mahiyetini belirtmek içindir. "İçinde karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek vardır". Eğer sayyib'ten yağmur kastedilirse, onun karanlıkları; damlalarının arka arkaya gelmesiyle kesafet kazanma karanlığıdır ve gecenin karanlığının yanı sıra bulutunun da karanlığıdır. Bulutu gök gürlemesi ile şimşeğe mekan kılması, bu ikisinin onun üstünde ve altında olmasından ve onunla ilgili bulunmasındandır. Eğer ondan (sayyib'ten) bulut kastedilirse, onun karanlıkları siyahlığıdır, gecenin karanlığı ile kat kat olmasıdır. Zulumatun'daki "ref” fihi zarfı iledir, çünkü mevsûfa itimat etmektedir. Gök gürültüsü buluttan duyulan sestir. Meşhur olan onun rüzgârın sürüklediği bulutların sürtünmesinden çıkmasıdır, ra'd irtiad kökünden alınmıştır. Berk (şimşek) de berakaş şey'üden gelir ki, parlamak manasınadır. Ra'd ile berk ikisi de mastardır, bunun içindir ki, onları cemi yapmamıştır. "Yecalune esabiahum fî azanihim” zamir yağmura yakalananlara râcidir, çünkü o her ne kadar hazf edilmiş ve sayyib onun yerine geçirilmişse de ancak manası durmaktadır. O sebeple ona itibar etmek câizdir, nitekim Hassan radıyallahü anh de bunu göz önüne almış ve şöyle demiştir: Yanlarına gelen misafirlere Bereda içirirler Bu da boğazdan rahat geçen şaraba karıştırılır. Burası yusaffaku’daki gizli zamiri müzekker kılmıştır, çünkü mana, mae berada (Berada ırmağının) suyunu içirirler, demektir. Cümle söz başıdır, sanki şiddet ve korku zikredilince: Buna rağmen hâlleri nasıldır, denildi? Böyle de cevap verildi. Parmak uçlarının yerine parmakların kullanılması da mübalağa (abartmak) içindir. (Yıldırımlardan) min edâtı yecalune'ye bağlıdır, yani onun için böyle yaparlar demektir. Meselâ: Sekahu minel ğaymeti de böyledir ki: Süt içme arzusundan dolayı ona içirdi, demektir. Saika (yıldırım) da korkunç ve yanında ateş bulunan sestir. Neyin üzerine düşerse onu yakar, şiddetli ses manasınadır. Bazen de duyulan veya görülen her korkunç şeye denir. Saakathus saikatu, yakmakla veya şiddetli sesle helâk etmektir. Bu kelime minessavakii şeklinde de okunmuştur, bu savaikten ters çevrilmiş değildir, çünkü ikisinin de çekimi eşit olarak yapılır. Sakıad dikü ve hatibün miskaun denir ki, güzel öten horoz ve güzel konuşan hatip manasınadır. Sakaathus saikatü de bundan gelir. Bu saika aslında ya gök gürlemesi sesinin veya gök gürlemenin sıfatıdır, te de mübalağa içindir, Meselâ raviye'de olduğu gibi. Yahut mastardır, afiyet ve kazibet gibi. (Ölüm korkusu ile) bu da illet (mef’ûlünleh) olarak mensûbtur. Şu mısrada olduğu gibi: Ve ağflru avrael kerimi iddihareh (Asil kimsenin bana söylediği çirkin sözü bağışlıyorum, geleceğe saklamak için). Ölüm hayatın zeval bulmasıdır, hayata zıt arizi (sonradan olan) bir şeydir de denilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ: "Ölümü ve hayatı yarattı” (Mülk: 2) buyurmuştur. Fakat bu görüş, yaratma takdir manasınadır, yok etme de mukadderdir, diye reddedilmiştir. "Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır". Onun elinden kaçamazlar, nitekim etrafı sarılan da sarandan kurtulamaz. Onları hile ve düzen onun elinden kurtaramaz. Cümle itiraziyedir (ara cümledir) iraptan mahalli yoktur. 20Şimşek neredeyse gözlerini alacak. Şimşek onların etrafım aydınlatınca orada yürürler. Üzerlerine karanlık çökünce de dikilip kalırlar. Eğer Allah istese idi kulaklarını ve gözlerini giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir. (Şimşek neredeyse gözlerini alacak). Bu da ikinci söz başıdır, "o yıldırımlarla nasıl idiler?” diyene böyle cevap verdi. Kâde efal-i mukarebedendir, haberin, sebebi arız olduğu için yaklaştığım bildirir, ancak henüz meydana gelmemiştir; ya bir mani çıkmıştır ya da bir şart yoktur. Asâ fiili ise haberin umut edilmesi için konulmuştur. O haber de yalın bir haberdir, asâ ise öyle değildir. Kâde'nin haberinin fiil-i muzâri olması şart kılınmıştır, bu da özellikle yaklaştığını göstermek içindir, haberin başında da en edâtı yoktur. Bu da hâl (şimdiki zaman) manasına olduğunu göstermesi içindir. Bazen asâ gibi kabul edilerek haberine en geçer, nitekim asâ da haberinden en hazf edilerek ona benzetilir. Çünkü ikisi de haberin yaklaşması konusunda birbirine yakındır. Hatf sür'atle almaktır, tı'nın kesri ile yahtın okunmuştur, yahtatıfı olarak da yahıttıfu okunmuştur. Bu durumda te'nin fethası hı'ya nakledildi, sonra da tı'ya idgam edildi. Hı'nın kesri ile de yahıttıfu okunmuştur, çünkü iki sâkin cem olmuş, ye de ona uymuştur. Aynı kelime yetehattafu şeklinde de okunmuştur. "Şimşek onların etrafını aydınlatınca orada yürürler. Üzerlerine karanlık çökünce de dikilip kalırlar". Bu da üçüncü cümle başıdır. Sanki "şimşek çakarken ve sönerken ne yapıyorlardı?” denildi de böyle cevap verildi. Edâe fiili ya geçişlidir, mef ulü de mahzûftur, manası da şöyledir: Küllema nevvere lehüm memşen ehazuhu (şimşek ne zaman yürüyecek yerlerini aydmlattıysa yollarını tuttular) ya da lâzımdır, Mana da şöyledir: Küllema lemaa lehüm meşev fî matrahı nurihi (ne zaman parladıysa ışığının düştüğü yerde yürüdüler). Azleme de öyledir; o da zâlimel leylü’den nakledilerek müteaddi olarak gelir. Meçhul kalıbı ile uzlime okunuşu da Ebû Temmam'ın şu sözü de buna şahitlik eder, O ikisi iki hâlimi kararttı, sonra aydınlattılar Karanlıklarını; altından genç veyaşlı bir yüz çıktı. O (Ebû Temmam) her ne kadar yeni yetmelerden ise de ancak Arap dili bilginlerindendir; dediği duyduklarını rivâyet olmaktan geri kalmaz. Neden aydınlatma ile küllema, karartma ile de izâ edatını kullandi? Çünkü onlar yürüme konusunda hırslı idiler; fırsat buldukça onu değerlendirdiler, ama durma ise öyle değildir. Kamu durdular demektir, kametis suku (piyasa durdu) ve kamel mau (su dondu) da buradan gelir. "Eğer Allah dilese idi kulaklarını ve gözlerini giderirdi". Yani eğer Allah gök gürültüsünün sesi ile kulaklarını ve şimşeğin parıltısı ile de gözlerini almak istese idi onları alır götürürdü. Mef'ûlun hazfi cevabın onu göstermesindendir. Şae ve erade fiillerinde mef'ûlun hazfi çok olmuştur, öyle ki, kâde'de ancak garip şeylerde zikredilir, Meselâ şairin şu beyitindeki gibi: Velev şi'tü en ebkiye demen lebekeytuhu (Eğer kan ağlamak istese idim, öyle ağlardım). Lev şart edatlarındandır, dış manası birincisi olmadığı için ikincisinin de olmamasını göstermektir. Tıpkı lâzım olmadığı zaman melzumun da olmaması gibi. Be ziyadesiyle leezhebe biesmaihim şeklinde de okunmuştur, Meselâ "vela tulku bieydiküm ilettehlüketi” (Bakara: 195) âyetinde olduğu gibi. Bu şart edatının faydası gerektirici durum (şimşek) olmakla beraber manii (Allah'ın dilememesini) ortaya çıkarmak ve sebeplerin sonuç vermesinin Allah'ın dilemesine bağlı olduğuna ve sonuçların sebeplere bağlı olarak meydana gelmesinin de onun kudreti ile gerçekleştiğine dikkat çekmek içindir. "Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir” bu da yukarıdaki hükmü açıklama ve izah etme gibidir. Şey özellikle var olana denir. Çünkü o aslında şae fiilinin mastarıdır. Bazen şai manasına gelir ki, Yaratıcı Allahü teâlâ'yı da içine alır. Nitekim şöyle buyurmuştur: "De ki: Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah” (En'âm: 19). Bazen meşi' manasına gelir, yani var olması istenen nesne demektir. Allah'ın da var olmasını istediği şey vakti gelince olur. Şu âyetler de bu manayadır: "Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir” (Bakara:20). "Allah her şeyi yarattı” (Zümer: 62). Bu ikisi geneldir, istisnası yoktur. Mu'tezile, şey var olması doğru olan şeydir, bu da vacibi de mümkünü de içine alır, yahut bilinip haber verilmesi doğru olan şeydir ki, yine imkânsızı içine alır, dedikleri için her iki yerde de şeyi akıl icabı mümkün varlıkla tahsis etme durumunda kaldılar. Kudret bir şeyi var etme gücüdür. Şöyle de denilmiştir: O imkanı gerektiren bir sıfattır. Şöyle de denilmiştir: İnsanın gücü bir şeyi yapma hâlidir, Allahü teâlâ’nın gücü ise acizlik sıfatının olmamasıdır. Kâdir (gücü yeten) odur ki, isterse yapar istemezse yapmaz. Kadîr ise istediği şeyi istediği şekilde yapandır. Bunun içindir ki, Allah'tan başkasının sıfatı olarak pek az kullanılır. Kudred kadr kökünden türetilmiştir, çünkü gücü yeten işini gücüne göre ayarlar ya da dilemesinin gerektirdiği miktara göre yapar. Bunda da şuna delil vardır ki, hadis (sonradan olan) sonradan olurken, mümkün de dururken takdir edilmişlerdir. Kulun takdirinde olan şey de Allahü teâlâ’nın takdirindedir. Çünkü o da bir şeydir. Her şey de Allah'ın takdiri iledir. Öyle görünüyor ki, bu iki temsil girift temsillerdendir, o da içinde birçok parçalar bulunan ve bir tek nesne olacak şekilde birleşen toplu bir şeyi kendi gibi başka bir şeye benzetmektir. Meselâ: "Tevrat'ı yüklenip de sonra taşımayanlar misali şöyledir” (Cumua:5) âyeti gibi. Çünkü bunda Yahûdîlerin yanlarındaki Tevrat'ı tanımamadaki durumları taşıdığı hikmet tomarlarını anlamayan eşeğe benzetilmiştir. Bu ikisinden maksat münâfıkların şaşkınlık ve şiddet hâlini karanlıkta yaktığı ateşi sönen kimsenin çektiklerine benzetmektir yahut karanlık gecede gök gürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulanın ve yıldırımlardan korkanın hâline benzetilmiştir. Bunları basit temsil saymak da mümkündür, o da tek tek eşyaları alır, kendi gibilere benzetirsin; Meselâ şu Âyette olduğu gibi: "Körle gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak bir değildir” (Fatır: 19 -21). Şâir İmruulkays'in şu beyiti de öyledir: Sanki kuşların yürekleri taze ve kuru iken Onun (tavşancıl kuşunun) yuvasında hünnab ve eski adi hurma gibidir. (Bu kuş avladığı kuşları yer, yüreklerini bırakırmış). Birinci temsilde münâfıkların kendileri ateş yakana, îman göstermeleri de ateş yakmaya; kanlarım, mallarını, evlatlarını vb. eşyalarını kurtarmaları da ateşin çevresini aydınlatmasına; helake ve hâllerinin ifşasına yaklaşmışken bunun olmayıp da devamlı ziyanda ve sonsuz azapta bırakılmaları da ateşlerinin söndürülmesine ve nurlarının giderilmesine benzetilmiştir. İkinci temsilde de şahısları yağmurda kalana; inkâr ve aldatma ile karışık îmanları da içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek bulunan buluta benzetilmiştir. Şöyle ki, bu her ne kadar bizatihi faydalı bir şey ise de ancak bu şekilde olduğu için faydası zarara dönmüştür. Mü'minlerin baskılarından ve kendilerinden başka kâfirlerden gelebilecek şeylerden dolayı ettikleri münâfıklık da ölüm korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkamaya benzetilmiştir. Şöyle ki, bu, Allah'ın takdirinden hiçbir şey eksiltmez ve onlara vermek istediği zarardan kurtarmaz. Şiddet karşısında şaşkınlıkları ve ne yaptıklarını bilmemeleri de her şimşek çaktıkça gözlerini almasından korkmakla beraber onu fırsat bilip birkaç adım atmalarına, sonra da ışık sönünce bağlı kalıp hareket etmemelerine benzetilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Îman, Kur'ân ve insana ebedî hayatını kurtarmak için verilen diğer marifetler de yeryüzüne canlılık veren yağmura benzetilmiştir. O bozuk Tâifenin irtikap ettiği şeyler ve ileri sürdüğü müşkül itirazlar da karanlıklara benzetilmiştir. Ondaki vaat ve tehditler gök gürültüsüne, ondaki açık âyetler de şimşeğe, işittikleri tehdide kulak tıkamaları da gök gürültüsünün korkuttuğu ve ölüm korkusundan kulaklarını tıkayan ve bundan da kurtulamayan kimseye benzetilmiştir. "Allah kâfirleri kuşatmıştır” sözünün manası da budur. İdrak ettikleri irşat parıltılarından veya göz dikdikleri yardımlardan dolayı neşelenip harekete geçmeleri de şimşeğin çakmasıyla aydınlanan yerde yürümelerine benzetilmiştir. Şüphe karşısında duraksamaları veya bir musibet sezmeleri de ortalık kararınca dikilip kalmalarına benzetilmiştir. Allahü teâlâ "eğer Allah dileseydi kulaklarını ve gözlerini alırdı” sözü ile şuna dikkat çekmiştir ki, Allahü teâlâ onlara kulakları ve gözleri onlarla doğru yolu bulsunlar ve kurtuluşa ersinler diye vermiştir. Onlar ise bunları geçici zevklerde kullandılar ve onları ilerideki faydalardan çevirdiler. Eğer Allah dileseydi onları bu istedikleri şekilde bırakırdı. 21Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Habbinize ibâdet edin ki, takvaa saahibi olasınız. "Ey insanlar, Rabbinize ibâdet edin". Mükelleflerin fırkalarım sayıp da özellerini ve işlerinin sonuçlarını zikredince, kalıp değiştirerek onlara hitap etti, bundan maksat da dinleyiciyi sarsmak, harekete geçirmek ve ibâdet işine önem vermektir. Onu büyütmek ve hitap zevki ile ibâdet külfetini azaltmaktır. "Ya” nida edatıdır, uzağa seslenmek için konulmuştur. Bazen uzak yerine konularak yakına da hitap edilir, bu da ya onun azametinden dolayı olur, Meselâ dua edenin: Ya Rabbi, ya Allah, demesi gibi. Hâlbuki Allah kuluna şahdamarından daha yakındır. Ya da seslendiği kimsenin gafletinden, kötü anlayışından dolayı böyle yapar. Yahut da dua edilene önem verdiği veyahut ona daha çok çevirmek için yapar. Ya edâtı, nida edilenle beraber tam cümle teşkil eder. Çünkü o, fiilin yerine geçmiştir. Eyyü ise elif lâm ile mâ'rife olana ulaşmak için konulmuştur. Çünkü o hâliyle başına ya'nın gelmesi imkansızdır. Aksi takdirde iki harf-i tarif birleşmiş olur. Çünkü ikisi de eşittir. Eyyü'ye münadanın hükmü verildi ve açıklayıcı sıfatı olarak nida ile kastedilen şeyin yerine konuldu. Aralarına tembih he'si sokuşturuldu, bu da te'kit içindir ve muzâfunileyhten hak ettiğini karşılamak içindir (eyyühüma ve eyyühüm gibi). Kur'ân-ı Kerîm'de bu tip nidanın çok olması, içinde te'kit türlerini barındırdığı içindir. Allahü teâlâ’nın, kullarına en etkili ve en beliğ tarzda nida ettiği şeyler bunu hak etmiştir; çünkü onlar büyük şeylerdir, fark edilmek onların hakkıdır, ancak insanların çoğu bundan gâfillerdir. Bu itibarla cemiler, cemi isimleri ve elif lâmla mâ'rife olanlar nida edilir. Çünkü bunlar geneldir, ahd için değildir. Bunlardan istisnanın doğru olması ve genellik ifade eden şeylerle te'kit edilmeleri de bunu gösterir. Meselâ Allahü teâlâ’nın "fesecedel Melâiketü küllühüm ecmeun” (Hicr: 30) âyeti gibi. Ashâbın bunların genelliği ile şayi ve yaygın olarak delil getirmeleri de bunu gösterir. (Ey insanlar) tabiri âyet inerken var olanları da sonradan olacakları da içine alır. Çünkü tevatüren sabittir ki, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'in hitabı ve getirdiği hükümler her ikisini de içine almaktadır, kıyâmete kadar geçerlidir. Ancak belli delillerle istisna edilenler hariç. Alkame ile Hasen'den, ey insanlar, diye inen bütün âyetler Mekkî'dir ve, ey îman edenler, diye başlayanlar da Medeni'dir, diye gelen rivâyet, eğer Merfû' olarak sahih ise, bu çağrının kâfirlere hâs olduğunu da ibâdetle memur olduklarını da icap etmez. Çünkü emredilen şey ibâdete başlama ile gittikçe artırma ve ona devam etme arasında müşterektir. Binâenaleyh kâfirlerden istenen önce Allah'ı tanıma ve onu ikrar etmeden sonra ibâdete başlamaktır. Çünkü bir şey vâcip ise onu tamamlayan şeyler de vâciptir. Meselâ abdestsizlik nasıl namazın vâcip olmasına mani değilse, kafirlik de ibâdetin vâcip olmasına mani değildir. Aksine onu ortadan kaldırmak ve arkasından da onunla meşgul olmak vâciptir. Mü'minlerden istenen de bunu artırmaları ve üzerinde sebat etmeleridir. "Rabbinize” demesi de ibâdeti hak ettiren şeyin Rablik olduğunu göstermek içindir. (Sizi yaratan) bu da ta'zîm ve sebep bildirmek için dolaylı sıfattır. Kayıt olma ihtimali de vardır, hitap özellikle müşrikleredir, Rabb'ten de genel olarak hem gerçek Rabb hem de onların Rabb dedikleri şeyler kastedilirse. Yaratmak bir şeyi tasarlayarak ve düzgün şekilde icat etmektir. Aslı takdirdir, hafakan na'le denir ki, ayakkabı çiftini takdir edip birbiriyle kıyaslayarak eşit yapmaktır. (Sizden öncekileri de) bu da insandan zât veya zaman itibarı ile önce geçen bütün şeyleri içine alır (rûh, beden, atalar, yer ve gökler gibi). Halekaküm'deki mensûb zamire ma’tûftur. Cümle onların ikrarını dikkate alarak söylenmiştir, çünkü onlar bunu itiraf ediyorlardı, Meselâ şu Âyette olduğu gibi: "Yemin olsun ki, onlara, kendilerini kimin yarattığını sorsan: Elbette: Allah, derler” (Zuhruf: 87). "Yemin olsun ki, onlara, gökleri ve yeri kim yarattı, diye sorsan, elbette: Allah, derler” (Lokman: 25). Ya da az bir düşünme ile bunu bilme imkânları vardır. Men kableküm şeklinde de okunmuştur, bu da te'kit için birinci mevsûlle sılası arasına ikinci mevsûl sokuşturma ile olmuştur. Nitekim Şâir Cerir de böyle bir şey yapmıştır: Ya Teyme Teyme Adiyyin, lâ eba lekümu (Ey Teym Teym Adi oğulları, babasızlar!) Birinci Teym ile ona izafe edilen şey arasına bunu sokuşturmuştur. (Takvâa sâhibi olasınız diye). Bu da u'budû'daki zamirden hâl’dir, sanki şöyle buyurmuştur: Rabbinize ibâdet edin, Allahü teâlâ’nın komşuluğuna götüren hidâyet ve felahı kazanan müttekılerin yoluna gidesiniz diye. Böylece takvanın saliklerin son dereceleri olduğuna dikkat çekmiştir. O da Allahü teâlâ'dan başka her şeyden el çekerek Allah'a iltica etmektir. Şuna da dikkat çekmiştir ki, âbit kimse ibâdetinden gurur duymamalıdır, korku ile ümit arasında olmalıdır. Nitekim: "Rablerine korkarak ve ümit ederek dua ederler” (Secde: 16) buyurmuştur. "Yani rahmetini umar ve azabından korkarlar". (İsra:87) (Lealleküm tettekun) ya da halekamü'ün mef'ûlünden hâl’dir ve ona atfedilmiştir. Mana da şöyledir: O sizi ve sizden öncekileri takva gösterecek bir surette yarattı, çünkü ona götürecek birçok sebepler hazırlamıştır. Burada lâfız ve mana olarak genellikle muhatap kullanmıştır, bu da hepsini kastederek yapılmıştır. Şöyle de denilmiştir: Bu takva sizi yaratmasının sebebidir, nitekim Allahü teâlâ: "Cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım” (Zariyat: 56) buyurmuştur. Bu ise zayıftır, çünkü lügat buna müsait değildir. Âyet şunu gösterir ki, Allahü teâlâ'yı bilmenin, birliğini anlamanın ve ibâdeti hak ettiğini öğrenmenin yolu, yaptıklarına bakmaktır ve işlerini delil getirmektir. Âyet şunu da göstermektedir ki, kul ona ibâdet etmekle sevabı hak etmez, çünkü sevap ona daha önce verdiği birçok nimetlere şükür olduğundan o, ücretini işten önce alan işçi gibi olmuştur. 22O Rabb ki, yeryüzünü size bir döşek ve göğü de bir bina yaptı. Gökten bir su indirdi de onunla meyvelerden sizin için rızık çıkardı. Öyleyse bilip dururken Allah'a eşler koşmayın. (O ki, yeryüzünü size bir döşek yaptı) (Rebbeküm’ün) ikinci sıfatıdır yahut mensûb veya Merfû' metihtir yahut mübteda’dır, haberi de felatec'alu'dur. Ceale ef'al-i âmme'dendir, üç yönü vardır; sâra ve tafika manasına gelir, mef'ûl almaz, şu beyitte olduğu gibi: Süheyl oğullarının genç develeri kalabalık Sürüdedir ve otlakları yakındır. Evcede manasına gelir ve bir mef'ûl alır, "cealez zulümati ven-nur” (En'âm: 1) âyetinde olduğu gibi. Sayyere (değiştirmek) manasına gelir ve iki mef'ûl alır, "ceale lekümül arda firaşen” (Bakara:22) kavlinde olduğu gibi. Değiştirmek bazen eylemle olur, bazen sözle bazen de akitle (bağıtla) olur. Yeri döşek yapmasının manası şudur: Bazı taraflarını sudan uzak yapmıştır, hâlbuki suyun karakteri yeri kuşatmaktır. Ve onu yani yeri orta sertlikte ve lâtif (hoş) olarak yaratmıştır, böylelikle serili döşek gibi üzerinde oturmaya ve uyumaya elverişli olmuştur. Bu da onun düz olmasını gerektirmez, çünkü küre hacmi büyük olunca düz olmasına mani teşkil etmez. (Göğü de bir bina yaptı) üzerinize kubbe gibi çattı. Sema (gök) cins ismidir, teke de çoğa da denir, Meselâ dirhem ve dinar gibi. Semae'nin çoğulu olduğu da söylenmiştir. Bina mastardır, yapı manasınadır, ister ev ister dam ister kubbe isterse çadır gibi olsun. Bena ale imreetihi de bundan gelir, çünkü evlenirken geline yeni bir çadır kurarlardı. "Ve enzele minessami maen feahrece bihi mines semerati rizkan leküm” ceale'nin üzerine ma’tûftur. Meyvelerin çıkması Allah'ın dilemesi iledir, ancak toprakla karışan su çıkmasına sebep ve onun için madde (asıl) olmuştur, tıpkı meninin canlı için madde olması gibi. Bunu da o ikisinden oluşan maddeye meyvelerin şekillerini ve tatlarını vermekle yaptı. Ya da suya aktif bir kuvvet, toprağa da pasif bir kuvvet vermekle yaptı ki, bu ikisinin birleşmesinden çeşitli meyveler çıktı. O (Allah) eşyayı sebepsiz ve maddesiz de icat etmeye kâdirdir, nitekim sebeplerin ve maddelerin zâtını yaratmıştır, ancak onları hikmeti gereği yavaş yavaş hâlden hâle geçerek yaratmasında öyle sanatlar ve hikmetler vardır ki, bunlar basireti olanlara ibretler ve büyük kudreti karşısında hayranlık verir ki, bunlar bir seferde yapmasında bulunmaz. İlk min edâtı ibtida (başlangıç) içindir, ister semadan bulut murat edilsin, çünkü üstündeki her şey semadır isterse gök (çark) murat edilsin. Çünkü yağmur gökten başlar buluta gelir, ondan da yere varır, nitekim bunlar açıkça görülmektedir. Ya da yağmur gökteki bazı sebeplerle oluşur ki, bunlar yerin derinliklerindeki rutubeti hava boşluğuna taşır, ondan da yağmur getiren bulut oluşur. İkinci min de parça bildiren edattır, delili de "onunla meyveler çıkardık” kavli ile iki nekire lâfızların yani maen ile rizkan lâfızlarının onu kuşatmış olmasıdır. Sanki şöyle buyurmuştur: Gökten biraz su indirdik, onunla biraz meyveler çıkardık ki, size azıcık rızık olsun. Gerçek de bunu göstermektedir; çünkü gökten suyun hepsini indirmemiştir, bütün meyveleri çıkarmamıştır ve bütün azıkları da meyve yapmamıştır. Ya da min açıklama edatıdır, rizkan da merzuk manasına mef uldür: Enfaktü mined derahimi elfen (bir dirhem harcadım) sözündeki gibi. Neden essemerat diye mâ'rife getirdi, hâlbuki burası çoğul yeridir, çünkü meyvelerden erdeket semeretü bustanihi (bahçesinin meyvesi yetişti) sözündeki kalabalık meyve kastedilmiştir. Tekil olarak mines semereti okuyanın kırâati da bunu destekler ya da (azlık ve çokluk bildiren) cemiler birbirinin yerine kullanılır, Meselâ: "Nice bahçeler ve pınarlar bıraktılar” (Dukan: 25) ve "Üç kuru'“ (Bakara: 228) âyetlerinde olduğu gibi (çoklukken azlık yerinde kullanılmıştır). Ya da elif lâmlı olduğu için azlık sınırından çıkmıştır. Leküm de rizkan'ın sıfatıdır, eğer ondan merzuk manası kastedilirse ve mef'ûlunleh'tir, eğer ondan mastar kastedilirse. O zaman rizkan iyyaküm demek olur. (Allah'a eşler koşmayın). U'budu'ya bağlıdır, nehiydir ona ma’tûftur ya da nefiydir, gizli in ile mensûbtur, onun cevabıdır ya da lealle'ye mütealliktir, o zaman tec'alu lâfzı "lealli ebluğul esbabe esbabes semavati” (Ğafîr: 36, 37) ayetindeki gibi mensûb olur. Bu durumda ettalia altı isme katılmış olur, çünkü bunlar gayri mucep kelâmda ortaktırlar. Mana da: Allah'a eşler koşmayın, şeklinde olur. Ya da bu cümle ceale leküm lâfzına mütealliktir, eğer yeni cümle başı kabul edilirse. O zaman nehiy olur ve lâ tecalu lâfzı murat edilerek haber düşer. Fe de sebep içindir, mübtedâ'da şart manası bulunduğu için getirilmiştir. Mana da şöyledir: Sizi bu değerli nimetler ve büyük âyetlerle kuşatan zata şirk koşmanız yaraşmaz. Nid de rekabet eden eş (denk) manasınadır, Cerir şöyle demiştir: Teym'i bana denk mi sayıyorsunuz? Teymler soylu kimseye denk olmaz. Nedde nududen deyiminden gelir ki, ürkmek manasınadır. Nadettür recüle de muhalefet etmektir. Zât itibarı ile muhalefet edene denilmiştir, nitekim kâdir ve kıymet itibarı ile muhalefet edene de denir. Neden müşriklerin Allah'tan başka taptıkları şeylere "eşler, ortaklar” denilmiştir, hâlbuki onların ne zatında ortak olduğunu ne de fiillerinde ona muhalefet ettiğini iddia etmemişlerdi? Zira Onlar Allah'a ibâdeti terk edip de onlara ilâhlar adını verince, bunların hâli Allah'tan gelecek belâyı def edeceğine ve onlara Allah'ın istemediği hayrı vereceğine inanan kimselerin hâline benzedi. Eş koşulmayacak birine eş koştukları için de onlarla alay etti ve onları ayıpladı. Bunun içindir ki, Cahiliye muvahhidi Zeyd bin Nüfeyl şöyle demiştir: Bir tek Rabbe mi itâat edeyim yoksa bin Rabbe mi İşler taksim edildiği zaman? Lat ile Uzza'yı, ikisini de terk ettim, Basireti olan adam da böyle yapar. (Siz bilip dururken). Felâ tec'alu'nûn zamirinden hâl’dir, ta'lemune'nin mef'ûlü de atılmıştır, Mana da şöyledir: Sizler ilim adamları ve ileri görüş sahipleri olduğunuz hâlde eğer azıcık düşünse idiniz, aklınız sizi bu mümkün şeyleri var eden, varlığı zorunlu, yüce ve mahluklara benzemeyen bir zata götürürdü. Ya da ta'lemun'un mef'ûlü mukadderdir, o da kimsenin ona denk olmaması ve onun yaptığım yapamamasıdır. Şu âyet de öyledir: "Ortaklarınızdan bunlardan bir şey yapan var mı?” (Rum: 40). Buna göre bundan maksat azarlama ve kınamadır, hükmü kayıtlamak ve ona hasr etmek değildir. Zira cahille âlim teklifte eşittir. Bil ki, iki Âyetin esprisi, Allah'a ibâdeti emretmektir, ona şirk koşmaktan men etmektir ve illet ve gerekçesine işâret etmektir. Bunun açıklaması da şöyledir: Allah ibâdet emrini Rabb sıfatına dayadı, bundan da onun illet olduğunu andırmak istedi. Sonra da Rabliğini şöyle açıkladı; çünkü o onların yaratıcısıdır ve yaşamlarında onları taşıyacak, gölgelendirecek, yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaç duydukları şeylerin yaratıcısıdır. Zira Âyette geçen semere yiyecek ve rızıktan daha geniştir, rızık da yiyecek ve içecekten daha kapsamlıdır. Sonra ondan başkasının güç yetiremeyeceği bu şeyler Allahü teâlâ’nın birliğine şâhit olduğu için ona şirk koşma yasağını buna dayandırdı. Belki de Cenab-ı Allah zahirin göstermesiyle ve sözün de o konuda olmasıyla insanın yaratılışına, ona bol bol verdiği mana ve sıfatlara temsil yolu ile işâret etmiştir. Meselâ bedeni yere, nefsi göğe ve aklı suya benzetmiştir. Ona taşacak şekilde verdiği bilimsel faziletleri ve meydana gelen nazariyeleri duyular için aklı kullanmaya benzetmiştir. Ruhsal ve bedensel kuvvetlerin sarmaş dolaş olmasını da irâde sâhibi yaratıcının kudretiyle aktif semâvî ve pasif yerel güçlerin birleşmesinden doğan meyveye benzetmiştir. Çünkü her Âyetin bir dışı ve bir içi vardır, her ucun da bir çıkacak ve bakacak yeri vardır. 23Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, onun benzerinden bir sûre getirin ve eğer doğru söylüyorsanız Allah'tan başka şahitlerinizi getirin. "Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, onun benzerinden bir sûre getirin” Allahü teâlâ birliğini tesbit edip onu bilmeye götürecek yolu da beyan edince, arkasından Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in Peygamberliğine delil olacak şeyi anlattı. O da fesahati ile her hatibi mağlup eden ve ona karşı çıkmaya davet ettiği öz ve dilbaz Arapları susturmasıyla mu'cize olan Kur'ân'dır. Üstelik bu sonuncular çok idiler, karşı koymak ve zarar vermek için aşırı davranıyor, onu yenmek ve ona hasım olmak için can atıyorlardı. Allahü teâlâ bunu anlattığı gibi onun mu'cizeliğini tanıtacak ve iddia ettiği gibi Allah katından olduğunu kesin olarak ispat edecek şeyi de tarif etti. Neden nezzelna kalıbını kullandı, çünkü onun şâir ve hatiplerin yaptığı gibi azar azar ve olaylara uygun olarak inmesi, onları kuşkulandırıyordu. Nitekim Allahü teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Kâfirler: Bu Kur'ân ona birden indirilmeli değil miydi, dediler?” (Furkân: 32). Bu sebeple şüpheyi izale etmek ve susturucu delili ağızlarına tıkamak için onlara meydan okuma da o şekilde olmalı idi. Onu nefsine izafe ederek, kulumuz, demesi şânım yüceltmek ve hükmüne itâat eden hâs kulu olduğunu vurgulamak içindir. İbâdene şeklinde de okunmuş, bundan da Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ile ümmetini kastetmiştir. Sûre kelimesi Kur'ân'ın belli adlarla anılan bir bölümüdür. En az üç âyettir. Eğer sûre kelimesindeki vâv aslî kabul edilirse, şehrin surundan gelir, çünkü o da Kur'ân'ın bir bölümünü kuşatmış ve tek başına koruma altına almıştır. Ya da çeşitli ilimleri içine almıştır, tıpkı şehir surunun içindeki şeyleri kapsamına alması gibi. Ya da rütbe manasına olan sûreden gelmektedir. Şâir şöyle demiştir: Harrab ile Kadd'in öyle bir sûreleri (rütbeleri) vardır ki, Şerefte, kargası uçurulmaz (ona erişilmez). Çünkü sûreler okuyucunun yükseldiği menziller ve mertebeler gibidir. Onun mertebeleri uzunluk ve kısalığında, fazilet ve şerefinde ve okumanın sevabındadır. Eğer vâv'ı hemzeden değiştirilmiş kabul edilirse, bir şeyin kalıntısı ve parçası manasına gelir. Kur'ân'ın teker teker sûrelere ayrılmasındaki hikmet şunlardır: Çeşitleri ayırmak, şekilleri birbirine yaklaştırmak, nazmın birbirini okşaması, okuyucuyu rahatlatmak, hıfzı (ezberi) kolaylaştırmak ve buna teşvik etmektir. Çünkü bir sureyi hatmettiği zaman bundan nefes alır, tıpkı bir mil kat eden veya bir berid (bir mesafe ölçüsü) yol alan gibi olur. Hafız da onu ezberlediği zaman Kur'ân'dan tam bir hisse alır ve sınırlı ve müstakil bir bölümü elde etmiş olur. Bundan hoşlanır ve bundan sevinir. Bunun daha başka faydaları da vardır. "Min mislini” bu da suretin lâfzının sıfatıdır, yani onun gibi olan bir Sûrenin benzerini demektir. Mislihi'deki zamir, lima nezzelna'ya (indirdiğimiz şeye) râcidir. Min teb'iyz (parça göstermek) ya da beyan etmek içindir. Ahfeş'e göre zâittir. Yani belagatta ve nazım güzelliğinde ona benzer bir sûre getirin demektir. Yahut da zamir abdina lâfzına râcidir. Min ibtida (başlangıç) içindir, yani aleyhis-salâtü ves-selâm gibi ümmi, kitap okumamış ve ilim öğrenmemiş biri gibisinden buna benzer bir kitap getirin, demektir. (Min mislihî Sûrenin sıfatıdır) ya da fe'tu (getirin) fiiline bağlıdır. Zamir de abde râcidir. Zamiri indirilen kelâma irca etmek daha makuldür; çünkü o, Allahü teâlâ’nın "onun gibi bir sûre getirin” (Bakara:23) sözüne ve meydan okuyan diğer âyetlere uygundur. Bir de söz o konudadır, üzerine indirilen kimse hakkında değildir. Ondan çıkılmamalıdır ki, tertip ve nazım düzgün olsun. Ayrıca büyük bir kalabalığa, içlerinden birinin getirdiği gibisini getirin demek, meydan okumada, onun gibi biri de buna benzer bir şey getirsin demekten daha etkileyicidir. Ayrıca o kelâm bizatihi mucizdir, yoksa getirenden dolayı değildir. Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "De ki: Eğer insanlarla cinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için toplansalar benzerini getiremezler” (İsra: 88). Sonra o zamiri abdina (kulumuza) kelimesine irca etmek, o nitelikte olmayan birinin getirebileceğini îma eder ve Allah,ü teâlâ'nın: "Allah'tan başka şahitlerinizi çağırın” kelâmına da uygun düşmez. Çünkü bu, onlara yardım edecek ve destek verecek herkesten yardım isteme manasında bir emirdir. Şüheda şehid'in çoğuludur, hazır olan yahut şahitlik eden yahut yardım eden veyahut imâm (devlet başkam) demektir. Ona böyle denilmesi meclislerde hazır olup huzurunda işlerin karara bağlanmasındandır. Zira terkip (şahadet maddesi) bizzat veyahut tasavvur şeklinde hazır olmak manasınadır. Allah yolunda öldürülen kimseye şehit denilmesi de bundandır; çünkü o umduğu şeye hazır olur ya da melekler onun yanında hazır olur. "Dûn” lâfzının manası bir şeye yakın yer demektir. Kitabı tedvin etmek de bundan gelir, zira o da cümleleri birbirine yaklaştırmaktır. Duneke Hâza da, bunu en yakın yerden al, demektir. Sonra dûn kelimesi istiare yolu ile rütbeler için denildi. Zeydün düne amr'in denir ki, Zeyd şerefte Amr'dan düşüktür demektir. Dûn (adi şey) de bundan gelir. Sonra genişletilerek haddini aşan, başka alana geçen her şeye denildi. Allahü teâlâ: "Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler” (Al-i İmran: 28) buyurmuştur ki, mü'minlerin dostluğunu geçip de kâfirlerin dostluğuna atümasınlar demektir. Ümeyye (bin Ebissalat) da şöyle demiştir: Ey nefis, senin için Allah'tan başka koruyucu yoktur, Zamanın soktuğuna da afsuncu yoktur. Min edâtı ud'û lâfzına mütealliktir, mana da, yanmızdakileri yahut Allah'tan başka size yardım edeceklerini umduğunuz insanları ve cinleri Kur'ân ile yarışa çağırışın, demektir. Çünkü Onun benzerini ancak Allah getirebilir. Ya da şöyledir: Allah'tan başka şahitleri çağırın da bu getirdiğiniz de onun gibidir diye şahitlik etsinler. Ama Allah'ı şâhit tutmayın, çünkü o, delil getirmekten aciz olan şaşkın kimselerin adetidir. Yahut da min edâtı şühedaeküm lâfzına mütealliktir, Mana da şöyledir: Allah'tan başka dostlar yahut ilâhlar edindiğiniz ve kıyâmet gününde size şahitlik edeceklerini zannettiğiniz veyahut Allah'ın önünde (huzurunda) size şahitlik edeceğine kandığınız kimseleri çağırın da size yardım etsinler. Son mana Şâir A'şa'nın şu mısrasından alınmıştır: Sürahi o kadar şeffaftır ki, arkasındaki tozu önünde gibi gösterir. Kur'ân'a karşı çıkmaları için cansız şeylerden yardım istemelerini söylemek onlar için gayet susturucu ve alay edici bir ifadedir. Şöyle de denilmiştir: Min dunihi yani min duni evliyaihi demektir. Bundan da Arapların ileri gelen hatipleri ve meclis başkanları kastedilmiştir, yani bunları çağırın da ortaya koyduğunuz şeyin Kur'ân'ın bir benzeri olduğuna size şahitlik etsinler, demektir. (Bunu da yapmazlar) zira akıllı kimse yanlış olduğu meydana çıkan ve arızalı olduğu bilinen bir şeyin doğru olduğuna şahitlik etmez. (Eğer doğru söyleyenler iseniz). Bunun insan sözü olduğu savında. Bunun cevabı mahzûftur, geçen kısım onu göstermektedir (o da: Bunu yapın, demektir). Sıdk (doğruluk) gerçeğe uygun haber vermektir. Şöyle de denilmiştir; Haber verenin delil ve emareye dayalı olarak öyle olduğuna inanmakla beraber verdiği haberdir. Çünkü Allahü teâlâ münâfıkları: Şüphesiz sen elbette Allah'ın Resûlüsün, sözünde yalanlamıştır; çünkü gerçek olduğuna inanmıyorlardı. (Fakat bu) tarif, yalanlama onların şahitliklerine râcidir diyerek reddedilmiştir. Çünkü şahitlik bildiği bir şeyi haber vermektir. Onlar ise bunu bilmiyorlardı. 24Eğer bunu yapamazsanız - ki, asla yapamayacaksınız - yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korkun. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır. "Eğer bunu yapamazsanız - ki, asla yapamayacaksınız - yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korkun.” Onlara Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in ve getirdiği şeylerin durumunu tanıtacak şeyleri açıklayıp da onlara hak ile bâtılı birbirinden ayırınca, sonuç olarak bunun özetini verdi. Şöyle ki, sizler ona karşı koymaya çalışıp da hepiniz ona denk veya yakın bir şey getirmekten aciz kalınca, onun mu'cize olduğu ve onu tasdik etmenin vâcip olduğu meydana çıktı. Öyleyse ona îman edin ve onu inkâr edenler için hazırlanan azaptan sakının. (Önceki Âyette) geçen belli niteliklerle getirme yerine yapmayı da başkasını da içine alacak yapma ifadesini kullanması bunun daha veciz olmasından dolayıdır. Cezanın lazımım da kinaye yolu ile onun yerine koyması kinaye yapılan şeyi zihinlere iyice yerleştirmek, inat durumunu korkunç göstermek ve tehdidi de veciz bir şekilde açıkça söylemek içindir. Şart cümlesini şüphe ifade eden in edatıyla başlatıp da durum gerektirdiği hâlde kesinlik ifade eden izâ kullanmaması - çünkü kusurdan münezzeh Allahü teâlâ onların aciz olduklarından şüphe etmiyordu, bu sebeple şartla ceza arasına itiraziye cümlesini getirerek bunu bertaraf etti - onlarla alay etmek içindir ya da onlara zanlarma göre hitap etmek içindir. Çünkü onlar düşünmeden önce bundan emin idiler. Tef'alu fiili (in ile değil de) lem ile meczumdur, çünkü onu amel ettirmek vâciptir, o, muzâri fiiline mahsustur ve mamulünden ayrılmaz. Bir de o, muzariyi maziye çevirince onun bir parçası gibi, şart edâtı (in de) toplamının başına geçmiş gibi oldu. Sanki Cenab-ı Allah "fe in terektüm” demiş gibi oldu. Bunun için de ikisinin birleşmesi câiz görüldü. Len de müstakbeli nefy etmede lâ gibidir, ancak o daha mübalağalıdır. O Sîbeveyh'e göre doğrudan yapılmış bir harftir (edatür),'Hâlil'e göre de bir rivâyette böyledir. Öteki rivâyette ise aslı lâ en'dir. Ferra'ya göre ise aslı lâ’dır, elifi nuna çevrilmiştir. Vekud vâv'ın fethi ile ateş tutuşturulan şeydir, zam ile de mastardır. Mastar feth ile de gelmiştir. Sîbeveyh şöyle demiştir. Araplardan,kadetin nam vekuden aliyen (ateş yüksek alevle tutuştu) diyenleri işittik. İsim ise zamme iledir. Belki de mastardır, isim olarak kullanılmıştır, Meselâ fülanün fahru ve zeynü beledihi (filanca memleketinin medar-ı iftiharı ve süsüdür) denildiği gibi. Böyle de (zam ile vukud da) okunmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, zam ile olan vukudan İsim murat edilmiştir, eğer ondan mastar murat edilirse o da muzâfın hazfi ile olur, Meselâ vukuduha ihtirakunnasi velhicareti gibi. Hicare hacer'in çoğuludur, Meselâ cimale cemel'in çoğulu olduğu gibi. Bu da azdır, kıyasi değildir. Bunlardan maksat müşriklerin yonttukları, kendilerine yaklaştırdıkları ve şefaatlerini, faydalarını ve zararı def etmelerini umarak taptıkları putlardır. Şu âyet de onu gösterir: "Şüphesiz sizler ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennemin odunusunuz” (Enbiya: 98). Günahlarının kaynağı olan şeyle azâp edilmişlerdir, nitekim kâfirler de biriktirdikleri mallarıyla azâp edilmişlerdir. Ya da yangılarım daha da artırmak için beklentilerinin aksi ile cezalanmalardır. Şöyle de denilmiştir: Taşlar hazinelerde biriktirdikleri ve onunla gurur duydukları altın ve gümüştür. Buna göre bu tür azabın kâfirlere tahsis edilmesinin bir anlamı kalmaz. Bunun, kibrit taşı (kükürt) olduğu da söylenmiştir, bu ise delilsiz bir tahsistir, maksadı da iptal etmedir. Çünkü gaye onu korkunç göstermedir ve alevinin başkasında görülmeyecek büyük olmasıdır. Kükürtle ise zayıf da olsa her ateş tutuşturulur. Eğer bunun İbn Abbâs radıyallahü anhuma'den geldiği sağlam ise belki de bundan, diğer ateşler için kükürt nasılsa bunlar da o ateş için öyledir demek istemiştir. Âyet Medeni olduğu ve Mekke'de Tahrim sûresinde inen: "Bir ateş ki, yakıtı insanlar ve taşlardır” (Tahrim: 60) âyeti indikten sonra indiğinden ve onu duyduklarından ateşi tarif etmek ve cümlenin de ona sıla düşmesi doğru olmuştur. Bunun bilinen bir hikâye olması lâzımdır. (Kâfirler için hazırlanmıştır). Onlar için tertip edilmiş ve azapları için hazırlanmıştır. U'tidet şeklinde de okunmuştur, atad'den gelir ve hazırlık manasınadır. Cümle yeni söz başıdır. Ya da kad gizleyerek nar'dan hâl’dir,kuduha'daki zamirden değildir. Vekudu mastar kılsan da doğru değildir, çünkü arası haberle açılmıştır. Âyette peygamberliğe birkaç yönden delil vardır: Birincisi, iki Âyetteki meydan okuma, tartışmaya teşvik, başa kakarak ve tehdit ederek tartışmak için bütün gücü harcama, Kur'ân'ın en kısa sûresine benzer getirmekle meydan okunduğu hâlde bunu yapamamaları. Sonra onlar çok olmalarına, fesahatle meşhur olmalarına ve bunu yapmak için can atmalarına rağmen buna girişmediler, onu vatanından sürmeye ve kanını akıtmaya yeltendiler. İkincisi, iki âyet de gâipten olduğu gibi haber vermektedir. Çünkü onlar eğer karşı çıksalardı asla gizli kalmazdı, kaldı ki, muarızlar muvafıklardan her zaman çok idiler. Üçüncüsü, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem eğer kendinden bu kadar emin olmasa idi onları bu şekilde karşı çıkmaya davet etmezdi, delilin çürütülmesinden korkardı. "O ateş kâfirler için hazırlanmıştır” bu da cehennemin şimdi yaratılmış ve onları beklemekte olduğunu gösterir. 25Îman edip iyi şeyler yapanları kendileri için altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdele. Her ne zaman onun meyvelerinden rızıklansalar, "bu, daha önce rızıklandığımız şeydi” derler. Bunlar birbirine benzer olarak sunulacak. Orada onlar için tertemiz eşler vardır. Orada ebedî kalacaklardır.. "Îman edip iyi şeyler yapanları cennetlerle müjdele". Bu da geçen cümleye ma’tûftur. Maksat Kur'ân-ı Azim'e îman edip sevabı anlatılanın hâlini onu ve azabının nasıl olacağını inkâr edenin hâline atfetmektir. Çünkü Allahü teâlâ adeti gereği teşvikle korkutmayı çifte olarak yan yana vermektedir. Bu da kurtarıcı şeyleri kazanmaya teşvik ve helâk edici şeyleri irtikâptan men etmek içindir. Yoksa maksat cümleyi cümleye atfetmek değildir ki, aynen onda geçen emirler ve yasaklar bunda da geçsin de onun üzerine atfedilsin. Ya da bu müjdeleme cümlesi, korkunun emrine ma’tûftur; çünkü bu kadar meydan okumadan sonra karşı koyacak bir şey getiremeyince, onun insanı aciz bırakan bir şey lduğu meydana çıkar. Bu da meydana çıkınca onu inkâr eden azaba müstahak olur, ona îman eden de sevabı hak eder. Bu ise ötekileri korkutmayı, berikileri de müjdelemeyi gerektirir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e veya her asrın alimine veyahut müjde vermeye gücü yeten herkese onları müjdelemeyi emredip de kâfirlere hitap ettiği gibi onlara da müjde kalıbı ile hitap etmemesi, onları büyütmek, müjdeyi hak ettiklerini göstermek ve kendileri için hazırlanan şeyle tebrik etmek içindir. Bu kelime meçhul kalıbı ile büşşire şeklinde de okunmuştur, o zaman üiddet'e atfedilmiş ve yeni söz başı olmuş olur. Müjde (beşaret) sevindirici haber vermektir. Çünkü o deride (beşerede) neşe eseri gösterir. Bunun içindir ki, fakihler şöyle demişlerdir: Bir adam kölelerine, kim bana çocuğumun geldiği müjdesini verirse hürdür dese de ona tek tek haber verseler, ilk müjdeyi veren azat olur. Eğer: Bana kim haber verirse dese idi, hepsi azat olurdu. Ama: "Onları acıklı bir azapla müjdele” (Al-i İmran: 21) âyeti alay yollu ya da şairin: Aralarında selamlaşmaları feci şekilde kılıç vurmaktır Mısraında olduğu gibidir (müjde üzücü haberde de kullanılır). "İyi şeyler (salihat)” saliha'nın çoğuludur, o da isim yerine kullanılan genel sıfatlardandır, Meselâ hasenet (iyilik) gibi. Şâir Hutay'a şöyle demiştir: Onları nasıl yererim ki, bütün iyilik (salihat) bana Görmediğim hâlde Leim hanedanından gelmektedir! Onlar da şerîatın câiz ve hoş gördüğü şeylerdir. Müennes olması haslet veya hallet ile te'vil edilmesindendir. Salihatın başındaki lâm-ı tarif cins içindir. Amelin îmana sonuçlarına bağlı olarak atfedilmesi, bu müjdeyi hak etmede sebebin, ikisinin birlikte bulunmasından ve bu iki sıfatın toplamından ibaret olduğunu bildirmek içindir. Çünkü tahkik ve tasdikten ibaret olan îman temeldir, iyi amel de üzerindeki bina gibidir. Üzerinde bina olmayan temelin de bir faydası yoktur. Bunun içindir ki, pek az olarak ayrı ayrı zikredilirler. Bunda şuna da delil vardır ki, amel-i sâlih îmanın dışındadır. Çünkü esas olan, bir şeyin ne kendi nefsine ne de içinde bulunan bir şeye atfedilmesidir. "Enne lehüm” harf-i çerin atılması ve fiilin ona yanaştırılmasıyla mensûbtur. Ya da harf-i çerin gizlenmesiyle mecrûrdur, Meselâ: Vallahi le-ef'alenne (vallahi şöyle yapacağım) gibi. Cennet mastar bina-i merredir, cen'den gelir, o da cennehu fiilinin mastarıdır, örtmek manasınadır. Bu terkibin aslı örtmek üzerine kurulmuştur: Dalları birbirine geçen ağaca cennet denilmesi mübalağa içindir, sanki altındakini bir seferde gizler demektir. Şâir İbn Züheyr şöyle demiştir; Sanki iki gözüm ezilmiş devenin çektiği iki kovada Bir bahçeyi sulayan iki kova (çeşme) gibidir. Burada geçen cenneten suhuka, uzun hurma ağaçları demektir. Sonra bahçeye cennet denildi, çünkü onda altım gölgeleyen sık ağaçlar vardır. Sonra da sevap yurdu cennete denildi, çünkü onda da bahçeler vardır. Şöyle de denilmiştir: Ona cennet denilmesi, onda insanlar için hazırlanan çeşitli nimetlerin dünyada gizli olmasındandır. Nitekim kusurdan uzak Allahü teâlâ: "Hiçbir nefis kendisi için saklanan şeyi bilemez” (Secde: 17) buyurmuştur. Cennatin şeklinde cemi ve nekire kılınması da şundandır; çünkü cennetler İbn Abbâs'ın dediğine göre yedidir: Firdevs cenneti, Adn cenneti, Naîm cenneti, Darulhuld, Cennetülme'va, Darusselam ve İlliyyin. Her birinde amellere ve amel edenlere göre farklı dereceler vardır. Lehüm'deki lâm o dereceleri hak etmeleri îman ve amel-i salihin sonucu olmasındandır, bizatihi (o ikisi) değildir. Çünkü onlar geçmiş nimetleri bile karşılayamaz, kaldı ki, ilerideki sevap ve mükâfatı. Onları hak etmeleri şerîat sâhibinin öyle takdir etmesi ve va'di gereğidir. Hak etmeleri mutlak da değildir, bilâkis mü'min olarak ölünceye kadar sürdürme şartına bağlıdır. Çünkü Allahü teâlâ: "Kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri boşa gitmiştir” (Bakara: 217). Ve Cenab-ı Allah, Nebisini uyarmış ve: "Yemin olsun ki, eğer şirk koşarsan mutlaka amelin boşa gider” (Zümer: 65) buyurmuştur. Daha bunlar gibi nice deliller vardır. Belki de Cenab-ı Allah bu zikredilenlerle yetinmemiz için burada kayıt altına almamıştır. "Altlarından ırmaklar akar” yani ağaçlarının altlarından demektir, nitekim kenarlardaki ağaçların altından aktığını görmekteyiz. Mesruk'tan: Cennet ırmakları harksız (kanalsız) akar, dediği rivâyet edilmiştir. Elenhar'daki lâm cins içindir, tıpkı, li-fülanin büstanun fihil maül cari (filancanın bir bahçesi vardır, içinde akarsu vardır) sözünde olduğu gibi. Ya da lâm ahd içindir, o da Allahü teâlâ’nın: "bozulmamış sudan ırmaklar” (Muhammed: 15) âyetinde zikredilen ırmaklardır. Nehr feth (neher) ve sükûn (nehr) ile dereden büyük, denizden küçük geniş su yoluna denir, Meselâ Nil ve Fırat gibi. Bu madde genişlik için konulmuştur. Bunlardan maksat sularıdır, bu da ya muzâfın izmarı (takdiri) iledir ya mecaz yolu iledir ya da bizzat su yollarıdır, akmanın onlara isnat edilmesi mecazdır, Allahü teâlâ’nın: "Yer ağırlıklarını çıkardığı zaman” (Zilzal: 2) ayetindeki gibi. "Küllema ruziku min semeretin. rizkan Kâlû hazellezi ruzikna min kabl". Cennatin lâfzının ikinci sıfatıdır ya da mahzûf mübtedanın haberidir veyahut yeni söz başıdır, sanki: Onlar için cennetler vardır, denildiği zaman dinleyicinin aklına, cennetin meyveleri de dünya meyveleri gibi midir başka cinslerden midir, geldi? Böyle denilerek izale edildi. Küllema zarf olarak mensûbtur, rizkan da mef'ûlünbih'tir. Birinci ve ikinci min de iptida içindir, hâl yerindedirler. Kelâmın takdiri ve manası şöyledir: Ne zaman cennetlerden başlayan ve meyveden başlayan bir rızık yeseler, o rızık cennetlerden başlamakla kayıtlanır. Onlardan başlaması da onlardaki meyveden başlaması iledir. Birinci hâlin sâhibi rizkan'dır, ikinci hâlin sâhibi de onun hâlde gizli zamiridir. Onun semeretin'in açıklaması olup önce geçmiş olması da ihtimal dahilindedir. Meselâ: Raeytü minke eseden (senden bir aslan gördüm) sözünde olduğu gibi. Hâza rızıklarının çeşidine işâret etmek içindir, Meselâ akan bir ırmağa işâret ederek: Hazel mau layekatıu demen gibi ki, bundan bizzat gördüğün nehri kastetmezsin; bilâkis bizzat onu işâret etsen de malum, görünmeyen ve sürekli akan nev'i kastedersin. Mana da şöyledir: Hâza mislüllezi... Ancak aralarındaki benzerlik sağlam olduğu için aynen o kabul edilmiştir, Meselâ: Ebû Yûsufe Ebû Hanîfete (Ebû Yûsuf Ebû Hanîfe'dir) sözün gibi. "Daha önce” yani bundan önce dünyada demektir. Cennet meyvesini dünya meyvesi cinsinden kılmıştır ki, nefis görür görmez ona meyletsin. Çünkü karakterler ülfet ettiği şeye meyleder, başkasından nefret eder. O zaman meziyeti ve nimetin hakikati ona görünür. Eğer daha önce tanımadığı bir cins olsa idi hep öyle olacağını zannederdi. Ya da min kablu, daha önce cennette gördüğü demektir, çünkü cennet taamları şeklen birbirine benzer. Nitekim Hasen Basri radıyallahü anh'ten şöyle dediği nakledilmiştir: Birine bir tabak yemek getirilir, ondan yer, sonra başkası getirilir; onu birincisi gibi görür. Melek ona: Ye, sadece rengi benzemektedir, tadı ayrıdır, der. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Muhammed'in ruhunu elinde tutan zata yemin ederim ki, cennet halkından bir adam yemek için meyveye elini uzatır, daha ağzına ulaşmadan Allah onu benzeriyle değiştirir. Belki de onu ilk hâliyle gördükleri zaman böyle derler. Birincisi daha açıktır. Çünkü onda küllema edatının genelliği korunmuş olur. Zira bu, o sözü her seferinde tekrar ettiklerini gösterir. Bunun sebebi de çok garipsemeleridir ve şeklen aşırı derecede benzeştikleri halele tat bakımından çok farklı bulmalarındandır. "Benzeşik olarak sunulacak” bu da bunu tesbit eden ara cümledir, zamir birinciye göre iki dünyada tattıkları rızka râcidir, çünkü Allahü teâlâ’nın "bu daha önce bize rızık edilendir” sözü de bunu göstermektedir. Benzeri de azîz ve celil olan Allah'ın: "Zengin de olsa fakir de olsa Allah onlara daha yakındır” (Nisa: 135) ayetidir. Yani zengin ve fakir cinsleri demektir. İkinciye göre de rızka râcidir. Eğer: Benzeşmek sıfatta tam eşit olmaktır, bu ise dünya ve âhiret meyveleri arasında yoktur. Nitekim İbn Abbâs radıyallahü anhuma: Cennette dünya nimetleri ancak ismen benzerler, buyurmuştur. Ben de derim ki: Onların şeklen benzeşmeleri bu ismin verilmesi için yeterlidir, yoksa miktar ve tat bakımından değildir. Bu böyle, âyet-i kerimenin başka bir yorumu daha vardır, şöyle ki, cennet halkına dünyada rızık olarak verilen marifet ve taatların zevkleri onların farklı oluşlarına göre değişiktir. Bize rızık edilen sözünden (cezaehu muzâfmın hazfi ile) sevabını anlamak da mümkündür. Çünkü bunlar şerefte, meziyette ve yüksek tabakada birbirine benzerler. Bu vaat bakımındandır. Bunun tehdit bakımından benzeri de: "Yaptıklarınızı (cezasını) tadın” (Ankebut: 55) kavlidir. (Orada onlar için tertemiz eşler vardır). Kadınlar için tiksinilecek şeylerden ve kınanacak hâllerden demektir, Meselâ hayz, kir, karaktersizlik ve kötü ahlâk gibi. Çünkü tathir (temizleme) cisimlerde, ahlaklarda ve hareketlerde de kullanılır. Mutahharatün ve mutahharatün şeklinde de okunmuştur, ikisi de fasih lügattir. Ennisau fealet ve fealne ve hünne failatün denir. Şâir de fealet kalıbını kullanmıştır: Genç kızlar dumanı peçe yapıp da acele ederek Kazanların kurulmasını beklemeyince eti külde pişirdiler. Çoğul lâfız itibarı ile tekil de cemâat te'vili iledir. Bu kelime tı'nın şeddesi ve he'nin de kesri ile muttahhiretün şeklinde de okunmuştur ki, mutatahhiretün manasınadır. Mutahheretün ise tâhiretün ve mütetahhiretün'den daha mübalağalıdır, çünkü akla onları temizleyen biri olduğunu getirir ki, o da azîz ve celil olan Allah'tan başkası değildir. Zevc (eş) erkeğe de dişiye de denilir. O, aslında kendi cinsinden benzeri olana denir, ayakkabının teki gibi. Eğer: "Yenilen şeyin faydası gıdalanmak ve açlığın zararını def etmektir; evlenmenin faydası çoluk çocuk sâhibi olmak ve cinsten zevklenmektir, bunlara cennette ihtiyaç yoktur” denilirse, ben de şöyle derim: Cennetin yiyecekleri, kadınları ve diğer hâlleri dünyadaki benzerlerine ancak bazı sıfat ve itibarlarda ortaktır ve istiare ve temsil yolu ile o ismi alır. Yoksa ona tüm hakikatlerinde ortak değildir ki, bu dediğiniz lâzım gelsin ve onun verdiği faydayı versin. (Onlar orada ebedî kalacaklardır). Devamlı kalacaklar demektir. Huld ve hulûd aslında uzun süre sebat manasınadır, ister devam etsin ister etmesin. Bunun içindir ki, üçocak taşma: Havalid ve insandan hayatta olduğu sürece kalan parçasına da haled, denir. Eğer hulûd maddesinin aslı devam için olsa idi, (orada sonsuza kadar ebedî kalırlar) (Nisa: 169) âyetinde ve diğer yerlerde ebedilik kaydı anlamsız kalır ve devamı olmadığı için de: Vakfun muhalled (süresiz vakıf) sözünde kullanılması iştirak yahut mecaz olurdu. Kelimenin aslı ise buna müsaade etmez. Ama bir şey daha genel bir şey için konulsa da bu itibarla devam için kullanılsa öyle olmaz, Meselâ insana cisim denilmesi gibi (o zaman iştirak de mecaz da olmaz). Meselâ: "Senden önce hiçbir insana ebedilik (huld) vermedik” (Enbiya: 43) âyetinde olduğu gibi. Ancak burada cumhura göre devam için kullanılmıştır, çünkü âyetler ve hadisler bunu göstermektedir. Eğer "bedenler nitelikleri birbirine ters parçalardan oluşmuştur, ayrışmaya ve dağılmaya götüren değişimlere maruzdur; cennetlerde ebedî kalması nasıl düşünülür?” denirse, ben de şöyle derim: Şüphesiz Allah,ü teâlâ onları bir daha değişmeyecek şekilde iade eder; Meselâ onları nicelikleri birbirini güçlendiren, kuvvetleri eşit, birinin yaşaması diğerinin çürümesine götürmeyecek, birbirini destekleyecek ve birbirinden ayrılmayacak şekilde yaratır; nitekim aynı şeyi bazı madenlerde görmekteyiz. Kaldı ki, o âlemi ve hâllerini bizim bildiğimiz ve gördüğümüz bu âleme kıyas etmek akıl eksikliğinden ve basiret zayıfhğmdandır. Bil ki, hissî zevklerin çoğu meskenler, yiyecekler ve kadınlarla sınırlı olduğu için - nitekim araştırmalar bunu göstermektedir - bütün bunların dayanağı da devam ve sebattır; çünkü bütün büyük nimetler zevale mahkum olursa, hayatı bulandırır, durmadan acı verir; işte bunun içindir ki, Allahü teâlâ mü'minleri bu büyük nimetlerle müjdeledi ve âhirette onlar için hazırladığını en çok zevk alınacak şeylere benzetti ve ebedilik vaat ederek de kaçırma korkusunu izale etti. Tâ ki, sefa ve sevinçleri kemal mertebesini bulsun. 26Allah bir sivrisinek olsun ve daha üstünde olsun, herhangi bir şeyi misal getirmekten çekinmez. Îman edenler bunun Rablerinden hak olduğunu bilirler. İnanmayanlar ise, "Allah bununla ne demek istiyor?” derler. Allah onunla çoklarını saptırır ve çoklarını da doğru yola getirir. Onunla ancak fâsıkları saptırır. "Şüphesiz Allah, bir sivrisinek olsun ve daha üstünde olsun, herhangi bir şekilde misal getirmekten çekinmez". Geçen âyetler çeşitli temsilleri içerdiğinden bunun arkasından güzel temsili, hakkını ve şartını açıkladı. Bu da onun temsil getirilen şeye büyüklük ve küçüklükte, adilik ve şerefte uygun olmasıdır, yoksa temsil getirene uygun olması değildir. Çünkü temsil ancak temsil getirilenin manasını açmak ve üzerindeki perdeyi kaldırmak ve onu görülen ve hissedilen bir şey şeklinde göstermek için getirilir. Tâ ki,him akla yardım etsin ve onun üzerinde onunla uzlaşsın. Çünkü akıl yalın manayı ancak vehimle tartışarak idrak eder. Çünkü onun tabiatında görülen şeye meyletme ve taklidi sevme vardır. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ’nın gönderdiği kitaplarda misaller yaygındır, iyi konuşan kimselerin ibarelerinde ve hekimlerin işaretlerinde sık görülür. Değersiz değersizle ve büyük büyükle temsil edilir. Temsili getiren ne kadar büyük olsa da böyle yapılır. Nitekim İncil'de kalpteki kin elentiye, sert kalpler taşa ve ahmak kimselerle konuşmak da arının deliğine çöp dürtmeye benzetilmiştir. Arap dilinde şöyle temsiller gelmiştir: Keneden daha duyarlı, kelebekten daha hareketli ve sivrisineğin iliğinden daha az bulunur. (Temsil böyle yapılır) yoksa câhil kâfirlerin, Allahü teâlâ’nın münâfıkların hâlini ateş yakanların ve yağmura tutulanın hâline, putlara tapmayı gevşeklik ve zayıflıkta örümceğin evine benzetip onları (putları) sinekten daha basit ve ondan daha değersiz kılması üzerine: Allah misal getirmeyecek ve sinek ve örümcekten bahsetmeyecek kadar büyüktür, dedikleri gibi değil. Sonra Allah onlara meydan okunan şeyin gökten indirilen vahiy olduğunu, onu inkâr edenin tehdide maruz kalacağını ve durumu belli olduktan sonra ona îman edenin güvene kavuşacağını va'dedince, dil uzattıkları şeye cevap vermeye başladı ve: "Allah haya etmez (çekinmez)” dedi. Yani sivrisinekle misal getirmeyi horsunarak terk etmez. Haya nefsin kınanma korkusu ile içe kapanmasıdır. Bu da hayasızlıkla - ki, o çirkin şeylere cesaret edip hiç aldırmadan onları yapmaktır - mahcubiyetin ortasında bir haslettir. Mahcubiyet de nefsin tutulup bir şey yapmamasıdır. Haya hayattan türemiştir, çünkü o, hayatiyet kuvvetine arız olan bir kırılmadır, o gücü kendi işlevinden alıkoyar. Hayiyer recülü denir, tıpkı nesiye ve haşiye gibi ki, insanın içi rahatsız olmaktır, hayiye de hayatı körelmektir. Haya ile Allahü teâlâ nitelenirse - nitekim şu hadiste öyle olmuştur: Şüphesiz Allah, ak saçlı Müslüman'a azâp etmekten haya eder. Allah hayat ve kerem sâhibidir, o kul dua etmek için ellerini kaldırırsa, onların içine hayır koymadan onları boş döndürmekten haya eder - bundan içine kapanmanın lâzımı olan terk etme manası anlaşılır. Nitekim rahmet ve gazabından da manalarının lâzımı olan iyilik ve kötülük etme manası anlaşılır. Bunun bir benzeri de develerini anlatan şairin şu beyitidir: Develer kendini arz eden sudan utanınca, Çiçeklerle süslü havuzdan dudaklarının ucu ile içtiler. Terk etme ifadesinden vazgeçilerek haya kullanılması onda temsil ve mübalağanın bulunmasındandır. Âyetin özellikle kâfirlerin bu şekildeki sözlerine karşılık olma ihtimali de vardır. Misal getirmek (darb etmek) onu yapmaktır, Meselâ yüzük yapma gibi. Aslı bir şeyi bir şeyin üzerine vurmaktır. En ile sılası (dahil olduğu muzâri) İmâm Hâlil'e göre min'in gizlenmesiyle mahallen mecrûrudur, Sîbeveyh'e göre ise min hazfedildikten sonra fiilin ona yanaştırılmasıyla mensûbtur. Mâ da ipham içindir, nekirenin iphamlığım (kapalılığını) ve yaygınlığını artırır ve kayıt yollarını kapatır, Meselâ: A'tmi kitabem mâ, bana herhangi bir kitap ver, sözün gibi. Ya da mâ te'kit için ziyade kılınmıştır, "febima rahmetin minallahi” (Al-i İmran: 159) kavlinde olduğu gibi. Biz, ziyade kılınmış derken boştur, hiçbir değeri yoktur demek istemiyoruz. Çünkü Kur'ân'ın hepsi hidâyettir ve açıklamadır. Bilâkis murat edilen bir mana için konulmayan demektir. O sadece başkasıyla beraber zikredilmek ve ona güç ve kuvvet vermek için konulmuştur. O Kur'ân'ın hidâyetini artırır, onun değerini düsürmez. Beudatün lâfzı meselen'in atıfbeyanıdır ya da yadribe'nin mef'ulüdür. Meselen ise hâl’dir, yukarı alınmıştır, çünkü nekiredir. Yahut da ikisi de (mâ ile meselen) fiilin mamulüdür, çünkü ona ceala manası verilmiştir. Beudetün mübtedânın haberi olmak üzere merfû’dur, buna göre "mâ” için başka ihtimaller belirir; mevsûle olur ve sılasının başı hazfedilmiştir. Meselâ "temamen alellezi ahsene” (Enam;154) kavlinde olduğu gibi (huve ahsene demektir). Böyle bir sıfatla mevsûfe de olur. Her iki ihtimale göre mahallen mensûbtur. Mübtedâ olarak istifhamiye de olur, sanki Allahü teâlâ onların Allah'ın misal getirmesini garipsemeleri üzerine arkasından: Sivrisinek ve daha yukarısı nedir ki, onunla misal getirmesin; bilâkis o, bundan daha değersizi ile de misal getirir, demiş gibi oldu. Bunun benzeri de şudur: Filanca kimse hibe ettiği şeye önem vermez; bir ve iki dirhem nedir ki,! Beud feul vezninde ba'zdan gelir ki, o da kesmektir, bad' ile adb da bu türde genellikle kullanılır, Meselâ hamuş gibi (aynı manaya). "Fema fevkaha” bu da beudaten'in yahut da isim kılınarak mâ'nın üzerine ma’tûftur. Manası da cüsse itibarı ile ondan iri olan demektir, Meselâ karasinek ve örümcek gibi. Sanki bundan onların hoşlanmadıkları şeyi reddetmek istemiştir. Mana şöyledir: Sivrisinekle misal getirmekten çekinmez, kaldı ki, daha büyüğü ile. Ya da mana itibarı ile ondan büyük olan demektir ki, o da küçüklük ve değersizliktir, meselâ sivrisineğin kanadı gibi. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz onu dünyaya misal getirmiştir. Her iki ihtimale göre onun bir benzeri de şu rivâyettir: Bir adam Mina'da çadırın iplerine takılarak düştü; Hazret-i Âişe radıyallahü anha: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediğini işittim, dedi: Bir Müslüman'ın bir yerine diken batar veya bunun üstünde bir şeyle karşılaşırsa, mutlaka onun için bir derece yazılır ve ondan bir hatası düşürülür. Çünkü bunun acıda dikeni geçen deme ihtimali de vardır, Meselâ düşme gibi. Ya da azlıkta onu geçme ihtimali vardır, Meselâ karıncanın ısırması gibi. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Bir mü'minin başına kötü bir şey gelirse, günahlarına kefaret olur, hatta karınca ısırması olsa bile. (Îman edenler bunun Rablerinden bir hak olduğunu bilirler). Emma harf-i tafsildir, kapalı şeyi açıklar, başına getirildiği şeyi pekiştirir ve şart manasını içerir. Bunun içindir ki, cevabına fe edâtı getirilir. Sîbeveyh şöyle demiştir: Emma zeydün fezahibün cümlesinin manası şöyledir: Ne olursa olsun Zeyd gidicidir. Yani şüphesiz gidicidir, kararlıdır, demektir. Asıl olan fe'nin cümleye girmesidir, çünkü o cezadır, ancak hemen şart edatından sonra gelmesini hoş görmediler, şartın yerine mübtedâyı getirdiler. İki cümlenin de başına emma'nın getirilmesi mü'minlerin durumunu övgüye lâyık bulmaktır, ilimlerine güvenmektir ve kâfirleri o sözlerinden dolayı aşırı şekilde kınamaktır. Ennehu'daki zamir mesel'eye yahut lenyadribe'ye aittir. Hak inkârı câiz görülmeyen sâbit şeydir, somut varlıklara, isabetli işlere ve doğru sözlere denir. Hakkal emrü deyiminden gelir ki, iş sâbit oldu demektir. Sevbun muhakkakun da bundan gelir ki, sağlam dokunmuş kumaş manasınadır. (Kâfirlere gelince şöyle derler). Bunun hakkı: Ve emmellezine keferu felayalemune demek idi. O zaman karşıtına denk gelir ve ona karşılık olurdu. Ancak onların bu sözleri tam câhil olduklarına delil olduğu için kinaye yolu ile ondan vazgeçildi, ona delil gibi olması istenildi. "Maza eradallahu bihaza meselâ” Bunun iki ihtimali vardır: Mâ istifhamiye, za da ellezi manasına, arkası da sıla olur ve toplamı mâ'nın haberi olur. Şöyle de olabilir: Mâ za ile birlikte tek bir isim olur, manası da eyyü şey'in demek olur, mef'ûl olarak mahallen mensûb olur, Meselâ mâ eradallahu gibi. Onun cevabında en güzeli birinciye göre Merfû', ikinciye göre de mensûb olmasıdır. O zaman cevap suale uygun olur. İrade nefsin fiile meyletmesidir, ona doğru sürüklenmesidir. Meylin başlangıcı olan kuvvete de irâde denir. Birincisi fiille beraber olur, ikincisi önce olur. Her iki mananın da Allahü teâlâ'ya sıfat olması düşünülemez. Bunun içindir ki, irâdesinin manası üzerinde ihtilâf edilmiştir, şöyle denilmiştir: Onun irâdesi kendi fiilleri için yanılmayıp zorlanmamasıdır, başkasının işi için de onu emretmesidir. Buna göre günahlar onun irâdesiyle olmaz. Şöyle de denilmiştir: Onun irâdesi, durumu en güzel şekilde ve en uygun tarzda kapsamlı olarak bilmesidir. Çünkü bu, gücü yeteni onu yapmaya davet eder. Gerçek şudur ki, irâde gücü yettiği iki şeyden birini diğerine tercih etmek ve onu ötekisi ile değil de o şekilde tahsis etmektir. Ya da şöyledir: İrade bu tercihi yaptıran manadır. O da ihtiyardan (seçmeden) daha geneldir. Çünkü ihtiyar birini diğerine üstün kılma meylidir. Kâfirlerin "Hâza (bu)” sözlerinde hor görme ve aşağılama manası vardır (bu mu yapacak?). Meselen temyiz yahut hâl olmak üzere mensûbtur. "Hazini nakatullahi ayeten” (Araf; 73) kavlinde olduğu gibi. (Allah onunla çoklarını saptırır). Maza'nın cevabıdır, yani idlalün kesirün ve ihdaün kesirün demektir, fiil mastar yerine konulmuştur. Bu da hudus ve yenilenmeyi temin etmek içindir, ya da emma ile başlayan iki cümlenin açıklamasıdır ve onun (misal getirmenin) hak olduğunu bilmenin hidâyet ve açıklama, öyle misal getirmenin ve güzelliğinin İnkârının da sapıklık ve fasıklık olduğunu tescildir. İki taraftan her birinin çokluğu kendine nazarandır, karşıtına kıyasla değildir. Çünkü.hidâyete erenler sapıklara göre azdır. Nitekim Allahü teâlâ: "Kullarımdan hakkıyla şükredenler azdır” (Sebe': 13) buyurmuştur. Sapıkların çokluğunun sayı itibarı ile hidâyete erenlerin çokluğunun da fazilet ve şeref itibarı ile olması da ihtimal dahilindedir. Nitekim şâir şöyle demiştir: Sayıldıkları zaman azdırlar, düşmana saldırdıkları zaman ise çokturlar. Ve şöyle demiştir: Kerem sahipleri ülkede çoktur ister ki, az olsunlar Nitekim başkaları da çok olsalar da azdırlar. "Onunla ancak fâsıkları saptırır". Yani îman sınırından çıkanları demektir. "Gerçekten münâfıklar sapıkların ta kendileridir” (Teube: 67) âyeti de öyledir. Fesakatir ratbetü an kışriha (taze hurma kapçığından çıktı) deyiminden alınmıştır. Şâir Rube de şöyle demiştir: Doğru yoldan çıkan, eğriye sapan dişi develer olarak. Fasık da büyük günah işleyerek Allah'ın emrinden çıkan demektir. Onun üç derecesi vardır: Birincisi, ahmaklıktır ki, büyük günahları hoşlanmayarak zaman zaman irtikap eder. İkincisi, içine dalmaktır ki, büyük günahları onlara meyletmediği hâlde adet hâline getirir. Üçüncüsü de onların doğru olduğunu bilerek irtikap eder. Fasık bu makama yaklaşır da çizgiyi aşarsa, îman ipini boynundan sıyırır ve küfre varır. Ahmaklık ve içine dalma sınırında kaldığı sürece ondan mü'min ismi alınmaz. Çünkü tasdik sıfatını taşımaktadır ki, o da îmanın isim sâhibidir. Zira Allahü teâlâ: "Eğer mü'minlerden iki grup savaşırlarsa” (Hucurat: 9) buyurmuştur. Mu'tezile: Îman; tasdik, ikrar ve amelin toplamından, küfür de hakkı yalanlamak ve onu inkâr etmektir, dediklerinden fasığı üçüncü bir kısım yaptılar ve onu mü'minle kâfir arasında bir yere koydular. Çünkü bazı hükümlerde ikisinden birine ortaktır. Saptırmanın fısk sıfatına dayalı olarak onlara tahsis edilmesi, onları sapıklığa hazırlayanın ve onları sapıklığa götürenin o olduğunu göstermek içindir. Çünkü onların inkârları, haktan sapmaları ve batılın üzerinde ısrarları, onların düşünce yüzlerini misalin hikmetinden temsil verilen şeyi hor görmeye götürmüştür. Öyle ki, o vesileyle cahillikleri sağlamlaştı ve sapıklıkları arttı. O sebeple onu inkâr ettiler ve onu alaya aldılar. Meçhul kalıbı ile yudallu, fasikun da vâv ile Merfû' olarak da okunmuştur. 27Onlar öyle kimseler ki, Allah'ın emrettiği şeyi te'kit ettikten sonra bozarlar, Allah'ın bağlanmasını emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte ziyan edenler onların ta kendileridir. "Ellezîne yenkuduna ahdallahi” bu da fâsıkların sıfatıdır; onları kınamak ve fasıklığı tespit etmek için getirilmiştir. Nakd terkibi bozmaktır. Aslı ipin katları hakkında kullanılır. Sözü bozmada kullanılması ise istiare yolu ile getirilmesindendir. Çünkü onda da iki sözleşenden birinin diğerine bağlanması vardır. Bozma ip lâfzı ile kullanılırsa mecazın tercihi olur, eğer söz ile kullanılırsa, onun lazımlarına remz (işâret) olur. Şöyle ki, söz ahitleşenler arasında bağlantıyı sağlayan iptir. Meselâ biri için: Yiğittir, rakiplerini parçalar, alimdir, insanlar ondan pençe pençe içerler sözünde olduğu gibi. Burada onun yiğitlikte aslan olduğuna, fayda temin etmede de deniz (geniş tatlı su) olduğuna dikkat çekilmiştir. Ahd misaktır (sözdür), aslı dikkat ve kontrol edilmesi gereken şey içindir, Meselâ vasiyet ve yemin gibi. Eve de ahd denir, çünkü o da ona dönmekle kontrol edilir. Tarihe de denir, çünkü o da korunur (ezberlenir). Bu söz ya akılla alman sözdür, o da kulların üzerinde duran ve Allah’ın birliğini, varlığının zorunluluğunu ve Resûlünün doğruluğunu gösteren delildir. "Onları kendi nefislerine şâhit tuttu” (Araf: 172) sözü de böyle te'vil edilmiştir. Ya da peygamberlerle ümmetlerine karşı alman sözdür; şöyle ki, onlara mu'cizelerle tasdik edilen o Peygamber gönderildiği zaman onu tasdik edeceklerine, ona tâbi olacaklarına, onun durumunu gizlemeyeceklerine ve hükmüne muhalefet etmeyeceklerine dâir söz alınmıştır. Şu ve benzeri âyetlerde buna işâret etmiştir: "Hatırla o zamanı ki, Allah kitap verilenlerden söz almıştı...” (Al-i İmran: 187). Şöyle de denilmiştir: Allah'ın sözleri üçtür: Birincisi Âdem'in bütün zürriyetinden kendi Rabliğini tanıyacaklarına dâir aldığı söz. İkincisi, dini dosdoğru tutacaklarına ve onda ayrım yapmayacaklarına dâir peygamberlerden aldığı söz. Üçüncüsü de hakkı açıklayacaklarına ve onu gizlemeyeceklerine dâir alimlerden aldığı söz. "Min badi misakıhi” zamir ahd içindir, misak sağlamlaştıracak şeyin adıdır, onlar da hükümlerdir. Bundan maksat da Allahü teâlâ’nın onunla âyet ve kitaplarını tevsik ettiği şeydir. Ya da sağlamlaştırıp üstlendikleri ve kabul ettikleri şeylerdir. Mastar manasına olup min'in de iptida için olması da ihtimal dahilindedir. Çünkü bozma söz verdikten sonra olur. "Allah'ın bağlanmasını emrettiği şeyi keserler” Allah'ın râzı olmadığı her türlü kesmeye ihtimali vardır; Meselâ sıla-i rahmi kesmek, mü'minlerle ilişkiyi kesmek, tasdik bakımından peygamberler - onlara selâm olsun - arasında ayrım yapmak, farz olan cemâatleri terk etmek ve diğer her türlü hayrı terk etmek ve şerri yapmak gibi. Çünkü bunlar Allah ile kulu arasında istenen bağı koparır. Emir, bir iş yapmayı isteyen sözdür. Şöyle de denilmiştir: Rütbesi yüksek olan tarafından böyle olan sözdür. İş manasına gelen ve mastar olup da mef'ûl manasına kullanılan emr'e de böyle denilmesi, onun da emredilen şeylerden olmasındandır. Bu manadaki emre şe'n de denir, çünkü o da istenen ve hedeflenen şeydir. Şeentü şe'nehu denir ki, niyet edip birine doğru gitmektir. En yusala'nın mâ'dan veya zamirinden bedel olarak nasba da cerre de ihtimali vardır. İkincisi lâfız ve mana bakımından daha güzeldir. "Yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar” îmandan men etmek, hak ile alay etmek ve nizam-ı âlemi altüst eden ilişkileri kesmekle. "İşte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir” onlar; aklı düşünmekten ve onlara ebedî hayatı kazandıracak şeyleri almaktan ihmal etmekle, âyetlere îman etmenin, gerçeklerine bakmanın ve nurlarım almanın yerine inkârı ve onlara dil uzatmayı,fa gösterecekleri yerde sözden caymayı, ıslahata karşılık bozgunculuğu ve sevaba karşılık azâbı satın almakla ziyan ettiler. 28Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, sizler ölüler idiniz de sizi diriltti. Sonra sizi öldürecek. Sonra da ona döndürüleceksiniz. "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki,” haber sormadır, içinde küfürlerini inkâr ve o hususta şaşma vardır. Çünkü inkâr hâlleri delille (burhanı limmi ile, eserden müessire geçişle) reddedilmiştir. Bu da şunun içindir, çünkü inkâr hâl ve sıfattan ayrılmaz. Küfürlerini mûcip bir hâl olacağını inkâr edince, bundan küfrün varlığı da inkâr edilmiş olur. Bu da küfrü inkâr etmek için "inkâr mı ediyorsunuz?” demekten daha beliğ ve daha güçlüdür, arkasındaki hâle daha uygundur. Hitap (kâfir olanlara)dır; onları küfür, kötü konuşma ve çirkin fiille niteleyince, onlara kalıp değiştirerek hitap etti, hiç gerek yokken inkâr etmelerinden dolayı onları kınadı. "Halbuki sizler ölüler idiniz” yani cansız maddelerden, gıdalardan, karışımlardan, meniden ve yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem etten ibaret idiniz de; (Sizi diriltti) ruhları yaratmak ve size üfürmekle. Fe ile atfetmesi bunun atfedildiği şeylere bitişik olup zaman bakımından geri olmadığı içindir. Diğerleri ise öyle değildir. "Sonra sizi öldürecek” ecelleriniz geldiği zaman. "Sonra sizi diriltecek” sûra üfürüldüğü gün kalkmakla veyahut kabir suali için. "Sonra ona döndürüleceksiniz” mahşerden sonra; sizi amellerinizle cezalandıracaktır ya da hesap vermek için onun huzurunda toplanacaksınız. Bu hâlinizi bildiğinize göre inkâr etmeniz ne tuhaftır! Eğer: Onlar ölüler iken onları dirilttiğini, sonra da öldüreceğini büdilerse de tekrar diriltileceğini ve ona döndürüleceklerini bilmediler, denilirse? Ben de şöyle derim: Önlerine konulan deliller sebebiyle bu iki hâli bilme imkânları mazeretlerini giderecek şekilde bilmiş olmalarının yerine konulmuştur. Özellikle Âyette bu ikisinin (öldükten sonra dirilme ile Allahü teâlâ’nın huzuruna çıkmanın) doğru olduğuna ikaz vardır. Şöyle ki, Allahü teâlâ onları önce diriltmeye kâdir olunca ikinci kez diriltmeye de kâdir olur. Çünkü tekrar etmek yeni başlamaktan daha kolaydır. Ya da hitap (mü'min ve kâfir) iki grubadır, çünkü kusurdan uzak Allah tevhid ve peygamberlik delillerini ortaya koyup da îman edenleri müjdeleyince ve inkâr edenleri tehdit edince, bunu onlara karşı saydığı genel ve özel nimetlerle te'kit etti. Bu değerli nimetlerin yanı sıra İnkârlarını çirkin ve akıldan uzak gördü. Çünkü nimetin büyüklüğü nimet verene isyanın da büyük olduğunu gösterir. Eğer: Öldürmek nasıl şükrü gerektiren nimetlerden sayılır, denilirse? Ben de şöyle derim: O, ikinci hayata yani gerçek hayata geçiş noktası olduğu için - nitekim Allahü teâlâ: "Âhiret yurdu gerçek hayattır” (Ankebut: 64) buyurmuştur - büyük nimetlerden oldu. Ayrıca onlara karşı sayılan nimet, bütün kıssadan çıkarılmış girift bir manadır. Nitekim hâl olan şey de bunları bilmektir, yoksa cümlenin teker teker parçaları değildir. Çünkü onların bir kısmı mâzi, bir kısmı da muzaridir. İkisinin de hâl olması doğru değildir. Ya da hitap özellikle mü'minleredir, bu da onlara yapılan minneti tespit ve kâfirleri ondan uzaklaştırmak içindir. Şu manaya ki: İnkârınız nasıl tasavvur edilir ki, sizler ölüler yani Câhiller idiniz de sizi verdiği faydalı ilim ve îmanla diriltti. Sonra sizi bilinen ölümle öldürecek, sonra da gerçek hayatla diriltecektir. Sonra da ona döndürüleceksiniz. O da sizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve bir kimsenin aklına gelmeyen şeylerle mükâfatlandıracaktır. Hayat hissi kuvvettir ya da onu gerektiren bir şeydir, bunda da hakikat manasınadır. Büyüyen kuvvette de mecaz manasınadır, çünkü onun öncü ve yardımcılarındandır. Hayat insana hâs olan akıl, ilim ve îman gibi faziletlerde mecazdır; zira bunlar hayatın kemali ve gayesidir. Ölüm de her mertebede bunların karşıtına denir. Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "De ki: Allah sizi diriltir ve öldürür” (Casiye: 26). Ve şöyle buyurmuştur: "Bilin ki, şüphesiz Allah yeri ölümünden sonra diriltir” (Hadid: 17). Ve şöyle buyurmuştur: "Ölü iken diriltip de ona insanların arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse ötekisi gibi midir?” (En'âm: 122). Eğer hayat Yaratıcının sıfatı olursa, ondan istiare yoluyla bizdeki bu kuvvet için lâzım olan ilim ve kudretle sıfatlanmasının doğruluğu murat edilir. Ya da Allahü teâlâ’nın hayatı zâtı ile kaim ve ilim ve kudretle vasıflandırılmasım gerektiren bir manadır. Ya'kûb Kur'ân'ın her yerinde bu lâfzı te'nin fethi ile terciun şeklinde okumuştur. 29O ki, yeryüzünde ne varsa, hepsini sizin için yaratmış, sonra da göğe yönelmiş; onları yedi kat olarak düzenlemiştir. O her şeyi hakkıyla bilir. "O ki, yeryüzünde ne varsa, hepsini sizin için yarattı". Bu da birinciye bağlı başka bir nimetin açıklamasıdır. Çünkü onları canlı ve güçlü yarattı, bunu da arka arkaya yaptı. Bu da yaşamlarını sürdürmeleri ve geçimlerini temin etmeleri için gerekli olan şeyleri yaratmasıdır. "Sizin için” ifadesinin manası sizin hatırınız ve dünyada yararlanmanız için demektir. Çünkü onları dolaylı veya direkt olarak bedenlerinizin menfaati için ve bunları delil getirerek ibret almak ve âhiret zevk ve acılarını tanımak için yarattı. Yoksa başka bir maksatla değil. Çünkü bir maksatla yapan kendini onunla tamamlar. Bunlar fiilin sonu ve neticesi olması bakımından maksada benzer. Bu da yararlı şeyleri mubah kılmasını gerektirir ve bazılarının geçici sebeplerle bazı kimselere tahsisini de men etmez (Meselâ satın alma gibi). Bu her şeyin herkes için olduğunu gösterir, yoksa her biri bunlardan her birini alır demek değildir. Mâ edâtı yerdeki her şeyi kaplar, yerin kendisini kaplamaz. Ancak yerden aşağı taraf manası anlaşılırsa öyle olur, Meselâ gökten de yukarı taraf manası anlaşılması gibi. Cemian da ikinci Mevsûldan hâl’dir. "Sonra göğe yöneldi". Kendi irâdesiyle ona yöneldi, demektir. İsteva ileyhi kessehmi (onu ok gibi hedef aldı) sözünden gelmektedir. Sağa sola sapmadan bir şeyi hedef almaktır. İstivanın aslı eşitlik istemektir. İtidale (dengeye) denilmesi de eşyaların eşit konulmasındandır. Onun (istivanın) denge için kullanılması mümkün değildir, çünkü o cisimlere hâs bir şeydir. Şöyle de denilmiştir: İsteva, istila etmek ve sahip olmaktır. Şâir şöyle demiştir: Bîşr Irak'ı istiva (istila) etti Kılıç çekmeden ve kan akıtmadan Birincisi kelimenin aslına, geçişlilik edâtı olan sıla'ya (ilâ'ya) ve fe ile temin edilen eşitliğe daha uygundur. Gökten maksat ya bu gördüğümüz yüksek cirimler (hacimli nesnelerdir ya da yukarı taraftır. Sümme edâtı ise belki de iki yaratmanın arasındaki farkı göstermek ve göğün yaratılışım yerin yaratılışına üstün kılmak içindir. Meselâ: "Sonra îman edenlerden oldu” (Beled: 17) kavli gibi. Sümme vakit bakımından sonra olması için değildir. Çünkü bu, Allahü teâlâ’nın: "Yeri de bundan sonra yaydı” (Naziat; 30) ayetine aykırıdır. Zira bu, ondaki şeylerin yaratılmasından önce yerin göklerin yaratılmasından ve tesviye edilmesinden sonra olduğunu gösterir. Ancak beriki Âyette ard lâfzını nasb edecek gizli bir fiil takdir ederek dehaha ile başlaman hariç. Ona da (fiile de) "eentüm eşeddü halkan” (Naziat: 27) âyeti işâret etmektir, Meselâ taarrefil arda ve tedebber emreha bade zalik (bundan sonra yeri tam ve durumunu düşün) gizli fiili gibi. Bu da zahire pek uymamaktadır. (Onları düzenledi). Doğrulttu ve eğrilik ve çatlaktan masun kıldı (korudu). Hünhe zamiri sema'ya râcidir, eğer sema cirimlerle (maddî cisim) tefsir edilirse. Çünkü sema cemidir yahut cemi manasındadır. Yoksa hünne zamiri müphemdir, arkasındaki onu tefsir etmektedir, Meselâ: Rübbehu recülen gibi. "Seb'a semavatin” zamirden bedeldir yahut temyizdir veyahut tefsirdir. Eğer: Gökbilimciler dokuz felek tespit ettiler, denilirse? Ben de şöyle derim: Onların dedikleri şüphelidir, eğer doğru bile olsa âyet bundan fazlasını reddetmiş değildir. Kaldı ki, onlara Arş ile Kürsi de ilave edilirse, ihtilâf kalmaz. "O her şeyi hakkıyla bilendir". Bunda illet bildirme vardır, sanki, bütün eşyanın aslım bildiği için yarattığı şeyleri böyle en mükemmel minval üzere ve en yararlı şekilde yaratmıştır, buyurmuştur. Bunda şuna da delil vardır: Kimin işi bu acayip tarzda ve bu ince tertipte olursa o her şeyi hakkıyla bilir. Çünkü işleri sağlam yapmak ve en güzel ve en yararlı şekilde ortaya koymak ancak bilen, hikmet sâhibi ve çok merhametli birinden düşünülebilir. Ve bunda (her şeyi bilir ifadesinde) akıllara gelen şu şüpheyi izale vardır: Bedenler dağıldıktan, parçalara ayrıldıktan ve kendilerine münasip şeylerle birleştikten (toprak ve hava olduktan) sonra her bedenin cüzleri hiçbir şeyi hariçte kalmamak ve kendinden olmayan hiçbir şey na ilave edilememek üzere nasıl birleşir de eskisi gibi tekrar edilebilir? Bunun bir benzeri de: "O her yaratmayı çok iyi bilir” (Yasin: 79) ayetidir. Bil ki, haşrin doğruluğu üç öncül üzerine dayanmıştır, bu iki Âyette de delil getirilmiştir: Birincisi şudur: Bedenlerin maddeleri toplanmaya ve hayata müsaittir. Bu delile "sizler ölüler idiniz de sizi diriltti, sonra da sizi öldürecek” (Bakara: 28) kavli işâret etmektedir. Çünkü ayrılma, birleşme, ölüm ve hayatın arka arkaya gelmesi bedenlerin bu gibi şeyleri bizzat kabul ettiğini gösterir. Bizzat olan şey de zeval ve değişime uğramaz. İkincisi ve üçüncüsü de şudur: Çünkü Allahü teâlâ bunları ve yerlerini bilmektedir, onları toplamaya ve diriltmeye kâdirdir. Bunları isbat yönüne şöyle işâret etmiştir: Allahü teâlâ onları başlatmaya ve yaratılışta onlardan daha büyük ve sanat değeri daha yüksek olanları da başlatmaya kâdir olduğuna göre bunları tekrar etmeye ve canlandırmaya haydi haydi kâdir olur. Ve Allah,ü teâlâ yarattığı şeyleri pürüzsüz, muhkem, dengeli olarak yaratmış, kullarının maslahatlarını gözetmiş ve ihtiyaçlarını görmüştür. Bu da ilminin sonsuzluğuna ve hikmetinin mükemmelliğine delildir. Onun kudreti büyük ve hikmeti incedir. Nâfi', Ebû Amr ve Kisâî fehüve ve vehüve gibi zamirleri adud'e benzeterek ortası sâkin olarak okumuşlardır. 30Bir zamanlar Rabbin, meleklere "şüphesiz ben yeryüzünde bir hâlife yaratacağım” demişti de, onlar da, "orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın? Halbuki bizler seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” demişlerdi. O da: "Şüphesiz ben sizin bilmediklerinizi bilirim” demişti. (Rabbin bir zamanlar meleklere: Ben yeryüzünde bir hâlife yaratacağım, demişti). Bu da bütün insanları kaplayan üçüncü nimeti saymaktadır. Çünkü Âdem'i yaratması, ona ikram etmesi ve secde etmelerini emretmekle onu meleklere üstün kılması, zürriyetini de içine alan bir nimettir. İz zarftır, geçmiş ve içinde yeni bir şey lmuş zaman nisbeti için konulmuştur, nitekim izâ da gelecek ve içinde başka bir şey lacak zaman için konulmuştur. Bunun içindir ki, cümlelere muzâf olmaları vâciptir, haysü'nün de mekan için (ve cümleye muzâf) olması gibi. Bu iki zarf ism-i mevsûllara benzediği için mebni kılınmıştır. İllet ve ceza için kullanılır. Zarf olmalarıyla daima mahallen mensûbturlar. Çünkü o ikisi anlattığımız gerekçeden dolayı irapları değişmeyen zarflardandır. "Vezkür eha âdin iz enzere kavmehu” (Ahkâf:21) kavli ve benzerlerinde (mef’ûlünbih olmaları) ise üzküril hadise iz kâne keza te'vilinde olmasındandır; hadis hazfedilmiş ve zarf onun yerine geçirilmiştir. Âyetteki âmil ise Kâlû'dur ya da zikredilen te'vile göre üzkür'dür, çünkü Kur'ân'da böyle açık olarak çok gelmiştir ya da âmil gizlidir, geçen Âyetin içeriği ona delâlet etmektedir, Meselâ: Ve bedee halkaküm iz kâle gibi. Buna göre cümle haleka leküm'ün üzerine ma’tûftur, o ellezi'nin sılasıdır, ona atfedilen de sıla hükmünde olur. Ma’mer'den onun (iz'in) zâit olduğu rivâyet edilmiştir. Melâike asıl olarak me’lek'in çoğuludur, şemail'in şem'el'in çoğulu olduğu gibi. Te ise cem'in müennes olmasındandır. O da me'lek'ten bozulmuştur, eluke'den gelir ki, elçilik demektir. Çünkü onlar Allah ile kulları arasında vasıtadırlar. Onlar Allah'ın elçileridir ya da insanlara gönderilen elçiler gibidirler. Akıllı kimseler onların kendi başlarına mevcut varlıklar olduklarında ittifak ettikten sonra hakikatte ne olduklarında ihtilâf ettiler. Müslüman'ların çoğunluğu, çeşitli şekillere girebilen lâtif cisimler olduğuna kail oldular. Peygamberlerin de onları görmelerini delil getirdiler. Hıristiyanlardan bir kısım da onların faziletli ve bedensiz insan nefisleri olduklarını söylemiştir. Hekimler de onların soyut cevherler olduklarını, gerçekte nufus-ı natıkaya muhâlif olduklarını ve ikiye ayrıldıklarını iddia etmişlerdir. Bir kısmı kendilerini Hakk'ı tanımaya ve ondan başka bir şeyle meşgul olmamaya vermişlerdir. Nitekim Allahü teâlâ onları muhkem kitabında: "Gece gündüz tesbih ederler, asla gevşemezler” (Enbiya: 20) ayetiyle nitelemiştir. Onlar illiyin denenlerle Allah'a yakın olan meleklerdir. Bir kısmı da "işi gökten yere doğru idare ederler” (Secde: 5). Bunu kaza ve kadere ve kalem-i İlâhi'nin yazısına göre yaparlar. "Allah'ın kendilerine emrettiği şeye isyan etmezler, emrolunanı yaparlar” (Tahrim: 6). Onlar işleri idare ederler. Kimileri gökle ilgili, kimileri de yerle ilgilidir. Ben de bunları geniş olarak Tavali' kitabında tesbit ettim. Allah'ın bu sözü söylediği, bütün meleklerdir, bu da lâfzın genel ve tahsis edici bir sebebin olmamasından anlaşılmaktadır. Bunlar: Yer melekleridir de denilmiştir. İblis ve yanında cinlerle savaşanlar olduğu da söylenmiştir. Çünkü Allahü teâlâ onları önce yere yerleştirdi, orada fesat çıkarınca, üzerlerine bir melek ordusuyla beraber onu gönderdi. İblis onları kırıp geçirdi ve onları adalara ve dağlara kaçırttı. Cailün ceale'den gelmektedir, iki mef'ûlü vardır; onlar da fuardı ile hâlifeten'dir. Onlarda amel ettirilmiştir, çünkü müstakbel manasınadır ve müsnedünileyh'e dayanmaktadır. Onun hâlikun (yaratıcı) manasına olma ihtimali de vardır. Hâlife başkasının yerine geçen ve ona vekalet edendir. Ondaki he mübalağa içindir. Ondan da Âdem aleyhis-salâtü ves-selâm murat edilmiştir. Çünkü o, Allah'ın yeryüzündeki hâlifesi idi. Allah'ın yeryüzünü mamur etmek, insanları yönetmek, nefislerini kemale erdirmek, onlara verdiği emri yerine getirmek için gönderdiği bütün peygamberler de öyledir. Bu da Allah'ın aczinden değil, kendilerine hâlife gönderilenlerin onun (Allah'ın) feyzini kabul etmede ve aracısız olarak emrini almadaki kusurlarından dolayıdır. Bunun içindir ki, hiçbir meleği peygamber göndermemiştir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Eğer onu bir melek yapsaydık yine bir insan yapardık” (En'âm: 9). Baksanıza, peygamberlerin güçleri artıp da karakterleri "yağı neredeyse ateş dokunmasa da yanacak” (Nûr: 35) dediği gibi alevlenince, Allah onlara melekleri gönderdi. Onlardan rütbesi çok yüksek olanla aracısız olarak konuştu, Meselâ Tûr dağında Mûsa Aleyhisselâm ve miraç gecesinde Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ile konuşması gibi. Bunun tabiattaki benzeri de kemiktir; o aralan uzak olduğu için etten gıda alamayınca, Allahü teâlâ hikmeti gereği aralarına her ikisine de münasip kıkırdak koydu ki, bundan alsın ona versin. Ya Âdem yeryüzünde kendinden önce yaşayanların hâlifesidir yahut hâlifeden maksat o (Adem) ile zürriyetidir. Çünkü onlar kendilerinden öncekilere hâlife olurlar ya da birbirlerine hâlife olurlar. Bu durumda hâlife olarak tekil lâfız kullanması onu zikretmekle zürriyetinin zikrine gerek kalmamasındandır. Nitekim Mudar ve Hâşim derken kabilenin atasıyla yetinilmiştir. Ya da tekil olması men yahlufukum yahut halefen yahlufukum te'vili (mevsûfun hazfi) iledir. Allahü teâlâ’nın meleklere bunu demesinin faydası şudur: İstişareyi öğretmek, yaratılacak hâlifenin şânım yüceltmek, çünkü melekut alemindekilere yaratılacağı haber verilmiş yaratılmadan önce ona hâlife unvanı verilmiştir. Onda bulunan kötülüklere karşı sual ve cevap ile üstünlüğü meydana çıkarmak ve hayrı fazla olanı yapmanın hikmet gereği olduğunu bildirmek. Çünkü az bir şer için çok hayrı terk etmek çok serdir (kötülüktür). (Orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın, dediler?) Yeryüzünün imarı ve ıslahı için orada fesat çıkaracak kimseleri hâlife etmek istemesinden yahut muti kimselerin yerine asileri hâlife yapmak istemesinden taaccüptür ve o fesatları mağlup edip boşa çıkaracak ve kendilerine gizli kalan hikmeti anlamak istemektir ya da öğrencinin, içindeki şüpheyi gidermesi için hocasına sorması gibi kendilerini irşat edecek ve şüphelerini giderecek şeyi sormadır. Allahü teâlâ'ya itiraz değildir, ya da gıybet benzeri âdemoğullarına dil uzatma değildir. Çünkü onlar böyle yapmayacak kadar yücedirler. Zira Allahü teâlâ onlar için: "Bilâkis onlar saygı değer kullardır; sözle onun önüne geçmezler ve onun emri ile iş yaparlar” (Enbiya: 26, 27) buyurmuştur. Bunu da ya Allahü teâlâ’nın haber vermesiyle yahut Levh-i Mahfûz'dan almakla yahut içlerine kazıldığı gibi masumiyetin kendilerine özgü olmasından veyahut insanları cinlere kıyas etmelerinden bildiler. Sebk, sefh ve şen dökme çeşitleridir. Sefh kan ve gözyaşı dökmek içindir. Sebk erimiş maden dökmek içindir. Sefh de yukarıdan aşağıya dökmek içindir. Şenn de kırbanın ağzından ve benzeri şeyden dökmektir, senn de bu manayadır. Meçhul kalıbı ile yüsfekü de okunmuştur ki, o zaman ister mevsûl ister mevsûf kılınan men'e râci olan zamir hazfedilmiş olur, yani yüsfeküd dimau fihim gibi. "Halbuki bizler seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz". Bu da müşkili tesbit eden hâl’dir, Meselâ düşmanlarına mı iyilik ediyorsun, ben dostun muhtaç dururken sözün gibi. Mana da şöyledir: Bizler günahsız ve bunu hak etmişken asileri mi hâlife ediyorsun? Bundan kastedilen de meleklerin hâlife olması beklenirken onları meleklere üstün kılan şeyi öğrenmektir; kendilerini beğenmeleri ve gururlanmaları değildir. Sanki onlar hâlife kılınanın önemli üç gücü olduğunu bildiler: Şehvet ile öfke güçleri fesada ve kan dökmeye götürür, akıl gücü de onu marifete ve tefekküre götürür. Bunlara ayrı ayrı baktılar ve: Bu iki kuvvete bakarak bu hâlife yapmada ne gibi hikmet var, dediler? Hikmet onun yaratılmasını bile gerektirmez, kaldı ki, hâlifeliğini! Akıl gücü dikkate alındığında bizler ondan bekleneni o gibi bozukluklara karışmadan yerine getiririz, dediler ve iki kuvvetten her birinin ıslah edildiği, akla uydurulduğu ve hayra alıştınldığı takdirde başta iffet, şecaat, nefisle mücadele ve adalet olmak üzere ne gibi faziletler kazandıracağından gâfil oldular. Birliğin cüziyatı kavramada, sanatları keşfetme ve hilafetten asıl kastedilenin var olan faydaları kuvveden fiile çıkarma gibi tekin yapamayacağını kavrayamadılar. "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” kavlinde de buna işâret edilmiştir. Tesbih Allahü teâlâ'yı kötülükten ve noksandan uzaklaştırmaktır, takdis de öyledir. Sebeha filardı veimai ve kadese fuardı deyiminden gelir ki, su da ve yerde gidip uzaklaşmaktır. Kaddese denir ki, temizlemek demektir. Çünkü bir şeyi temizleyen onu kirlerden uzaklaştırır. Vebihamdik hâl yerindedir, yani bize marifetini ilham etmenden ve bizi teşbihine muvaffak kılmandan dolayı seni hamd ile tesbih ederiz, demektir. Bununla da teşbihin onlar için akla getireceği şeyi telâfi ettiler. Seni takdis ederiz, senin için nefislerimizi günahlardan temizleriz. Sanki onlar bazılarına göre şirk ile tefsir edilen fesadı tesbih ile karşıladılar ve kötü işlerin en büyüğü olan kan dökmeyi de nefsi günahlardan temizleme ile karşıladılar. Şöyle de denilmiştir: Aslı nukaddisüke'dir, lâm zâittir. 31Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti, sonra da onları meleklere sundu: Eğer doğru iseniz bunların isimlerini bana haber verin, dedi. "Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti” ya onları bildiren zorunlu ilmi öğretmekle ya da kalbine atmakla öğretti. Bunun için geçmiş bir terminolojiye ihtiyaç yoktur ki, teselsül lâzım gelsin. Öğretmek, ilimle sonuçlanan bir iştir. Bunun içindir ki, ona öğrettim; öğrenmedi, denir. Âdem yabancı bir isimdir, Azer ve Şaleh gibi. Üdemeden veyahut feth ile örnek manasına edemeden veyahut edimülarz'dan türetmek - çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Allahü teâlâ yerin her tarafından, ovasından yaylasından bir avuç toprak aldı; ondan da Âdem'i yarattı. Bunun içindir ki, çocukları anabir kardeştirler - yahut ülfet manasına gelen üdeme'den türetmek zorlamadır. Tıpkı İdris'in dersten, Ya'kûb'un akıb'tan ve İblis'in iblastan türediği gibi. İsim türev olarak lâfızlardan, sıfatlardan ve fiillerden olarak bir şeyi akla getiren alamettir. Örfen de bir mana için konulan lâfızdır, ister bileşik ister tek, isim veya haber veya bu ikisi arasında rabıta olsun. Dilbilginleri terminolojisinde ise nefsi itibarı ile bir manaya delâlet eden ve üç zamandan biriyle ilişkisi olmayan lâfızdır. Âyette bundan murat edilen birinci veya ikincisidir. İkincisi de birinciye varır; zira bir lâfzın delâlet ettiği şeyi bilmek, manaları bilmeğe bağlıdır. Âyetin manası da şöyledir: Allahü teâlâ Âdem'i aklî, hissî, hayalî ve sanal şeyleri idrak edecek kabiliyette yarattı ve ona eşyanın zatlarım, özelliklerini, isimlerini; ilimlerin esaslarım, sanatların kanunlarını ve aletlerinin niteliklerini bilmeyi ilham etti. (Sonra onları meleklere sundu). Bundaki zamir zımnen gösterilen müsemmeyata (eşyaya) râcidir, çünkü takdir: Esmael müsemmeyat, demektir. Muzâfunileyh hatırlattığı için muzâf hazfedilmiş, onun yerine lâm getirilmiştir. Meselâ "veştealerre'sü şeyba” (Meryem: 4) kavlinde olduğu gibi (aslı re'si demektir). Neden müsemmeyat hazfedilmiştir, çünkü sual için arz edilen şeylerin isminden maksat bizatihi isimler değildir, özellikle isimden lâfızlar kastedilirse. Onlardan maksat şeylerin kendileridir, ya da lâfızların delâlet ettiği şeylerdir. Zamirin hüm şeklinde müzekker olması, şeylerin içinde akıllıların daha çok sayılmasındandır. Bu kelime aradahünne ve aradaha şeklinde de okunmuş, müsemmeyatihinne veyahut müsemmeyatiha manası kastedilmiştir. (Bunların isimlerini bana haber verin, dedi). Bu da onları susturmak ve hilafet işinden aciz olduklarım bildirmek içindir. Çünkü bir şeyi iyi tanımadan ve kabiliyet derecelerini ve hukuk miktarını kavramadan üzerinde tasarruf etmek, onu idare etmek ve üzerinde adalet icra etmek imkansızdır. Bu teklif değildir ki, kaldıramayacakları şeyi teklif olsun. İnbâ' bilgilendirmek maksismiyle haber vermektir. Bunun içindir ki, haberle inba birbirinin yerine kullanılır. "Eğer doğru iseniz” masumiyetinizden dolayı hâlifeliğe daha haklı olduğunuz veyahut bu sıfatı taşıyanları yaratmanın ve onları hâlife etmenin hikmet sâhibi birine yaraşmayacağı iddiasında doğru iseniz. Melekler bunu açıkça söylemedilerse de sözlerinden bu anlaşılmaktadır. Bir sözü tasdik etmek mana itibarı ile olacağı gibi haberden düşünülen maksat itibarı ile de olabilir. İşte bu mülahaza ile inşalarda (ihbari olmayan cümlelerde) de tasdik söz konusu olur. 32Onlar da: Seni tenzih ederiz. Biz senin bize öğrettiğinden başkasını bilmeyiz. Şüphesiz hakkıyla bilen ve hikmet sâhibi sensin, dediler. (Onlar da: Seni tenzih ederiz, biz senin bize öğrettiğinden başkasını bilmeyiz, dediler). Bu da; aciz ve kusurlu olduklarını itiraftır; suallerinin itiraz değil de öğrenmek için olduğunu, insanın üstünlüğünde ve yaratılmasının hikmetinde kendileri için gizli kalan şeyin açığa çıktığını bildirmektir; kendilerine kapalı kalan şeyi tarif edip açmakla verdiği nimete şükür göstermektir, bütün ilmi ona havale etmekle edep takınmaktır. Sübhan gufran gibi mastardır, nerede ise ancak muzâf ve gizli fiille mensûb olarak kullanılır, Meselâ maazallah gibi. Şurada kural dışı teşbihe Âlem (özel isim) olarak kullanılmıştır: Gururlanan Alkame'ye sübhane (Gururlanmasına şaşarım doğrusu!) Sözü bununla başlatmak öğrenmeye kalkışmalarından ve gerçek durumu bilmemelerinden özür dilemek içindir. Bunun içindir ki, tevbenin anahtarı sayılmıştır, Mûsa aleyhisselâm "Sübhaneke sana tevbe ettim” (Araf: 143) ve Yûnus da "sübhaneke inni küntü minezzâlimin” (Enbiya: 87) buyurmuştur. (Şüphesiz hakkıyle bilen sensin) sana hiçbir şey gizli kalmaz. "Hikmet sâhibisin” Örneksiz olarak yarattıklarını sağlam yapansın, her şeyi ince bir hikmetle yaparsın. "Ente” zamiri, fasıladır. Kâfi te'kit için olduğu da söylenmiştir: Merertü bike ente sözünde olduğu gibi. Ama: Merertü bi ente demek câiz değildir. Çünkü metbuda câiz olmayan tabide câiz olabilir. Bunun içindir ki: Ya hazerrecülü câiz görülmüş, yarrecülü câiz görülmemiştir. Bunun mübteda, arkasındakinin haber olduğu ve cümlenin de inne'nin haberi olduğu da söylenmiştir. 33Allahü teâlâ: Ey Âdem, onlara bunların isimlerim haber ver, dedi. Onlara onların isimlerini haber verince: Ben size demedim mi, şüphesiz ben göğün ve yerin gâiplerini bilirim ve ben sizlerin saklamakta olduklarınızı da bilirim, dedi. (Allahü teâlâ: Ey Âdem, onlara bunların İsimlerini haber ver, dedi). Yani bildir, demektir. İkisinde de hemzenin ye'ye kalbi ve he'nin kesri ile okunmuştur. "Onlara onların isimlerini haber verince, ben size demedim mi, şüphesiz ben göklerin ve yerin gâiplerini bilirim ve ben sizin açıkladığınız ve sakladığınız şeyleri bilirim, dedi". Bu da "ben sizlerin bilmediğinizi bilirim” (Bakara: 30) sözünü meleklere hatırlatmadır. Ancak daha basit şekilde getirmiştir ki, ona delil gibi olsun. Zira Allahü teâlâ onların gökler ve yerlerle ilgili gizli şeyleri ve onların açık ve kapalı hâllerini bilince, onların bilmediklerini bilmiş oldu. Bunda da evlayı terk etmelerinden dolayı sitemlerine îma vardır. Evla olan da açıklaymcaya kadar durup beklemeleri idi. Şöyle de denilmiştir: Açıkladıkları, "orada fesat çıkaracak birilerini mi yaratacaksın?” sözüdür, gizledikleri de kendilerinin hilafete daha lâyık olduklarım ve Allah,ü teâlâ’nın kendilerinden daha üstün bir halk yaratmayacağını içlerinde saklamış olmalarıdır. Şöyle de denilmiştir: Açıkladıkları taattır, gizledikleri de İblis'in içinde sakladığı isyandır. Hemze inkâr içindir, lem'in başına gelmiştir, tesbit ve te'kit manasını ifade eder. Bil ki, bu âyetler şunlara delâlet etmektedir: İnsan şereflidir; ilim ibâdetten daha şerefli ve meziyetlidir, hâlife olmak için şarttır, hatta esastır. Öğretmeyi Allahü teâlâ'ya isnat etmek doğrudur, ama ona muailim denilmez, çünkü o akla meslek sâhibini getirmektedir. Diller Allah'ın öğretmesiyledir, çünkü "esma” kelimesi lâfızlara özel ve genel olarak delâlet eder. Onu öğretmek de öğrenciye manalarını açıklayarak söylemede açıkça görülmektedir. Bu da daha önce biri tarafından konulmasını gerektirir. Asıl ise bunun Âdem'den önce biri tarafından konulmasını kabul etmez. Böylece bunu koyanın Allah olduğu ortaya çıkar. Hikmetin anlamı ilmin anlamından başka bir şeydir, aksi takdirde: İnneke entel alimül hâkim kavli tekrar olur. Meleklerin ilim ve kemalleri artabilir. Filozoflar ise bunu üst tabaka meleklerde kabul etmezler. "İçimizden herkesin belli bir makamı vardır” (Saffat: 164) ayetini buna delil getirirler. Âdem o meleklerden üstündür, çünkü onlardan daha alimdir, daha âlim olan da daha üstündür. Çünkü Allahü teâlâ: "De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer: 9). Ve Allah,ü teâlâ eşyayı yaratmadan önce bilir. 34Hani meleklere; "Âdem'e secde edin” demiştik de onlar da, İblis hariç secde etmişlerdi. O ise diretti, kibir tasladı ve kâfirlerden oldu. (Hani meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik). Onlara isimleri haber verip de bilmediklerini öğretince, Allah ona secde etmelerini emretti; bu da üstünlüğünü kabul etmek, hakkını vermek ve o dedikleri şeyden dolayı özür dilemek içindi. Şöyle de denilmiştir: Bunu onlara Âdem'in yaratılışını tesviye etmeden (tamamlamadan) önce emretti, çünkü Allahü teâlâ: "Onu tesviye edip de ona ruhumdan üfürünce ona secdeye kapanın” (Hicr: 29, Sad: 72) buyurmuştur. Bu da onları imtihan etmek ve Âdem'in üstünlüğünü göstermek içindi. Atıf harfi zarfı (ve iz kulna lilMelâiketis cudu kavlini) zarfa (veiz kâle rabbüke lilMelâiketi) ye atfeder, eğer onu (geçen zarfı) gizli bir fiille nasb edersen. Yoksa onu onda âmil olarak takdir edilen şeyle (Kâlû ile) geçen cümleye atfeder, belki de kıssayı tümüyle öteki kıssaya atfeder. Bu da onlara karşı saydığı dördüncü nimettir. Secde aslında huzurla birlikte zület göstermektir. Şâir şöyle demiştir: Orada tepelerin atların ayaklarına secde ettiğini görürsün. Başka bir şâir de şöyle demiştir: Kadınlar deveye: Leyla için secde et, dediler; o da secde etti. Yani deveye başını eğ, Leyla binsin, demek istediler. Şerîatte ise secde ibâdet kasdı ile alnı yere koymaktır, emredilen secde de budur. Şer'i manasına gelince, gerçekte secde edilen Allahü teâlâ'dır, Âdem secdeleri için kıble yapılmıştır. Bu da şânım yüceltmek içindir. Ya da Âdem secdenin vâcip olması için sebep kılınmıştır. Sanki Allahü teâlâ onu eşsiz şeylere hatta bütün varlıklara örnek olarak ve rûhânî ve cismani alemde bulunanlara bir nüsha, melekler için de kendilerine takdir edilen kemalata ulaşmak için bir araç, Âdem'le aralarındaki mertebe ve derece farklarının açığa çıkması için bir temas noktası olarak yaratınca, onda gördükleri büyük kudrete ve parlak âyetlere baş eğmek ve onun aracılığı ile kendilerine verdiği nimetlere şükretmek için ona secdeyi emretti. LüMelâiketi'deki lâm Hassan radıyallahü anh'in şu sözündeki lâm gibidir: O kıblenize ilk namaz kılan ve insanların Kur'ân ve sünneti en iyi tanıyanı değil midir? Burada lâm ilâ manasına kullanılmıştır. Ya da şu Âyetteki lâm gibidir: "Namazı güneşin kayması vaktinde (zevalde) kıl” (Isra: 87). (Lâm burada da vakit manasına kullanılmıştır). (Meleklerin) secdesinin lügat manasına gelince o da Âdem'e armağan olarak ve ta'zîm etmek için eğilmeleridir, tıpkı Yûsuf'un kardeşlerinin ona secde etmeleri gibi. Ya da secdenin diğer lügat manası, meleklerin âdemoğullarmın geçimlerini temin eden ve kemalatlarını tamamlayan şeyin meydana gelmesi için çalışarak zillet gösterip itâat etmektir. Secde etmekle memur olanlar meleklerin tamamı mıdır yoksa bir kısmı mıdır, bu da yukarıda geçmiştir. "Onlar da İblis hariç secde etmişlerdi". İblis kibir taslayarak Rabbine ibâdette Âdem'i aracı olarak kabul etmekten yahut onu ta'zîm edip selamlamaktan veyahut ona hizmet edip kendisi için hayır ve iyilik getirecek şeye çalışmaktan imtina etti. İbâ isteyerek kabul etmemektir, tekebbür de bir adamın kendini başkasından daha büyük görmesidir. İstikbar da yalandan kendini büyük göstermeye çabalamaktır. "Ve kâfirlerden idi". Yani Allah'ın ilminde böyle idi, yahut onlardan oldu, çünkü Allah'ın Âdem'e secde emrini çirkin bulmuştu. Zira ondan daha üstün olduğuna inanıyordu. Üstün olandan da asta boyun eğmesini ve onu aracı olarak kabul etmesini istemek hoş bir şey değildir. Nitekim: "Ben ondan daha hayırlıyım” (Sad: 76) sözü de bunu akla getirir; bunu da "Elimle yarattığıma secde etmekten seni ne men etti? Kibir mi tasladın yoksa kendini yüksek görenlerden mi oldun?” (Sad: 75) sözüne cevap olarak söylemişti. (Yalnız vacibi terk etmesiyle kâfir olmadı, emri beğenmediği için kâfir oldu). Âyet, Âdem'in, kendine secde etmeleri emredilen meleklerden bir yönden de olsa üstün olduğunu ve İblis'in de meleklerden olduğunu gösterir. Aksi takdirde emir onu kapsamaz ve onlardan istisna edilmesi de doğru olmaz. "İblis hariç, o cinlerden idi” (Kehf:50) ayetiyle buna itiraz edilemez; çünkü onun fiilen cinlerden, tür olarak da meleklerden olması câizdir. Bir de İbn Abbâs şöyle rivâyet etmiştir: Meleklerden öyle bir tür vardır ki, onlar doğum yoluyla çoğalırlar, onlara cin denir, İblis de onlardandır. Onun meleklerden olmadığını iddia eden kimse: Cinnî idi, meleklerin arasında yetişti, etrafında binlerce melek olduğu için onlardan sayıldı, diyebilir. Yahut da cin de meleklerle birlikte secde etmekle memur olanlardan idi, ancak melekler zikredilince ona ihtiyaç kalmadı. Zira büyüklerin bir kimseye baş eğmek ve onu aracı tutmakla memur oldukları bilinince, bundan küçüklerin de o şeyle memur oldukları anlaşılır. Fesecedu'daki çoğul zamiri iki bölüme râcidir, sanki: Secde ile memur olanlar secde ettiler, ancak İblis hariç. Âyet şunu da gösterir ki, melekler genellikle masum olmakla beraber içlerinde masum olmayanlar da vardır. Nitekim insanlarda da masum olanlar bulunmakla beraber genellikle masum değildirler. Belki meleklerden öyle bir bölüm vardır ki, şeytana bizzat muhâlif değildirler, ancak onlara bazı arızi sebeplerle ve sıfatlarla muhâliftirler; Meselâ insanların ve cinlerin içinde iyilerin de kötülerin de bulunması gibi. İblis de İbn Abbâs'ın dediği gibi bunlardan idi. Bunun içindir ki, hâlinin değişmesi ve yerinden aşağı düşmesi kabul edilmiştir. Nitekim yüce Allah: "Ancak İblis hariç, cinlerden idi, Rabbinin emri dışına çıktı” (Kehf: 50) ayetiyle buna işâret etmiştir. Bu nasıl olur ki, melekler nurdan, cinler de nardan (ateşten) yaratılmıştır - çünkü Hazret-i Âişe radıyallahü anha, Efendimiz aleyhisselâm'dan şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Melekler nurdan yaratıldı, cinler de yalın ateşten yaratıldı - denilemez. Çünkü bu hadis benim dediğimin temsili gibidir. Zira nurdan maksat ışık saçan cevherdir, nar da öyledir, ancak onun ışığı bulanıktır, dumanla karışıktır, ondan uzak durulması istenmiştir, çünkü çok sıcak ve yakıcıdır. Islah edilir, ışığı süzülürse o da mahza (sırf) nûr olur. Ne zaman bu hâli bozulursa terü taze olarak ilk hâline döner. Gittikçe düşer, sonunda nûru söner, geriye sadece duman kalır. Bu görüş doğruya daha yakın ve uygundur, çünkü nasları birleştirmiştir. Allah en iyi bilir. Âyetten istifade edilen bazı şeyler de şunlardır: Kibir taslamak çirkindir, insanı küfre götürebilir. Allah'ın emri tutulmalı, sırrını anlamak için derine dalmamalıdır. Emir vücup içindir, Allahü teâlâ’nın kâfir olarak öleceğini bildiği kimse o hâl itibarı ile mü'min ise de gerçek kafirdir, çünkü mühim olan sonuçtur. Şeyhimiz Ebû'l - Hasen el - Eş'arî rahmetüllahi aleyh'in muvafat (ölünceye kadar) dediği tabir bunu ifade etmektedir. 35Biz: "Ey Âdem, sen ve zevcen cennete yerleşin, orada nerede olursanız bol bol yiyin; ancak şu ağaca yaklaşmayın; sonra zâlimlerden olursunuz” demiştik. (Ey Âdem, sen ve zevcen cennete yerleşin, dedik). Sükna sükûndan gelir, çünkü o istikrar ve yerleşmedir. Ente tekittir, üskün'deki gizli zamire atıf yapılması için getirilmiştir. Önce ikisine birlikte hitap edilmemesi,rilen hükümde Âdem'in ön planda olmasındandır, onun üzerine atfedilen ise ona tabidir. Cennet sevap yurdudur (bildiğimiz cennettir), çünkü lâm ahd içindir; ondan başka mahut (bilinen) de yoktur. Kim onun henüz yaratılmadığını iddia ederse: onun Filistin toprağında veyahut Iranla Kirman arasında bir bahçe olduğunu söyler. Çünkü Âdem imtihan edilmiş (mükellef kılınmıştır) ve inme tabirini de oradan Hint toprağına intikal manasına alır. Nitekim Allahü teâlâ: "Şehre inin” (Bakara: 61) buyurmuştur. (Ondan bol bol yiyin) geniş ve refah içinde yaşayın, demektir. Reğaden mahzûf mastarın sıfatıdır. "Haysü şi'tüma” cennetin istediğiniz yerinde demektir. Sayısız ağaçlar arasından yasak ağaçtan yeme sebep ve mazeretini kaldırmak için onlara geniş imkân verdi. "Şu ağaca yaklaşmayın; sonra zâlimlerden olursunuz". Bunlarda birkaç yönden mübalağa vardır: Yasak, yemenin öncüllerinden olması dolayısıyla ağaca yaklaşmaya bağlanmıştır, bu da haram edilmesini ve ondan uzak durulmasını abartmak içindir ve bir şeye yaklaşmanın insanda aşırı şekilde istek ve eğilim meydana getireceğine ve onu akıl ve şerîatın sınırları dışına çıkaracağına dikkat çekmek içindir. Nitekim bir şeyi sevmen seni kör ve sağır eder, denilmiştir. O sebeple Allah'ın haram kıldığı şeylerin etrafında dolaşmamalıdır; çünkü içine düşmekten korkulur. Şöyle de mübalağa vardır, çünkü ona yaklaşmayı zâlimlerden olmalarına sebep kılmıştır. O zaman günahları irtikap etmek veya saygınlık ve nimetlerine halel getirmekle şanslarım azaltmış olurlar. Çünkü (fetekuna) daki fe; yasağa yahut cevaba atıf kabul etsen de sebep manasını taşır. Ağaç da ya buğdaydır ya asmadır yahut incirdir veyahut da ondan yiyen kimsenin abdest bozma durumunda kalacağı bir ağaçtır. En iyisi kesin bir şey lmadıkça onu tayin etmemelidir, nitekim bu Âyette de kesin bir şey yoktur. Zira ondan hangisi kastedildiği belirtilmemiştir. Şecerete şin'in kesri ile (şicirete) takreba da te'nin kesri ile (tikriba) hazihi de ye ile haziy şeklinde okunmuştur. 36Derken şeytan o ikisinin ayağını kaydırıp onları içinde bulundukları cennetten çıkardı. Biz de: Bazınız bazınıza düşman olarak inin oradan. Sizin için orada bir durak ve bir süreye kadar yararlanma vardır, dedik. (Derken şeytan o ikisini kaydırdı). Onlara ağaçla zelle yaptırdı ve o sebeple onları zelleye sürükledi. Bu an'in bir benzeri de "Vema fealtuhu an emri” (Kehf: 82) kavlidir. Ya da o ikisini cennetten kaydırdı, demektir ki, onları götürdü manasınadır. Hamze'nin feezalehüma kırâati da bunu destekler. Bu ikisi mana bakımından birbirine yakındır. Ancak zelle okunuşu, zevalle birlikte kaymayı da içerir. Onları kaydırması da şöyle demesidir: "Size ölümsüzlük ağacını ve geçmeyen mülkü göstereyim mi?” (Tâhâ: 20). "Rabbiniz sizi melek olursunuz veyahut ölümsüzlerden olursunuz diye bu ağaçtan men etti” (Araf: 20). Yemin etmesi de onlara: "Ben sizin iyiliğinizi düşünüyorum” (Araf: 21) demesidir. O ikisine görünüp onlarla bunu konuşmasında veyahut bunu vesvese şeklinde akıllarına getirmesinde ve: "Çık oradan, şüphesiz sen taşlanmışsın” (Hicr: 34) denildikten sonra onları kaydırmak için onlara nasıl ulaştığı konusunda ihtilâf edilmiştir. Şöyle denilmiştir: Cennete daha önce meleklerle beraber saygın bir şekilde girmekten men edilmiştir, Âdem ile Havva'ya vesvese vermek için girmekten men edilmemiştir. Şöyle de denilmiştir: Kapıda durdu, onlara seslendi. Şöyle de denilmiştir: Bir hayvan suretine büründü, öyle girdi, cennet hazinleri onu tanıyamadı. Şöyle de denilmiştir: Bir yılanın ağzına girdi, o da onu cennete soktu. Şöyle de denilmiştir: Bazı yardımcılarını gönderdi, onlar da o ikisini cennetten kaydırdılar. Doğrusunu Allah bilir. "Onları içinde bulundukları cennetten çıkardı". Yani saygınlıktan ve nimetten demektir. "Kulnehbitu” biz de onlara: "İnin” dedik. Âdem ile Havva'ya hitaptır. Çünkü Allahü teâlâ: "Oradan hepiniz inin, dedi” (Tâhâ: 123) buyurmuştur. Zamiri çoğul yapması o ikisinin insanların aslı olmalarındandır. Sanki o ikisi bütün insanlardır. Yahut da o ikisi ile İblis'tir, o cennete vesvese için girdikten sonra çıkarılmıştır. Yahut da oraya gizli girmişti ya da gökten çıkarılmıştır. "Bazınız bazınıza düşman olarak” bu da ihbitu'daki zamirden hâl’dir, vâv zamire ihtiyaç bırakmamıştır, mana da: Bazınız bazınızı saptırmakla tecâvüz ederek, demektir. "Sizin için yeryüzünde bir durak vardır” duracak yer yahut istikrar demektir. "Ve metaün” yani yararlanma "bir süreye kadar” bundan da ölüm yahut kıyâmet günü kastedilmiştir. 37Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler aldı; Rabbi de onun tevbesini kabul etti. O, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir. (Derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler aldı). O kelimeler ona öğretilirken onları alıp kabul edip onlarla amel etmek üzere karşıladı. İbn Kesîr, adem lafzım nasb ve kelimatı da ref' ile okumuştur ki, kelimeler onu karşıladı ve kabul etti demek olur. O kelimeler de şunlardır: "Rabbimiz biz kendi nefislerimize zulmettik” (Araf: 23). Şöyle de denilmiştir: Allah'ım, seni hamdinle tesbih ederiz, ismin mübarek, şânın yücedir. Senden başka ilâh yoktur. Nefsime zulmettim, beni bağışla. Günahları ancak sen bağışlarsın. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Âdem: Ya Rabbi, beni sen kendi elinle yaratmadın mı, dedi? O da: Evet, dedi. Âdem: Ya Rabbi, bana kendi ruhundan üfürmedin mi, dedi? O da: Evet, dedi. Âdem: Beni cennetine yerleştirmedin mi, dedi? O da: Evet, dedi. Âdem: Ya Rabbi, tevbe etsem ve kendimi ıslah etsem beni cennete döndürür müsün, dedi? O da: Evet, dedi. Kelime' nin aslı kelmdir, o da görme ve işitme duyularından biriyle idrak edilen etkidir, Meselâ konuşmak, yaralamak ve hareket etmek gibi. "Fetabe aleyh” Allah da ona rahmet etmek ve tevbesini kabul etmekle döndü. Telakka lâfzının arkasından fe edatının gelmesi, o lafza tevbe manası yüklenmesindendir. O da günahı itiraf edip, pişman olmak ve bir daha ona dönmemeye karar vermektir. Âdem'i zikretmekle yetinildi, çünkü Havva hükümde ona tabidir. Bunun içindir ki, Kur'ân'ın ve Sünnet'in çok yerinde kadınlar zikredilmemiştir. "İnnehu hüvet tevvab” kullarına bağışla dönen yahut tevbelerine karşı onlara çok yardım eden demektir. Tevbe maddesinin aslı dönmektir; kula sıfat olursa, günahtan dönmüş olur; Allahü teâlâ'ya sıfat olursa, azaptan bağışa dönmüş olur. "Errahim” Aşırı merhamet eden demektir. İki sıfatın birleşmesinde tevbe edeni affetmekle beraber ona ihsan vaadi vardır. 38Biz de: Hepiniz oradan inin; eğer size benden bir hidâyet gelir de kim benim hidâyetime tâbi olursa, onlara korku yoktur ve üzülecek de değillerdir, dedik. "Biz de: Hepiniz oradan inin, dedik". Te'kit için ya da maksat başka olduğu için tekrar edilmiştir. Çünkü birincisi belâ yurduna ineceklerini ve orada birbirlerine saldıracaklarını ve sonsuza kadar kalmayacaklarım göstermektedir. İkincisi ise teklif için indirildiklerini göstermektedir; şöyle ki, kim doğru yolu bulursa kurtulur; kim de ondan saparsa helâk olur. Bir de şuna dikkat çekmek için tekrar edilmiştir, bu iki şeyden biriyle olan inme korkusu tedbirli bir kimseyi Allahü teâlâ’nın hükmüne karşı gelmekten engellemeye yeter, kaldı ki, ikisi birden olursa! Ancak Âdem unuttu ve onu azimli biri olarak bulamadık. Bir de bu ikiden her biri düşünmek isteyen için ibret olarak yeter (bunu bildirmek için tekrar edilmiştir). Şöyle de denilmiştir: Birincisi cennetten dünya göğüne, ikincisi de oradan yeryüzüne inmek içindir. Bu da gördüğün gibi (pek doğru değil)dir. "Cemian” lâfzan hâl’dir, manen tekittir, sanki: Hepiniz inin denilmiştir. Bunun içindir ki, aynı zamanda inmiş olmaları gerekmez, hepsi geldi, sözünde olduğu gibi. "Feimma ye'tiyenneküm minni hüden femen tebia hüdaye felahavfün aleyhim vela hüm yahzenun” İkinci şart cevabıyla beraber birinci şartın cevabıdır. Mâ edâtı zâittir, onunla in edâtı te'kit edilmiştir. Bunun içindir ki, fiili nûn ile te'kit etmek güzel olmuştur, fiilde taleb manası olmamakla beraber böyle (güzel) olmuştur. Mana da şöyledir: Benden size kitap veya peygamber gönderme ile bir rehber gelirse, kim de ona tâbi olursa, kurtulur ve başarır. hidâyetin gerçekleşeceğinde kuşku olmadığı hâlde şüphe edâtı in'in getirilmesi, aklen vâcip olmayıp ihtimal dahilinde olmasındandır. Hûda lâfzının da zamirle gösterilmeyip de tekrar edilmesi de ikincisinde birincisinden daha genel bir mana murat edilmesindendir. O da elçilerin getirdiği ve aklın da hükmettiği şeydir. Yani kim kendine gelen şeye tâbi olur ve aklın kabul ettiği şeye riayet ederse, onlara korku yoktur, hele başına istenmeyen bir şey hiç gelmez. Onlar istedikleri şeyi kaçırmış da değillerdir ki, üzülsünler. Korku beklenen bir şey için olur, üzüntü de geçen bir şey için olur. Allah onlardan azâbı bertaraf etmiş ve onlara sevabı da en tekitti ve en beliğ (veciz) şekilde vermiştir. Hüzeyl lehçesiyle hüdeyye ve feth ile de felâ havfe şeklinde de okunmuştur. 39Onlar ki, inanmadılar ve âyetlerimizi yalanladılar, işte onlar cehennem yaranlarıdır ve orada ebedî kalacaklar. "Vellezine keferu ve kezzebu biayatina ülâike ashâbun nari hüm fiha hâlidun". Men tebia'nm... üzerine ma’tûftur, onun alternatifidir. Sanki şöyle buyurmuştur: Kimler de tâbi olmaz bilâkis Allah'ı inkâr eder ve âyetlerini yalanlarsa yahut âyetleri kalp ile inkâr eder ve dil ile yalanlarsa... O zaman iki fiil de (keferu ve kezzebu) câr ile mecrûra yönelmiş olur. Âyet aslında görünen işarettir. Var olan şeylere de âyet denir, çünkü onlar da Yaratan'ı, ilmini ve kudretini gösterir. Kur'ân kelimelerinin diğerlerinden bir fasıla ile ayrılmış her öbeğine de âyet denir. Âyet eyye'den türemiştir, çünkü herhangi bir şeyi diğer şeyden ayırır. Ya da ava ileyhi (birine dönmek)ten türetilmiştir. Aslı temrenin vezninde eyyetün yahut evyetün'dür, ortası kıyas dışı olarak elife çevrilmiştir. Ya da aslı remeke vezninde eyeyedir veya eveyedir, i'lal edilmiştir. Ya da aslı kailetün vezninde aiyetün'dür, hafifletmek için hemze atılmıştır. Âyetlerimizden maksat indirilen âyetlerdir ya da onları da aklî olanları da içine alan genel şeylerdir. Haşevîler Peygamberlerin masum olmadıklarına bu âyeti birkaç yönden delil getirmişlerdir: Birincisi; Âdem aleyhisselâm Peygamber idi, yasak bir şeyi yaptı, yasak bir şeyi yapan da asidir. İkinicisi; o şeyi yapmakla zâlimlerden kılınmıştır, zâlim de mel'undür. Çünkü Allahü teâlâ: "Bilin ki, Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir!” (Hûd: 18) buyurmuştur. Üçüncüsü; Allahü teâlâ isyanı ve azgınlığı ona isnat etmiş ve: "Âdem Rabbine isyan etti ve azdı” (Tâhâ: 121) buyurmuştur. Dördüncüsü; Allahü teâlâ ona tevbeyi ilham etmiştir, o da günahtan dönmek ve ona pişman olmaktır. Beşincisi; "eğer bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen ziyan edenlerden oluruz” (Araf: 23) diyerek bağışlanmadığı takdirde ziyan edenlerden olacağını itiraf etmiştir. Ziyan eden de büyük günah işleyendir. Altıncısı; eğer o günah işlememiş olsaydı, başına bunlar gelmezdi. Bunlara birkaç yönden cevap verilmiştir: Birincisi; Âdem o zamanlar peygamber değildi. Bunu iddia edenin ispat etmesi gerekir. İkincisi; Nehiy (yasak) tenzihidir, ona zâlim ve ziyankâr denilmesi, nefsine zulmettiği ve evla olanı terk ettiği için şansım kaybetmesindendir. Azgınlık ve isyanın ona isnat edilmesine ileride yeri gelince cevap verilecektir, inşallah. Tevbe etmesinin emredilmesi de kaçırdıklarım telâfi etmesi içindir. Başına gelenler de evla olanı terk ettiği için kınanmasından ve Allah,ü teâlâ’nın daha önce meleklere dediği şeyden dolayıdır. Üçüncüsü; onu unuttuğu için yapmıştı, çünkü Allahü teâlâ: "Unuttu, onu azimli bulamadık” (Tâhâ: 115) buyurmuştur. Ancak unutma sebeplerine karşı dikkat etmediği için kınanmıştır. Belki de unutma, ümmetten düşürülmüşse de peygamberlerden düşürülmemiştir, çünkü onların itibarı yücedir. Nitekim aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: En çok belâ çekenler peygamberler sonra da evliyalar ve sırasıyla onlara yakın olanlardır. Ya da bu yaptığı şeyler onu bu maceraya kaderle ilgili sebebiyetten dolayı itmiştir, sorgulanmak için değil, Meselâ bilmeyen bir kimsenin zehir içmesi gibi. Unutarak yapması geçerli değildir, çünkü Allahü teâlâ: "Rabbiniz sizi ancak şundan dolayı men etmiştir” (Araf: 20) ve: "İblis onlara yemin etti” (Araf: 21) buyurmuştur, denilemez. Çünkü bu iki Âyette o ağaçtan hemen İblis'in demesi üzerine yediğini gösteren bir şey yoktur. Belki o söz onda doğal bir eğilim meydana getirmiştir. Sonra da Allah'ın hükmüne riayet ederek kendini o şeyden çekmiştir, epey zaman sonra da bunu unutmuştur. Mani de ortadan kalkınca karakteri onu bu işe zorlamıştır. Dördüncüsü; Âdem aleyhisselâm bu işe içtihadı ile kalkışmış, onda da hata etmiştir. Çünkü o, yasağın tenzihi olduğunu veyahut belli bir ağaca işâret edildiğini zannetmiş; o sebeple o türe dahil başka bir ağaçtan yemiştir. Aslında ondan o tür murat edilmişti. Nitekim aleyhis-salâtü ves-selâm'dan şöyle rivâyet edilmiştir: "Eline ipek ve altın aldı: Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır, kadınlarına helâldır” buyurmuştur. Bu maceranın başına gelmesi de hatayı daha kötü göstermek içindir ki, ondan evlatları da kaçınsın. Âdem kıssasını anlatan bu Âyette cennetin şimdi var olduğuna, onun yüksek bir yerde olduğuna, tevbenin kabul olduğuna, hidâyete tâbi olanın akıbetinin hayır olacağına, cehennem azabının devamlı olduğuna, kafirin onun içinde ebedî kalacağına ve başkasının onda sonsuza kadar kalmayacağına işâret vardır - çünkü Allahü teâlâ: "onlar orada ebedî kalacaklardır” buyurmuştur -. Bil ki, kusurdan uzak Allahü teâlâ tevhidin, peygamberliğin ve âhiretin delillerini zikredip de arkasından bunları iyice yerleştirmek ve te'kit etmek için nimetleri sayınca - bunlar şu açıdan tekittir; çünkü bunlar önemli olaylardır, yoktan var eden, yaratma ve emrin bir tek kendine mahsus olduğunu gösterir. Ayrıca bunları okuryazar olmayan ve ders görmeyen birinin eski kitaplardakine uygun olarak haber vermesi, gâipten haber vermedir ve onları haber verenin peygamberliğine delâlet eder. (Bunlar şu açıdan da tekittir ki,) insanın yaratılmasını, asıllarım ve bunlardan daha büyük şeyleri içine alınca Allah'ın bunları ilk defa yaptığı gibi tekrar edeceğini de gösterirler - İşte bütün bunları sayınca, onlardan ilim ve kitap adamlarına hitap etti ve Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri hatırlamalarını, hakka tâbi olma ve delillere uyma hususunda ona verdikleri sözleri yerine getirmelerini emretti. Bunu yapsınlar da Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e ve ona indirilen şeylere ilk iman edenler onlar olsunlar istedi. 40Ey İsrâîl oğulları, size lütfettiğim nimetlerimi hatırlayın ve sözümü yerine getirin; ben de sizin sözünüzü yerine getireyim. Yalnız benden korkun. (Ey İsrâîl (İsraiyl) oğulları) yani Ya'kûb'un evlatları demektir. İbn (oğul) bina kökünden gelir, çünkü o babasının binasıdır. Bunun içindir ki, yapılan eşya da yapanını gösterir; Meselâ savaşın babası ve düşüncenin kızı denir. İsrâîl Ya'kûb aleyhisselâm’ın lâkabıdır, manası İbranice'de Allah'ın saf kulu demektir. Abdullah manasına geldiği de söylenmiştir. Ye atılarak İsrâîl, ikisi atılarak İsral ve hemzeyi ye'ye kalb ederek İsrayiyl de denilmiştir. (Size lütfettiğim nimetimi hatırlayın). Yani onları düşünerek ve şükrünü eda ederek demektir. Nimeti onlara verilenle kayıtlaması şunun içindir, çünkü insan tabiatı itibarı ile kıskançtır. Allah'ın başkalarına verdiği nimeti görünce bu onu kıskançlığa, nankörlüğe ve kızgınlığa sürükler. Eğer Allah'ın kendine verdiği nimete bakarsa, bu onu nimeti sevmeye, hâline râzı olmaya ve şükre sevk eder. Şöyle de denilmiştir: Bundan atalarına verdiği nimeti murat etmiştir, Meselâ Fir'avn'den ve denizde boğulmaktan kurtarması, buzağıya tapmalarından affetmesi gibi. Bundan hayatta olanlara verdiği nimet de murat edilmiştir, denilmiştir, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in zamanına yetişmeleri gibi. "Üzküru” iddekiru şeklinde de okunmuştur ki, aslı ifteilu (iztekirü) dur. Nimeti de vakf hâlinde ye'nin sükûnu (nimetiy) ve geçiş hâlinde de yenin atılmasıyla okunmuştur. Bu da mâ-kabli meksurye'yi harekelemeyenlerin mezhebidir. "Ve evfu bi ahdî” bana verdiğiniz sözü îman ve itâat ederek yerine getirin, "ben de size verdiğim sözü yerine getireyim” güzel sevap vererek. Ahd ahdi yapana da ahit yapılan şeye de muzâf olur. Belki de birincisi faile muzâftır, ikincisi de mef'ûle muzâftır. Çünkü Allahü teâlâ gözlerinin önüne deliller dikmek ve kitaplar indirmekle onlara ahd (vasiyet) etmiş ve iyiliklerine karşı onlara sevap va'detmiştir. Bu ikisi (îman ve sevap) için geniş bir alan vardır; şöyle ki, bizim göstereceğimiz vefanın ilki kelime-i şehâdet getirmektir, Allah’ınki de kanımızı ve canımızı kurtarmasıdır. Bizim göstereceğimiz son vefa da tevhid denizine dalarak başkasından öte kendimizden geçmektir, Allah'mki de bizi ebedî kavuşmaya nâil eylemesidir. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan: Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e tâbi olacağınız sözünü yerine getirin, ben de üzerinizdeki ağır yükleri kaldıracağıma verdiğim sözü yerine getireyim. Ve başkasının: Farzları yerine getirerek ve büyük günahları terk ederek vefa gösterin, ben de bağışlayarak ve sevap vererek size vefa göstereyim. Yahut doğru yola gitmekle vefa gösterin, ben de ikram ve ebedî nimetle vefa göstereyim gibi şeyler aradaki vasıtalara nazarandır (değişik misallerdir). Şöyle de denilmiştir: İki ahd de mef'ûlüne muzâftır, Mana da şöyledir: Siz bana îman etmek, taatime devam etmek gibi verdiğiniz sözü yerine getirin, ben de güzel sevap gibi size verdiğim sözü yerine getireyim. İki ahdin açıklaması Maide sûresinde "Yemin olsun ki, İsrâîl oğullarından sağlam söz almıştık... Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere girdireceğim...” (Maide: 11, 12) âyetlerinde gelecektir. Bu kelime şedde ile üveffi şeklinde de okunmuştur. (Yalnız benden korkun). Yaptığınız ve yapmadığınız şeylerde, özellikle verilen sözü bozmada. Bu kalıp tahsis ifade etmede (yalnız sana ibâdet ederiz) (Fâtiha: 5) ifadesinden daha kuvvetlidir. Çünkü bunda mef'ûlün tekrarıyla beraber kelâmın şart manasını içerdiğini gösteren ceza fe'si de vardır. Sanki şöyle denilmiştir: Eğer bir şeyden korkarsanız benden korkun. Rehbet sakınmakla beraber korkudur. Âyet vaadi ve tehdidi içermekte, şükrün ve ahde vefanın vâcip olduğunu ve mü'minin Allah'tan başka kimseden korkmaması gerektiğini göstermektedir. 41Yanınızdakini tasdik edici olarak indirdiğim şeye îman edin ve ona ilk inanmayanlar siz olmayın. Âyetlerimi az pahaya satmayın ve yalnız benden korkun. (Yanınızdakini tasdik edici olarak indirdiğim şeye îman edin). Îman emri tek olarak gösterilmiş ve ona teşvik edilmiştir, çünkü maksat odur, sözü yerine getirmede esas odur. İndirilen şeyin yanlarındaki şeyi tasdikle kayıtlanması şu açıdan tasdik edicidir, çünkü o kitaplarda anlatıldığına göre inmiştir yahut onlara kıssalarda, vaatlerde; tevhide davette, ibâdeti emretmede, insanlar arasında adalette, günahlardan ve çirkin şeylerden men etmede, hatta cüz'i hükümlerde asırların maslahat anlayışının değişmesiyle onlara muhâlif şeylerde bile mutabıktır. Çünkü her biri kendi zamanına göre haktır, onda muhatapların çıkarma dikkat edilmiştir. Öyleki geçen geleceğin yerine indirilse idi mutlaka ona uygun olarak indirilirdi. Bunun içindir ki, aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Eğer Mûsa hayatta olsa idi bana uymaktan başka çare bulamazdı, buyurmuştur. İşte tasdikle kayıtlanması o eski kitaplara tâbi olmanın Kur'ân'a îman etmeye aykırı olmayacağına, bilâkis bunu gerektirdiğine dikkat çekmek içindir. Bunun içindir ki, "onu ilk inkâr eden siz olmayın” kavli ile gereken şeyin ona ilk müminler olduğuna göndermede bulunmuştur. Ayrıca onlar onun mu'cizelerini gören, durumunu bilen, dualarında onun adım vesile kılan, zamanını müjdeleyen kimselerdi. "Evvele kâfirin bihi” cemi zamirine haber düşmüştür, bu da evvele ferikin yahut fevcin takdiri ile yahut şu te'villedir: Hiçbiriniz onu ilk inkâr eden olmasın. Meselâ: Kesanahulleten (bize elbise giydirdi) sözünde olduğu gibi (her birimize giydirdi demektir). Eğer: Nasıl ilk kâfirler olmamaları emredilir, hâlbuki onlardan önce Arap müşrikleri vardır, denilirse? Ben de şöyle derim: Bundan maksat telmihte bulunmaktır; söylenen sözün dış manası değildir. Meselâ: Ben câhil değilim (sen cahilsin demek istemek) gibi. Ya da şöyledir: Ehl-i kitaptan ilk kâfir olmayın yahut yanındakini inkâr edenlerden olmayın demektir. Zira Kur'ân'ı inkâr eden onun tasdik ettiğini inkâr etmiş olur. Yahut Mekke müşriklerinden inkâr edenler gibi olmayın, demektir, Evvel kelimesi ef'al veznindedir, fiili yoktur. Şöyle de denilmiştir: Aslı ev'el'dir,ele'den gelmektedir, hafifletmek için hemzesi vâv'a çevrilmiştir, kıyasi değildir. Ya da e'vel'dir ki, âl'den gelmiştir, hemzesi vâv'a kalb olunmuş ve idgam edilmiştir. "Âyetlerimi az pahaya satmayın". Onlara îmanı ve onlara tâbi olmayı dünya zevkleri ile değiştirmeyin. Çünkü dünya zevkleri ne kadar büyük olursa olsun îmanı terk etmekle kaçırdığınız âhiret hazları karşısında az ve değersizdir. Şöyle de denilmiştir: Onlar kavimlerinin reisleri idiler, onlardan vergi ve hediyeler alırlardı. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e tâbi oldukları takdirde bunları kaçırmaktan korktular, bu sebeple bunları îmana tercih ettiler. Şöyle de denilmiştir: Onlar rüşvet alırlar; hakkı değiştirir ve gizlerlerdi. "Ve yalnız benden sakının". Îman etmek, hakka tâbi olmak ve dünyadan yüz çevirmekle. Geçen âyet bu ikinci Âyetteki şeyleri prensipler gibi içine aldığından takvanın başlangıcı olan korku ile sona erdi. Bir de onunla yapılan hitap alimi de mukallidi de kapsadığı için onlara seyr ve sülukun başlangıcı olan rehbet (korku) ile emretmiştir. İkinci Âyetteki hitap ise ilim adamlarına tahsis edildiğinden onlara da seyr ü sülukun son mertebesi olan takva ile emretmiştir. 42Hakkı bâtıla karıştırmayın ve bilerek hakkı saklamayın. (Hakkı bâtılla karıştırmayın). Yukarısına ma’tûftur. Lebs karıştırmaktır. Bundan da bir şeyi başkasına benzer hâle getirmek lâzım gelir, Mana da şöyledir: Gökten indirilen hakkı kendi uydurduğunuz bâtılla karıştırmayın ve onu birbirinden ayrılmayacak şekilde gizlemeyin. Yahut hakkı aralarına yazdığınız veyahut te'vilinde zikrettiğiniz bâtılla ilişkilendirmeyin. "Ve tektümül hakka” meczumdur, yasağın hükmüne dahildir, sanki onlara îman etmeleri ve sapıklığı terk etmeleri emredilmiş, saptırmaktan da men edilmişlerdir; bu da hakkı, duyana karıştırmak, duymayana da gizlemekle olur. Ya da bu cümle vâv birleştirme için olmak üzere en takdir etmekle mensûbtur, şöyle demek olur: Hakkı bâtılla karıştırmayı onu gizlemekle birleştirmeyin. İbn Mes'ud'un Mushaf'ında ve tektumune yazılması da bunu destekler, manası da, hakkı gizleyerek demek olur. Bu nasb kırâatmda şunu sezdirme vardır ki, karıştırma hakkı gizleme ile beraber olduğu zaman çirkindir. "Bildiğiniz hâlde” karıştırdığınızı ve onu gizlediğinizi bildiğiniz hâlde, demektir. Çünkü bu daha çirkindir; zira bazen câhil (bilmeyen) mazur görülür. 43Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin; rüku edenlerle beraber rüku edin. "Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin” yani Müslüman'ların namazım ve zekatını demektir. Çünkü bunların dışındakiler namaz ve zekât gibi değildir. Onlara İslâm'ın esaslarını emrettikten sonra feri'lerini de emretti. Bunda şuna delil vardır ki, kâfirler de bunlarla muhataptır. Zekât zekez zer'u deyiminden gelir ki, ekin büyümektir. Çünkü zekâtı maldan çıkarmak mala bereket getirir, nefse cömertlik faziletini verir. Ya da zekâ'dan gelmektedir ki, temizlik manasınadır; çünkü o da malı kirden, nefsi de cimrilikten temizler. "Rüku edenlerle beraber rüku edin” yani onların cemâatinde kılın demektir. Çünkü cemâatle kılınan namaz tek başına kılman namazdan yirmi yedi derece üstündür. Zira onda nefisler yardımlaşır. Namaza rüku denilmesi Yahûdî'lerin namazından kaçınmak içindir. Şöyle de denilmiştir: Rüku şerîatın emrine baş eğmek ve itâat etmektir. Şâir Azbat es - Sa'dî şöyle demiştir: Zayıfı hor görme, olur ki, bir gün Eğilirsin de zaman onu kaldırır. 44Sizler kitabı okuduğunuz hâlde insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutur musunuz? Düşünmüyor musunuz? (İnsanlara iyiliği mi emrediyorsunuz?) bu da kınama ve şaşma ile beraber ikrar ettirmek içindir. Birr hayırda genişlemektir, berr'den gelir ki, o da her hayrı içine alan geniş fezadır. Bunun içindir ki, birr (iyilik) üç çeşittir, denilmiştir: Allahü teâlâ'ya itaatta iyilik, akrabayı gözetmede iyilik ve yabancılara muamelede iyilik. "Nefislerinizi unutarak” onları unutulmuş gibi iyiliğin dışında bırakarak demektir. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan bunun Medîne hahamları hakkında indiği rivâyet edilmiştir. Onlar nasihat ettikleri kimseye gizlice Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e uymasını emrederlerdi, kendileri ise uymazlardı. Şöyle de denilmiştir: Onlar sadaka vermeyi emrederlerdi, kendileri vermezlerdi. "Kitabı okuduğunuz hâlde” bu da "bildiğiniz hâlde” (Bakara:22) kavli gibi onları susturmak için söylenmiştir, yani Tevrat'ı okuduğunuz hâlde demektir. Bunda inada, iyiliği terke ve sözün davranışa uymamasına tehdit vardır. "Düşünmüyor musunuz?” yaptığınızın çirkinliğini düşünmüyor musunuz; eğer düşünse idiniz sizi bundan men ederdi. Ya da sizi yaptıklarınızdan ve onların vahim akıbetinden men edecek akimiz yok mu, demektir. Akıl aslında hapsetmektir. İnsandaki idrake akıl denilmesi, onu çirkin şeylerden hapsettiği ve güzel şeye bağladığı içindir. Sonra akıl oradan nefse bu idraki veren güce denildi. Âyet başkasına vaaz edip de kendisi öğüt almayan kimsenin kötü işini ve nefsinin kötülüğünü meydana çıkarmaktadır ve onun bu fiili şerîatı bilmeyenin veya akıldan yoksun birinin fiili gibidir. Yoksa bu ikisini birleştiren kimsenin içi bunu almaz. Bundan maksat da vaizi nefsini temizlemeğe ve bunlara yönelerek onu kemale erdirmeye teşviktir. O zaman kendisi de doğrulur, başkasını da doğrultur. Yoksa maksat fasık kimseyi vaazdan men etmek değildir. Çünkü emredilen iki şeyden birini ihlal etmek ötekisini de ihlal etmeyi gerektirmez. 45Sabırla namazla (Allah'tan) yardım dileyin. Gerçi bu, elbette büyük bir şeydir; ancak Allah'a saygı gösterenlere zor değildir. "Sabırla namazla yardım dileyin". Bu da yukarısına bağlıdır; zira onlara sorumluluk, başkanlığı terk etmek ve maldan yüz çevirmek gibi ağır şeyler emredilince, bunlarla tedavi edildiler. Mana şöyledir: İhtiyaçlarınızı görmem için haccı ve Allah’a tevekkül ederek aydınlığı beklemekle veya yiyeceklere sabır demek olan oruçla yardım isteyin. Çünkü onda şehveti kırma ve rûhu tasfiye etme vardır ya da namazla ve ona iltica etmekle yardım isteyin. Çünkü o temizlik, setri avret, malı bu ikisine harcama, Ka'be'ye dönme, kendini ibâdete verme, organlarla tevâzu gösterme, kalp ile iyi niyet gösterme, şeytanla mücadele, Hakk'a niyaz, Kur'ân okuma, kelime-i şahadet getirme ve nefsi yeme ve içmeden çekme gibi ruhi ve bedenî ibâdet çeşitlerini içine almaktadır. İşte bunlardan yardım isteyin ki, ihtiyaçlarınızı göresiniz ve eksiklerinizi telâfi edesiniz. Rivâyete göre aleyhissalat vesselem Efendimiz, başı dara düştüğü zaman namaza koşardı. Bundan duakasdetmek de câizdir. "Şüphesiz o” yani bu ikisinden yardım istemek yahut namaz; bu durumda zamiri yalnız ona göndermek öneminden ve birçok sabrı içine almasından dolayıdır. Ya da zamir başından beri İsrâîl oğullarının emredildikleri ve men edildikleri şeylerin hepsine râcidir. "Elbette büyüktür” ağır ve zordur. Şu âyet gibi: "Onları davet ettiğin şey müşriklere ağırdır” (Şura: 13). "Ancak huşu edenler hariç” yani tevâzu gösterenler demektir. Huşu tevazudur. Alçak kum tepesine haşaa denilmesi de bundandır. Hûdu' ise yumuşaklık ve itaattir. Şöyle de denilmiştir: Huşu' organlarla, hudu' ise kalp ile gösterilir. 46Onlar ki, Rablerine kavuşacaklarını ve ona döneceklerini bilirler. "Onlar ki, Rablerine kavuşacaklarını ve ona döneceklerim bilirler". Yani Allah'a kavuşmayı ve rızasına nâil olmayı beklerler demektir, ya da Allah'ın huzurunda toplanacaklarını ve onlara amellerinin karşılığım vereceğini kesin bilirler demektir. İbn Mes'ud'un Mushaf'ında "yalemun” yazılması da bunu destekler. Sanki burada geçen zan tabiri tercih bakımından ilme benzediğinden ona böyle denilmiştir. Çünkü o da bekleme manasını içermektedir. Şâir Evs bin Hacer şöyle demiştir: Onu (oku) eğelerinin arasına, içine Kesin işleyeceğini bilerek gönderdim. Neden bunlara diğerlerinki gibi ağır gelmedi; çünkü bunların nefisleri bu gibi şeylere alışıktır. Karşılığında bekledikleri şeylerden dolayı zorluklarını küçük görürler, o sebeple yorgunluklarından zevk alırlar. Bunun içindir ki, aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: "Namaz gözümün nûru kılındı", buyurmuştur. 47Ey İsrâîl oğulları, size lütfettiğim nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. "Ey İsrâîl oğulları, size lütfettiğim nimetlerimi hatırlayın". Bunu te'kit için ve özellikle en büyük nimet olan âlemlerden üstün kılmayı hatırlatmak için tekrar etti. Ve bunlardan gâfil olanları ve haklarını ihlal edenleri korkutmak için de bunu şiddetli tehdide bağladı (o günden korkun ki,). (Sizi üstün kıldığımı). Bunu da nimeti lâfzının üzerine atfetti. "Âlemlere” yani zamanlarının insanlarına demektir. Bundan da Mûsa aleyhisselâm zamanındaki ve Tevrat'ı değiştirmeden önce arkasından gelen atalarını murat ediyor. Onları da kendilerine verdiği ilim, îman ve iyi amel sayesinde üstün kılmış ve onları peygamberler ve adalet icra eden krallar yapmıştı. Bundan insanların meleklerden üstün olduğu sonucu çıkarılmıştır ki, zayıf bir görüştür. 48O günden sakının ki, o gün kimse kimseden hiçbir şey ödemez; ondan şefaat kabul olunmaz ve bir fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez. "O günden korkun ki,” yani ondaki hesap ve azaptan korkun ki, "o gün kimse kimseden hiçbir şey ödemez". Yani haklardan bir şey veya cezadan bir şey düşüremez, demektir. Şey'en mastar olarak mensûb olmuştur. Lâ tücziü şeklinde de okunmuştur ki, eczee'den gelir, fayda vermek manasınadır. Bu da mastar olma düşüncesine göredir. Her iki nefis nekire olmakla beraber onun da nekire kılınması genellemek ve tamamen ümit kestirmek içindir. Cümle yevme'nin sıfatıdır, aid zamiri de mahzûftur, takdiri: Lâ tezci fihi demektir. Mecrûr aid zamirinin hazfini câiz görmeyen ise: Genelleşmiş, câr hazfedilmiş ve mef'ûlunbih'in yerine geçirilmiş, sonra da: Em malun esabu'da olduğu gibi hazfedilmiştir, der (aslı esabuhu'dur). "Ondan şefaat kabul olunmaz". Yani ikinci nefisten yahut birinci nefisten kabul olunmaz demektir. Sanki âyetten bir kimsenin bir kimseden hiçbir ihtimal dahilinde azâbı def edemeyeceği murat edilmiştir. Çünkü bu ya zorla olur ya da başka türlü olur. Birincisi yardım etmektir. İkincisi de ya bedava olur ya da başka şekilde olur. Birincisi ona şefaat etmektir, ikincisi de üzerindeki şeyi ödemektir ki, o da onu kaldırma ile veya başka bir şeyle olur. O başka bir şey de karşılığını vermektir. Şefaat ise şef'den (çiftleştirmekten) gelir, sanki şefaat edilen tek idi de şefaat eden nefsini ona ilave etmekle onu çift hâle getirmiştir. Adi de fidyedir. Bedel de denilmiştir. Adlin aslı eşit kılmaktır, fidyeye adi denilmesi fidyesi verilenle eşit kılmmasındandır. İbn Kesîr ile Ebû Amr te ile vela tukbelu okumuşlardır. "Velahüm yunsarun” Allah'ın azabından korunmazlar. Zamir ikinci münker ve çok nefisler manasına gelen ve olumsuz anlatımla kullanılan ikinci nefsin gösterdiği şeye râcidir. Müzekker olması ibad (kullar) manası itibarı iledir ya da (insanın çoğulu) ünasiy manasına göredir. Nusrat maunetten daha özeldir, çünkü zararı def etme manasında bir yardımdır. Mu'tezile bu âyeti büyük günah sahiplerinin şefaate nâil olmayacaklarına delil getirmişlerdir. Şöyle cevap verilmiştir; bu kâfirlere mahsustur, zira şefaat hakkında âyetler ve hadisler vardır. Hitabın onlara olması da bunu teyit eder. Âyet Yahûdîlerin atalarının kendilerine şefaat edeceği savını reddetmek için inmiştir. 49Bir vakitler sizi Fir'avn hanedanından kurtarmıştık. Size azabın en kötüsünü reva görürler, oğullarınızı boğazlar ve kadınlarınızı sağ bırakırlardı. Bunda da size Rabbinizden büyük bir imtihan var. (Bir vakitler sizi Fir'avn hanedanından kurtarmıştık). Bu da, size verdiğim nimetimi hatırlayın kavlinin kapalı bıraktığı şeyi açmaktadır ve Cebrâîl'le Mikail'in meleklere atfı (özelin genele atfı) gibidir. Enceytüküm ve necceytüküm şeklinde de okunmuştur. ÂT in aslı ehl'dir, çünkü ism-i tasgiri üheylün'dür. Özellikle önemli kişilere muzâf olarak kullanılır, Meselâ peygamberler ve krallar gibi. Fir'avn Mısır'ı yönetenlerin unvanıdır. İran ve Rum krallarına Kisra ve Kayser (Sezar) denilmesi gibi. Çok zâlim oldukları için ondan türetilerek teferaner recülü (adam Firavunlaştı, zorbalaştı) denilir. Mûsa'nın Firavun'unun ismi Mus'ab bin Reyyan idi. Oğlu Velid'in Âd soyundan geldiği söylenmiştir. Yûsuf aleyhisselâm'ın Firavun'unun ismi ise Reyyan idi, aralarında dört yüz yıldan çok zaman vardır. "Yesumuneküm” sizin için isterler, bu da samehu hasfen deyiminden gelir ki, birine zulmü reva görmektir. Sevm'in aslı bir şeyi aramaya gitmektir. "Suel azab” azabın en kötüsü demektir. Çünkü o, diğerlerine göre en çirkinidir. Sû' sâe yesûu'dan gelir, mastardır, nasbi da yesumuneküm fiilinin mef'ûlü olmasındandır. Cümle necceynaküm'deki zamirden veyahut âl-i Fir'avn'den veyahut her ikisinden hâl’dir. Çünkü onda her birinin zamiri vardır. "Yüzebbihune ebnaeküm ve yestahyune nisaeküm” bu da yesumuneküm lâfzını açıklamaktadır, onun içindir ki, atıf yapılmamıştır. Yezbehune şeklinde şeddesiz de okunmuştur. Bunu yapmaları (erkek çocukları boğazlamaları) şunun içindir; çünkü Fir'avn rüyasında görmüştü yahut kahinler ona Yahûdîlerden bir oğlan çocuğunun doğacağını ve mülkünü götüreceğini söylemişlerdi. Onların çabaları Allah'ın kaderini hiçbir şekilde değiştiremedi. "Ve fî zaliküm belaün” belâ mihnet manasınadır, eğer bununla yaptıkları şeye işâret edilirse, nimet demektir, eğer onunla Fir'avn hanedanından kurtarmaya işâret edilirse. Belanın aslı denemedir, ancak Allah'ın kullarını denemesi bazen mihnet ile bazen de nimet ile olduğu için ikisine de denilmiştir. Zaliküm ile hepsine işâret edilmek de câizdir. Bundan (beladan) ikisi (nimetle musibet) arasında yaygın olan imtihanı kastetmek câizdir. "Rabbinizden” onları üzerinize musallat etmekle yahut Mûsa aleyhisselâm'ın gönderilmesi ve sizi kurtarmaya muvaffak olması ile veyahut her ikisi ile. "Azîm” belanın sıfatıdır. Âyette şuna dikkat çekilmiştir ki, kulun başına gelen hayır veya şer Allah'tan bir imtihandır; sevincine şükretmeli ve acısına sabretmelidir ki, imtihanı kazananlardan olsun. 50Bir zamanlar size denizi yarmış; sizi kurtarmış ve Fir'avn hanedanım suda boğmuştuk. Siz de bakıyordunuz. (Bir zamanlar size denizi yarmıştık). Ferakna denizi birbirinden ayırdık, öyle ki, onda gitmeniz veya sizi kurtarmamız veyahut sizinle ilgili olarak yollar oluştu. Son mana şairin şu mısraındaki gibidir: Atlarımız bize düşmanların kafataslarını ve kaburga kemiklerini çiğnetti Bu, teksir babından olarak ferrakna şeklinde de okunmuştur, çünkü açılan yollar kabilelerin sayısına göre on iki idi. "Sizi kurtarmış ve Fir'avn hanedanını suya boğmuştuk". Bundan Fir'avn ile halkını kastetmiştir. Sadece onlardan bahsetmesi ilk boğulacak onlar olması hasebiyledir. Âl, Fir'avn'in şahsıdır da denilmiştir. Nitekim Hazret-i Hasan radıyallahü anh: Allah'ım, Muhammed'in âl'ine rahmet et, der ve bundan onun şahsını kastederdi. Fir'avn'i zikretmekle halkını söylemeye gerek kalmamıştır. "Siz de bakıyordunuz” bunlara. Ya da boğulmalarına veyahut denizin üzerlerine kapaklanmasına veyahut denizin yarılıp eskimiş kuru yollara ayrılmasına veyahut denizin sahile attığı cesetlerine bakıyordunuz. Yahut birbirinize bakıyordunuz. Çünkü rivâyete göre Allahü teâlâ Mûsa aleyhisselâm'a İsrâîl oğullarını geceleyin yürütmesini emretti; o da onları çıkardı. Sabahleyin de Fir'avn ve ordusu onları bastırdı. Onlara deniz kıyısında rastladılar. Allah ona asasıyla denize vurmasını emretti, o da vurdu. Ondan kuru on iki yol göründü. Onlar gittiler: Ey Mûsa, bazılarımızın suya boğulup da onları bilememekten korkuyoruz, dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ delikler açtı, denizi geçinceye kadar birbirlerini gördüler ve seslerini işittiler. Sonra Fir'avn ve askerleri oraya ulaşıp da açık olduğunu görünce kendisi ve orduları içine daldılar, deniz de onların hepsini yuttu ve onları boğdu. Bil ki, bu olay Allah'ın İsrâîl oğullarına verdiği en büyük nimetlerden ve hikmet sâhibi Allah'ın varlığına ve Mûsa aleyhisselâm'ın tasdikine zorlayan en büyük mu'cizelerdendir. Sonra onlar bunun ardından buzağıyı ilâh edindiler ve: Allah'ı açıkça görünceye kadar sana îman etmeyiz, dediler ve benzeri sözler ettiler. Onlar kavrayış, zekâ, nefis temizliği ve güzelce tâbi olma bakımından ümmet-i Muhammed'den çok uzaktırlar / geridirler. Üstelik Efendimizin mütevatir mu'cizeleri zekilerin anlayacağı şekilde ince nazari şeylerdi. Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm'ın bunları haber vermesi de yukarıda geçtiği gibi onun mu'cizelerinden sayılır. 51Bir zamanlar Mûsa ile kırk gece sözleşmiştik. Sonra onun ardından zâlimler olarak buzağıyı (ilâh) edindiniz. "Bir zamanlar Mûsa ile kırk gece sözleşmiştik". İsrâîl oğulları Fir'avnin helâkinden sonra Mısır'a dönünce, Allah Mûsa'ya ona Tevrat'ı vereceğini va'detti ve ona zilkade ayı ile zilhicce'nin de on gününü tayin etti. On güne gece demesi, mehtaplı olmalarındandır. İbn Kesîr, Nah, Âsım, İbn Âmir, Hamze ve Kisâî vâadna okumuşlardır. Çünkü Allahü teâlâ ona vahyi va'detti, Mûsa aleyhisselâm da randevu için Tûr'a gelmeyi va'detti. "Sonra buzağıyı edindiniz” ilâh ve mâbut edindiniz. "Onun ardından” Mûsa aleyhisselâm'dan veya sürenin geçmesinden sonra demektir. "Zâlimler olarak” şirk koşmanızla. 52Sonra bunun arkasından şükredesiniz diye sizi affettik. "Sonra sizi affettik” tevbe ettiğiniz zaman. Af suçu silmektir, afa'dan gelir ki, izi yok olmaktır. "Bunun ardından” yani buzağıyı ilâh edinmenizin ardından demektir. "Şükredesiniz diye.” yani affına şükretmeniz için. 53Bir zamanlar doğru yolu bulasınız diye Mûsa'ya kitabı ve iyiyi kötüden ayırma gücü verdik. "Bir zamanlar Mûsa'ya kitabı ve iyiyi kötüden ayırma gücünü verdik” yani indirilmiş bir kitap olmakla beraber hak ile bâtılı ayırmayı da içine alan Tevrat'ı demektir. Şöyle de denilmiştir: Furkândan maksat davada hak ile bâtılı ya da inkâr ile îmanı ayıran mu'cizeleri demektir. Şöyle de denilmiştir: Furkân helalle haramı ayıran şerîattır, ya da onu düşmanından ayıran zaferidir. Meselâ Allahü teâlâ’nın: "Furkân günü” (Enfâl: 41) sözü gibi ki, bundan Bedir gününü murat etmiştir. "Doğru yolu bulmanız için.” kitabı incelemek ve âyetlerini iyice düşünmekle hidâyete ermeniz için. 54Hani Mûsa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim, şüphesiz siz buzağıyı ilâh edinmekle kendi nefislerinize haksızlık ettiniz. Öyleyse Yaradanınıza tevbe ediniz ve kendi nefislerinizi öldürünüz. İşte bu, Yaradanınız katında sizin için daha hayırlıdır. Allah da tevbenizi kabul etti. Şüphesiz o, evet o, tevbeleri çok kabul eden, çok merhamet edendir. "Hani Mûsa kavmine şöyle demişti: Ey kavmim, siz buzağıyı ilâh edinmekle kendi nefislerinize haksızlık ettiniz. Öyleyse Yaradanınıza tevbe ediniz". Tevbeye ve sizi Yaradana dönmeye azmedin. O ki, sizi dengesizlikten beri olarak yarattı ve sizi değişik suret ve şekillerle birbirinizden ayırdı. Beraet terkibinin aslı ya bir şeyi bir şeyden kurtarmak içindir, Meselâ beriel maridü min maradihi velmedyunu min deynihi (hasta hastalığından, borçlu borcundan kurtuldu) denir. Ya da yapmak (yaratmak) içindir, Meselâ bereallahu ademe minet tini (Allah Âdem'i çamurdan yarattı) gibi. Ya da tevbe edin "nefislerinizi öldürün” tevbenizi tamamlamak için, bu da ya intihar etmekle ya da şehvetleri kesmekle olur. Nitekim: Kim nefsine azâp etmezse ona sefa sürdürmez ve kim onu öldürmezse onu diriltmez, denilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Birbirlerini öldürmekle emrolundular. Şöyle de denilmiştir: Buzağıya tapmayanlar tapanları öldürmekle emrolundular. Rivâyete göre adam yakınlarını görür ve Allah’ın bu emrini yerine getiremezdi. Bunun üzerine Allah bir sis ve kara bir bulut gönderdi, birbirlerini göremediler. Sabahtan akşama kadar birbirlerini öldürmeye başladılar, nihayet Mûsa ve Hârûn dua ettiler, bulut açıldı, tevbe emri indi. Ölüler de yetmiş bin olmuş idi. İlk fe sebebiyet, ikincisi de takip içindir. "İşte bu, Yaradanınız katında sizin için daha iyidir” çünkü o, şirkten temizlenme ve ebedî hayata ve sonsuz neşeye kavuşmadır. "Fetabe aleyküm” bu da mahzûfa bağlıdır, eğer bunu Mûsa aleyhisselâm'ın onlara sözü kabul edersen, takdiri de şöyledir: İn fealtüm mâ ümirtüm bihi fekad tabe aleyküm. Ve mahzûfa ma’tûftur, eğer onu üslup değiştirerek Allah'ın onlara hitabı kabul edersen, sanki şöyle demiş olur: fefealtüm mâ ümirtüm bihi fetabe aleyküm bariüküm (size emrolunanı yaptınız, Yaradan'mız da tevbenizi kabul etti). Bari'nin zikredilmesi ve işin ona bağlanması, onların cehaletin ve ahmaklığın son kertesine vardıklarını gösterir, öyle ki, hikmet sâhibi Yaradanlarma ibâdeti bıraktılar, ahmaklıkta darb-ı mesel hâline gelene (öküze) tapmaya başladılar. Bunda şu da vardır ki, bir kimse gerçek nimet vereni tanımazsa, elinden alınmaya müstahak olur. Bunun içindir ki, öldürmek ve insan binasını yıkmakla emrolundular. "Şüphesiz o, evet o, tevbeleri çok kabul eden, çok merhamet edendir". Yani tevbeye çok muvaffak kılar yahut günahkârlardan çok kabul eder ve aşırı nimet verir. 55Hatırlayın ki, siz: Ey Mûsa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla îman etmeyiz, demiştiniz de, siz de bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı. "Hatırlayın ki, siz: Ey Mûsa sana îman etmeyeceğiz, demiştiniz". Yani senin demenden dolayı îman etmeyeceğiz yahut seni ikrar etmeyeceğiz. "Hatta nerallahe cehreten” Allah'ı gözlerimizle görünceye kadar. Cehreten aslında mastardır: Cehertü bilkırâati (sesli okudum) sözünden gelir. Sonra istiare yoluyla gözle görmek için kullanılmıştır. Mastar (mef'ûlu mutlak) olarak mensûbtur, çünkü o da rü'yettendir. Ya da fâilden veyahut mef ul'den hâl olarak mensûbtur. He'nin fethi ile cehereten şeklinde de okunmuştur, o zaman galebe gibi mastar olur yahut cahirin cem'i olur, Meselâ ketebe gibi, bu durumda da hâl olur. Bunu diyenler de Mûsa aleyhisselâm'ın Tûr'da buluşma için seçtiği yetmiş kişidir. Şöyle de denilmiştir: Onlar kavminden on bin kişi idiler. İnanacakları şey de sana Tevrat'ı Allah'ın vermesidir, seninle konuşmasıdır yahut senin peygamber olduğundur. "Sizi yıldırım çarpmıştı” aşın dikbaşlığmızdan, inadınızdan ve imkânsızı istemenizden dolayı. Çünkü onlar Allah'ın cisimlere benzediğini zannettiler ve cisimler gibi çeşitli taraflardan ve bakanın karşısından görülmesini istediler. Bu ise muhâldir; belki mümkün olan, nitelikten münezzeh olarak görünmesidir; bu da âhirette mü'minler ve dünyada da bazı peygamberler içindir. Şöyle de denilmiştir: Gökten bir ateş gelip onları yaktı. Ses de denilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Onlar birtakım askerlerdi, onları hissettiler, bir gün bir gece ölü olarak kaldılar. "Siz de bakıp duruyordunuz” size çarpan şeye veya eserine bakıyordunuz. 56Sonra şükredesiniz diye ölümünüzün ardından sizi diriltmiştik. "Sonra sizi ölümünüzün ardından dirilttik". Yıldırımın çarpmasıyla ölümünüzden, demektir. Diriltmeyi, "ölümünüzden” diye kayıtlaması, onun baygınlıktan veya uykudan da olabiieceğindendir, Meselâ şu Âyette olduğu gibi. "Sonra sizi dirilttik (uykudan)” (Kehf: 12). "Şükredesiniz diye” diriltme nimetine yahut inkâr ettiğiniz şey (îman) nimetine şükredersiniz, yıldırımla Allah'ın hışmını gördüğünüz için. 57Bulutu gölge yapmış ve üzerinize kudret helvası ile bıldırcın eti indirmiştik. Size rızık ettiğimizin temizlerinden yiyin. Onlar bize zulmetmediler; ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı. "Bulutu size gölge yapmıştık". Allah onlar Tin çölünde iken bulutu güneşten gölge yapmak için onların emrine verdi. "Üzerinize kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik” men (kudret helvası) terencebindir, selva da bıldırcındır. Şöyle de denilmiştir: Kudret helvası kara benzer bir şeydir, şafaktan güneşin doğmasına kadar inerdi. Güney rüzgârı da bıldırcınları üzerlerine sürerdi. Gece de bir ateş sütunu inerdi, onun ışığında yürürlerdi. Elbiseleri de kirlenmez ve eskimezdi. "Size rızık ettiğimizin temizlerinden yiyin” yani onlara böyle dedik. "Bize zulmetmediler” burada kısaltma vardır, aslı şöyledir: Bu nimetlere nankörlük etmekle zulmettiler, bize zulmettiler "ancak kendi nefislerine zulmediyorlardı” nankörlükle, çünkü bunun zararı onları geçmez. 58Hani şu memlekete girin ve ondan istediğiniz yerde bol bol yiyin, kapısından saygı göstererek girin ve hıtta deyin ki, sizin hatalarınızı bağışlayalım. İyilik edenlerin ecrini yakında artıcağız, demiştik. "Hani şu memlekete girin demiştik". Yani Beytülmukaddes'e demektir. Eriha da denilmiştir. Bu emir Tih çölünden çıktıktan sonra verilmiştir. "Ve ondan istediğiniz yerde bol bol yiyin". Reğaden mastar (mef'ûlu mutlak) yahut cemi vavından hâl olarak mensûbtur. "Kapıdan girip” yani kentin kapısından yahut ona doğru namaz kıldıkları çadırın kapısından. Çünkü onlar Mûsa aleyhisselâm’ın hayatında Beytülmukaddes'e girmediler. "Sücceden” saygı göstererek yahut Tih'ten çıkardığı için Allah'a secde ederek. "Hıtta deyin” Yani bizim dileğimiz veyahut senin işin hıtta'dır deyin. Bu fî'letün veznindedir, hatt'an gelir, tıpkı cilse gibi. Asıl mastar olarak nasb ile okunmuştur, hutta anna zünübena (günahlarımızı düşür) demektir. Ya da kulu (deyin) lâfzının mef'ûlü olarak mensûbtur, yani bu sözü söyleyin, demektir. Şöyle de denilmiştir: Bizim işimiz hıtta'dır, yani yükümüzü bu memlekete yıkıp orada ikamet etmektir. (Hatalarınızı bağışlayalım) secde ve duanızla. Nâfi' meçhul olarak ye ile (yuğfer), İbn Âmir de te ile (tuğfer) okumuşlardır. Hataya'nın aslı hadai' gibi hatayi' idi, Sîbeveyh'e göre zâit olan ye hemzeye çevrildi, çünkü eliften sonra gelmiştir ve iki hemze cem olmuştur. İkincisi ye ile değiştirildi, sonra da elife kalb olundu. Hemze de iki elifin arasında kalınca ye'ye değiştirildi. İmâm Hâlil'e göre ise hemze ye'nin önüne alındı, sonra da ikisine az önce anlatılanlar yapıldı. "İyilik edenlerin ecrini yakında artıracağız” sevabını demektir. Emre itâati günahkâr için tevbe, iyilik eden için de sevabın artmasına sebep kılmıştır. Cümleyi cevap şeklinden çıkarıp vaat şekline getirmesi, iyilik edenin bunu yapmasa da o ortamda olmasındandır. Hele bir de öyle yaparsa, zaten mutlaka yapar! 59Nefislerine zulmedenler bu sözü kendilerine denenden başka bir sözle değiştirdiler. Biz de kendilerine zulmedenlerin üzerine ettikleri fasıklık yüzünden gökten murdar bir azâp indirdik. "Nefislerine zulmedenler bu sözü kendilerine denenden başka bir sözle değiştirdiler” Kendilerine emredilen tevbe ve istiğfarı gönüllerinin çektiği dünya metaı ile değiştirdiler. "Biz de zâlimlerin üzerine indirdik". Bunu tekrar etmesi; yaptıklarının çirkinliğini abartmak ve azâp indirmenin emredilen şeyi yerine getirmedikleri için zulümlerinden ya da kurtuluşlarını temin edecek şeyi terk edip de helâk edecek şeye geçmekle nefislerine zulmetmelerinden kaynaklandığını bildirmek içindir. "Fasıklıkları yüzünden murdar bir azâp” fıskları sebebiyle gökten kendileri için takdir edilen bir azâp indirdik. Burada geçen ricz aslında tiksinilen şeydir, rics de öyledir. Zamme ile (rücs) de okunmuştur, o da lügattir. Ondan maksat da taundur. O hastalıkla bir saatte yirmi dört bin kişi öldüğü rivâyet edilmiştir. 60Bir zamanlar Mûsa kavmi için su aramıştı. Biz de: "Asanı taşa vur” dedik; ondan on iki pınar fışkırmıştı. Her sınıf su alacak yerlerini öğrenmişlerdi. Onlara: Allah'ın rızkından yiyin, için: fesatçılar olarak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın, dedik. "Bir zamanlar Mûsa kavmi için su aramıştı". Çünkü Tih sahrasında susamışlardı. "Biz de: Asanı taşa vur, dedik". Elhacerdeki lâm ant (bildikleri bir taş) içindir. Rivâyet edildiğine göre o Tûr dağından getirilmiş küp şeklinde bir taş idi. Her yüzünden üç pınar akardı. Her pınar bir arkın içinden bir kabileye akardı. Onlar altı yüz bin kişi idiler. Kampın genişliği on iki mil idi. Ya da o, Âdem'in cennetten indirdiği bir taş idi, Şuayb aleyhisselâm'a geçti. O da onu asa ile beraber Mûsa'ya verdi. Ya da yıkanmak için elbisesini üzerine koyduğu taştır. Allah o vesile ile onu iftira ettikleri yumurtalarının şişkinliği hastalığından temize çıkarmıştı. Cebrâîl o taşı taşımasını işâret etmişti. Ya da lâm cins içindir, bu da delil olarak daha önemlidir. Şöyle de denilmiştir: Allah ona belli bir taş taşımasını emretmedi, ancak taşsız bir yere varırsak nasıl olacak, dediler? O da bir taş aldı, onu torbasında taşıdı. Bir yere konakladığı zaman ona asası ile vururdu, su fışkırırdı; hareket ettiği zaman da yine vururdu, kururdu. Onlar da: Eğer Mûsa asasını kaybederse, susuzluktan ölürüz, dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ: Taşa vurma, ona konuş seni dinleyecektir, belki ibret alır, diye vahyetti. Şöyle de denilmiştir: O mermer bir taş idi, bir arşın eninde ve boyunda idi. Asa da Mûsa aleyhisselâm'ın boyunda on arşın idi. Cennetten çıkmış bir mersin ağacı idi. Ucunda iki çatalı vardı, karanlıkta yanardı. (Ondan on iki pınar fışkırmıştı). Mahzûfa mütealliktir, takdiri şöyledir: Fein darapte fekad infeceret evfedarabe fenfeceret, nitekim, "fetabe aleyküm” (Bakara:54) kavlinde geçmişti. Şin'in kesri ile (aşirete) ve fethi ile de aşerete şeklinde okunmuştur, ikisi de geçerli lügattir. (Her sınıf bildi) yani her kabile "meşrebehüm” su içecekleri pınarını. "Yiyin, için” burada deme sözü takdir edilmiştir (onlara böyle dedik). "Allah'ın rızkından” bundan Allah'ın onlara rızık etmiş olduğu kudret helvasını, bıldırcın etini ve pınarların suyunu murat etmiştir. Yalnız su da denilmiştir, çünkü o içilir ve bitirdiği şeyler de yenilir. (Fesatçılar olarak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın). Fesat çıkarmada ileri gitmeyin. Böyle kayıtlaması şunun içindir, her ne kadar ileri gitme daha çok fesatta olursa da fesatta olmayanda da bulunur, Meselâ haddini aşan zâlime karşı koymada olduğu gibi. Kimi ileri gitme de beğenilen bir düzeltmeyi içine alır, meselâ Hızır aleyhisselâm'ın o çocuğu öldürmesi ve gemiyi delmesi gibi. Ays maddesi de avs'a yakındır, ancak şu kadar var ki, o daha çok duyularla hissedilende kullanılır. Kim bu mu'cizeleri inkâr ederse bu, Allah'ı hiç bilmediğinden ve yaptığı acayip şeyleri az düşündüğündendir. Çünkü mademki taşlardan kılı kazıyan, sirkeyi İten ve demiri çekenleri vardır, öyleyse Allahü teâlâ'nın suyu yerin altından veyahut havayı etraftan çekip de onu soğutma ve benzeri güçlerle suya çeviren bir taş yaratması da imkânsız değildir. 61Hani siz: "Ey Mûsa, biz bir çeşit yiyeceğe sabredenleyiz; bizim için Rabbine dua et, de bize yerin bitirdiğinden; sebzesinden, acurundan, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O da: "Şu daha hayırlı olanı daha aşağısı ile mi değiştirmek istiyorsunuz? Şehre inin; şüphesiz orada istedikleriniz vardır” dedi. Üzerlerine zillet ve yoksulluk damgası vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyor ve peygamberleri haksızca öldürüyorlardı. İşte bunlar, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzündendir. "Hani siz: "Ey Mûsa, biz bir çeşit yiyeceğe sabredemeyiz, demiştiniz". Bundan da kendilerine Tih sahrasında rızık edileni murat ediyor, tekliğinden de değişmemesini murat ediyor. Meselâ kralın yemeği tektir sözleri gibi ki, çeşitleri değişmez, demektir. Bunun içindir ki, ondan yemek istemediler. Ya da tek çeşit demektir, çünkü o ikisi (kudret helvası ile bıldırcın eti) lüks erbabının yiyeceği idi, onlarsa çiftçi idiler; asıllarına döndüler ve gönülleri alıştıkları şeyi çekti. "Bizim için Rabbine dua et” dua ederek ondan bizim için iste "bize çıkarsın” bize göstersin ve icat etsin. Fiilin meczum olması fed'u emrinin cevabı olmasındandır. Çünkü onun duası icabete sebeptir. (Yerin bitirdiklerinden) mecâzî isnat ve kabul eden şeyin fiil yerine geçirilmesi kabilindendir (esasen yapan Allah'tır). Min parça için kullanılan edattır. (Sebzesinden acurundan, sarımsağından, mercimeğinden ve soğanından). Bu da onları tefsir etmekte ve açıklamaktadır, hâl yerine düşmüştür. Harfi çerin tekrarı ile bedeldir de, denilmiştir. Baki yerden biten yeşilliktir, bundan murat edilen de yenen hoş şeylerdir. Fum da buğdaydır, ekmek için de denilir, fevvimu lena sözü de bundan gelir. Sarımsak olduğu da söylenmiştir. Zamme ile kussaiha şeklinde de okunmuştur, bu da geçerli lügattir. "Dedi” yani Allah yahut Mûsa "etestebdilunellezi hüve edna". Yani yeri yakın ve değeri düşük olanı değiştirmek mi istiyorsunuz? Dünüv maddesinin aslı yeri yakın olmaktır, bundan da istiare yolu ile değersizlik için kullanılmıştır, nitekim uzaklık da şeref ve yücelik için kullanılmıştır. Şöyle denilmiştir: Yeri uzak. düşüncesi yüksek. "Daha hayırlı olanla” bundan da kudret helvası ile bıldırcın etini murat ediyor. Çünkü bunlar lezzet, fayda ve elde etmek için çalışmaya ihtiyaç göstermeme bakımından da hayırlıdır. (Şehre inin) Tih çölünden oraya inin, hebetal vadiye denir ki, dereye inmektir. Hebeta minhü da ondan çıkmaktır. Zamme ile uhbutu şeklinde de okunmuştur. Mısır büyük şehir demektir. Aslı iki şey arasındaki sınırdır. Bundan özel isim murat etmiştir de denilmiştir. Munsarif olması (tenvîn alması) ortası sâkin olduğu içindir yahut beled ile te'vil edilmesinden. İbn Mes'ud'un Mushafmda tenvinsiz olması bunu (özel isim olmasını) teyit eder. Şöyle de denilmiştir: Bunun aslı Mısraiym'dir, Arapçalaşmıştır. "Şüphesiz orada istedikleriniz vardır. Üzerlerine zillet ve yoksulluk damgası vuruldu". Üzerlerine kubbe gibi çatıldı yahut onlara yapıştırıldı, çamurun duvara vurulması gibi. Bu da nankörlüklerine karşı ceza idi. Yahûdîler genellikle hor ve yoksuldular, ya gerçekten böyledirler ya da cizyenin katlanmasından korkarak kendilerini böyle gösterirler. "Ve bau biğadabin minallahi” Allah'ın gazabı ile döndüler ya da gazabını hak ettiler demektir. Bu da bae fülanün bifülanin deyiminden gelir ki, birinin yerine öldürülmeyi hak etmektir. Bev'in aslı eşitliktir. (Bu) geçen horluk, yoksulluk ve gazaba uğramaya işarettir "Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmelerindendir". Allah'ın saydığı; denizi yarma, bulutun gölgelendirmesi, kudret helvası ve bıldırcın etinin indirilmesi, taştan pınarların fışkırtılması gibi mu'cizeleri yahut İncil ve Kur'ân gibi gökten indirilen kitapları ve recim ayetini ve içinde Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in sıfatı bulunan Tevrat ayetini inkâr etmeleriyle kâfir olmaları yüzündendir. Peygamberleri öldürmeleri de buna dahildir çünkü Eş'iya, Zekeriyya, Yahya ve diğerleri gibi peygamberleri haksız yere öldürdüler, zira öldürülmelerini gerektiren bir sebep görmemişlerdi. Sadece keyfiliklerinden ve dünya sevgisinden yapmışlardı. Nitekim buna "isyan ettikleri ve aşırı gittikleri için” sözü ile de işâret etmiştir. Yani onları Allah'ın âyetlerini İnkâra ve peygamberleri öldürmeye isyanları, umursamazlıkları ve saldırganlıkları sürüklemişti. Çünkü küçük günahlar büyüklerine götürür. Şöyle de denilmiştir: Tekrar etmesi başlarına gelen şeyin inkâr ve öldürme yüzünden olduğuna işâret içindir. Bu da günahları irtikap edip Allahü teâlâ’nın sınırlarını aşmaları sebebiyledir. Şöyle de denilmiştir: İşaret İnkâra ve adam öldürmeyedir, ancak be edâtı beraberlik ifade eden maa manasınadır. İki veya daha çok şeye tek ile işaretin câiz olması da, zikredilen ve geçen takdiri ile kısaltmak içindir. Bunun bir benzeri de Şâir Rube'nin sığırları anlatan şu beyitinde geçmektedir: Onlarda siyah ve alaca renkler vardır, Sanki o, derideki alaca gibidir. (Onlar diyecekken o, demiştir). Bunu güzelleştiren şey de şudur: Kapalı zamirlerin tesniyeleri, cemileri ve müenneslikleri gerçek değildir. Bunun içindir ki, yukarıda geçen ellezi (Bakara: 17) cemi (Ellezîne) yerine kullanılmıştır. 62Şüphesiz îman edenler, Yahûdîler, Hıristiyanlar ve Sabiîlerden her kim Allah'a (ve son Peygamber Muhammed aleyhisselâm’a) ve âhiret gününe îman eder ve (son Peygamber Muhammed aleyhisselâm’ın şeri’atine göre) sâlih amel/iyi işler yapanların Allah katında mükâfatları vardır. Onlar için Rableri katında korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir. "Şüphesiz îman edenler” dilleriyle îman edenler, bunlardan Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in dinini ihlâsla kabul edenler ve münâfıklar murat ediliyor. Şöyle de denilmiştir: Yalnız münâfıklar kastedilmiştir, çünkü onlar da kâfirler topluluğuna dahildir. "Yahûdîler” Yahûdî olanlar, tehevvede Yahûdî dinine girmektir. Yahud ya Arapça'dır, hâde'den gelmektedir ki, tevbe etmek manasınadır. Onlara bu ismin verilmesi, buzağıya tapma ibâdetinden tevbe ettikleri içindir. Ya da Yahuda'dan Arapçalaşmıştır. Sanki Ya'kûb aleyhisselâm'ın büyük oğlunun adını almışlardır. (Nasraniler) bu da nasran’ın çoğuludur, nedama gibi. Nasranî (nasraniy) deki ye mübalağa içindir, tıpkı ahmeriy'de olduğu gibi. Onlara bu ismin verilmesi Îsa Mesih aleyhisselâm'a nusrat (yardım) etmeleri içindir ya da Nasran veyahut Nasıra denen köyde onunla beraber olmalarından dolayıdır. Onun ismini veya onun isminden almışlardır. "Sâbiîler” bunlar da Hıristiyanlarla Mecûsîler arasında bir topluluktur. Şöyle de denilmiştir: Dinlerinin aslı Nûh aleyhisselâm'ın dinidir. Şöyle de denilmiştir: Onlar meleklere tapanlardır, Yıldızlara tapanlar da denilmiştir. Eğer o, Arapça ise sabee'den gelmektedir, çıkmak manasınadır. Yalnız İmâm Nâfi' ye ile okumuştur, ya hemzeyi tahfif edip ye'ye çevirmiştir ya da saba'dan gelmektedir meyletmek manasınadır. Çünkü onlar diğer dinlerden kendi dinlerine eğilmişlerdir ya da haktan bâtıla meyletmişlerdir. "Men amene billahi velyevmil ahiri ve âmile salihan” onlardan kim neshedilmeden önce ondan olur, kalbi ile ilk ve son inanılacak şeylere îman eder ve şerîatının gereğince amel ederse, "onlar için Rableri katında ödülleri vardır” îman ve amellerine va'dettiği ecir vardır. "Onlara korku yoktur. Onlar üzülmezler de". Kâfirler azaptan korktukları, kusur işleyenler de ömürlerini zâyi etmelerine ve sevabı kaçırmalarına üzüldükleri zaman. Men mübteda’dır, haberi de felehüm ecrühüm'dür, cümle de inne'nin haberidir ya da inne'nin isminden ve haberinden bedeldir. Felehüm ecrühüm, fe'nin getirilmesi müsnedün ileyhi'nin (men'in) şart manasını içermesindendir. Sîbeveyh onun (fe'nin) inne'nin haberine getirilmesini kabul etmemiş, çünkü o, şart cümlesinin başına gelmez, demiştir. Fakat Allahü teâlâ’nın "innellezine fetenül mü'mine velmü'minati sümme lem yetubu felehüm azabu cehennem” (Buruc: 10) kavliyle reddedilmiştir, 63Hani sizden kesin söz almış ve Tûr'u üzerinize kaldırmıştık. Biz de size verdiğimizi kuvvetle (sıkıca) tutun ve içindekini hatırlayın ki, günahlardan sakınasınız, demiştik. "Hani sizden sağlam söz almıştık” Mûsa'ya tâbi olacağınıza ve Tevrat ile amel edeceğinize dâir. "Tûr'u üzerinize kaldırmıştık". Rivâyete göre Mûsa aleyhisselâm onlara Tevrat'ı getirip de içindeki zor teklifleri görünce bunlara ağır geldi ve onları kabul etmek istemediler. Cebrâîl aleyhisselâm'a emredildi, o da Tûr dağını kaldırdı, tepelerine şemsiye gibi tuttu, onlar da kabul etmek zorunda kaldılar. "Tutun” dedik. "Size verdiğimizi” kitabı, "kuvvetle” azim ve kararlılıkla. "Ondaki şeyi hatırlayın” dersini okuyun, unutmayın yahut içindekini düşünün, çünkü o da kalp ile zikretmektir ya da onunla amel edin, demektir. "Sakınasınız diye” günahlardan sakınmanız yahut müttekılerden olasınız diye. Bunun Mu'tezilee göre gizli kavl maddesine müteallik olması câizdir, yani takva isteği ile onu tutun ve zikredin, demektir. 64Sonra bunun ardından yüz çevirdiniz. Eğer size Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, mutlaka ziyan edenlerden olurdunuz. "Sonra bunun ardından yüz çevirdiniz” söz verdikten sonra yerine getirmekten yan çizdiniz. "Eğer size Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı” sizi tevbeye muvaffak kılmakla veya sizi hakka davet ve ona hidâyet eden Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i göndermekle, "mutlaka ziyan edenlerden olurdunuz". Günahlara dalmakla yahut Peygamberlerin boşluğunda sapıklıkta tökezlemekle. Lev edâtı aslında bir şey bulunmadığı için bir şeyin bulunmaması için konulmuştur. Lâ edatının başına geçerse ispat manası ifade eder, o da başkası bulunduğu için bir şeyin olmamasıdır. Ondan sonra gelen isim Sîbeveyh'e göre mübteda’dır, haberinin hazfi de vâciptir, çünkü kelâm ona delâlet eder ve cevap onun yerini tutar. Kûfelilere göre ise mahzûf fiilin fâ'ilidir. 65Yemin olsun, içinizden Cumartesi günü hududunu çiğneyenleri bilmiştiniz. Biz de onlara: Sefil maymunlar olun, dedik. "Yemin olsun ki, içinizden Cumartesi günü hududunu çiğneyenleri bilmiştiniz". Lâm kaseme hazırlık içindir. Sebt de sebetetil yehudu yevmes sebti deyiminden gelir ki, Cumartesi tatili yapmaktır. Sebt'in aslı kesmektir, o gün işi kesmek ve kendilerini ibâdete vermekle emrolundular. Dâvûd aleyhisselâm zamanında bazı kimseler onda tecâvüz ettiler ve avla meşgul oldular. Şöyle ki, onlar sahilde Eyle denen bir kentte otururlardı. Cumartesi günü olduğu zaman nerede bir balık varsa oraya gelir ve burnunu sudan çıkarırdı. Tatil geçince de dağılırdı. Onlar da havuzlar kazdılar ve onlara kanallar açtılar. Balıklar da Cumartesi günü onlara girerdi, onlar da Pazar günü onları avlarlardı. "Biz de onlara: Sefil maymunlar olun, dedik". Hem maymun suretinde hem de adi vaziyette, husu' aşağılık ve kovmadır. Mücâhid şöyle demiştir: Onların şekilleri değişmedi ancak kalpleri maymuna döndü, nitekim şu Âyette de eşeğe benzetilmişlerdir: "Kitap tomarları taşıyan eşek misali” (Cumua: 5). Kûnu (olun) lâfzı emir değildir, çünkü buna güçleri yetmez. Bundan maksat hızla değişmeleridir. Onlar da Allah'ın murad ettiği gibi öyle oldular. Kafin fethi ve ra'nın kesri ile de karideten okunmuştur. Hemzesiz olarak da hasiyiyn okunmuştur. 66Biz de onu öndekilere ve arkadakilere ibret verici bir ceza ve Allah'tan korkanlara bir öğüt kıldık. "Biz de onu kıldık” yani suret değiştirmeyi yahut cezayı, "nekâlen” ders alanları önleyecek yani ondan men edecek bir ibret kıldık. Bukağıya nekl denilmesi bundandır. "Öndekilere ve arkadakilere” önlerindeki ve arkalarındaki ümmetlere, hâlleri öncekilerin kitaplarında zikredilir de kıssaları sonrakiler arasında meşhur olursa (ibret olur), yahut çağdaşlarına ve kendilerinden sonrakilere veyahut yakınlarındaki ve uzaklanndaki kentlere yahut o kentin ve çevresindekilerin halklarına ya da geçmiş ve gelecek günahlarına ibretlik ceza kıldık. "Allah'tan korkanlara bir öğüt kıldık” kendi kavimlerinden yahut bunu duyanlardan muttakilere. 67Hani Mûsa kavmine: "Şüphesiz Allah, size bir inek boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar da: "Bizi alaya mı alıyorsun?” demişlerdi. O da: "Ben Câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım” demişti. "Hani Mûsa kavmine: Şüphesiz Allah, size bir inek kesmenizi emrediyor, demişti". Bu kıssanın başı Allahü teâlâ’nın: "Hani bir adam öldürmüştünüz de o hususta alışmıştınız” (Bakara: 72) kavlidir. Ondan ayrılması ve ondan önce anlatılması, başka bir çeşit müstakil günahları dolayısıyladır; o da durumla alay edip aşırı derecede soru sormaları ve hemen emre itâat etmemeleridir. Hikâye de şöyledir: Onlarda yaşlı ve zengin bir adam vardı. Kardeşinin oğulları mirasına göz dikerek oğlunu öldürdüler, onu şehrin kapısına attılar, sonra da gelip kanını istediler. Allah da onlara bir inek kesmelerini ve etinin bir kısmıyla ona vurmalarını emretti. Böylece dirilecek ve katili haber verecekti. "Onlar da: "Kâlû etettehizüna hüzüva (bizi alaya mı alıyorsun?” dediler)". Yani bizi alay yerine mi koyuyorsun, alay edecek adam yerine mi koyuyorsun veyahut bizimle dalga mı geçiyorsun veyahut bizi bizzat alay mı ediniyorsun? Bunu da dediğini çok uzak gördükleri ve onu çok hafife aldıkları için dediler. Hamze, İsmâîl de Nâfi''den naklen, sükûn ile (hüz'en), Hafs da Âsım'dan naklen zam ile ve hemzeyi vava kalp ederek (hüzüven) okumuştur. "O da: Ben Câhillerden olmaktan Allah'a sığınırım, dedi". Çünkü bu gibi durumda alay etmek cahillik ve akılsızlıktır. Kendine atılan şeyi burhan (kinaye) yoluyle reddetti. Onu çirkin göstermek için de sığınılacak bir şey şekline soktu. 68Onlar da: "Rabblne dua et de onun ne olduğunu bize açıklasın, dediler. O da şöyle dedi: O diyor ki: O ne çok yaşlı ne de körpe bir inektir; ikisi arasında dinç bir hayvandır. Artık size emredileni yerine getirin. "Onlar da: Rabbine dua et de onun ne olduğunu bize açıklasın, dediler". Yani hâli ve durumu nedir, dediler. Sözün hakkı: O nasıl bir inektir yahut nasıl bir şeydir, demekti, çünkü genellikle cinsten sorulur. Ancak onlar kendilerine emredilenin cinsinden bir şeyin bulunmadığını görünce, onun aslını bilmiyorlarmış ve onun gibisini görmemişler gibi davrandılar. "O da: O diyor ki: O ne çok yaşlı ne de körpe bir inektir; ikisi arasında dinç bir hayvandır, dedi". Ne yaşlıdır ne de gençtir. Faradatil bakaratu furudan denir ki, kesmektir, sanki inek yaşım kesmiş ve sonuna varmıştır. Bikr maddesi de bir şeyin ilki manasınadır, bükre (sabahın erken vakti), bakure (turfanda meyve) de bundandır. "Avanun” yani ortadır, demektir. Şâir de şöyle demiştir: Onlar bakire ve ortayaş arası yumuşak kadınlardır. "Beyne zalik” yani yaşlı ile genç arasında demektir. Bunun içindir ki, ona beyne (ara) lâfzı izafe edilmiştir. Çünkü o ancak birden çok şeye muzâf kılınır. Bu kinayelerin ve bu sıfatların bir ineğe dönmesi, ondan belli bir ineğin murat edildiğini gösterir. Bu durumda açıklamanın hitap vaktinden geriye bırakılması câizdir demek lâzım gelir. Kim bunu inkâr ederse, bundan murat edilenin sıradan bir inek olduğunu ve belirtilmemiş olmasını murat eder. Sonra da soruları sebebiyle belirtilmiş olduğunu iddia eder. Bundan da (yani belirtilmemiş bir inek olmasından) da neshin eylemden önce olması lâzım gelir. Çünkü tahsis (bir şeyi özel hâle getirme) Nâs ile sâbit olan serbestliği iptal etmek demektir. Doğrusu ikisinin (açıklamayı hitaptan sonraya bırakmanın ve eylemden önce nesih yapmanın) câiz olmasıdır. Lâfzın zahiri ve Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm'dan rivâyet edilen: "Eğer herhangi bir inek kesselerdi onlara yeterdi. Ancak onlar zorlaştırdılar; Allah da onlara zorlaştırdı” hadisi ile onların işi uzatmalarından ötürü kınanmaları ve "size emredileni yapın” diyerek tekrar tekrar sormaktan men edilmeleri de ikinci görüşü destekler. "Size emredileni yapın” yani emrolunduğunuz şeyi demektir. Bu da mâ tü'merune bihi manasınadır. Emertükel hayre fefal mâ ümirte bihi manasınadır. Yahut da emreküm me'mureküm (mastar mef'ûl manasınadır) demektir. 69Dediler: "Rabbine dua et de onun rengi ne imiş bize açıklasın". O da şöyle dedi: O diyor ki: "O, bakanlara ferahlık veren sapsarı bir inektir". "Dediler: Rabbine dua et de onun rengi ne imiş bize açıklasın. O da şöyle dedi: O diyor ki: Sapsarı bir inektir". Fuku' parlak sarı demektir. Bunun içindir ki, onunla te'kit edilir ve: Asfar fakı' sapsarı denilir, nitekim esved hâlik denir ki, simsiyah demektir. İlişkili olması hasebiyle sarının sıfatı olduğu hâlde renge isnat edilmesi, daha çok te'kit etmek içindir. Sanki sarısı şiddetli bir sarıdır (sapsarı) denmek istenmiştir. Hasen'den: Çok siyahtır, dediği rivâyet edilmiştir. "Cimalutun sufr” (Mürselat: 33) da böyle (simsiyah) olarak tefsir edilmiştir. Şâir A'şa şöyle demiştir: İşte bu atlarım ondan ve bineğim de ondandır, Onlar karaüzüm gibi siyahtırlar. Belki de siyah yerine sarı demesi, onun öncülerinden olmasındandır ya da devenin siyahlığının üzerinde hafif sarılık görülmesindendir. Bu da pek doğru görünmüyor, çünkü bu manada fakı' ile te'kit edilmez. "Bakanlara ferahlık verir", yani hoşlarına gider, ferahlığın (sevincin) aslı bir fayda elde edildiği veya beklendiği zaman kalpte duyulan zevktir. Bu da sırdan gelir. 70Dediler: "Rabbine bizim için dua et; o nedir bize açıklasın; çünkü bizce bütün inekler birbirine benziyor. Ve biz, inşallah doğrusunu buluruz. "Dediler: Rabbine dua et; o nedir bize açıklasın” soruyu tekrardır ve fazla bir araştırmadır. "Çünkü bütün inekler bizce birbirine benziyor” sualin tekrarından özürdür, yani orta yaşlı va sarı çok inek vardır, biz seçemedik, demektir. İnnel bakıra okunmuştur ki, bakır sığır sürüşüdür. İnnelebakıra ve innel bevakıra şeklinde de okunmuştur. Ye ve te ile yeteşabehu ve teteşabehu okunmuştur. Te'nin atılmasıyla teşabehu; te'nin şin'e idgamiyle ve müzekker ve müennes olarak yeşşabehu ve teşşabehu okunmuştur. Şeddesiz teşabehet ve şeddeli teşşabehet de okunmuştur. Teteşebbehü manasına teşebbehü ve müzekker olarak teşebbehe de okunmuştur. Müteşabihün, müteşabihetün, müteşebbihün ve müteşebbehün şeklinde de (toplam on dört türlü) okunmuştur. "Ve biz, inşallah doğrusunu buluruz” kesilmesini istenen sığırı ya da katili buluruz. Hadiste şöyle denilmiştir: Eğer inşallah demeselerdi, sonsuza kadar bulamazlardı. Arkadaşlarımız bundan şunları çıkarmıştır: Olaylar kusurdan uzak Allah'ın dilemesiyle meydana gelir, bazen emir irâdeden ayrı olabilir, yoksa emirden sonra şartın bir manası olmazdı. Mu'tezile ile Kerramiyeler irâdenin sonradan olduğunu söylemişlerdir. Buna talikin taaluk itibarı ile olmasıyla cevap verilmiştir. 71Mûsa dedi: O şöyle diyor: "O, ne çifte koşulup toprağı süren ne de ekin sulayan (dolap döndüren) bir inek değildir. Salmadır; onda alaca yoktur". İşte şimdi gerçeği getirdin, dediler. Onu boğazladılar. Neredeyse bunu yapmayacaklardı. "Mûsa dedi: O şöyle diyor: O, ne çifte koşulup toprağı süren ne de ekin sulayan bir inek değildir” yani çift sürmek ve dolapla su çekmek için ezilmiş değildir. Lâ zelul, bakara'mn sıfatıdır, ğayru zeîulin demektir. İkinci lâ birinciyi te'kit etmek için ziyade kılınmıştır, iki fiil de zelul'un sıfatıdır, sanki lâ zelulun müsiretün ve sakiyetün, denilmiştir. Feth ile lâ zelule de okunmuştur ki, onun olduğu yerde ezilmişlik yoktur demektir. Merertü birecülin lâ bahile vela cebane dersin ki: Yanına cimrilik ve korkaklığın sokulamayacağı bir adama rastladım manasınadır. Eska'dan gelerek tuski de okunmuştur. "Müselemetün” Allahü teâlâ onu kusursuz yaratmıştır, demektir, ya da sâhibi ona kusur vermemiştir ya da ona o renk verilmiştir demektir. "Onda alaca yoktur” değişik renk yoktur demektir. Siye aslında mastardır,şahü veşyen ve şiyeten denir ki, değişik renkli olmaktır. "Kalulâne ci'te bilhakkı” şimdi o sığırı bize gerçekten tarif ettin, dediler. Hemzenin meddi ile âl'âne okunmuştur. Hemzenin hazfi ve harekesinin lâm'a atılmasıyla kalulâne de okunmuştur. "Onu kestiler", burada kısaltma vardır, takdiri (açılımı) şöyledir: Niteliği belirlenen sığırı ele geçirip onu boğazladılar. "Neredeyse bunu yapmayacaklardı” uzattıkları, defalarca Mûsa'ya müracaat ettikleri için yahut katilin çıkmasından korktukları için veyahut fiyatı yüksek olduğu için. Çünkü rivâyete göre onlardan yaşlı iyi bir kimsenin bir buzağısı vardı. Onu ormana götürdü ve: Allah'ım, bunu oğlum büyüyünceye kadar sana emanet ediyorum, dedi. Buzağı gelişti, o sıfatla eşi benzeri yoktu. Onu yetimden pazarlık ederek istediler, sonunda derisinin dolusu altına sattılar. O zamanlar bir sığır üç dinar idi. Kâde ef'al-i mukarebe'dendir, haberin meydana gelme zamanının yaklaştığını gösterir. Olumsuz cümleye dahil olduğu zaman manası, mutlak olarak müsbettir denilmiştir. Mâzi olarak öyledir de denilmiştir. Doğrusu o da diğer fiiller gibidir. Neredeyse yapmadılar kavli "onu boğazladılar” kavline muhâlif değildir, çünkü vakitleri farklıdır, zira mana şöyledir: Onlar neredeyse yapmayacaklardı, nihayet soruşturmaları bitip de bahaneleri kalmayınca, yapmaya mecbur olarak yaptılar. 72Hani siz bir adam öldürmüştünüz de o hususta atışmıştımz. Allah size gizlediğiniz şeyi açığa çıkaracaktır. "Hani siz bir adam öldürmüştünüz” topluma hitaptır, çünkü öldürme olayı aralarında olmuştur. "O hususta tartışmıştınız” mücadele etmiştiniz, çünkü tartışanlar birbirlerini iterler yahut onun ölümünü birbirinizin üstüne attınız. İddaret'tüm'ün aslı tedare'tüm'dür, te dal'a idgam olundu, başlamak mümkün olmak için başa vâsıl hemzesi getirildi. "Allah gizlediklerinizi açığa çıkaracaktır". Şüphesiz onu ortaya çıkaracaktır. Muhricün ism-i fâili amel etmiştir, çünkü gelecek zaman hikayesidir, nitekim "basıtun ziraayhi” (Kehf: 18) de amel etmiştir, çünkü o da geçmiş hâlin hikayesidir. 73Biz de: Ona bir parçası ile vurun, dedik. İşte Allah ölüleri de böyle diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size âyetlerini gösterir. “Biz de: Ona bir parçası ile vurun, dedik”. Bu da iddare'tüm fiilinin üzerine atıftır, ikisinin arasındakiler itiraziye cümlesidir. Zamir de nefse râcidir. Müzekker olması şahıs veya maktul itibarı iledir. "Bi-ba'dıhâ” hangi parçası ile olursa olsun. Kulak denilmiştir, kuyruk da denilmiştir. "Allah ölüleri de böyle diriltir” yukarıda hazfedileni göstermektedir, o da fe-darabûhu fe-hayiye (vurdular, o da dirildi) cümlesidir. Hitap maktulün hayatındakileredir veyahut âyetin indiği zamandakileredir. "Size âyetlerini böyle gösterir” sonsuz kudretine delâlet eden âyetleri. "aklınızı kullanasınız diye.” kemale ersin ve bir canı diriltenin bütün canları diriltmeye gücü yettiğini anlar ya da akim hükmüne göre bilirsiniz. Belki de Allahü teâlâ onu direkt olarak diriltmeyip de bu şartları ileri sürmesi şunun içindir; çünkü onda ibâdetle Allah'a yaklaşma, görevi yerine getirme, yetimin yararı, tevekkülün bereketi, evlatlara şefkat vardır. Bir de şu vardır ki, bir şey isteyen kimse önce Allah'a yaklaştıracak bir iyilik yapmalıdır, iyilik yapmak isteyen de en güzelini ve en pahalısını araştırmalıdır. Nitekim Hazret-i Ömer radıyallahü anh'ten üç yüz dinar kıymetinde asil bir deve kurban ettiği rivâyet edilmiştir. Ayrıca şu da vardır ki, gerçek müessir Allahü teâlâ'dır, sebepler işarettir, onların tesiri yoktur. Kendini gerçekten öldürmek, azılı düşmanım tanımak isteyen bir kimsenin takip edeceği yol, şehvet gücü demek olan ve çocuklukla yaşlılık arasındaki (en kuvvetli zamanındaki) nefsinin öküzünü öldürmektir. O nefis kendini beğenmiş, parlak, dünyayı aramada ezilmemiş, kirden salim ve çirkinlik emaresi yokken (öldürülmelidir). Bunun (boğazlamanın) yolu budur, o zaman eseri nefse ulaşır, o da temiz bir hayatla yaşar; hâlini ortaya çıkaracak ve akılla vehim arasındaki itişip kakışmayı ortadan kaldıracak şeyi dile getirir. 74Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı; artık onlar taş gibidir, hatta daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi vardır ki, ondan nehirler fışkırır ve onlardan öyleleri de vardır ki, çatlar ve ondan su çıkar. Yine onlardan öyleleri vardır ki, Allah korkusundan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduğunuz şeylerden gâfil değildir. (Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı). Kasavet taşta olduğu gibi sıkı ve sert olmaktan ibarettir. Kalbin katılığı onun ibret almaması için misaldir. Sümme edâtı da o katılığı akıldan uzak gördüğü içindir (bunca mu'cizelerden sonra). "Bunun ardından” yani ölünün diriltilmesinin veyahut kalbin yumuşamasını gerektiren bütün bu şeylerin ardından demektir, "Onlar taş gibidir” katılıkta "ya da daha katıdır” onlardan. Mana da şöyledir: Onlar katılıkta taş gibidir yahut daha fazladır yahut onun misalidir veyahut ondan daha serttir Meselâ demir gibi. Muzâf hazfedilmiş, muzâfunileyh onun yerine geçirilmiştir. A'meş'in eşedde'yi hicare'nin üzerine atfederek feth ile okuması da bunu destekler. Aksa dememesi de bundaki mübalağanın fazla olmasından ve iki katılığın da şiddetli olmasından ve üstün kabul edilen (kalbin) daha fazlasını taşımasındandır ya da ikisinden birini seçmek veyahut tereddüt içindir. Şu manaya ki, onların (kalplerin) hâlini bilen onları taşa benzetir ya da onlardan daha sert bir şeye benzetir. "Çünkü taşlardan öylesi vardır ki, ondan nehirler fışkırır ve onlardan öyleleri de vardır ki, çatlar da ondan su çıkar. Yine onlardan öyleleri vardır ki, Allah korkusundan aşağı yuvarlanır". Bu da taşlardan daha sert olmasının gerekçesidir. Mana da şöyledir: Taşlar etkilenir ve reaksiyona uğrar; onlardan kimisi çatlar ondan su çıkar ve ırmaklar fışkırır. Kimisi Allahü teâlâ’nın muradına itâat ederek dağların başından aşağıya doğru yuvarlanır. Bunların kalpleri ise onun emrinden etkilenmez ve hiçbir reaksiyon (tepki) göstermez. Âyette geçen tefeccür genişleyerek ve çoğalarak açılmaktır. Korku da itaattan mecazdır. (İnne de) hafifletilerek in şeklinde okunmuştur ki, onu olumsuzluk in'inden ayırmak için haberine mutlaka lâm gelir. "Allah yapmakta olduğunuz şeylerden gâfil değildir". Bu da bu olanlara tehdittir. İbn Kesîr, Nâfi', Ya'kûb, Halef ve Ebû Bekir arkadaki âyete uyması için ye ile (yamelun), diğerleri ise te ile (tamelun) okumuşlardır. 75Size inanmalarını mı umuyorsunuz? Hâlbuki onlardan bir grup Allah kelâmım dinler, sonra da onu kavramalarının ardından bilerek değiştirirlerdi. "Umut mu ediyorsunuz?” Hitap Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile mü'minleredir. "Size inanmalarını” sizi tasdik etmelerini yahut davet ettiğiniz için size inanmalarını yani Yahûdîlerin size inanmalarım demektir. "Hâlbuki onlardan bir grup idi” Seleflerinden bir bölük (güruh) "Allah'ın kelâmım dinler” yani Tevrat'ı, "sonra da onu değiştirirlerdi” Meselâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in sıfatı ve recim âyeti gibi ya da te'vilini değiştirirler, hoşlarına gelecek şekilde tefsir ederlerdi. Bunların seçilen yetmiş kişiden oldukları söylenmiştir. Bunlar Allah Tûr'da Mûsa ile konuşurken onun kelâmını işittiler, sonra da şöyle dediler: Allah'ı işittik, konuşmasının sonunda şöyle diyordu: Eğer bu şeyleri yapabilirseniz yapın, isterseniz de yapmayın. "Onu kavramalarının ardından” yani akıllarıyla anladıktan ve o hususta hiçbir şüpheleri kalmadıktan sonra. "Onlar bilirler” iftiracı olduklarım ve bâtıla saptıklarını. Âyetin manası şöyledir: Yahûdî hahamları ve ileri gelenleri bu hâlde idiler, artık ayak takımlarının ve Câhillerinin hâlini düşün! Onlar da kâfir olur ve kelâmı tahrif ederlerse bu konuda önderleri vardır. 76Îman edenlerle karşılaştıkları zaman: Biz de îman ettik, derler. Kimileri kimileri ile baş başa kaldıkları zaman da, "Allah'ın size açtıklarını Rabbinizin yanında size delil olarak sürmeleri için onlara mı söylüyorsunuz. Aklınız ermiyor mu", derler? "Îman edenlerle karşılaştıkları zaman” yani münâfıklarıyla demektir, "Biz de îman ettik derler” sizin hak üzerinde olduğunuza ve Resûlünüzün Tevrat'ta müjdesi verilen kimse olduğuna. "Kimileri kimileri ile baş başa kaldıkları zaman derler” içlerinden münâfık olmayanlar münâfık olanlara sitem ederek "Allah'ın size açtıklarını onlara mı söylüyorsunuz?” Size Tevrat'ta Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in sıfatı ile beyan ettiği şeyleri. Ya da münâfık olanlar arkadan gelenlere Yahûdîlikte katılıklarını göstermek ve onları kitaplarında gördükleri şeyi izahtan men etmek için böyle derler. Böylece iki gruba da münâfıklık ederler. Bu durumda istifham birinciye göre azarlamak için, ikinciye göre de red ve men etmek için olur. "Rabbinizin yanında size delil olarak sürmeleri için” Rabbinizin kitabında indirdiklerini size delil olarak ileri sürmeleri için. Allah'ın kitabı ve hükmü ile delil getirmelerini Allah katında delil getirme saymışlardır. Nitekim: Allah katında şöyle vardır denilir, bundan da kitabında ve hükmünde vardır demek istenir. Şöyle de denilmiştir: Rabbinizin zikretmesi yanında yahut Rabbinizin yanındaki şeyle veyahut Rabbinizin elçisinin önünde. Şöyle de denilmiştir: Kıyamette Rabbinizin yanında. Fakat bu pek açık değildir, zira gizlemek buna (Müslüman'ların karşı delil getirmelerine) mani olmaz. "Akıl etmiyor musunuz?” Bu da ya kınayanların sözlerinin devamıdır, takdiri de şöyledir: Size karşı delil getireceklerini akıl etmiyor musunuz? Ya da Allahü teâlâ'dan mü'minlere hitaptır, "umuyor musunuz?” kavline bağlıdır, Mana da şöyledir: Îmanlarına ümidinizin olmadığı hâlde hâllerini düşünmüyor musunuz? 77Allah'ın onların gizlediklerini ve açıkladıklarını bildiğini bilmiyorlar mı? "Bilmiyorlar mı?” yani bu münâfıklar yahut kınayanlar yahut her ikisi de veyahut hem onlar hem de Allah'ın kelâmını değiştirenler, "Allah'ın onların gizlediklerini ve açıkladıklarını bildiğini". Bunlardan bazıları da şunlardır: Küfrü gizleyip îmanı ilan etmeleri, Allah'ın onlara açtıklarını gizleyip başkasını açıklamaları ve sözlerin yerini ve manalarını değiştirmeleri. 78Onlardan kimileri ümmidir; bazı kuruntulardan başka kitabı bilmezler. Onlar yalnız zanda bulunurlar. "Onlardan kimileri ümmidir, kitabı bilmezler” yazmayı bilmezler ki, Tevrat'ı mütalaa etsinler ve içindekini araştırsınlar ya da Tevrat'ı bilmezler. (Bazı kuruntulardan başka) istisna-i munkatıdır. Emaniy de ümniyye'nin çoğuludur, o aslında insanın içinde tasarladığı şeydir, mena'dan gelir ki, takdir edip tasarlamaktır. Bunun içindir ki, yalana, temenni edilen ve okunan şeye de denilmiştir. Mana da şöyledir: Onlar kelâmı değiştirenlerden aldıkları yalanlara veya onlardan duydukları boş vaatlere inanırlar; Meselâ cennete ancak Yahûdîlerin gireceği, cehennem ateşinin onlara sayılı günlerde dokunacağı gibi. Şöyle de denilmiştir: Ancak manayı bilmeden ve onu iyice düşünmeden okumadan başka bir şey bilmezler. Şu şiirde olduğu gibi: Allah'ın kitabını ilk geceden okudu, Dâvûd'un Zebûr'u ağır ağır okuması gibi Fakat bu mana onların ümmi olmalarıyla uyuşmaz. "Onlar yalnız zanda bulunurlar". Onlar zanda bulunan bir kavimden başkası değillerdir, onların bilgisi yoktur. Bazen zan ilmin karşılığında sâhibi öyle inansa da kesin olmayan her görüş ve itikada denir, Meselâ mukallidin ve bir şüpheden dolayı haktan sapanın itikadı gibi. 79Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onunla az bir paha almaları için, bu, Allah katındandır, diyenlere yazıklar olsun. Elleriyle yazdıkları şeyden dolayı onlara yazıklar olsun ve kazandıkları şeyden dolayı da onlara yazıklar olsun. "Veyl” hasret çekme ve helâktır. Kim onun cehennemde bir vadi veya bir dağ olduğunu söylerse, manası şöyle olur: Orada bir yer vardır ki, kime veyl denilmişse orada mekan tutacaktır. Belki de ona mecazen böyle denilmiştir. O aslında mastardır, fiili yoktur. Onunla nekire (tenvinli) olarak başlanması dua olması sebebiyle câiz görülmüştür. "Kitabı yazanlara” yani tahrif edenlere yazıklar olsun. Belki yazdıklarından boş te'villeri murat etmiştir. "Elleriyle” bu da tekittir, Meselâ sağ elimle yazdım, gibi. "Sonra da bu, Allah katındandır, onunla az bir paha almaları için” yani bir miktar dünya matahı elde etmek için. Çünkü dünya matahı ne kadar büyük olsa da hak ettikleri sürekli azaba nazaran çok değersizdir. "Elleriyle yazdıkları şeyden dolayı onlara yazıklar olsun” yani kelâmı tahrif edip değiştirenlere. "Ve kazandıkları şeyden dolayı onlara yazıklar olsun” bundan da aldıkları rüşveti murat ediyor. 80Dediler ki: Bize ateş ancak sayılı günler dokunur. De ki: Allah katında bir söz mü aldınız? Ki Allah asla sözünden caymaz. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz? (Dediler: Ateş bize dokunmaz). Mess bir şeyi duyunun etkileneceği şekilde deriye dokundurmaktır. Lems de bunu aramak gibidir, onun içindir ki: Elmesuhu felâ eciduhu (onu yokluyorum, bulamıyorum) denir. "Ancak sayılı günler” sınırlı ve az demektir. Rivâyete göre bazıları: Bizler buzağıya tapma günleri kadar kırk gün azâp görürüz, demişlerdir. Bazıları da şöyle demiştir: Dünyanın ömrü yedi bin yıldır, biz ancak her bin seneye karşı bir gün azâp görürüz. (De ki: Allah katından bir söz mü aldınız?) iddia ettiğiniz şeye karşılık bir haber ve bir vaat mi aldınız? İbn Kesîr ile Hafs zal'ı açık telâffuz (izhar) ederek, diğerleri de zal'ı teye idgam ederek okumuşlardır. (Allah asla sözünden caymaz). Gizli şartın cevabıdır, înittihaztüm indallahi ahden felen yulifallahu ahdehu, demektir. Bunda da Allah'ın haberinde caymanın imkânsız olduğuna delil vardır. "Em tekulune alallahi mala ta'iemun” em edâtı istifham hemzesine muttasıldır, şu manayadır: İki şeyden hangisi olacaktır, bu da muhataba ikrar ettirmek içindir, çünkü ikisinden birinin olacağı bilinmektedir. Ya da em munkatıdır, bel (hayır) manasınadır: Hayır, böyle mi diyorsunuz? Bu da ikrar ettirmek ve azarlamak içindir. 81Hayır, kim bir kötülük kazanır ve suçu onu kuşatırsa, işte onlar cehennemin dostlarıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. "Belâ” bu da uzun süre ve çağlar boyu ateşin dokunmayacağına dâir kabul etmedikleri şeyi en genel şekilde ispat etmektedir ki, sözlerinin bâtıl olduğuna delil gibi olsun. Ve bu edât olumsuz şartın cevabına özgüdür. (Kim bir kötülük kazanırsa) çirkin bir şey yaparsa demektir. Seyyie ile hatie arasında şu fark vardır: Seyyie doğrudan hedef alarak yapılandır, hatie ise genellikle yanlışlıkla yapılandır. Çünkü o hatadan gelir. Kesb fayda sağlamaya çalışmaktır. Kazanmanın kötülüğe nispet edilmesi, "onları acıklı bir azapla müjdele” (Al-i Imrân: 21) âyeti ve bu kabilden olanlar türünden (alay etmek için)dir. "Suçu onu kuşatırsa” yani onu istila eder ve bütün hâllerini kaplar da hiçbir yanı dışarıda kalmayacak şekilde onunla kuşatılmış gibi olursa demektir. Bu da ancak kâfir için doğru olur, zira başkası kalbi ile tasdikten ve dili ile ikrardan başka bir şey yapmasa da suç onu kuşatmaz. Bunun içindir ki, selef onu küfür ile tefsir etmiştir. Bunun tahkiki de şöyledir: Kim bir günah yapar da onu kökünden çekip atmazsa, bu onu onun gibi şeyi tekrara, ona dalmaya ve ondan daha büyüğünü yapmaya sürükler. Sonunda günahlar onu istila eder ve kalbini tamamen sarar. O da tabiatıyla günahlara meyleder hâle gelir, onları beğenir ve onlardan başkasında zevk olmadığına inanır ve diğer şeylerden nefret eder, ona öğüt vereni dinlemez. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sonra kötülük yapanların akibeti âyetlerimizi yalanlamak oldu” (Rum: 10). Nâfi' hatiâtuhu okumuştur. Hemzenin ye'ye kalbi ve idgam ile de hatıyyatuhu da okunmuştur. "İşte onlar cehennemin dostlarıdır” âhirette oradan ayrılmayacaklardır, tıpkı dünyada sebeplerinden ayrılmadıkları gibi. "Onlar orada ebedî kalacaklardır". Devamlı yahut uzun süre demektir. Gördüğün gibi ne bu Âyette ne de öncesinde büyük günah işleyenin cehennemde ebedî kalacağına dâir delil yoktur. 82Îman edip iyi ameller işleyenler ise, işte onlar cennetin dostlarıdır. Onlar da orada ebedî kalacaklardır. "Îman edip iyi ameller işleyenler ise, işte onlar cennetin dostlarıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır". Allahü teâlâ adeti gereği vaat ile tehdidi yan yana zikreder ki, rahmeti umut edilsin ve azabından korkulsun. Ameli îmanın üzerine atfetmesi onların birbirinden ayrı olduklarını gösterir. 83Hani İsrâîl oğullarından: "Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin; anaya babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik edin, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dos doğru kılın ve zekâtı verin” diye kesin söz almıştık. Sonra içinizden pek azı hariç yüz çevirerek arka döndünüz. (Hani İsrâîl oğullarından; Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin diye söz almıştık). Nehiy manasında haberdir, "vela yudarra katibün vela şehid” (Bakara: 282) âyetinde olduğu gibi. Bu, açık nehiyden daha mübalağalıdır; çünkü bunda yasaklanan kimsenin yasağa son vermeye koştuğunu akla getiriyor ve ondan haber veriyor. "Lâ ta'budu” kırâati ile kulu kavlinin ona atfedilmesi de bunu destekler. O zaman kavl maddesi gizlenmiş (onlara dedik) olur. Şöyle de denilmiştir: Takdiri, en lata'budu'dur, en hazfedilince muzâri Merfû' olmuştur, şu şiirde olduğu gibi: Ey savaşa katılmamı ve zevklere el atmamamı Salıklayan kimse, sen beni ölümsüz mü kılacaksın? En lâ ta'budu kırâati da bunu gösterir ki, o zaman misak'tan bedel ya da harfi çerin hazfi ile onun mamulü olur. Bunun kasemin cevabı olduğu ve mananın da buna delâlet ettiği de söylenmiştir, sanki: Hâliefhahüm lâ tabudune (Allah'tan başkasına ibâdet etmeyeceksiniz diye size yemin verdirdik) demiş gibi olur. Nâfi', İbn Âmir, Ebû Amr, Âsım ve Ya'kûb hitabı hikâye babından te ile diğerleri de muhatapların gâip olmaları sebebiyle ye ile okumuşlardır. "Ve bilvalideyni ihsana” bu da gizli bir fiile mütealliktir, takdiri: Ve tuhsinune yahut ve ahsinu'dur. "Ve zilkurba velyetama velmesakini” bu da valideyn'e ma’tûftur. Yetama da yetimin cem'idir, nedama nedim'in çoğulu olduğu gibi, fakat bu az kullanılır. Miskin ise fî'îl veznindedir, sükûnetten gelir. Sanki fakirlik onu sâkin hâle getirmiştir. (İnsanlara güzel söyleyin) kavlen hasenen demektir, ona güzel demesi mübalağa içindir. Hamze, Kisâî ve Ya'kûb iki fetha ile hesenen okumuşlardır. İki zamme ile de hüsünen okunmuştur ki, bu da Hicaz halkının lehçesidir. Büşra gibi mastar olarak da okunmuştur. Bundan maksat da güzel ahlâk sâhibi olmak ve insanları iyiye irşat etmektir. "Namazı kılın ve zekâtı verin” bunlardan kendi dinlerinde farz edilenleri murat etmektedir. "Sümme tevelleytüm” burada da gâipten muhataba geçilerek üslup değiştirilmiştir. Belki de hitap Resûlüllah sallallahu aleyhi ve seliem zamanında mevcut olanlarla öncekileredir, genelleme yapılmıştır. Yani verdiğiniz sözden yüz çevirdiniz ve onu attınız demektir. "Ancak içinizden pek azı hariç” bundan da neshedilmeden önce Yahûdîlik dininde kalanları ve onlardan Müslüman olanları murat ediyor. (Sizler arka dönen kimselersiniz) siz öyle bir toplumsunuz ki, adetiniz vefadan ve itaattan yan çizmektir. İ'raz'ın aslı karşı karşıyayken yan tarafa geçmektir. 84Hani kanlarınızı akıtmayın, kendilerinizi yurtlarınızdan çıkarmayın diye kesin söz almıştık. Sonra şahitlik edip durduğunuz hâlde bunu ikrar ettiniz. "Ve iz ehazna misakaküm ...” bu da yukarıda geçen gibidir (nehiy manasında haberdir). Bundan maksat da birbirlerine taarruz ederek öldürmek ve yurttan çıkarmaktır. Bir adamın başkasını öldürmesi kendini öldürme sayılması, ona soy veya din bakımından bağlı olmasındandır. Zira böylece kısasa çarptırılır. Mana şöyledir de denilmiştir: Kanlarınızı dökmeyi ve yurtlarınızdan çıkarılmayı mubah kılan şeyleri yapmayın yahut sizi helâk edecek ve sizi ebedî hayattan alıkoyacak şeyleri yapmayın. Çünkü o, aslında kendinizi öldürmektir. Sizi yurdunuz olan cennete girmekten men edecek şeyi yapmayın, çünkü o gerçek sürgündür. "Sonra ikrar ettiniz” verdiğiniz sözü ve lâzım olduğunu itiraf ettiniz. (Şahitlik ederek) tekittir, filanca kendine şahitlik ederek ikrar etti sözü gibidir. Şöyle de denilmiştir: "Ey hayatta olanlar, sizler seleflerinizin ikrarına şahitlik ediyorsunuz” o zaman ikrarın bunlara isnadı mecâzî olur. 85Sonra sizler o kimselersiniz ki, kendilerinizi öldürüyor ve içinizden bir grubu onlara karşı günah ve düşmanlıkla tezahürat ederek yurtlarından çıkarıyorsunuz. Size esir olarak gelirlerse onlarla fidyeleşiyorsunuz. Halbuki onların çıkarılması size haram edilmiştir. Kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmına inanmıyor musunuz? İçinizden bunu yapanların cezası dünya hayatında rüsvayhktan başkası değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine döndürülürler. Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir. (Sonra sizler o kimselersiniz) söz verdikten, onu ikrar ettikten ve ona şahitlik ettikten sonra yaptıkları şeyi sümme edâtı ile akla uzak (ziyan) görmüştür. Entüm mübteda’dır, haulai de haberidir, mana da siz bunlardan sonra o sözü bozan kimselersiniz, şeklindedir. "Sen şöyle şöyle yapan o adamsın” sözüne benzer. Sıfatın değişmesini zatın değişmesine benzetmiştir. Onlara isnat edilen şey veyahut gâiplerken onlardan aktarılan şey itibarı ile de onları huzurda kabul etmiştir. "Taktülune enfüseküm...” ya hâl’dir, âmili de ism-i işâret'teki manadır ya da geçen cümlenin açıklamasıdır. Şöyle de denilmiştir: Haulai tekittir, haber de o cümledir. Şöyle de denilmiştir: Haulai ellezi manasınadır, cümle de sırasıdır, toplamı da haberdir. Teksir kalıbı ile tukattilune de okunmuştur. "Tezaherune aleyhim bilismi veludvani” bu da tuhricune'nin fâ'ilinden yahut mef 'ulünden veyahut her ikisinden hâl’dir. Tezahürat yardımlaşmadır, zahır'dan (sırt sırta vermekten) gelir. Âsım, Hamze ve Kisâî iki te'den birini atarak okumuşlardır, iki teyi idgam yapmayarak da okunmuştur. Tetezahherune manasına tezahherune de okunmuştur. "Size esir olarak gelirlerse, onlarla fidyeleşiyorsunuz". Rivâyete göre Yahûdî Kurayza oğulları Evs'in, Nadıyr oğulları da Hazrec'in müttefiği idiler. Savaştıkları zaman her grup kendi müttefiğine yardım eder; adam öldürür, yurtlan tahrip eder ve halkını sürerdi. İki gruptan biri esir edildiği zaman da onun için fidye toplarlardı. Bunun manası şöyledir de denilmiştir: Size şeytanların ellerinde esir olarak gelirlerse, onları irşat ve vaazla kurtarmaya teşebbüs edersiniz de kendinizi kurtarmazsınız. Meselâ: "İnsanlara iyiliği emreder de kendi nefislerinizi unutur musunuz?” (Bakam: 44) âyetinde olduğu gibi. Hamze esra okumuştur ki, esir'in çoğuludur, tıpkı cerih ve cerha gibi. Cemi olarak üsara da okunmuştur ki, çoğulu sekra ve sükara olur. Üsara'nın esirin çoğulu olduğu da söylenmiştir, sanki bunda keslana benzetilmiş ve onun gibi cemi edilmiştir. İbn Kesîr, Ebû Amr, Hamze ve İbn Âmir tefduhum okumuşlardır. (Halbuki onların çıkarılması size haram edilmiştir). Bu da ve tuhricune ferikan minküm min diyarihim kavline mütealliktir, aradaki de itiraziyedir, hüve zamiri de şe'n içindir veya müphemdir, onu ihracuhum lâfzı tefsir etmektedir. Ya da zamir ve tuhricune'nin gösterdiği ihraca râcidir, ihraç da te'kit ve açıklamadır. "Kitabın bir kısmına inanıyor” yani fidyeye demektir, "bir kısmına inanmıyor musunuz?” o da savaşmanın ve sürgünün haram olmasıdır. "İçinizden bunu yapanların cezası dünya hayatında rüsvaylıktan başkası değildir". Meselâ Kurayza oğullarını öldürmek ve esir etmek, Nadıyr oğullarını sürmek ve başkalarına cizye koymak gibi. Burada geçen hizy'in aslı utanılacak aşağılıktır. Bunun içindir ki, her ikisinde de kullanılır. "Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine döndürülürler” çünkü isyanları da en şiddetlidir. "Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir” bu da tehdidi te'kit etmektedir, yani Allahü teâlâ gözetlemektedir; onların yaptıklarından gâfil değildir. Âsım, Mufaddal rivâyetinde "minküm” lâfzından dolayı türedduna okumuştur. İbn Kesîr, Nâfi', Şube de Âsım'dan rivâyetinde ve Ya'kûb zamirin men'e râci olmasıyla yamelun okumuşlardır. 86İşte onlar o kimselerdir ki, âhirete karşılık dünya hayatını satın almışlardır. Artık onların azâbı hafifletilmez ve onlara yardım da edilmez. "İşte onlar o kimselerdir ki, âhirete karşılık dünya hayatını satın almışlardır” dünya yaşamını âhirete tercih etmişlerdir. "Artık onların azâbı hafifletilmez” dünyada cizyeyi ve âhirette azâbı eksiltmekle. "Ve onlara yardım da edilmez” cizyenin ve azabın kaldırılmasıyla. 87Yemin olsun ki, Mûsa'ya kitabı verdik ve ondan sonra peygamberleri birbirinin ardından gönderdik. Meryem oğlu Îsa'ya mu'cizeler verdik ve onu Rûhu'l - Kuds ile destekledik. Demek ne zaman size bir peygamber hoşunuza gitmeyen bir şey getirse, kibirlenmek isteyeceksiniz. Kimilerini yalanladınız, kimilerini de öldürüyorsunuz. "Yemin olsun ki, Mûsa'ya kitabı verdik” Tevrat'ı "ve ondan sonra peygamberleri birbiri ardından gönderdik” yani elçileri onun izinden gönderdik, tıpkı: "Sonra elçilerimizi arka arkaya gönderdik” (Mü'minun: 44) âyeti gibi. Kaffahu arkasından göndermektir, kaffahu bihi de arkasına takmaktır ki, kafa'dan gelir, zennebehu (kuyruk takmak) zenep'ten geldiği gibi. "Meryem oğlu Îsa'ya da belgeler verdik” açık mu'cizeler verdik, Meselâ ölüleri diriltmek, anadan doğma gözsüzleri ve alaca hastalarını iyileştirmek, gâipten haber vermek gibi ya da İncil'i verdik. Îsa'nın İbranice'si Yesu'dur, Meryem de hizmetçi manasınadır. O da İbranice erkekleri çok ziyaret eden kadın demektir, nitekim zîr de kadınları çok ziyaret eden erkek demektir. Şâir Ru'be de şöyle demiştir: Meryem'i ulaşmayan Zîr’e dedim ki,. Meryem'in vezni mef'aldir, çünkü fâ'yel vezni sâbit değildir. "Eyyednahu” onu takviye ettik demektir. Hemzenin meddi ile âyednahu da okunmuştur. "Rûhu'l - Kudüs ile” kutsal rûh ile demektir. Tıpkı: Hatimul cud (cömert Hatim) ve recülü sıdk (doğru adam) gibi. Bundan Cebrâîl'i ya da Îsa'nın ruhunu murat etmiştir. İkisine de selâm olsun. Îsa'ya bu sıfatın verilmesi şeytanın dokunmasından temiz olduğu ya da Allahü teâlâ’nın yanında kıymetli olduğu içindir. Bu sebepledir ki, onu yüce zatına nispet etmiştir "kendi ruhundan” (Nisa: 171). Ya da hayızlı rahimlerde kalmadığı içindir. Yahut kutsal ruhtan İncil'i veyahut okuyarak ölüleri dirilttiği ism-i azamı murat etmiştir. İbn Kesîr, Kur'ân'ın her yerinde dal'ın sükûnu ile Kuds okumuştur. "Efe küllema câeküm Resûlün bima lâ tehva enfüsüküm” bima lâ tehva, bima lâ tuhibbuhu (sevmediğiniz) demektir. Heviye kesre ile heven sevmektir. Fetha ile heva hüviyyen de yardan düşmektir. Atıf edâtı olan fe ile ma’tûfun aleyhinin (velekad ateyna musel kitabe...) arasına hemzenin girmesi, onları hemen bu davranışlarından dolayı kınamak ve hâllerine şaşmak içindir. Cümlenin istinaf (yeni söz başı) olması da muhtemeldir, o zaman fe hemzeden sonra takdir edilen atıf için olur. "Kibirlenmek isteyeceksiniz” îmandan ve peygamberlere tâbi olmaktan. (Kimini yalanladınız) Mûsa ile Îsa gibi, ikisine de selâm olsun. Bu fe de ya sebep için ya da illet içindir. "Kimilerini de öldürüyorsunuz” Meselâ Zekeriyya ve Yahya gibi. Muzâri sigası ile (taktulun) demesi geçmiş hâlin hikayesini akıllara getirmek içindir Çünkü durum çok fecidir, bir de âyet sonlarına riayet içindir. Ya da sizin de şimdi o hâlde olmanızdan dolayıdır. Zira sizler de Muhammed'i öldürmek için etrafında dolaşıp duruyorsunuz, fakat ben onu koruyacağım. Onun içindir ki, ona büyü yaptınız ve zehirli et yedirdiniz. 88"Kalplerimiz perdelidir", dediler. Bilâkis küfürleri yüzünden Allah onlara lâ'net etmiştir. Ne de az îman ediyorlar! (Kalplerimiz perdelidir) dediler. Yaratılıştan gelen kapaklarla kapalıdır, onlara senin getirdiklerin ulaşmaz ve onu anlamazlar. Ağlef 'ten istiare edilmiştir ki, sünnetsiz (kabuklu) demektir. Aslının ğuluf olduğu da söylenmiştir ki, ğilafm çoğuludur, lâm sâkin kılınarak tahfif edilmiştir. Mana da şöyledir: O kalpler ilim dağarcığıdır, hangi ilmi duyarsa onu kavrar, fakat senin dediğini anlamaz. Ya da, onun içinde olmayanlara ihtiyacımız yoktur. "Bilâkis küfürleri yüzünden Allah onlara lâ'net etmiştir” bu da dediklerini reddetmektedir. Mana da şöyledir: O kalpler fıtrat ve hakkı kabul etmek üzere yaratılmıştır, fakat Allah onları inkârları yüzünden rezil etmiş ve kabiliyetlerini köreltmiştir. Ya da şöyledir: Onlar senin dediğinde bir eksiklik olduğu için kabul etmiyor değiller, inkârları yüzünden Allah onları başarısız kılmıştır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Kulaklarını sağır ve gözlerini kör etti” (Muhammed: 23). Ya da onlar mel'un kâfirlerdir, ilim iddiaları ve sana muhtaç olmama savları nerede kaldı? (Ne de az îman ediyorlar!) az îman ediyorlar. Mâ edâtı zâittir, azlığı abartmak için getirilmiştir. O da kitabın bir kısmına îman etmeleridir. Azlıktan yokluk (îmanlarının hiç olmadığı) da murat edilmiştir, denilmiştir. 89Onlara Allah katından yanlarındakini tasdik edici bir kitap geldiği zaman - ki, daha önce kâfirlere karşı fetih istiyorlardı - tanıdıkları şey onlara gelince, onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun. (Onlara Allah'ın katından bir kitap gelince) yani Kur'ân gelince, (yanlarındakini tasdik edici) yani kitaplardan yanlanndakini demektir. Kitaptan hâl olarak mensûb (musaddikan) da okunmuştur, çünkü kitap sıfatla tahsis edilmiştir. Lemmâ'nın cevabı, ikinci Lemmâ'nın cevabı ipucu verdiği için hazfedilmiştir. "Ki daha önce kâfirlere karşı fetih istiyorlardı” yani müşriklere karşı yardım istiyor ve: Allah'ım, Tevrat'ta sıfatı geçen ahir zaman Peygamberinin yüzü suyu hürmetine bize yardım et, diyorlardı. Yahut onlara açar ve onlara kendilerinden bir peygamber gönderileceğini ve zamanının yaklaştığını bildirirlerdi. Sin mübalağa ve fâilin bunu kendinden istediğini hissettirmek içindir. "Tanıdıkları şey onlara gelince” yani hak gelince "onu inkâr ettiler” hasetlerinden ve liderliği kaçırma korkusundan. (Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun) yani onların üzerine olsun. Aleyhim demeyip de açıktan kâfirler demesi, onların, küfürleri yüzünden lâ'net edildiklerini göstermek içindir. Bu durumda elkafirin'deki lâm ahd için olur. Cins için olması da câizdir ki, onun içine daha öncelikle girerler. 90Allah'ın kullarından dilediğine peygamberlik ihsan etmesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini inkâr ederek kendilerini satmaları ne kötü bir şeydir. Böylece gazap üstüne gazaba çarpıldılar. Kâfirler için aşağılayıcı bir azâp vardır. "Bi'semeşterev bihi enfüsehüm” mâ nekiredir, şey manasınadır, bi'sen'in gizli fâ'ilini ayırmak içindir, işterev de sıfatıdır. Manası sattılar yahut kendi zanlarında satın aldılar demektir. Çünkü onlar yaptıkları şeyle kendilerini cezadan kurtardıklarını zannettiler. "Enyekfuru bima enzelellah” bu da mahsus bizzem'dir (öznedir). "Bağyen” kendilerinin olmayan şeyi istemelerinden ve hasetlerinden demektir, bu da en yekfuru (kâfir olmalarının) illeti (sebebi)dir, işreterev fiilinin değil, çünkü araya fasıla girmiştir. "En yünezzilallahu” lien yünezzilallahu yahut alâ en yünezzilallahu demektir. Yani Allah'ın indirdiği şeyden dolayı onu kıskandılar demektir. İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ya'kûb şeddesiz (en yünzile) okumuşlardır, "lütfundan” yani vahiyden demektir. "Kullarından dilediğine” yani elçilik için seçtiğine demektir. "Böylece gazap üstüne gazaba çarpıldılar” küfürleri ve yaratılmışların en üstününü kıskandıkları için. Şöyle de denilmiştir: Îsa aleyhisselâm'dan sonra Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i de inkâr ettikleri için yahut Üzeyr Allah'ın oğludur demelerinden sonra. "Kâfirler için aşağılayıcı bir azâp vardır” bundan onları hor etmek istenmiştir, asinin azâbı ise öyle değildir, çünkü o, günahlarına temizliktir. 91Onlara Allah'ın indirdiğine îman edin denildiği zaman, "biz, bize indirilene îman ederiz” derler; onun ötesindekini inkâr ederler. Halbuki o haktır ve yanlarındakini tasdik edicidir. De ki: Eğer mü'minler iseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin öldürdünüz? "Onlara: Allah'ın indirdiğine îman edin, denildiği zaman” Allah'ın indirdiği bütün inen kitapları kapsar. "Biz, bize indirilene îman ederiz, derler” yani Tevrat'a demektir. (Onun ötesindekini inkâr ederler). Kâlû'daki zamirden hâl’dir. Vera aslında mastardır, zarf kılınmıştır. Faile muzâf olur, bundan da onunla gizlenen şey murat edilir ki, o da arkasıdır. Mef'ûl'e de muzâf olur, ondan da kendisini gizleyen şey murat edilir, o da önüdür. Bunun içindirki zıt manaya kullanılan kelimelerdendir. "Vehüvel hakku” zamir vera'ya râcidir. Ondan da murat edilen de Kur'ân'dır. "Mûsaddikan lima maahüm” te'kit eden hâl’dir, dediklerinin reddini içermektedir. Çünkü onlar Tevrat'a uyan şeyleri inkâr edince onu da inkâr etmişlerdir. (De ki: Eğer mü'minler iseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?) Tevrat'a îman etmekle beraber peygamberleri öldürmelerine itirazdır, çünkü Tevrat bunu câiz görmez. Öldürmenin onlara isnat edilmesi, atalarının yapmış olmasından ve kendilerinin de buna rıza gösterip karar vermiş olmalarındandır. Yalnız Nâfi' Kur'ân'ın her yerinde hemze ile enbiaallahi şeklinde okumuştur. 92Yemin olsun Mûsa size mu'cizelerle geldi, sonra onun ardından nefislerinize zulmederek buzağıyı ilâh edindiniz. "Yemin olsun ki, Mûsa size mu'cizelerle geldi". Yani: "Yemin olsun Mûsa'ya açık dokuz mu'cize vermiştik” (İsra:101) âyetinde zikredilen dokuz mu'cize demektir. "Sonra buzağıyı edindiniz” yani ilâh edindiniz. "Onun ardından” Mûsa'nın gelmesinden sonra veyahut Tûr'a gitmesinden sonra, "veentüm zâlimun” hâl’dir, ona ibâdet etmek yahut Allah'ın âyetlerini ihlal etmekle zâlimler olarak buzağıyı ilâh edindiniz manasınadır. Ya da ara cümledir ki, sizler öyle bir kavimsiniz ki, adetiniz zulmetmektir demektir. Bu Âyetin akışı yukarıdaki gibi: "Biz bize indirilene îman ederiz” (Bakara:91) sözlerini iptal etmek ve bu Peygamberle muamelelerinin atalarının Mûsa ile muameleleriyle aynı olduğuna dikkat çekmek içindir. Kıssayı tekrar etmek için değildir, arkası da öyledir. 93Bir vakitler sizden teminatiı söz almış ve Tûr'u tepenize kaldırmıştık. Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin. Onlarsa: Dinledik, isyan ettik, dediler. İnkârları yüzünden kalplerine buzağıya tapma tutkusu sızdırıldı. De ki: Eğer mü'minler idiyseniz îmanınızın size emrettiği şey ne kötüdür! "Bir vakitler sizden teminatlı söz almış ve Tûr'u tepenize kaldırmıştık. Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin". Yani onlara şöyle dedik: Tevrat'ta size emredilenleri ciddiyet ve kararlılıkla tutun, ona itâat dinlemesiyle dinleyin. "Dinledik” senin sözünü "isyan ettik” emrine, dediler. "Kalplerine buzağıya tapma tutkusu sızdırıldı” sevgisi içlerine girdi, onun sureti kalplerine nakş oldu. Çünkü kendilerini ona aşırı şekilde kaptırmışlardı. Boya kumaşa nasıl işler ve şarap bedenin derinliklerine nasıl nüfuz ederse onların da içine öyle girmişti. Kalplerine ifadesi içmenin (sızdırılmanın) yerini açıklamak içindir, nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onlar ancak karınlarında ateş yiyorlar” (Nisa: 10). "Bi-küfrihim” küfürleri sebebiyle demektir. Zira onlar mücessime (Allah'ı cisme benzetenler) yahut hululiye (Allah'ın eşyanın içine girdiğine inananlar) idiler. Buzağıdan daha beğendikleri bir cisim görmedikleri için Samiri'nin yaptığı o şey onlara çok hoş geldi. (De ki: Îmanınızın size emrettiği şey ne kötüdür!) Tevrat'a îmanınız demektir. Bi'sema'nın mahsus bizzemmi (asıl öznesi) mahzûftur, Meselâ hazel emr (bu durum) yahut bunu ve başkasını içine alacak şekilde üç Âyette onları susturmak için zikredilen kabahatları gibi şeylerdir. "Eğer mü'minler iseniz” bu da Tevrat'a îman iddialarını çürütmek için onları itirafa zorlamadır, takdiri şöyledir: Eğer ona inanan kimselerseniz, size bu çirkin şeyleri emretmez, ona îmanınız bunlara müsaade etmez yahut ona inanıyorsanız ona îmanınızın size emrettiği şey ne kötüdür! Çünkü mü'min ancak îmanının gereğini yapmalıdır. Fakat ona îman bunu emretmez; öyleyse sizler mü'minler değilsiniz. 94De ki: Eğer âhiret yurdu başkalarına değil de Allah katında sadece size hâs ise, eğer doğru kimseler iseniz, ölümü isteyin. (De ki: Eğer âhiret yurdu Allah katında sadece size hâs ise) size özgü ise, çünkü siz, cennete ancak Yahûdî olanlar girecektir, demiştiniz. Hâlisaten dâr lâfzından hâl’dir. (Başka insanlara değil de) diğerlerine veya Müslümanlara değil de size hâs ise, bu durumda enneas'taki lâm ahd içindir. "Eğer doğru kimseler iseniz ölümü isteyin” çünkü cennete kesin gideceğine inanan bir kimse onu arzular ve bu kirlere bulaşmış dünyadan kurtulup oraya gitmeyi ister. Nitekim Hazret-i Ali radıyallahü anh şöyle buyurmuştur: Ben ölümün üzerine düşsem yahut ölüm benim üzerime düşse hiç aldırmam. Ammar bin Yasir de Sıffîn savaşında şöyle buyurmuştur: İşte şimdi dostlara kavuşacağım; Muhammed'e ve arkadaşlarına! Huzeyfe de can çekişirken şöyle demiştir: Tam ihtiyacım varken dostum (ölüm) geldi, Bugün öldüğüne pişman olan kurtulmaz. İhtiyacım varken onu temenni etmişken demektir. Hele bir kimse cennetin kendine tahsis edileceğini ve başkasının ortak olmayacağını bilirse ölümü daha çok ister. 95Bunu önceden elleriyle gönderdikleri şey yüzünden asla temenni etmeyeceklerdir. Allah zâlimleri çok iyi bilmektedir. "Bunu önceden elleriyle gönderdikleri şey yüzünden asla temenni etmeyeceklerdir” Cehennemi kazandıran şeyler yüzünden, Meselâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i ve Kur'ân'ı inkâr etmeleri ve Tevrat'ı değiştirmeleri gibi. El, işlerini yapmak için insana özgü bir alet ve birçok yararlı şeyleri onunla yaptığı için bazen nefis, bazen de kudret yerine kullanılmıştır. Bu cümle gâipten haber vermektedir ve dediği de olmuştur; çünkü eğer ölümü isteselerdi nakledilir ve meşhur olurdu. Çünkü temenni kalp işi değildir ki, gizli kalsın. O, keşke şuyum olsaydı demektir. Eğer kalp ile olsa idi, temenni ettik, derlerdi. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Eğer Yahûdîler ölümü temenni etselerdi, her birinin tükürüğü boğazına tıkanır ve olduğu yerde ölürdü ve yeryüzünde bir Yahûdî kalmazdı. "Allah zâlimleri çok iyi bilmektedir” bu da onları tehdittir ve kendilerinin olmayan bir şeyi iddia etmek ve başkalarının olan bir şeyi de onlar için kabul etmemekle zâlim olduklarına dikkat çekmedir. 96Elbette onları hayata karşı insanların en hırslıları olarak bulacaksın. Müşriklerden de bazıları bin yıl yaşatılmasını ister. Halbuki ona o ömrün verilmesi onu azaptan uzaklaştıracak değildir. Allah onların yaptıklarını pekiyi bilmektedir. "Veletecidennehüm ahrasannasi alâ hayah” bu, aklı ile bulma ve bilme yerine kullanılan vecede fiilinden gelmektedir, iki mef'ûlü de hüm ile ahrasan nasi'dir. Hayatin şeklinde nekire olması da ondan hayatın fertlerinden herhangi bir fert kastedilmiş olmasındandır, o da uzun yaşamaktır. Lâm ile (alelhayati) de okunmuştur. "Ve minellezine eşreku” bu da ahrasa'nın manasına göre denilmiştir, sanki ahrasa minannas (insanlardan daha hırslı) demek istemiştir. O zaman mana da şöyle olur: Onları hayata karşı insanlardan ve müşriklerden daha hırslı bulursun. Yalnız müşriklerin zikredilmesi, mübalağa içindir; çünkü onların hırsları çok mubalâgalıdır, öyle ki, bu geçici hayattan başkasını bilmezler. Bir de onları azarlamak ve paylamak için tek olarak zikredilmişlerdir. Zira hırsları artıp da inkâr edenlerin ceza göreceklerini ikrar edince, bu onların cehenneme gideceklerini bildiklerini gösterir. Ahrasa minellezine eşreku murad edilmesi de câizdir, o zaman birincisi onu gösterdiği için hazfedilmiş olur. Ve minellezine eşreku'nûn yeni söz başı ve sıfatı mahzûf mübtedanın haberi olması da câizdir. "Biri (kimi) sever” bu da müşriklerden Yahûdîler murat edilmesi üzerinedir, çünkü onlar, Üzeyr Allah'ın oğludur, dediler. Yani onlardan öyle insanlar vardır ki, birileri bin yıl yaşamayı sever, demektir. Bu da birinci ihtimale göre aşırı hırslarını açıklayan söz başı olur. (Bin yıl yaşatılmasını) bu da sevgilerini hikâye etmektedir. Lev de leyte (temenni) manasınadır. Aslı lev uammere (keşke yaşatılsaydım)dır, yevveddü'den dolayı gâip sigasıyla verilmiştir. Meselâ: Halefe billahi leyefalenne (şöyle yapacağına yemin etti) sözün gibi (leefalenne, yapacağım demek istemiştir). "Vema hüve mimüzahzihihi minel azabi en yuammere” hüve zamiri ahadihim lâfzına râcidir, en yuammere de müzahzihihi'nin fâ'ilidir. Yani uzun süre yaşatılması o birini ateşten uzaklaştıracak değildir, demektir. Yahut zamir yuammeru'nûn gösterdiği şeye (mastara) râcidir, en yuammer de ondan bedeldir. Ya da hüve zamiri müphemdir, en yuammer de onun izahıdır. Sene'nin aslı senevet'tir, çünkü çoğulunda senevat derler. Aslının cephe vezninde senhe olduğu da söylenmiştir, çünkü sanehtuhu (yıllık hesabiyle çalıştım), derler. Tesennehetin nahlatü de hurma ağacının üzerinden seneler geçmektir. Zahzaha da uzaklaştırmaktır. "Allah onların yaptıklarını pekiyi görmektedir” onları cezalandıracaktır. 97De ki: Kim Cebrâîl'e düşman olursa, bunda şüphe yoktur ki, onu önündekini tasdik edici, yol gösterici ve mü'minlere müjdeci olarak senin kalbine Allah'ın izni ile o indirmiştir. "De ki: Kim Cebrâîl'e düşman olursa” Abdullah bin Soriya hakkında indi; Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e, kendine kimin indiğini sordu, o da: Cebrâîl, dedi. O da şöyle dedi: O bizim düşmanımızdır, bize defalarca düşmanlık etti, en kötüsü de peygamberimize Beytülmukaddes'i Buhtunassar’ın harap edeceği vahyini getirdi. Biz de onu öldürmesi için birini gönderdik. Onu Babil'de gördü, Cebrâîl ona mani oldu ve: Eğer Rabbiniz ona sizi helâk etmesini emretti ise size bu fırsatı vermez. Eğer değilse onu niçin öldüreceksiniz, dedi? Şöyle de denilmiştir: Hazret-i Ömer radıyallahü anh Yahûdîlerin dershanesine girdi, onlara Cebrâîl'i sordu, onlar da: O bizim düşmanımızdır, sırlarımızı Muhammed'e bildiriyor. O deprem ve azâp meleğidir, Mikail ise bolluk ve esenlik meleğidir, dediler. O da: O ikisinin Allah katındaki yeri nedir, dedi? Onlar da Cebrâîl sağında, Mikail de solunda oturur, aralarında düşmanlık vardır, dediler. O da: Eğer sizin dediğiniz gibi ise onlar düşman değildirler ve siz eşekten daha nankörsünüz. Kim o ikisinden birine düşman olursa, o Allah'ın düşmanıdır, dedi. Sonra Hazret-i Ömer döndü, Cebrâîl'in ondan önce Efendimize vahiy getirdiğini gördü, Efendimiz de: Rabbin senin görüşüne katıldı, dedi. Cibril kelimesinde sekiz lügat vardır, dördü meşhurdur: Cebreîl selsebîl gibi, bunu Hamze ile Kisâî okumuşlardır. Ra'nın kesri ve hemzenin hazfi ile Cibril, bunu da İbn Kesîr okumuştur. Cebreil, Cahmeriş vezninde, bunu da Ebû Bekir rivâyetinde Âsım okumuştur. Cibril, kındîl gibi, bunu da diğerleri okumuştur. Dördü de şazdır: Cebreil, Ceberaîl, Ceberail, Cebrîn. Ucme ve mâ'rife'likten dolayı da gayri munsarif'tir. Manası da Abdullah demektir. (Onu o indirdi) birinci açık zamir Cebrâîl'e, ikincisi de Kur'ân'a râcidir. Daha önce geçmediği hâlde Kur'ân'a râci olması şânının yüceliğini gösterir; sanki bilindiği ve çok meşhur olduğu için daha önce geçmesine gerek duyulmamıştır. "Kalbine” çünkü kalp vahyi ilk kabul edendir, anlama ve ezberleme mahallidir. Hakkı alâ kalbî demek idi, ancak Allah'ın kelâmını hikâye tarzında gelmiştir, sanki: Kul mâ tekellemtü bihi men kâne adüvven licibrile feinnehu nezzelehu alâ kalbike, demiş, o da bunu aynen aktarmıştır. (Allah'ın izni ile) emri ve kolaylaştırması ile. Bu da nezzele'nin fâ'ilinden hâl’dir. "Mûsaddikan lima beyne yedeyhi ve hüden ve büşra lilmü'minin” bunlar da nezzele'nin mef'ûlünden hâldirler. Öyle görünüyor ki, şartın cevabı feinnehu nezzelehu'dur. Mana da şöyledir: Onlardan kim Cebrâîl'e düşmanlık ederse, insaf ipini boynundan çıkarmış olur ya da yanındaki kitabı düşmanlığı ile inkâr etmiş olur, çünkü sana vahiy ile inmiştir. Çünkü o, geçmiş kitapları tasdik eden bir kitap olarak inmiştir. Böylece cevap hazf edildi, sebebi onun yerine geçirildi. Ya da mana şöyledir: Kim ona düşman olursa düşmanlığının sebebi onu sana indirmesidir. Şöyle de denilmiştir: Cevap mahzûftur, felyemüt gayzan (kahrından ölsün) gibi bir şeydir. Ya da hüve adüvvün li veyahut Âyette dediği gibi ene adüvvühu (ben onun düşmanıyım). 98Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâîl'e ve Mikail'e düşman olursa, bunda şüphe yoktur ki, Allah da o kâfirlerin düşmanıdır. "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâîl'e ve Mikail'e düşman olursa, şüphe yoktur ki, Allah o kâfirlerin düşmanıdır". Allah'a düşmanlıktan, inat ederek ona karşı gelmeyi ya da ona yakın kullarına düşmanlığı murat etmiştir. İsmini başa koyması ise şânını yüceltmek içindir, Meselâ: "Râzı etmeyi en çok hak eden Allah ve Resûlüdür” (Tevbe: 62) âyeti gibi, İki meleğin de ayrı zikredilmesi, faziletlerinden dolayıdır, sanki onlar başka bir cinstir. Ayrıca birine ve hepsine düşmanlık etmek, küfürde ve Allah’ın düşmanlığını çekmede bir olduğuna ve onlardan birine düşman olanın hepsine düşman olduğuna dikkat çekmek içindir. Çünkü düşmanlıklarım ve dostluklarım gerektiren şey gerçekte birdir. Bir de o ikisinin özellikle zikredilmesi, tartışmanın onların hakkında olmasındandır. Zamirin yerine zahiri koymak da Allahü teâlâ’nın onlara düşman olması İnkârlarından olduğunu ve meleklere ve peygamberlere düşmanlık etmenin küfür olduğunu bildirmek içindir. Nâfi' Mîkail (ayınla) vezninde Mikail (hemze ile) okumuştur; Ebû Amr, Ya'kûb ve Hafs rivâyetinde de Âsım mîad vezninde Mîkal okumuşlardır. Kalanlar da hemze ve arkasından ye ile Mikaiyl okumuşlardır. Mîkeil (ayınla) vezninde Mîkeil (hemze ile), Mikeîl ve Mîkîil de okunmuştur. 99Yemin olsun ki, sana apaçık âyetler indirdik. Onları ancak fâsıklar inkâr ederler. "Yemin olsun ki, sana apaçık âyetler indirdik. Onları ancak fâsıklar inkâr ederler". Yani azılı kâfirler demektir. Fasıklık bir tür günahta zikredilirse, onun büyüklüğünü gösterir, sanki haddini aşmış gibi olur. Bu âyet İbn Soriya hakkında indi, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e şöyle demişti: Bize bildiğimiz bir şey getirmedin, sana bir âyet de inmedi ki, ardına düşelim. 100Demek ne zaman bir andlaşma yapacak olsalar, onu içlerinden bir grup kaldırıp atacak, öyle mi? Hayır, onların çoğu îman etmezler. (Demek bir andlaşma yapacak olsalar) hemze inkâr içindir, vâv da mahzûfa atıf içindir, takdiri şöyledir: Ekeferu bilayati ve küllema ahedu. Vâv'ın sükûnu ile (ev) şeklinde de okunmuştur, takdir şöyle olur: İllellezine feseku ev küllema ahedu. Uhidu ve ahidu şeklinde de okunmuştur. (Onu içlerinden bir grup kaldırıp atacak, öyle mi?) Bozacak demektir? Nebz'in aslı atmaktır, ancak genellikle atıp unutulan şeyde kullanılır. Ferikun demesi, bazılarının o sözü bozmamalarından dolayıdır. "Hayır, çoğu îman etmezler". Bu da o grubun azınlık olduğunun veya açıktan bozmayanların gizliden mü'min olduklarının akla gelmesini reddetmek içindir. 101Onlara Allah katından yanlarındakini tasdik edici bir peygamber geldiği zaman, kendilerine kitap verilenlerden bir grup Allah'ın kitabını hiçbir şey bilmiyorlar gibi kaldırıp arkalarına attılar. "Onlara Allah katından yanlarındakini tasdik edici bir peygamber geldiği zaman” Îsa ve Muhammed gibi, o ikisine de selâm olsun, "kendilerine kitap verilenlerden bir grup Allah'ın kitabını kaldırıp arkalarına attılar” Allah’ın kitabı Tevrat demektir, çünkü onların onu tasdik eden peygamberi inkârları, onu tasdik eden şeylerde onu İnkârdır ve içinde mu'cizelerle desteklenmiş elçilere îmanın vâcip olduğunu bildiren şeyi de arkaya atmadır. Şöyle de denilmiştir: Resûl sallallahu aleyhi sellem'in yanında olan şey Kur'ân'dır. "Sırtlarının arkasına” ondan baş çevirmelerini önemsiz olduğu için arkaya atılan şeyden yüz çevirmeye benzetti. "Sanki bilmiyorlarmış gibi” onun Allah kitabı olduğunu, yani onların bu husustaki bilgileri sağlamdır, ancak onlar inatlarından bilmezlikten geliyorlar. Bil ki, Allahü teâlâ bu iki Âyette Yahûdîlerin dört büyük fırkaya ayrıldıklarını göstermiştir: Birinci fırka, Tevrat'a îman ettiler ve haklarını yerine getirdiler, Meselâ ehl-i kitabın mü'minleri gibi. Bunlar da azdır, "hayır, çokları îman etmezler” (Bakara: 100) kavli buna delâlet etmektedir. İkinci fırka, inat ve fasıklıklarından dolayı sözlerini arkaya attıklarını ve sınırı çiğnediklerini açıkça söylediler. Bunlar da: "İçlerinden bir grup onu kaldırıp attı” (Bakara: 100) kavli ile belirtilmişlerdir. Üçüncü fırka, arkaya attıklarını açıkça söylemediler, fakat bunları bilmedikleri için attılar, bunlar da çoğunluktur. Dördüncü fırka da durumu bildikleri hâlde dıştan bunlara sarıldılar, içten onu dışladılar, bunu da haset ve inatlarından yaptılar. Bunlar da bilmezden gelenlerdir. 102Şeytanların Süleyman'ın mülkü hakkında okudukları şeye tâbi oldular. Halbuki Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldular. İnsanlara sihri, bir de Harut ve Marut adında iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hiç kimseye de: "Biz ancak bir imtihanız; sakın kâfir olma!” demeden bir şey öğretmezlerdi. O ikisinden karı ile kocayı birbirinden ayıracak şeyleri öğreniyorlardı. Halbuki onlar o büyü ile Allah'ın izni olmadan kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine zarar verecek ve fayda vermeyecek şeyleri öğreniyorlar. Gerçekten şunu bildiler ki, onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi yoktur. Nefislerim sattıkları şey ne kötüdür, bir bilselerdi! "Vettebeu mâ tetlüş şeyatinü” nebeze'ye ma’tûftur, yani Allah'ın kitabını arkalarına attılar ve cinlerden veya insanlardan veyahut ikisinden şeytanların okuduğu veya takip ettiği şeye tâbi oldular demektir. "Alâ mülki süleymane” onun zamanında demektir. Tetlu geçmiş zamanın hikayesidir. Şöyle de denilmiştir: Onlar (gökten) kulak hırsızlığı eder ve duyduklarına yalanlar ekleyerek onu kâhinlere atarlardı. Onlar da onları düzenleyip insanlara öğretirlerdi. Bu Süleyman aleyhisselâm zamanında yaygınlaşmıştı, öyle ki: Cinler gaybi bilir, Süleyman'ın mülkü de bu ilimle tamamlandı; cinler, insanlar ve rüzgâr bu sayede emrine girdi, denilmiştir. "Süleyman kâfir olmadı” bu da bunu iddia edenleri yalanlamadır. Sihir yerine küfür demesi onun da küfür olmasından ve peygamber olanın ondan masum olmasından dolayıdır. "Ancak şeytanlar kâfir oldular” onu kullanmakla. İbn Âmir, Hamze ve Kisâî, şeddesiz olarak lakin ve eşşeyatınu şeklinde de Merfû' okumuşlardır. (İnsanlara büyü öğretirlerdi). Azdırmak ve saptırmak için. Cümle zamirden hâl’dir. Sihirden kastedilen de insanın yapamayacağı şeyi yapmak için şeytanlar aracılığı ile elde edilen şeydir. Bu da ancak onlar gibi şirret ve kötü olanlar için mümkün olur. Çünkü birleşmek ve yardımlaşmak için iki tarafın uygun olması şarttır. Zaten sihirbazla peygamber ve veli böyle ayrılır. Ama hokkabazların alet ve edavat yardımı ile yaptıkları veya el çabukluğu ile gösterdikleri acayip şeyler kötü değildir. Onlara sihir denilmesi mecâzîdir ya da çok ince olduğu içindir. Çünkü o aslında sebebi gizli olan şeydir. "Vema ünzile alel melekeyni” bu da sihre ma’tûftur, bunların ikisi birdir, birbirine atfedilmesi itibar farkından dolayıdır ya da bundan maksat onun daha kuvvetli bir türüdür. Ya da bu cümle tetlu'nûn üzerine ma’tûftur. Onlar iki melek idiler, Allah'tan bir imtihan yahut sihirle mu'cizeyi ayırmak için insanlara indirilmişlerdi. Onların insan suretine girdikleri, onlara şehvet verildiği ve Zühre adında bir kadına takıldıkları, onun da onları günaha ve şirke sürüklediği, sonra da kadının onlardan öğrendiği şeyle göğe yükseldiği gibi şeyler Yahûdîlerden geçmedir. Belki de bu öncekilerin rumuzlarındandır, basiretli kimsenin bunları çözmesi kolaydır. Şöyle de denilmiştir: Onlar iki adam idiler, dürüst olmaları sebebiyle melek denilmiştir. Kesre ile melikeyni kırâati da bunu doğrular. Şöyle de denilmiştir: Mâ ünzile olumsuz cümledir ve mâ kefere süleymanu kavlinin üzerine ma’tûftur. Ve bu kıssa da Yahûdîleri yalanlamaktadır. "Bibabile” zarftır yahut melekeyn'den veya ünzile'deki zamirden hâl’dir. Meşhur olan Babil'in Kûfe dolaylarında bir şehir olmasıdır. "Harute ve marute” bu da melekeyni'ye atıftır, gayri munsarif olmaları (cer ve tenvîn almamaları) Âlem ve ucme (yabancı) olmalarındandır. Eğer kırmak manasına hert ve mert'ten olsa idiler munsarif olurlardı. Kim de mâ'yı olumsuzluk edâtı kabul ederse, onları şeytanlardan bedel-i ba'z ve aralarındakini itiraz cümlesi yapar. Huma harutu ve marutu şeklinde Merfû' olarak da okunmuştur. "Vema yuallimâni min ahadin hatta yekûla innema nahnü fitnetün felâ tekfur". Bunun birinciye göre manası şöyledir: Hiçbir kimseye öğüt verip de: Biz ancak Allah'tan bir imtihanız; kim bizden öğrenir de onunla amel ederse kâfir olur. Kim de öğrenir de onunla amel etmekten çekinirse îmanında sâbit kalır. Onun ve onunla amel etmenin câiz olduğuna itikat etmekle kâfir olma, demedikçe bir şey öğretmezlerdi. Bunda şuna delil vardır ki, sihir ve yapması câiz olmayan şey öğrenmek mahzurlu değildir. Yasak olan sadece arkasına düşüp onunla amel etmektir. İkinciye göre de manası şöyledir: Biz fitneye kapılmışız, sen de bizimle olma, demedikçe bir şey öğretmezlerdi. "Feyeteallemune minhuma” cemi zamiri min ahadin'den anlaşılan şeye (insanlara) gider. "O ikisinden kan ile kocayı birbirinden ayıracak şeyleri öğreniyorlardı” yani onları ayırmaya sebep olacak büyüyü öğreniyorlardı. "Halbuki onlar o büyü ile Allah'ın izni olmadan kimseye zarar veremezler” çünkü o da başka sebepler de bizzat tesir etmez, ancak Allahü teâlâ’nın emri ve yapmasıyla eder. Dârriy ahad'e izafe edilerek, cer harfi de ondan bir parça kılınarak ve araları da zarf ile açılarak (vemahüm bidârriy bihi min ahadin) şeklinde de okunmuştur. "Kendilerine zarar verecek şeyleri öğrenirler” çünkü onu uygulamak isterler ya da öğrenmek genellikle uygulamaya götürür. "Fayda vermeyecek” zira sırf öğrenmek amaç değildir ve iki dünyada da fayda sağlamaz. Bundan büyüden sakınmanın daha iyi olduğu anlaşılmaktadır. "Gerçekten şunu bildiler ki,” yani Yahûdîler "onu satın alanın” Allah'ın kitabını şeytanların okuduğu şeylerle değiştirenin lemen'deki lâm'ın iptida için olduğu ve alimu lâfzını amelden koyduğu görülmektedir. "Onun âhirette bir nasibi yoktur” hissesi yoktur. "Nefislerini sattıkları şey ne kötüdür!” yukarıda geçtiği üzere (işterev fiilinin) iki manaya (almaya da satmaya) da ihtimali vardır, "bir bilselerdi!” onun üzerinde düşünselerdi yahut tayin ederek çirkinliğini bilselerdi veyahut arkasından gelecek gerçek azâbı bilselerdi. (Lev edâtı bir şey bulunmadığı için bir şeyin bulunmaması içindir) onlar için bulunan şey kasem tekidi ile doğal akıldır yahut fiilin çirkinliğine dâir kısa bilgidir veyahut gerçeğini tam bilemeden yaptıklarına karşılık cezanın gerekmesidir. Şöyle de denilmiştir: Bunun manası şöyledir: Keşke ilimleriyle amel etselerdi! Çünkü bildiği ile amel etmeyen hiç bilmemiş gibidir. 103Eğer onlar îman etseler ve Allah'tan korksalardı, Allah katındaki sevap daha hayırlı olurdu; eğer bilselerdi! "Eğer onlar îman etselerdi” peygamberlere ve kitaplara "Allah'tan korksalardı” günahları terk ederek, Meselâ Allah'ın kitabını arkaya atmak ve büyü öğrenmek gibi "Allah katındaki sevap daha hayırlı olurdu". Bu da lev'in cevabıdır. Aslı leüsibu mesubeten min indillahi hayran mimma şerev bihi enfüsehüm idi. Fiil atıldı, kalandan bir isim cümlesi kuruldu, sevabın devamlılığını ve kesin hayır olduğunu göstermesi istendi. Mufaddalunaleyh (nefislerini sattıkları şey) de mufaddahn (sevabın) ona nisbetinden gocunarak hazfedildi. Mesube'nin nekire olması da manadan dolayıdır, zira mana leşeyün minessevabi hayr şeklindedir. Şöyle de denilmiştir: Lev temenni içindir, lemesubetün de söz başıdır. Meşveret vezninde lemesvebetün de okunmuştur. Amelin karşılığına sevap ve mesubet denilmesi, iyilik edenin ona dönmesindendir. (Sevb dönmek manasınadır). "Eğer bilselerdi!” Allah'ın sevabının onların içinde bulundukları şeyden daha hayırlı olduğunu! Aslında bilmişlerdir de ancak düşünmeyi veya ilimle amel etmeyi terk ettikleri için onl arı câhil saymıştır. 104Ey îman edenler, "raina” demeyin; "unzurna” deyin. Kâfirler için acıklı bir azâp vardır. "Ey îman edenler, "raina” demeyin; "unzurna” deyin". Ra'y (riayet) başkasını iyiliği için korumaktır. Müslümanlar Resûl aleyhisselâm'a: Raina, derlerdi, yani bizi gözetle, bize anlattığın şeyde yavaş davran ki, anlayalım, derlerdi. Yahûdîler bunu duydular, fırsat bilip bununla hitap ettiler, maksatları da onu ran'e (ahmaklığa) nispet etmek veyahut ona İbranice'de birbirine sövdükleri raina kelimesi ile sövmekti. Mü'minler bundan men edildiler ve aynı faydayı sağlayacak ve karışıklığa da sebebiyet vermeyecek bir kelime kullanmakla emrolundular; o da unzurna idi ki, bize bak veya bizi bekle demektir. Çünkü nazarahu beklemek manasınadır. İnzar'dan getirerek enzırna da okunmuştur ki, vahyi ezberlememiz için bize vakit ver demektir. Cemi kalıbı ile saygı için râuna da okunmuştur (ki, bizi bekleyin demektir). Tenvîn ile rainen de okunmuştur ki, kavlen za ra'nin (ahmak söz söylemeyin) demektir. Ra'n ahmaklık manasınadır. Çünkü onların râîna sözüne ve sövmeye benziyordu, "dinleyin” güzel dinleyin ki, ikinci bir iş olmasın yahut kabul edercesine dinleyin; Yahûdîlerin dinlemesi gibi değil demektir. Yahut size emredileni dikkatle dinleyin ki, yasaklandığınız şeye dönmeyesiniz. "Kâfirler için acıklı bir azâp vardır” yani Resûl aleyhisselâm'ı basite alan ve ona sövenler için demektir. 105Ne ehl-i kitaptan kâfir olanlar ne de müşrikler size Rabbinizden bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah çok büyük lütuf sâhibidir. (Ne ehl-i kitaptan kâfir olanlar ne de müşrikler istemezler). Bu âyet bir bölük Yahûdî'yi yalanlamak için indi, onlar mü'minlere yalandan sevgi gösterir ve onların iyiliğini istediklerini savunurlardı. Vüdd bir şeyi temenni ederek sevmektir, onun için her birinde kullanılır. Min edâtı açıklama içindir, "lemyekünillezine keferu min ehlil kitabi velmüşrikin” (Beyyine: 1) âyetinde olduğu gibi. "En yünezzele aleyküm min hayrin min rabbiküm” de yeveddü'nin mef'ûlüdür. Birinci min istiğrak (tamamını ifade etmek) için zâittir, ikincisi de ibtida (başlangıç) içindir. Hayr da vahiy ile tefsir edilmiştir. Mana da şöyledir: Onlar sizi kıskanırlar ve size ondan bir şey inmesini istemezler. Hayr ilim ve yardım ile de tefsir edilmiştir. Belki bütün bunları kaplayacak mana murat edilmiştir. "Allah rahmetini dilediğine tahsis eder” onu peygamber yapar, ona hikmet öğretir ve ona yardım eder. Hiçbir şey na vâcip (zorunlu) değildir, hiç kimsenin onda hakkı yoktur. "Allah çok büyük lütuf sâhibidir". Bu da peygamberliğin büyük lütuftan olduğunu ve bazı kullarım mahrum etmesi lütfunun azalmasından olmadığını, bilâkis dilemesinden ve onda hikmeti olduğunu bilmesindendir. 106Eğer bir âyeti nesh eder veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını yahut benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kâdir olduğunu bilmez misin? "Mâ nensah min Âyetin ev nünsiha". Müşriklerin veyahut Yahûdîlerin: Muhammed'i görmüyor musunuz, ashâbına bir şey emrediyor. sonra da onları ondan men ediyor ve tersini buyuruyor, demeleri üzerine indi. Nesih lügatte bir şeyin suretini bir şeyden kaldırıp başka bir .şeye vermek ve nakletmektir, Meselâ güneşin gölgeyi silmesi gibi. Tenasüh (rûh göçü) de buradan gelir. Sonra bunlardan her biri için kullanıldı; Meselâ: Nesahatir rihul esere (rüzgâr izi sildi) ve nesahtüi kitabe (kitabı kopya ettim) gibi. Âyetin neshi de okuma mükellefiyetinin veya onunla amel etmenin veyahut her ikisinin birden sona erdirilmesidir. Unutturması da akıllardan giderilmesidir. "Mâ” nensah'in şart ve cezm edatıdır, onun mef'ulü olarak da mahallen mensûbtur. İbn Âmir ensaha'dan getirerek mâ nünsih okumuştur ki, sana yahut Cebrâîl'e neshedilmesini emrederiz yahut onu neshedilmiş buluruz, demektir. İbn Kesîr ile Ebû Amr da nesî'ten getirerek nense'ha yani onu erteleriz şeklinde okumuşlardır. Nünessiha da okunmuştur ki, birine onu unuttururuz demektir. Tenseha da okunmuştur ki, sen unutursun demektir. Meçhul kalıbı ile de tünseha (sana unutturulur) okunmuştur. Abdullah (bin Mes'ud) nünsike min Âyetin ev nünsihha okumuş, Huzeyfe de iki mef'ûlü göstererek mâ nensah min Âyetin ve nünsikeha okumuştur. (Ondan daha hayırlısını yahut benzerini getiririz). Yani kullar için fayda ve sevap bakımından daha hayırlısını veyahut sevapta benzerini demektir. Ebû Amr hemzeyi elife kalp ederek (nâti) okumuştur. "Allah'ın her şeye kâdir olduğunu bilmez misin?” nesh etmeye ve neshedilenin benzerini getirmeye yahut ondan daha hayırlısını ortaya koymaya gücü yeter. Âyet neshin ve indirmeyi geciktirmenin câiz olduğunu göstermektedir. Çünkü in ve o manaya gelen (mâ ve men gibi) edatlar ihtimalli şeylerde kullanılmak için konulmuştur. Şöyle ki, hükümlerin meşru kılınması ve âyetlerin inmesi Allah'tan bir lütuf ve rahmet olarak kulların yararı ve nefislerinin kemali içindir. Bu da tıpkı geçim sebeplerinde olduğu gibi çağlara ve şahıslara paralel olarak değişir. Zira bir asırda faydalı olan bir şey başka bir asırda zarar verebilir. Neshi karşılıksız yahut daha ağır bir bedelle ve kitabı sünnetle neshetmeyi kabul etmeyenler de bu âyeti delil getirmişlerdir. Çünkü nesheden bedel olarak getirilendir, sünnet ise öyle değildir, demişlerdir. Bunların hepsi de zayıftır; çünkü hükmün kaldırılması yahut daha ağırının getirilmesi daha iyi olabilir. Nesih de yeni getirilenden başka bir şeyle de bilinebilir (unutturulmak gibi). Sünnet de Allah'ın getirdiği bir şeydir. Hayırdan veya benzerinden maksat lâfzan öyle olması değildir. Mu'tezile bu âyeti Kur'ân'ın mahlûk olduğuna delil getirmiştir; çünkü değişim ve farklılık neshin doğasında vardır, demiştir. Buna şöyle cevap verilmiştir: Değişim ve farklılık kadim zatla kaim mana ile ilgili şeylerdendir (onun kıdemine zarar vermez). 107Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Sizin Allah'tan başka ne bir veliniz, ne de bir yardımcınız vardır. "Bilmez misin ki,” Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e hitaptır, maksat o ve ümmetidir, çünkü arkasından "sizin için yoktur” buyrulmuştur. Yalnız onu zikretmesi bunu en iyi bilenleri ve bilgilerinin kaynağı olmasındandır. "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır” istediğini yapar, dilediği gibi hüküm verir. Bu da: "Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir” kavlinin ve birçok âyetlerin delili gibidir. Bu âyet neshin cevazının da delilidir, bunun içindir ki, atıf edâtı terk edilmiştir. "Sizin için Allah'tan başka ne bir veli ne de bir yardımcı vardır". İşlerinize sahip olan ve onları çıkarınıza uygun olarak yürüten yalnız O'dur. Veli ile nâsır (yardımcı) arasında şu fark vardır: Veli bazen yardım edemeyecek kadar zayıf olur, yardımcı da yardım ettiği kimseye yabancı olur. Böylece aralarında bir yönden fark vardır. 108Yoksa siz Peygamberinizden daha önce Mûsa'dan istenenler gibisini mi istemek arzusundasınız? Kim îmanı küfürle değiştirirse, muhakkak doğru yoldan sapmıştır. (Yoksa siz Peygamberinizden daha önce Mûsa'dan isteneni mi arzuluyorsunuz?) Em edâtı "elem ta'lem"deki hemzeye denktir, muttasıldır. Yani onun bütün işlere sahip olduğunu, eşyaya gücünün yettiğini ve istediği gibi emir ve yasak koyduğunu bilmez misin? Ya da bilmiyor musunuz da Yahûdîlerin Mûsa'ya ısrarla sordukları şeyleri soruyorsunuz? Ya da em edâtı munkatıdır, maksat onlara âyetlere güvenmelerini ve ona ısrarlı soru sormamalarını tavsiye etmektir. Âyetin ehl-i kitabın üzerlerine gökten bir kitap indirilmesini istemeleri üzerine indiği söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Âyet müşriklerin "Üzerimize okuyacağımız bir kitap indirinceye kadar göğe çıkmana da îman etmeyeceğiz” (İsra: 93) demeleri üzerine indirilmiştir. "Kim îmanı küfürle değiştirirse, muhakkak doğru yoldan sapmıştır". Kim açık âyetlere güveni terk eder ve başkalarını teklif ederse, doğru yoldan sapar ve îman ettikten sonra küfre düşer. Âyetin manası şöyledir: Böyle şeyler teklif etmeyin, sonra doğru yoldan saparsınız. Sapıklık da sizi maksattan uzaklaşmaya ve îmanı İnkârla değiştirmeye götürür. 109Ehl-i kitaptan çoğu, hak onlar için meydana çıktıktan sonra sırf kendi kıskançlıkları yüzünden sizi îmanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar affedin ve kusurlarından vazgeçin. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir. "Ehl-i kitaptan çoğu isterler” yani Yahûdî hahamları demektir. "Lev yerudduneküm” en yerudduneküm demektir, çünkü "lev” lâfzan değilse de manen en yerine geçer. "Îmanınızdan sonra küfre döndürmek isterler (küffaren)” mürted olarak demektir. Bu da muhatap cemi zamirinden hâl’dir, "haseden” istemenin sebebidir. "Min indillah” bunun vedde'ye mütaallık olması câizdir, yani bunu kendi nefislerinden, hoşlarına gittiği için isterler, yoksa dindarlıktan ve hakka meyillerinden değil demektir. Ya da min indi enfüsihim, haseden'e mütealliktir, yani esas nefislerinden kaynaklanan aşırı bir kıskançlıkla demektir. "Hak onlar için meydana çıktıktan sonra” mu'cizelerle ve Tevrat'ta zikredilen sıfatlarla. "Fâ'fu vasfahu” af suçluyu cezalandırmayı terk etmek, safh da onu kınamayı terk etmektir. "Allah'ın emri gelinceye kadar” o da onlarla savaşmaya ve onlara cizye vergisi yüklemeye ya da Kurayza'lıların öldürülmesine ve Nadıyr oğullarının sürülmesine izin emridir. İbn Abbâs, bunun kılıç ayetiyle neshedildiğini söylemiştir. Fakat şüphelidir; çünkü bu emir mutlak değildir. "Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir” onlardan intikâm almaya da kâdirdir. 110Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için önden ne hayır gönderirseniz, onu Allah katında bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görmektedir. (Namazı kılın, zekâtı verin) "u'fu"ya ma’tûftur, sanki onlara sabretmelerini, güzel ahlâk göstermelerini ve ibâdet ve iyilik ederek Allah'a sığınmalarını buyurmuştur. (Kendiniz için önden ne hayır gönderirseniz) namaz ve sadaka gibi, akdeme'den gelerek tukdimu şeklinde de okunmuştur, "onu Allah katında bulursunuz” yani sevabını demektir. "Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görmektedir” onun yanında amel zâyi olmaz. Ye ile (yamelun) da okunmuştur ki, o zaman tehdit olur. 111Cennete Yahûdî ve Hıristiyanlardan başkası asla girmez, dediler. Bu onların kuruntularıdır. De ki: Eğer doğru kimseler iseniz kanıtınızı getirin. "Ve Kâlû” vedde'ye ma’tûftur, cemi zamiri Yahûdî ve Hıristiyanlardan oluşan ehl-i kitab'a gider. "Cennete Yahûdî ve Hıristiyanlardan başkası asla girmez, dediler". Bu da her iki fırkanın sözlerini birbirine katmaktır, tıpkı: "Yahûdî veyahut Hıristiyan olunuz” (Bakara: 135) âyeti gibi. Bu da dinleyicinin anlayışına güvenilerek yapılmıştır. Hûd haid'in cem'i'dir, tıpkı aiz ve ûz gibi. Aiz tevbe eden, ûz da yeni doğurmuş at ve deve hayvanlarıdır. (Bu onların kuruntularıdır). Yukarıda zikredilen evhamlarına işarettir, o da mü'minlere Rablerinden bir hayır inmemesi, onları dinlerinden döndürmeleri ve cennete kendilerinden başkasının girmemesidir. Ya da muzâfm hazfi ile bu Âyettekine işarettir, Meselâ emsalü tilkel ümniyyeti emanihim (onların kuruntuları da bu kuruntular gibidir). Cümle itiraziyedir. Ümniyye üf'ule vezninde temenniden gelir, udhuke (gülecek şey) ve ucube (şaşılacak şey) gibi. "De ki: kanıtınızı getirin” cennete girmenin size hâs olduğuna dâir. "Eğer doğru kimseler iseniz” iddianızda. Çünkü delilsiz hiçbir söz kabul edilmez. 112Hayır, kim ihsan mertebesine yükselerek kendini Allah'a teslim ederse, onun ecri Rabbi katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir. "Belâ” kendilerinden başkasının cennete girmeyeceğine dâir temennilerini ispattır. "Kim kendini Allah'a teslim ederse” nefsini arındırır yahut onu niyet ederse, demektir. Vech'in aslı organdır (yüzdür). "Vehüve muhsinün” amelinde ihsan derecesine yükselerek "Onun ecri” ameline karşılık olarak va'dedilen sevabı "Rabbi katındadır” onun yanında sabittir, zâyi olmaz ve eksilmez. Cümle "men"in cevabıdır, eğer men şartiye olursa; haberidir, eğer mevsûle olursa. Fe de bu durumda şart manasını içerdiği için gelmiştir, o zaman red cevabı sadece belâ ile olur ve üzerinde vakfetmek de güzel olur. Reddin mukadder fiilin fâili olarak esleme'den olması da câizdir, Meselâ belâ yedhuluha men esleme gibi. "Onlara korku da yoktur, onlar üzülecek de değillerdir” âhirette. 113Yahûdîler: "Hıristiyanlar hiçbir şey üzere değiller". Hıristiyanlar da: "Yahûdîler hiçbir şey üzere değiller” dediler. Halbuki onlar kitabı okuyorlar. İşte böyle, bilmeyenler de onlar gibi dediler. Allah ihtilâf ettikleri şey hususunda kıyâmet gününde aralarında hükmedecektir. "Yahûdîler: Hıristiyanlar hiçbir şey üzere değiller". Hıristiyanlar da: "Yahûdîler hiçbir şey üzere değiller” dediler". Yani doğru ve güvenilir bir şey üzere değiller, demektir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e Necran heyeti geldiği zaman indi, onlara Yahûdî hahamları da geldiler, münazara ettiler ve birbirlerine bunu dediler. (Halbuki onlar kitabı okuyorlar). Vâv hâl içindir, kitap da cins içindir, yani onlar ilim ve kitap adamları oldukları hâlde bunu dediler. "İşte böyle, bilmeyenler de onlar gibi dediler” puta tapanlar ve Allah’ı eylemsiz kılanlar gibi. İnat etmelerinden ve Câhillere benzemeye çalışmalarından dolayı onları kınadı. Eğer: Neden onları kınadı, halbuki doğru söylediler; çünkü her iki din de neshedildikten sonra bir şey değildir, denilirse? Ben de şöyle derim: Onlar bunu kastetmediler, her fırka ancak diğer dini kökünden iptal etmeyi, peygamberini temelli inkâr etmeyi kastetti. Üstelik o ikisinden neshedilmeyenler de haktır, kabul edilmesi ve onunla amel edilmesi vâciptir. "Allah aralarında hükmedecektir” "iki fırka arasında". "Kıyamet gününde, ihtilâf ettikleri şey hususunda". Her gruba lâyık olduğu cezayı taksim etmekle. Şöyle de denilmiştir: Aralarında vereceği hüküm, onları yalanlamak ve onları cehenneme girdirmektir. 114Allah'ın mescitlerinde adının oralarda anılmasını men edenden ve harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır? Onlar için oralara korkarak girmekten başka bir şey yoktur. Onlar için dünyada rüsvaylık vardır ve onlar için âhirette de büyük bir azâp vardır. "Allah'ın mescitlerini men edenden daha zâlim kim vardır?” mescidi tahrip eden veya namaz için hazırlanmış bir mekanı işlevsiz hâle getirmeye çalışan herkesi içine alır, gerçi bu, Beytülmukaddes'i işgal ve tahrip edip halkını öldüren Rumlar veYa Resûlallah sallallahü aleyhi ve sellem'i Hûdeybiye seferinde Mescid-i harâm'a girmekten men eden müşrikler hakkında inmişti. (Adının oralarda anılmasını) menea'nın ikinci mef'ûlüdür. "Harap olmasına koşan” yıkmak ve işlevsiz bırakmakla. "İşte onlar” men edenler "onlar için oralara korkarak girmekten başka bir şey yoktur". Oralara ancak korkarak ve eğilerek girmeleri yaraşır, kaldı ki, tahribine cür'et etmeleri! Ya da hak olan odur ki, oralara mü'minlerin şiddetle saldırmalarından korkarak girmeleridir, kaldı ki, onları oralara sokmamak! Ya da Allah'ın ilminde ve kaderinde böyle bir şey yoktur. Bu da mü'minlerin onları oralardan çıkaracağına ve mescitleri onların tasallutundan kurtaracağına bir vaat olur. Va'dini de yerine getirmiştir. Şöyle de denilmiştir: Bunun manası, onların mescitlere girmelerine fırsat ve imkân vermemektir. İmamlar bu hususta ihtilâf ettiler; Ebû Hanîfe câiz gördü, Mâlik ise kabul etmedi. Şâfiî ise Mescid-i harâmla diğerlerini ayırdı. "Onlar için dünyada rüsvaylık vardır” öldürülmek ve esir edilmek gibi ya da horluk ve cizye vergisi gibi. "Onlar için âhirette de büyük bir azâp vardır” inkâr ve zulümleri yüzünden. 115Doğu da batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah,'ın rahmeti geniştir, o her şeyi bilendir. "Doğu da batı da Allah'ındır". Bu ikisinden yerin her iki tarafını murat etmektedir, yani yerin tamamı onundur. Hiçbir mekanın özelliği yoktur. Eğer Mescid-i harâm'da veya Mescid-i Aksa'da namaz kılmanıza mani olunursa, yeryüzünü size mescit kıldım, demektir. "Nereye dönerseniz” nerede kıble tarafına dönerseniz "Allah'ın yüzü oradadır” yani emredilen cihet orasıdır. Çünkü yönelmek bir mescide veya bir mekana mahsus değildir. Ya da zâtı oradadır, yani o orada yapılanı bilir, demektir. "Şüphesiz Allah, geniştir” eşyayı kuşatmasıyla yahut rahmetiyle. Bundan da kullarına lütfü bol demek istemiştir. "Her şeyi bilendir” maslahatlarını ve bütün mekanlarda yaptıklarını. İbn Ömer radıyallahü anhuma'dan rivâyet edildiğine göre bu âyet binek üzerinde seferi namaz hakkında inmiştir. Şöyle de denilmiştir: Kıbleyi seçemeyen bir topluluk hakkında indi, değişik yönlere dönerek namaz kıldılar; sabah olunca hataları meydana çıktı. Buna göre müçtehit yanılsa, sonra da yanlışlığı meydana çıksa, yeniden yapması gerekmez. Şöyle denilmiştir: Bu, kıblenin değiştirilmesi için hazırlıktır ve Mabud'un (Allah'ın) herhangi bir mekan ve cihette olmasından tenzihtir. 116Allah çocuk edindi, dediler. Onu tenzih ederiz. Bilâkis göklerde ve yerde ne varsa onundur. Hepsi ona itâat etmektedir. (Allah evlât edindi, dediler) Yahûdîlerin: Üzeyr Allah'ın oğludur; Hıristiyanların: Îsa Mesih Allah'ın oğludur; Arap müşriklerinin de: Melekler Allah'ın kızlarıdır, demeleri üzerine inmiştir. Kaletil yahud yahut menea veyahut "vemen azlemu” kavlinden ve benzerlerinden anlaşılan şeye ma’tûftur. İbn Âmir vavsız (Kâlû) okumuştur. "Sübhanehu” Allah'ı bundan tenzih etmektir. Çünkü bu; teşbihi, ihtiyacı ve hızla yok olmayı gerektirir. Baksanıza, gök cisimleri mümkün ve fani olmakla beraber Âlem durdukça duracaklarından kendisine evlât gibi bir şey edinmemiştir; Meselâ hayvanlarda ve bitkilerde böyle bir şeyin isteyerek yahut tabiatı icabı olması gibi. "Bilâkis göklerde ve yerde ne varsa onundur” dediklerini reddir ve bozukluğuna delildir. Mana da şöyledir: Allah göklerin ve yerin yaratıcısıdır; melekler, Üzeyr ve Îsa da bunlara dahildir. "Hepsi ona itâat etmektedir” baş eğerler, irâde ve eyleminden çıkmazlar. Bu nitelikte olan ve vâacibü’l-vücûd olan yaratıcısına benzemeyen hiçbir şey nun evladı olamaz. Çünkü evladın, babasına benzemesi lâzımdır. Akılsızlar için olan "mâ” kullanıp da sonradan genelleme yaparak akıllılar için olan kanitun siygasını kullanması, onları küçültmek içindir. Küllün'ün tenvini de muzâfun ileyh'ten ivazdır, yani küllü mâ fihima (onlardaki her şey) demektir. Şöyle demek de câizdir: Evlât saydıklarının hepsi ona itâat ederler, kulluğunu ikrar ederler. Böylece delilden sonra susturulmuş olurlar. Âyet onların dediklerini üç açıdan çürütmektedir. Fukaha bu âyetten şunu çıkarmıştır ki, bir kimse köle olan çocuğunu satın alsa azat olur. Çünkü Allahü teâlâ mülkü tesbit ederek evladı kabul etmemiştir. Bu da ikisinin birleşmeyeceğini gösterir. 117O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeye hükmettiği zaman ona ancak "ol” der; o da oluverir. "Bedîüs semavati velard” bedî' mübdi' (örneksiz yaratıcı) demektir. Şu beyitteki semi' de öyledir: Sevgilim Reyhane'den midir bu sesini duyuran aşk davetçisi, Beni uyandırıyor da arkadaşlarım yatıyor! Ya da onun gökleri ve yeri örneksiz yaratılmıştır demektir ki, bedua fehüve bediün'den gelir. Bu da dördüncü delildir. İzahı şöyledir: Baba çocuğun aslıdır, ondan ayrılmakla etkilenir. Allahü teâlâ bütün eşyayı yoktan var edendir, mutlak etkendir, etkilenmekten münezzehtir, öyleyse baba olamaz. İbda' bir şeyi örneksiz yaratmaktır. O buraya maddelerle suret yapmak demek olan sun'dan daha layıktır. Tekvin ise değiştirmekle ve genellikle zaman içinde icat etmektir. Lehu'daki zamirden bedel olarak bedîi, medh üzere (bedîa) olarak da okunmuştur. (Bir şeyi yaratmak istediği zaman) kada'nın aslı bir şeyi sözlü olarak bitirmektir, Meselâ: "Ve kada rabbuke” (İsra: 23) kavlinde olduğu gibi ya da eylemli olarak bitirmektir, Meselâ: "Onları yedi gök olarak yaptı” (Fussilet; 12) gibi. İrade-i İlâhiyenin bir şeyi mutlaka meydana getirecek şekilde taalluk etmesine denir. (Ona ancak "ol” der; o da oluverir) bu da kâne-i tamme'den gelir yani meydana gel, der o da meydana gelir. Bundan gerçek emir ve emre itâat murat edilmemiştir. Belki bu, irâdesinin taalluk ettiği şeyin ara vermeksizin ve duraklamaksızm oluşmasına misaldir. Bunda yoktan var etmenin manasını belirleme ve beşinci delile de îma vardır. O da şöyledir: çocuğu yaratmak çeşitli evrelerle olur, Allahü teâlâ’nın işi ise böyle şeylere muhtaç değildir. İbn Âmir nûn'un fethi ile feyekune okumuştur. Bil ki, bu sapıklığın sebebi şudur: Geçmiş şerîat sahiplen Allahü teâlâ'ya ilk sebep olmasıyla baba derlerdi. Hatta baba küçük Rabb, kusurdan uzak Allah da büyük Rabb derlerdi. Sonra onların Câhilleri bundan doğum manasının murat edildiğini zannettiler, taklit yoluyla buna itikat ettiler. Bunun içindir ki, bunu diyen kâfir olur ve fesat maddesini kesmek için de bundan men edilir. 118Bilmeyenler: "Allah bizimle konuşsa yahut bize bir âyet gelse” dediler. Onlardan öncekiler de böyle dediler. Kalpleri birbirine benzeşti. İyice anlayan bir kavme âyetleri açıkladık. "Bilmeyenler şöyle derler” yani müşriklerin Câhilleri ve ehl-i kitaptan kendilerini câhil yerine koyanlar "Allah bizimle konuşmalı değil miydi?". Meleklerle konuştuğu gibi bizimle de konuşsaydı, ya da senin onun elçisi olduğuna dâir bize vahiy gönderseydi, derler. " Yahut bize bir âyet gelseydi, derler” senin doğruluğunu gösteren bir âyet. Birincisi kibirdir, ikincisi de İnkârdır. Sırf hor görmek ve inat etmek için Allah'tan âyetler gelmediğini söylerler. "Onlardan öncekiler de öyle dediler” geçmiş milletlerden, "kendilerinin sözleri gibi". "Allah'ı bize açıkça göster, dediler” (Nisa: 153). "Rabbin üzerimize gökten bir sofra indirebilir mi, dediler?” (Maide: 112). "Kalpleri benzeşti” bunların kalpleriyle öncekilerin kalpleri körlükte ve inatta birbirine benzedi. Şin'in şeddesi ile teşşabehet de okunmuştur. "İyice anlayan bir kavme âyetleri açıkladık” yani gerçeği arayan yahut gerçeklere inanıp da içlerine şüphe ve inat girmeyen kimselere. Bunda şuna işâret vardır ki, onlar bunu âyetlerde kapalılık olduğu için veyahut daha çok yakîn aramak için demediler; ancak inat ve küstahlık için dediler. 119Seni gerçekten müjdeci ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Sen cehennem yaranından sorulmazsın. "Seni gerçekten hak ile gönderdik” onunla ilgili ve onunla desteklenmiş olarak "müjdeci ve uyarıcı olarak” ısrar ederlerse yahut direnirlerse "sen cehennem yaranından sorulmazsın” tebliğ ettikten sonra niçin îman etmediler diye sorulmazsın. Nâfi' ile Ya'kûb lâ tes'el okumuşlardır ki, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i ebeveyninin durumunu sormaktan men etmekte ya da kâfirlerin azabım büyütmek içindir. Sanki o kadar fecidir ki, ondan haber vermeye gücü yetmez yahut dinleyici onun haberini dinlemeye sabredemez. Cahim de tutuşan ateştir. 120Ne Yahûdîler ne de Hıristiyanlar dinlerine tâbi olmadıkça senden râzı olmazlar. De ki: Gerçekten Allah'ın doğru yolu, doğru yolun ta kendisidir. Sana gelen ilimden sonra eğer onların keyiflerine tâbi olursan, sana Allah'tan ne bir veli ne de bir yardımcı yoktur. "Ne Yahûdîler ne de Hıristiyanlar dinlerine tâbi olmadıkça senden râzı olmazlar". Bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in onların İslâm'ından mübalağalı bir şekilde umudunu kesmektedir. Çünkü onların dinlerine girmedikçe ondan râzı olmayınca, dinine nasıl girerler? Belki de onlar böyle bir lâf etmişler, Allah da onlardan nakletmiştir. Bunun içindir ki, cevabı öğretmek için (de ki,) buyurmuştur. "Gerçekten Allah'ın doğru yolu, doğru yolun ta kendisidir” yani Allah'ın doğru yolu İslâm, hakka götüren doğru yoldur, sizin davet ettiğiniz değildir. "Eğer onların keyiflerine uyarsan” bozuk heveslerine, demektir. Millet Allah'ın kullarına peygamberinin dili ile meşru kıldığı şeydir. Emleltül kitabe'den gelir ki, kitabı dikte ettirmektir. Heva da şehvete uyan görüştür. "Sana gelen ilimden sonra” yani vahiyden yahut doğruluğu bilinen dinden sonra "sana Allah'tan ne bir veli ne de bir yardımcı yoktur” senden azabını savacak bir yardımcı demektir. Bu da "Tein” şartının cevabıdır. 121Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu okuması gerektiği şekilde okurlar. İşte onlar ona îman ederler. Kim ona inanmazsa, işte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir. "Kendilerine kitap verdiklerimiz” bundan ehl-i kitabın mü'minlerini murat etmektedir, (onu okuması gerektiği şekilde okurlar) lâfzını tahriften sakınarak, manasını düşünerek ve gereğiyle amel ederek. Bu da mukadder hâl’dir, haber de arkasıdır ya da Mevsûldan ehl-i kitabın mü'minleri murat edilmek üzere haberdir. "İşte onlar ona îman ederler” tahrif edenler değil. "Kim ona inanmazsa” tahrif etmek ve tasdik ettiğini inkâr etmekle "işte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir” çünkü imâm vererek küfrü satın almışlardır. 122Ey İsrâîl oğulları, size lütfettiğim nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. "Ey İsrâîl oğulları, size lütfettiğim nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. Kıssalarını nimetleri hatırlatmak, hakkını yerine getirmek, onları zâyi etmekten sakındırmak ve kıyâmetten ve şiddetlerinden korkutmakla başlatınca, bunu tekrar etti ve sözü onunla da bitirdi. Böylece daha çok öğüt vermek ve bunun o kıssasının bir özeti olmasını ve kıssadan bunun kastedildiğini bildirmek istedi. 123O günden korkun ki, kimse kimseden hiçbir şey ödeyemez. Ondan bir fidye kabul olunmaz ve ona şefaat da fayda vermez. Onlara yardım da edilmez. O günden korkun ki, kimse kimseden hiçbir şey ödemez. Ondan bir fidye kabul olunmaz ve ona şefaat de fayda vermez. Onlara yardım da edilmez". Kıssalarını nimetleri hatırlatmak, hakkını yerine getirmek, onları zâyi etmekten sakındırmak ve kıyâmetten ve şiddetlerinden korkutmakla başlatınca, bunu tekrar etti ve sözü onunla da bitirdi. Böylece daha çok öğüt vermek ve bunun o kıssasının bir özeti olmasını ve kıssadan bunun kastedildiğini bildirmek istedi. 124Bir vakitler Rabbi İbrâhîm'i bazı kelimelerle denemiş; o da onları tamamlamıştı. Allah: Şüphesiz seni insanlara imâm yapacağım, demişti. O da: Soyumdan da, dedi. O da: Ahd'im (sözüm) zâlimlere ermez, dedi. (Bir vakitler Rabbi İbrâhîm'i bazı kelimelerle denemişti) . Onu emirler ve yasaklarla mükellef kılmıştı. İbtila aslında zor bir şeyle mükellef kılmaktır. Belâ kökünden gelir, ancak sonuçları bilmeyen için seçimi gerektirdiğinden ikisinin eşanlamlı olduğu sanıldı. Zamir İbrâhîm'e râcidir, rütbe itibarı ile geri olsa da lâfzan ileri olduğu için güzel olmuştur, çünkü takaddümün şartı bu iki itibardan biridir. Kelimeler de bazen manalara denir, bunun içindir ki, şu âyetlerde otuz hasletle tefsir edilmiştir: "Tevbe eden erkekler...” (Tevbe: 112). "Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar...” (Ahzab: 35). "Gerçekten mü'minler kurtuluşa erdiler” (Mü'minun: 10). Nitekim: "Âdem Rabbinden bazı kelimeler aldı” (Bakara: 37) âyetinde de böyle tefsir edilmiştir. Bu kelimeler on sünneti, hac merasimleri, yıldız, güneş ve ay, çocuğunu boğazlaması, ateşe atılması ve hicretle de tefsir edilmiştir. Ve bu kelimeler bu Âyetin ve arkasındakilerin içeriği ile deneyen birinin muamele etmesi gibi de tefsir edilmiştir. İbrâhîmu rabbehu şeklinde de okunmuştur, bu da Rabbine bu kelimelerle dua etmesi mülahazası iledir, Meselâ "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” (Bakara: 260) ve "bu şehri emin bir belde kıl” (İbrâhîm: 35) âyetleri gibi. Bunu da duasına icabet edecek mi diye yapmıştı. İbn Âmir bu Sûrenin her tarafında elifle İbraham şeklinde okumuştur. (O da onları tamamladı) onları tam olarak yerine getirdi ve hakkını tam verdi, Meselâ: "Görevini tastamam yapan İbrâhîm” (Necm: 37) âyetinde olduğu gibi. Son okumada etemme'nin zamiri Rabbehu'ya gitmektedir yani Rabbi dua ettiği şeylerin hepsini verdi, demektir. (Seni insanlara imâm yapacağım). İz edatım nasb eden bir şey takdir edersen yeni söz başı olur; Meselâ onları tamamlayınca Rabbi ona ne dedi, denilmiş gibi oldu? Arkasından da böyle cevap verildi. Ya da bu cümle "ibtela” kavlinin açıklamasıdır, o zaman kelimeler imamlık, Beyt'in temizlenmesi, temellerinin yükseltilmesi ve İslâm'dan ibaret olur. Eğer onu kâle ile nasb edersen hepsi mâkabline ma’tûf cümle olur, cail de iki mef'ûl alan ceala'den gelir. İmâm kendisine uyulan kimsedir. Onun imamlığı genel ve ebedidir, çünkü ondan sonra ne zaman bir peygamber gönderilmişse onun zürriyetinden olmuş ve ona uymakla emredilmiştir. "Ve min zürriyeti” bu da kafa atıftır, yani bada zürriyeti demektir. Meselâ: Seükrimüke'ye cevap verirken, zeyden sözün gibi. Zürriyet adamın neslidir, fu'liyyet yahut fu'ulet veznindedir, ikinci vâv'ı ye'ye kalb edilmiştir, Meselâ takaddaytü kavlinde olduğu gibi. Zerr'den gelir ki, ayırmak manasınadır. Ya da aslı fu'ulet veya fu'ilettir, hemzesi ye'ye kalb olunmuştur, zer'den gelir ki, yaratmak manasınadır. Zal’ın kesresi ile zirriyyeti de okunmuştur, bu da lügattir. "Ahdim zâlimlere ermez, dedi” dileğinin kabul olunduğunu göstermekte ve zürriyetinden zâlimler olacağına, onların da imamlığa eremeyeceklerine dikkat çekmektedir. Çünkü imamlık Allah'ın emaneti ve sözüdür. Zâlim ise ona uygun değildir. Ona ancak içlerinden iyiler ve Allah'tan korkanlar nâil olur. Bunda peygamberlerin gönderilmeden önce büyük günahlardan masum olduklarına ve fasığın imamlığa uygun olmayacağına delil vardır. Zâlimun şeklinde de okunmuştur ki, mana birdir, çünkü sana gelen her şeye sen de ona gelmişsindir. 125O zamanı hatırla ki, biz Beyt'i insanlar için toplantı ve emniyet yeri yapmıştık. Siz de Makam-ı İbrâhîm'den namazgah edinin. İbrâhîm ile İsmâîl'e: Ev'imi tavaf edenler, ibâdet kasdı ile orada kalanlar, rüku edenler ve secde edenler için temizleyin, diye emir vermiştik. "O zamanı hatırla kibiz Beyt'i kılmıştık” yani Kabe'yi demektir, Beyt deyince bu akla gelir. Tıpkı yıldız deyince Süreyya'nın akla gelmesi gibi. "Mesabeten linnasi” insanlar için dönecek yer demektir, ona ziyaretçilerin ya aynıları ya da emsalleri gelir yahut da orası sevap yeridir; hac ve umre ile sevap kazanırlar. Çoğul kalıbı ile mesabatin şeklinde de okunmuştur, çünkü her birinin sevap alacağı ve döneceği yerdir. "Ve emna” emniyet yeri demektir ki, halkına dokunulmaz, çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onlara güvenli bir harem verdik ki, insanlar etraflarından kaçırılır” (Ankebut: 67). Yahut da hacı âhiret azabından emin olur. Çünkü hac kendinden öncekini kesip atar ya da oraya sığman cani oradan çıkıncaya kadar yakalanmaz, bu da Ebû Hanîfe'nin mezhebidir. (Siz de Makam-ı İbrâhîm'den namazgah edinin). Burada ya kavl (dedik maddesi) gizlidir ya da iz kelimesinin âmili olarak takdir edilen şeye ya da gizli bir şeye ma’tûftur ki, takdiri: Tubu ileyhi ve vettehizu demektir. O zaman hitap Ümmet-i Muhammed'e olur, bu da müstehap bir emirdir. Makam-ı İbrâhîm üzerinde ayak izi bulunan taştır ya da üzerinde durup da insanları hacca davet ettiği zaman ya da Beyt'i yaparken orada bulunan bir taştır. Şimdi Makam-ı İbrâhîm denen yerde idi. Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz Hazret-i Ömer radıyallahü anh'in elinden tuttu ve: Burası Makam-ı İbrâhîm'dir, dedi. Ömer de: Orayı namazgah edinsek mi, dedi? O da: Böyle emrolunmadım, karşılığını verdi. Henüz güneş batmadan bu âyet indi. Şöyle de denilmiştir: Bundan maksat iki rekat tavaf namazı kılmaktır. Çünkü Cabir'in rivâyetine göre Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm tavafını bitirince Makam-ı İbrâhîm'e gelmiş, iki rekat namaz kılmış ve "Makam-ı İbrâhîm'den namazgah edinin” ayetini okumuştur. Şâfiî rahmetüllahi aleyhin bu hususta iki görüşü vardır. Şöyle de denilmiştir: Makam-ı İbrâhîm haremin hepsidir. Hac yapılan yerlerdir de denilmiştir. Orasının namazgah edinilmesi orada dua edilip Allah'a yaklaşmaya çalışılmasıdır. Nâfi' ile İbn Âmir mâzi siygası ile ve cealna'ya atfederek vettehazu okumuşlardır. Yani insanlar bu ismi alan yeri yani Ka'be'yi namaz kılacakları kıble edindiler demektir. "Ahidna ilâ ibrahime ve İsmâîle” yani o ikisine emrettik, demektir, "entahhirabeytiye” bientahhirabeytiye (Ev'imi temizlemelerini). En'in müfessire olması da câizdir, çünkü ahd lâfzının içinde kavl manası vardır. Onu putlardan, necislerden ve ona yaraşmayan şeylerden temizleyin ya da hazırlayın "tavaf edenler için” etrafında dönenler için, "velakifine” orada duranlar ya da orada itikâf edenler için "rüku ve secde edenler için” yani namaz kılanlar için demektir. Raki ve sacidin çoğuludur. 126Hani İbrâhîm: "Rabbim, burayı emin bir şehir yap, halkından Allah'a ve âhiret gününe îman edenlere mahsullerden rızık ver” demişti. Allah da: Kim kâfir olursa, onu kısa bir süre yararlandırırım, sonra da onu cehennem azabına zorlarım. Orası ne kötü yerdir, dedi. "Hani İbrâhîm: Rabbim, burayı kıl demişti” yani bu beldeyi veya mekanı demek istiyor, "emin bir şehir” za emnin (emniyetli) demektir, tıpkı: "Fi iyşetin radıyeh” (Hakka: 21; Karia: 7) âyetlerinde olduğu gibi. Ya da aminen ehluhu demektir, Meselâ: Leylün naimün (uyuyan gece, halkı uyayan gece) demektir. (Halkından Allah'a ve âhiret gününe îman edenlere mahsullerden rızık ver) men amene, min ehlihi'den tahsis için bedel-i ba'z kılınmıştır. "Kâle ve men kefere” bu da men amene'ye atıftır. Mana da ve erzuku men amene demektir. İbrâhîm rızkı imamlığa kıyas etti, Allahü teâlâ da rızkın dünyevî rahmet olduğuna ve mü'mine ve kafire genel olduğuna dikkat çekti, imamlık ve dinde önderlik ise öyle değildir. Yahut da men mübteda’dır, şart manasını içine almıştır, "feümettiuhu kalilen” de haberidir. Küfür her ne kadar rızıktan yararlandırmanın sebebi değilse de ancak azalmasının sebebidir, çünkü dünya zevkleriyle sınırlandırılır, onunla âhirette sevaba nâil olunmaz. Onun içindir ki, ona atfedilmiştir. "Sonra da onu cehennem azabına zorlarım” yani onu küfründen ve yararlandırdığım nimetleri zâyi etmesinden dolayı ateşe zorlarım. Kalilen mastar yahut zarf olarak mensûbtur. İkisi de İbrâhîm'in duası olarak emir siygası ile de (feemti'hu ve vadtarrahu şeklinde) okunmuştur. Çünkü kâle'de İbrâhîm'e râci zamir vardır. İbn Âmir de emtea'dan getirerek feümti'hu okumuştur. Şöyle de okunmuştur: Fenümettiuhu, sümme nadtarruhu. Muzaraat harfini meksûr okuyanların lehçesine göre hemzenin kesri ile de okunmuştur. Dad’ın tı'ya idgamı ile vattarruhu da okunmuştur, fakat zayıftır. Çünkü dumme şüfr (dat, mim, şin, fe, re) harflerine yanındakiler idgam edilir de kendileri onlara idgam edilmez. "Bi'sel masir” mahsus bizzem mahzûftur, o da elazaptır. 127Bir vakit İbrâhîm Beyt'in temellerini İsmâîl ile yükseltiyordu. Ey Rabbimiz, bizden kabul et; şüphesiz sen çok iyi işiten, pekiyi bilensin, diye dua etmişlerdi. (Bir vakitler İbrâhîm Beyt'in temellerini yükseltiyordu) bu da geçmiş zamanın hikayesidir. Kavaid kaide'nin çoğuludur, o da temeldir. Sonradan isme geçmiştir, kuuttan gelir ki, sebat manasınadır. Belki de mecazdır, kıyamın karşıtıdır. Ka'dekallah deyimi de bundan gelir. Temelleri yükseltmesi üzerine bina yapmasıdır, çünkü onu alçak durumdan yüksek hâle getirir. Bundan duvarın sıralarını murat etmek de ihtimal dahilindedir, çünkü her sıra üzerine konulanın temelidir, yükselmekle de yapı meydana gelir. Şöyle de denilmiştir: Maksat ona saygı göstermek ve insanları onu ziyarete çağırmakla itibarının yükselmesi ve şerefinin gösterilmesidir. Kavaid'in kapalı bırakılıp sonra minel beyt diyerek açıklanması şânını yüceltmek içindir. "Ve İsmâîlü” o da babasına taş uzatıyordu, ancak onun yapıda katkısı olduğu için İbrâhîm'in üzerine atfedilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Her biri bir tarafta yahut nöbetleşe duvar örerlerdi. "Rabbimiz bizden kabul et” yani, Rabbimiz, diye dua ediyorlardı. Zaten öyle de okunmuştur. Cümle ikisinden hâl’dir. "Şüphesiz sen çok iyi işitensin” duamızı, "pekiyi bilensin” niyetlerimizi. 128Rabbimiz, bizi sana teslim olan bir ümmet (yetiştir). Bize ibâdet yerlerimizi göster ve tevbelerimizi kabul et. Şüphesiz sen tevbeleri çok kabul eden, hakkıyla merhamet edensin. "Rabbena vecalna müslimeyni lek” sana ihlâs gösterenlerden eyle, esleme vechehu'dan gelir ki, kendini teslim etmektir, ya da itâat manasına esleme'den gelmektedir. Maksat daha çok ihlâs göstermek, daha çok itâat etmek ve üzerinde sebat etmektir. Müslimine şeklinde de okunmuştur ki, kendileriyle Hacer'i kastetmişlerdir. Ya da tesniye de cem'in mertebelerindendir (çoğul sayılır). "Soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet yetiştir” yani zürriyetimizden bazılarını böyle yap demektir. Özellikle zürriyet için dua etmeleri, şefkate müstahak olmalarındandır bir de onlar iyi olurlarsa onlara uyanlar da iyi olur. Bir kısmını demeleri de zürriyetlerinde zâlimlerin de bulunacağını bilmelerindendir. Şunu da biliyorlardı ki, hikmet-i İlâhiye herkesin ihlâslı olmasına ve kendini tamamen Allah'a vermesine imkân tanımaz. Çünkü o zaman geçim işleri aksar (dünya durur). Bunun içindir ki: Ahmaklar olmasa idi, dünya harap olurdu, denilmiştir. Ümmetten ümmet-i Muhammed murat edildiği de söylenmiştir. Min'in "vaadallahül lezine amenu minküm” (Nûr: 55) âyetinde olduğu gibi beyaniye olması da câizdir. Açıkladığı şeyin üzerine geçmiş ve âtılla ma’tûfun arasına girmiştir, "halaka seb'a semavatin ve minel ardi mislehünne” (Talak: 12) âyetinde olduğu gibi. (Bize göster) bu da gözle görmek yahut tanımak manasına rea'dan gelir, bunun içindir ki, ikiden çok mef'ûl almamıştır. "Menasikena” hac ibâdet yerlerimizi veyahut kurban kesecek yerlerimizi demektir. Nüsük aslında ibâdetin son derecesidir. Haçta kullanılması yaygınlaştı, çünkü onda külfet vardır ve adetten uzaklaşma vardır. İbn Kesîr, Susi de Ebû Amr'dan ve Ya'kûb fahiz'de fahz'e kıyas ederek "erna” okumuşlardır. Bunda kelimeye zarar vardır, çünkü kesre düşen hemzeden nakledilmiştir ve onun delilidir. Duri de Ebû Amr'dan naklen ihtilasla (harekesi belli belirsiz) okumuştur. "Tevbemizi kabul et” zürriyetlerinin tevbesini demek istemişlerdir yahut da bilmeden yaptıkları şeyi kastetmişlerdir. Belki de bunu nefislerini kırmak ve zürriyetlerine öğretmek için yapmışlardır. "Şüphesiz sen tevbeleri çok kabul eden, hakkıyla merhamet edensin” tevbe edenleri merhamet edensin. 129Ey Rabbimiz, onlara içlerinden onlara âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Şüphesiz sensin sen o izzet sâhibi ve hikmet sâhibi! "Rabbimiz onlara gönder” Müslüman ümmetinin içinde "onlardan bir peygamber” o ikisinin zürriyetinden Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'den başkası gönderilmemiştir. Duaları onunla kabul olunmuştur. Nitekim: Ben atam İbrâhîm'in duası, Îsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım, buyurmuştur. "Onlara âyetlerini okuyacak” onlara vahyedilen tevhid ve peygamberlik delillerini okur ve tebliğ eder. "Onlara kitabı öğretir” Kur'ân'ı, "ve hikmeti” nefislerini kemale erdiren marifet ve hükümleri. "Onları temizler” şirk ve günahlardan. "Şüphesiz sensin sen o izzet sâhibi” yenilmeyen ve istediğini yapmaya engel olunmayan "hakimsin” istediği şeyi sağlam yapansın. 130Kendini bilmeyenden başka İbrâhîm'in dîninden kim yüz çevirir? Yemin olsun ki, biz onu dünyada seçmişizdir ve şüphesiz o, âhirette İyi kimselerdendir. "İbrâhîm'in dîninden kim yüz çevirir?” bir kimsenin onun açık ve parlak dîninden dönmesini garipsemekte ve reddetmektedir. (Kendini bilmeyenden başka) kendini horlayan ve hafife alandan başka. Müberrid ile Salep şöyle demişlerdir: Sefihe ayn'ın keseri ile müteaddidir, zammesi ile (sefuhe) de lâzımdır. Şu hadis de ona şahittir: Kibir hakkı hafife almak ve insanları küçük görmektir. Nefsehu temyiz olarak mensûbtur, tıpkı ğubine re'yeh ve elime re'seh gibi. Şâir Cerir'in şu beyiti de şahittir: Ondan sonra biz öyle bir yaşamın kuyruğundan tutarız ki, Sırtı kesilmiş hörgücü olmayan deve gibi. Yahut aslı sefihe fî nefsihi idi, harfi çerin atılmasıyla mensûb oldu. Müstesna da tercihe şayan görüşe göre yerğabu'daki zamirden bedel olarak mahallen merfû’dur, çünkü olumsuz manasındadır. "Yemin olsun ki, biz onu dünyada seçmişizdir” bu da yukarıdaki hükmün delili ve açıklamasıdır. Çünkü kıyâmet gününde doğruluk ve iyiliğine şahitlik edilen kimse, arkasına düşülmeyi hak eder; ondan ancak sefih olan ya da cahillik yüzünden ve olaylara bakmaktan aciz olduğu için kendini sefih durumuna düşürenden başkası yüz çevirmez. 131Çünkü Rabbi ona: Teslim ol, dedi. O da: Âlemlerin Rabbine teslim oldum, dedi. "Çünkü Rabbi ona: Teslim ol, dedi. O da: Âlemlerin Rabbine teslim oldum, dedi". İz istafeyna'nın zarfıdır ve onun illetidir ya da gizli üzkür fiili ile mensûbtur. Sanki şöyle denilmiştir: Onun seçilmesini ve imamlığa ve önderliğe uygun görülmesini anlaman için o vakti hatırla. O bu dereceye itaatla ve Rabbine dua ederken sırımdaki ihlâsla nâil oldu. Allah da kalbine marifete götüren ve teslimiyete vardıran delilleri getirdi. Rivâyete göre bu âyet Abdullah b. Selâm'ın, yeğenleri Seleme ile Muhâcir'i İslâm'a davet etmesi ve Seleme'nin Müslüman olup Muhâcir'in kabul etmemesi üzerine inmiştir. 132Bunları İbrâhîm, oğullarına tavsiye etti. Ya'kûb da. Ey ğullarım, şüphesiz Allah bu dini sizin için seçti. Öyleyse ancak Müslümanlar olarak ölün, dedi. "Bunları İbrâhîm oğullarına tavsiye etti". Tavsiye bir kimseyi içinde iyilik ve Allah’a yakınlık olan bir işe teşvik etmektir. Aslı ulaştırmaktır, vassahu ulaştırdı, fassahu da ayırdı, demektir. Sanki vasiyet eden kendi işini vasiyet ettiği kimseye ulaştırmıştır. "Biha"daki zamir millete (dine) râcidir, ya da kelime ve cümle te'vilinde olmakla eslemtü'ye râcidir. Nâfi' ile İbn Âmir veevsa okumuşlardır, birincisi daha beliğdir. "Ve yakubu” bu da İbrâhîm'e ma’tûftur, bunu Ya'kûb da oğullarına vasiyet etti, demektir. Nasb ile yakube de okunmuştur ki, İbrâhîm'in vasiyet ettiklerine dahil olur. "Ya beniyye” Basra ekolüne göre burada da kavl maddesi gizlidir (Ey ğullarım, dedi olur), Basra ekolüne göre de vassa'ya mütaallıktır, çünkü bu da ondan bir türdür. Bunun (kavl maddesinin izmarmın) bir örneği de şudur: Bize Dabbe kabilesinden iki adam haber verdi: Biz çıplak bir adam gördük (dediler). Burada kesre ile inne okunmuştur. İbrâhîm'in dört oğlu vardı: İsmâîl, İshak, Medyen ve Medan. Sekiz de denilmiştir. On dört de denilmiştir Ya'kûb’unda on iki oğlu vardı: Rubin, Şem'un, Lavi, Yehuda, Beşsuhuor, Zebulun, Zevani, Teftuni, Küda, Luşir, Bünyamin ve Yûsuf. "Şüphesiz Allah, bu dini sizin için seçti". Bütün dinlerin özü olan İslâm dinini, çünkü "ancak Müslümanlar olarak ölün” buyurmuştur. Bunun dış manası İslâm'a ters bir hâl üzere ölmekten men etmektir. Maksat ise öldükleri zaman o hâle ters olmalarından men etmek ve İslâm üzerinde sebatı emretmektir. Meselâ: Ancak huşuyla namaz kıl, sözün gibi. İbarenin üslubunu değiştirmesi de İslâm dışında ölümlerinin hayırsız bir ölüm olduğunu ve öyle bir şeyin başlarına gelmemesini bildirmek içindir. Bunun bir benzeri de: Şehitken öl, emridir. Rivâyete göre Yahûdîler, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e "sen Yakubun öldüğü gün oğullarına ne vasiyet ettiğini bilmiyor musun?” demeleri üzerine inmiştir. 133Yoksa Ya'kûb'a ölüm geldiği zaman orada hazır mı idiniz? Hani oğullarına: Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz, demişti? Onlar da: Senin İlâhın ve ataların İbrâhîm, İsmâîl ve İshak'ın İlâhı olan bir tek ilâh'a ibâdet edeceğiz. Biz ona teslim olmuşuzdur, demişlerdi. "Em küntüm şüheda” em munkatıadır, ondaki hemzenin manası inkâridir, yani Ya'kûb öleceği ve çocuklarına dediği şeyi söylediği zaman orada değildiniz, öyleyse niçin Yahûdîliğin onunla ilgili olduğunu iddia ediyorsunuz? Ya da em muttasıladır, mahzûfa mütealliktir, takdiri şöyledir: O zaman orada yok mu idiniz yoksa hazır mı idiniz? Şöyle de denilmiştir: Hitap mü'minleredir, Mana da şöyledir: Siz buna şâhit olmadınız, onu ancak vahiy ile bildiniz. Aynel fiilin kesresi ile hadıra da okunmuştur. "Oğullarına dediği zaman” bu da hadara'dan bedeldir, "benden sonra neye ibâdet edeceksiniz?” yani hangi şeye ibâdet edeceksiniz, demektir? Bundan onları tevhid ve İslâm üzerinde sabitleştirmek ve bu ikisi için onlardan sağlam söz almak istemiştir. Mâ edâtı ile bilinmediği sürece her şeyden sorulur. Eğer bilinirse akıllının şahsını tayin etmek için men ile sorulur. Eğer sıfatından sorulmak istenirse: Mâ zeydün efakihün em tabibün (Zeyd nedir; fakih midir yoksa tabib midir?) denir. "Onlar da: Senin İlâhın ve ataların İbrâhîm, İsmâîl ve İshak'ın İlâhı olan bir tek İlâha ibâdet edeceğiz, dediler". Varlığmda, Hanlığında ve ibâdet etmenin zorluğunda ittifak edilen ilâh'a demektir. İsmâîl'i onun atalarından saymaları dedeyi babadan saymak için genelleme yapmalarındandır ya da onun da baba gibi olmasındandır; çünkü aleyhisselâm Efendimiz: Bir kimsenin amcası babasının parçasıdır, buyurmuştur. Peygamber aleyhissalatü vesselam, Abbâs radıyallahü anh için: Bu, atalarımın kalmtısıdır, demektir. Vâv ve nûn ile cemi olarak İlâhe ebiyke de okunmuştur, nitekim şâir şöyle demiştir: Kadınlar seslerimi alınca ağladılar ve: Babalarımız size feda olsun, dediler. Ya da ebiyke tekildir, yalnız İbrâhîm de onun atıf beyanıdır. "Bir tek ilâh” atalarının ilahı terkibinden bedeldir, tıpkı: "Nasiyetin kazibeh” (Alak: 16) kavlinde olduğu gibi. Bunun faydası da tevhidi açıkça ifade etmek ve muzâfm tekrarından doğan vehmi def etmektir. Tekrar da mecnıra atfın mümkün olmadığından kaynaklanmıştır. Bir faydası da tekittir, Yahut da ilahen vahida ihtisas üzere mensûbtur (na'ni, nüridü gibi gizli fiille). "Ve nahnü lehu müslimun” na'büdü'nün fâ'ilinden hâl’dir ya da mef ulüdür ya da ikisinden hâl’dir. Ara cümlesi olma ihtimali de vardır. 134Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Kazandıkları onlaradır, sizin kazandığınız da sizedir. Onların yaptıklarından sorulmazsınız. "Onlar bir ümmetti, gelip geçti". Yani İbrâhîm, Ya'kûb ve oğulları demektir. Ümmet aslında kastedilen, yanına varılandır. Topluma da öyle denilmesi fırkaların ona varmasındandır. "Kazandıkları onlaradır, sizin kazandığınız da sizedir” herkes için yaptığının karşılığı vardır. Mana da şöyledir: Onlara intisap etmeniz amellerinden yararlanmanızı sağlamaz. Siz ancak onlara katılmak ve onlara tâbi olmakla yararlanırsınız. Nitekim aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: İnsanlar bana amelleriyle gelirken siz de soylarınızla gelmeyin. "Onların yaptıklarından sorulmazsınız” iyiliklerinden sevaplanmadığınız gibi kötülüklerinden de muahaze edilmezsiniz. 135Yahûdî yahut Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulaşınız, dediler. De ki: Hayır, biz bir hanif olarak İbrâhîm'in dînindeniz. O, müşriklerden değildi. (Yahûdî yahut Hıristiyan olun, dediler). Gâip zamiri ehl-i kitap içindir yahut çeşitlilik içindir. Mana şöyledir: Sözleri şu iki sözden biridir. Yahûdîler: Yahûdî olun, Hıristiyanlar da: Hıristiyan olun, dediler, (doğru yolu bulursunuz). Bu da emrin cevabıdır. (De ki: Hayır, biz İbrâhîm milletindeniz). Yani, bilâkis biz İbrâhîm milletinden olacağız, yani onun dininin mensuplarından demektir. Ya da İbrâhîm'in dinine tâbi olacağız. Merfû' olarak mületu de okunmuştur ki, milletuhu milletüna (onun dini bizim dinimizdir) yahut aksidir (milletüna milletuhu)dur yahut nahnu milletuhu'dur ki, ehlü milletihi (dininin mensuplarıyız demektir). "Hanifen” bâtıldan hakka meyleden demektir. Muzâftan yahut muzâfun ileyhten hâl’dir, tıpkı: "Ve neza'na mâ fî sudurihim min ğıllin ihvanen” (Hicr: 47) âyetinde olduğu gibi. "O, müşriklerden değildi". Ehl-i kitaba ve diğerlerine dokundurmadır, çünkü onlar müşrik oldukları hâlde ona tâbi olduklarını iddia ederler. 136Deyin: Biz Allah'a, bize indirilene; İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshak'a, Ya'kûb'a ve torunlarına indirilene; Mûsa'ya ve Îsa'ya verilene ve Peygamberlere Rablerinden verilenlere îman ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayrım yapmayız. Bizler ona teslim olanlarız. "Allah'a îman ettik, deyin” hitap mü'minleredir, çünkü Allahü teâlâ: "Eğer sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse” (Bakara: 137) buyurmuştur. "Bize indirilene” Kur'ân'a, onu önce zikretmesi bize ilk izafe edilen şey lmasındandır ya da başkasına îmana sebep olmasındandır. "İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshak'a, Ya'kûb'a ve torunlarına” suhuflara demektir. Bunlar her ne kadar İbrâhîm'e indi ise de ancak onlar da tafsüatıyla mükellef olduklarından hükmüne dahildirler. Onlara da inmiş gibidir. Nitekim Kur'ân da bize indirilmiştir. Esbat sıbt'ın çoğuludur, o da torundur. Ya'kûb'un torunlarını yahut oğullarını veyahut zürriyetlerini murat etmiştir. Çünkü onlar da İbrâhîm ile İshak'ın torunlarıdır. "Mûsa'ya ve Îsa'ya verilene” Tevrat ile İncil'e demektir. Onları daha beliğ bir ifade ile ayrı zikretmesi, bu ikisinin Mûsa ve Îsa'ya nisbetle durumu geçen suhufların durumu gibi değildir. Bir de o ikisi hakkında tartışma olmuştur (öyle olsa da asıllarına îman lâzımdır). "Ve peygamberlere Rablerinden verilenlere” toptan onlardan zikredilene ve edilmeyene "Rablerinden” onlara Rablerinden indirilmiş olarak îman ettik. "Onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız” Yahûdîler gibi; bir kısmına îman eder, bir kısmını inkâr eder değiliz. Ahad lâfzı nefy siyakında olduğundan geneldir, beyne'nin ona muzâf olması câiz olmuştur. "Biz ona” yani Allah'a "teslim olanlarız” ihlâsla itâat ederiz. 137Eğer sizin ona îman ettiğiniz gibi îman ederlerse, doğru yolu bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse, ancak onlar muhalefettedirler. Onlara karşı Allah sana yetecektir. O, hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir. "Eğer sizin ona îman ettiğiniz gibi îman ederlerse, doğru yolu bulmuşlardır". Bu da taciz ve susturma türündendir: "Onunki gibi bir sûre getirin” (Bakara: 23) kavline benzer. Çünkü ne Müslüman'ların îman ettiği bir şey ne de İslâm dini gibi bir din vardır. Bimislihi'deki be'nin tadiye için değil de alet için olduğu da söylenmiştir. Mana da şöyle olur: Îmanı sizin yolunuz gibi hakka götürecek bir yolla elde etmeye çalışırlarsa. Çünkü maksadın birliği yolların çeşitli olmasına mani değildir. Ya da be te'kit için zâittir, Meselâ: "Cezaü seyyietin bimisliha” (Yûnus: 27) kavli gibi. Mana da: Eğer Allah'a sizin ona îmanınız gibi îman ederlerse, şeklinde olur. Ya da misi araya sokuşturulmuşum Meselâ "veşehide şahidün min beni İsrâîle alâ mislihi” (Ahkâf: 10) kavli gibi, yani aleyhi demektir. "Bima amentüm bihi” yahut "billezi amentüm bihi” okuyanların kırâatı da buna şahitlik eder. "Eğer yüz çevirirlerse, ancak onlar muhalefettedirler". Yani îmandan veya sizin onlara dediklerinizden yan çizerlerse, onlar başka değil hakka karşıttırlar. O da inatlaşma ve muhalefettir. Çünkü muhâliflerden her biri diğerinin karşı sıkkındadır. "Onlara karşı Allah sana yetecektir” bu da mü'minler için tesellidir, düşmanlık edenlere karşı korunacak ve yardım edileceklerine dâir vaattir. "O hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir” bu da ya va'din devamıdır; sözlerini işitir ve ihlâsınızı bilir ve sizi mutlaka mükâfatlandırır demektir ya da yan çizenler için tehdittir, Allah onların açıkladıklarını işitir, gizlediklerini bilir ve ona göre cezalarını verir, demektir. 138(Biz) Allah'ın boyası ile boyanmışızdır. Boyası Allah'tan daha güzel olan kimdir? Bizler ona ibâdet edenleriz. "Biz Allah'ın boyası ile boyanmışızdır” yani Allah bizi kendi boyası ile boyadı, demektir. O da Allah'ın, insanları onun üzerinde yarattığı fıtrattır. Çünkü o, insanın süsüdür, tıpkı boyanın kumaşın süsü olması gibi. Ya da Allah bizi kendi doğru yoluna hidâyet etti ve bize delilini gösterdi ya da kalplerimizi îmanla kendi temizliği ile temizledi demektir. Çünkü tesiri onların üzerinde boyanın kumaşta göründüğü gibi göründü ve boyanın kumaşın içine girdiği gibi girdi. Ya da boyadı demesi, onların sözlerine benzemek içindir, çünkü onlar yeni doğan çocuklarını vaftiz dedikleri bir sarı suya batırırlar ve: Bu onlar için temizliktir, derlerdi. Böylece Hıristiyanlıkları pekişirdi. Sıbğatallah mastar olarak mensûbtur, "amenna” kavlini tekittir. İğra tarzında mensûb olduğu da söylenmiştir (ittebiu sıbğatallah). Millete İbrâhîm'den bedel olarak mensûbtur diyenler de vardır. "Boyası Allah'tan daha güzel olan kimdir?” onun boyasından daha güzel boya yoktur, demektir. "Bizler ona ibâdet edenleriz” bu da onlara imadır, yani sizin şirkiniz gibi şirk koşmayız, demektir. O da "amenna"ya atıftır. Bu da sıbğatallah'ın, kulu'nûn mef'ûlü olmasını gerektirir. İğra yahut bedel olarak nasb edenlerin kulu'yu izmar edip ilzemu yahut ittebiu millete İbrâhîm'e atfetmeleri ve kulu amenna'mn da ittebiu'dan bedel olmasını söylemeleri gerekir ki, Kur'ân'ın nazmı ve tertibi bozulmasın. 139Deki: Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz? O, bizim de sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Biz ona İhlas gösterenleriz. (Bizimle mücadele mi ediyorsunuz? Allah hakkında) onun konusunda ve sizlerden değil de Araplardan bir peygamber seçmesi konusunda. Rivâyete göre ehl-i kitaplar: Bütün peygamberler bizdendir, eğer sen peygamber olsaydın bizden olurdun, dediler. Âyet bunun üzerine indi. "O bizim de sizin de Rabbinizdir” özel bir kavmin değildir. Rahmetini kullarından dilediğine verir. "Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir” kendi amellerimizle bize ikram etmesi akla uzak değildir. Sanki her mezhebi kendilerine mal ettikleri için onları susturmak ve konuşturmamak için böyle buyurmuştur. Çünkü peygamberlik ikramı ya Allah'ın dilediğine bir lütfudur ya da taâta devam ederek ve ihlâsla süslenerek kendini buna hazırlayanlara hakkın teslimidir. Allahü teâlâ’nın size özel verdiği ameliniz olduğu gibi bize de böyle verdiği amelimiz olabilir. "Biz ona ihlâs gösterenleriz” onu bir bilir ve ona ihlâsla îman ve itâat ederiz, sizin gibi yapmayız. 140Yoksa: "İbrâhîm, İsmâîl, İshak, Ya'kûb ve torunları Yahûdî yahut Hıristiyanlar idiler mi diyorsunuz? De ki: "Siz mi daha iyi biliyorsunuz. Yoksa Allah mı? Kendindeki bir şahitliği Allah'tan saklayandan daha zâlim kimdir? Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir. (İbrâhîm, İshak, Ya'kûb ve torunlar Yahûdî yahut Hıristiyanlar mı idiler diyorsunuz?) em edâtı munkatıdadır, hemze de inkâr içindir. İbn Âmir, Hamze, Kisâî ve Hafs kırâatına göre tekulune şeklinde te iledir. Etuhaccunena'daki hemzeye muadil olması da muhtemeldir. Şu mana ki, iki şeyden, yani tartışma veya peygamberlerin Yahûdî veyahut Hıristiyan olmalarından hangisini tartışıyorsunuz. "De ki: Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?". "İbrâhîm ne Yahûdî idi ne de Hıristiyan idi” (Al-i İmran; 67) sözü ile ikisini de İbrâhîm'den bertaraf etmiş ve ona: "Tevrat ile İncil ancak ondan sonra indirildi” (Al-i İmran: 65) kavli ile delil getirmiştir. Ona atfedilerek sayılan paygamberler de dinde ona tabidirler, bunda da ittifak vardır. "Kendindeki bir şahitliği Allah'tan saklayandan daha zâlim kimdir?” yani Allah'ın İbrâhîm'in hanif ve Yahûdîlik ve Hıristiyanlıktan beri olması şahitliğini demektir. Mana da şöyledir: Hiç kimse ehl-i kitaptan daha zâlim değildir; çünkü onlar bu şahitliği gizlediler. Ya da bu şahitliği gizlersek bizden daha zâlimi yok, demektir. Bunda kitaplarında ve diğer yerlerde Allah'ın Muhammed aleyhisselâm’ın peygamberliğine şahitliğini gizleyenlere îma vardır. Min edâtı "beraetün minallahi ve Resûlihi” (Tevbe: 1) kavlinde olduğu gibi ibtida içindir. "Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir". Bu da onlar için tehdittir, ye ile de (yamelun) okunmuştur. 141Onlar bir ümmetti, gelip geçmiştir. Onların kazandıkları onlaradır, sizin kazandığınız da sizedir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız. "Onlar bir ümmetti, gelip geçmiştir. Kazandıkları onlaradır, sizin kazandığınız da sizedir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız". Karakterlerine işlemiş olan babalarıyla övünmekten ve onlara güvenmekten men etmek ve uyarmak için tekrar edilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Yukarıda geçendekindeki hitap onlaradır, bu Âyette de bizedir, bizi onlara uymaktan uyarmak içindir. Şöyle de denilmiştir: Birincisinde ümmetten maksat peygamberlerdir, ikincisinde Yahûdî ve Hıristiyanların selefleridir. 142İnsanlardan beyinsizler: "Onları üzerinde bulundukları kıbleden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: Doğu dabatı da Allah'ındır. Dilediğini doğru yola iletir. "İnsanlardan beyinsizler diyecek” bunlar akılları hafif olanlar ve onları taklit ve idraksizlik yüzünden hor kılanlardır. Bundan da kıblelerinin değiştirilmesini hoş görmeyen münâfıkları, Yahûdîleri ve müşrikleri murat ediyor. Bunu önceden haber vermenin faydası, cevap vermeye hazırlanmaktır. "Onları ne çevirdi?” ne döndürdü, "üzerinde bulundukları kıblelerinden” yani Beytülmukaddes'ten, demektir. Kıble aslında insanın yönelme hâlidir, istikbalden gelir, sonra örf olarak namaz için dönülen mekana denilmiştir. "De ki: Doğu da batı da Allah'ındır". Başkasının, yerine geçmeyecek şekilde zatî bir özelliğinden dolayı belli bir mekanı seçmez. Mühim olan emrini yerine getirmektir, mekan seçmek değildir. "Dilediğini doğru yola iletir” o da bazen Beytülmukaddes'e, bazen de Ka'be'ye yönelmek gibi hikmetin istediği ve maslahatın icap ettiği şeydir. 143Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, siz insanlara şâhit olasınız; Resûlüllah da size şâhit olsun. Üzerinde bulunduğun kıbleyi ancak Resûl ah'a tâbi olanı ökçesi üzerine dönenden bilmemiz içindir. Gerçi bu, elbette Allah'ın hidâyet ettiklerinden başkasına büyük bir şeydir. Allah îmanınızı zâyi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanları çok merhametli ve çok merhamet edendir. "Böylece” geçen Âyetin mefhumuna işarettir, yani sizi doğru yola götürdüğümüz veyahut kıblenizi en üstün kıble kıldığımız gibi "sizi de orta bir ümmet yaptık” yani hayırlı yahut doğru, ilim ve amelle temizlenmiş kimseler yaptık. Vasat aslında yanlara eşit uzaklıkta olan mekandır. Sonra ifrat ve tefritin arasında bulunan övülen hasletlere denildi Meselâ israfla cimrilik arasında bulunan cömertlik ve gözü karalılıkla korkaklık arasında bulunan yiğitlik gibi. Sonra da bu sıfatı taşıyan her şeye denildi. Bunda tekil ve çoğul, müzekker ve müennes birdir, tıpkı sıfat düşen isimler gibi. Bundan icmaın delil olduğu sonucu çıkarılmıştır, çünkü eğer ittifak ettikleri şeyde bâtıl olsaydı, adaletleri yara alırdı. "Siz insanlara şâhit olasınız, Resûlüllah da size şâhit olsun” orta ümmet kılmasının illetidir, yani size getirdiği delillerden ve üzerinize indirdiği kitaplardan bilesiniz ki, Allahü teâlâ kimseye cimrilik ve haksızlık etmemiştir. Bilâkis yollan açmış ve peygamberleri göndermiştir. Onlar da tebliğ ve nasihat ettiler. Ancak kâfirleri bedbahtlıkları şehvetlere ve âyetlerden yüz çevirmeye sürüklemiştir. Siz de bu konuda hem çağdaşlarınıza hem de sizden öncekilere ve sonrakilere şahitlik edersiniz. Rivâyete göre ümmetler kıyâmet gününde peygamberlerin tebliğlerini inkâr edecekler; Allah çok iyi bildiği hâlde münkirleri susturmak için onlardan ispat isteyecektir. Bunun üzerine ümmet-i Muhammed getirilir; ümmetler: Bunu nereden bildiniz, derler? Onlar da: Bunu Allahü teâlâ’nın doğru peygamberinin dili ile konuşan kitabında haber vermesiyle bildik, derler. O zaman Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem getirilir, ona ümmetinin hâlinden sorulur. O da doğru olduklarına şahitlik eder. Bu şahitlik, onların lehine olsa da ancak Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ümmeti üzerinde gözcü gibi olduğu için "âla” ile geçişli kılınmış ve aleyhlerine gibi gösterilmiştir. Alâ'nın öne alınması da Resûlüllah’ın onlara özel şâhit olmasını göstermek içindir. "Üzerinde bulunduğun kıbleyi kılmadık” yani yöneldiğin ciheti demektir ki, o da Ka'be'dir, çünkü aleyhisselâm Efendimiz Mekke'de iken ona dönerek namaz kılardı, Hicret edince Yahûdîlerin kalplerini kazanmak için Kudüs'teki kayaya dönerek namaz kılması emredildi. Ya da üzerinde bulunduğu kıble Kudüs'teki kayadır. Çünkü İbn Abbâs: Mekke'de iken kıblesi Beytülmukaddes idi, ancak Ka'be'yi araya alırdı, buyurmuştur. Birinciye göre haber verilen şey neshedendir, ikinciye göre de neshedilendir. Mana da şöyledir: Senin asıl işin Ka'be'ye dönmektir, senin kıbleni Beytülmukaddes yapmadık. "Resûlüllah'a tâbi olanı iki ökçesi üzerine dönenden bilmemiz içindir". Yani insanları onunla imtihan etmek ve ona dönerek namazda sana tâbi olanı atalarının kıblesine alışık olmalarından dolayı senin dîninden dönenden ayırmak içindir. Ya da şimdi Resûlüllah'a tâbi olanı ona tâbi olmayandan ve geçici bir arızayla geçecek olandan ayırmamız içindir. Birinciye göre manası şöyledir: Seni üzerinde bulunduğun şeye döndürmemiz İslâm'da sebat edenle endişesinden ve îmanının zayıflığından dolayı ökçesinin üzerine dönenden ayırmamız içindir. Eğer: Eğer Allahü teâlâ’nın ilmi nasıl bu durumu bilmek olur ki, o her zaman bilen idi, denilirse? Ben de şöyle derim: Bu ve benzerleri şimdiki taalluk itibarı iledir, cezanın dayanağı da odur. Mana da şöyledir: İlmimiz ona mevcut iken taalluk etmesi içindir. Şöyle de denilmiştir: Resûlünün ve mü'minlerin bilmesi içindir, ancak kendine isnat etmesi, onların kendinin gözdeleri olmasındandır ya da sâbit duranla sarsılanı ayırmamız içindir. Meselâ: "Allah'ın iyiyi kötüden ayırması için” (Enfâl: 37) âyeti gibi. Bu durumda ilim sebebini sonuç olan temyizin yerine koymuştur. Meçhul kalıbı ile liyu'leme kırâati da buna şahitlik eder. İlim ya marifet manasınadır ya da "men” edatındaki istifham manasından dolayı amel ettirilmeyen müteaddi ilim demektir. Yahut da ikinci mef'ûlü mimmen yenkalibü'dür, yani linaleme men yettebiür Resûle mütemeyyizen mimmen yenkalibü, demektir. "Ve inkânet lekebireten” bu da şeddeli inne'den tahfif edilmiştir, lâm da fasıladır. Kûfe uleması: İn nâfiyedir, lâm da illâ manasınadır, zamir de Allahü teâlâ’nın "vema cealnel kıbletelleti künte aleyha” (Bakara: 143) kavlinin delâlet ettiği ca'l'e yahut tevliye'ye yahut da kıbleye râcidir, demişlerdir. Merfû' olarak lekebiretün de okunmuştur ki, o zaman kâne zâit olur. "Ancak Allah'ın hidâyet ettiği hariç” yani Allah'ın hükümlerdeki ahkâma hidâyet ettiği, îmanda ve Resûlüllah'a tâbi olmada sebat edenler müstesnadır demektir. "Allah îmanınızı zâyi edecek değildir” yani îmanda sebatınızı demektir. Şöyle de denilmişti: Neshedilen kıbleye îmanınızı yahut ona dönerek kıldığınız namazı. Çünkü rivâyete göre Efendimiz Ka'be'ye çevrilince: Ya Resûllallah, çevrilmeden önce ölen kardeşlerimiz ne olacak dediler? Âyet bunun üzerine indi. "Şüphesiz Allah, insanları çok merhametli ve çok merhamet edendir". Onların mükâfatlarını zâyi etmez ve iyiliklerini bırakmaz. Belki de daha mubalâgalı olan rauf'un öne alınması âyet sonlarına riayet içindir. Hicaz’lılar, İbn Âmir ve Hafs med ile leraûf, diğerleri kasr ile (lerauf) okumuşlardır. 144Yüzünü göğe çevirdiğini görüyoruz. Şimdi seni hoşnut olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Artık sen de yüzünü Mescid-i harâm tarafına çevir. Nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına çevirin. Kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden bir hak olduğunu iyi bilirler. Allah onların yaptıklarından gâfil değildir. "Kad nera” çoğu kez görüyoruz, "yüzünü göğe çevirdiğini” vahyi bekleyerek gök tarafına baktığını demektir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in içine Rabbinin onu Ka'be'ye çevireceği beklentisi düşerdi. Çünkü o, atası İbrâhîm'in kıblesidir, iki kıblenin en eskisidir ve Arapları îmana ve Yahûdîlere muhalefete en çok davet edecek odur. Bu da onun kemal-i edebini gösterir, çünkü beklerdi, fakat istemezdi. (Seni bir kıbleye çevireceğiz) sana bu imkanı vereceğiz. Bu da velleytuhu keza deyiminden gelir ki, onu mütevelli yapmaktır ya da seni o cihete yaklaştıracağız, demektir. "Hoşnut olacağın” seveceğin ve şevk duyacağın kıbleye demektir, çünkü onda Allah'ın dileme ve hikmetine uygun dinî maksatlar vardır. "Artık yüzünü çevir” yönel (Mescid-i harâm tarafına) onun cihetine. Şöyle denilmiştir: Şatr aslında bir şeyden ayrılan şey için kullanılır, şatara'dan gelir ki, ayrılmak demektir. Darun şatur da evlerden ayrı ev demektir. Sonra ayrılmasa da bir şeyin yanı için kullanıldı, Meselâ kutr gibi. Haram da haram edilmiş demektir, yani onda savaşmak haram edilmiştir yahut zâlimlerin ona tecâvüz etmesi yasaklanmıştır. Ka'be'nin değil de mescidin zikredilmesi, şunun içindir, çünkü Efendimiz aleyhisselâm Medîne'de idi, uzaktakinin ise onun tarafına yönelmesi kafidir. Çünkü ona yönelmek onun için zordur, yakın için ise öyle değildir. Rivâyet edildiğine göre Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm Medîne'ye geldi, on altı ay Beytülmukaddes'e doğru namaz kıldı. Sonra Receb ayında zevalden sonra Bedir savaşından iki ay önce Ka'be'ye çevrildi. Ashâbına Selime oğulları mescidinde öğlenin iki rekatını kıldırmıştı. Namazda döndü, altınoluk tarafına yöneldi. Erkeklerle kadınlar saf değiştirdiler; o sebeple ona Mescidül kıbleteyen (iki kıbleli mescit) denildi. "Nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına çevirin". Özellikle Efendimize hitap edilmesi, onu büyütmek ve isteğine cevap vermek içindir. Sonra hükmün genelliğini açıklamak, kıble meselesini te'kit etmek ve ümmeti uymaya teşvik etmek için genelleme yapıldı. (Kendilerine kitap verilenler bunun Rablerinden bir hak olduğunu iyi bilirler) özet olarak, çünkü bilirler ki, her şerîate bir kıble vermek Allah'ın adetidir. Genel olarak da bilirler, çünkü Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in iki kıbleye de namaz kılacağı kitaplarında vardır. Ennehu zamiri dönmeye yahut yüz çevirmeye râcidir. "Allah onların yaptıklarından gâfil değildir” her iki fırka için de vaat ve tehdittir. İbn Âmir, Hamze ve Kisâî ye ile okumuşlardır. 145Yemin olsun ki, kendilerine kitap verilenlere bütün mu'cizeleri göstersen, senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onların kimileri de kimilerinin kıblesine uyacak değildir. Sana gelen (bunca) ilimden sonra eğer onların hevesine uyarsan, şüphesiz sen muhakkak zâlimlerdensin. (Yemin olsun ki, kendilerine kitap verilenlere bütün mu'cizeleri getirsen) Ka'be'nin kıble olduğuna dâir, lein'deki lâm kaseme yataklık içindir, "mâ tebiu kıbletek” gizli kasemin cevabıdır. Cevap da şartın cevabının yerini tutmuştur. Mana da, senin kıbleni delilin ortadan kaldıracağı bir şüphe için terk etmezler, bilâkis kibir ve inatlarından sana muhalefet ederler. "Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin” bu da onların umutlarını kesmek içindir, çünkü onlar eğer kıblemizin üzerinde dursa idi, beklediğimiz arkadaş olduğunu ümit ederdik, dediler. Bunu da onu aldatmak ve dönmesini ümit ettikleri için demişlerdi. Kıbleleri de her ne kadar çok ise de ancak onlar bâtıl ve hakka muhâlif olmakla tektir. "Onların kimileri kimilerinin kıblesine uyacak değildir". Çünkü Yahûdîler Kudüs'teki kayaya dönerler, Hıristiyanlar da gün doğusuna dönerler. Sana uymaları nasıl beklenmezse, birbirlerine uymaları da beklenmez. Çünkü her parti kendi elindekine karşı katıdır. "Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların heveslerine uyarsan” bu farz ve takdir edilse, yani hak senin için açığa çıktıktan ve o konuda sana vahiy geldikten sonra onlara uysan, "şüphesiz sen muhakkak zâlimlerdensin". Tekidini pekiştirmiş ve yedi açıdan mübalağa etmiştir. Bu da bilinen hakka ta'zîm, ona uymaya teşvik, hevaya uymaktan sakındırmak ve peygamberlerden günah sudurunu iğrenç göstermek içindir. 146Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu oğullarını tanır gibi tanırlar. Muhakkak onlardan bir grup bildikleri hâlde hakkı gizlerler. "Kendilerine kitap verdiklerimiz” yani onların alimleri, (onu bilirler) zamir daha önce geçmese de Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e râcidir, çünkü kelâm ona delâlet etmektedir. İlme yahut Kur'ân'a veyahut kıblenin tahviline râcidir de, denilmiştir. "Oğullarını tanır gibi” birinciye şahitlik etmektedir, yani onu sıfatlarıyla tanırlar, tıpkı kendi oğullarını tanıdıkları gibi. Onu başkalarıyla karıştırmazlar. Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Abdullah b. Selâm radıyallahü anh'e Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den sordu, o da: Ben onu kendi oğlumdan daha iyi tanırım, dedi. O da: Niçin, dedi? O da: Çünkü ben Muhammed'in peygamberliğinden şüphe etmem, ama çocuğuma gelince, belki annesi hainlik etmiş olabilir, dedi. "Muhakkak onlardan bir grup bildikleri hâlde hakkı gizlerler” inat edenleri belirtmekte ve îman edenleri istisna etmektedir. 147Hak Rabbindendir; artık şüphe edenlerden olma. "Elhakku min rabbik” yeni söz başıdır, hak ya mübteda’dır, haberi de min rabbike'dir, lâm da ahd içindir. İşaret de Resûl sallallahü aleyhi ve sellem'in durumunadır yahut gizledikleri hakkadır yahut da cins içindir. Mana da şöyledir: Hak Allahü teâlâ'dan sâbit olan şeydir, Meselâ senin temsil ettiğin gibi, ehl-i kitabın temsü ettiği gibi değil. Hak ya da mahzûf mübtedanın haberidir, yani hüvel hakku demektir. Min rabbike de hâl’dir ya da ikinci haberdir. Nasb ile birinci haktan bedel yahut ya'lemun'un mef'ûlü olarak (elhakka) okunmuştur. "Artık şüphe edenlerden olma” onun Rabbinden olduğunda şüphe edenlerden yahut bildikleri hâlde hakkı gizleyenlerden şüphe edenlerden olma. Bundan maksat Efendimizi onda şüpheden men etmek değildir, çünkü bu ondan beklenmez, onda kasıt ve isteği de yoktur. Maksat ya durumu pekiştirmektir ve duruma bakan kimsenin şüphe etmeyeceğini tahkiktir ya da şüpheyi en iyi şekilde ortadan kaldıracak marifetleri kazanmakla ümmete emirdir. 148Herkesin yüzünü döndüreceği bir yönü vardır; öyleyse hayırlarda yarışın. Nerede olursanız Allah hepinizi getirir. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir. "Veliküllin vichetün” her ümmet için bir kıble vardır, demektir. Tenvîn izafetten bedeldir, ya da Müslüman'lardan her kavim için Kabe'den bir cihet vardır, demektir, "hüve muvelliha” iki mef'ûlden biri hazfedilmiştir yani hüve müvelliha vechehu yahut Allahü müvelliha iyyahu demektir. İzafetle velikülli vichetin de okunmuştur. Mana da şöyledir: Her cihete Allah oranın halkını yöneltecektir. Lâm da âmil'in zayıflığım telâfi etmek üzere te'kit için ziyade kılınmıştır. İbn Âmir mulaha okumuştur ki, o cihetin yani yöneldiği cihetin sâhibidir demektir. "Öyleyse hayırlarda yarışın” kıblenin durumu ve diğer iki dünyada mutluluğa kavuşturacak şeylerde veyahut üstün cihetlerde demektir onlar da Ka'be'ye karşı olmak gibi. "Nerede olursanız Allah hepinizi getirir". Yani muvafık veya muhâlif, parçaları toplu veya dağınık olursanız, Allah sizi amellerinizin karşılığım vermek için mahşerde toplar yahut yerin derinliklerinde ve dağların zirvelerinde olsanız ruhlarınızı kabz eder yahut karşılıklı cihetlerden hangisinde olsanız Allah hepinizi getirir ve namazlarınızı sanki tek cihete dönülerek kılınmış gibi yapar. "Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir". Öldürmeye, diriltmeye ve toplamaya gücü yeter. 149Hangi yerden çıkarsan, yüzünü Mescid-i harâm tarafına döndür. Şüphesiz o, Rabbinden gelen bir haktır. Rabbin yaptıklarınızdan gâfil değildir. "Hangi yerden çıkarsan” yani hangi mekandan sefer için çıkarsan "yüzünü Mescid-i harâm tarafına döndür” namaz kıldığın zaman. "Şüphesiz o” bu durum "Rabbinden gelen bir haktır. Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir". Ebû Amr ye ile ya'melun okumuştur. 150Hangi yerden çıkarsan, yüzünü Mescid-i harâm tarafına döndür. Nerede olursanız, yüzünüzü onun tarafına çevirin ki, insanların, içlerinde zulmedenlerden başkasının size karşı bir kanıtı olmasın. Onlardan korkmayın, benden korkun ki, nimetimi size tamamlayayım. Böylece doğru yolu bulursunuz. "Hangi yerden çıkarsan, yüzünü Mescid-i harâm tarafına döndür. Nerede olursanız, yüzünüzü onun tarafına çevirin". Bu hükmü, illeti çok olduğu için tekrar etmiştir; çünkü Allahü teâlâ kıblenin değişmesi için üç illet zikretmiştir: Rızâsını aramakla Peygamberi ululama; Allah'ın adetinin her din mensubuna ve davet sâhibine yöneleceği bir cihet belirleyeceği; İleride anlatacağımız gibi muhâliflerin delillerini çürütme. Zihne iyice yerleştirmek için her delil medlulü ile zikredildiği gibi her illet de malulü ile birlikte zikredilmiştir. Üstelik kıble meselesi önemli, nesih konusu da fitne ve şüphe koparacak şeylerden olduğu için tabiatıyla durumu te'kit edilmiş ve arka arkaya zikredilmiştir. "İnsanların size karşı bir kanıtı olmasın” kûlû (deyiniz) sözünün illetidir, Mana da şöyledir: Kıblenin Kudüs'ten Ka'be'ye çevrilmesi Yahûdîlerin delilini çürütür; şöyle ki, Tevrat'ta sıfatı verilen kimsenin kıblesi Ka'be'dir, Muhammed ise bizim dinimizi inkâr ettiği hâlde kıblemizde bize tâbi oluyor. Müşriklerin de, Muhammed İbrâhîm'in dinine davet ediyor ve onun kıblesine tâbi olmuyor, savını çürütüyor. "Ancak içlerinden zâlimler hariç” bu, insanlardan istisnadır, yani muannitler hariç kimsenin size diyeceği bir şey kalmasın. Çünkü onlar: Kıblenin Ka'be'ye çevrilmesi başka değil, kavminin dinine meylinden ve memleket sevgisindendir ya da fikir değiştirmiş, atalarının kıblesine dönmüştür, o sebeple yakında kendilerinin dinine döner, demişlerdi. İşte bu fikir yürütmeye delil denilmiştir, tıpkı: "Onların delilleri Rableri katında çürütülmüştür” (Şura; 16) kavli gibi. Zira onlar da aynı yola gidiyorlar. Şöyle denilmiştir: Hüccet delil getirme manasınadır. Şöyle de denilmiştir: İstisna delili doğrudan mübalağalı bir şekilde bertaraf etmek içindir. Şairin şu sözü gibi: Onlarda bir kusur yoktur, ancak kılıçları, Düşmanı kırmaktan körelmiştir. Şu da bilinmektedir ki, zâlimin getireceği bir delil yoktur (çünkü onlar da insanlara dahildir, insanların delili olmayınca onların hiç olmaz). Tenbih harfi ile, elâ Ellezîne zalemu (bilin ki, zâlimlerden) şeklinde de okunmuştur "korkmayın” onlardan çekinmeyin, çünkü karalamaları size zarar vermez. "Benden korkun” Size emrettiğim şeye muhalefet etmeyin. "ki, size nimetimi tamamlayayım. Böylece doğru yolu bulursunuz” mahzûf şeyin illetidir, yani size nimetimi tamamlamak için ve doğru yolu bulmanızı istediğim için size bunu emrettim. Ya da bu cümle mukadder illete atıftır, Meselâ şöyle: Benden korkun ki, sizi onlardan muhafaza edeyim ve size olan nimetimi tamamlayayım. Ya da cümle liella yekune'ye ma’tûftur. Hadiste şöyle denilmiştir: Nimetin tamamı cennete girmedir. Hazret-i Ali radıyallahü anh'ten de: Nimetin tamamı Müslüman olarak ölmektir, dediği rivâyet edilmiştir. 151Nitekim size içinizden âyetlerimizi okuyacak, sizi temizleyecek ve size kitabı ve hikmeti öğretecek; bilmediklerinizi de öğretecek bir Peygamber gönderdik. "Nitekim size içinizden bir Peygamber gönderdik” bu da yukarısına bağlıdır, yani size kıble veya âhiret hususunda nimetimi tamamlamak için, tıpkı içinizden bir Peygamber göndermekle tamamladığım gibi, ya da sonrasına bağlıdır yani Peygamber göndermekle sizi andığım gibi siz de beni anın demektir. "Âyetlerimi okuyacak ve sizi temizleyecek” sizi tezkiye edecek şeye götürecek demektir. Tezkiyeyi burada maksatta önce olduğu için takdim etti, İbrâhîm'in duasında da eylem itibarı ile tehir etti (Bakara: 129). "Size kitabı ve hikmeti öğretecek, bilmediklerinizi de öğretecek” tefekkür etmek ve delillere bakmakla öğretecek; zira bunun bilinmesine vahiyden başka yol yoktur. Öğretme fiilini tekrar etmesi de cinslerinin ayrı olduğunu göstermek içindir. 152Öyleyse beni zikredin, ben de sizi anayım, bana şükredin; bana karşı nankörlük etmeyin. "Öyleyse beni zikredin” taatla "ben de sizi anayım” sevapla. "Bana şükredin” size verdiğim nimetlere "bana karşı nankörlük etmeyin” nimetleri görmezden gelerek ve emre isyan ederek. 153Ey îman edenler, sabırla, namazla yardım isteyin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. "Ey îman edenler, sabırla yardım isteyin” günahlara ve nefsî isteklere karşı "ve namazla". O (namaz) ibâdetlerin anasıdır, mü'minlerin miracıdır ve âlemlerin Rabbine karşı yakarıştır. "Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir” zaferle ve duayı kabul etmekle. 154Allah yolunda öldürülenler için "ölüler” demeyin; bilâkis diridirler; fakat siz anlamazsınız. "Allah yolunda öldürülenler için "ölüler” demeyin” yani onlar ölüdür, demeyin "bilâkis diridirler” bilâkis onlar diridirler. "Fakat siz anlamazsınız” ne hâlde olduklarını. Bu da onların hayatlarının cesetle ve canlılarda hissedilen şey cinsinden olmadığını vurgulamaktadır. O, akılla kavranılamayan; vahiyle anlaşılan bir durumdur. Hasen Basri'den şöyle rivâyet edilmiştir: Şehitler Rablerinin katında diridirler, rızıkları ruhlarına arz edilir, onlara rahatlık ve neşe gelir. Nitekim Fir'avn hanedanının ruhlarına da ateş arz edilir; onlara da acı gelir. Âyet Bedir şehitleri hakkında indi, onlar on dört kişi idiler. Bunda ruhların bizatihi kaim, bedenle hissedilen şeye benzemediğine ve ölümden sonra şuurlu olarak kaldıklarına delâlet vardır. Sahabe'nin ve tabii'nin büyük çoğunluğu bu görüştedirler. Âyetler ve sünnetler de bunu söylemektedir. Bütün mü'minlerin içinden özellikle onların böyle olması, onların husûsan Allah'a yakın ve daha çok güzellik ve ikram içinde olmalarındandır. 155Sizi biraz korkudan, açlıktan; (biraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile kesinlikle sınayacağız. Sabredenleri müjdele. "Sizi kesinlikle sınayacağız” size hâllerinizi deneyen, belaya sabrediyor musunuz ve kazaya râzı oluyor musunuz diye sizi imtihan eden biri gibi sınayacağız. "Biraz korkudan biraz da açlıktan” yani bunlardan az bir miktar demektir, bunun azlığı; onlara hafiflik vermek ve rahmetinin onlardan ayrılmayacağını göstermek için merhamet ettiği şeye nisbetle az olmasındandır, ya da kendilerine inat edenlerin âhirette başlarına geleceklere nispetle az olmasındandır. Bunu haber vermesi de kendilerini bunlara hazırlamaları içindir. (Biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile) bu da şey'e ya da havfe atıftır. İmâm-ı Şâfiî radıyallahü teâlâ anh'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Korku Allah korkusudur, açlık ramazan orucudur, mallardan eksiltme de sadakalar ve zekatlardır. Canlardan eksiltme de hastalıklardır, mahsullerden de evlatların ölümüdür. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir kulun çocuğu öldüğü zaman Allahü teâlâ meleklere: Kulumun çocuğunun ruhunu mu aldınız, der? Onlar da: Evet, derler. Onun ciğer paresini mi aldınız, der? Onlar da: Evet, derler. Allahü teâlâ: Kulum ne dedi, der? Onlar da: Sana hamd etti ve inna lillah okudu, derler. Allahü teâlâ da: Kulum için cennette bir ev yapın ve ona hamd evi adını koyun, der. "Sabredenleri müjdele". 156Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman: "Mutlaka biz, Allah'a aidiz ve şüphesiz biz, ona döneceğiz, derler. "Onlar ki, başlarına bir musibet geldiği zaman İnna lillah ve inna ileyhi raciun (mutlaka biz, Allah'a aidiz ve şüphesiz biz, ona döneceğiz, derler)". Hitap Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'edir ya da müjde verebilecek herkesedir. Musibet insanın başına gelebilen her türlü istenmeyen şeydir. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Mü'mine eziyet veren her şey musibettir.” Sabretmek dille inna lillah demekle olmaz, kalp ile de demelidir, niçin yaratıldığını ve ona döneceğini düşünmeli, Allah'ın nimetlerini yâd etmeli ki,rdiğinin aldığından kat kat fazla olduğunu görsün, böylece rahatlasın da ona teslim olsun. Müjdesi verilen şey de belli olduğu için bildirilmemiştir. 157İşte onlara Rablerinden bağışlanmalar ve rahmet vardır ve onlar, doğru yolu bulanların ta kendileridir. (İşte onlara Rablerinden bağışlanmalar ve rahmet vardır). Salât duadır, Allah'tan olunca tezkiye ve bağışlamadır. Cemi olması da çokluğuna ve çeşitliliğine dikkat çekmek içindir. Rahmetten murat edilen lütuf ve ihsandır. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle rivâyet edilmiştir: Kim bir musibet ânında inna lillah derse, Allah onun musibetini telâfi eder, âhiretini güzel eyler ve ona râzı olacağı bir halef verir. "Ve onlar doğru yolu bulanların ta kendileridir” hakkı ve doğruyu bulanların demektir, çünkü kendilerini Allah'a verdiler, Allah'ın kaza ve kaderine teslim oldular. 158Safa ile Merve İlâhi sembollerdendir. Binâenaleyh kim Beyt'i hacceder veyahut umre yaparsa, bu ikisini tavaf etmesinde ona günah yoktur. Kim kendiliğinden bir hayır işlerse, şüphesiz Allah karşılığını verir, yaptığını çok iyi bilir. "Şüphesiz Safa ile Merve” bunlar Mekke'de iki dağın adıdır, (İlâhi sembollerdendir). Hac ibâdetlerinin işaretleridir. Şeair, şeire'nin çoğuludur, alâmet demektir, "Binâenaleyh kim hacceder veya umre yaparsa” hac lügatte bir şeye yönelmektir. îtimar da ziyarettir. Şer'an ise Beyt'e özel olarak bu şekilde yönelmek ve onu ziyaret etmektir. "Bu ikisini tavaf etmesinde ona bir günah yoktur". İsaf putu Safa'nm, Naile de Merve'nin üzerinde idi. Cahiliye halkı sa'y yaptıkları zaman bunlara ellerini sürerlerdi. İslâm gelip de putlar kırılınca, Müslümanlar bu sebepten dolayı bu ikisinin arasında sa'y etmekten sıkıntı duydular, âyet bunun üzerine indi. Haçta ve umrede bu sa'yin meşru olduğuna icma vardır, ancak ihtilâf vâcip olup olmamasındadır. İmâm Ahmed sünnettir, demiş; Enes bin Mâlik ile İbn Abbâs da böyle demişlerdir, çünkü Allahü teâlâ: "Ona günah yoktur” (Bakara: 158) buyurmuştur. Çünkü bundan serbest olduğu anlaşılmaktadır. Fakat bu görüş zayıftır, çünkü günahın olmaması vücup manasına cevazı da içine alabilir; bu ifade bunu bertaraf etmez. Ebû Hanîfe de vâcip olduğunu, kan akıtarak telâfi edileceğini söylemiştir. Şâfiî de onun rükün olduğunu söylemiştir, çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Sa'y yapın, Allah sa'yi size yazdı, buyurmuştur. (Kim kendiliğinden bir hayır yaparsa) yani farz olsun nafile olsun bir tâat işlerse yahut kendine farz olan hac veyahut umreden fazla olarak bir şey yaparsa veyahut nafile sa'y yaparsa, demek olur, eğer sünnettir dersek. Hayran da mahzûf mastarın sıfatı olarak ya da harf-i ceri hazf edilip fiilin ona yanaştırılması ile ya da eta veya faale manasını yüklenerek fiilin geçişli kılınması ile mensûbtur. Hamze, Kisâî ve Ya'kûb yettavvau okumuşlardır ki, aslı yetetavvau'dur. Yattavvafu'da olduğu gibi idgam edilmiştir. "Şüphesiz Allah, karşılığını verir, yaptığını çok iyi bilir” taatına karşılık sevap verir, ona hiçbir şey gizli kalmaz. 159Gerçekten indirdiğimiz açık âyetleri ve hidâyeti kitapta insanlara açıkladıktan sonra gizleyenlere, işte onlara Allah da lâ'net eder, lanetçiler de lâ'net ederler. "Gerçekten gizleyenler” Yahûdî hahamları gibi, "indirdiğimiz açık âyetleri” Meselâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in durumuna şahitlik edenler gibi "ve hidâyeti” ona tâbi olmanın ve ona îman etmenin vâcip olduğunu gösteren şeyi "onu insanlara açıkladıktan sonra” Özetledikten sonra "kitapta” Tevrat'a, "işte onlara Allah da lâ'net eder, lanetçiler de lâ'net eder” yani meleklerden, cinlerden ve insanlardan lâ'net edebilecekler, demektir. 160Ancak tevbe edenler, hâllerini ıslah edenler ve (gerçeği) açıklayanlar müstesnadır ki, işte ben, onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edenim. "Ancak tevbe edenler müstesna” gizlemekten ve diğer tevbe edilmesi vâcip olan şeylerden tevbe edenler, "hâllerini ıslah edenler” bozduklarım düzelterek telâfi edenler "ve açıklayanlar” Allah'ın kitabında açıkladığını tevbeleri tamam olsun diye izah edenler "işte ben onların tevbelerini kabul ederim” onlara yönelerek ve bağışlayarak. "Ben tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edenim". Tevbeyi kabulde ve rahmeti taşırmada çok ileri gidenimdir. 161Hakikat kâfir olup da kâfir olarak ölenlerse, işte onlara Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti vardır. "Hakikat kâfir olup da kâfir olarak ölenlere” yani gerçekleri gizleyip de ölünceye kadar tevbe etmeyenlere "işte onlara Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti vardır” Allah'ın ve halkından lanetine itibar edilenlerin lâneti onların üzerine çökmüştür. Şöyle de denilmiştir: Birincisi hayatta iken lanetleridir, bu da ölülerken lanetleridir. Allah isminin mahalline atfen velMelâiketü vennasü ecmaun şeklinde de okunmuştur. Çünkü Allah ismi mana itibarı ile faildir, a'cebeni darbu zeydin ve amrun sözünde olduğu gibi, ya da gizli bir fiilin fâ'ilidir, Meselâ ve telanuhumul Melâiketü gibi. 162Orada ebedî kalacaklar; azapları hafifletilmeyecek ve onlara bakılmayacak da. "Orada ebedî kalacaklar” yani lanette veya ateşte demektir. Ateş geçmediği hâlde ona zamir gönderilmesi önemine binâen veya korkutmak içindir ya da lanetin ona delâlet etmesiyle yetinilmiştir. "Azapları hafifletilmeyecek ve onlara bakılmayacak da". Onlara süre verilmeyecek yahut mazur görülmeleri için bekletilmeyecekler ya da onlara rahmet nazarı ile bakılmayacaktır. 163ilahınız bir tek İlâhtır. Ondan başka ilâh yoktur. Rahmanadır, Rahîm'dir. "İlâhınız bir tek İlâhtır” genel bir hitaptır, yani ibâdetinizi hak eden birdir, ibâdet etmek doğru olan ve ilâh denen bir ortağı yoktur. "Ondan başka ilâh yoktur” Allah'ın birliğini tespit etmek ve var olup da insanların ibâdetini hak etmeyen birinin olduğunu akla getirmemek içindir. "Rahmân'dır Rahîmdir” buna delil gibidir, çünkü asıl ve tali bütün nimetleri veren o olduğuna ve diğerlerinin ise ya nimet ya da nimet verilen olduğuna göre ondan başka hiç kimse ibâdeti hak etmemiştir. Errahman errahîm, ilahüküm lâfzının diğer iki haberidir ya da mahzûf mübtedanın haberidir. Şöyle de denilmiştir: Müşrikler bunu duyunca şaştılar ve: Eğer doğru isen doğruluğunu bileceğimiz âyetler getir, dediler; âyet bunun üzerine indi. 164Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında; gece ile gündüzün ardı ardınca gelişinde, insanlara menfaat veren şeyle akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten bir su indirip de onunla ölü toprağı diriltip orada her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları evirip çevirmesinde ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutta akıllarını çalıştıran bir toplum için deliller vardır. (Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında) gökleri çoğul, yeri tekil yapması, göklerin bizzat birbirinden ayrı ve gerçekleri değişik olmasındandır. Yer ise öyle değildir. "Gece ile gündüzün art arda gelişinde” birbirini takip edişinde, bu da "gece ile gündüzü art arta getirdi” (Furkân: 62) âyeti gibidir. "İnsanlara menfaat veren şeyle akıp giden gemilerde” binefıhim ev billezi yenfauhum, mâ'nın mastariye yahut ism-i mevsûl olduğunu göstermek içindir. Gemiden maksat deniz ve hâllerini Allah'ın varlığına delil getirmektir. Özellikle gemiden bahsetmesi, denize dalmaya ve acayipliklerini görmeye sebep olduğu içindir. Bunun içindir ki, onu yağmurdan ve buluttan önce zikretmiştir; çünkü bu ikisinin menşei genellikle denizdir. Fülk lâfzının müennes kılınması sefine manasına olmasındandır. Aslî olarak yahut cemi olup da çoğul zammesi ile tekil zammesinin araştırmacı dil bilginlerince farklı olduğu algısına göre iki zamme ile de (fülük) okunmuştur. (Allah'ın gökten su indirmesinde) birinci min iptida, ikincisi ise açıklama içindir. Sema'mn fezaya da buluta ve yukarı tarafa da ihtimali vardır. "Yeri ölümünden sonra onunla dirilttiği” bitkilerle dirilttiği (orada her türlü canlıyı yaymasında) bu da enzele'ye ma’tûftur, sanki yağmurun inmesini, onunla bitkilerin oluşmasını ve yeryüzüne canlıların dağılmasını Allah'ın birliğine delil getirmiş gibi oluyor ya da ahya'ya ma’tûftur, çünkü hayvanlar bol ürünle çoğalır ve hayatla da yaşarlar. Bess de yaymak ve dağıtmaktır. (Ve rüzgârları evirip çevirmesinde) esmesinde ve hâllerinde demektir. Hamze ile Kisâî tekil olarak (rihi) okumuşlardır. "Yerle gök arasında emre hazır bekleyen bulutta” bulutun tabiatı öyle olmakla beraber Allah'ın emri gelinceye kadar yere de inmez, açdıp da yok olmaz. Şöyle de denilmiştir: Bulutun Allah'ın dilemesine bağlı olarak havada dolaşması rüzgârın emrine verilmiştir. Selıab sahb'ten gelir ki, çekmek demektir, çünkü onlar birbirini çeker. "Akıllarını çalıştıran bir toplum için elbette deliller vardır” onlar üzerinde düşünen ve onlara akıllarının gözleriyle bakan toplum için demektir. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'den: Bu âyeti okuyup da yararsız diye atanlara yazıklar olsun, dediği rivâyet edilmiştir ki, üzerinde düşünmeyenlere demektir. Bil ki, bu âyetler Allah'ın varlığına ve birliğine birçok yönden delâlet eder, bunları genişlemesine şerh etmek uzun sürer. Kısaca şöyle ifade edilebilir: Bu olaylar mümkün şeylerdir, birçok ihtimalin içinden ve değişik şekillerden belli bir şekilde meydana gelmiştir. Çünkü göklerin hepsi veya bir kısmı yer gibi hareket etmeye bilirdi yahut tersine hareket edebilirdi. Öyle ki, her gökte ayrı ayrı varlığı kabul edilen büyük daire, iki kutuptan (hareket etmeyen iki noktadan) geçen bir daire olabilirdi, hiç yüksekliği ve derinliği olmayabilirdi yahut bu şekilde olmazdı, çünkü madde basittir, cüzleri eşittir, öyleyse bunları icat eden güçlü ve hikmet sâhibi bir yaratıcıya ihtiyaç vardır. Bunu da hikmetinin gerektirdiği ve dilemesinin iktiza ettiği şekilde yapan biri olmalıdır. Üstelik başkasının karşı çıkmasını engellemelidir; çünkü onunla beraber aynı güce sahip birinin varlığı tasavvur edilirse, bakılır; eğer ikisinin de düşünceleri birbirine denk gelir de ortaya konan şey ikisinin olursa, bir eser üzerinde iki müessirin birleşmesi lâzım gelir. Eğer birine ait olursa, tercih sebebi olmadığı hâlde birinin üstün kılınıp diğerinin aciz gösterilmesi lâzım gelir. Ötekisinin acizliği de ilâh olmasını engeller. Eğer farklı düşünürlerse, birbirini durdurmaları ve yenişmeleri lâzım gelir. Nitekim Allahü teâlâ. "De ki: Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka İlâhlar da olsa idi, ikisi de bozulurdu” (Enbiya: 22) buyurmuştur. Âyette kelâm ilminin ve onunla uğraşanların şerefine dikkat çekilmiş ve onda araştırma yapmaya teşvik edilmiştir. 165İnsanlardan kimileri vardır ki, Allah'tan başka eşler edinirler; onları Allah'ı sever gibi severler. Îman edenler ise Allah'ı daha çok severler. Keşke nefislerine zulmedenler azâbı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu görselerdi! "İnsanlardan kimileri vardır ki, Allah'tan başka eşler edinirler” putlar edinirler, itâat ettikleri reisler de denilmiştir, çünkü "izlenenler uzaklaştığı zaman” (Bakara: 166) buyurmuştur. Belki de maksat daha geneldir, o da Allah'tan alıkoyan her şeydir. "Onları severler” onlara saygı gösterir ve itâat ederler. "Allah'ı sever gibi” ona ta'zîm ve itâatine meyletmek gibi. Yani sevgide ve itaatta onunla diğerlerini eşit tutarlar. Muhabbet kalbin meyletmesidir, hub'den gelir, istiare yolu ile habbetülkalbe (kalbin en derin noktasına) denilmiştir. Ondan da hub (segi) türetilmiştir, çünkü o noktaya isabet etmiş ve oraya yerleşmiştir. Kulun Allahü teâlâ'yı sevmesi, ona itâat ve rızâsını kazanma arzusudur. Allah'ın kulu sevmesi ise ona ikram etmek ve onu taatta kullanmak isteyip onu isyanlardan korumasıdır. "Îman edenler ise Allah'ı daha çok severler” çünkü Allah'a olan sevgileri kesilmez. Eşleri (putları) sevme ise öyle değildir; çünkü o bozuk ve hayali düşmanlıklara dayanır. Basit bir sebeple yok olur. Bunun içindir ki, başları dara düştüğü zaman ilâhları bırakır, Allah'a gelirlerdi. Puta bir süre taparlardı, sonra da onu terk edip başkasına giderlerdi. "Keşke nefislerine zulmedenler gördükleri zaman” eşler edinmekle zulmedenler bilselerdi, "azâbı gördükleri zaman” onu kıyâmet gününde gözleriyle gördükleri zaman. Gelecek geçmiş yerine konulmuştur, çünkü gelmesi kesindir, Meselâ "cennet halkı seslendi” (Araf: 44) kavlinde olduğu gibi. (Bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu görselerdi) yera'nın iki mef'ûlünün yerini tutmuştur, lev'in de cevabı mahzûftur, yani azâbı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu görselerdi, çok pişman olurlardı. Şöyle de denilmiştir: Bu, cevabın bağlı olduğu kısımdır, mef'ûller ise hazfedilmiştir, takdiri de şöyledir: Zâlimler putlarının fayda vermediğini görselerdi, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu, ondan başkasının fayda ve zarar vermediğini bilirlerdi. İbn Âmir, Nâfi' ve Ya'kûb Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e hitap olarak velev tera okumuşlardır: Yani bunu görseydin, korkunç bir şey görürdün, demektir. İbn Âmir de meçhul kalıbı ile iz yürevne okumuştur. Ya'kûb da hemzenin kesri ile inne ve yeni söz başı olması veya kavl maddesinin izmari ile de "innallahe şedidül ikab” okumuştur, 166O zaman izlenenler izleyenlerden uzaklaşır ve azâbı görürler. Aralarındaki sebepler de kesilir. "İz teberrerel lezinet tübiu minel lezinet tebeu” bu da iz yerevnel'den bedeldir yani üstler astlardan ellerini çektikleri zaman demek olur. Tersine de okunmuştur ki, astlar üstlerden ellerini çektikleri zaman demek olur. "Ve raavul azabe” onu gördükleri hâlde demektir ki, vâv hâl için, kad edâtı da gizlenmiş olur. Teberre'ye ma’tûftur da denilmiştir. "Ve tekattaat bihimül esbab” vâv’ın teberre'ye yahut raevul'e atfı mümkündür, hâl için olması da mümkündür. Birincisi daha açıktır. Esbab da astları ile aralarındaki bağlantılar, din üzerinde ittifak ve buna götüren beklentilerdir. Sebebin aslı ağaca çıkılan iptir. Meçhul kalıbı ile ve tukuttıat da okunmuştur. 167İzleyenler: "Bizim için bir dönüş olsa da onlar bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak!” derler. Böylece Allah onlara amellerini pişmanlıklar olarak gösterir. Ve onlar cehennemden çıkacak değillerdir. "Ve kalellezinet tebeu lev enne lena kerreten” lev temenni edatıdır, bunun içindir ki, cevabında fe gelmiştir, yani leyte lena kerreten feneteberree minhüm (bizim için dünyaya bir dönüş olsa da biz de onlardan alakayı kessek) dediler manasına olur. "Kezâlike” bu feci gösterme gibi (Allah onlara amellerini pişmanlıklar olarak gösterecektir). (A'malehum haseratin aleyhim) yüri fiilinin üç mef'ûlüdür, eğer kalp ile görmeden gelirse, yoksa hâl’dir. "Vema hüm biharicine minennar” aslı vema yahrucune minen nar'dır, bu isim cümlesine geçilmesi ateşte kalışlarını abartmak, kurtuluştan ve dünyaya dönüşten ümitlerini kesmek içindir (zira isim cümlesi devamlılık ifade eder). 168Ey insanlar, yeryüzündekilerden helâl ve temiz olarak yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin açık düşmanınızda. "Ya eyyühen nasü kulu mimma filardı halalen". Güzel yiyecekleri ve giyecekleri kendilerine haram eden bir topluluk hakkında indi. Helalen külu'nûn mef'ûlüdür yahut mahzûf mastarın sıfatıdır veyahut mimma filardı'dan hâl’dir. Min de parça bildirmek içindir, çünkü yeryüzündekilerin hepsi yenilmez. "Tayyiben” şerîatın yahut tab-ı selim'in hoş gördüğü şeydir, çünkü zaten helâl birinciyi içine almaktadır. "Şeytanın adımlarını izlemeyin” heva ve hevese uymada arkasına düşmeyin, sonra helali harâm, haramı da helâl edersiniz. Nâfi', Ebû Amr, Hamze, Bezzi ve Ebû Bekir tı'mn sükûnu ile (hutvat) okumuşlardır, ikisi de hutvenin cem'i olarak lügattir. Hutve de adım atanın iki ayağı arasındaki mesâfedir. İki zamme ve hemze ile hutuat okunmuştur ki, bunda zamme vâv’ın üzerinde imiş gibi tasarlanmıştır. İki fetha ile hatavat da okunmuştur ki, hatvenin çoğulu olur, o da tek adım demektir. "Çünkü o, sizin için açık düşmandır” her ne kadar kandırmak istediğine yüzden dostluk gösterse de basiret sahiplerince düşmanlığı açıktır. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ: "Onların velileri tağuttur” (Bakara: 257) âyetinde ona veli buyurmuştur. 169O, size ancak kötülük ve hayasızlığı ve bilmediğiniz şeyleri Allah'a demenizi emreder. "O size ancak kötülüğü ve hayasızlığı emreder” onun düşmanlığını ve onu izlemekten kaçınmanın gerekliliğini beyan etmektedir. Onun süslemesi ve onları kötülüğe sevk etmesi de beyinsizliklerini vurgulamak ve değerlerini düşürmek için istiare yolu ile ifade edilmiştir. Kötülük ve hayasızlık aklın beğenmediği ve Şerîatın çirkin gördüğü şeydir. Atıf da iki sıfatın farklı olmasındandır. Çünkü o, akıllı kimseyi üzdüğü için kötü, onu çirkin bulduğu için de hayasızlıktır. Şöyle de denilmiştir: Essu' (kötülük) çirkin şeyleri içine alır, fahşa ise büyük günahlardan haddi aşan çirkin şeydir. Şöyle de denilmiştir: Birincisi içinde had (şer'i ceza) olmayan, ikincisi de şer'i ceza olandır. "Ve bilmediğiniz şeyleri Allah'a demenizi emreder". Meselâ eşler koşmak, haramları helâl etmek ve hoş şeyleri harâm etmek gibi. Bunda zanna doğrudan tâbi olunmayacağına delil vardır, ama müçtehidin vardığı şeye tâbi olmak ise şer'i bir esasa dayanan zandır. Onun vacipliği kesindir, zan ise sadece metottadır, nitekim bunu usul kitaplarında açıklamışızdır. 170Onlara: "Allah'ın indirdiğine tâbi olun” denildiği zaman, "hayır biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tâbi oluruz” derler. Ya atalarınızın akılları bir şeye ermiyor ve doğru yolu bulamıyorlar idiyseler! "Ve izâ kıyle lehüm-üttebiû mâ enzelallah” zamir insanlara gider, hitaptan (size tabirinden) dönülmesi sapıklıklarını herkese duyurmak içindir, sanki akıllılara dönmüş ve onlara: Şu ahmaklara bakın, ne cevap verecekler, demiştir? "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tâbi oluruz, dediler” burada geçen elfeyna bulmak manasınadır. Kur'ân'a ve Allah,ü teâlâ’nın indirdiği diğer delil ve âyetlere uymaları emredilip de taklide sapan müşrikler hakkında indi. Şöyle de denilmiştir: Âyet bir bölük Yahûdî hakkında indi, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem onları İslâm'a davet etti, onlar da: Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tâbi oluruz. Çünkü onlar bizden daha iyi ve bizden daha âlim idi, dediler. Buna göre Allah'ın indirdiği, Tevrat'ı da içine alır, çünkü o da İslâm'a davet etmektedir. (Ya atalarının akılları bir şeye ermiyor ve doğru yolu bulamıyorlar idiyseler!) Vâv hâl içindir ya da atıf içindir, hemze de red ve taaccüp içindir. Lev'in cevabı mahzûftur yani lev kâne âbâühüm ceheleten ataları câhil olsalar da din üzerinde düşünemeseler ve hakkı bulamasalardı onlara yine de mi tâbi olacaklardı. Bu, araştırmaya ve ictihad etmeye gücü yetenin taklitten uzak durmasını gerektiren bir delildir. Ama din hususunda peygamberler ve ahkâmda müctehidler gibi doğru olduğunu bildiği bir kimseye tâbi olmak, taklit değildir, bilâkis Allah'ın indirdiğine tâbi olmaktır. 171Kâfirlerin hâli bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara haykıran kimsenin (çobanın) hâli gibidir. Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Artık onlar anlamazlar. (Kâfirlerin hâli bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara haykıran çobanın hâli gibidir). Burada muzâf hazfedilmiştir, takdiri şöyledir: Ve meselü dâillezine keferu kemeseliliezi yen'iku, yahut şöyledir: Meselüllezine keferu kemeselil behâimil lezi yen'iku, Mana da şöyledir: Kâfirler taklide daldıkları için kendilerine okunan şeylere kafa vermezler, onlara anlatılan şeyi derin düşünmezler. Bu konuda kendilerine haykırılan ve sesi işitip de manasını anlamayan, çağırmayı hissedip de anlamını kavramayan hayvanlara benzerler. Şöyle de denilmiştir: Bu onların atalarını dıştan taklit edip gerçeğini anlamayan hâllerinin sesi işitip de altındaki şeyi anlamayan davarlara benzetilmesidir. Ya da onların putlara dua etmelerinin davarlara haykıran çobana benzetilmesidir. Bu son teşbih muzâfın hazfine ihtiyaç duymazsa da "ancak bağırıp çağırmadan başka bir şey duymaz” ifadesi buna müsaade etmemektedir. Çünkü putlar duymaz; meğerki bu, karmaşık temsil babından sayıla. (Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir). Bu da zem olmak üzere (mahzûf mübteda hum ile) merfû’dur. "Artık onlar anlamazlar” bilfiil anlamazlar, çünkü bakışları kusurludur. 172Ey îman edenler, size rızık ettiklerimizin temizlerinden yiyin, Allah'a şükredin; eğer yalnız ona ibâdet ediyorsanız. "Ey îman edenler, size rızık ettiklerimizin temizlerinden yiyin". Bütün insanlara işi genişletip de onlara haram ettiklerinden başka şeyleri mubah kılınca, içlerinden mü'minlere kendilerine rızık edilenlerin temizinden yemelerini ve hakkını yerine getirmelerini emretti ve: "Allah'a şükredin” dedi. Size rızık ve helâl ettiği şeyler için "Eğer yalnız ona ibâdet ediyorsanız” eğer özellikle ona ibâdet ediyor ve nimet verenin o olduğunu ikrar ediyorsanız. Çünkü ibâdetiniz ancak şükürle tamam olur. Zira ibâdet işine ta'lik edilen (bağlanan), onu tamamlamak için verilen şükür emridir, ibâdet yapma yokken onu tamamlayan şükür emri de yoktur (ibâdet yoksa şükretmek de vâcip olmaz). Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Şüphesiz ben, insanlar ve cinler çok kritik durumdayız; ben yaratıyorum, benden başkasına ibâdet ediliyor, ben rızık veriyorum, benden başkasına şükrediliyor. 173Allah size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasına kesileni harâm etti. Kim darda kalır da saldırmaz ve haddi aşmazsa, ona günah yoktur. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. "Allah size ancak ölüyü haram etti” onu yemeyi ve ondan yararlanmayı, o da boğazlanmadan ölendir. Hadis diri hayvandan kesilen şeyi de ölü saymıştır. Örf ve adet balıkla çekirgeyi ölüden çıkarmıştır ya da şerîat istisna etmiştir. Bir şeyin aynına izafe edilen haramlık örfe göre onda mutlak olarak tasarrufun haram olduğunu ifade eder, ancak özel delille bazı şeyler bunun dışında kalır, Meselâ tabaklanmış deri gibi. "Kanı, domuz etini” özellikle etin belirtilmesi, hayvanda en çok yenilenin o olmasındandır, diğer kısımları ona tabidir. (Allah'tan başkasına kesileni de haram etti) yani put için kesilirken ses yükseltileni demektir. İhlal aslında hilali görmektir: Ehullül hilale ve ehleltuhu denir ki, hilali görmektir. Ancak görüldüğü zaman tekbir getirerek sesi yükseltmek adet olduğu için buna ihlal denilmiştir. Sonra başka şeye de olsa sesi yükseltmeye denilmiştir. (Kim darda kalır da saldırmazsa) başka darda kalanın aleyhine olarak hepsini kendi almazsa, demektir. Âsım, Ebû Amr ve Hamze, nûn'un kesri ile okumuşlardır. "Vela âdin” yaşayacak kadarını veya açlık sınırını aşmazsa, demektir. Şöyle de denilmiştir: Devlete karşı gelmez ve yol kesmezse, buna göre yolculuğunda isyan edene bundan yemek mubah olmaz. Şâfiî mezhebinin zahiri ve İmâm Ahmed'in görüşü de budur. "Ona günah yoktur” onu yemede. "Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır” yaptığını "çok merhametlidir” ona izin vermekle. Eğer: İnnema edâtı hükmün zikredilenlerle sınırlı olmasını gösterir, hâlbuki zikredilmeyen nice haramlar vardır, denilirse? Ben de şöyle derim: Maksat haramlığın zikredilenlerle sınırlanmasıdır, mutlak değildir ya da haramhğı normal şartlarladır. Sanki şöyle denilmiştir: Bunlar size darda kalmadığınız zaman haram edilmiştir. 174Allah'ın kitaptan indirdiği şeyleri gizleyip de onunla az bir değeri satın alanlar var ya, işte onlar karınlarına ancak ateş tıkarlar. Allah kıyâmet gününde onlarla konuşmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azâp vardır. "Allah'ın kitaptan indirdiği şeyleri gizleyip de onunla az bir değeri satın alanlar var ya” ivazan hakiren (önemsiz karşılık) demektir. "İşte onlar karınlarına ancak ateş tıkarlar” ya şimdi; çünkü onlar ateşle ilgili bir şey yiyorlardır; zira o şey ateşle azaba sebeptir, sanki ateş yemiş gibidirler. Şuna benzer: Kan içeyim eğer seni korkutup da üzerine Turna boyunlu, hoş kokulu bir kuma getirmezsem. Yani diyet alıp yiyeyim demek istiyor. Ya da gelecekte böyle olacaktır, yani kıyâmet gününde ateş yiyeceklerdir. "Fi butunihim” kavlinin manası karınlarının dolusu demektir. Çünkü ekele fî batnihi (karnını doyuruncaya kadar yedi) ekele fibadıhı (yarı karın yedi) demektir. Şu mısrada olduğu gibi: Yarı karın yiyin haramdan çekinirsiniz. "Allah kıyâmet gününde onlarla konuşmaz” bu da onlara gazabını ve mahrumiyetlerini îma etmektedir, bu arada rakipleri ikramlarda ve Allah’a yakın yerlerde olacaklardır. "Onları temize çıkarmaz” onları methetmez "onlar için pek acıklı bir azâp vardır” elîm mu'lem (can yakıcı) manasınadır. 175İşte onlar; doğru yola bedel sapıklığı ve bağışa bedel azâbı satın almışlardır. Ateşe ne de dayanıklıdırlar! "İşte onlar doğru yola bedel sapıklığı satın almışlardır” dünyada, "bağışa bedel azâbı” âhirette; bu da tamahlarından ve dünyevî çıkarlar yüzünden hakkı gizlemeleri sebebiyledir. (Ateşe ne de sabırlıdırlar!) bu da hâllerinin şaşkınlığım ifade etmektedir, çünkü hiç çekinmeden ateşi kazandıracak şeylere el atmışlardır. Mâ edâtı tammedir, mübtedâ olarak merfû’dur, tahsisi de: Şerrun eherre zanabın (İti ürüten büyük şer) kavlindeki gibidir (gizli azim, büyük sıfatı iledir). Ya da mâ edâtı istifhamiyedir, arkasındaki haberdir yahut mevsûledir, arkasındaki de sılasıdır, haber de mahzûftur. 176Sebebi şu ki, Allah, kitabı hak olarak indirmiştir. Kitapta ihtilafa düşenler elbette derin ayrılık içindedirler. "Sebebi şu ki, Allah kitabı hak olarak indirdi” yani bu azâp, Allah'ın kitabı hak ile indirdiği hâlde onu yalanlayarak veyahut gizleyerek reddetmelerindendir. "Ve innellezineh telefu filkitabi” bundaki lâm ya cins içindir, ihtilafları da Allah'ın kitaplarının bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmelerindendir. Ya da lâm ahd içindir, ondaki işâret de ya Tevrat'adır, ondaki ihtilafları da onu te'vil ederken doğru yoldan ayrılmalarıdır ya da geriye ters bir mana bırakmalarıdır, yani içindekini tahrif etmeleridir. Ya da işâret Kur'ân'adır, ondaki ihtilafları da sihirdir, uydurma sözdür, bir beşerin öğrettiği kelâmdır ve öncekilerin masallarıdır, demeleridir. "Elbette derin bir ayrılık içindedirler". Haktan çok uzak bir sapıklık içindedirler. 177Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Ancak iyilik; Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere îman edenin; sevdiği hâlde akrabalara, yetimlere, yoksullara, dilenenlere ve kölelere mal verenin; namazı kılanın, zekât verenin, söz verdikleri zaman sözlerini yerine getirenlerin; sıkıntıda, hastalıkta ve savaşta sabredenlerin iyiliğidir. İşte sadıklar onlardır ve işte takvaya erenler de onlardır. "Leysel birre en tüvellu vücuhekum kıbelel meşriki velmağribi". Birr her türlü beğenilen iştir. Hitap ehl-i kitabadır, çünkü onlar kıble meselesine çok takıldılar, sonunda kıble değiştirildi. Her grup birr kendi kıblesine yönelmek olduğunu iddia etti. Allah onları reddetti ve: İyilik sizin üzerinde bulunduğunuz şey değildir, çünkü o, mensuhtur. Ancak iyilik Allah'ın açıkladığı ve mü'minlerin tâbi olduğu şeydir, dedi. Şöyle de denilmiştir: Hitap geneldir, hem onlara hem de Müslümanlaradır, yani iyilik kıble işiyle sınırlı değildir, ya da büyük ve güzel iyilik onun yüzünden Allah'ın emrettiği şeylerden gâfil kaldığınız şey değildir. Hamze ile Âsım nasb ile elbirre okumuşlardır. (Ancak iyilik Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere îman edenin iyiliğidir). Yani önem verilmesi gereken iyilik, Allah'a îman edenin iyiliğidir yahut, iyilik sâhibi Allah'a îman edendir. Velakinnel bârre okuyanın kırâati da bunu destekler. Birincisi daha muvafık ve daha güzeldir. Kitaptan maksat cinstir yahut Kur'ân'dır. Nâfi' ile İbn Âmir şeddesiz olarak lakin ve ref' ile de elbirrü okumuşlardır. "Sevdiği hâlde mal verdi” yani malı sevdiği hâlde demektir, Çünkü aleyhisselâm Efendimiz, sadakanın hangisi efdaldir diye sorulunca: Sağlıklı, cimri, yaşamayı umuyor ve fakirlikten korkuyorken verdiğiniz sadakadır, buyurmuştur. Şöyle de denilmiştir: Hubbihi'deki zamir Allah'a yahut mastara râcidir, câr ile mecrûr da hâl yerindedir. "Akrabalara ve yetimlere” bundan onların muhtaçları murat edilmiştir. Böyle kayıtlamaması karışıklık endişesi olmadığı içindir. Akrabaları öne alması da onlara vermenin daha faziletli olmasındandır, nitekim aleyhisselâm Efendimiz: Miskine verdiğin sadaka bir sadakadır, akrabana verdiğin ise hem sadaka hem de sıla-i rahîmdir, demiştir. "Vel-mesakini” bu miskîn'in çoğuludur, o da ihtiyacın sakinleştirdiği kimsedir. Miskîn'in aslı devamlı sâkin durandır, miskîr'in devamlı sarhoş olduğu gibi. (Yolculara) sefer yapan demektir, ibnissebil (yol oğlu) denilmesi ilişkisindendir, nitekim yol kesene de ibn tarik (yolun oğlu) derler. Misafirdir de denilmiştir, çünkü yol onu misafir sâhibinin evine götürür. "Dilenenlere” ihtiyacın onları dilenmeye zorladığı kimsedir, aleyhisselâm Efendimiz: Dilenci atının üzerinde de gelse hakkı vardır, buyurmuştur. "Kölelere” kurtulmak isteyenlere yardım etmekle ya da esirleri salıvermekle veyahut azat etmek için köle satın almakla. "Namazı kıldı” farz namazı, "zekâtı verdi” bundan ve malı verdi kavlinden farz olan zekâtı kastetmek mümkündür. Ancak birincide demek istenen, sarf yerlerini açıklamaktır, ikinciden de onu vermektir. Birinciden nafile sadakaları yahut malda zekatın dışında lâzım gelen hakları murat etmek de ihtimal dahilindedir. Hadiste: Zekât bütün sadakaları kaldırdı, denilmiştir. (Söz verdikleri zaman sözlerini yerine getirenler) bu da âmene'ye ma’tûftur. "Vessabirine filbe'sai veddarrai” bunun da mensûbluğu medh üzerinedir (a'nî takdiri iledir). Atıf yapılmaması sabrın diğer amellerden üstün olmasındandır. Ezheri'den şöyle nakledilmiştir: Be'sa malda olur Meselâ fakirlik gibi; darra da canlarda olur Meselâ hastalık gibi. "Vehinelbe's” düşmanla savaşırken demektir. "İşte sadıklar onlardır” dinde, hakka tâbi olmada ve iyiliği aramada. "İşte takvaya erenler de onlardır” küfürden ve diğer rezaletlerden sakınanlar onlardır. Âyet gördüğün gibi insanî kemalatların hepsine açık veya zımnî olarak delâlet etmektedir. Çünkü onlar çok ve çeşitli dallara ayrıldığı için üç grupta toplanmıştır: İnanç sağlamlığı, güzel geçim ve nefsin ıslahı. Birinciye: Allah'a ve âhiret gününe... îman eden; ikinciye: Malı veren... Üçüncüye de: Namazı kılan... sözü ile işâret edilmiştir. Bunun içindir ki, bunların hepsini kendinde toplayana îman ve itikadından dolayı sadık; halkla iyi geçinmesinden ve Hakla iyi muamelesinden dolayı da takva sâhibi denilmiştir. Efendimiz aleyhisselâm da: Kim bu ayetle amel ederse, îmanını kemale erdirmiştir, sözüyle buna işâret etmiştir. 178Ey îman edenler, maktuller hakkında size kısas yazıldı: Hüre hür, köleye köle, dişiye dişi. Kim kardeşinden cüz'i bir şey affedilirse, örfe uymak ve ona güzelce ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra tecâvüz ederse, onun için çok acıklı bir azâp vardır. "Ey îman edenler, maktuller hakkında size kısas yazıldı: Hüre hür, köleye köle, dişiye dişi". Cahiliye döneminde iki Arap kabilesi arasında kan akarsa, biri de diğerinden daha güçlü olursa, yemin eder; Köleye karşı sizden hür, dişiye karşı da erkek öldüreceğiz, derlerdi. İslâm gelince Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in hakemliğine başvurdular, bunun üzerine âyet indi ve onlara eşit davranmalarını emretti. Bu, köleye karşılık hürün ve dişiye karşılık erkeğin öldürülmeyeceğine delâlet etmez, nitekim aksinede delâlet etmez. Çünkü mefhum-ı muhâlif hükmün özelliğinden başka bir gayenin olmadığı durum hakkındadır. Biz de gayeyi açıklamış durumdayız. Mâlik ile Şâfiî radıyallahü teâlâ anhüma kendine veya başkasına ait olsun köleye karşılık hürün öldürülmesini şundan dolayı men etmişlerdir, çünkü Hazret-i Ali radıyallahü anh şöyle rivâyet etmiştir: Bir adam kendi kölesini öldürünce, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ona dayak cezası verdi ve ona kısas yapmadı. Yine ondan rivâyete göre: Gayri Müslim vatandaşa karşı Müslüman ve köleye karşı da hür öldürülmez, buyurmuştur. Bir de Ebû Bekir ile Ömer radıyallahü anhuma ashâbın arasında köleye karşı hürü öldürmezlerdi, kimse de itiraz etmezdi. Bir de el kol kesmeye kıyas edilmiştir (hür kölenin kolunu keserse onunki de kesilmez, bunda ittifak vardır). Kim de buna delaletini kabul ederse, onun: "Cana can” (Maide: 45) kavliyle neshini iddia edemez. Çünkü bu, Tevrat'taki hükmün hikayesidir, Kur'ân'dakini nesh edemez. Hanefiler de kasten adam öldürmenin sonucu yalnız kısastır demişlerdir ki, zayıftır. Çünkü kati ve diyetteki muhayyerlikte vâcip olan şeye de vâciptir yahut yazılmıştır, denilebilir. Bunun içindir ki: Vaciple başkası arasındaki serbestlik onun vücubunu nesih değildir, demişlerdir. Malum kalıbı ile ketebe ve nasb ile elkısasa okunmuştur. Kur'ân'da gelen her fiil de böyle malum ve meçhul okunmuştur. "Kim kardeşi tarafından cüz'i bir şey affedilirse” aftan az bir şey demektir, çünkü afa fiili lâzımdır, faydası da kısmî affın kısası düşürmede tam af gibi olduğunu akla getirmesidir. Şöyle denilmiştir: Ufiye türike manasınadır, şey'ün de mef’ûlün bihtir, fakat bu görüş zayıftır, çünkü tereke manasına afeşşey'e sâbit olmamıştır, a'fahu sâbit olmuştur. Afa cani için de günah için de an ile geçişli kılınır, Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Afallahu ank” (Tevbe: 43) ve "afallahu anha” (Maide: 101). Günah için an ile geçişli kılmırsa, cani için de lâm ile geçişli kılınır, bu Âyette de öyledir. Sanki, kim kardeşi yani veli tarafından cinayetinden affedilirse, buyurmuştur. Aralarında cinsiyetten ve İslâm'dan gelen kardeşlik lâfzını zikretmesi, kalbinin yumuşaması ve ona acıması içindir. "Artık örfe uymak ve ona güzelce ödemek gerekir” yani felyekün ittibaun ya da elemrü ittibaun demektir (ittibaun ya mahzüf fiille merhıdur ya da mahzûf mübtedânın haberidir). Bundan maksat da affedene diyeti örfe uygun bir şekilde isteme, şiddet göstermeme ve affedilenin de diyeti güzellikle ödeme; savsaklamayıp kısmama tavsiyesidir. Bunda diyetin kasten adam öldürmenin bir sonucu olduğuna delil vardır. Yoksa mutlak afta ödeme emri sonucu çıkmazdı. Şâfiî'nin bu meselede iki görüşü vardır. "Bu” yani af ve diyet hakkında zikredilen hüküm, "Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir". Çünkü onda kolaylık ve fayda vardır. Şöyle denilmiştir: Yahûdîlere yalnız kısas yazıldı, Hıristiyanlara mutlak af yazıldı, bu ümmet de bu ikisi ile diyet arasında serbest bırakıldı; onlara kolaylık sağlanmak ve hükmü durumlarına göre takdir etmek için. "Kim bundan sonra tecâvüz ederse” affettikten ve diyeti aldıktan sonra "onun için çok acıklı bir azâp vardır” âhirette. Şöyle de denilmiştir: Dünyada kesin olarak öldürülmekle. Çünkü aleyhisselâm Efendimiz: Diyet aldıktan sonra öldüren kimseyi asla affetmem, buyurmuştur. 179Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır; Artık, Allah'a karşı gelmekten sakınırsınız. "Sizin için kısasta hayat vardır". Gayet fasih ve beliğ bir sözdür, çünkü bir şeyi zıddının yerine koymuştur. Kısası mâ'rife ve hayatı nekire yapmıştır ki, bu hükümde bir nevi büyük bir hayat olduğunu göstersin. Zira bunu bilmek katili adam öldürmekten men eder; bu da iki canın yaşamasına sebep olur. Bir de onlar katilden (suçludan) başkasını ve teke karşılık cemâati öldürürlerdi; bu da fitne çıkarırdı. Binâenaleyh katile kısas yapılırsa, ötekiler selamette kalır, bu da hepsinin yaşamasına sebep olur. Birinciye göre onda izmar vardır (veleküm fî şer'il kısası hayatün), ikinciye göre de tahsis vardır (yasirü Zâlike sebeben lihayatihim = yaşamalarına sebep olur). Şöyle de denilmiştir: Bundan murat edilen uhrevî hayattır; çünkü katilden dünyada kısas yapılırsa, âhirette ondan sorulmaz. Veleküm filkısası kavlinin hayat için iki haber olma ve birinin haber olup diğerinin sıla olma ya da onda gizli zamirden hâl olma ihtimali de vardır. "Filkasası” şeklinde de okunmuştur ki, size katlin hükmü ile ilgili olarak anlatılan şeyde yahut Kur'ân'da kalpler için hayat vardır, demek olur. "Ey akıl sahipleri” sağlam akıl sahipleri demektir, onlara seslenmesi, kısasta ruhları yaşatmak ve nefisleri muhafaza etmek gibi hükümler üzerinde düşünmeleri içindir. “Artık, Allah'a karşı gelmekten sakınırsınız.” kısası ve hükmünü sürdürmede ve ona itâat etmede. Ya da kısastan korunursunuz da adam öldürmekten çekinirsiniz. 180Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakmış ise ana babaya ve akrabalara meşru surette vasiyet etmek takva sahipleri üzerine bir hak olarak yazıldı. "Birinize ölüm geldiği zaman” yani sebepleri hazır olup da emareleri görüldüğü zaman "eğer bir hayır bırakmış ise” yani mal demektir. Şöyle de denilmiştir: Çok mal bırakmış ise, çünkü rivâyete göre Hazret-i Ali radıyallahü anh'in bir azatlısı vasiyet etmek istedi, onun da yedi yüz dirhemi vardı, onu men etti ve: Allahü teâlâ "eğer bir hayır bırakmış ise” buyurdu, hayır da çok maldır, dedi. Hazret-i Âişe radıyallahü anha'dan da şöyle rivâyet edilmiştir: Bir adam vasiyet etmek istedi, Hazret-i Âişe ona: Ne kadar malın var, dedi? O da: Üç bin, dedi. O da: Kaç ailen var, dedi. O da: Dört, dedi. O da: Allahü teâlâ "eğer bir hayır bırakmışsa” buyurdu, bu ise az maldır; onu ailene bırak, dedi. "Elvasiyyetü lelvalideyni velakrabiyn” bu da kütibe fiili ile merfû’dur, fiilinin müzekker olması aranın açılmasından ya da en yusıya veya eliysau te'vili iledir. Bunun içindir ki, "femen beddelehu” kavlinde ona râci zamiri müzekker kılmıştır. İza'nın âmili de kütibenin delâlet ettiği şeydir, vasiyet değildir, çünkü ondan önce geçmiştir. Şöyle de denilmiştir: Mübtedadır, haberi de lilvalideyni'dir, cümle de fe'nin ızmarı ile şartın cevabıdır. Şairin şu mısraında olduğu gibi: Kim iyilikler yaparsa Allah onu teşekküre şayan bulur. Bu ise, sahih olduğu takdirde bile zarurat-i şiiriyeden olmakla reddedilmiştir. Bu hüküm İslâm'ın başında böyle idi, miras âyetleriyle ve aleyhis-salâtü ves-selâm'ın: Şüphesiz Allah, her hak sâhibine hakkını verdi; bilin ki, mirasçıya vasiyet yoktur, kavli ile nesh edilmiştir. Bu görüşün de iyice incelenmesi lâzımdır, çünkü miras âyeti buna zıt değildir, bilâkis onu desteklemektedir, zira o, vasiyetin mutlak surette öne alınmasına delâlet eder. Hadis ise âhad türündendir; ümmetin ona hüsn-ü kabul göstermesi onu mütevatir derecesine çıkarmaz. Belki de vasiyeti Allahü teâlâ’nın ebeveyni ve akrabaları mirasçı kılma vasiyetini "Allah size vasiyet eder” (Nisa: 11) kavli ile ya da can çekişenin vasiyet edeceği şeyi temin etmeleriyle tefsir etmesi de bu endişeden kaçınmak içindir. "Meşru surette” adaletle demektir; zengin üstün kılınmamalı ve üçte bir miktarı aşılmamalıdır. "Hakkan alel müttakiyn” bu da te'kit eden bir mastardır, yani hukka Zâlike hakan demektir. 181Kim bunu işittikten sonra değiştirirse, onun günahı sadece onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici ve hakkıyla bilicidir. "Kim bunu değiştirirse” vâsılerden ve şahitlerden kim bunu bozarsa, "bunu işittikten sonra” yani kendisine ulaştıktan ve araştırdıktan sonra "günahı ancak değiştirenlerin üzerinedir” değiştirilen vasiyetin günahı ancak değiştirenin üzerinedir; çünkü hıyanet etmiş ve şerîata karşı gelmiştir. "Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici ve hakkıyla bilendir” onu haksız yere değiştiren için tehdittir. 182Kim vasiyet edenin haksızlığa meylinden veyahut günah işlemesinden korkar da onların aralarını bulursa, ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. (Kim vasiyet edenin haksızlığa meylinden korkar) yani bekler ve bilir de: Ehafu en türsiles semau (yağmurun yağmasından korkuyorum) sözündendir, Hamze, Kisâî, Ya'kûb ve Ebû Bekir şedde ile (muvassin) okumuşlardır. "Cenefen” vasiyette hata etmekle haktan sapmasından, "ev imsen” yahut kasten haksızlığa sapmasından korkar da "aralarını bulursa” onları şerîatın yoluna getirmekle vasiyet edilenlerin arasını bulursa, "ona bir günah yoktur". Bu değiştirmede, çünkü bu, bâtılı hakka çevirmedir; birincisi ise öyle değildir. "Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir” ıslah eden için vaattir. Bağışlamayı zikretmesi günaha karşılık olması ve fiilin de günah getirecek şey cinsinden olmasındandır. 183Ey îman edenler, oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi size de yazıldı ki, günahlardan korunasınız. "Ey îman edenler, oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi size de yazıldı” yani Âdem'den beri peygamberlere ve ümmetlere demektir. Bunda hükme te'kit, fiile teşvik ve nefsi tatmin vardır. Âyette geçen savm lügatte kendini gönlün çektiği şeyden tutmaktır. Şerîatta ise orucu bozan şeylerden gündüz boyu çekinmektir. Çünkü onların çoğu nefsin çektiği şeylerdir. "Günahlardan korunasınız diye” çünkü oruç günahların başlangıcı olan şehveti kırar. Nitekim aleyhisselâm Efendimiz: Evlenemeyen de oruç tutsun, çünkü oruç onun için bir engelleyicidir, buyurmuştur. Ya da onu ihlalden korunursunuz, çünkü o şerîatın esaslarından ve en eskilerindendir. 184Oruç sayılı günlerdir. Sizden kim hasta olur veyahut yolculukta bulunursa, diğer günlerde sayısınca oruç tutar. Ona zor dayananlara bir yoksul doyumu fidye vardır. Kim gönlünden gelerek bir hayır yaparsa bu, kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. (Oruç sayıh günlerdir) vakti sayılarla belirtilmiştir ya da az günlerdir. Çünkü az mal sayılır. Çoğu ise yığılır. Nasbi siyam lâfzı ile değildir, çünkü aralarına fasıla girmiştir; sumu (oruç tutun) fiilinin izmarı iledir, çünkü siyam ona delâlet etmektedir. Bu günlerden maksat da Ramazan ayıdır yahut ondan önce vâcip kılınıp da onunla neshedilendir; o da Aşure orucu ile her aydan üç gündür. Ya da eyyamen'in nasbi kema kütibe iledir, o zaman zarf olur, ya da biraz geniş tutularak kütibe aleyküm'in ikinci mef'ûlu olur. Şöyle de denilmiştir: Onların günleri sayısınca oruç tutun, çünkü rivâyete göre Ramazan orucu Hıristiyanlara farz kılındı. Çok soğuk veya çok sıcak mevsime rastladı; onu bahara çevirdiler ve çevirmelerinin kefareti olarak üzerine yirmi gün ilave ettiler. "Sizden kim hasta olur” oruç zarar verecek ve zor gelecek şekilde hasta olursa "yahut yolculukta olursa” yahut yolculuk omzuna binerse, demektir. Bunda şuna îma vardır ki, gün içerisinde sefere çıkan orucunu bozmaz. "Diğer günlerde sayısınca oruç tutar” yani hastalık günlerince yahut yolculuk günlerince, eğer orucunu bozmuş ise; şart, muzâf ve muzâfun ileyh bilindiği için hazfedilmiştir, Nasb ile de okunmuştur, yani fefyesum iddeten demektir. Bu da ruhsat yoluyladır (vâcip değildir). Vâcip olduğu da söylenmiştir, Zahirîler de bu görüştedir. Ebû Hureyre de böyle buyurmuştur. "Ona zor dayananlara” oruca zor dayananlara oruç tutmadıkları takdirde "bir yoksul doyumu fidye vardır” bu da yarım sa' (bir ölçek) buğday ve diğerlerinden de bir sa'dır, bu da Irak fakihlerine göredir. Hicaz fakihlerine göre ise bir müd'dir (bir ölçek). Onlara önce buna müsaade edildi, çünkü oruç tutmaları emredilmiş ve onlara zor gelmişti. Zira böyle şeylere alışık değillerdi. Sonra nesh edildi. Nâfi', İbn Amr de Zekvan rivâyetinde fidyeyi taama izafe ederek ve cemi siygasıyla mesakîn; İbn Âmir Hişâm rivâyetinde de fidyeyi taama izafe etmeden mesakîn okumuştur. Diğerleri ise izafetsiz ve tekil olarak miskin okumuşlardır. Yutavvekunehu şeklinde de okunmuştur ki, onunla mükellef olanlar ve onu boyunlarına alanlara vardır demektir, takat manasına tavktan yahut gerdanlık takmaktan gelir. Yetetavvekunehu da okunmuştur ki, onunla mükellef olanlar yahut onu boyunlarına takanlar demek olur. İdgamla yuttavvekunehu, yutayyekunehu ve yetetayyekune de okumuşlardır ki, asılları yutayvekunehu ve yütetayvekunehu'dur. Feyale ve tefeyale'den gelir ki, yetetayyekunehu manasınadır. Bu okunuşlara göre üçüncü bir manaya daha gelebilir ki, o da orucun yorduğu ve zorladığı kimseler için ruhsattır. Onlar da ihtiyar erkekler ve yaşlı kadınlardır. Bunlar için oruç tutmayıp fidye vermeye izin vardır, bu da böylece sâbit olur. Meşhur kurralar da böyle te'vil etmişlerdir yani orucu zar zor tutanlar demektir. "Kim gönlünden gelerek bir hayır yaparsa” fidyeyi artırırsa "o” gönlünden gelen şey veya hayır "kendisi için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız” ey zor dayananlar yahut tutmamasına izin verilenler, demektir ki, o zaman bunun altına hastalar ve yolcular da girer "sizin için daha hayırlıdır” fidyeden yahut gönüllü hayır işlemekten yahut ikisinden ve kaza için tehir etmekten. "Eğer bilirseniz” oruçtaki fazileti ve sorumluluktan kurtulmayı. Cevabı mahzûftur, ona da az önce geçen delâlet etmektedir ki, îhtertumuhu'dur (onu tercih ederdiniz demektir). Manası şöyledir de denilmiştir: Eğer ilim ve fikir adamı iseniz orucun sizin için bundan daha hayırlı olduğunu bilirsiniz. 185O Ramazan ayıdır ki, Kur'ân insanları irşat için ve hak ile bâtılı ayırmanın açık delilleri olarak onda indirilmiştir. Kim içinizden o aya erişirse, orucunu tutsun. Kim de hasta veyahut seferde olursa, diğer günlerde sayısınca oruç tutar. Allah size kolaylık istiyor, size zorluk istemiyor. (Bunu istemesi) sayıyı tamamlamanız ve sizi ilettiği şeye karşı Allah'ı yüceltmeniz içindir ki, şükredesiniz diye. "Şehrü ramadâne” mübteda’dır, haberi arkadan gelendir, yahut mahzûf mübtedanın haberidir, takdiri, zaliküm şehrü ramadane'dir. Ya da muzâfm hazfi ile sıyam'dan bedeldir, yani kütibe aleykümüs sıyamu sıyamü şehri ramadane demektir. Sumu izmar ederek yahut veen tesumu'nûn mef'ulü olarak nasb ile (şehre) de okunmuştur. Bu da zayıftır. Ya da eyyamen madudat'tan bedeldir. Şehr şöhretten gelir. Ramadan ramida'nın mastarıdır ki, yanmak manasınadır. Şehr ona muzâf olmuş ve özel isim yapılmıştır. Âlem ve elif nûn'dan dolayı da gayri munsarif olmuştur, tıpkı karganın özel ismi olan ibn de'ye'deki de'ye gibi, Âlem ve müennes olduğu için gayri munsarif olmuştur. Efendimizin: Men same ramadane demesi ise muzâfm hazfine göredir, çünkü karışıklık endişesi yoktur. Ona bu ismin verilmesi onda açlık ve susuzluktan yanmalarındandır yahut onda günahların yanmasındandır yahut ayların adlarını eski dilden çevirirken sıcak günlere rastlamasındandır. "Kur'ân onda indirildi” yani indirilmesi onda başladı, o da Kâdir gecesi idi. Yahut onda toptan dünya göğüne indirildi, sonra parça parça yere indirüdi. Yahut onun hakkında Kur'ân indirildi demektir, o da oruç size yazıldı ayetidir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İbrâhîm'in suhufu Ramazan'ın ilk gecesinde indirildi, Tevrat altısında, İncil on üçünde, Kur'ân da yirmi dördünde indirildi. Mevsûl sılasıyla beraber (ellezi ünzile) mübtedanın haberidir yahut sıfatıdır, haber de femen şehide'dir, fe de mübtedanın şart manasını içermesindendir. Bunda şunu bildirme vardır ki, onda indirilme orucun özellikle onda tutulmasına sebep olmuştur. "Hüden linnasi ve beyyinatin minel hüda vel-Furkân” ikisi de Kur'ân'dan hâl’dir, yani indirildi, o mu'cize olmasıyla insanlar için hidâyettir, açık âyetlerdir, insanları hakka götürür, içindeki hikmetler ve hükümlerle hakla bâtılı ayırır. "Femen şehide minkümüş şehre felyesumhu” kim onda hazır olur da yolcu olmazsa onda oruç tutsun. Aslı femen şehide fihi'dir ancak ta'zîm için zâhir isim (şehr) zamirin yerine konulmuştur. Nasbi da zarfiyet ve harfi çerin hazfi iledir. İkinci zamir de mecazen mensûb olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Sizden kim ayın hilaline şâhit olursa onu oruç tutsun. O zaman mef’ûlünbih olur, şehittül cum'ate'de olduğu gibi ki, salateha demektir. "Kim de hasta olur veya seferde bulunursa, diğer günlerde sayısınca oruç tutar” geçen hükmü tahsis etmektedir, çünkü yolcu da hasta da ayı görenlerdendir. Belki de tekrar edilmesi bunun içindir ya da neshedilmiş olması akla gelmemesi içindir, nitekim az önceki âyet (ve alel lezine yutıykunehu) neshedilmiştir. "Allah size kolaylık istiyor, size zorluk istemiyor” yani size kolaylaştırmak istiyor, zorlaştırmak istemiyor. Bunun içindir ki, yolculukta ve hastalıkta oruç tutmamayı mubah kılmıştır. “Sayıyı tamamlamanız, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah'ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir”. Bunlar mahzûf fiilin illetleridir, mâ-kabli de onu göstermektedir yani bu anlatılanların hepsi sizin için meşru kılınmıştır, onlar da şunlardır: Şâhit olanın ayı oruç tutması, kaza yapmasına izin verilenler, tutmadığı günler sayısınca oruç tutmak ve zorluk çekenlere kolaylık sağlanması, bütün bunlar sayıyı tamamlamanız içindir, bu da sırasıyla anlatılmıştır. Çünkü tamamlamak ifadesi sayı sebebiyledir, Allah'ı yüceltmek kaza emrinin ve nasıl yapılacağının illetidir.” teşkürûne” de müsaadenin ve kolaylaştırmanın illetidir. Ya da bunlar çeşitli fiillerin illetleridir, bunlardan her biri de kendi fiilinin illetidir. Ya da bunlar mukadder bir illete ma’tûftur, Meselâ size kolaylık sağlaması yani yaptığınızı bilmeniz ve sayıyı tamam etmeniz gibi. Yüsr'ün üzerine atfı da câizdir ki, yüridü bi-küm li-tükmilu demek olur, tıpkı "yüridune li-yutfiu” (Saf: 8) âyetinde olduğu gibi. Mana da şöyledir: Allah'ı tekbir ederek onu hamdü sena ile yüceltmenizi istiyor. Bunun Ramazan bayramı günündeki tekbir olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Bu, hilal görüldüğü zaman getirilen tekbirdir. Mâ edatının da mastar ya da mevsûl olma ihtimali de vardır, yani sizi hidâyet ettiği şeye uymanız için demek olur. Ebû Bekir rivâyetinde Âsım'dan şedde ile velitükemmilu okuduğu da rivâyet edilmiştir. 186Kullarım sana beni sorarlarsa, şüphesiz ben yakınımdır. Dua edenin dua ettiği zaman duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da bana icabet etsinler ve bana îman etsinler ki, böylece doğru yolu bulmuş olsunlar. "Kullarım sana beni sorarlarsa, şüphesiz ben yakınımdır” yani de ki: Ben yakınımdır. Bu, kulların işlerini ve sözlerini eksiksiz şekilde bilmesinin ve hâllerinden en yakınlarındaki biri gibi haberdar olmasının temsilidir. Rivâyete göre bir bedevînin, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e: Rabbimiz yakın mıdır ki, ona fısıldayalım yoksa uzak mıdır, ona seslenelim, demesi üzerine inmiştir. "Dua edenin dua ettiği zaman duasına icabet ederim” yakınlığı akıllara yerleştirmekte ve dua edene icabet edeceğine vaattir. "Öyleyse onlar da bana icabet etsinler” onları îmana ve taâta çağırdığım zaman, nitekim mühim işleri için bana dua ettikleri zaman da onlara icabet ediyorum. "Ve bana îman etsinler” îmanda devam ve sebat etmeleri için emirdir. (böylece doğru yolu bulmuş olsunlar.) rüşdü yakalamayı ümit ederek yapsınlar, o da hakkı elde etmektir. Şin'in fethi ve kesri ile de okunmuştur. Bil ki, Allahü teâlâ onlara ….ayın orucunu tutmalarını ve sayıya dikkat etmelerini emredip de onları tekbir ve şükür görevlerini yerine getirmeye teşvik edince, arkasından bu âyeti getirdi. Bu da te'kit ve teşvik olarak Allahü teâlâ’nın kendilerinin hâllerini bildiğini, sözlerini işittiğini, dualarını kabul ettiğini ve onları amellerine göre cezalandıracağım bildirmektedir. Sonra da orucun hükümlerini beyan etmek üzere şöyle dedi: 187Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için libastır. Siz de onlar için libassınız. Allah kendi nefislerinize hiyanet ettiğinizi bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi affetti. Artık şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın size yazdığını arayın. Şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra da orucu geceye kadar tamamlayın. Mescitlerde ibâdete çekilmişken onlara (kadınlara) yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, onlara yaklaşmayın. Böylece Allah âyetlerini insanlara açıklamaktadır ki, korunsunlar diye. (Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı). Rivâyete göre Müslümanlar akşamladıkları zaman onlara yatsıyı kılıncaya kadar ya da uyuyuncaya kadar yeme, içme ve cima helâl edilmişti. Sonra Hazret-i Ömer radıyallahü anh namazdan sonra ailesine yaklaştı; buna da pişman oldu. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e gelip özür diledi. Bazı adamlar da kalktılar, yatsıdan sonra öyle şeyler yaptıklarını itiraf ettiler. O zaman bu âyet indi. Oruç gecesi sabahında oruçlu olacakları gece demektir. Refes cimadan kinayedir, çünkü cima nerede ise onsuz olmaz. O da kapalı konuşulacak şeyleri açıkça söylemektir. Refes "ilâ” edâtı ile geçişli kılınmıştır, çünkü onda yanaşmak manası vardır. Burada onun tercih edilmesi irtikâp ettikleri şeyi çirkin göstermek içindir. Bunun içindir ki, ona hiyanet adını vermiştir. Rufus şeklinde de okunmuştur. "Onlar sizin için libastır, siz de onlar için libassınız". Yeni söz başıdır, cimaı helâl etmenin gerekçesini bildirmektedir. O da kadınlara karşı sabır göstermenin ve onlardan uzak durmanın zorluğudur. Çünkü onlarla temas ve ilişki ileri derecededir. Kadınla erkek yatakta boyun boyuna yattıkları ve birbirlerini sardıkları için elbiseye benzetilmiştir. Şâir Ca'dî şöyle demiştir: Yatak arkadaşı kadının boynunu büktüğü zaman, O da bükülür ve erkeğe libas olur. Ya da her biri arkadaşının durumunu örttüğü ve onu kötü şeylerden men ettiği içindir. "Allah kendi nefislerinize hiyanet ettiğinizi bildi". Nefislerinizi azaba maruz bırakmak ve sevap hissesini düşürmekle onlara zulmettiğinizi bildi. İhtiyân kalıbı hiyanetten daha mubalâgalıdır, tıpkı iktisab’ın kesb'ten mubalâgalı olduğu gibi. "Tevbenizi kabul etti” irtikâp ettiğiniz şeyden tevbe ettiğiniz zaman "ve sizi affetti” izini üzerinizden sildi. "Artık onlara yaklaşın” çünkü haramlık kaldırılmıştır. Bunda sünnetin Kur'ân ile neshin cevazına delil vardır. Mübaşeret de deriyi deriye dokundurmaktır, bu da cimadan kinayedir. "Allah'ın size yazdığını arayın” size takdir ettiğini ve Levh-i Mabfuz'da tespit ettiği evladı arayın. Mana da şöyledir: Yaklaşmanın gayesi çocuk kazanmak olmalıdır, çünkü şehveti yaratmaktan ve nikahı meşru kılmaktan maksat odur, ihtiyacı görmek değildir. Şöyle de denilmiştir: Burada azlden (suyu harice dökmekten) menedilmiştir. Arkadan gelme de men edilmiştir, denilmiştir, takdiri şöyledir: Allah'ın size yazdığı mahalli arayın. (Şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar yiyin, için). Şafaktan ufka yayılan ilk görünen şey ve onunla beraber gecenin karanlığından uzanan şey beyaz ve siyah iki ipliğe benzetilmiştir. Minelfecr demekle beyaz iplikle yetinilip siyah iplikten bahsedilmemesi, anlaşıldığı içindir. Böyle (minelfecr) demekle istiareden temsile çıkılmıştır. "Min"in ba'z manasına gelmesi de câizdir, çünkü görünen şey şafağın bir kısmıdır. Rivâyete göre âyet inmişti, içinde minelfecr kaydı yoktu. Bunun üzerine bazı adamlar yanlarına siyah ve beyaz iki iplik aldılar. Bunlar belli oluncaya kadar yiyip içtiler. Bunun üzerine bu kayıt indi. Eğer bu rivâyet doğru ise belki de Ramazan girmeden önce idi. Beyanın ihtiyaç anına kadar tehiri câizdir. Önce ictihad ederek bilmeleriyle yetinilmiş, sonra da bazılarına karışık geldiği için açıklanmıştır. Kadınlara yaklaşmanın sabaha kadar câiz olmasında guslü tehir etmenin ve cünüp olarak sabahlamanın câiz olduğuna delâlet vardır. "Sonra da orucu geceye kadar tamamlayın” orucun son vaktini açıklamakta, gecenin oruca dahil olmadığını bildirmekte ve visal orucunu men etmektedir. (Mescitlerde ibâdete çekilmişken onlara (kadınlara) yaklaşmayın). Oralarda itikaf ederken, itikaf da ibâdet kastıyla mescitte kalmaktır. Mübaşeretten murat edilen de cinsel ilişkidir. Katade'den şöyle rivâyet edilmiştir: Adam itikaf ederdi, karısına çıkar ona dokunurdu, sonra da dönerdi. Bundan men edildiler. Bunda itikafın mescitte olacağına, özel mescit aranmayacağına ve onda cinsel ilişkinin haram olup onu bozacağına delil vardır. Çünkü ibâdetlerde men edilen şey nu ifsat eder. "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır” yani zikredilen hükümler demektir. "Bunlara yaklaşmayın". Hak ile bâtılı ayıran çizgiye yaklaşmayı men etmektedir, kaldı ki, aşmasını! Nitekim aleyhisselâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Her kralın bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Binâenaleyh kim koruluğun etrafında davarını otlatırsa, içine girme ihtimali vardır. Bu (yaklaşmayın) kavli aşmayın kavlinden daha mubalâgalıdır. Allah'ın sınırından haramları ve yasakları murat etmesi de câizdir. "Bunun gibi de” bu açıklama gibi de "Allah âyetlerini insanlara açıklar kii korunsunlar diye” emir ve yasaklara muhalefet etmekten. 188Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin; insanlardan bir kısmının mallarını günahla yemek için bilip dururken onları hakimlere aktarmayın. "Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin” yani bazınız bazınızın malını Allahü teâlâ’nın mubah etmediği yolla yemesin, demektir. Beyne zarf yahut hâl olarak mensûbtur. "Ve tüdlu biha ilelhükkâmi” yasaklanan şeye atıftır ya da gizli en ile mensûbtur. İdlâ da atmaktır ki, kararını hakimlere bırakmayın demektir, "yemeniz için” hakimlere başvurmakla "ferikan” bir kısmını "halkın mallarından günahla” günahı mûcip şeylerle demektir, Meselâ yalancı şahitliği, yalan yeminle veyahut günaha bulaşarak demektir. "Bilip dururken” haksız olduğunuzu, çünkü günahı bilerek irtikâp etmek daha çirkindir. Rivâyete göre Abdan el - Hadrami, İmruulkays el - Kindi'de bir parça toprak alacağı olduğunu iddia etti, belgesi de yoktu. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, İmruulkays'in yemin etmesine karar verdi; o da yemin etmek istedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: "Şüphesiz Allah,'a verdikleri sözleri ve yeminleri az pahaya satanlar...” (Al-i İmran: 77) ayetini okudu. O da yemin etmekten çekindi ve araziyi Abdan'a teslim etti. Âyet bunun üzerine indi. Bu, kadı'nın kararının bâtmen (arka planda) geçerli olmayacağına delildir. Aleyhisselâm Efendimizin şu sözü de bunu teyit eder: Ben de bir insanım, bana davaya geliyorsunuz, bazen biriniz daha dilbaz oluyor ve delilini daha açık sunuyor. Ben de dinlediğime göre onun lehine karar veriyorum. Kime din kardeşinin bir hakkını vermiş isem o bir parça ateştir; artık onu ister alsın isterse terk etsin. 189Sana hilalleri sorarlar; de ki: Onlar insanlar ve hac için vakit ölçüleridir. Evlere arkalarından gelmek iyilik değildir. Ancak iyilik sakınan kimsenin iyiliğidir. Evlere kapılarından gelin. Allah'tan korkun ki, kurtulasınız. "Sana hilâllerden sorarlar” bunu Muaz bin Cebel ile Salebe bin Ganem sordular: Hilal neden ip gibi ince doğar da sonra büyür, tepsi gibi olur, sonra da küçülür eski hâline döner, dediler? "De ki, onlar insanlar ve hac için vakit ölçüleridir". Yani onlar ayın değişmesindeki hikmetten ve durumunun değişmesinden sordular; Allah şöyle cevap vermesini emretti. Bundaki hikmet onun insanlar için alametler olmasıdır, ona bakarak işlerin vakitlerini, vakitlere bağlı olan ibâdetlerin alametlerini bilirler. Özellikle hac için buna büyük ihtiyaç vardır. Çünkü vakit eda ve kaza için önemlidir. Mevakît kelimesi mikat’ın çoğuludur, vakt'ten gelir. Onunla müddet ve zaman arasında şu fark vardır: Müddet mutlaktır, gök çarkının başlangıcından sonuna kadar uzamasını ifade eder. Zaman bölünmüş müddettir. Vakit de bir şey için belirlenen zamandır. "Evlere arkalarından gelmek iyilik (birr) değildir". Ebû Amr. Verş ve Hafs be'nin zammı ile (büyute), diğerleri ise kesri ile (biyute) okumuşlardır. "Ancak iyilik Allah'tan korkanın iyiliğidir.” Nâfi' ile İbn Âmir şeddesiz velâkin okumuşlardır. Ensâr hac için ihrama girdikleri zaman ne evlere ne de çadırlara kapısından girmezlerdi, arkasındaki bir delikten yahut bir aralıktan girerlerdi. Bunu da iyilik sayarlardı. Allah onlara bunun iyilik olmadığını; asıl iyiliğin haramlardan ve şehvetlerden sakınanın iyiliği olduğunu bildirdi. Öncesiyle bunun münasebeti şöyledir: Onlar bu iki durumu sormuşlardı yahut hilallerin haccın vakitleri olduğu zikredilince, bu da onların hac işlerinden olunca, bilmünasebe zikretti. Ya da onlar kendilerini faydası olmayan ve peygamberlik işi ile alâkası bulunmayan şeyden sorup da asıl kendilerini ilgilendiren ve peygamberlikle yakından ilişkisi olan şeyden sormayınca, hemen arkasından sordukları şeyin cevabını verdi. Bundan da bu gibi şeyleri sormalarına ve bunları bilmeye önem vermelerine dikkatlerini çekmek istedi. Ya da böyle ters soru sormalarına bir misal getirmiş ve onları evin kapısını bırakıp da arkasından girenlere benzetmiştir. Mana da şöyledir: İyilik böyle ters sorular sormak değildir; ancak iyilik Allah'tan korkanın ve bu gibi şeye cesaret etmeyenin iyiliğidir. "Evlere kapılarından gelin” zira bundan sapmada iyilik yoktur; öyleyse işlere olur tarafından yaklaşın. "Allah'tan korkun” hükümlerini bozmada ve yaptıklarına itiraz etmede. "ki, kurtulasınız” hidâyeti ve iyiliği elde edersiniz. 190Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın. Aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez. "Allah yolunda savaşın” Allah'ın kelimesini yüceltmek ve dinini azîz etmek için cihâd edin, "sizinle savaşanlarla". Şöyle denilmiştir: Bu, savaşanlar ve direnenler olsun bütün müşriklerle savaşma emrinden önce idi. Bunun manası şöyledir de denilmiştir: Size düşmanca davrananlara ve kendilerinden böyle şeyler beklenenlerle. İhtiyarlar, çocuklar, rahipler ve kadınlarla değil. Ya da bütün kâfirlerle demektir, çünkü onlar da Müslümanlarla savaş pozisyonunda ve kastında demektir. Birinci görüşü şu hadise destekler, müşrikler Hûdeybiye seferinde Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i geri çevirdiler, onunla ertesi yıl gelmek üzere barış yaptılar. Şehri üç gün boşaltacaklardı. Zamanı gelince Efendimiz umreyi kaza etmek üzere döndü. Müslümanlar müşriklerin sözlerini tutmayarak haremde yahut haram ayda savaşacaklarından korktular ve bunu istemediler. Âyet de bunun üzerine indi. "Aşırı gitmeyin” savaşı başlatmakla yahut aman alanlarla yahut haber vermeden ansızın saldırmakla yahut işkence yapmakla veyahut öldürmekten men edildiğiniz kimseleri öldürmekle. "Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez” onlardan hayır beklemez. 191Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden onları da çıkarın. Fitne adam öldürmekten beterdir. Mescid-i harâm'ın yanında sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Eğer sizinle savaşırlarsa, onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir. (Onları nerede yakalarsanız öldürün) helâl veya haram bölgede. Sakf'in aslı bir şeye teorik veya pratik olarak ustaca yaklaşmaktır. İçinde yenmek manası vardır, bunun içindir ki, onda kullanılmıştır. Şâir şöyle demiştir: Eğer beni yakalarsanız hemen öldürün; Ben de kimi yakalarsam onu yaşatmam. "Sizi çıkardıkları yerden onları da çıkarın” Yani Mekke'den demektir, zaten bu da fetih gününde yapıldı. "Fitne adam öldürmekten beterdir” insanın başının dara düşmesi, Meselâ vatandan çıkarılması gibi şeyler öldürülmekten daha beterdir; çünkü ıstırap ve acısı süreklidir. Şöyle de denilmiştir: Onların haremde şirkleri ve sizleri ondan çevirmeleri sizin onları orada öldürmenizden daha beterdir. "Mescidi- Haram'ın yanında sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın” onları öldürmek ve Mescid-i harâm'ın saygınlığını zedelemekle onlara ansızın savaş açmayın. "Eğer sizinle savaşırlarsa onları öldürün” onları öldürmekten çekinmeyin, çünkü onun saygınlığını zedeleyen onlardır. Hamze ile Kisâî vela taktuluhum hatta yaktuluküm fein kateluküm okumuşlardır ki, manası: Bazılarınızı öldürürlerse demektir, Meselâ: Bizi Esed oğulları öldürdü denir ki, bazıları öldürdü demektir. "İşte kâfirlerin cezası böyledir” cezaları bu şekildedir, onlara da yaptıklarının aynısı yapılır. 192Eğer savaşa son verirlerse, şüphesiz Allah gafûrdur, rahîmdir. "Eğer son verirlerse” savaşa ve küfre "şüphesiz Allah gafûrdur, rahîmdir” geçmiş günahlarını bağışlar. 193Fitne kalmayıncaya ve din Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer son verirlerse, zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur. "Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın” şirk kalmayıncaya "ve din Allah'ın oluncaya kadar". İçinde şeytanın hissesi olmayacak şekilde sırf ona ait oluncaya kadar. "Eğer son verirlerse” şirke "zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur” yani bunlara son verenlere saldıramayın, çünkü zulmedenden başkasına zulmetmek güzel değildir. Böylece illeti hükmün yerine koydu, zulmün karşılığına da benzemesi için zulüm denildi. Meselâ "femeni'teda aleyküm fâ'tedu aleyhi” (Bakara: 194) kavli gibi. Ya da şöyledir: İnneküm in taarattüm lümüntehine sırtüm zâlimin ve yen'akisül emrü aleyküm (onlara saldırırsanız zâlimler olursunuz, durum da size ters döner). Birinci fe takip, ikincisi de ceza içindir. 194Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, size saldırdığı kadar siz de ona saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah takva sahipleri ile beraberdir. "Haram ay haram aya karşılıktır” müşrikler Müslümanlarla Hûdeybiye seferinde zilkade ayında savaştılar. Ertesi yıl umretül kaza'ya çıkışları da ona rastladı. Haram olduğu için onda savaşmak istemediler. Onlara şöyle denildi: Bu ay ona karşılıktır, ihlal edilmesi de onun ihlaline karşılıktır; Binâenaleyh sizin için bir mesele yoktur. "Hürmetler karşılıklıdır” karşı delildir, yani hürmet edilmesi gereken her şeyde kısas cereyan eder. Onlar sizi çevirmekle haram ayınıza saygısızlık edince, siz de onlara aynısını yapın ve şehirlerine zorla girin, eğer sizinle savaşırlarsa, onları öldürün. Nitekim: "Eğer size saldırırlarsa, siz de saldırdıkları gibi onlara saldırın” buyurmuştur. Bu da takririn özeti gibidir. "Allah'tan korkun” intikâm almada ve size müsaade edilmeyen şeye saldırmayın. "Bilin ki, Allah takva sahipleri ile beraberdir” onları korur ve durumlarım düzeltir. 195Allah yolunda harcayın. Kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin; şüphesiz Allah iyilik edenleri sever. "Allah yolunda harcayın” elinizi sıkı tutmayın (kendinizi tehlikeye atmayın). İsraf ederek, geçim sebeplerinizi heder ederek yahut gazadan ve ona harcamaktan yüz çevirerek. Çünkü bu, düşmanı güçlendirir ve sizi helâk etmek için üzerinize saldırtır. Ebû Eyyub el - Ensârî'den rivâyet edilen şey de bunu destekler, o şöyle buyurmuştur: Allah İslâm'ı azîz (gâlip) eyleyip de mensupları çoğalınca, bizler ailelerimizin ve mallarımızın yanına döndük, onlara baktık ve onların işlerini görmeye çalıştık. İşte o zaman bu âyet indi. Ya da tutmak ve mal sevgisiyle kendinizi tehlikeye atmayın, demektir; çünkü bu ebedî helake götürür. Bunun içindir ki, cimriliğe helâk denilmiştir. Helâk aslında bir şeyin bozulmada son noktasına ulaşmasıdır. İlka da bir şeyi atmaktır, alâ ile geçişli kılınması da varmak manasını içerdiği içindir, be de zâittir. Ellerden maksat da nefislerdir. Tehlüke, helâk ve hülk birdir, o da tadurre ve tesürre gibi mastardır. Kendinizi tehlikeye atmayın, demektir. Manası şöyledir de denilmiştir: Onu ellerinizden tutturmayın (sonra kolunuzu alamazsınız) ya da vela tülku enfüseküm ileyha (nefislerinizi ellerinizle ona atmayın). O zaman mef'ûl hazfedilmiş olur. "Ahsinu” amellerinizi ve ahlaklarınızı güzelleştirin ya da muhtaçlara iyilik edin, demektir. "Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever 196Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer engellenirseniz kolayınıza gelen kurbanı yollayın. Kurban, yerine erişinceye kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden kim hasta veya başından rahatsız olursa, ona oruçtan yahut sadakadan veyahut kurbandan fidye vardır. Emin olduğunuz vakit kim hacca kadar umre ile faydalanırsa, kolayına gelen kurbandan kesmek vâcip olur. Kim de bunu bulamazsa, haçta üç, döndüğü zaman da yedi gün oruç tutar. Bunlar tam on gündür. Bu, ailesi Mescid-i harâm'da ikamet etmeyen içindir. Allah'tan korkun. Bilin ki, Allah'ın azâbı şiddetlidir. "Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın". Onları tam, merasimlerini eksiksiz ve Allah, rızâsı için yapın. Bu da bu duruma göre onların vâcip olduklarını gösterir. Ve ekimül hacca velumrete lillah okuyanın kırâati da bunu teyit eder. Cabir'den rivâyet edilen, ya Resûlallah, umre de hac gibi vâcip midir, denildi? O da: Hayır, ancak umre yapman senin için hayırlıdır, hadisi şu rivâyetle çelişiktir: Bir adam Hazret-i Ömer'e: Ben hac ile umrenin kendime yazılmış olduğunu gördüm, ikisine birden ihrama girdim, dedi. O da: Peygamberinin sünnetini yakalamışsın, dedi. Şöyle denemez: O adam, onları yazılmış buldum sözünü: İkisine birden ihrama girdim, sözü ile tefsir etti; vacipliğinin sebebi onlar için ihrama girmesi olabilir. Çünkü o, buldum demekle ihrama girme sonucunu çıkarmıştır, denemez. Bu da bunun (yazılı olduğunu gördüm ifadesinin) ihrama girme sebebi olduğunu gösterir, aksini göstermez. Şöyle de denilmiştir: O ikisini tamamlamak, onlar için hemen evinden çıkarken ihrama girmektir yahut her biri için ayrı bir sefer yapmaktır yahut kendisini o ikisine verip başka dünyevî maksat karıştırmamaktır ya da nafakanın helâl olmasıdır. (Eğer engellenirseniz) eğer sizi men ederlerse, hasarahul adüvvü denir ki, düşman ilerlemesine mani olmaktır, saddahu ve esaddehu da onun gibidir. Maksat İmâm-ı Mâlik ile Şâfiî'ye göre - Allah bu ikisine rahmet etsin - düşmanın mani olmasıdır, çünkü Allahü teâlâ: "Emin olduğunuz vakit” (Bakara: 196) buyurmuştur. Bir de bu, Hûdeybiye seferinde inmiştir, İbn Abbâs radıyallahü teâlâ anhüma da: Düşmanın mani olmasından başka mani yoktur, buyurmuştur. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh'e göre ise düşman yahut hastalık vb. gibi her türlü manidir. Çünkü rivâyete göre aleyhissalam Efendimiz: Kimin bir yeri kırılır veya topal olursa, ertesi yıl haccetmesi gerekir, buyurmuştur. Bu da zayıftır, çünkü bunda ihramdan çıkmayı şart etmesi lâzımdır; zira aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz Zübeyr'in kızı Dubaa'ya: Haccet ve: Allah'ım, beni nerede engellersen orada ihramdan çıkarım diye şart koş, buyurmuştur. "Kolayınıza gelen kurbanı yollayın” kolayınıza geleni kesmeniz lâzımdır yahut size vâcip olan kolayınıza gelen kurbanı kesmektir yahut kolayınıza gelen kurbanı gönderin, Mana da şöyledir: Eğer ihrama giren kimse engellenir de ihramdan çıkmak isterse, deve yahut sığır veyahut koyundan hangisi kolayına gelirse bunu göndermesi gerekir. Çoğunluğa göre bunu mahsur kaldığı yerde yapar. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz Hûdeybiye'de kurbanını kesti, orası da helâl bölge idi. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh'e göre onu gönderir ve kurbanı götüren kimse için belli bir gün tasarlar. O gün gelip de kestiğini zannederse ihramdan çıkar. Çünkü Allahü teâlâ: "Kurban yerine erişinceye kadar başlarınızı tıraş etmeyin” buyurmuştur. Yani gönderilen kurban, kesileceği yere ulaşıncaya kadar tıraş etmeyin demektir. Öncekiler de kurbanın yerine ulaşmasını helâl veya haram bölgede kesilmesi helâl olan yerde boğazlanmasına vermişlerdir. Kurbanla yetinilmesi kazasının olmadığına delildir. Ebû Hanîfe ise: Kazası vâciptir, buyurmuştur. Âyette geçen mahill ha'nın kesri ile kurban kesilecek zamana da mekana da denir. Hedy de hedyenin çoğuludur, cedy ve cedye gibi. Hediyenin çoğulu olarak hediyy şeklinde de okunmuştur ki, matiyy ve matiyye gibi olur. "Sizden kim hasta olursa” tıraş olmaya zorlayacak şekilde hasta olursa "veya başından rahatsız olursa” yara veya bit gibi "ona fidye vardır” tıraş olduğu takdirde fidye vardır. "Oruçtan yahut sadakadan veyahut kurbandan” bu da fidyenin cinsini açıklamaktadır. Miktarına gelince rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz, Ka'b bin Ucre'ye "başındaki böcekler seni rahatsız ediyor mu?” dedi? O da: Evet, ya Resûlallah, dedi. O da: Tıraş et ve üç gün oruç tut yahut altı fakire bir ferak sadaka ver, dedi. Ferak üç sa' miktarında bir ölçektir. "Emin olduğunuz vakit” engelden yahut emniyet ve bolluk içinde olduğunuz zaman "kim hacca kadar umre ile faydalanırsa” kim hac aylarında hac ile yararlanmadan önce umre yapar ve umre yapmakla Allah'a yaklaşmaya çalışırsa demektir. Şöyle de denilmiştir: Kim umreden çıktıktan sonra hac için ihrama girinceye kadar ihram yasaklarını mubah kılmakla yararlanırsa "kolayına gelen kurbandan kesmek vâciptir” istifadesinden (temettü' haccından dolayı) ona kolayına gelen bir kurban kesmesi lâzım gelir. Bu telâfi kanıdır, hac için ihrama girince keser ve ondan yemez. Ebû Hanîfe ise: O hac kanıdır bayramda kesilen kurban gibidir, buyurmuştur. "Kim bulamazsa” kurban bulamazsa "hacda üç gün oruç tutar” hacla uğraştığı günlerde, ihrama girdikten sonra ve ihramdan çıkmadan önce. Ebû Hanîfe: Hac aylarında iki ihram arasında, buyurmuştur. En güzeli zilhicce'nin yedinci, sekizinci ve dokuzuncu günlerini oruç tutmaktır. Çoğunluğa göre kurban bayramı gününde ve teşrik günlerinde câiz değildir. (Döndüğünüz zaman da yedi gün) ailenize döndüğünüz zaman, bu, Şâfiî rahmetüllahi aleyh'in iki görüşünden biridir. Ya da hac işlerini bitirip boşaldığınız zaman demektir. Bu da ikinci görüşüdür, Ebû Hanîfe'nin mezhebi de böyledir. Selasete eyyamin'in mahalline atfen nasb ile seb'aten şeklinde de okunmuştur. "Bunlar tam on gündür” hesabın özetidir. Bunun faydası birinin aklına vâv'ın "ev” manasına olduğu gelmemesidir, Meselâ:' Calisil hasene vebne Şirin (ister Hasan Basri ile otur ister İbn Sirin'le) sözünde olduğu gibi. Bir de faydası sayının geniş olarak bilindiği gibi özet olarak da bilinmesidir. Çünkü Arapların çoğu hesap bilmezlerdi. Bir de yediden maksat sayıdır, çokluk manasına değildir, çünkü yedi rakamı ikisi için de kullanılır. (Tam) bu da sayıyı akılda tutmak için mübalağa ifade eden te'kit sıfatıdır ya da tam on'u açıklayan bir sıfattır. Çünkü o, tam bir sayıdır; birler onunla sona ermiş ve basamaklar tamam olmuştur. Ya da kayıtlayıcı bir sıfattır, kurbana tam bedel olduğunu ifade etmektedir. (Bu) bize göre zikredilen hükme, Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh'e göre ise temettü'e işarettir. Çünkü ona göre Mescid-i harâm çevresinde oturanlar için ne temettü ne de kıran haccı vardır. Kim bunu yaparsa ona kurban kesmesi vâciptir. "Ailesi Mescid-i harâm'da ikamet etmeyen içindir” o da bize göre haremden namazı kısaltacak kadar bir mesafede olandır. Çünkü bundan daha az olan haremde ikamet etmiş ya da onun hükmünde olur. Ona göre ise evi makatların ötesinde olandır, Tavus'a göre helâl bölgede oturandır, Mâlik'e göre de Mekke'nin dışında olanlardır. "Allah'tan korkun” emirlerini ve yasaklarını muhafaza etmede özellikle hacda. "Bilin ki, Allah'ın azâbı şiddetlidir” kendinden korkmayana, bilin ki, onu bilmek sizi isyandan çekip çevirsin. 197Hac belli aylardır. Kim bunlarda haccı kendine farz kılarsa, hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek ve tartışmak yoktur. Hayırdan ne yaparsanız, Allah onu bilir. Azık edinin; şüphesiz azığın hayırlısı takvadır. Ey saf akıl sahipleri, benden korkun. "Hac aylardır” yani vakti demektir, Meselâ: Soğuk iki aydır sözü gibi "belli” bilinen aylardır, onlar da şevval, zilkade ve zilhicce'nin dokuz günü, kurban gecesi de bize göre buna dahildir. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyhe göre ise zilhiccenin on günüdür. Mâlik'e göre ise zilhiccenin tamamıdır. İhtilaf şuna dayanmaktadır; hac vaktinden maksat ihram vakti midir yahut hac işlerinin ve ibâdetlerinin vakti midir yahut ondan başka ibâdetleri yapmanın hoş olmadığı vakit midir? İmâm-ı Mâlik zilhiccenin kalanında umre yapmayı mekruh görmüştür. Ebû Hanîfe ise her kadar şevvaldan önce ihramı sahih saymışsa da mekruh görmüştür. İki ay on güne (üç) ay demesi, parçayı bütünün yerine koymasındandır ya da birden fazlasına cemi denilmesindendir. "Kim bunlarda haccı kendine farz kılarsa” bize göre kim bunlarda ihrama girmekle veya lebbeyk okumakla haccı kendine vâcip kılarsa, Ebû Hanîfe'ye göre kurban göndermekle vâcip kılarsa, demektir. Bu, Şâfiî'nin görüşünün ve hac için ihrama girenin onu tamamlaması gerektiğinin delilidir. "Felâ refese” cima yahut çirkin söz yoktur, "vela fusuka” sövmekle ve mahzurları irtikâp etmekle şerîatın dışına çıkmak yoktur. "Vela cidale” hizmetçilerle ve arkadaşlarla dalaşmak yoktur. "Hac'da” hac günlerinde. Bu üçünü men etme niyetiyle bertaraf etmesi mübalağa içindir ve bunların gerçekten olmaması gerektiğini göstermek içindir. Bunlar bizzat çirkin şeylerse de hacda daha da çirkindir, Meselâ namazı ipek elbise ile kılmak ve Kur'ân'ı şarkı tarzında okumak gibi. Çünkü hac doğalın dışına çıkmadır, adetlerden sırf ibâdete geçmedir. İbn Kesîr ile Ebû Amr ilk ikisini ref ile okumuşlardır ki, cima ve fasıldık asla olmamalıdır demektir. Üçüncüsünü de feth ile vela cidale okumuşlardır ki, hacda muhalefet yoktur demektir. Zira Kureyş diğer Araplara muhalefet eder; Meş'aril haram'da vakfeye dururdu. Onların da Arafat'ta vakfeye durmakla emredilmeleriyle muhalefet ortadan kalktı. "Hayırdan ne yaparsanız Allah onu bilir". Bu da şerri yasakladıktan sonra hayra teşviktir, Tâ ki, onunla değiştirilsin ve onun yerine bu kullanılsın. "Azık edinin; şüphesiz azığın hayırlısı takvadır” âhiretiniz için takvayı azık edinin, çünkü o azığın en hayırlısıdır. Şöyle denilmiştir: Bu âyet Yemenliler hakkında indi, onlar hacca gelirlerdi, azık edinmezlerdi ve: Bizler mütevekkiliz der ve insanlara yük olurlardı. Onların da azık edinmeleri, ısrarla dilencilikten vazgeçmeleri ve insanlara ağırlık vermemeleri emredildi. "Ey saf akıl sahipleri, benden korkun” çünkü akim hükmü Allah'tan korkmak ve ondan çekinmektir. Onları takvaya özendirdi, sonra da bundan maksadın Allahü teâlâ olmasını emretti ki, ondan başka her şeyden el çeksinler. Nefsî arzulardan arınmış saf akim gereği de budur. Bunun içindir ki, özellikle akıl sahiplerine böyle hitap etmiştir. 198(Hac'da) Kabilinizden bir lütuf istemenizde size günah yoktur. Arafat'tan sökün ettiğiniz zaman Allah'ı Meş'ar-i Haranı'ın yanında zikredin. Size gösterdiği gibi onu zikredin. Şüphesiz bundan önce gerçek sapıklardan idiniz. "Hacda istemenizde size günah yoktur” en tebteğu fî en tebteğu yani istemenizde demektir. "Rabbinizden bir lütuf” ondan bir vergi ve rızık istemenizde. Bundan da ticareti kast ediyor. Şöyle denilmiştir: Ukâz, Mecenne ve Zülm ecaz cahiliye halkının panayırları idi. Hac mevsiminde bunları kurarlardı, geçimleri bunlardan idi. İslâm gelince bunu günah saydılar, âyet bunun üzerine indi. (Arafat'tan sökün ettiğiniz zaman) ondan kalabalıklar hâlinde itildiğiniz zaman, bu da efattül mae'den gelir ki, çok miktardaki suyu dökmektir. Aslı efattüm enfüseküm'dür, mef'ûl hazfedilmiştir, tıpkı defa'tüm minel basrati (Basra'dan (kendimi) ittim) sözü gibi. Arafat cemi'dir, Ezruat gibi isim yapılmıştır. Onda alemlik ve tenislik olduğu hâlde tenvîn kabul etmesi cemi tenvininin mukabele tenvini olup temekkün tenvini olmamasındandır. Bunun içindir ki, elif lâmla beraber bulunur. Kesre'nin gitmesi ise tenvinin ivazsız gitmesine tabidir, çünkü gayri munsariftir. Burada ise öyle değildir. Ya da müenneslik ya görünen te ile olur ki, o da tenis te'si değildir; o ancak kendinden önceki eliflama tabidir ve cemi müennes alametidir. Ya da müenneslik gizli te ile olur, Meselâ Suad'da olduğu gibi. Burada onu takdir etmek doğru değildir, çünkü görünen te ona manidir, zira onun bedeli gibidir, çünkü daha önce sâbit olduğu gibi müennese hâstır. Vakfe mahalline Arafat denilmesi, İbrâhîm aleyhisselâm'a anlatılıp da orayı gördüğü zaman tanımasındandır ya da Cebrâîl onu hac mekanlarında dolaştırıyordu, ona gösterince: Areftü (tanıdım) dedi. Ya da Adem ile Havva orada karşılaşıp tanıştılar. Ya da insanların orada tanışmalanndandır. Arafat denilmesi mübalağa içindir, o da doğrudan konulan isimlerdendir, ancak arifin çoğulu olma durumu hariçtir. Bunda orada vakfenin vâcip olduğuna delil vardır. Çünkü ifada (sökün) ancak ondan sonra olur ki, o da: "Sümme efidu” (Bakara: 199) kavli ile emredilmiştir, ya da emredilen zikrin vâcip bir öncülüdür. Bu da pek doğru görünmemektedir, çünkü zikir vâcip değildir,rilen emir de mutlak değildir. "Allah'ı zikredin” lebbeyk okumakla tehlil getirmek ve dua etmekle. Akşam ve yatsı namazlarıyla da denilmiştir. "Meş'ar-i harâm'ın yanında” burası üzerinde hac Emiri'nin durduğu dağdır, ona Kuzah derler. Şöyle de denilmiştir: Orası Arafe dağının iki dar yolu ile Muhassir vadisinin arasındaki kısımdır. Birinciyi Cabir'in rivâyeti destekler; aleyhisselâm Efendimiz sabah namazını Müzdelife'de alaca karanlıkta kılınca devesine bindi, Meş'ar-i harâma geldi; dua etti, tekbir ve tehlil getirdi. Ortalık ağarmcaya kadar buna devam etti. Meş'ar denilmesi de ibâdete işâret olmasındandır. Haram ile sıfatlanması da kütsallığındandır. Meş'ar-i harâm'ın yanında sözünün manası çevresi ve ona yakın yerlerde demektir. Çünkü o daha faziletlidir. Mümkün olmazsa Müzdelife'nin hepsi vakfe mahallidir, ancak Muhassir vâdisi hariç. (Size gösterdiği gibi onu zikredin) size bildirdiği gibi yahut onu güzel zikredin sizi hac ibâdetlerine ve diğerlerine güzelce hidâyet ettiği gibi. "Mâ” mastariye yahut kâffe'dir. (Şüphesiz bundan önce idiniz) yani hidâyetten önce demektir "gerçek sapıklardan” yani îmanı ve tâati bilmeyenlerden demektir. İn, şeddeli'den tahfif edilen in'dir, lâm da nafiye ile bunu birbirinden ayıran lâm'dır. Şöyle de denilmiştir: İn nafiye'dir, lâm da "ve in nazunnuke leminel gafilin” (Şuarâ'; 186) âyetinde olduğu gibi illâ manasınadır. 199Sonra insanların sökün ettiği yerden sökün edin. Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. "Sonra insanların sökün ettiği yerden sökün edin” yani Arafat'tan demektir, Müzdelife'den değil. Hitap Kureyş'lileredir, onlar Müzdelife'de vakfeye dururlardı, diğer insanlar ise Arafat'ta dururlardı. Kureyş onlara eşit olmayı kendileri için zül sayarlardı. Sümme edâtı iki ifade arasında derece farkı olduğu içindir, tıpkı: Ahsin ilennasi sümme latühsin ilâ gayri kerimin (insanlara ikram et, sonra asillerden başkasına ikram etme) sözün gibi. Şöyle de denilmiştir: Arafat'tan Müzdelife'ye sökün ettikten sonra oradan da Mina'ya sökün edin demektir. Hitap ta geneldir. Ennasi (unutan Âdem) şeklinde de okunmuştur ki, (unuttu) (Taka: 115) kavlindeki Âdem'i murat etmiştir. Mana da şöyledir: Arafat'tan sökün etmek eski bir şerîattır, onu değiştirmeyin. "Allah'tan mağfiret dileyin” ibâdetleri ve benzerlerini değiştirmenizdeki cahilliğinizden. "Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir” istiğfar edeni bağışlar ve ona nimet verir. 200Hac ibâdetlerinizi bitirdiğiniz zaman Allah'ı zikredin, tıpkı atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha çok zikredin. İnsanlardan kimileri, "Rabbimiz, bize dünyada ver” der; onun âhirette nasibi yoktur. "Hac ibâdetlerinizi bitirdiğiniz zaman” hac ibâdetlerini icra edip de ondan boşaldığınız zaman "Allah'ı zikredin, tıpkı atalarınızı zikrettiğiniz gibi” onu çok ve mubalâgalı şekilde zikredin, tıpkı övünürken babalarınızı zikrettiğiniz gibi. Araplar hac ibâdetlerini bitirip de mescitle dağ arasında vakfe yaptıktan sonra atalarının gurur verici taraflarını ve annelerinin güzelliklerini anlatırlardı. (Hatta daha çok zikredin) ya zikre ma’tûf olarak mecrûrdur ki, zikir o zaman mecaz olarak zakir demek olur, Mana da şöyledir: Fezkurullahe zikren kezikriküm abaeküm yahut kezikrin eşedde minhu ve eblağa. Ya da zikrin muzâfun ileyhi'ne ma’tûftur, mana da şöyle olur: Ev kezikri kavmin eşedde minküm zikren. Ya da abaeküm'ün üzerine atfedilmekle mensûbtur, zikren de mezkur fiille (mensûb)tur, mana da ev kezikriküm eşedde mezkuren min abaiküm şeklinde olur ya da manadan anlaşılan gizli bir şeyle mensûbtur, takdiri şöyledir: Kunu eşedde zikren minküm liabaiküm. "İnsanlardan kimileri der” bu da zikredenlerin ayrımım yapmaktadır; az zikreden ki, Allah'ı zikretmekle ancak dünyayı ister. Bir de çok zikreden vardır ki, onunla iki yurdun hayrını ister. Maksat çok zikre teşvik ve ona doğru irşattır. "Rabbimiz, bize dünyada ver” yani bize vergini ve cömertliğini dünyada yap "onun âhirette nasibi yoktur” yani hissesi yoktur, çünkü onun bütün düşüncesi dünya ile sınırlıdır yahut hisse istemesi yoktur. 201Onlardan kimi de: "Rabbimiz, bize dünyada da güzellik, âhirette de güzellik ver ve bizi cehennem azabından koru” der. "Onlardan kimi de: "Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, der” yani sağlık, yeterli rızık ve hayırda başarı "âhirette de iyilik ver” yani sevap ve rahmet demektir. "Bizi cehennem azabından koru” af ve mağfiret ile. Hazret-i Ali radıyallahü anh'in: Dünyada iyilik iyi kadındır, âhirette de huridir, cehennem azâbı da kötü kadındır; Hasen Basri'nin de: Dünyada iyilik ilim ve ibâdettir, âhirette de cennettir, cehennem azabından koru da bizi şehvetlerden ve ateşe götürecek günahlardan muhafaza et demektir, sözleri bunun misalleridir. 202İşte onların kazandıklarından nasibi vardır. Allah'ın hesabı çok hızlıdır. "İşte onların” ikinci fırkaya işarettir. İkisine de denilmiştir. "Kazandıklarından nasibi vardır” yani onun cinsinden demektir ki, o da karşılığıdır ya da o yüzden vardır, demektir ki, "hatalarından suya boğuldular” (Nûh: 25) kavlinde olduğu gibi ya da dua ettikleri şeyden demektir ki, onlara takdir ettiğimizi veririz, demektir. Duaya kazanç demesi onun da amel olmasındandır. "Allah'ın hesabı çok hızlıdır” o kadar çok kullarını o kadar çok amellerine karşı bir anda hesaba çeker ya da kıyâmeti getirir ve insanları hesaba çeker. Öyleyse taatlara ve iyilikleri kazanmaya koşun sürat edin, demektir. 203Allah'ı sayılı günlerde zikredin. Kim iki günde acele ederse, ona günah yoktur. Kim de geri kalırsa, Allah'tan korkan için ona da günah yoktur. Bilin ki, onun huzurunda toplanacaksınız. "Allah'ı sayılı günlerde zikredin” onu namazların ardında, kurban keserken, şeytanları taşlarken ve teşrik günlerinde diğer yerlerde tekbir edin. "Kim iki günde acele ederse” Mina'dan Mekke'ye harekette acele ederse "iki günde” bize göre karar günü denilen ikinci teşrik günü ile arkasındaki günde yani kim ikinci teşrik gününde şeytanları taşladıktan sonra, Ebû Hanîfe'ye göre de şafak söktükten sonra "ona günah yoktur” acele etmesinden dolayı. "Kim de geri kalırsa ona da günah yoktur". Kim bu harekette geri kalır da üçüncü gün zevaldan sonra şeytanı taşlaymcaya kadar, demektir. Ebû Hanîfe zevalden önce şeytan taşlamayı câiz görmüştür. Acele etmek ve geri kalmakla günahın olmaması bu ikisi arasında serbesttir demektir hem de cahiliye halkını reddir. Çünkü onlardan kimi acele edeni, kimi de geri kalanı günaha sokardı. "Allah'tan korkan için” yani zikredilen serbestlik yahut hükümler Allah'tan korkan içindir, çünkü o gerçek hacıdır, ondan istifade edendir yahut da bu hükümler onun içindir ki, bunlardan önemli olanı terk etmekle zarara uğramasın. "Allah'tan korkun” bütün işlerinizde korkun ki, size kıymet versin. (Bilin ki, onun huzurunda toplanacaksınız) dirilttikten sonra ceza için. Haşrin aslı toplamak ve dağınıkları bir araya getirmektir. 204İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatına ait sözü senin hoşuna gider ve en yaman düşman olduğu hâlde kalbindekine Allah'ı şâhit getirir. (İnsanlardan öyleleri vardır ki, sözü senin hoşuna gider) onu beğenirsin, içinde büyütürsün. Taaccüp şaşılan şeyin sebebini bilmemekten dolayı insanlara gelen şaşkınlıktır. (Dünya hayatına ait sözü) kavl'e bağlıdır, yani dünya işleri ve geçim sebepleri hakkında dedikleri hoşuna gider demektir. Yahut dünya manası ile ilgili sözü demektir, çünkü onun sevgi iddiasından ve îman göstermekten maksadı odur. Ya da dünya hakkında tatlı ve düzgün konuşması hoşuna gider de âhiretle ilgili şeylerde hoşuna gitmez demektir. Çünkü o zaman dehşete kapılır ve dili tutulur ya da o konuda konuşmasına izin verilmez. "Kalbindekine Allah'ı şâhit getirir” yemin eder ve kalbindekinin de söylediklerine uygun olduğuna Allah'ı şâhit tutar. "Halbuki en yaman düşmandır” Müslümanlara düşmanlığı ve onlarla tartışması çetindir. Âyette geçen hisam tartışmadır. Hasmm çoğulu olması da câizdir, Meselâ sa'b ve sıab gibi ki, hasımların en zoru demektir. Âyetin Ahnes bin Şurayk es - Sekafi hakkında indiği söylenmiştir. Yakışıklı, dili tatlı biri idi, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e yakınlık gösterir ve Müslüman olduğunu iddia ederdi. 205İş başına geçtiği zaman orada fesat çıkarmak; ekini ve nesli helâk etmek için yeryüzünde koşar. Allah bozgunculuğu sevmez. "Ve izâ tevella” arkasını dönüp senden ayrıldığı zaman, şöyle de denilmiştir: İşbaşına geçip de idareci olduğu zaman "orada fesat çıkarmak; ekini ve nesli helâk etmek için yeryüzünde koşar” nitekim Ahnes bin Şurayk da Şakulilere öyle yapmıştı; gece pusu kurmuş, ekinlerini yakmış ve davarlarını kırmıştı. Ya da kötü idarecilerin öldürmek ve telef etmekle ya da zulümle yaptıkları gibi. Sonunda Allah onun yüzünden yağmuru keser; ekini ve nesli helâk eder. "Allah bozgunculuğu sevmez” bundan râzı olmaz, Binâenaleyh gazabından sakının. 206Ona: "Allah'tan kork” denildiği zaman izzet-i nefis onu günah işlemeye götürür. Cehennem ona yeter. O ne kötü yataktır. "Ona Allah'tan kork, denildiği zaman izzet-i nefis onu günah işlemeye sürükler” gurur ve cahilce vatan gayreti onu dik kafalılığı yüzünden sakınması gereken günaha sürükler. Ehaztuhu bikeza sözünden gelir ki, bir şey yapmaya mecbur etmektir. "Cehennem ona yeter” ceza ve azâp olarak. Cehennem azâp yurdunun adıdır, o aslında nâr (ateş) kelimesiyle eşanlamlıdır. (Guhinam'dan) Arapçalaşmış olduğu da söylenmiştir. (O ne kötü yataktır) mukadder kasemin cevabıdır, mahsus bizzem de bilindiği için hazfedilmiştir. Mihad döşek demektir. Yaslanacak şey de denilmiştir. 207İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah rızâsı için nefsini satar. Allah kullarına çok merhametlidir. "İnsanlardan öyleleri vardır ki, nefsini satar” onu cihâdta harcamakla satar ya da ölünceye kadar iyiliği emreder ve kötülükten men eder. "Allah rızâsı için” rızâsını kazanmak için. Bunun Suhayb bin Sinan Rumi hakkında indiği söylenmiştir; müşrikler onu yakalayıp da dîninden dönmesi için ona işkence edince: Ben yaşlı bir ihtiyarım; yanınızda olursam size bir faydam dokunmaz, karşınızda olursam da size bir zararım dokunmaz; beni hâlime bırakın, malımı alın, dedi. Onlar da kabul ettiler, o da Medîne'ye geldi. "Allah kullarına çok merhametlidir” çünkü onları bu gibi şeyi satın almaya yönlendirmiş ve onları cihâdla mükellef kılmıştır. Onları gazi ve şehitlerin sevabı ile yüz yüze getirmiştir. 208Ey îman edenler, hep birden barışa girin. Şeytanın adımlarım izlemeyin. Çünkü o sizin için açık bir düşmandır. (Ey îman edenler, hep birden barışa girin). Silm ve selm teslim olmak ve itâat etmektir. Bunun içindir ki, sulhta ve teslimiyette kullanılır. İbn Kesîr, Nâfi' ve Kisâî fetha ile (selm), diğerleri ise kesre ile (silm) okumuşlardır. Kâffeten de isimdir, topluca manasınadır, çünkü cüzleri dağılmaktan men eder. Cemi zamirinden yahut silm'den hâl’dir, çünkü o (silm) de harb gibi müennes kılınır, şâir şöyle demiştir: Silm'den (barıştan) istediğini alırsın, Savaşın ise sana bir yudumu yeter. Mana şöyledir: Allah'a teslim olun ve topluca içinizle ve dışınızla ona itâat edin. Hitap münâfıklaradır. Ya da her şeyinizle İslâm'a girin, ona başkasını karıştırmayın. Bu durumda hitap ehl-i kitabın mü'minlerinedir. Çünkü onlar İslâm'a girdikten sonra Cumartesi gününe hürmet gösterdiler; deve etini ve sütünü haram saydılar ya da bütün peygamberlere ve kitaplara îman ederek Allah'ın kanunlarına girin, demektir. O zaman da hitap ehl-i kitaba olur ya da İslâm'ın bütün bölümlerine ve hükümlerine girin; hiçbir şekilde onu ihlal etmeyin. O zaman da hitap Müslümanlaradır. "Şeytanın adımlarını izlemeyin” dağılarak ve dağıtarak. "Çünkü o sizin için açık bir düşmandır” düşmanlığı meydandadır. 209Eğer size açık deliller geldikten sonra kayarsanız, bilin ki, Allah mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir. "Eğer kayarsanız (cayarsanız)” barışa girmekten, "size açık deliller geldikten sonra” âyetler ve onun hak olduğuna şahitlik eden kanıtlar geldikten sonra "bilin ki, Allah mutlak gâlibtir” intikâmdan aciz değildir. "Hikmet sâhibidir” haksız intikâm almaz. 210Allah'ın onlara bulutun gölgesinde meleklerle beraber gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar? İşler Allah'a döndürülür. (Bekliyorlar mı?) olumsuz istifhamdır, onun içindir ki, arkasından "illâ en ye'tiyehümullah” gelmiştir, yani Allah'ın emrinin yahut azabının gelmesini mi bekliyorlar? Şu âyetlerde olduğu gibi: " Yahut Rabbinin emrinin gelmesini” (Nahl: 16), "ona gazabımız geldi” (Araf: 43). Yahut Allah onlara hışmını getirir, getirilen şey "şüphesiz Allah mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir” bölümü delâlet ettiği için hazfedilmiştir. "Fi zulelin” zulle'nin çoğuludur, külle ve kulel gibi, o da gölgeliktir. Kılal gibi zılal de okunmuştur. "Minel ğamami” bu da beyaz buluttur, neden azâp onlara bunun içinde gelir; çünkü onda rahmet var zannedilir; azâp ondan gelirse daha feci olur, zira kötülük, beklenmeyen yerden gelirse daha ağır olur, hele bir de iyilik beklenen yerden gelirse! "VelMelâiketü” çünkü onlar emrinin gelmesine aracıdırlar yahut gerçek hışmını getirenlerdir. Zulel'in yahut ğamam’ın üzerine atıfla cer le de okunmuştur. (İş bitirilmiştir) helâk durumları tamamlanmış ve sona erdirilmiştir. Mazinin müstakbel yerine konulması yakınlığından ve gerçekleşmesinin kesinliğindendir. Melâiketü'ye atfen ve kadaul emri şeklinde de okunmuştur. "Ve ilallahi turceul umur” İbn Kesîr, Nâfi', Ebû Amr ve Âsım meçhul kalıbı ile okumuşlardır ki, rec'den (döndürmekten) gelir. Kalanlar da -Ya'kûb dışında - malum kalıbı ile okumuşlardır ki, rucu'dan (dönmekten) gelir. Müzekker ve meçhul olarak da (yurceu) okunmuştur. 211İsrâîl oğullarına: Kendilerine ne kadar açık âyetler verdiğimizi sor. Kim Allah'ın nimetini (o nimet) kendine geldikten sonra değiştirirse, şüphesiz Allah'ın azâbı şiddetlidir. "İsrâîl oğullarına sor". Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e yahut herkese emirdir. Bu sorgudan maksat da azarlamadır. (Kendilerine ne kadar açık âyetler verdiğimizi). Açık mu'cizeler yahut kitaplarda hakka ve peygamberlerin elleriyle doğruya şahitlik eden âyetler, demektir. Kem haberiye'dir ya da istifham-ı takririyedir, mef'ûl olarak mahallen mensûbtur ya da haberden mübtedaya giden aidin hazfi ile merfû’dur. "Âyetin” de onun temyizidir, min de kemle mümeyyizinin arası açıldığı için girmiştir. "Kim Allah'ın nimetini değiştirirse” yani Allah'ın âyetlerini demektir, çünkü onlar en büyük nimet olan hidâyetin sebebidir, bunu da nimetleri sapıklığa yahut kötülüğün artmasına sebep kılmakla yahut tahrif etmek ve haktan uzak şekilde te'vil etmekle yaparsa. "O nimet kendine geldikten sonra” kendine ulaşıp da iyice tanıdıktan sonra. Bunda onların bunu iyice anladıktan sonra değiştirdiklerine îma vardır. Bunun içindir ki, takdiri: Değiştirdiler, kim de onu değiştirirse, denilmiştir. "Şüphesiz Allah,'ın azâbı şiddetlidir". Onu en şiddetli azapla cezalandırır; çünkü o, en kötü suçu işlemiştir. 212Îman etmeyenlere dünya hayatı süslü gösterildi. Onlar îman edenlerle alay ederler. Takvaya erenler kıyâmet gününde onların üzerindedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir. "Îman etmeyenlere dünya hayatı süslü gösterildi” gözlerine güzel gösterildi ve sevgisi kalplerine işledi, öyle ki, üzerine kendilerini helâk edercesine saldırdılar ve diğerlerinden yüz çevirdiler. Gerçekte süsleyen Allahü teâlâ'dır, çünkü ne varsa hepsini yapan O'dur. Malum kalıbı ile zeyyene okuyanın kırâati da bunu gösterir. Şeytan, hayvanı kuvvetler, Allahü teâlâ’nın onda yarattığı behimî ve şehvetle ilgili şeyler de dolaylı olarak süsleyicidir. "Onlar îman edenlerle alay ederler” Bilal, Ammar ve Suhayb gibi fakir mü'minleri murat ediyor, yani onları aşağı görürler, dünyayı terk edip âhirete yöneldikleri için onlarla dalga geçerler. "Min” ibtida içindir sanki dalga geçmelerini onlardan başlatmışlardır. "Takvaya erenler kıyâmet gününde onların üzerindedir” çünkü onlar en yükseklerde, onlar ise en aşağıdadırlar ya da onlar ikram içindedirler, onlar ise zillet içindedirler ya da onlar dünyada onlarla dalga geçtikleri gibi onlar da âhirette onlara karşı kibir gösterir ve alay ederler. "Îman edenler” dedikten sonra "takvaya erenler” demesi, onların takva sâhibi olduklarını ve üstlerine çıkmalarının da takvadan kaynaklandığını göstermek içindir. "Allah dilediğine rızık verir” iki dünyada "hesapsız” miktarı belirsiz; bazen dünyada gazabına olarak bazen de imtihan için bol verir. 213İnsanlar bir tek ümmet idi de Allah peygamberleri müjdeci ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber kitabı hak olarak indirdi. İnsanlar arasında ihtilâf ettikleri şeyde karar versin. Onda ancak kendilerine kitap verilenler kendilerine apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilâf ettiler. Allah îman edenleri ihtilâf ettikleri hakta izni ile gerçeğe ulaştırdı. Allah dilediğini doğru yola iletir. "İnsanlar bir tek ümmet idi” hak üzerinde müttefik idiler, Âdem'le İdris arasında yahut Âdem'le Nûh arasında yahut Tufandan sonra ya da İdris yahut Nûh fetret devrinde cehalet ve küfürde müttefik idiler. "Allah peygamberlerini müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi". Yani ihtilafa düştüler, Allah da peygamberler gönderdi, demektir. Bunu hazfetmesi, ihtilâf ettiler sözünün buna delâlet etmesindendir. Ka'b'ten rivâyet edilmiştir: Benim bildiğim kadarı ile peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört bindir. İçlerinden mürseller üç yüz on üçtür. Kur'ân'da adları geçenler de yirmi sekizdir. "Onlarla beraber kitabı indirdi” bundan kitap cinsini demek istiyor; her birine özel bir kitap indirildi demek istemiyor. Çünkü çoklarının özel kitabı yoktu; ancak kendilerinden öncekilerin kitaplarından alıyorlardı. "Bilhakkı” kitaptan hâl’dir, yani hakla alakalı ve ona şâhit olarak demektir. "İnsanlar arasında karar vermesi için” yani Allah yahut gönderilen peygamber ya da kitabı demektir. "İhtilaf ettikleri şeyde” ihtilâf ettikleri hakta yahut kendilerine karışık gelen şeylerde, demektir. "Onda ihtilâf etmedi” hakta yahut kitapta "ancak kendilerine verilenler ihtilâf ettiler” yani ihtilafı bertaraf etmek için indirilen kitap verilenler, durumu ters çevirdiler; ihtilafı yok edecek şeyi ihtilafın iyice kök budak salmasına sebep kıldılar. "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, kıskançlıktan ihtilâf ettiler” yani birbirlerini çekememekten ve dünyaya hırslarından dolayı zulmettiklerinden böyle yaptılar. "Allah îman edenleri ihtilâf ettikleri şeye ulaştırdı” yani ihtilâf edenleri ihtilâf ettikleri şeye ulaştırdı "minel hak” bu da ihtilâf ettikleri şeyi açıklamaktadır, yani hakka ulaştırdı demektir. "İzni ile” emri veyahut irâde ve lütfü ile demektir. "Allah dilediğini doğru yola iletir” o yolun yolcusu sapmaz. 214Yoksa sizler sizden önce geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Onlara sıkıntılar ve hastalıklar dokundu. Öyle sarsıldılar ki, nihayet peygamber ve onunla beraber îman edenler: "Allah'ın yardımı ne zaman?” dediler. Bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır. (Yoksa cennete gireceğinizi mi zannettiniz?) Ümmetlerin âyetler geldikten sonra peygamberlerine karşı ihtilâf ettiklerini zikrettikten sonra Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e ve mü'minlere hitap etti, muhâliflerine karşı sebat vermek için onlara seslendi. "Em” edâtı munkatıadır, ondaki hemze de İnkâriyedir. "Velemma ye'tiküm” lem ye'tiküm demektir. "Lemmâ"nın aslı lem'dir, üzerine "mâ” ilave edilmiştir. Onda bekleme manası olduğu için kad edatına karşılık sayılmıştır. "Sizden önce geçenlerin hâli” şiddette misal olmuş hâlleri demektir. "Onlara sıkıntılar ve hastalıklar dokundu” bu da onu açıklayan söz başıdır. "Sarsıldılar” başlarına gelen zorluklardan dolayı çok rahatsız edildiler. (Nihayet Peygamber ve onunla beraber îman edenler, dediler) baskı o kadar arttı ve süre o kadar uzadı ki, artık sabır taşı çatladı. Nâfi' geçmiş zamanın hikayesi olarak ref ile (yekulu) okumuştur, tıpkı merida fülanün hatta lâ yarcunehu (füanca hastalandı, artık yaşamasını ümit etmiyorlar) sözünde olduğu gibi. "Allah'ın yardımı ne zaman?” geç kalmasından sıkılarak. "Bilin ki, Allah'ın yardımı yakındır!” Söz başıdır, kavl maddesi takdir edilmiştir yani onlara acilen zafer verileceğini bildirmek için böyle denildi. Bunda şuna işâret vardır ki, Allah'a kavuşmanın ve ikramını elde etmenin; heves ve zevkleri bıraktıktan, zorluklara göğüs gerdikten ve çileler çekildikten sonra olacağına işâret vardır. Nitekim aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Cennet zorluklarla çevrilmiştir, cehennem de şehvetlerle çevrilmiştir, buyurmuştur. 215Sana Allah yolunda neyi harcayacaklarını sorarlar. De ki: Hayırdan ne harcarsanız, ana babalar, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir. Şüphesiz Allah, onu çok iyi bilmektedir. "Sana (Allah yolunda) neyi harcayacaklarını sorarlar” İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan rivâyet edilmiştir: Amr bin Cemuh el - Ensarî yaşlı ve zengin bir adam idi: Ya Resûlallah, mallarımızdan neyi Allah yolunda harcayalım ve onları nerelere yatıralım, dedi? Âyet bunun üzerine indi. "De ki: Hayırdan ne harcarsanız ana babalar, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir". Kendisine harcanacak şey soruldu, o ise harcanacak yerleri açıklamakla cevap verdi. Çünkü önemli olan odur; zira harcanan şey itibarla önem kazanır. Bir de Âyette zikredilmese de Amr'in sorusunda bu vardı. Hayırdan ne harcarsanız kavlinin içeriği göz önüne alınarak harcanacak yerleri açıklamakla yetinilmiştir. "Hayırdan ne yaparsanız” bunda şart manası vardır, "şüphesiz Allah onu çok iyi bilmektedir” de cevabıdır. Yani eğer bir hayır yaparsanız Allah onun özünü bilir ve sevabını eksiksiz verir. Âyette zekât farzı ile çelişecek bir şey lmadığı için nesih söz konusu değildir. 216Savaş size yazıldı; halbuki o, hoşunuza gitmiyor. Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için daha hayırlıdır. Ve olur ki, sevdiğiniz bir şey sizin için şerlidir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Savaş size yazıldı; halbuki o hoşunuza gitmiyor) sizin için zordur ve doğal olarak sevimsizdir. Kürh mastardır, sıfat olması mübalağa içindir ya da fu'lun vezni mef'ûl manasınadır, tıpkı hubz (mahbuz) gibi. Feth ile (kerhün) okunmuştur ki, o da lügattir, da'f ve du'f gibi ya da mecâzî olarak ikrah manasınadır, sanki zor ve meşakkatli olduğu için ona zorlanmışlar gibidir. Meselâ Allahü teâlâ’nın: "Hamelethü ümmuhu kürhen ve vadaathu kürhen” (Ahkâf: 15) kavli gibi. "Olur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için daha hayırlıdır” o da teklif edilenlerin hepsidir, çünkü tabiat onlardan ikrah eder, iyiliklerinin dayanağı ve kurtuluşlarının sebebi de onlardır. (Ve olur ki, sevdiğiniz bir şey sizin için şerlidir) bu da yasaklandıkları her şeydir; çünkü nefis onu sever ve ona heves eder. O da kendisini helake götürür. Asa'nın kullanılması nefis bunlara idman yaptığı takdirde durumun tersine dönmesindendir. "Allah bilir” sizin için neyin hayırlı olduğunu "siz bilmezsiniz” bunu. Bunda hükümlerin bilinmese de tercihe şayan maslahatlara (faydalara) tâbi olduğuna delil vardır. 217Sana haram aylarda savaşmayı sorarlar. De ki: Onda savaşmak büyük günahtır. İnsanları Allah'ın yolundan men etmek, onu inkâr etmek, Mescid-i harâm'ın ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyüktür. Fitne katilden (adam öldürmekten) daha büyüktür. Eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler. Sizden kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri dünya ve âhirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar cehennem arkadaşlarıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. "Sana haram aylardan sorarlar". Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz, halasının oğlu Abdullah bin Cahş'i Cemaziyelahir ayında bir askeri birliğin başında gönderdi. Bu da Bedir'den iki ay önce idi, görevi de Kureyş kervanını gözetlemek idi, kervanda da Abdullah bin el - Hadrami ile üç kişi daha vardı. Onları öldürdüler ve ikisini de esir aldılar, kervanı da Medîne'ye doğru sürdüler, kervan da Tâif tüccarlarına ait idi. Bu da Receb'in başında idi, onlarsa Cemaziyelahir'in çıkmadığını zannediyorlardı. Bunun üzerine Kureyş: Muhammed korkanların emin olduğu ve insanların geçim için her tarafa dağıldıği harâm ayı helâl saydı, ihlal etti, dediler. Birliktekiler zor durumda kaldılar ve: Hakkımızda tevbe müjdesi ininceye kadar yerimizden ayrılmayız, dediler. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de kervanı ve esirleri iade etti. İbn Abbâs'tan şöyle rivâyet edilmiştir: Bu âyet inince Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ganimeti aldı. O, İslâm'da ilk ganimet idi. Soranlar da müşriklerdir; bu hususta Müslümanları teşhir etmek ve ayıplamak için Efendimize mektup yazdılar. Soranların birliktekiler oldukları da denilmiştir. "Kıtalin fiti” bu da eşşehrül haramdan bedel-i istimaldir, amilin tekrarı ile "an kıtalin” de okunmuştur. "De ki: Onda savaşmak büyük günahtır” çoğunluk bunun: "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün” (Tevbe: 5) ayetiyle mensûh olduğu kanaatindedir. Ata buna muhalefet eder. Bu da özelin genel ile neshi türündendir. Bunda da ulema arasında ihtilâf vardır. Doğrusu Âyetin haram ayda mutlak olarak savaşa delâlet etmemesidir, çünkü kıtalin fîh nekiredir, müsbet durumdadır, genel değildir. "Ve saddun” çevirmek ve men etmektir "ansebilillahi” İslâm'dan veya kulu Allah'a götürecek taatlardan, "ve küfrün bihi” onu inkâr etmektir, "velmescidil harami” bu da muzâf takdir etmekledir yani saddül mescidil harami demektir. Şâir Ebû Duad'un şu beyitinde olduğu gibi: Sen herkesi adam mı sanıyorsun, Gece yanan (her) ateşi ateş mi sanıyorsun? (Fakat) mescidil haramı sebilillah'a atfetmek hoş değildir; çünkü ve küfrün bihi kavlini saddun'un üzerine atfetmek buna manidir; zira mevsûle (saddun) atfedilen, sılaya atfedilenden (an sebilillah) önce gelemez (o da küfrün bihidir). (Velmescidil haram'ı) "bihi"deki he'nin üzerine atfetmek te doğru değildir; çünkü mecrûrun üzerine atıf ancak harfi çerin iadesiyle olur. "Ve halkını oradan çıkarmak". Mescidin cemâatini demektir ki, onlar da Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem ile mü'minlerdir. "Allah katında daha büyüktür” askerî birliğin yanlışlıkla ve zanla yaptığından. Bu da Kureyş'in büyük günahlarından sayılan dört şeyden haber vermektedir (Allah yolundan çevirmek, mescidi harâmdan menetmek, Allah'ı inkâr etmek ve Müslümanları mescitten çıkarmak). "Fitne katilden (adam öldürmekten) daha büyüktür". Yani irtikâp ettiğiniz çıkarma ve şirk onların Abdullah Hadrami'yi öldürmekle irtikap ettiklerinden daha beterdir. "Sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler". Bu da kâfirlerin onlara düşmanlığının devam edeceğini ve onları dinlerinden döndürünceye kadar bundan vazgeçmeyeceklerini haber vermektedir. Hattâ edâtı talil içindir, a'budullahe hatta edhulel cennete (cennete girmek için Allah'a ibâdet ediyorum). "Eğer güçleri yeterse” bu da güçlerinin yeteceğine ihtimal vermemektedir, Meselâ kendi gücüne güvenen birinin: Eğer beni yenersen bana istediğini yap, demesi gibi. Ve onları çeviremeyeçeklerini de bildirmektedir. "Sizden kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri boşa gitmiştir". Bu da Şâfiî mezhebinde olduğu gibi dinden dönmenin ameli iptal etmesi için ölünceye kadar sürdürmesini şart koşmaktadır. Bunlardan murat edilen de faydalı amellerdir. Feth ile habetat şeklinde de okunmuştur ki, o da geçerli bir lügattir. "Dünyada” çünkü hayalleri boşa çıkmış ve İslâm'daki dinî faydaları da kaçmıştır, "âhirette” sevapları düşmekle boşa gitmiştir, "tşte onlar cehennem arkadaşlarıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır” diğer kâfirler gibi. 218Hakikat îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihâd edenler, işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah çok yarlıgayıcı, çok merhametlidir. (Hakikat îman edenler) o askerî birliktekiler hakkında indi, çünkü onlar günahtan kurtulsalar da ecirlerinin olmayacağı zannedilmişti, (hicret edenler ve Allah yolunda cihâd edenler) ismi mevsûlün tekrar edilmesi de hicretin ve cihadın önemini vurgulamak içindir; sanki umudu gerçekleştirmede o ikisinin bağımsız olduğunu göstermek istemiştir. "İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar” sevabını demektir. Onlara umut vermesi amelin rahmeti mûcip olmadığını ve buna kesin delâlet etmediğini bildirmek içindir, çünkü itibar sonradır. "Allah çok yarlıgayıcıdır” yaptıkları hatayı ve tedbirsizliklerini, "çok merhametlidir” bol ecir ve mükâfat vermekle. 219Sana içkiden ve kumardan sorarlar; de ki: Onlarda büyük günah ve insanlar için faydalar vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür. Sana neyi harcayacaklarından sorarlar; de ki: İhtiyaç fazlasını, işte Allah âyetlerini size böyle açıklar ki, düşünesiniz. "Sana içkiden ve kumardan sorarlar". Rivâyete göre Mekke'de "hurmanın meyvelerinden ve üzümden sarhoş edici şeyler ve güzel rızık edinirsiniz” (Nahl: 67) âyeti inince, Müslümanlar onu içmeye devam ettiler. Sonra Hazret-i Ömer ile Muaz bir grup ashâbın içinde: Ya Resûlallah, bize içki hakkında fetva ver; gerçekten o aklı giderici ve malı soyucudur, dediler. Bunun üzerine bu âyet indi; bazıları içti, bazıları da onu terk etti. Sonra Abdurrahman bin Avf birtakım insanları davet etti. Yediler, içtiler; sarhoş oldular. Biri kalktı: A'budü mâ ta'büdun (sizin taptıklarınıza taparım) şeklinde okudu. Bunun üzerine "sarhoşken namaza yaklaşmayın” (Nisa: 43) âyeti indi. Böylece içenler azaldı. Sonra İtban bin Mâlik, Sa'd bin Ebi Vakkas'ı birkaç kişiyle beraber davet etti. Sarhoş olunca övünmeye başladılar, şiirler okudular. Sa'd Ensâr'ı yeren bir şiir okudu, bir Ensâr'î ona devenin çene kemiği ile vurdu, başı yarıldı. O da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e şikayet etti, Hazret-i Ömer: Allah'ım, bize içki hakkında yürek soğutacak bir açıklama yap, dedi. Bunun üzerine: "Ancak içki ve kumar... artık bunlara son verdiniz değil mi?” (Maide: 90-91) âyetleri indi. Ömer de: Son verdik, ya Rabbi, dedi. Hamr kelimesi aslında hamerahu fiilinin mastarıdır, örtmek manasınadır. Yaş üzüm ve hurma şırası kaynayıp da katılaşınca ona hamr (içki) denilmesi aklı örtmesindendir. Nitekim ona seker de denilmiştir, çünkü o da aklı pusturur, o sebeple mutlak haramdır. Bütün sarhoş eden şeyler de ulemanın çoğunluğuna göre haramdır. Ebû Hanîfe ise: kuru üzüm ve hurma şırası üçte ikisi gidecek şekilde kaynatılırsa sarhoş etmeyecek kadarını içmek helâldır, buyurmuştur. Meysir de mev'id vezninde mastardır, kumara meysir denilmesi, başkasının malını kolaylıkla almasından yahut soyup almasının kolay olmasındandır. Mana da: Sana bu ikisini almayı sorarlar, demektir. "De ki: o ikisinde vardır” yani onları almada vardır, (büyük günah) çünkü emredileni yapmamaya ve haram edileni yapmaya götürür. Hamze ile Kisâî üç noktalı se ile kesîr okumuşlardır. "İnsanlar için faydalar vardır” mal kazanmak, neşelenmek, zevk almak ve gençlerin arkadaşlıkları gibi. İçkide özellikle korkakları cesaretlendirme, faziletli davranış ve karakterin takviyesi vardır. "Günahları ise faydalarından daha büyüktür” yani onlardan doğacak kötülükler onlardan beklenen faydalardan daha büyüktür. Bunun içindir ki: İçkiyi harâm eden burasıdır, denilmiştir. Çünkü kötülük iyiliğini bastırırsa, fiilin haram edilmesini gerektirir. Öyle görünüyor ki, böyle değildir; çünkü yukarıda Mu'tezile mezhebinin bâtıl olduğu anlatılmıştı. "Sana neyi harcayacaklarından sorarlar” soranın yine Amr bin Cemuh olduğu söylenmiştir. Önce harcanacak ve sarf edilecek yerlerden sordu, sonra da nasıl harcanacağından sordu, (deki: İhtiyaç fazlasını). Afv yorgunluğun zıddıdır, o sebeple düz yere de afv denir. O da vermesi kolay olanı harcamak, kendini yormamaktır. Şâir şöyle demiştir: Benden kolaylığı al, sevgimi devam ettirirsin, Kızdığım ve hiddetlendiğim zaman konuşma. Rivâyete göre adamın biri bir ganimette elde ettiği altın bir yumurta getirdi: Bunu benden sadaka olarak al, dedi. Efendimiz ondan yüzünü çevirdi, adam bunu birkaç kere tekrar etti. O da. Getir, dedi ve onu öfke ile aldı, öyle bir fırlattı ki, eğer değse idi başını yarardı. Sonra: Biriniz tüm malını getiriyor, onu sadaka etmek istiyor, sonra da insanlara el açacak. Asıl sadaka ihtiyaç yokken vermektir, dedi. Ebû Amr vâv'ın ref'i ile (afvu) okumuştur. (İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar) yani ihtiyaç fazlasının diğerinden daha iyi olduğu veyahut zikredilen hükümleri açıkladığı gibi demektir. Kâf mahzûf mastarın sıfatı olarak mensûbtur, yani tebyînen misle hazet tebyîn (bunun gibi açıklar) demektir. Muhatap çoğul olduğu hâlde işaretinin tekil olması, kabîl yahut cem' ile te'vil edilmesindendir. "ki, düşünesiniz” deliller ve hükümler üzerinde. 220Dünya ve âhiret işlerini. Bir de sana yetimlerden sorarlar. De ki: Onları ıslah etmek daha hayırlıdır. Eğer kendileri ile karışırsanız, sizin kardeşlerinizdir. Allah, ıslah edenle bozguncuyu bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zora sokardı. Şüphesiz Allah, mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir. "Dünya ve âhirette” yani iki dünya işleri üzerinde düşünürsünüz de onlardan en iyilerini alır, size zarar verecek ve fayda vermeyecek şeylerden kaçınırsınız yahut zararı yararından çok olan şeyler üzerinde düşünürsünüz. "Sana yetimlerden sorarlar", "şüphesiz haksız yere yetim malı yiyenler” (Nisa: 10) âyeti inince, yetimlerden ayrıldılar, onlara karışmak ve onlarla ilgilenmek istemediler. Bu da onlara ağır geldi; Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e anlatıldı, bunun üzerine "De ki: Onları ıslah etmek daha hayırlıdır” âyeti indi. Yani ıslahlarına çalışmak yahut hâllerini ıslah edip düzeltmek onlardan kaçmaktan daha hayırlıdır. "Eğer onlarla karışırsanız sizin kardeşlerinizdir” bu da onlarla haşir neşir olmaya teşvik etmektedir. Yani onlar sizin din kardeşlerinizdir. Kardeşin hakkı da onunla karışmaktır. Karışmaktan maksat hısımlıktır da denilmiştir. "Allah ıslah edenle bozguncuyu bilir” bu da onları bozmak ve ıslah etmek için karışanlara hem tehdittir hem de vaattir. Yani onun durumunu bilir ve cezasını ona göre verir. (Eğer Allah dileseydi sizi zora sokardı) yani eğer Allah sizi zora sokmak isteseydi sokardı, yani size zorluk verecek şeyleri yüklerdi. Bu da anet'ten gelmektedir ki, zorluk ve meşakkattir. Onlara karışmanızı câiz kılmazdı. "Şüphesiz Allah, mutlak gâlibtir” zorluk vermeye gücü yeter. "Hikmet sâhibidir” hikmet neyi gerektiriyor ve güç neye yetiyorsa ona hüküm verir. 221Müşrik kadınlarla îman edinceye kadar evlenmeyin. Mü'min bir cariye müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri, hoşunuza gitse de îman edinceye kadar evlendirmeyin. Mü'min bir köle hoşunuza gitse de bir müşrikten daha hayırlıdır. Onlar cehenneme çağırırlar; Allah ise kendi izni ile cennete ve magfirete/bağışa çağırır. Düşünürler diye insanlara âyetlerini açıklar. (Müşrik kadınlarla îman edinceye kadar evlenmeyin) zamme ile de (vela tünkihu) okunmuştur ki, onları Müslüman erkeklerle evlendirmeyin demek olur. Müşrikât tabiri bütün ehl-i kitap kadınlarını içine alacak şekilde geneldir. Çünkü ehl-i kitap da müşriktirler, zira Allahü teâlâ: "Yahûdîler: Uzeyr Allah'ın oğludur, dediler; Hıristiyanlar da: Îsa Allah'ın oğludur, dediler... Onu onların şirkinden tenzih ederiz” (Tevbe: 30-31) buyurmuştur. Ancak ehl-i kitap kadınları "kendilerine kitap verilenlerin namuslu kadınları” (Maide: 5) kavliyle tahsis edilmiştir. Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz, Mersed el - Ğanevi'yi Mekke'ye gönderdi, görevi de bazı Müslümanları oradan (gizlice) çıkarmaktı. Ona Anâk denilen kadın geldi, cahiliye devrinde onu severdi, kadın: Benimle kalmayacak mısın, dedi? O da: Aramıza İslâm girdi, dedi. Kadın: Benimle evlenir misin, dedi? O da: Evet, ancak Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e danışayım, dedi. Danıştı, bunun üzerine konumuz olan âyet indi. (Mü'min bir cariye müşrik bir kadından daha hayırlıdır) yani hür olsun köle olsun mü'min bir kadın demektir; çünkü bütün insanlar Allah'ın kulları ve cariyeleridir. "Hoşunuza gitse de!” güzelliği ve kişiliği ile. Vâv da hâliyedir, "lev” de "in” manasınadır, bu da çoktur. "Müşrik erkekleri îman edinceye kadar evlendirmeyin” yani onları îman edinceye kadar mü'min kadınlarla evlendirmeyin, demektir, bu da geneldir. "Mü'min bir köle hoşunuza gitse de bir müşrikten daha hayırlıdır". Bu da onlarla temas kurmanın yasaklık gerekçesidir ve mü'minlerle ilişki kurmaya teşviktir. "İşte onlar” zikri geçen erkek ve kadın müşriklere işarettir, "cehenneme çağırırlar” yani cehenneme götüren küfre çağırırlar; onlarla dostluk ve hısımlık kurmak uygun değildir. "Allah ise davet eder” yani dostları, açıkçası mü'minler davet eder demektir ki, muzâf hazfedilmiş, muzâfunileyh onun yerine geçirilmiştir. Bu da şanlarını yüceltmek içindir. "Cennete ve bağışa” yani bu ikisine götürecek itikat ve amele demektir. İşte ilişki kurmayı hak eden onlardır. "İzni ile” yani tevfiki, kolaylaştırması ile yahut kaza ve irâdesiyle demektir. “Düşünürler diye âyetlerini açıklar” düşünsünler yahut düşünme hâline gelsinler diye, çünkü kalplerinde hayra meyil ve hevese muhalefet yerleşmiştir. 222Sana hayızdan sorarlar. De ki: O eziyettir. Bu sebeple hayızda kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman onlara Allah'ın size emrettiği yerden gelin. Şüphesiz Allah, çok tevbe edenleri sever ve iyice temizlenenleri sever. (Sana hayızdan sorarlar). Rivâyete göre cahiliye halkı hayızlı kadınlarla oturmaz, onlarla beraber yemek yemezlerdi. Nitekim Yahûdîler ve Mecûsîler de böyle yaparlardı. Bu böyle devam etti, nihayet Ebuddahdah bir grup sahabe ile bunu sorunca bu âyet indi. Mahîd mastardır, tıpkı mecî' ve mebît gibi. Belki de Cenab-ı Allah'ın "yeseluneke” ifadesini üç defa vavsız, sonra da üç defa vavsız zikretmesi, şundandır; çünkü ilk üçü ayrı vakitlerde olmuştu; son üçü ise bir vakitte olmuştu. Bunun içindir ki, onları atıf harfi vâv ile zikretmiştir. "De ki, o eziyettir” yani hayız tiksinilen bir şeydir, yaklaşânı rahatsız eder, çünkü ondan nefret eder. "Bu sebeplerle kadınlardan uzak durun” onlarla cima etmekten kaçının. Çünkü aleyhisselâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Kadınlar hayız olunca sadece onlarla cima etmekten men olundunuz; onları yabancıların yaptığı gibi evlerden çıkarmakla emrolunmadımz. Bu da Yahûdîlerin ifratı ile Hıristiyanların tefriti arasında bir şeydir. Çünkü onlar hayza aldırmadan cima ederlerdi. Ona eziyet deyip de fe edâtı ile hüküm vermesi, onun illet olduğunu bildirmek içindir. (Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın). Bu da hükmü te'kit etmekte ve sınırını açıklamaktadır, o da kan kesildikten sonra gusül etmeleridir. Hamze, Kisâî ve Âsım'ın da İbn Abbâs rivâyetinde yetetahharne manasına ve "fe izâ tetahharne fe'tuhunne” kavlini de dikkate alarak yettahharne okumaları da bunu açıkça göstermektedir. Çünkü bu, onlara gelmenin cevazını gusülden sonraya bırakmaktadır. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh ise: Hayzm uzun süresini doldurmakla temizlenirlerse onlara gusülden önce de yaklaşmanın câiz olacağını söylemiştir. "Allah'ın size emrettiği yerden gelin” yani Allah'ın emrettiği ve size helâl ettiği yerden gelin demektir. "Şüphesiz Allah, çok tevbe edenleri sever” günahlardan tevbe edenleri "ve iyice temizlenenleri sever” çirkin ve tiksindirici şeylerden uzak duranları; Meselâ hayızlı kadınla cima etmek ve onlara ters yoldan gelmek gibi. 223Kadınlarınız sizin tarlanızdır; tarlanıza nasıl isterseniz öyle gelin. Kendiniz için önden (ameller) gönderin. Allah'tan korkun. Bilin ki, siz ona kavuşacaksınız. İnananları müjdele! "Kadınlarınız sizin tarlanızdır” ekin yerlerinizdir, onlara benzetmesi rahimlerine atılan meninin tohuma benzetilmesindendir. "Tarlanıza gelin” yani onlara tarlalarınıza gelir gibi gelin; bu da "onlara Allah'ın size emrettiği yerden gelin” (Bakara: 222) ifadesinin açıklaması gibidir, "nasıl isterseniz” yani istediğiniz cihetten demektir. Rivâyete göre Yahûdîler: Bir kimse karısına önünden gelmek üzere arkadan gelirse, çocuk şaşı olur, derlerdi. Bu, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e anlatılınca bu âyet indi. "Kendiniz için önden (ameller) gönderin” sizin için birikecek sevap demektir. Bunun çocuk isteme olduğu da söylenmiştir. Cinsî temastan önce besmele çekmek olduğu da söylenmiştir. "Allah'tan korkun” ona isyan etmekten "bilin ki, ona kavuşacaksınız” rezil olmayacağınız şeyleri temin ederek. "İnananları müjdele!” kâmil îman sahiplerini ikramlarla ye sürekli nimetlere müjdele. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e onlara nasihat etmesini ve kendisini tasdik edip emrine uyanları müjdelemesini emretmiştir. 224Yeminlerinizden dolayı Allah'ı iyilik etmenize, fenalıktan sakınmanıza ve insanların arasını bulmanıza engel yapmayın. Allah hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir. (Yeminlerinizden dolayı Allah'ı iyilik etmenize, fenalıktan sakınmanıza ve insanların arasını bulmanıza engel yapmayın). Ebû Bekir es - Sıddik radıyallahü anh hakkında inmiştir, çünkü Hazret-i Âişe radıyallahü anha'ya iftira eden Mistah'a yardım etmeyeceğine yemin etmişti. Ya da Abdullah bin Ravaha hakkında inmiştir, o da eniştesi Beşir bin Numan ile konuşmayacağına ve kız kardeşiyle arasını bulmayacağına yemin etmişti. Urda fu'le veznindedir, kubda gibidir; insanın önüne çıkan şeye yahut bir şeye maruz kalana denir. Âyetin birinciye göre manası, Allah'ı yemin ettiğiniz iyiliklere engel kılmayın, demektir. Bu takdirde yeminlerden yemin edilen şeyler murat edilmiş olur. Meselâ Efendimiz aleyhisselâm’ın İbn Semüre'ye: Bir şeye yemin eder de bozmayı daha hayırlı görürsen, o hayırlısını yap, yemininin kefaretini ver, sözü gibi. En edâtı sılasıyla beraber onlar için beyandır (onlarla aynıdır). Lâm da urdatan'a bağlıdır, çünkü onda itiraz (karşısına çıkma) manası vardır. Lâm’ın illet için olup en'in de fiile yahut urda'ya müteallik olması da câizdir, yani şöyle demek olur: Allah'ı onunla yemin ettiniz diye iyilik yapmanıza engel kılmayın. İkinciye göre de mana: Onu yeminlerinize maruz bırakmayın, çok yemin ederek adını saygısızca anmayın, demek olur. Bunun içindir ki: "Her çok yemin eden şerefsize itâat etme” (Kalem: 10) buyurmuştur. En teberru da yasağın illetidir, yani iyiliğinizi, takvanızı ve insanların arasını bulmanızı istediğim için sizi bundan men ediyorum, demektir. Çünkü çok yemin eden Allah'a karşı cesaret göstermiş demektir. Ona karşı cesaret gösteren de ne iyi ne takva sâhibi ne de arabulucu olabilir. "Allah hakkıyla işitendir” yeminlerinizi, "hakkıyla bilendir” niyetlerinizi. 225Allah sizi boş yere yapılan yeminlerinizden sorumlu tutmaz; ancak kalplerinizin kazandığı şeylerden sorumlu tutar. Allah çok bağışlayıcı, çok halîmdir. (Allah sizi boş yere yapılan yeminlerinizden sorumlu tutmaz). Lağv düşük ve itibarsız söz ve hareket demektir. Yeminin lağvi de irâdesiz olarak edilendir, Meselâ dilinden kaçmak yahut manasını bilmeden onu telâffuz etmek gibi. Meselâ Arapların te'kit niyetiyle: Lâ vallahi, belâ vallahi (evet vallahi, hayır vallahi) demeleri gibi. "Ancak kalplerinizin kazandığı şeylerden sorumlu tutar". Mana şöyledir: Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerle sorumlu tutup size ceza vermez ve size azâp etmez, ancak sizi kasıtlı yaptığınız yeminlerden ve kalplerinizin de dillerinizi tasdik ettiği şeylerden sorumlu tutar. Ebû Hanîfe: Boş yemin bir adamın yalan zannıyla yaptığı yemindir buyurmuştur. Mana da şöyledir: Allah sizi yanılarak yaptığınız yeminlerden sorumlu tutmaz, ancak yalan söylemeye karar verdiğiniz yeminlerden sorumlu tutar. "Allah çok bağışlayıcıdır” çünkü sizi boş yeminlerle sorumlu tutmaz, "çok halîmdir” çünkü ciddi yemininizde de belki tevbe edersiniz diye hemen ceza vermeye kalkmaz. 226Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay bekleme vardır. Eğer zevcelerine geri dönerlerse, şüphesiz Allah pek yarhgayıcı ve çok merhametlidir. (Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için) yani onlarla cima etmemeye yemin edenler için demektir. îlâ yemin etmektir, alâ edâtı ile geçişli kılınır, ancak bu yemine uzaklaşma manası yüklendiği için "min” ile geçişli kılınmıştır. (Dört ay bekleme vardır). Mübtedâdır, haberi kendinden öncesidir ya da zarfın fâ'ilidir, nitekim bu ihtilâf yukarıda geçmiştir. Terabbus eklemek ve duraklamaktır, zarfa izafe edilmesi mecâzîdir, yani îlâ eden için bu süre kadar bekleme hakkı vardır; ondan ne dönme ne de boşama istenmez. Bunun içindir ki, İmâm-ı Şâfiî: îlâ ancak dört aydan fazlasında olur, buyurmuştur. "Eğer dönerlerse” bozmakla yeminlerinden dönerlerse "şüphesiz Allah pek yarlıgayıcı ve çok merhametlidir” îlâ yapan için, kefaretini verdiği takdirde bozduğu yeminin günahından yahut îlâ etmekle kadına vermek istediği zarar vb. şeylerden tevbe yerine geçen dönüşle. 227Eğer kadınlarını boşamaya karar verirlerse, şüphesiz Allah hakkıyla işiten, gerçekten bilendir. "Eğer boşamaya karar verirlerse” talaka kastederlerse, "şüphesiz Allah hakkıyla işitendir” boşamalarını, "hakkıyla bilendir” bundaki gayelerini. Ebû Hanîfe: îlâ dört ay ve daha azında olur, buyurmuştur. Hükmü de şöyledir: Eğer süre içinde gücü yeterse cima etmekle gücü yetmezse vaat ile dönerse, dönmesi gerçekleşir ve cima edenin kefaret vermesi lâzım gelir, yoksa kadın bir talakla bain olarak boşanmış olur. Bize göre süre içinde iki şeyden birini yapması istenir; eğer bunları kabul etmezse, hâkim boşama kararı verir. 228Boşanmış kadınlar kendi başlarına üç temizlenme / hayız süresi beklerler. Eğer Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorlarsa, Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl değildir. Eğer kocaları barışmak isterlerse, bu hususta onları geri almaya daha haklıdırlar. Kadınların meşru surette vazifeleri kadar hakları davardır. Erkeklerin de onların üzerinde daha üstün bir dereceleri vardır. Allah mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir. "Boşanmış kadınlar” bunlardan zifafa girmiş olanları ve hayız görenleri murat ediyor, çünkü âyetler ve haberler başkalarının bu hükümlere tâbi olmadığım göstermektedir. "Beklerler” haberdir, emir (beklesinler) manasınadır. İbarenin değiştirilmesi te'kit içindir ve bu gibi şeylerin derhal yerine getirilmesi gereğini akla getirmek içindir. Sanki muhatap (kadınlar) emri yerine getirmeyi hedef almış o da onu haber vermektedir, Meselâ duada: rahimekallah (Allah sana rahmet etti (etsin) demen gibi. Müpdeta ile isim cümlesi de daha fazla te'kit etmek içindir. "Kendi başlarına” bu da beklemeyi harekete geçirmek ve kadınları buna teşvik etmek içindir. Çünkü kadınlar erkeklere göz dikerler. Onun için nefislerini bastırmaları ve beklemeye hazırlıklı olmaları emredilmiştir. "Selasete kuruin” zarf yahut mef’ûlünbih olarak mensûbtur yani bu üç sürenin geçmesini beklerler demektir. Kur'u kur'un cem'idir, o hayza da denir. Meselâ aleyhisalat vesselam Efendimizin bir kadına: "Kur’ günlerinde namazını bırak” sözünde olduğu gibi. İki hayız arasındaki temizlik için de kullanılır, Meselâ şâir A'şa'nın şu beyitinde olduğu gibi: Sen gazaya çıkmakla mal ve kabilede şeref bırakmak istiyorsun Kadınlarının zâyi olan kur'larına (temizlik günlerine) karşılık olarak. Kur' aslında temizlikten hayza geçmektir, Âyette murat edilen de budur; çünkü rahimde çocuk olmadığını gösteren odur. Aslı budur, Hanelilerin dediği gibi hayız değildir. Zira Allahü teâlâ: "Onları iddetleri içinde boşayın” (Talak: 1) buyurmuştur ki, iddetleri süresinde demektir. Meşru talak da hayızda olmaz. Aleyhisselâm Efendimizin: "Cariyenin talakı ikidir, iddeti de iki hayızdır” sözü ise Şeyhayn'in İbn Ömer kıssasında rivâyet ettikleri "ona söyle, kadınına dönsün, sonra da karısını temizleninceye, sonra hayız görünceye sonra da temizleninceye kadar tutsun; sonra ister nikahında tutar isterse el sürmeden boşar. İşte Allahü teâlâ’nın kadınları ona göre boşamayı emrettiği iddet budur” sözüne karşı koyamaz. Kıyas cemi kıllet kalıbı ile akrâ' demeyi gerektirirdi, ancak onlar bu hususta geniş davranır, iki kalıptan her birini diğerinin yerine kullanırlar. Belki hüküm hayız gören bütün kadınları içine aldığı için kesret manasını içine almış ve o binada (kuru') kullanmak güzel olmuştur. "Allah'ın rahimlerinde yarattığım gizlemeleri onlara helâl değildir” iddette acele ederek ve dönme hakkını iptal ederek rahimlerindeki çocuk ve hayızdan hangisi olduğunu saklamaları helâl değildir. Bunda bu konuda kadının sözünün kabul edileceğine delil vardır. "Eğer Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorlarsa". Bundan maksat helalliğin olmamasını yeminleriyle kayıtlamak değildir, bilâkis bunun îmana zıt olduğunu ve mü'minin buna cesaret etmemesi ve bunu yapmaması gerektiğini vurgulamaktır. (Kocaları) yani boşanmış kadınların kocaları (onları geri almaya daha haklıdır) nikah etmeye ve onlara dönmeye. Ancak gelecek âyetten dolayı talak ric'î olunca, zamir (ric'î talak) mutlak talaktan tahsis edilmiştir. Bunda da bir engel yoktur, sanki zâhir ismi tekrar ve tahsis etmiş gibidir. Buulet ba'l'in çoğuludur, te de cemi tenisi içindir, Meselâ umumet ve huulet (halalık, teyzelik) lâfızlarında olduğu gibi. Ya da mastardır, ba'lun hasenül buuleti (kocalığı güzel bir kocadır) sözünde olduğu gibi. Sıfat olarak kullanılmıştır (kocalık tarzı demektir). Ya da mahzûf muzâfm yerine geçirilmiştir, yani ve ehlü buuletihinne demektir. Ef'al (ehakku) da fâil (hakikun) manasınadır. "Bunda” bekleme zamanında demektir. "Eğer barışmak isterlerse” dönmekle, kadına zarar vermek istemezlerse. Bundan dönmek için barışmanın şart olduğu murat edilmemiştir, bilâkis buna teşvik edilmiş ve zarar kastı men edilmiştir. "Kadınların meşru surette vazifeleri kadar haklan da vardır". Yani erkeklerin onların üzerinde olduğu gibi bunların da erkekler üzerinde hakları vardır. Bu da vücupta ve istemede öyledir, yoksa cinste değildir. "Erkeklerin onların üzerinde (daha üstün) bir dereceleri vardır". Bir derece fazla hakları vardır. Çünkü erkeklerin hakları nefisleri itibarı iledir, kadınların hakları İse mehir, koruma, zarar vermeme gibi şeylerdir. Yahut da erkeklerin üstünlüğü şeref ve fazilet bakımındandır; çünkü erkekler kadınların başında beklerler, onları korurlar. Cinsel ilişkide onlara ortak iseler de kontrol ve nafaka faziletiyle de özellikleri vardır. "Allah mutlak gâlibtir” hükümlerine muhalefet edenden intikâm almaya gücü yeter, "hikmet sâhibidir” o hükümleri hikmet ve maslahatlara göre meşru kılar. 229Boşama iki defadır: Ondan sonrası ya iyilikle tutmak yahut güzellikle salıvermektir. Onlara verdiklerinizden bir şey almanız size helâl değildir; meğerki karı koca Allah'ın sınırlarım ayakta tutmaktan korkarlar. Eğer Allah'ın sınırlarını ayakta tutmaktan korkarsanız, kadının verdiği fidyede onlara günah yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır; onları aşmayın. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. "Boşama iki defadır” yani ric'î talak ikidir demektir; çünkü Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e "üçüncüsü nerededir?” denilince: "Ya da güzellikle salıvermektir” dedi. Bunun manası: Ayırmak üzere boşamadan sonra şer'î talak birdir, denilmiştir. Bunun içindir ki, Hanefiler: İki talakla üçüncüyü birleştirmek bid'attır, demişlerdir. "Ya iyilikle tutmak” karıya dönmek ve güzel geçinme, bu da birinci manayı kuvvetlendirmektedir "yahut güzellikle salıvermektir” üçüncü boşama ile yahut bain oluncaya kadar ona dönmemekle. Son manaya göre hüküm yenidir, serbestlik de mutlaktır, arkasından boşamanın nasıl olacağını göstermiştir. "Onlara verdiklerinizden bir şey almanız size helâl değildi” yani mehirlerden demektir. Rivâyete göre Abdullah bin Übey bin Selul'ün kız kardeşinin kızı Cemile, kocası Sâbit bin Kays'ten nefret ediyordu. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e geldi: Hayır, başımı Sâbit'le bir yastığa koyamam, Allah'a yemin ederim ki, onu dîninden ve ahlakından dolayı ayıplamıyorum, ancak Müslümanlıktan küfre de dönmek istemiyorum. Ona dayanamıyorum, ondan nefret ediyorum; çadırın perdesini kaldırdım; onun bir bölük erkeğin içinde geldiğini gördüm. Ondan daha siyahını, ondan daha bodurunu ve ondan daha çirkinini görmedim, dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. O da mehir olarak aldığı hurmalığı geri verdi. Hitap hakemleredir, almayı ve vermeyi onlara nispet etmesi, muhakeme sırasında onlara emretmeleri sebebiyledir. Birinci hitabın kocalara, arkasındakinin de hakemlere olduğu da söylenmiştir ki, meşhur kırâata göre Kur'ân'ın nazmını aksatır. (Meğerki ikisi korkalar) yani eşler demektir. Yezunna da okunmuştur ki, korkuyu zanla tefsiri teyit eder. (Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından) evlilik gereği hükümleri tutmamakla. Hamze ile Ya'kûb meçhul kalıbı ile yuhafa ve "en"in de sılasıyla beraber bedel-i istimal olmak üzere bedel olarak okumuşlardır. Hitap te'si ile de tehafa ve tukima da okunmuştur. "Eğer korkarsanız” ey hakemler "Allah'ın sınırlarını ayakta tutmaktan, kadının verdiği fidyede onlara günah yoktur” erkeğe kadının kendini kurtarmak için ve hul' olarak verdiği fidyeyi almasında ve kadının da bunu vermesinde. "İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır” belirlenen hükümlere işarettir. "Onları aşmayın” muhalefet etmekle. "Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir". Bu da tehdidi daha da abartmak için yasakla getirilen bir gözdağıdır. Bil ki, Âyetin zahiri hul'un kocadan nefret etme ve geçimsizlik olmadan câiz olmayacağına ve kocanın mehir olarak verdiğinin hepsi ve fazlasıyla câiz olmayacağına delâlet etmektedir. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'in: "Herhangi bir kadın bir şiddet yokken kocasından boşanma isterse, ona cennetin kokusu haramdır” sözü de bunu destekler. Şu hadis de öyledir: Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Cemile'ye "ona bahçesini iade eder misin?” dedi, o da: Ederim hem de fazlasıyla, dedi. Aleyhisselâm da: Fazlasına hayır, dedi. Cumhur bunu mekruh fakat geçerli görmüşlerdir. Çünkü akdin men edilmesi onun fasit olduğunu göstermez. Ve Âyetin zahiri hul'un fidye tabiri ile de sahih olacağını göstermektedir; çünkü Allahü teâlâ ona fidye ismini vermiştir. Talak lâfzından başka bir şey söylendiği takdirde fesih mi yoksa talak mı olacağında da ihtüaf edilmiştir. Kim onu fesih kabul ederse: 230Eğer kocası onu boşarsa, kadın ondan başka bir ere nikah-Ianmadıkça ona helâl olmaz. Eğer yeni kocası onu boşarsa, karı koca Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse, birbirlerine dönmelerinde günah yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır; bunları bilen bir topluma açıklıyor. (Eğer onu boşarsa) kavlini delil getirmiş olur. Çünkü iki talak zikredildikten sonra arkasından hul'u getirmesi, eğer hul’ talak olursa dördüncü bir talakın olmasını gerektirir. Açık olan onun talak olmasıdır. Çünkü o, kocanın irâdesiyle bir ayırmadır. Bu da mal karşılığında talak gibidir. "Fein tallakaha” ifadesi ettalaku merretani kavline mütealliktir, ya da güzellikle salıvermedir kavlinin tefsiridir. Aralarına hul'un girmesi de talakın bazen bedava olacağım bazen da mal karşılığında olacağını göstermek içindir. Mana da şöyledir: Eğer onu iki talaktan sonra boşarsa "bundan sonra ona helâl olmaz” bu talaktan sonra demektir. "Başka bir ere nikahlanıncaya kadar” başkasıyla evleninceye kadar demektir. Nikah tabiri tezevvüc gibi akit için de cinsel ilişki için de kullanılır. İbn Müseyyeb gibi akit yeterlidir diyen zahirini almış olur. Cumhur ise onun temassız olmayacağında ittifak etmiştir. Çünkü rivâyete göre Rifaa'nın karısı, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e: Rifaa beni boşadı, hem de kesin boşadı, Abdurrahman bin Zebir benimle evlendi. Onun şeyi şu püskül gibidir, dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de "Rifaa'ya dönmek istiyor musun?” dedi. O da: Evet, dedi. O da: Hayır, sen onun balcağızını tatmadıkça o da senin balcağızını tatmadıkça olmaz, dedi. Âyet mutlaktır; sünnet onu kayıtlamıştır. Nikah'ın dokunma ile tefsir edilmesi de ihtimal dahilindedir, o zaman akit de koca lâfzından istifade edilmiş olur. Bunun (hüllenin) hikmeti de ikide birde talaka koşmayı, üç talaka dönmeyi ve ona olan arzuyu kesmektir. Hülle şartı ile yapılan nikah çoğunluğa göre geçersizdir. Ebû Hanîfe ise mekruh olmakla beraber câiz görmüştür. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem hülle yapana da yaptırana da lâ'net etmiştir. "Eğer onu boşarsa” ikinci koca, "birbirlerine dönmelerinde onlara günah yoktur” yani kadın ile birinci kocadan her birinin diğerine evlenme ile dönmesinde günah yoktur. (Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse) eğer Allah'ın koyduğu sınırı ve meşru kıldığı karı kocalık haklarını yerine getireceklerini zannederlerse, demektir. Burada zannı bilmekle tefsir etmek doğru değildir. Çünkü işlerin sonu gâiptir, zannedilir, bilinmez. Bir de: Alimtü en yekume zeydün denilmez, çünkü nasb edâtı olan en beklenti içindir, bilmeye (ilme) aykırıdır. "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır” yani zikredilen hükümler demektir. "Bunları bilen bir kavme açıklıyor” bilen ve bildiğinin gereği ile amel edenlere demektir. 231Kadınları boşarsınız da iddetlerini bitirirlerse, onları ya iyilikle tutun yahut da iyilikle salıverin. Onlara zarar vermek ve onları çiğnemek için onları tutmayın. Kim bunu yaparsa kendine yazık etmiş olur. Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın size olan nimetini ve size onunla öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah'tan korkun. Bilin ki, Allah her şeyi pekiyi bilmektedir. (Kadınları boşarsınız da onlar da iddetlerini bitirirlerse) yani iddetlerinin sonuna ulaşırlarsa, demektir. Ecel müddet ve onun sonu için denilir. İnsanın ömrüne ve onunla son bulduğu ölüme de denilir. Şâir şöyle demiştir: Her canlı ömür süresini tamamlayacak Ve eceli sona erdiği zaman helâk olacaktır. Buluğ bir şeye ulaşmaktır, mecazen bir şeye yaklaşmaya da denir. Âyetten murat edilen de odur. O zaman "onları iyilikle tutun yahut iyilikle salıverin” hükmünün ona bağlanması sahih olur. Çünkü süre bittikten sonra tutmak yoktur. Mana da şöyledir: onlara zarar vermeden dönün yahut iddetleri bittiği zaman uzatmadan onları salıverin. Bu da bazı suretleri değişik olduğu ve ona önem verildiği için hükmün tekrarı tarzındadır. (Onlara zarar vermek için tutmayın). Onlara zarar vermek için dönmeyin. O zaman boşayan kimse, iddet bekleyen kadım sonuna yaklaşacak şekilde bırakırdı, sonra da iddeti uzasın diye ona dönerdi. İşte bundan şiddetle men edildiler. Dıraren de mef’ûlünleh yahut hâl olarak mensûb olmuştur, zarar vererek böyle yapmayın, demektir. "Lita'tedu” iddeti uzatmak yahut fidye vermeye zorlamakla onlara zulmetmek için. "Kim bunu yaparsa kendine yazık etmiş olur” nefsini azaba maruz bırakmakla. "Allah'ın âyetlerini eğlenceye almayın” onlardan yüz çevirmek yahut onlara ilgisiz kalmakla. Bir şeye ciddiyet göstermeyene "innema ente haziün” sözünden alınmıştır. Sanki alaya almayı men etmiş, zıddmı yapmayı murat etmiş gibidir. Şöyle de denilmiştir: Adam evlenir ve köle azat ederdi, sonra da: Ben şaka ettim, derdi. Âyet bunun üzerine indi. Aleyhisselâm Efendimizden şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Üç şey vardır ki, ciddisi de ciddidir, şakası da ciddidir: Boşamak, evlenmek ve köle azat etmek. "Allah'ın size olan nimetini hatırlayın” onlardan biri de hidâyet ve Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i göndermektir, buna da şükredin ve haklarını yerine getirin. "Ve size indirdiği kitap ve hikmete” Kur'ân'a ve sünnete demektir. Bu ikisini ayrı zikretmesi, şereflerini göstermek içindir. "Size onunla öğüt verdiği” size indirdiği şeyle öğüt verdiği. "Allah'tan korkun ve bilin ki, Allah her şeyi pekiyi bilmektedir". Bu da te'kit ve tehdittir. 232Kadınları boşarsınız da onlar da iddetlerini bitirirlerse, aralarında meşru bir surette rızalaştıkları takdirde kocalarına nikatıl anmalarını engellemeyin. Sizden kim Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorsa, ona bu öğüt veriliyor. Bu sizin için daha erdemli ve daha temizdir. Allah bilir, sizse bilemezsiniz. "Kadınları boşarsınız da onlar da iddetlerini bitirirlerse” yani iddetleri bittiği zaman demektir. İmâm-ı Şâfiî'den: Sözün akışı iki ayrılığın birbirinden farklı olduğunu gösterir, dediği rivâyet edilmiştir (birinci Âyette bitirmeye yaklaşırlarsa denilmiştir). "Kocalarına nikahlanmalarını engellemeyin". Burada muhataplar kadınların velileridir, çünkü rivâyet edildiğine göre âyet Mâ'kıl bin Yesar hakkında inmiştir. Kız kardeşi Cemile'yi tekrar kocasının yanına göndermek istememişti. Bu da kadının kendi kendini evlendiremeyeceğine delildir, çünkü buna imkanı olsa idi velinin engellemesinin bir manası olmazdı. Evlenmenin onlara isnat edilmesi buna mani değildir, çünkü evlenme onların izinlerine bağlıdır. Şöyle de denilmiştir: Buradaki muhataplar, kadınların iddeti bittikten sonra bırakmayan ve evlenmelerine de izin vermeyen zorba kocalardır. Çünkü âyet "kadınları boşadığınız zaman” kavline cevaptır. Hem veliler hem de kocalardır da denilmiştir. Bütün insanlardır da denilmiştir. Mana da şöyledir: Aranızda böyle bir şey bulunmasın, çünkü bulunur da siz de buna râzı olursanız, onu yapmış gibi olursunuz. Âyette geçen adi hapsetmek ve baskı yapmaktır. Adaletid decacetü denir ki, yumurta kuruyup kavuğun karnından çıkmamaktır. (Aralarında rızalaştıkları takdirde) yani isteyenlerle kadınlar anlaştıkları takdirde demektir. "Bilma'ruf” meşru bir surette şerîatın kabul edeceği ve insanlığın beğeneceği tarzda. Bu da Merfû' zamirden hâl’dir ya da mahzûf mastarın sıfatıdır, yani teradıyen kainen bilmarufi demektir. Bunda kadının dengi olmayanla evlenmesini men etmenin yasak olmadığına delâlet vardır. (İşte bu) zikri geçen şeylere işarettir. Hitap da kabîl (topluluk) ve küllü vahid (herkes) te'vili ile herkesedir. Ya da kâf sırf hitap ve hazırla geçmişi ayırmak içindir, muhatapları belirlemek için değildir. Ya da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'edir, tıpkı "ey Peygamber, kadınları boşadığınız zaman” (Talak: 1) âyetinde olduğu gibi. Bu da işâret edilen şeyin kimsenin tasavvur edemeyeceği kadar önemli olduğuna işâret etmek içindir. "İçinizden Allah'a ve âhiret gününe îman edene bununla öğüt verilir” çünkü öğüdü o tutar ve ondan yararlanır. "İşte bu” yani zikredilenlerle amel etmek "sizin için daha erdemli", "ve daha temizdir” günahların kirlerinden. "Allah bilir” bundaki fayda ve uygunluğu, "siz bilmezsiniz” çünkü ilminiz yetersizdir. 233Kim emzirmeyi tamamlamak isterse, anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların örfe göre yiyeceği ve giyeceği çocuk sâhibi olan babanın üzerinedir. Hiçbir kimse gücünün üstünde sorumlu tutulmaz. Bir anne çocuğu yüzünden zarara uğratılmasın. Çocuk sâhibi baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmasın. Mirasçıya da bunun gibisi vardır. Eğer ikisi rızalaşarak ve müşâvere ederek çocuğu sütten kesmek isterlerse, onlara günah yoktur. Eğer çocuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz verdiğiniz ücreti meşru surette teslim ettiğiniz takdirde size günah yoktur. Allah'tan korkun. Bilin ki, Allah yaptıklarınızı görmektedir. (Anneler çocuklarını emzirirler). Mübalağa için haber tarzında verilmiş emirdir (emzirsinler). Manası nedb içindir yahut vücup içindir; o da çocuk annesinden başkasını emmediği veya sütannesi olmadığı veyahut babanın ücretle emzirtmekten aciz olduğu takdirdedir. Elvalidat (anneler) lâfzı geneldir; boşanmışları da başkalarını da içine alır. Şöyle de denilmiştir: Boşanmış annelerdir, zira söz onların hakkındadır, (tam iki yıl). Tam sıfatı ile te'kit etmesi, bu konuda gevşek davranıldığı içindir. (Emzirmeyi tamamlamak isteyene) bu da hükmün muhatabını göstermektedir yani limen erade itmamer radaah demektir ya da yurdı'ne'ye mütealliktir, çünkü baba nafaka ile olduğu gibi emzirtme ile mükelleftir, anne de onun adına emzirir. Bu da emzirme süresinin en uzun iki yıl olduğunu, iki yıldan sonra buna itibar edilmeyeceğini ve eksiltmesinin de câiz olduğunu gösterir. (Çocuk sâhibinin üzerinedir) yani çocuk kendi adına doğanın üzerinedir, çünkü çocuk onun adına doğar ve ona nispet edilir. İbarenin değiştirilip isim cümlesi hâline getirilmesi emzirmeyi gerektiren manaya ve emzirme ücretinin babanın üzerine olduğuna işâret etmek içindir. "Onların (annelerin) yiyeceği ve içeceği” annelerin ücreti olarak. Sütanne kiralamada ihtilâf edilmiştir; bunu Şâfiî câiz görmüş, Ebû Hanîfe ise kadın zevce veya nikah iddetinde oldukça kabul etmemiştir. "Örfe göre” hakimin kararma ve kişinin de maddî imkânına göre demektir. "Hiç kimse gücünün üstünde sorumlu tutulmaz” bu da masrafın vâcip olmasının, Örf ile sınırlanmasının ve Allah,ü teâlâ’nın kimseyi kaldıramayacağı şeyle mükellef tutmayacağının delilidir. Böyle olmakla beraber imkânsız da değildir. (Bir anne çocuğu yüzünden zarara uğratılmasın, çocuk sâhibi olan baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmasın). Bunu ayrıntılarıyla açıklamakta ve akla yaklaştırmaktadır. İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ya'kûb lâ tükellefu kavlinden bedel olarak ref ile lâ tüdârru okumuşlardır, aslı iki kırâata göre de malum olarak kesre ile lâ tüdârir yahut fetha ile (lâ tüdârer)dir. Birinciye göre mana tudırrü'dür, be de onun sılasıdır (ona mütealliktir) yani anne çocuğuna zarar veremez, bakımında kusur işleyemez demektir. Şeddeli olarak sükûn üzere ve vakf niyetiyle lâ tüdârr şeklinde ve yine vakf niyetiyle şeddesiz de okunmuştur. Bu da dârahu yedıyruhu babından gelir. Çocuğun bir defa anneye bir defa da babaya izafe edilmesi, ona şefkat göstermelerinin istenmesinden ve onun iyiliği ve ona şefkat germeleri için uzlaşmalarının gereğine dikkat çekmek içindir. Binâenaleyh ona zarar vermeleri de yahut onun yüzünden zarara uğratılmaları da doğru değildir. "Ve alelvarisi mislü zalik” bu da ve alel mevludi lehu rızıkuhunne ve kesvetühünne cümlesine ma’tûftur, aradaki de illet ve itiraziyedir. Mirasçıdan maksat babanın mirasçısıdır ki, o da çocuktur. Baba öldüğü takdirde sütannenin masrafı onun malından görülür. Şöyle de denilmiştir: Mirasçı ebeveynden hayatta kalandır, çünkü aleyhisselâm Efendimiz: Onu bize mirasçı (geride kalan) kıl buyurmuştur. Her iki görüş de Şâfiî mezhebine uygundur. Çünkü ona göre doğum dışında nafaka yoktur. Şöyle de denilmiştir: Varisi onun mahremidir, bu da Ebû Hanîfe'nin mezhebidir. Asabeleridir de denilmiştir ki, bu da Ebû Zeyd'in görüşüdür. Zâlike de babaya lâzım gelen yiyecek ve giyeceğe işâret etmektedir. "Fein erada fisalen an teradın minhüma ve teşavurin” yani risalen sadıren anitteradıy minhüma vetteşavüri beynehüma kablel havleyni (rızalaşarak ve müşâvere ederek iki yıldan önce çocuğu sütten kesmek isterlerse) demektir. Teşavür, müşâvere ve meşveret fikir ileri sürmektir. Sürtül asele denir ki, petekten bal çıkarmaktır. "Onlara günah yoktur” bu hususta, rızalaşmaları istenmesi de çocuğun iyiliği ve ikisinden birinin kendi çıkarı veya başka bir şey için çocuğa zarar vermekten uzak durması içindir. "Vein erettüm en testerdıu evladeküm” testerdıul meradıa evladeküm demektir. Erdaatil mer'etü ettıfîe vesterda'tuha iyyahu denir ki: Encahallahu haceti vestencahtuhu iyyahe kavli gibidir (sin istemek manasınadır). Gerek kalmadığı için birinci mef'ûl hazfedilmiştir. "Onlara günah yoktur” bu konuda demektir. Mutlak olması da kocanın çocuğu emzirtmek isteyeceğine ve zevceye emzirtmeyeceğine delâlet etmektedir. "Teslim ettiğiniz zaman” sütannelere (verdiğiniz şeyi) vermek istediğiniz şeyi, tıpkı "namaza kalktığınız (kalkmak istediğiniz) zaman” (Maide: 6) kavli gibi. İbn Kesîr mâ eteytüm okumuştur ki, eta ileyhi ihsanen (birine iyilik etmek) sözünden gelir. Utiytüm şeklinde de okunmuştur ki, Allah'ın size verdiği ve muktedir kıldığı ücreti demektir. "Bilmarufi” sellemtüm fiiline bağlıdır, yani meşru ve şerîatın beğendiği şekilde demektir. Şartın cevabı mahzûftur, çünkü yukarısı ona delâlet etmektedir. Teslimin şart kılınması emzirtme isteğinin câiz olmasından değil; çocuk için en iyisini arama cihetine gitmek içindir. "Allah'tan korkun” çocuklar ve sütanneler konusunda meşru kılman şeyi muhafazada. "Bilin ki, Allah yaptıklarınızı görmektedir” bu da hem teşvik hem de tehdittir. 234İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri kendi başlarına dört ay on gün iddet beklerler. İddetlerini bitirdikleri zaman onların meşru surette yaptıklarında size günah yoktur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri) yani ve ezvacüllezine yahut vellezine yüteveffevne minküm ve yezerune ezvacen badehüm demektir ki, essemnü menevani bidirhemin (sadeyağın kilosu bir dirhemedir) kavli gibi minhu zamiri mahzûftur. Ye'nin fethi le yeteveffevne de okunmuştur ki, iddetlerini dolduran eşleri demektir. Aşr lâfzının müennes olması madudun leyali (geceler) itibariyledir, çünkü onlar ayların ve günlerin ilkidir. Bunun içindir ki, bu gibi yerlerde eyyam manasını kastederek hiç müzekker kullanmamışlardır, hatta sumtü şehren, demişlerdir. Allahü teâlâ'nın: "İn lebistüm illâ aşra” (Tâhâ: 103) ve "in lebistüm illâ yevma” (Tâhâ: 104) âyetleri de buna şahitlik eder. Böyle dört ay on gün takdir edilmesi, belki de ana karnındaki ceninin oğlansa üç, kızsa dört ayda hareket etmesindendir. İyice belli olması için iki sürenin en uzunu alınmış ve ona on gün daha ilave edilmiştir. Çünkü bazen ilk günlerde hareketi zayıf olur ve hissedilmez. Lâfzın genel olması bu hususta Müslümanla kitab iyenin eşit olmasını gerekli kılar, nitekim Şâfiî de böyle buyurmuştur. Hür ile cariyenin de eşit olmasını gerekli kılar, nitekim Esam da öyle buyurmuştur, gebe ile olmayanın da eşit olmasını gerektirir. Ancak kıyas cariye için sürenin yarıya indirilmesini iktiza etmiştir. İcma da gebeyi tahsis etmiş, bunun dışına çıkarmıştır, çünkü Allahü teâlâ: "Gebelerin iddetleri de doğum yapmakla sona erer” (Talak: 4) buyurmuştur. Hazret-i Ali ile İbn Abbâs'tan, ihtiyaten iki sürenin en uzununu bekler dedikleri rivâyet edilmiştir. "Feiza belağne ecelehünne” yani iddetleri bittiği zaman demektir, "size günah yoktur” ey yöneticiler yahut bütün Müslümanlar "kendi başlarına yaptıklarında” dünürleri bekleme ve iddetten dolayi harâm olan diğer şeyler gibi, "meşru surette” şerîatın reddetmeyeceği tarzda demektir. Bunun anlamı şudur: Eğer onlar şerîatın hoşlanmadığı şeyi yaparlarsa, onları reddederler. Eğer bu hususta kusur işlerlerse günah onların üzerinedir. "Allah yaptıklarınızdan haberdardır” size onun karşılığını verir. 235Kadınları üstü kapalı şekilde istemenizde yahut içinizde saklamanızda size günah yoktur. Allah onları anacağınızı bildi. Ancak uygun bir söz söylemeniz dışında onlarla gizlice vaadleşmeyin. Farz olan iddet süresine varıncaya kadar nikah akdetmeye karar vermeyin. Bilin ki, Allah sizin içinizdekini biliyor; ondan sakının. Ve bilin ki, şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, yumuşaktır. "Vela cünaha aleyküm fima arrattüm bihi min hıtbetin nisai” tariz ve telvih maksadı hakikat yahut mecaz olarak konulmayan şeyle üstü kapalı şekilde anlatmaktır. Meselâ bir şey isteyenin: Selâm vermek için geldim, demesi gibi. Kinaye ise bir şeyi lazımları ve eşanlamlıları ile bildirmektir, Meselâ tavilün nicad (kılıç bağı uzun) gibi ki, sırık gibi demektir. Kesirür rimad (külü çok) gibi ki, çok misafir ağırlayan demektir. Hutbe ve hıtbe hitabet tarzıdır, ancak zamme ile hutbe vaaza mahsustur, kesre ile hıtbe de kadın istemeye mahsustur. Kadınlardan maksat da kocaları öldüğü için iddet bekleyenlerdir. Bu kadınları üstü kapalı istemek de ona: Sen güzelsin yahut faydalısın, benim maksadım senin gibi biriyle evlenmektir vb. gibi şeyler söylemektir. " Yahut içinizde saklamanızda” kalplerinizde gizleyip de ne açıkça ne de kapalı şekilde söylememektir. "Allah onları anacağınızı bildi” onlara karşı ve onları istemekten sabredemeyeceğinizi bildi. Bunda bir nevi azarlama vardır. (Ancak onlarla gizlice vaatleşmeyin) bu da yasağı telâfidir, bunu da setezkuru hünne kavli göstermektedir yani onları anın ancak nikah yahut cima vaadinde bulunmayın demektir. Gizliceden kasıt cinsel ilişkidir, çünkü o gizlenir ve kasıt akittir, çünkü o da sebeptir. Bunun manası şöyledir de denilmiştir: Onlarla gizle vaatleşmeyin yani gizlice müstehcen bir şeyle vaatleşmeyin demektir. "Ancak uygun bir söz söylemeniz dışında” o da bunu îma etmektir, açıkça söylememektir. Müstesna minh de mahzûftur, illâ muvaadeten marufeten yahut illâ muvaadeten bikavlin marufin demektir. Bunun sirren'den istisna-i mukatı olduğu da söylenmiştir ki, zayıftır, çünkü bundan lâ tüvaiduhunne illeta'rida çıkar ki, bu va'dedilen bir şey değildir. Bunda iddetteki kadını açıkça istemenin haram,fat iddetindekini ise îma yollu istemenin câiz olduğuna delil vardır. Bain talakla iddet bekleyen kadında ise ihtilâf edilmiştir; doğrusu câiz olmasıdır. "Nikah akdetmeye karar vermeyin” karardan bahsetmesi akdin kesinlikle yasak olmasındandır yani nikah akdetmeye azmetmeyin, demektir. Manası şöyledir de denilmiştir: Nikah akdedileceğini kesip atmayın, çünkü azmin asıl manası kesmektir. "Farz olan iddet süresine varıncaya kadar” yani yazılan iddet bitinceye kadar demektir. "Bilin ki, Allah içinizdekini bilir” câiz olmayan şeye azminizi "ondan sakının” karar vermeyin. "Bilin ki, Allah bağışlayıcıdır” azmedip de Allah korkusuyla yapmayanı, "yumuşaktır” size acele ceza vermez. 236Kadınları onlara dokunmadan yahut onlara bir mehir belirlemeden boşamanızda size günah yoktur. Onları örfe uygun bir şekilde faydalandırın; zengin olanlar kudretince, darda olanlar da kudretince. Bu, iyilerin üzerine bir haktır. "Size günah yoktur” mehirden sorumluluk yoktur. Günahtan da denilmiştir, çünkü dokunmadan önce boşamada bidat yoktur. Şöyle de denilmiştir: Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem çoğu zaman boşamayı men ederdi, bunda bir sıkıntı olduğu zannedildi; bu da kaldırıldı. (Kadınları onlara dokunmadan önce boşarsanız) yani onlarla cima etmeden önce demektir. Hamze ile Kisâî Kur'ân’ın her yerinde te'nin ve mim'in zammı ile tümassuhuünne okumuşlardır. ( Yahut onlara bir mehir kesmemişseniz) illâ en tefridu yahut hatta tefridu demektir. Farz da adını koyup mehri belirtmektir. Feridat feîlet vezninde mef’ûlünbihtir, mana da boşayana mehir gibi bir mecburiyet yoktur demektir, boşanan kadına el sürülmemiş ve ona mehir belirtilmemişse. Çünkü el sürülürse ona belirlenen veya emsal mehir vardır. Eğer el sürülmemiş de ancak ona mehir belirtilmişse, belirtilen mehrin yarısı vardır. Âyetin anlamından ilk surette mehrin vâcip olmaması çıkar. Mefhumı muhâlifi de son iki surette kısaca vâcip olmasını gerektirir. "Ve mettiuhuünne” bu da mukaddere ma’tûftur yani fe talikuhünne ve mettiuhünne demektir. Müt'a'nin vâcip kılınması da talakın meydana getirdiği ürküntüyü telâfi etmek içindir. Onun miktarı da hakime bırakılmıştır. "Zengine miktarınca darda olana da miktarmca” kavli de bunu destekler. Yani her biri kendi gücüne göre verir demektir. Muktir durumu sıkışık olan, buna gücü yetmeyen ve ona yakışmayan demektir. Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimizin karısını mehirsiz olarak boşayan bir Ensârî'ye, başlığınla da olsa bir müt'a ver sözü de bunu gösterir. Ebû Hanîfe de: Müt'a gömlek, çarşaf ve başörtüsüdür buyurmuştur. Bu da duruma göredir, ola ki, mehri misli bundan daha az ola; o zaman onun için mehri misil vardır. Âyetin mefhumı muhâlifi müt'anin kocası dokunmadan boşanan kadına tahsisini icap eder. Şâfiî iki görüşünden birinde el sürülen ve mehirsiz boşanan ve diğerlerini de kıyasen buna ilhak etmiştir. Kıyas ise mefhumı muhâliften öncedir. Hamze, Hafs ve İbn Zekvân dal'ın fethi ile (kaderuhu) okumuşlardır. "Metaan” temtian (mef'ûlu mutlak) demektir. "Bilmarufi” şerîatın ve insanlığın beğeneceği tarzda demektir. "Hakkan” bu da metaan'ın sıfatıdır yahut te'kit mahiyetinde mastardır yani hukka Zâlike hakkan demektir. "Alel muhsinin” Allah'ın emrine koşarak kendilerine iyilik edenlere yahut müt'e vererek boşayanlara demektir. Onlara, iyilik edenler demesi yaklaştıkları için özendirmek ve teşvik etmek içindir. 237Onları kendilerine dokunmadan ve bir mehir tespit etmeden boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yarısını verin; meğerki onlar affede yahut nikah bağı elinde olan kimse affede. Affetmeniz takvaya daha yakındır. Aranızdaki üstünlüğü unutmayın. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görmektedir. "Onları kendilerine dokunmadan ve bir mehir tespit etmiş olarak boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yarısını verin” yani onlar için kestiğiniz mehrin yarısını demektir. Mehirsiz boşananın hükmünü zikredince arkasından alternatifinin hükmünü zikretti. Bu da burada kaldırılan günahın mehrin yükümlülüğü olduğunu ve yarısını vermekle beraber müt'a'nin olmadığım göstermek içindir; çünkü o onun alternatifidir. "Meğer ki, onlar affedeler” yani boşanan kadınlar affedeler de bir şey almayalar. En Ya'fune kalıbı cemi müzekkere de cemi müennese de müsaittir, şöyle bir fark vardır; birincide vâv zamirdir, nûn da refi alametidir. İkincide ise vâv lamul fiildir, nûn da zamirdir. Fiil de mebnidir. Bunun içindir ki, ona burada "en” etki etmemiştir. Ona atfedilen de mensûb olmuştur. " Yahut nikah bağı elinde olan kimse affede” yani bağlayıp çözmeye sahip olan koca mehrin yarısından af ede de kadına mehrin tamamını göndere. Bu da el sürmeden önce boşamada kocanın yarının dışında serbest olduğunu akla getirmektedir. Bizim bazı arkadaşlarımızla Hanefiler buna kail olmuşlardır. Bunun, nikah akdi elinde olan veli olduğu da söylenmiştir, bu da kadın küçük olduğu takdirdedir ve Şâfiî radıyallahü anh'in eski görüşüdür. "Affetmeniz takvaya daha yakındır” bu da birinci yorumu teyit etmektedir. Kocanın serbest olarak affı açıktır. Öteki yoruma göre ise haktan fazlasından ibarettir. Ona af demesi ya şeklen benzediği içindir, çünkü onlar evlenme sırasında kadına mehir gönderirlerdi. Binâenaleyh kim kadına dokunmadan boşarsa yarısını geri almayı hak eder; eğer geri almazsa affetmiş demektir. Rivâyete göre Cübeyr bin Mut'im bir kadınla evlendi, duhul etmeden onu boşadı; ona mehrin tamamını verdi ve: Ben affetmeye en lâyık kimseyim, dedi. "Aranızdaki üstünlüğü unutmayın” yani birbirinize lütfetmeyi unutmayın, demektir. "Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görmektedir” üstünlüğünüzü yahut lütfünüzü zâyi etmez demektir. 238Namazlara ve orta namaza devam edin. Huşu ile Allah'ın divanına durun. "Namazlara devam edin” vaktinde kılmak ve dikkat etmekle. Belki de evlatlar ve eşlerle ilgili hükümlerin arasında bunu emretmesi onlarla uğraşırken namazdan gâfil olmamak içindir. "Ve orta namaza” yani onların arasındaki orta namaza ya da onların içinden faziletli olana demektir ki, o da ikindi namazıdır; çünkü aleyhisselâm Efendimiz Hendek savaşında: Bizi orta namazdan, ikindi namazından alıkoydular; Allah evlerini ateşle doldursun, buyurmuştur. Onun faziletli olması da insanların o vakitte çok meşgul olmalarından ve meleklerin toplanmasındandır. Onun öğle namazı olduğu da söylenmiştir; çünkü o gündüzün ortasındadır ve onlara en zor gelen namazdı. O sebeple daha faziletli olmuştur; çünkü Efendimiz aleyhisselâm "ibâdetlerin en faziletlisi en zahmetlisidir", buyurmuştur. Onun sabah namazı olduğu da söylenmiştir; çünkü o gündüz namazıyla gece namazının ortak sınırında ve şâhit olunan bir namazdır. Akşam namazı olduğu da söylenmiştir; çünkü o rekat sayısı ile ortadır ve gündüzün vitridir. Onun yatsı namazı olduğu da söylenmiştir; çünkü o, gecenin iki ucunda ve açık okunan iki namazın arasındadır. Hazret-i Âişe radıyallahü anha şöyle buyurmuştur: Aleyhis-salâtü ves-selâm bu âyeti şöyle okurdu: Vassalatil vusta ve salatil asri. O zaman orta namaz dört namazdan biri olur. İkindi ile birlikte ayrı zikredilmesi de fazileti içindir. Nasb ile ihtisas üzere vassalete şeklinde de okunmuştur. "Allah'ın divanına durun” namazda (huşu ile). Kıyamda onu zikrederek demektir. Kunut onda zikretmektir. Huşu göstererek de denilmiştir. İbn Müseyyeb de: Bundan sabah namazındaki kunut murat edilmiştir, buyurmuştur. 239Eğer korkarsanız namazı yaya yahut binekti olarak kılın. Emin olduğunuz zaman Allah'ı, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi anın. "Eğer korkarsanız” düşmandan veya başka şeyden (namazı yaya veya binekli olarak kılın) rical racil'in yahut recülün çoğuludur, aynı manayadır, kaim ve kıyam gibi. Bunda namazın düşmana kılıç çalarken de vâcip olduğuna delil vardır. Şâfiî de bu kanaattedir. Ebû Hanîfe de: Yürürken ve kılıç çalarken durmak mümkün olmayınca namaz kılamaz, buyurmuştur. "Emin olduğunuz zaman” korkunuz geçtiği zaman "Allah'ı zikredin” güvenli namaz gibi kılın yahut güvenden dolayı ona şükredin. (Size öğrettiği gibi) size şerîatlardan ve korku ve emniyet durumlarından namazın nasıl kılınacağını öğrettiği gibi bir zikirle ya da ona denk bir şükürle. Mâ edâtı mastariyedir ya da mevsûledir. "Malem tekunu talemun” bu da allemeküm'ün mef'ulüdür. 240İçinizden ölüp de geriye eşler bırakanlar, eşleri için evlerinden çıkarılmayarak yılma kadar faydalanmalarını tavsiye etsinler. Eğer çıkarlarsa onların meşru şeylerden kendi başlarına yaptıklarında size günah yoktur. Allah mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir. "Velezine yüteveffevne minküm veyezerune ezvacen vasiyyeten liezvacihim” Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze ve Hafs da Âsım'dan rivâyetle nasb ile vasiyyeten okumuşlardır, takdiri de şöyledir: Vellezine yüteveffevne minküm yusune vasiyyeten yahut liyusu vasiyyetendir ya da keteballahu aleyhi vesiyyetendir ya da keteballahu aleyhim vesiyyetendir. Yahut elzim Ellezîne yüteveffevne vasiyyeten demektir. Vasiyyeten yerine kütibe aleykümül vasiyyetü liezvaciküm metaan ilel havli kırâati da bunu destekler. Diğerleri de refile okumuşlardır ki, takdiri şöyledir: Ve vasiyyetüllezine yüteveffevne yahut hükmünüm vasiyyetündür yahut vellezine yüteveffevne ehlü vasiyetindir yahut kütibe aleyhim vasiyyetündür yahut aleyhim vasiyyetündür. Yerine metaun da okunmuştur. "Metaen ilelhavli” bu da ızmar edildiği takdirde "yusune” ile yoksa vesiyyeten ile mensûbtur. Yahut da bimetain okuyana göre bununla (harfi çerin hazfi ile) mensûbtur. Çünkü o temıî (yararlandırma) manasınadır. "Gayra ihraç” ondan bedeldir ya da te'kit eden mastardır, Meselâ: Hazel kavlu ğayru mâ tekul (bu senin dediğin söz değildir) gibi. Ya da ezvacihim'den hâl’dir, yani gayra muhracatin, demektir. Mana da şöyledir: Ölenlere can çekişmeden önce eşleri için ölümlerinden sonra bir yıl meskende tutulmalarını vasiyet etmeleri vâciptir. Bu da İslâm'ın başında idi, sonra süre "dört ay on günle” (Bakara: 224) değiştirildi. Bu, her ne kadar okumada önce ise de inişte sonradır. Nafaka da kadını dörtte bire veya sekizde bire mirasçı kılmakla düştü. Arkasından mesken ise bize göre sabittir, Ebû Hanîfe'ye göre değildir. "Eğer çıkarlarsa” kocaların evlerinden "size günah yoktur” ey idareciler "kendi haklarında yaptıkları şeylerde” Meselâ koku sürünmek ve yas tutmayı terk etmek gibi. "Meşru şeylerden” şerîatın reddetmediği şeylerden, demektir. Bu da; kocanın evinden ayrılmamak ve ona yas tutmak gibi şeylerin kadına vâcip olmadığını, onun sadece evden çıkmamakla nafaka almak ve çıkmakla almamak arasında serbest olduğunu gösterir. "Allah mutlak gâlibtir” kendine muhalefet edenlerden intikâm alır, "hikmet sâhibidir” menfaatlerini gözetir. 241Boşanan kadınlar için usulü dairesinde yararlanma vardır. Bu, müttekıler üzerine bir haktır. (Boşanan kadınlar için usulü dairesinde yararlanma vardır) içlerinden birine mut'ayı vâcip kıldıktan sonra onu hepsine de vâcip kıldı. Genel şeylerden birini ayrı söylemek onu tahsis etmez, ancak mantukun mefhumla tahsisini câiz görmemiz hariç. Bunun içindir ki, İbn Cübeyr onu her boşanan kadına vâcip kılmıştır. Başkası ise bunun vâcip ve müstahap müt'aları içine almakla te'vil etmiştir. Bazıları da: Müt'adan maksat iddet nafakasıdır, demiştir. Lâmın ahd için olması, tekrarın da te'kit yahut kıssayı tekrar için olması da câizdir. 242Allah âyetlerini size böyle açıklar ki, aklınızı çalıştırasınız (düşünesiniz) diye. (Böyle) talak ve iddetle ilgili geçen hükümlere işarettir. "Allah size âyetlerini açıklar” kullarına dünyaları ve gelecekleri için ihtiyaç duyacakları delil ve hükümleri beyan edeceğine vaattir. "ki, aklınızı çalıştırasınız” bunları anlar ve onların üzerinde düşünürsünüz. 243Binlerce oldukları hâlde ölüm korkusu ile yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara: "Ölün” dedi. Sonra da onları diriltti. Şüphesiz Allah, insanlara karşı lütuf sâhibidir, fakat insanların çoğu şükretmezler. "Elemtere” ehl-i kitaptan ve tarihçilerden kıssalarını duyanlar için şaşırtma ve ikrar ettirmedir. Bazen bununla görmeyen ve duymayana da hitap edilir, çünkü bu, şaşılacak şeyde misal hâline gelmiştir. "Yurtlarından çıkanları?” Vasıt tarafında Daraverdan kentinin halkını murat ediyor, aralarında öîet çıktı, onlar da kaçarak yurtlarını terk ettiler. Allah da onları öldürdü, sonra da onları ibret almaları ve Allah’ın kaza ve kaderinden kaçış olmadığını iyice bilmeleri için diriltti. Ya da İsrâîl oğullarından bir kavimdir, kralları onları cihada davet etti, onlar da ölüm korkusu ile firar ettiler; Allah da onları sekiz gün öldürdü, sonra da diriltti. "Binlerce olarak” yani çok idiler demektir. On bin oldukları, otuzbin oldukları, yetmiş bin oldukları söylenmiştir. Onların müteellif (bir araya gelmiş, uzlaşmış) oldukları da söylenmiştir ki, o zaman uluf, elf'in yahut alif'in çoğulu olur, kaid ve kuud gibi, vâv da hâliye olur. "Ölüm korkusuyla” mef’ûlün lehtir (ölüm korkusundan demektir). "Allah onlara "ölün” dedi". Yani Allah onlara ölün, dedi, onlar da öldüler, tıpkı: "Ol” der ve oluverir” (En'âm: 73) ve diğer benzeri âyetler gibi. Mana da şöyledir: onlar Allah'ın emri ve dilemesiyle bir tek kişi gibi can verdiler. Şöyle de denilmiştir: Onlara bir melek seslendi, bunun Allah'a isnat edilmesi, onları korkutmak ve sarsmak içindir. "Sonra diriltti” şöyle denilmiştir: Hazkil aleyhisselâm Daraverdan kentine uğradı, kemikleri kaval gibi olmuş ve organları dağılmıştı. Onlara şaştı, Allah da ona: Onlara, Allah'ın izni ile kalkın, diye seslenmesini vahyetti. O da seslendi, onlar da: Allah'ım, seni tenzih ederiz, senden başka ilâh yoktur diyerek kalktılar. Kıssanın faydası Müslümanları cihada teşvik etmek ve şehitliğe göğüs gerdirmektir. Onları tevekküle ve kazaya teslim olmaya heveslendirmektir. "Şüphesiz Allah, insanlara karşı lütuf sâhibidir” şöyle ki, ibret alsınlar ve kurtulsunlar diye onları diriltti ve basiret gözlerinin açılması için de onlara kıssayı anlattı. "Fakat insanların çoğu şükretmezler” yani ona gereği gibi şükretmezler demektir. Şükürden ibret almak ve kalp gözünün açılmasını anlamak da câizdir. 244Allah yolunda savaşın. Bilin ki, şüphesiz Allah hakkıyla işitici, kemalıyla bilicidir. "Allah yolunda savaşın” ölümden kaçmanın insanı kurtarmadığım ve takdir edilenin mutlaka gerçekleşeceğini beyan ettikten sonra onlara savaşı emretti. Zira ecelleri gelirse Allah yolunda iken gelmiş olur, yoksa zafer ve sevap kazanırlar. "Bilin ki, Allah hakkıyla işiticidir” geri kalanın ve önde gidenin dediğini "ve kemaliyle bilicidir” içlerinde gizlediklerini. Arkasından da amellerinin karşılığını verecektir. 245Kimdir o ki, Allah'a güzel bir ödünç versin de Allah da onu kendisi için birçok katlasın. Allah daraltır ve genişletir. Ancak ona döndürüleceksiniz. (Kimdir o ki, Allah'a ödünç versin) men istifhamiyedir, mübteda olarak mahallen merfû’dur, "za” da haberidir "ellezi” de za'nın sıfatıdır yahut bedelidir. Allah'a ödünç vermeleri ona sevap umulacak amel takdim etmeye misaldir. (Güzel bir ödünç) ihlâsla ve gönül hoşluğu ile verilen ödünç yahut helâl ve hoş ödünç demektir. Şöyle de denilmiştir; Karz-ı hasen nefisle mücadeledir ve Allah yolunda harcamadır. (Allah da onu katlasın) mükâfatım demektir. Müşareket babından getirmesi mübalağa etmek, abartmak içindir. Âsım manayı göz önüne alarak istifhamın cevabı olmak üzere nasb ile okumuştur. Çünkü men zellezi yukridullaha'nın manası, eyukridu ahadün lillahi (bir kimse Allah'a ödünç verir mi?) demektir. İbn Kesîr de ref' ve şedde ile nuda'ifuhu, İbn Âmir ile Ya'kûb da nasb ile nuda'ifehu okumuşlardır. (Birçok katlasın) Allah'tan başkasının bilemeyeceği kadar çok demektir. Bire yedi yüz de denilmiştir. Âd'afen dı'f Tn çoğuludur, nasbi da mensûb zamirden hâl yahut ikinci mef'ûl olduğu içindir. Çünkü mudaafe'de değiştirme manası vardır. Ya da mastar olarak mensûbtur, çünkü dı'f ism-i mastardır, cemi olması ise çeşitlilik içindir. (Allah daraltır ve genişletir) kimine kıt verir, kimine de bol verir, bunu da hikmetinin gereğine göre yapar. Binâenaleyh siz de Allah'ın bol verdiği nimette cimrilik etmeyin ki, sefil olmayasmız. Nâfi', Kisâî, Bezzi ve Ebû Bekir sad ile okumuşlardır, Araf süresindeki benzer "ve zadeküm filhalkı bastaten” (Araf: 69) âyetinde de böyle okumuşlardır. "Ancak ona döndürüleceksiniz” takdim ettiğiniz şeye göre size karşılık verecektir. 246Mûsa'dan sonra İsrâîl oğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar, Peygamberlerine: "Bize bir Kral gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O da: "Size savaş yazılırsa, savaşmamanız sizden beklenir mi?” demişti. Onlar da: "Neden Allah yolunda savaşmayalım ki, yurtlarımızdan çıkarılmışızdır” dediler. Savaş onlara yazılınca, içlerinden azı müstesna olmak üzere ondan yüz çevirdiler. Allah zâlimleri çok iyi bilmektedir. (İsrâîl oğullarından ileri gelenlerini görmedin mi?) Mele' müşâvere için toplanan cemâattir, tekili yoktur, kavim lâfzı gibi, "min” ba'z manasınadır. (Mûsa'dan sonra) yani onun vefatından sonra demektir. "Hani onlar Peygamberlerine demişlerdi” O da Yuşa yahut Şem' un veyahut Samuel idi, (bize bir kral gönder de Allah yolunda savaşalım) demişlerdi". Bize bir kral ata da onun yanında savaşa kalkalım, savaşı o idare etsin, biz de komutlarını dinleyelim. Nükatil emrin cevabı olarak meczumdur. Hâl olarak ref ile de okunmuştur ki, onu bize gönder de savaş durumunu takdir edelim, demektir. Ye ile de cevap ve melike'nin sıfatı olarak meczum ve Merfû' da (yukatil, yukatilü) okunmuştur. (O da: "Size savaş yazılırsa, savaşmamanız sizden beklenir mi” dedi). Asâ ile haberinin arasına şart girmiştir. Mana da şöyledir: Size savaş yazıldığı takdirde korkmanızı bekleyeyim mi? Bekleme fiilinin başına "hel” getirilmiştir, bu da beklenen şeyi sormak üzere iyice anlatmak ve zihinlere yerleştirmek içindir. Nâfi' sin'in kesri ile asiytüm okumuştur. "Onlar da: "Neden Allah yolunda savaşmayalım ki, yurtlarımızdan ve oğullarımızdan çıkarılmışızdır” dediler” yani o savaşta ne çıkarımız olabilir ki, yurtlardan çıkarılmak ve çocuklarımızdan ayrılmak gibi onu gerektirecek ve ona teşvik edecek şey karşımıza çıkmıştır. Olay şöyle cereyan etmiştir: Amalikalılardan Cahit ve yanındakiler Akdeniz kıyısında Mısır ile Filistin arasında otururlardı. İsrâîl oğullarını yendiler, yurtlarını aldılar, evlatlarını esir ettiler. Kral çocuklarından da dört yüz kırk tane esir aldılar. "Savaş onlara yazılınca, içlerinden azı müstesna olmak üzere ondan yüz çevirdiler". Bunlar da Bedir gazileri sayısınca üç yüz on üç kişi idiler. "Allah zâlimleri çok iyi bilmektedir” bu da cihadı terk etmekle zulümlerine karşılık onlar için tehdittir. 247Peygamberleri onlara: Allah size Talut'u Kral gönderdi” dedi. Onlar da: "O üzerimize nasıl kral olur ki, biz krallığa ondan daha haklıyız. Hem ona bolca mal da verilmiş değildir” dediler. Peygamberleri onlara: "Şüphesiz Allah, onu size seçti ve ona ilimde ve vücutta üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah'ın rahmeti geniş, her şeyi bilendir” dedi. "Peygamberleri onlara: "Allah size Talut'u Kral olarak gönderdi, dedi". Talut İbranice'de Dâvûd gibi özel isimdir. Onu Arapça tul'dan faluta vezninde saymak zorlamadır, gayri munsarif olması bunu kabul etmez. Rivâyete göre Peygamberleri (Allah'ın selamı onun üzerine olsun) onlara bir kral göndermesi için Allah'a dua edince, ona kral olacak kimseyi ölçmek için bir sopa verildi. Ona da ancak Talut uydu. "Onlar da: "O bize nasıl kral olur?” dediler". Nereden kral olur ve nasıl ehil olur? "Biz krallığa ondan daha haklıyız. Hem ona bolca mal da verilmiş değildir". Durum şu ki, biz krallığa miras ve imkân olarak ondan daha haklıyız. O fakirdir, destelenecek malı yoktur. Bunu şunun için dediler; çünkü Talut fakir idi, çoban yahut saka veyahut tabak idi. Bünyamin oğullarından idi, onlarda da peygamberlik ve krallık yoktu. Peygamberlik Ya'kûb oğullarından Lavi evlatlarında, krallık da Yahuda evlatlarında idi. Aralarında bu iki kabileden çok insan vardı. "Peygamberleri de onlara: Şüphesiz Allah, onu size seçti ve ona ilimde ve vücutta bir üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah'ın rahmeti geniş, her şeyi bilendir, dedi". Fakirliğinden ve soyunun düşüklüğünden dolayı kral olmasını kabullenemeyince onları birkaç açıdan reddetti: Birincisi, esas nokta şudur ki, Allah onu seçti ve onu size tercih etti, o çıkarınızı sizden daha iyi bilir. İkincisi, onun şartı geniş ilim sâhibi olmaktır ki, o sayede siyaset işlerini bilme imkanı bulur. Vücut yatkınlığı (boypos) da önemlidir, o sayede kalplerde yeri olur ve düşmana heybet salar. Daha iyi savaşır. Mühim olan bunlardır, sizin dedikleriniz değildir. Allah da bu iki hususta ona bol bol vermiştir. Talut o kadar uzun idi ki, ayakta duran biri ona elini uzatırdı, başına ancak ulaşırdı. Üçüncüsü, mutlak olarak mülkün sâhibi Allah'tır, onu dilediğine verir. Dördüncüsü, onun lütfü geniştir, fakire bolluk verir, onu zengin eder, ilim sâhibidir, mülke kimin lâyık olduğunu iyi bilir. 248Peygamberleri onlara: "Onun Krallığının alâmeti size tabut'un gelmesidir ki, onun içinde Rabbinizden bir sükûnet ve Mûsa hanedanının, Hârûn ailesinin bıraktığı şeylerden bir kalıntı vardır. Onu melekler taşıyacaktır. Şüphesiz bunda eğer mü'min kimseler iseniz sizin için bir ibret vardır, dedi. "Peygamberleri onlara dedi” Allah'ın onu seçtiğine ve onu başlarına kral tayin ettiğine delil isteyince böyle dedi "onun krallığının alâmeti size tabutun gelmesidir” tabut sandık demektir, falut veznindedir, tevb'ten gelir, o da dönmektir. Çünkü sandıktan çıkan ona tekrar gelir. Faul vezninde değildir, çünkü o, selis ve kalik gibi az bulunan bir kalıptır. Kim onu he ile okursa, onu te'den tebdil etmiş olur, tıpkı he'nin tenis te'sinden tebdil edildiği gibi, çünkü bu ikisi hems ve ziyadelik sıfatlarında ortaktır. Bundan Tevrat'ın sandığını murat etmiştir. Şimşir ağacından idi ve altın yaldızlı idi. Yaklaşık ikiye üç arşın boyutunda idi. (Onun içinde Rabbinizden bir sükûnet vardır) zamir ityana râcidir yani onun gelmesinde sizin için huzur ve sükûn vardır demektir. Ya da tabuta râcidir ki, onda huzur bulacağınız şey yani Tevrat vardır demektir. Mûsa aleyhisselâm savaştığı zaman onu önüne alırdı, İsrâîl oğulları da bundan sükûnet bulur, kaçmazlardı. Şöyle de denilmiştir: İçinde bir suret vardı, zebercet veya yakuttan idi, kedi başı ve kuyruğu gibi başı ve kuyruğu vardı, iki de kanadı vardı. O suret inlerdi, tabut da düşmana doğru saldırırdı, onlar da onu izlerlerdi. Durduğu zaman onlar da durur ve sebat ederlerdi, o zaman zafer kazanırlardı. Şöyle de denilmiştir: İçinde Âdem'den Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e kadar bütün peygamberlerin resimleri vardı. Şöyle denilmiştir: Tabut kalptir, içindeki sükûnet de ilim ve ihlâstır, onun gelmesi de kalbinin ilim ve vakarla dolmasıdır. (Mûsa hanedanının ve Hârûn ailesinin bıraktığı şeylerden bir kalıntı vardır). Tevrat levhalarının kırıntısı, Mûsa'nın asası, elbiseleri, Hârûn'un sarığı vardı. Bu ikisinin âl'i oğulları ya da kendileri demektir. O zaman âl şanlarım yüceltmek için araya sıkıştırılmış (dolgu maddesi) olur. Ya da İsrâîl oğullarının peygamberleridir, çünkü onlar da o ikisinin amca oğullarıdır. "Onu melekler taşıyacaktır” Şöyle denilmiştir: Allah onu Mûsa'dan sonra kaldırdı, melekler de onu indirdi, onlar da buna bakıyorlardı. Şöyle de denilmiştir: Ondan sonra peygamberlerinin yanında idi, onun bereketiyle fetih isterlerdi, sonunda bozuldular, kâfirler de onları mağlup ettiler. Tabut Calut'un toprağında idi, Talut gelinceye kadar orada kaldı. Başlarına belâ geldi, sonunda beş şehirleri helâk oldu. Bunun üzerine tabut'u uğursuz saydılar, onu iki öküzün üzerine koydular, onları melekler sürerek Talut'a getirdi. "Şüphesiz bunda eğer mü'min kimseler iseniz sizin için elbette bir ibret vardır". Bunun peygamberin sözünün devamından olma veya Allahü teâlâ'dan yeni bir hitap olma ihtimali de vardır. 249Talut ordusu ile ayrılınca: "Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla sınayacaktır. Binâenaleyh kim ondan içerse, benden değildir. Kim ondan tatmazsa, o bendendir; ancak eliyle bir avuç alanlar hariç” dedi. Derken pek azı hariç ondan içtiler. Onu kendisi ve onunla beraber îman edenler geçince, "bugün bizim Calut'a ve ordusuna dayanacak gücümüz yoktur” dediler. Allah'a kavuşacaklarını düşünenler ise: "Nice az bir topluluk Allah'ın izni ile çok topluluğu yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir” dediler. (Talut ordusu ile ayrılınca). Amalika'lılarla savaşmak için onlarla memleketinden ayrılınca, infasale'nin aslı fasale nefsehu demektir, ancak çok kullanılınca mef'ulü hazfedilmiş, lâzım (geçişsiz) gibi olmuştur. Rivâyete göre onlara: Benimle ancak genç, dinamik ve işi olmayanlar çıksın, dedi. Seçtiği kimselerden seksen bin kişi toplandı. Vakit ayaz idi, bir çölden geçtiler, Allah'tan kendilerine bir ırmak akıtmasını istediler. "Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla sınayacaktır, dedi". Bu teklifinize karşı sizi sınayan biri gibi muamele edecektir. "Binâenaleyh kim ondan içerse, benden değildir” benim taraftarlarımdan değildir yahut benimle birlik değildir, demektir, "vemen îem yat'amhu feinnehu minni” yani tatmazsa demektir. Taimeş şey'e yiyecek veya içecek olsun tatmak anlamınadır. Şâir şöyle demiştir: İstersem ne tatlı su ne de uyku tatmam (lem atam). Bunu yani içenin âsi, içmeyenin de muti olduğunu vahiyle bilmiştir, eğer peygamber ise, nitekim öyle denilmiştir. Ya da Peygamberin haber vermesiyle bilmiştir. "İllâ meniğterefe ğurfeten biyedihi” bu da femen şeribe'den istisnadır. İkinci cümlenin ondan önce gelmesi ona itina gösterildiği içindir, tıpkı "inellezine amenu vellezine hadu...” (Bakara: 62) âyetinde essaibune kavlinin haberin üzerine takdim edildiği gibi. Mana da çoğa değil de aza izin verilmesidir. İbn Âmir ile Kûfe'liler ğayn'in zammesiyle (ğurfeten) okumuşlardır. "Derken pek azı hariç ondan içtiler” yani yere eğilip sudan ağızlarıyla aldılar. Bunda aslolan suyu araçsız içmektir. Birincinin genel (kaplı kapsız) tutulması ise istisnanın muttasıl olması içindir. Ya da pek azı hariç aşırı derecede içtiler demektir. Mana dikkate alınarak ref ile kalilün de okunmuştur. Çünkü feşeribu minhü, felem yutîûhu demektir. Az olanlar da üç yüz on üç kişi idiler. Üç bin oldukları, bin oldukları da söylenmiştir. Rivâyete göre avucuyla alanlara su, içmek ve kaba doldurmak için yetmiştir, bununla yetinmeyen de çok susamış, dudağı kurumuş ve yoluna devam edememiştir. "Onu kendisi ve onunla beraber îman edenler geçince” yani ona muhalefet etmeyen azınlık demektir, "dediler” birbirlerine "bugün bizim Calut'a ve ordusuna dayanacak gücümüz yoktur” çünkü çok ve kuvvetli idiler. "Allah'a kavuşacaklarını düşünenler ise dedi” yani onların içinden samimi olanlar, Allah'a kavuşacaklarını yakinen bilenler ve sevabını bekleyenler demektir ya da yakında şehit düşüp de Allah'a kavuşacaklarını bilenler demektir. Bunların onunla beraber direnç gösteren azınlık oldukları da söylenmiştir. "Kâlû"daki cemi zamiri savaştan geri kaldıkları için özür dilemek ve azınlığı yalnız bırakmak isteyen hamiyetsizlere aittir. Sanki onlar bunu dediklerinde iki bölüğün arasında nehir vardı. "Nice az bir topluluk Allah'ın izni ile çok topluluğu yenmiştir". Allah'ın izni ile hükmü ve tevfiki ile demektir. "Kem"in istifhamiye ve haberiye olma ihtimali vardır. "Min” de zâit yahut beyan içindir. Fiet bir grup insan demektir, feevtü re'sehu'dan gelir ki, birinin başını yarmaktır, ya da dönmek manasına fae'den gelmektedir. Vezni de fia yahut filet'tir. "Allah sabredenlerle beraberdir” zafer ve sevapla. 250Calut'a ve askerlerine karşı çıkınca: "Rabbimiz, üzerimize sabır dök ve ayaklarımızı kaydırma. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” dediler. "Calut'a ve askerlerine karşı çıkınca” yani onlara görünüp de yaklaşınca "Rabbimiz üzerimize sabır aktar ve ayaklarımızı kaydırma. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et, dediler". Yani dua ederek Allah'a sığındılar. Bunda beliğ (derin bir ifade) vardır; çünkü kalplerine işin dayanağı olan sabrı aktarmasını istediler, sonra da kaygan savaş alanında sabrın sonucu olan ayaklarının kaydırılmam asını istediler. En sonunda da bu ikisinden hasıl olan zaferi istediler. 251Derken Allah'ın izni ile onları yendiler. Davut, Calut'u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi. Dilediğinden ona öğretti. Allah kimilerini kimileri ile önlemese idi, yeryüzü elbette bozulurdu. Fakat Allah âlemlere karşı lütuf sâhibidir. "Derken Allah'ın izni ile onları yendiler” onları Allah'ın yardımı ile kırdılar yahut dualarına icabet etmekle yardımıyla birlikte yendiler demektir. "Davut, Calut'u öldürdü". Şöyle denilmiştir: İşa, Talut'un askerlerinin içinde idi, yanında altı oğlu vardı. Dâvûd ise yedincileri idi ve küçüktü. Sürü otlatıyordu, Allah, peygamberine Calut'u Dâvûd'un öldüreceğini vahyetti. O da onu babasından istedi. Geldi, yolda onunla üçtaş konuştu: Sen bizi atarak Calut'u öldüreceksin, dedi. Onları torbasına koydu ve onları ona doğru attı, onu öldürdü. Sonra da Talut onu kızı ile evlendirdi. "Allah ona mülk verdi” yani İsrâîl oğullarının krallığını verdi. Dâvûd'dan önce bir kral etrafında toplanmamışlardı. "Ve hikmet verdi” yani peygamberlik demektir. "Ona dilediği şeylerden öğretti” zırh dokuma, hayvanlar ve kuşlarla konuşma gibi. (Allah kimilerini kimileri ile önlemese idi yeryüzü elbette bozulurdu. Fakat Allah âlemlere karşı lütuf sâhibidir). Eğer Allah bazı insanları bazılarıyla savmasa idi, kâfirlere karşı Müslümanlara yardım etmese ve serlerini def etmese idi gâlip gelir ve yeryüzünde bozgunculuk ederlerdi ya da uğursuzlukları yüzünden yeryüzü fesada giderdi. Nâfi' burada ve Hac sûresinde difauliahi şeklinde okumuştur. 252Bunlar Allah'ın âyetleridir; onları sana hak olarak okuyoruz. Ve şüphesiz sen gönderilen elçilerdensin. (Bunlar Allah'ın âyetleridir) binlerce kişinin kıssasına, Talut'un krallığına, tabutun getirilmesine, zorbaların öldürülmesine ve Dâvûd'un Calut'u öldürmesine işarettir. "Onları sana hak olarak okuyoruz” ne ehl-i kitabın ne de tarihçilerin şüphe etmeyecekleri şekilde gerçeğe mutabık olarak okuyoruz. "Ve şüphesiz sen elbette gönderilen elçilerdensin” çünkü bunları tanımadan ve kimseden dinlemeden haber verdin. 253İşte o elçilerin kimilerini kimilerine üstün kıldık. Onlardan kimileri ile Allah konuştu, kimilerini de derecelerle yükseltti. Meryem oğlu Îsa'ya mu'cizeler verdik ve onu Rûhu'l - Kuds ile destekledik. Allah dileseydi onların ardından kendilerine açık deliller gelenler birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler; onlardan kimileri îman etti, kimileri de inkâr etti. Eğer Allah dilese idi, birbirlerini öldürmezlerdi. Allah dilediğini yapar. (İşte o elçiler) kıssaları Tevrat'ta zikredilen yahut Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e bildirilen cemâate yahut peygamberler cemâatine işarettir, son durumda lâm istiğrak içindir. "Onların kimilerini kimilerine üstün kıldık” ona başkasında olmayan özel menkıbeler verdik. (Onlardan kimileri ile Allah konuştu) üstünlüğünü göstermektedir, o da Mûsa'dır. Mûsa ile Muhammed - ikisine de salât ve selâm olsun - olduğu da söylenmiştir. Allah Mûsa ile onu seçtiği gece ve Tûr dağında konuştu; Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ile de miraç gecesinde iki yay kadar veya daha az mesafe kaldığı zaman konuştu. Bu ikisi arasında ne kadar fark vardır! Nasb ile kellamallahe ve kâlemallahe de okunmuştur, çünkü sanki Allah ile konuşanla Allah da onunla konuşmuştur. Bunun içindir ki, kelîmullah, mükalimullah (karşılıklı konuşan) manasınadır da denilmiştir. "Kimilerini de derecelerle yükseltti” onu başkasına birçok yönden üstün kıldı yahut da yüksek derecelerle demektir. O da Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'dir. Çünkü ona özel olarak genel davet, kesin deliller, sürekli mu'cizeler, çağlar boyu devam edecek âyetler ve sayısız ilmî ve amelî faziletler verilmiştir. Kimileri diye kapalı bırakması şânını yüceltmek içindir. Sanki o, bu sıfattan dolayı bayrak şahsiyet gibidir, tayinine gerek yoktur. O, İhrahim aleyhisselâm'dır da denilmiştir, Allah onu Hâlil (gözde) yapmıştır ki, bütün derecelerin üstündedir. İdris aleyhisselâm'dır da denilmiştir, çünkü Allahü teâlâ onun için: "Onu yüksek bir yere kaldırdık” (Meryem: 57) buyurmuştur. Ülülazm peygamberler de denilmiştir. "Meryem oğlu Îsa'ya da mu'cizeler verdik ve onu Rûhu'l - Kuds ile destekledik". Onu özel olarak belirtmesi Yahûdî ve Hıristiyanların onu tahkir ve ta'zîmde ifrat ve tefrite gitmelerinden dolayıdır. Mu'cizeleri üstünlük sebebi kılınmıştır; çünkü onlar bir başkasında toplanmayan açık âyetler ve büyük mu'cizelerdir. "Allah dileseydi” bütün insanları hidâyet etmek isteseydi "onların ardından birbirlerini öldürmezlerdi” peygamberlerin ardından demektir. "Kendilerine açık deliller geldikten sonra” açık mu'cizeler demektir, dinde ihtilâf ettikleri ve birbirlerini saptırdıkları için "fakat ayrılığa düştüler; onlardan kimi îman etti” Allah'ın lütfundan dolayı peygamberlerin dinine sarıldığı için. "Kimileri de inkâr etti” ondan dönüp ona yardım etmemekle. "Eğer Allah dilese idi birbirlerini öldürmezlerdi” bunu tekrar etmesi te'kit içindir. "Ama Allah dilediğini yapar” dilediğini lütfundan dolayı muvaffak kılar, dilediğini de adaletinden dolayı başarısız kılar. Âyet peygamberlerin - onlara salât ve selâm olsun - derecelerinin farklı olduğuna, bazılarını bazılarına üstün kılmanın câiz fakat kesin olduğuna - çünkü zan amelle ilgili şeylerdedir - olayların Allah'ın elinde olduğuna; hayır veya şer yahut îman veya inkâr bakımından onun dilemesine bağlı olduğuna delildir. 254Ey îman edenler, onda ne alışveriş ne dostluk ne de şefaatin olmadığı gün gelmeden önce size rızık ettiklerimizden Allah yolunda harcayın. Kâfirler zâlimlerin ta kendileridir. "Ey îman edenler, size rızık ettiklerimizden Allah yolunda harcayın” size harcanmasını vâcip kıldığımız şeyleri "onda ne alışveriş ne dostluk ne de şefaatin olmadığı gün gelmeden önce” o gün gelmeden önce ki, onda ihmal ettiklerinizi telâfi etmeye, azabından kurtulmaya gücünüz yetmez. Çünkü onda ne harcayacak bir şey ne azaptan kurtaracak bir fidye ne de size yardım edecek dostluk yoktur. Size yardım da etmezler, müsamaha da göstermezler. Allah'ın izin verdiğinden ve konuşmasına râzı olduğundan başkasına da şefaat edilmez. Böyle biri yoktur ki, onun size edeceği şefaata güvenesiniz de sizi sorumluluktan kurtara. (Lâ bey'un vela hulletün vela şefatün) bu üçünün genelleme maksismiyle Merfû' olması, bunların aslında, hel fihi bey'un ev hulletün ev şefaattin manasına olmasındandır. İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ya'kûb aslına bakarak fetha ile okumuşlardır. "Kâfirler zâlimlerin ta kendileridir” zekâtı terk edenleri murat ediyor; onlar zâlimlerdir; çünkü nefislerine zulmetmişlerdir ya da malı olması gereken yere koymamışlardır. Zâlimlerin yerine kâfirlerin konulması da işi ağırlaştırmak ve tehdit etmek içindir. Tıpkı "men lem yehucce” yerine "ve men kefere” demesi gibi. Bir de zekât vermemenin kâfirlerin sıfatı olmasındandır, çünkü Allahü teâlâ "yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar zekât vermezler” (Fussilet: 6, 7) buyurmuştur. 255Allah öyle Allah'tır ki, ondan başka ilâh yoktur. Gerçek hayat sâhibidir, her şeyi ayakta tutandır. Onu ne uyuklama ne de uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa onundur. Onun izni olmadan onun yanında kim şefaat edebilir? O kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onun dilediğinden başka onun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Onun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları korumak ona ağır gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür. "Allahü lâ ilahe illâ hu” mübteda ve haberdir, Mana da şöyledir: ibâdete lâyık ancak Allah vardır. Nahivciler burada haberin gizlenmesi hususunda ihtilâf etmişlerdir, Meselâ filvücud yahut yesıhhu en yücede gibi. "Elhayyu” ellezi yesıhhut en ya'leme ve yakdire (bilmesi ve kudret sâhibi olması sahih olan) demektir. Ona isnadı sahih olan her şey de vâciptir, zeval bulmaz, onda bilfiil mevcuttur, çünkü o, varlık onda kuvvet ve imkân hâlinde olmaktan münezzehtir. "Elkayyûmu” halkı devamlı idare ve muhafaza edendir. Kayyûm fey'ul veznindedir, karne bilemri'den gelir ki, bir şeyi yapmak ve muhafaza etmektir. Elkayyam ve elkayyim de okunmuştur. "Lâ te'huzuhu sinetün vela nevm” sine uykudan önce görülen gevşeme, uyuklamadır. Şâir İbn Rakka' şöyle demiştir: Uykuludur, uyku ona okunu attı, isabet ettirdi, yere düştü Gözlerinde uyuklama vardır, uykuda değildir. Uyku canlılara mideden yükselen buharların rutubetinden dolayı beyin sinirlerinin gevşemesinden meydana gelen bir hâl’dir. Öyle ki, dış duyuların hisleri direkt olarak durur. Mübalağa için olumsuz cümlede ne uyur ne de uyuklar demek lâzım gelirken varlık durumu dikkate alınarak önce uyuklama, sonra uyku zikredilmiştir. Cümle teşbihi bertaraf etmekte ve Hayy ve kayyûm olmasını te'kit etmektedir. Çünkü uyuklama ve uykunun tuttuğu kimsenin hayatı arızalıdır, muhafaza ve tedbiri eksiktir. Bunun içindir ki, hem bunda hem de arkasındaki cümlelerde atıf edâtı terk edilmiştir. "Göklerde ve yerde ne varsa onundur” bu da kayyûmiyetini iyice pekiştirmedir ve tek ilâh olduğunun delilidir. Bu ikisinde bulunan şeylerden maksat gerçekten veya hükmen onlara dahil olan şeylerdir. Bu da: Göklerin, yerin ye onlardaki şeylerin mülkü ona aittir, sözünden daha derindir. "Onun izni olmadan onun yanında kim şefaat edebilir?” bu da şânının büyüklüğünü ve ona benzeyen yahut yakın olan birinin bulunmadığını beyan etmektedir. O sebeple o kimse istediği şeyi şefaat ve rica yoluyla bile def edemez, kaldı ki, inat ve düşmanlıkla etsin! (O kullarının önlerindekini ve arkalarındakini bilir) öncelerini ve sonralarını demektir yahut aksinedir; çünkü geleceğe döndüğün zaman geçmişe arka dönmüş vaziyettesin. Ya da dünya ve âhiret işlerini bilir demektir ya da aksidir ya çla duyularla algıladıkları ve akılla idrak ettikleri şeyleri demektir. Ya da idrak ettikleri ve etmedikleri şeyleri demektir. Hüm zamiri göklerde ve yerde olanlara râcidir, çünkü içlerinde akıllılar vardır ya da menzellezi'de ze'nin delâlet ettiği meleklerden ve peygamberlerden dolayıdır. "Onun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar” onun bildirdiği şeylerden "ancak dilediğini” bilmelerini istediği şeyi kavrarlar. Mâkabline atfı da ikisinin toplamının onun birliğine tam delâlet eden zatî ilmin yalnız onda olduğunu göstermesindendir. "Onun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır” azametini tasvir ve soyut bir temsildir; Allahü teâlâ'nın: "Allah'ı hakkı ile takdir edemediler” (En'âm: 91) ve "bütün yer kıyâmet gününde kabza-i kudretindedir, gökler de sağ eliyle durulmuştur” (Zümer: 67) kavli gibidir. Gerçekte ne kürsü vardır ne de oturan. Şöyle de denilmiştir: Onun kürsüsü ilminden yahut mülkünden mecazdır. Alimin ve Kralın kürsüsünden alınmıştır. Şöyle de denilmiştir: Kürsi Arş'in önünde bir cisimdir. Bunun içindir ki, ona kürsi denilmiştir. Yedi kat gökleri kuşatmıştır, çünkü aleyhisselâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Yedi kat gökler ve yedi kat yerler kürsinin yanmda çöle atılmış bir halka gibidir. Arş'in kürsüye üstünlüğü de çölün o halkaya üstünlüğü gibidir. Belki de o burçlar tabakası dediğimiz meşhur yörüngedir. O aslında oturanın çapına göre üzerine oturulacak şeydir. Sanki kirşten gelmektedir ki, keçeleşmiş demektir. "Vela yeuduhu” ona ağır gelmez demektir, eved'den gelir ki, eğrilik manasınadır. "Onları korumak” yani hifzus semavati valardı (gökleri ve yeri korumak) demektir ki, fâil hazfedilmiş ve mastar mef'ule muzâf olmuştur, "vehüvel aliyyül azim” o eş ve benzerlerden yücedir, "el - azim” ona nisbetle her şey pek küçük demektir. Bu âyet İlâhi ana meseleleri içine almaktadır, çünkü şunlara delâlet etmektedir: Allahü teâlâ vardır ve birdir, hayat sıfatı ile muttasıftır. Varlığı zâtı dolayısıyladır, başkasını kendisi icat etmiştir. Çünkü kayyûm bizatihi var olan ve başkasını ayakta tutan demektir. Mekandan, bir şeyin içine girmekten, değişmekten ve gevşemekten münezzehtir. Diğer bedenlere benzemez, ruhlara arız olan şey na arız olmaz. Maddî ve manevî mülkün sâhibidir, asılları ve teferruatı var edendir. Yakalaması çetindir, izin almayan onun yanında şefaat edemez. Önemli ve önemsiz, küllîve cüz'î her şeyi bilir. Mülkü ve kudreti geniştir, hiçbir zor şey na ağır gelmez, hiçbir şey nu işinden alıkoymaz. İdraklerin kavrayamayacağı kadar yücedir. Fehimlerin kuş atam ayacağı kadar büyüktür. Bunun içindir ki, aleyhisselâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Kur'ân'da en büyük âyet ayetel kürsi'dir. Kim onu okursa, Allah onun için bir melek yaratır, iyiliklerini ertesi gün o ana kadar yazar ve kötülüklerini siler. Ve şöyle buyurmuştur: Kim her namazın arkasından ayetel kürsiyi okursa, cennete girmesine ancak ölüm mani olur. Ona ancak ya sıddik veya abit devam eder. Onu kim yatağına çekildiği zaman okursa, Allah onu, komşusunu ve çevresindeki evleri kazadan, beladan korur. 256Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Artık kim tağutu inkâr ederse, kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir. "Dinde zorlama yoktur” çünkü aslında zorlama başkasını hayırlı görmediği bir işi yapmaya mahkum etmektir. Zorlama yoktur ancak "doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır” îman küfürden açık âyetlerle meydana çıkmıştır. Deliller îmanın ebedî saadete götüren doğruluk, küfrün de sonsuz mutsuzluğa sevk eden sapıklık olduğunu göstermiştir. Akıllı kimse bunu ne zaman fark ederse, nefsi mutluluk ve başarıyı elde etmek için îmana koşar, zorlamaya ve baskıya ihtiyaç duymaz. Şöyle de denilmiştir: Bu, yasak manasında haberdir, yani dinde zorlamayın, demektir. Bu da ya geneldir, Allahü teâlâ’nın: "Kâfirler ve münâfıklarla cihâd et, onlara sert davran” (Tevbe: 73; Tahrim: 9) âyetleriyle nesh edilmiştir ya da ehl-i kitaba mahsustur. Çünkü rivâyet edildiğine göre bir Ensârî'nin iki oğlu vardı, İslâm gelmeden önce Hıristiyan oldular. Sonra da Medîne'ye geldiler. Babaları yakalarına yapıştı ve: Allah'a yemin ederim ki, Müslüman olmadıkça sizi bırakmam, dedi. Onlar da kabul etmediler; Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e başvurdular. Ensârî: Ya Resûlallah, canımın yarısı gözümün önünde ateşe mi girsin, dedi? Âyet bunun üzerine indi, Efendimiz de onları salıverdi. "Artık kim tağutu inkâr ederse” şeytanı yahut putları veyahut Allah'tan başka ibâdet edilen veya Allah'a ibâdetten alıkoyan şeyi inkâr ederse, demektir. Tağut faalut veznindedir, ayn'ı lâm'a kalp olmuştur. "Allah'a îman ederse” birlemek ve peygamberleri tasdik etmekle "en sağlam kulpa yapışmıştır” nefsinden böyle sağlam bir ipe sarılmayı istemiş, demektir. Bu da hakka sarılanın doğru görüş ve mantıklı muhakemesi için istiare edilmiştir. (Kopmayan) kesilmeyen demektir. Fesamtuhu fenfesame denir ki, bir şeyi koparmaktır. "Allah hakkıyla işitendir” sözleri, "kemaliyle bilendir” niyetleri, belki de bu münâfıklık için tehdittir. 257Allah îman edenlerin yardımcı sidir; onları karanlıktan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin ise dostları ta guttur; onları nurdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar cehennem arkadaşlarıdır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. "Allahü veliyyül lezine amenu” Allah îman edenleri sevendir yahut işlerini görendir. Îman edenlerden maksat îman etmek isteyen ve onun ilminde mü'min olduğu sâbit olan kimsedir, "onları çıkarır” hidâyet ve tevfiki ile "karanlıklardan” cahilliğin, nefse uymanın, küfre götüren vesvese ve şüphelerin kabulü karanlıklarından "nura” îmana götüren hidâyete demektir. (Yuhricühüm fiili) haber ba'de haberdir ya da haberdeki gizli zamirden hâl’dir yahut Mevsûldan yahut her ikisinden hâl’dir yahut da açıklama mahiyetinde yeni söz başıdır ya da velayet durumunu tesbit etmektedir. "Kâfirlerin ise dostları tağuttur” yani şeytanlardır ya da nefsî arzudan, şeytanlardan ve saireden saptırıcı şeylerdir. "Onları nurdan karanlıklara çıkarır” fıtratla birlikte kendilerine verilen nurdan küfre, kabiliyet bozukluğuna ve şehvetlere dalmaya çıkarır. Ya da açık delillerden şüphe ve tereddütlerin karanlıklarına çıkarır demektir. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet İslâm dîninden dönen bir topluluk hakkında inmiştir. Çıkarmanın tağuta isnat edilmesi sebep olması dolayısıyladır, bu da Allahü teâlâ’nın kudret ve irâdesinin ona taallukuna mani değildir. "İşte onlar cehennem arkadaşlarıdır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar” tehdit ve uyarıdır. Mü'minlere va'dedilenin belirtilmemesi belki de şanlarının yüceliğindendir (buna gerek duyulmamıştır). 258Allah kendisine mülk vermesi dolayısıyla Rabbisi hususunda İbrâhîm'le tartışânı görmedin mi? Hani İbrâhîm, "benim Rabbim diriltir ve öldürür” demişti de. O da: "Ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrâhîm: "Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getirir; sen de onu batıdan getir” dedi de o kâfir lal olup kaldı. Allah zâlimler topluluğuna hidâyet etmez. "Allah kendisine mülk vermesi dolayısıyla Rabbisi hususunda İbrâhîm'le tartışânı görmedin mi?” Nemrud'un tartışmasına ve ahmaklığına dikkatimizi çekmektedir. "En atahullahül mülke” lien atahu demektir, yani mülk vermesi onu şımarttı ve onu tartışmaya sevk etti. Ya da şükretmesi gerekirken tartışmaya başladı, demektir, Meselâ: Sana iyilik ettim diye benimle düşmanlık ediyorsun sözü gibi, ya da Allah ona mülk verdiği zaman tartıştı demektir. Bu da Mu'tezileden Allah kafire mülk vermez diyenlere karşı bir delildir. "İz kâle ibrahimü” bu da hâcce fiilinin zarfıdır yahut ikinci itibara göre Allah'ın ona mülk vermesinden bedeldir. (Benim Rabbim diriltir ve öldürür) bedenlerde hayatı ve ölümü yaratır. Hamze ye'yi atarak (rabbillezi) okumuştur. (O da: Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi) katili affetmek ve öldürmekle. Nâfi' elifle (enâ) okumuştur. "İbrâhîm: Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getirir; sen de onu batıdan getir” dedi” İbrâhîm onu susturmak için bozuk itirazından yüz çevirdi, kendi üslubuyla altından kalkamayacağı bir delil getirmeye geçti. Bu, aslında Allah'ın kudreti dahilinde olup da başkasının yapamayacağı kapalı bir misalden açık bir misale geçmektir, yoksa bir delilden diğerine geçmek değildir. Belki de Nemrut Allah'ın her yaptığını yapacağını iddia etmişti; İbrâhîm de bu şekilde oyununu bozdu. Onu buna mülkten şımarması, ahmaklığı veya hulul (Allah'ın bazı şeylerin içine girme) inancı sevk etmişti. Şöyle de denilmiştir: İbrâhîm aleyhisselâm putları kırınca Nemrut onu birkaç gün hapsetti, sonra yakmak için onu çıkardı, ona: Beni davet ettiğin Rabbin kim, dedi? O konuda tartıştı. (O kâfir lal oldu) dili tutuldu. Behete şeklinde de okunmuştur ki, İbrâhîm o kafiri mağlup etti, demektir. "Allah zâlimler topluluğuna hidâyet etmez". hidâyeti kabul etmek istememekle nefislerine zulmedenlere demektir. Şöyle de denilmiştir: Onları delil getirme durumuna yahut kurtuluş yoluna yahut kıyâmette cennet yoluna hidâyet etmez demektir. 259Yahut o kimse gibisini görmedin mi ki, çatıları üzerine çökmüş bir kasabaya uğradı: "Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltecek” dedi. Allah da onu yüz yıl öldürdü, sonra da diriltti. Ona: "Ne kadar eğlendin?” dedi. O da: "Bir gün yahut bir kışımı” dedi. Allah: "Hayır, yüz yıl ölü kaldın; yiyeceğine ve içeceğine bak; bozulmamış. Eşeğine de bak; seni insanlara ibret yapmak istiyoruz. Kemiklere bak; onları nasıl birleştiriyor; sonra da onlara et giydiriyoruz” dedi. Durum kendisi için belli olunca: "Artık biliyorum ki, Allah her şeye kâdirdir” dedi. "Ev kellezi merre alâ karyetin” takdiri ev ereeyte mislellezi demektir, elemtere ilellezi hâcce buna dalâlet ettiği için hazfedilmiştir. Teşbih harfi kâf ile tahsis edilmesi, şunun içindir, çünkü diriltmeyi inkâr eden çoktur, nasıl olduğunu bilmeyen ise sayılamayacak kadar daha çoktur, ama İlâhlık iddia eden öyle değildir. Kâfin zâit olduğu da söylenmiştir, kelâmın takdiri elemtere ilellezi hâcce evillezi merre şeklindedir. Şöyle de denilmiştir: Bu, manaya göre bir atıftır, sanki kellezi hâcce ev kellezi merre denilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Bu, İbrâhîm'in sözündendir, bunu ona karşılık vermek için söylemiştir, takdiri de şöyledir: İn künte tuhyi feahyi keihyaillahi ... eğer sen de diriltirsen Allahü teâlâ’nın geçen o kimseyi dirilttiği gibi dirilt. O da Üzeyr bin Şerhiya'dır yahut Hızır'dır, yahut yeniden dirilmeyi inkâr eden kafirdir. Olayın Nemrut ile geçmesi de bunu teyit eder. Şehir Kudüs'tür. Buhtunassar onu harap etmişti. Bunun ondan binlerce kimsenin çıktığı şehir olduğu ve diğer bir yer olduğu da söylenmiştir. Karye kara'dan gelir ki, toplamak manasınadır. "Çatılan üzerine çökmüş” boşalmış, duvarları tavanının üzerine çökmüştür. (Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltir, dedi?) nasıl dirilteceğini bilmediğini itiraf etmekte ve dirilteni gözünde büyütmektedir, eğer bunu diyen mü'min ise. Diriltmeyi uzak gördüğü için demiştir, eğer diyen kâfir ise. "Enna” zarf olarak mahallen mensûbtur, ev manasınadır ya da hâl olarak mensûbtur, keyfe manasınadır. "Allah onu yüz yıl öldürdü” Allah onu yüz yıl ölü bıraktı yahut öldürdü de yüz yıl ölü bıraktı, demektir. "Sonra diriltti” yani dirilterek kaldırdı. "Ne kadar eğleştin, dedi?” diyen Allah'tır, kâfir de olsa onunla konuşması dirüdikten sonra îman etmesinden yahut îman etmeye yaklaşmasındandır. Bunun bir melek veyahut bir peygamber olduğu da söylenmiştir. "O da: Bir gün yahut bir kısmı, dedi” zan ile konuşan biri gibi. Şöyle de denilmiştir: O kuşluk vakti öldü, yüz yıl sonra akşamdan az önce dirildi; güneşe bakmadan önce bir gün, dedi, sonra dönüp baktı, güneşin bir kısmının batmadığım görünce o dediğinden dönerek: Yahut bir kısmı, dedi. "O da: Hayır, yüz yıl kaldın; yiyeceğine ve içeceğine bak; bozulmamış, dedi". Zamanın geçmesiyle bozulmamış. Lem yetesenneh bu sene'den türetilmiştir, he de kelimenin aslındadır, eğer sene'nin lamel fiili he takdir edilirse, sekte he'sidir, eğer vâv takdir edilirse. Şöyle denilmiştir: Aslı lem yetesennen'dir, hamein mesnun'dan gelir (kokuşmuş çamur) bu durumda ikinci nûn harf-i illete çevrilmiştir, tıpkı takaddal bazi kavlinde olduğu gibi. Zamirinin müfred olması yiyecekle içeceğin bir cins gibi olmasındandır. Şöyle de denilmiştir: Yiyeceği incir yahut yaş üzüm idi, içeceği de meyve suyu idi ya da süt idi ve olduğu gibi duruyordu. Hamze ile Kisâî vasi hâlinde he'siz olarak lem yetesenne okumuşlardır. "Eşeğine de bak” kemikleri nasıl dağılmış yahut ona bak, bağladığın gibi sapa sağlam duruyor. Onu susuz ve yemsiz koruduk, yiyecek ve içeceğini de bozulmaktan koruduğumuz gibi. Birincisi hâle ve arkadakine daha uygundur. "Seni insanlara ibret yapmak istiyoruz” yani bunu seni örnek kılmak için yapıyoruz demektir. Rivâyete göre eşeğinin üzerinde kavmine geldi ve: Ben Üzeyr'im, dedi. Onlar da inanmadılar. O da Tevrat'ı ezberden okudu, ondan önce onu kimse ezberlememişti, böylece onu tanıdılar ve: O, Allah'ın oğludur, dediler. Şöyle denilmiştir: Evine döndüğü zaman genç idi, evlatları ise ihtiyarlamış idi. Onlara konuştuğu zaman: Yüz yıllık söz dediler. "Kemiklere bak” yani merkebin kemiklerine demektir yahut diriltilmelerinden şaştığı ölülerin kemiklerine demektir, "keyfe nünşizüha” onları nasıl dirilteceğiz yahut birbirinin üzerine koyup monta edeceğiz. Keyfe, nünşizüha ile mensûbtur, cümle de izam'dan hâl’dir yani kemiklere diriltilmiş olarak bak, demektir. İbn Kesîr, Nâfi', Ebû Amr ve Ya'kûb nünşirüha okumuşlardır ki, enşerallahul mevta (Allah'ın ölüleri diriltmesin) den gelir. Nenşürüha da okunmuştur ki, ensere manasından neşere'den gelir. "Sonra da onlara et giydiriyoruz.” bunun fâili gizlidir, arkasındaki onu tefsir etmektedir, takdiri şöyledir: Felemma tebeyyene lehu ennallahe alâ külli şeyin kâdir. (Artık biliyorum ki, Allah her şeye kâdirdir). Birincisi hazfedilmiştir, çünkü ikincisi ya da daha öncesi ona delâlet etmektedir yani felamma tebeyyene lehu mâ üşkile aleyhi (müşkülü hallolunca) demektir. Hamze ile Kisâî emir tarzında i'lem okumuşlardır. Emreden de karşısındakidir yahut bizzat kendisidir, azarlamak niyetiyle kendi nefsine hitap etmiştir. 260Hani İbrâhîm: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” demişti de, o da: "Îman etmedin mi?” demişti. İbrâhîm: "Hayır, Öyle değil, ancak kalbim yatışsın diye istedim” demişti. Rabbi: "Öyleyse dört kuş yakala; onları kendine çevir, sonra da her dağın üzerine onlardan birer parça bırak, daha sonra da onları çağır; sana koşarak geleceklerdir. Bil ki, şüphesiz Allah mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir. "Hani İbrâhîm: "Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, demişti” bunu istemesi görerek bilmek istemesindendir. Şöyle de denilmiştir: Nemrut: Ben de diriltir ve öldürürüm deyince, ona: Allahü teâlâ’nın diriltmesi bedene rûhu iade etmesiyledir, dedi. Nemrut da ona: Sen onu gördünmü dedi? Evet diyemedi, başka bir tespite geçti, sonra da bir daha sorulduğu zaman cevaptan emin olması için Rabbinden bunu göstermesini istedi. "Îman etmedin mi, dedi?” benim yeniden kemikleri monta ederek ve can vererek ölüleri diriltmeye gücümün yettiğine inanmadın mı? Onun îman bakımından en sağlam bir kişi olduğunu çok iyi bildiği hâlde böyle demesi, Allah'ın cevap verdiği şeyle cevap verip de duyanların da maksadını anlamaları içindir. "Hayır öyle değil, ancak kalbim yatışsın diye istedim, demişti” Yani evet îman ettim, ancak bunu istedim ki, vahiy ve istidlal (delil)'e bir de gözle görmem ilave edilsin de basiretim ve kalbimin huzuru artsın. "Rabbi de. Öyleyse dört kuş yakala, dedi". Bunların tavus, horoz, karga ve güvercin olduğu söylenmiştir. Kimisi de güvercinin yerine kartal demiştir. Bunda şuna îma vardır ki, nefsi diriltmek; ancak tavusun sıfatı olan şehvet ve süsleri sevmeyi öldürmekle; horozun meşhur niteliği olan saldırıyı öldürmekle, karganın sıfatı olan adi şeyleri sevme ve uzun hülyalara dalmayı öldürmekle ve güvercinin damgası olan yükseklere çıkma ve nefsanî arzulara koşma isteğini azaltma ile mümkündür. Özellikle kuşun seçilmesi de onun insana en yakın olmasından ve hayvan hususiyetini kendinde en iyi bulundurmasmdandır. Tayr da mastardır, isim olmuştur ya da sahb vezninde cemi'dir. "Fe surhünne ileyke” onları kendine çek, yakınına al ki, iyice düşünesin de renkleri ayırasın ve dirildikten sonra karıştırmayasın. Hamze ile Ya'kûb kesre ile fesırhünne okumuşlardır, bu ikisi de lügattir. Şâir şöyle demiştir: Boyunlarını eğmek onlarda karakter değildir; Ancak mızrakların uçları onları eğmiştir. (Burada sara yasuru babı kullanılmıştır). Bir şâir de şöyle demiştir: Sevgilinin yanlardaki saçının aşırı derecede çokluğu boynunu aşağı çekmektedir, Ağır asma salkımlarının dalları yere doğru çektiği gibi. (Burada da sara yesıyru babı kullanılmıştır). Sad'ın zammı ve kesri ile iki lügat olan fesurhuünne sarrahu yesurruhu ve yesırruhu'dan gelmekle şeddeli de okunmuştur ki, toplamak manasınadır. Tasriyeden gelerek fesarrahünne de okunmuştur ki, bu da toplamak manasınadır. "Sonra da her dağın üzerine onlardan birer parça bırak” yani onları parçala, parçalarını çevrendeki dağların üzerine dağıt. Bunun dört olduğu söylenmişti. Yedi olduğu da söylenmiştir. Ebû Bekir, her yerde cüz'en ve ze'nin zammı ile cüzüen okumuştur. "Sonra onları çağır” onlara: Allahü teâlâ’nın izni ile gelin, de. "Sana koşarak geleceklerdir” uçarak ya da yürüyerek hızla gelecektir. Şöyle de rivâyet edilmiştir: Onları boğazlamasını, tüylerini yolmasını, parçalara ayırmasını, başlarını saklamasını ve diğer cüzlerini birbirine karıştırıp dağların başlarına dağıtmasını sonra da onları çağırmasını emretmiştir. O da bunları yaptı. Her parça diğerinin yanına uçtu, sonunda ceset hâline geldi, sonra da gidip başlarıyla birleştiler. Bunda şuna işâret vardır ki, nefsini ebedî hayatla yaşatmak isteyen, beden güçlerinin üzerine gidip onları öldürmeli ve birbirine katmalı ki, şiddeti kırılsın. Onları akıl ve şerîat daveti ile çağırdığı zaman beklemeden itâat etsinler. İbrâhîm aleyhisselâm'ın üstünlüğünü, yalvarmadaki bereketini ve istemedeki hüsn-ü edebini göstermede şu yeter ki, Allahü teâlâ ona istediğini derhal göstermiş, Üzeyr'e ise yüz yıl ölü olarak beklettikten sonra göstermiştir. "Bil ki, şüphesiz Allah gâliptir” istediği şeyden engellenemez, "hikmet sâhibidir” yaptığı ve yapmadığı her şeyde üstün hikmet sâhibidir. 261Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan tohumun hâli gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah'ın rahmeti geniştir, her şeyi bilendir. "Meselüllezine yünfikune emvalehüm fî sebilillahi kemeseli habbetin” yani meselü nefekatihim kemeseli habbetin yahut muzâfın hazfi ile meselühüm kemeseli baziri habbetin (onların hâli bir tohum saçanın hâli gibidir). "Yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan tohumun hâli gibidir” bitirmeyi tohuma isnat etmesi sebeplerden biri olması sebebiyledir, nitekim yere ve suya da isnat edilir. Gerçek bitiren Allah'tır. Mana da şöyledir: Ondan bir gövde çıkar, ondan da yedi dal ayrılır. Her birinde içinde yüz habbe bulunan bir başak olur. Bu, bir temsildir, ille de olması şart değildir. Bazen mısırda, akdarı da ve buğdayda verimli topraklarda olur da. "Allah kat kat verir” bu şekilde katlar "dilediğine", lütfü ile ve Allah yolunda harcayanın ihlâs ve zahmetine göre. Bunun içindir ki, amellerin sevap miktarları da farklı olur. "Allah'ın rahmeti geniştir” vereceği fazlalığı onun için daraltmaz "her şeyi bilendir” harcayanın niyetini ve harcadığı miktarı bilir. 262Mallarını Allah yolunda harcayıp da sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükâfatları Rableri kalındadır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyecekler de. "Mallarını Allah yolunda harcayıp da sonra o harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükâfatları” Hazret-i Osman radıyallahü anh hakkında inmiştir. Çünkü o zorluk ordusunda bin deveyi semeri ve çulu ile beraber donattı. Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh hakkında da inmiştir. Çünkü o da Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e sadaka olarak dört bin dirhem getirdi. Âyette geçen menn iyilik ettiği kimseye iyiliğini saymak, başına kakmaktır. Eziyet de verdiği nimetten dolayı ona karşı böbürlenmektir. Burada geçen sümme edâtı, Allah yolunda harcamakla başa kakıp eziyet etmenin arasında fark olduğunu gösterir. "Mükâfatları Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyecekler de” müsnedün ileyhte şart manası olmakla beraber fe edatının gelmemesi (lehüm) onlar bunu yapmasalar da bu işin ehli olmalarındandır, ya bir de yaparlarsa onlara ne karşılık verilir! 263Güzel bir söz ve ayıp örtme, arkasından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Allah zengindir, çok halîmdir. "Güzel bir söz” iyi bir karşılık "ve bağışlama” isteyenden ve isteğinden geçme yahut güzel karşılık vermekle Allah'ın bağışına nâil olma ya da isteyenin karşı tarafı mazur görüp ihtiyacı kapatmamasını bağışlaması (arkasından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır) o ikisinin (kavlun ve mağfirettin) haberidir, nekire olduğu hâlde mübteda olabilmesi, sıfatla tahsis edilmesindendir. "Allah zengindir” başa kakarak ve eziyet ederek vermekten "çok halîmdir” başa kakan ve eziyet edene hemen ceza vermekten. 264Ey îman edenler, malını insanlara gösteriş için harcayan ve Allah’a ve âhiret gününe inanmayan gibi sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın. Bunun hâli, üzerinde toprak bulunan ve şiddetli yağmurun değip de katı taş hâlinde bıraktığı kaygan kayanın hâli gibidir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah kâfirler topluluğuna hidâyet etmez. "Ey îman edenler, sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın” sevabını bu ikisinden her biriyle iptal etmeyin "malını insanlara gösteriş için ve Allah’a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi". Harcamasıyla gösteriş yapan ne Allah rızâsını ne de âhiret sevabını ummayan münâfık gibi iptal etmeyin ya da insanlara gösteriş için harcayana benzer şekilde iptal etmeyin, (kellezi yünfiku'daki) kâf mastar yahut hâl olarak mahallen mensûbtur, riae de onun mef’ûlünleh'i yahut hâli olarak mensûbtur, mana da göstererek demektir. Yahut da mastar olarak mensûbtur ki, infakan riyaen demektir. "Onun hâli” yani gösteriş için harcayanın hâli "kaygan taşın hâli gibidir” düz bir taşın hâli gibidir, "üzerinde toprak olup da şiddetli yağmurun değdiği taş gibi". Burada geçen vabti iri damlalı yağmur demektir. "Bunlar kazandıkları hiçbir şeye sahip olamazlar” riya için yaptıklarından yararlanamazlar ve sevabını bulamazlar. Zamir mana itibarı ile infak edene râcidir, çünkü ondan maksat cins yahut cemidir, Meselâ şu şiirde olduğu gibi: Felec mevkiinde helâk olan Ey Hâlid'in anası, onlar toplumdur toplumun hepsidir. (Burada geçen ellezi çoğul manasınadır). "Allah kâfirler topluluğuna hidâyet etmez” hayra ve doğruya hidâyet etmez demektir. Bunda riyanın, başa kakmanın ve harcadığı için eziyet etmenin kâfirlerin sıfatlarından olduğuna îma vardır, mü'min bundan mutlaka kaçınmalıdır. 265Mallarını Allah rızâsını elde etmek ve nefislerini tespit etmek için harcayanların hâli de tepelik bir yerde bulunan ve kendisine bol yağmur değip de meyvesini iki kat veren bir bahçenin hâli gibidir. Eğer ona bol yağmur düşmezse bir çisinti değmiştir. Allah yaptıklarınızı pekiyi görmektedir. "Mallarını Allah rızâsını elde etmek ve nefislerini tespit etmek için harcayanların hâli” nefislerinin bir kısmını îman üzerinde tespit etmek için demektir, çünkü mal rûhun yarısıdır (canın yongasıdır). Binaeanaleyh kim malını Allah rızâsı için bonkercesine harcarsa, nefsinin bir kısmını tespit etmiş olur. Malını ve canını çekinmeden harcarsa hepsini tespit etmiş olur. Ya da İslâm'ı tasdik etmek ve asıl nefsinden başlayarak mükâfat kazanmak için harcayanlar demektir. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, harcayanın harcamasındaki hikmet, nefsi cimrilikten ve mal sevgisinden arındırmaktır. "Tepelik bir yerde bulunan bahçenin hâli gibi” yani bunların zekattaki harcamalarının hâli yüksek bir yerdeki bahçenin hâli gibidir. Çünkü onun ağacı daha güzel ve meyvesi daha temiz olur. İbn Âmir ile Âsım feth ile rebvetin okumuşlardır. Kesr ile de (ribvetin) okunmuştur ki, üçü de geçerli lügattir. "Esabeha vabilün” vabil iri damlalı yağmur demektir. "Feâtet üküleha” meyvesini verdi demektir. İbn Kesîr, Nâfi' ve Ebû Amr hafif olması için sükûn ile (ükleha) okumuşlardır. "Dı'feyn” o yağmur sebebiyle iki kat ürün verdi demektir. Dı'f'tan maksat bir mislidir, nitekim Allahü teâlâ’nın: "Min küllin zevceynis neyni” (Hûd: 40) kavimdeki zevc'ten de tek murat edilmiştir. Dört misli de denilmiştir. Nasbi da hâl üzeredir yani bir kat demektir. (Eğer ona bol yağmur düşmezse bir çisinti değmiştir) yusibuha talkın yahut fellezi yusibuha talkın yahut fetallun yekfiha demektir. Çünkü toprağı iyidir ve yeri yüksek olduğu için de havası serindir. Tali da ufak damlalı yağmur (çisinti) demektir. Mana da şöyledir: Bunların harcamaları Allah katında makbuldür, hiçbir şekilde zâyi olmaz. Duruma göre farklılık gösterse de mahrum kalmazlar. Bu, Allah katındaki hâllerinin yüksek yerdeki bahçe ile ve çok ve az harcamalarının da âhirette artağan şekilde bol yağmur ve çisinti ile temsil olmak da câizdir. "Allah yaptıklarınızı görmektedir” bu da gösterişten sakındırmakta ve ihlâsa özendirmektedir. 266Sizden biriniz ister mi ki, hurmalardan ve üzümlerden altlarından ırmaklar akan, içinde her türlü meyvelerin bulunduğu bir bahçesi olsun da başına ihtiyarlık çöksün ve zayıf çocukları da bulunsun; onu (bahçeyi) de içinde ateş bulunan bir kasırga vursun; o da yansın (bunu ister mi)? Allah, düşünesiniz diye âyetlerini böyle açıklar. "Eyeveddü ahadüküm” hemze inkâr içindir (kimse sevmez demektir), "hurmalardan ve üzümlerden altlarından ırmaklar akan, içinde her türlü meyvelerin bulunduğu bir bahçesi olsun” içinde diğer ağaçlar olduğu hâlde bahçeyi bu ikisinden ibaret sayması şereflerini ve bol faydalarını göstermek için genelleme dolaylıyladır. Sonra onda meyveler olduğundan bahsetmesi de içinde diğer ağaçların da buiunmasındandır. Meyvelerden maksat faydaları olmak da câizdir. (Ona ihtiyarlık çöksün) yaşlılık demektir. Çünkü yaşlılıkta ihtiyaç ve aile kalabalığı daha da zordur. Vâv hâl içindir ya da manaya atfetmek içindir, sanki şöyle demiş olur: Eyeveddü ahadüküm lev kanet lehu cennettin ve esabehül kiberü? "Zayıf çocukları da bulunsun” küçük, kazanç temin etmeye güçleri yetmeyen, (onu içinde ateş bulunan bir kasırga vursun) bu da esabehu'ya atıftır ya da mana itibarı ile tekunu'ya atıftır. İ'sar yerden göğe direk gibi yükselen fırtına (hortum) demektir. Mana da iyilik yapıp da ona gösteriş ve eziyet gibi şeyler karıştıranın yürek yangısı İçin temsildir. Kıyamet günü gelip de ona şiddetle ihtiyaç duyduğu zaman onu yok edilmiş olarak bulacaktır. İşte ona benzetmiştir, ona en çok benzeyen de sırrı ile melekut aleminde dolaşıp da ceberut makamına yükseldikten sonra gerisin geri yalancı âleme dönen. Hak'tan başka şeylere iltifat eden ve bütün çalışmasını yele veren kimsedir. "Allah belki düşünürsünüz diye size âyetlerini böyle açıklar” yani onların üzerinde düşünürsünüz de onlardan ibret alırsınız diye. 267Ey îman edenler, kazandıklarımzmı ve sizin için yerden çıkardıklarımızın güzellerinden Allah yolunda harcayın. Ondan göz yummadan almayacağınız kötüsünü harcamaya kalkışmayın. Bilin ki, Allah zengindir, övgüye layıktır. "Ey îman edenler, kazandıklarınızın güzellerinden Allah yolunda harcayın” helalinden ve kalitelisinden (ve sizin için yerden çıkardıklarımızın) yani min tayyibati mâ ahrecna (çıkardığımız hububatın, meyvelerin ve madenlerin temizinden) demektir ki, daha önce geçtiği için muzâf hazfedilmiştir. (Kötüye yellenmeyin) adisine niyet etmeyin (ondan) yani maldan yahut sizin için çıkardıklarımızdan. Böyle tahsis etmesi aralarında çok fark olmasındandır. Vela teemmemu ve te'nin zammı ile vela tüyemmimu da okunmuştur. "Tünfikune” teyemmemu'nûn fâ'ilinden mukadder hâl’dir, minhü'nün ona müteallik olması da câizdir. O zaman zamir habise râci olur, cümle de ondan hâl olur. "Velestüm biahizihi” yani adi olduğu için kendiniz almadığınız hâlde demektir. "Îlla en tuğmidu fîh” onda tolerans göstermedikçe demektir, mecaz olarak ağmeda basarahu deyiminden gelir ki, göz yummaktır. Tuğmedu şeklinde de okunmuştur ki, göz yummaya mecbur olmak yahut göz yumar bulunmak manasınadır. İbn Abbâs şöyle buyurmuştur: Onlar hurmanın adisinden ve kötüsünden zekât verirlerdi, bundan men edildiler. "Bilin ki, Allah zengindir” sizin zekatınıza ihtiyacı yoktur, sadece sizin iyiliğiniz için bunları emrediyor, "övgüye layıktır” onu kabul edip sevap vermekle. 268Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyi emreder. Allah ise kendisinden bağışlama ve lütuf va'deder. Allah'ın rahmeti geniş, ilmi sonsuzdur. (Şeytan sizi fakirlikle korkutur) Allah yolunda harcama konusunda, vaad aslında hayırda da serde de yaygın olarak kullanılır. Zam ve sükûn ile fukr, iki zamma ve iki fetha ile de okunmuştur. "Size çirkin şeyi emreder” sizi cimriliğe kışkırtır demektir. Araplar cimriye fâhiş derler. İsyanlara sürükler de denilmiştir. "Allah ise kendisinden bağışlama va'deder” yani Allah yolunda harcamada günahlarınızın bağışlanmasını va'deder demektir ve "lütuf” harcadığınızdan daha iyisini dünya ve âhirette vereceğini va'deder. "Allah'ın rahmeti geniştir” harcayana lütfü geniştir, "ilmi sonsuzdur” kişinin harcamasını bilir. 269Allah hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verirse, ona çok hayır vermiş demektir. Ancak saf akıl sahipleri düşünürler. "Hikmeti verir” hikmet gerçek ilim ve sağlam amel demektir (dilediğine) birinci mefuldür, ikinci mef'ule önem verildiği için geriye bırakılmıştır. "Ve men yü'tel hikmete” meçhul kalıbı ile gelmiştir, çünkü maksat odur (hikmet verilmektir). Ya'kûb kesre ile (yü'ti) okumuştur ki, Allah kime hikmet verirse demektir. "Ona çok hayır verilmiştir” yani ne kadar çok hayır verilmiştir! Çünkü ona iki dünyanın hayrı verilmiştir. "Vema yezzekkerü” anlatılan âyetlerden öğüt almaz yahut düşünmez. Çünkü düşünen de öğüt alan gibidir; zira Allah onun kalbine potansiyel hâlinde ilim vermiştir. "Ancak saf akıl sahipleri düşünür” evham ve nefsanî arzulara meyil karışımından arınmış akıl sahipleri düşünür. 270Nafakadan ne harcadınız veyahut adaktan neyi adadınızsa, şüphesiz Allah onu bilir. Zâlimler için yardımcılar yoktur. "Nafakadan ne harcadınızsa” az veya çok, gizli veya açık, hak veya bâtıl "veya adaktan neyi adadınızsa” şartlı veya şartsız, taâta veya isyana "şüphesiz Allah onu bilir” size onun karşılığını verir. "Zâlimler için yoktur” isyanlara harcayıp ona adak edenlere yahut sadakalara mani olup adakları yerine getirmeyenlere "yardımcılar yoktur” Allah'a karşı onlara yardım edecek ve onun cezasına mani olacak yardımcılar yoktur. 271Eğer sadakaları açıktan verirseniz, o ne güzeldir! Eğer onları gizler de fakirlere verirseniz o, sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızı bağışlar. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Eğer sadakaları açıktan verirseniz o ne güzeldir) onu açıktan vermek ne güzeldir! İbn Âmir, Hamze ve Kisâî aslı gibi nûn'un fethi ve ayn'ın kesri ile (feneimma) okumuşlardır. Ebû Bekir, Ebû Amr ve Kalun da nûn'un kesri ve ayn'in sükûnu ile okumuşlardır. Onlardan nûn'un kesri ve ayn'in harekesini de belli belirsiz okudukları da rivâyet edilmiştir. "Eğer onları gizler de verirseniz” yani gizlemekle beraber verirseniz "o sizin için daha hayırlıdır” gizlemek sizin için daha hayırlıdır. Bu nafile sadaka ve malı olduğu bilinmeyen kimse hakkındadır. Malı başkasına göstermek daha iyidir, çünkü töhmeti def eder. İbn Abbâs şöyle buyurmuştur: Gizli verilen nafile sadaka açıktan yetmiş kat üstündür, açık verilen farz sadaka da gizlisinden yirmi beş kat üstündür. (Ve günahlarınızı bağışlar) İbn Âmir ve Âsım da Hafs rivâyetinde ye ile okumuşlardır ki, Allah yahut gizli verme günahınızı bağışlar demek olur. İbn Kesîr, Ebû Amr, Âsım da İbn Ayyaş rivâyetinde ve Ya'kûb Merfû' olarak nunla (nükeffirü) okumuşlardır ki, yeni başlayan fiil cümlesi olur yahut fe'den sonrasına atıfla isim cümlesi olur ki, nahnü nükeffirü demektir. Nâfi', Hamze ve Kisâî de fe'nin ve maba'dinin mahalline atıfla meczum olarak okumuşlardır. Merfû' olarak te ile de okunmuştur ki, o zaman işi yapan sadakalar olur (yani sadakalar günahlarınızı siler). "Allah yaptıklarınızdan haberdardır” bu da gizli vermeye teşviktir. 272Onları hidâyete erdirmek senin üzerine değildir. Ancak Allah dilediğini hidâyete erdirir. Hayırdan ne harcarsanız, kendiniz içindir. Zaten ancak Allah için harcarsınız. Hayırdan ne harcarsanız, size eksiksiz ödenir ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. "Onları hidâyete erdirmek senin üzerine değildir” insanların hidâyete ermiş olmaları senin üzerine değildir; sana düşen ancak yol göstermek, güzelliklere teşvik etmek; başa kakma, eziyet etme ve kötüsünü verme gibi çirkinliklerden men etmektir. "Ancak Allah dilediğini hidâyete erdirir". hidâyetin Allah'tan ve dilemesiyle olduğunu ve bazı kimselere özel olduğunu açıkça göstermektedir. "Hayırdan ne harcarsanız” şerîata uygun ne gibi harcamada bulunursanız "kendiniz içindir” o sizin içindir, yalnız kendiniz yararlanırsınız; Binâenaleyh başa kakmayın ve kötüsünü harcamayın. "Zaten ancak Allah rızâsını kazanmak için harcarsınız” bu da hâl’dir, sanki şöyle buyurmuştur: Hayırdan ne harcarsanız kendiniz içindir, zaten başka değil hep Allah rızâsı ve sevabını kazanmak için harcıyorsunuz. Ya da yukarısına atıftır ki, şöyle demektir: Harcamanız hep Allah rızâsı içindir, öyleyse neden onu başa kakıyor ve kötüsünü veriyorsunuz! Bunun yasaklama manasında olumsuz cümle olduğu da söylenmiştir, (harcamayın, ancak Allah rızâsı için harcayın). "Hayırdan ne harcarsanız size eksiksiz ödenir” sevabı kat kat verilir. Bu da geçen şart cümlesini tekittir. Ya da harcayana ivazı (karşılığı) verilir demektir, çünkü Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm: "Allah'ım, Allah yolunda harcayana ivazını ver, elinde tutanın da malım telef et,” buyurmuştur. Rivâyete göre bazı Müslümanların Yahûdîlerden hısımları ve süt emme ilişkileri vardı, onlara yardım ederlerdi; Müslüman olunca onlara yardım etmek istemediler, âyet bunun üzerine indi. Bu vâcip olmayan yardım hakkındadır. Vâcip olanı ise kafire vermek câiz değildir. "Ve siz haksızlığa uğratılmazsınız” harcamanızın sevabı eksiltilmez. 273(Sadakalar) Allah yolunda mahsur kalan ve yeryüzünde ticaret için dolaşmaya güçleri yetmeyen fakirler içindir. Bilmeyen onları onurlu davranışlarından dolayı zengin kimseler sanır. Sen onları simalarından tanırsın. İnsanlardan yüzsüzlük ederek istemezler. Hayırdan ne harcarsanız, şüphesiz Allah onu pekiyi bilmektedir. "Lilfukarai” mahzûfa mütealliktir yani i'medu lilfukarai (fakirleri arayın) yahut icalu mâ tünfikunehu lilfukarai (harcamalarınızı fakirlere yapın) yahut sadakalarınızı fakirlere verin demektir. "Allah yolunda mahsur kalanlara” cihadın mahsur bıraktığı kimselere "güç yetiremezler” cihâdla meşgul oldukları için "yeryüzünde dolaşmaya” kazanç sağlamak için etrafa gitmeye. Bunların ashâb-ı suffe oldukları da söylenmiştir, bunlar dört yüz kadar fakir Muhâcirler idi. Mescid'in sofasında kalırlardı, bütün vakitlerini ilim öğrenmek ve ibâdet etmekle geçirirlerdi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in gönderdiği her askerî birliğe katılırlardı. "Yahsebuhumul cahilu” hâllerini bilmeyen onları sanır, İbn Âmir, Âsım ve Hamze sinin fethi ile yahsebhum okumuşlardır. "Onurlu davranışlarından dolayı onları zengin sanır” iffetlerini koruyup da dilencilik etmediklerinden. "Onları simalarından tanırsın” zayıflıklarından ve hâllerinin perişanlığından. Hitap Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'edir yahut herkesedir. (İnsanlardan yüzsüzlük ederek istemezler) ısrarla demektir, o da istediği kimse verinceye kadar yakasını bırakmamaktır. Lahifeni min fadlihi deyiminden gelir ki, bana lütfundan verdi, demektir. Mana da şöyledir: Onlar istemezler, isterlerse de ısrar etmezler. Bunun her iki durum (istemek ve ısrar etmek) için olumsuzluk olduğu da söylenmiştir, şu mısrada olduğu gibi: Bir yolda ki, işaretlerinden bir yere varılmaz (Yani işâret de yoktur, bir yere varmak da yoktur). İlhafen mastar (mef'ûlu mutlak) olarak mensûbtur, çünkü o da bir nevi istemedir ya da hâl olarak mensûbtur. "Hayırdan ne harcarsanız şüphesiz Allah onu pekiyi bilmektedir” bu da harcamaya özellikle bunlara harcamaya teşviktir. 274Mallarını gece gündüz, gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar için Rableri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülecek de değiller. "Mallarını gece gündüz, gizli açık harcayanlar için vardır” yani bütün vakitlerini ve hâllerini hayır ve hasenat ile geçirenler için vardır, demektir. Ebû Bekir es - Sıddik hakkında indiği söylenmiştir; o kırk bin dinar sadaka etti; on bin gece, on bin gündüz, on bin gizli ve on bin de açık verdi. Hazret-i Ali radıyallahü anh hakkında indiği de söylenmiştir; onun da yalnız dört dirhemi vardı; bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gizli ve bir dirhemini de açık vermişti. Allah yolunda at besleme ve ona harcama yapma hakkında indiği de söylenmiştir. (Rableri katında ecirleri vardır Onlara korku da yoktur ve onlar üzülmezler de) Ellezîne yünfikune'nin haberidir, fe de sebep içindir, atıf için olduğu da söylenmiştir. Haber de mahzûftur, yani minhüm Ellezîne demektir. Bunun içindir ki, "ve alaniyetin” üzerinde vakfetmek câiz görülmüştür. 275Faiz yiyenler kabirlerinden ancak dokunarak şeytan çarpmış kimselerin kalkmaları gibi kalkarlar. Bu, onların: "Alışveriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Halbuki Allah alışverişi helâl ve faizi harâm etmiştir. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de buna son verirse, geçmişi onundur ve işi Allah'a kalmıştır. Kim de tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. (Faiz yiyenler) yani faiz alanlar demektir. Yemeden bahsetmesi malın en büyük faydası olmasındandır. Bir de faiz yiyecek şeylerde yaygındır. O da süreye karşılık artırmadır. Meselâ yiyeceği yiyeceğe veya nakdi nakde karşı bir süreye kadar satmaktır yahut karşılığını artırmaktır Meselâ bir şeyi kendi cinsinden daha çoğu ile satmaktır. Riba'nın vâv ile yazılması bir lehçeye göre tefhîm içindir (yani elifi vava yakın okumak içindir). Arkasına elifin ziyade edilmesi de cemi vavma benzediği içindir. "Kalkmazlar” kabirlerden kalktıkları zaman "ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalkması gibi kalkarlar". Bu da onların iddialarına göre şeytanın insanı çarpıp da yere çalması iddialarına göredir. Burada geçen habt düzensiz vurmadır, Meselâ gece iyi göremeyen devenin ayağım rastgele atması gibi. "Minelmessi” delilikten bu da onların iddialarına göre cin insanı çarparmış, onun da aklı karışırmış. Bunun içindir ki, cünnerrecülü (adam delirdi, cin çarptı) denir. Bu da layakumune'ye bağlıdır, yani faiz yemelerinden dolayı çarpılmalarından kalkamazlar demektir. Ya da yekumu'ya veyahut yetehabbatuhu'ya bağlıdır. O zaman kalkmaları ve düşmeleri saralılar gibi olur, yoksa akıllarının karışıklığından değil. Ancak bir de şu vardır ki, Allah yedikleri şeyi karınlarında çoğaltmış, bu da onlara ağırlık vermiştir. "Bu onların "alışveriş de ancak faiz gibidir” demelerindendir". Yani bu ceza onların faizi de alışveriş ipine dizmelerindendir, çünkü ikisi de kâra götürür deyip onu da helâl saymalarındandır. Aslı, ancak faiz alışveriş gibidir idi. Fakat mübalağa için ters çevirdiler, sanki faizi asıl yaptılar ve alışverişi ona benzettiler. Halbuki aralarında çok fark vardır. Çünkü bir dirheme karşılık iki dirhem veren, bir dirhemi zâyi etmiştir. Ama bir dirhem değerindeki eşyayı iki dirheme satın alana gelince, belki de ona olan ihtiyacı yahut kâr beklentisi bu aldanmayı telâfi eder. "Halbuki Allah alışverişi helâl ve faizi harâm etmiştir". Onların bu ikisini eşit görmelerini reddetmekte ve kıyaslarını da nassa muhâlif olduğu için iptal etmektedir. "Kime Rabbinden bir öğüt gelir de” kime Allah'tan bir öğüt ve faiz yasağı ulaşır da "buna son verirse” Öğüt alır ve yasağa uyarsa, (geçmişi onundur) haram edilmeden önce aldığı onundur; ondan geri alınmaz. "Mâ” edâtı zarf ile ref' man alimdedir, eğer "men"i mevsûl yaparsan, mübteda olarak merfû’dur, eğer şartıye yaparsan. Çünkü şart Sîbeveyh'e göre mâkabline itimat edemez. "Ve işi Allah'a kalmıştır” öğüdü kabul ettiğinden ve niyetinin dürüstlüğünden son vermişse Allah ona karşılığını verir. Şöyle de denilmiştir: Allah onun hakkında hüküm verir, ona itiraz etme hakkınız da yoktur. "Kim de dönerse” faizin helâl olduğuna, çünkü söz onun hakkındadır "işte onlar cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada ebedî kalacaklardır". Çünkü onlar bu sebeple kâfir olmuşlardır. 276Allah faizi mahveder ve sadakaları artırır. Allah hiçbir azıh kafiri ve çok günahkârı sevmez. "Allah faizi mahveder” bereketini giderir ve içine girdiği malı helâk eder. "Sadakaları da artırır” sevabını katlar ve içinden çıktığı malı bereketlendirir. Efendimiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: "Allah sadakayı kabul eder; onu büyütür, tıpkı birinizin tayım büyüttüğü gibi". Yine şöyle buyurmuştur: "Zekât malı asla eksiltmez". "Allah sevmez” râzı olmaz yahut tevbe edenleri sevdiği gibi sevmez "her azılı kafiri” haramların helalliği üzerinde ısrar edeni "ve çok günah işleyeni” onun içine dalanı. 277Şüphesiz îman edip iyi şeyler işleyenler, namazı dosdoğru kılanlar ve zekâtı verenler için Rableri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmezler de. "Şüphesiz îman edenler” Allah'a, peygamberlerine ve onlardan gelene "iyi şeyler yapanlar, namazı kılanlar ve zekâtı verenler” namaz ile zekâtı geçen genel ifadeye atfetmesi, bu ikisinin diğer iyi amellerden yüksek olmasındandır. "Onlar için Rableri katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur” gelecek şeyden, "onlar üzülmezler de” kaçan şeyden. 278Ey îman edenler, Allah'tan korkun ve eğer mü'minler idiyseniz faizden kalanı bırakın. "Ey îman edenler, Allah'tan korkun ve faizden kalanı bırakın” faizden insanlara şart ettiğiniz kalıntıları terk edin "eğer mü'minler idiyseniz” kalplerinizle, çünkü bunun delili, emredildiğiniz şeye uymaktır. Rivâyete göre Şakulilerin bazı Kureyşlilerde alacağı vardı, vadesi gelince malı faiziyle istediler, âyet bunun üzerine indi. 279Eğer öyle yapmazsanız, Allah ve Resûlü ile savaşa girdiğinizi bilin. Eğer tevbe ederseniz, sermayeniz sizindir; haksızlık da etmezsiniz, haksızlığa da uğramazsınız. (Eğer öyle yapmazsanız, Allah ve Resûlü ile savaşa girdiğinizi bilin) fe'zenu bilin demektir, ezine bişşeyi'den gelir ki, bilmektir. Hamze ve Âsım da İbn Ayyaş rivâyetinde feazinu okumuşlardır ki, diğerlerine bildirin demektir. Bu da ezn maddesinden gelir ki, o da ilmin yollarındandır. Biharbin'in nekire olması büyütmek içindir, bu da faiz yiyenden tevbe etmesi istendikten sonra Allah'ın emrine dönünceye kadar kendisiyle savaşmayı gerektirir, tıpkı âsi gibi, küfrünü icap etmez. Rivâyete göre bu âyet inince Şakuliler: Bizim Allah ve Resûlü ile savaş edecek gücümüz yoktur, dediler. "Eğer tevbe ederseniz” faiz almaktan ve helalliğini itikat etmekten "sermayeniz sizindir; haksızlık da etmezsiniz” fazla almakla, "haksızlığa da uğramazsınız” savsaklamak ve eksiltmekle. Bundan şu anlaşılmaktadır ki, eğer tevbe etmezlerse, sermayeleri kendilerine verilmez. Bu da dediğimize göre doğrudur; çünkü faizin helalliğinde ısrar eden mürtettir, malı da ganimettir. 280Eğer borçlu darlık içinde ise bolluğa kadar mühlet verin. Borcu bağışlamanız, eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır. "Ve in kâne zu usretin” eğer borçlu darlık içinde ise, za usretin de okunmuştur ki, in kanel ğarimü za usretin demek olur. "Fenaziretün” felhükmü naziretün yahut aleyküm naziretün yahut felyekün naziretün demektir. O da inzar (bekleme) manasınadır. Haber olarak fenaziretün okunmuştur ki, felmüshıkku nazıruhu, hak sâhibi onu beklemektedir olur. Yahut da yine haber olarak nisbet tariki ile felmüstehıkku sahibu nazratihi demektir. Ya da emir olarak fesamihhu binnazreti, ona süre vererek müsamaha göster demektir, "bolluğa kadar.” Nâfi' ile Hamze sin'in zammı ile (meysüretin) okumuşlardır. Bu ikisi de lügattir; meşraka ve meşruka gibi. Ğarimin zamirine muzâf olarak sin'in zammı ve fethi ile izafet hâlinde te'nin hazfi ile (meyserihi, meysürihi) de okunmuştur. Meselâ: (Ve ahlefuke idel emrillezi vaadu) Sana vaat ettikleri sözde durmadılar. "Ve en tasaddaku” borçluyu ibra ederek bağışlamanız, demektir. Âsım sad'ı şeddesiz okumuştur "sizin için daha hayırlıdır” sevabı süre vermekten daha çoktur. Ya da aldığınızdan daha hayırlıdır, çünkü sevabı kat kat ve devamlıdır. Ve en tesaddaku ifadesi bekleme manasınadır, çünkü aleyhisselâm Efendimiz: Bir adamın borcunun vadesi gelir de onu ertelerse, her gün için sadaka sevabı verilir, buyurmuştur. "Eğer bilirseniz” bundaki zikr-i cemil (iyilikle yâd edilmeyi) ve bol sevabı. 281O günden korkun ki, onda Allah'a döndürülecekseniz. Sonra da her nefse kazandığı tastamam verilir. Onlar haksızlığa uğratılmazlar. (O günden korkun ki, onda Allah'a döndürüleceksiniz) kıyâmet gününden yahut ölüm gününden demektir, ona varmak için hazırlanın demektir. Ebû Amr ile Ya'kûb te'nin fethi ve cim'in kesri (terciune) okumuşlardır. "Sonra da her nefse kazandığı tastamam verilir” hayır veya şer amelinin karşılığı demektir. "Onlar haksızlığa uğratılmazlar” sevabın eksiltümesi ve azabın katlanmasıyla. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bu, Cebrâîl aleyhisselâm'ın ona indirdiği son âyettir; onu Bakara'nın iki yüz sekseninci ayetinin başına koy, buyurmuştur. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bundan sonra yirmi bir gün yaşamıştır. Seksen bir gün de denilmiştir. Yedi gün de denilmiştir. Üç saat de denilmiştir. 282Ey îman edenler, belli bir süreye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir yazıcı onu doğru yazsın. Katip onu Allah'ın ona bildirdiği gibi yazmaktan çekinmesin. Üzerinde hak olan borçlu da yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun. Ondan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer üzerinde hak olan beyinsiz yahut zayıf olur veyahut yazdırmaya gücü yetmezse,lisi onu doğru olarak yazdırsın. Erkeklerinizden iki şâhit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, beğeneceğiniz şahitlerden bir erkek, iki kadın tutun. Kadınlardan biri unutursa biri diğerine hatırlatır. Şâhitler çağrıldıkları zaman kaçınmasın. Borcu az olsun çok olsun süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu da Allah katında daha adaletli, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha yakındır. Ancak peşin bir ticaret olup da aranızda döndürmeniz hariç. O zaman onu yazmamakta size bir günah yoktur. Alışveriş ettiğiniz zaman şâhit tutun. Ne katip ne de şâhit zarara uğratılmasın. Eğer bunu yaparsanız şüphesiz bu, kendinize bir kötülüktür. Allah'tan korkun. Allah size gerekli olanı öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. (Ey îman edenler birbirinize borçlandığınız zaman) izâ dayene badukum badan demektir ki, dayentuhu, onunla veresiye muamele ettim, demektir, ister alıcı ister verici olsun. Deyn'i (borcu) zikretmesinin faydası şudur; tedayün kalıbından ceza manası anlaşılmamak, borcun vadeli ve vadesiz olmak üzere ikiye ayrıldığını bildirmek, yazma sebebinin borç olduğunu göstermek ve. fektubuhu'daki zamire merci olmaktır. "Belli bir süreye kadar” gün ve aylarla bilinen: hasat ve hacıların gelmesiyle değil. "Onu yazın” çünkü o daha sağlam, tartışmayı daha çok kaldırıcıdır. Cumhur bunun müstehap olduğunu söylemiştir. İbn Abbâs'tan da bunun selem (bedelin peşin ödenmesine rağmen malın daha sonra verilmesi) olduğu ve: Allah faizi harâm kılınca selem akdini mubah etti, dediği rivâyet edilmiştir. "Aranızda bir katip onu doğru yazsın” artık ve eksik değil tam yazsın. Aslında bu, borçlanan iki tarafa fıkıhtan anlayan dindar, yazısı sağlam, şer'an dürüst bir katip tutmaları için emirdir. "Katip çekinmesin” herhangi bir katip çekinmesin "Allah'ın ona öğrettiği gibi yazmaktan” Allah'ın ona vesikaları yazmayı öğrettiği gibi, ya da Allah ona öğretmekle onu yararlandırdığı gibi o da yazısıyla insanları yararlandırmaktan çekinmesin, tıpkı: "Allah sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara ihsan et” (Kasas: 77) kavli gibi. "Yazsın” o öğretilen yazıyı, bu da yazmaktan çekinmeyi men ettikten sonra te'kit için emirdir. Kâf’ın emre mütaallık olması da câizdir ki, ondan mutlak olarak çekinmesinden men ettikten sonra böyle kayıtlı olarak emir olur. (Üzerinde hak olan borçlu da yazdırsın) bunu tekrar etmesi onun ikrar eden ve üzerine şahitlik edilen kimse olmasındandır. İmlal ile imla birdir (yazdırmaktır). "Rabbi olan Allah'tan korksun” yani yazdıran yahut yazan (katip). "Vela yebhas” eksik etmesin "ondan hiçbir şey” yani haktan yahut yazdığı şeyden. "Eğer üzerinde hak olan beyinsiz olursa” aklı eksik, malını saçıp savuran biri olursa, "yahut zayıf olur” çocuk ve aklı karışmış yaşlı olursa "yahut yazdırmaya gücü yetmezse” yahut dilsizlik veya dili bilmemek gibi bir şeyle bizzat yazdıramazsa "velisi onu doğru olarak yazdırsın” yani işini gören ve yerini tutan biri demektir. Meselâ çocuksa yahut aklı karışık yaşlı ise kayyimi gibi yahut gücü yetmiyorsa vekili veya mütercimi gibi. Bu da ikrarda vekaletin cereyan ettiğine delildir. Belki bu kayyimin veya vekilin görevi ile ilgili özel bir durumdur. "İki şâhit tutun” borca şahitlik etmesi için iki şâhit tutun "erkeklerinizden” Müslüman erkeklerden, bu da şahitlerin Müslüman olmalarının delilidir, ulemanın çoğunluğu bu görüştedir. Ebû Hanîfe ise: Kâfirlerin birbirlerine şahitliği kabul edilir, buyurmuştur. "Eğer iki erkek bulunmazsa” şâhitler erkek olmazsa, "bir erkek, iki kadın tutun” bir erkek ve iki kadın şahitlik etsin. Bu da bize (Şâfiîlere) göre mallara mahsustur, Ebû Hanîfe'ye göre de had ve kısas dışı şeylerdedir. "Beğeneceğiniz şahitlerden” âdil olduklarını bildiklerinizden. "Kadınlardan biri şaşırırsa (unutursa) biri diğerine hatırlatır” bu da sayının illetidir, yani eğer birisi şahitliği unutursa diğeri ona hatırlatır, demektir. Gerçekte illet hatırlatmaktır, unutmak sebep olduğu için şaşırmak onun yerine konulmuştur, Meselâ: Düşman gelir de onu def ederim diye silâh hazırladım demek gibi. Sanki kadınlardan biri şaşırırsa biri hatırlatmak için demiş gibidir. Bu da kadınların akıllarının eksik ve hafızalarının kıt olduğunu akla getirmektedir (müellif Kâdî Beydâvî böyle demektedir. Mütercim). Hamze şart kalıbı ile in tedılle ve ref' ile de fetüzekkirü okumuştur. İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ya'kûb da izkâr'dan fetüzkire okumuşlardır. (Şâhitler çağırıldıkları zaman kaçınmasın) şahitlik yapmak veyahut üstlenmek için. Üstlenmeden önce onlara şâhit denilmesi, yaklaşan bir şeyi olmuşun yerine koymak içindir. "Mâ” edâtı da zâittir. "Borcu yazmaktan üşenmeyin” sık sık borçlanmanızdan dolayı borcu yahut hakkı veyahut yazıyı yazmaktan bıkmayan. Tembellik yerine kinaye ile üşenmeyi kullanmıştır, çünkü o, müNâfi’ğın alametidir, bunun içindir ki, aleyhisselâm Efendimiz: "Mü'min, tembel oldum demesin", buyurmuştur. "Az olsun çok olsun” hak küçük olsun veya büyük olsun yahut yazı kısa veyahut doyurucu olsun. "Süresine kadar” borçlunun ikrar ettiği vadenin gelmesine kadar yazın. "Bu” yazmanıza işarettir "Allah katında daha adaletli” adaleti daha sağlam "şahitlik bakımından daha yakındır” onu daha çok tespit ve icrasına daha çok yardım edicidir. Akset ile akvem kıyas dışı olarak akseta ve ekveme'den mebnidirler. Ya da zi kist manasına kasıt'tan veya kavimden gelmektedirler. Akvem'de vâv’ın elife kalp olmayıp kalması, çekimsiz olduğu için taaccüp kalıbında olduğu gibi kalmasındandır. "Şüpheye düşmemenize daha yakındır” borcun cinsinde, miktarında, süresinde, şahitlerde ve benzeri şeylerde şüphe etmemenize daha yakındır. "Ancak peşin bir ticaret olup da aranızda döndürmeniz hariç. O zaman onu yazmamanızda size bir günah yoktur” bu da yazma emrinden istisnadır. Peşin ticaret de borç veya nakit ticareti içine alır. Onu döndürmek de elden ele alıp vermektir. Yani ancak peşin alışveriş yapmanız müstesnadır ki, onu yazmamakta size beis yoktur, çünkü tartışma ve unutma ihtimali zayıftır. Âsım ticareten lâfzını haber, îsmide gizli olarak mensûb okumuştur. Takdiri de şöyledir: İllâ en tekunet ticaretü ticareten hadıraten. Şu beyitte olduğu gibi: Ey Esed oğulları,rdiğimiz imtihanı hatırlıyor musunuz? O kötü gün olup da toz dumandan yıldızların göründüğü günü. (İza kânel yevmu yevmen demektir). Diğerleri ise onu isim, haberi de tüdiruneha olmak yahut da kâne tâmme olmak üzere Merfû' okumuşlardır. "Alışveriş yaptığınız zaman şâhit tutun” bu veya mutlak alışveriş demektir; çünkü daha ihtiyatlıdır. Bu Âyetteki emirler birçok imama göre istihbap içindir. Vücup için olduğu da söylenmiştir. Sonra muhkem veya mensûh olduğunda da ihtilâf edilmiştir. (Ne katip ne de şâhit zarara uğratılmasın) fiilin malum ve meçhul kalıba ihtimali vardır. Kesre ile yudarir ve fetha ile (yudarer) okunması da bunu gösterir. Bu da onları görevi terk etmekten, yazmada ve şahitlikte değişiklik yapmaktan mendir ya da o ikisine zarar vermekten mendir, Meselâ onları önemli işlerinden alıkoymak, onları sınırın dışına çıkmakla zorlamak, katibe ücretini vermemek, şahidin de masrafını görmemek gibi. "Eğer bunu yaparsanız” bu zararı yahut men edildiğiniz şeyleri "bu, kendinize bir kötülüktür” itâat dışına çıkmaktır. "Allah'tan korkun” emir ve yasaklarına karşı gelmekten. "Allah size öğretiyor” iyiliğinize olan hükümlerini. "Allah her şeyi hakkıyla bilendir” Allah lâfzını üç cümlede de tekrar etmesi, ayrı ayrı olmalarındandır. Çünkü birincisi takvaya teşviktir, ikincisi nimet vereceğine vaattir, üçüncüsü de şânını yüceltmektir. Sonra bu, ta'zîm bakımından zamir kullanmaktan daha etkilidir. 283Eğer yolculukta olur da katip bulamazsanız, o zaman alınmış rehinler yeter. Eğer birinizden emin olursanız, kendisine güvenilen emanetini yerine getirsin ve Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, onun kalbi günahkârdır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir. "Eğer yolculukta olur da” yani seferde olursunuz da (katip bulamazsanız, o zaman alınmış rehinler yeter). Rihan lâfzı ya haber ya mübteda ya da naib-i fâil olmak üzere merfû’dur. Bu talik rehin almak için yolculuğun şart olması için değildir, nitekim Mücâhid ile Dahhak böyle zannetmişlerdir. Çünkü aleyhisselâm Efendimiz Medîne'de zırhını bir Yahûdîye ailesi için aldığı yirmi ölçek arpaya rehin bırakmıştı. Bu daha çok katip bulunmaz zannıyla relinin yazma yerine geçmesi içindir. İmâm-ı Mâlik dışında cumhur mal ele alınmakla rehnin gerçekleşeceğini söylemiştir. İbn Kesîr ile Ebû Amr sukuf vezninde rühün okumuşlardır ki, ikisi de rehn'in çoğuludur, relin de merhun manasınadır. Elifsiz olarak he'nin sükûnu ile rehn şeklinde de okunmuştur. "Eğer birbirinizden emin olursanız, kendisine güvenilen emanetini yerine getirsin". Yani bazı alacaklılar bazı vereceklilerden emin olursa, güvendiği için rehine gerek duymazsa demektir. (Kendisine güvenilen emanetini yerine getirsin) yani borcunu demektir. Ona emanet demesi rehin almamakla ona güvendiği içindir. Hemzeyi ye'ye kalp ederek elleziytümine ve ye'yi te'ye idgam ederek vellezittümine de okunmuştur. Bu ise hatadır, çünkü hemzeden dönen harf hemze hükmündedir, idgam edilmez. "Rabbi olan Allah'tan korksun” hiyanetten ve hakkı inkâr etmekten. Bunda birkaç tane mübalağa vardır. "Şahitliği gizlemeyin” ey şâhitler yahut ey borçlular. Şahitlik de kendilerine karşı ettikleri şahitliktir. (Kim onu gizlerse, onun kalbi günahkârdır) ye'semu kalbuhu yahut kalbuhu ye'semu demektir. Cümle "inne” edatının haberidir. Günahın kalbe isnat edilmesi, saklamak kalp işinden olmasındandır. Bunun bir benzeri de: Göz zina eder ve kulak zina eder hadisidir. Ya da bu mübalağa içindir, çünkü kalp organların başıdır, onun işi de işlerin en büyüğüdür. Sanki şöyle denilmiştir: Günah onun içine yerleşir, en şerefli organını ele geçirir ve diğer günahlarının üzerine çıkar. Nasb ile (temyiz olarak) kalhehu da okunmuştur, Meselâ hasenun vechehu'da olduğu gibi. "Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir” bu da tehdittir. 284Göklerde ve yerde ne varsa Allah'a aittir. Eğer içinizdekini açıklar veya gizlerseniz, Allah sizi ondan hesaba çeker. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azâp eder. Allah her şeye kâdirdir. "Göklerde ve yerde ne varsa Allah'a aittir” yaratma ve mülk bakımından "Eğer içinizdekini açıklar veyahut gizlerseniz” yani ondaki kötülüğü ve bağışlama ve azabın meydana gelmesi için ona verilen kararı demektir. "Allah sizi ondan hesaba çeker” kıyâmet gününde. Bu da Mu'tezile ve Rafiziler gibi hesabı inkâr edenlere reddiyedir. (Dilediğini bağışlar) bağışlamak dilediğini "dilediğine de azâp eder” azâp etmek istediğine. Bu da azabın vâcip olduğunu açıkça reddetmektedir. İbn Âmir, Âsım ve Ya'kûb bu iki fiili cümle başı olarak Merfû' okumuşlardır. Kalanlar da şartın cevabına atfederek meczum okumuşlardır. Kim fe'siz cezmi kabul ederse (yağfir okursa) o ikisini bedel-i ba'z minel kül yahut bedel-i istimal yapmış olur. Şu beyitte olduğu gibi: Bize ne zaman gelirsen, inersen yurdumuzda görürsün, Bol miktarda odun ve göklere çıkan ateş (görürsün). (Burada teknem te'tina'dan bedeldir). Ra'yı lâm'a idgam etmek (feyağfüllimen) irap hatasıdır, çünkü ra ancak kendi cinsine idgam edilir. "Allah her şeye kâdirdir” ölüleri diriltmeye ve hesaba çekmeye gücü yeter. 285O Peygamber, Rabbinden kendine indirilene îman etti, mü'minler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine îman ettiler. "Onun peygamberlerinden hiçbirisi arasında ayrım yapmayız, işittik ve itâat ettik. Bağışım dileriz, ey Rabbimiz! Dönüş ancak sanadır” dediler. (O Peygamber, Rabbinden kendine indirilene îman etti). Allahü teâlâ'dan onun îmanının sağlamlığına, güvenirliğine ve işinde kararlı olup şüpheli olmadığına şahitlik ve açık ifadedir. "Mü'minler de, hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine îman ettiler". Mü'minun'un erResûl'e atfı câizdir, o zaman tenvinin vekalet ettiği zamir Resûle ve mü'minlere râci olur. Ya da mü'minun'un mübteda kılınıp zamirin de mü'minuna râci olması da câizdir. Bu itibarla küllün de haberiyle birlikte mübtedanın haberi olur. Resûl'e ayrı hüküm verilmesi ya ta'zîm içindir ya da onun îmanının müşahede ve görmekten, onların îmanının ise düşünce ve delilden kaynaklandığı içindir. Hamze ile Kisâî ve kitabihi şeklinde tekil okumuşlardır ki, Kur'ân'ı kastetmişlerdir ya da cinstir. Cinsle cemi arasında fark şudur; kitap cinste bütün teklerin fertlerine şamildir, cemide ancak cemilere şamildir. Bunun içindir ki, elkitap lâfzı elkütüb lâfzından daha çok kitap içerir denilmiştir. "Onun peygamberlerinden hiçbirisi arasında ayrım yapmayız” yani ayrım yapmayız, derler. Ya'kûb ye ile yüferriku okumuştur ki, fiil külle ait olur. Manaya bakarak lâ yüferrikune de okumuşlardır, "küllün etevhü dahirin” (Nahl: 87) âyetinde olduğu gibi. Ahad cemi manasınadır, çünkü nefiy durumundadır, tıpkı "fema minküm min ahadin ahü hacizin” (Hakka: 47) âyetinde olduğu gibi. Bunun içindir ki, üzerine beyne lâfzı dahil olmuştur. Maksat tasdik ve tekzip bakımından ayrım yapmamaktır. "İşittik, dediler” icabet ettik "itâat ettik” emrine. "Bağışım dileriz, ey Rabbimiz!” bizi atfınla bağışla yahut bağışını istiyoruz demektir. "Dönüş ancak sanadır” öldükten sonra varış sanadır. Bu da onların tekrar dirilmeyi ikrarlarıdır. 286Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez. Kazandığı hayır lehine, işlediği şer de aleyhinedir. Ey Rabbimiz, eğer unutur yahut hata edersek bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen Mevlâmızsın bizim. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et. "Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez” lütuf ve rahmetinden dolayı ancak gücünün yeteceğini yükler. Ya da takatinin yeteceğinden daha azmi yükler ki, gücü yetsin de onu kolaylıkla yapsın. Allahü teâlâ’nın: "Allah size kolaylık ister, size zorluk istemez” (Bakara: 185) âyeti gibi. Bu da imkânsız şeyi teklif etmenin olmadığını fakat imkânsız da olmadığını gösterir. "Kazandığı şey lehinedir” yani hayır, "işlediği şey de aleyhinedir” yani şer. Taatından ancak kendisi yararlanır, isyanından da ancak kendisi zarar görür. Hayır derken kesb, şer derken de iktisab lâfzını kullanması şunun içindir; çünkü iktisabta çalışmak vardır; şerri ise nefis çeker ve ona doğru atılır. Onu elde etmek için daha ciddi çalışır. Hayır ise öyle değildir. "Rabbimiz, eğer unutur yahut hata edersek bizi sorumlu tutma” yani bizi tefrit ve ilgisizlik gibi unutmaya veya hataya götürecek şeyle sorumlu tutma yahut onlarla sorumlu tutma, demektir. Zira bunlarla sorumlu tutmak aklen imkânsız değildir. Çünkü günahlar zehir gibidir, yanlışlıkla da olsa onu alanı helake götürdüğü gibi günahları yapmanın da karar vermeden de olsa cezaya götürmesi akla uzak değildir. Ancak Allahü teâlâ rahmet ve lütfundan dolayı ondan geçeceğini va'detmiştir. İnsanın bu nimeti sürdürmek ve ona önem vermek için böyle dua etmesi câizdir. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'den rivâyet edilen: Ümmetimden hata ve unutma kaldırıldı, hadisi de bunu destekler. "Ey Rabbimiz, bize ağır yük yükleme” sâhibini yerinden kımıldatmayan boş ve ağır yük demektir, bundan zor teklifleri murat etmektedir. Mübalağa için şedde ile vela tühammil şeklinde de okunmuştur. "Bizden öncekilere yüklediğin gibi” hamlen misle hamlike iyyahu min kablina yahut misleilezi hameltehu iyyahum demektir ki, ısran’ın sıfatı olur. Maksat İsrâîl oğullarına yapılan kendim öldürme, necasetin değdiği yeri kesme, günde elli vakit namaz, malın dörtte birini zekât olarak verme yahut başlarına gelen çetin sıkıntı ve ıstıraplar gibi. "Rabbimiz, takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme” belâ ve ceza gibi yahut insan gücünün yetmeyeceği sorumluluklar gibi. Bu da güç yetmeyen şeyi teklif etmenin câiz olduğunu göstermektedir. Yoksa ondan kurtulmak istenilmezdi. Burada şedde fiilin ikinci mef'ulü alması içindir. "Bizi affet” günahlarımızı sil, "bizi bağışla” ayıplarımızı ört, bizi sorumlu tutarak rezil etme. "Bize merhamet et” bize şefkat göster, bize lütfet. "Sen bizim Mevlâ'mızsın” Efendimizsin. "Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” çünkü efendinin düşmanlara karşı kölelere yardım etmek şânındandır. Kâfirlerden maksat bütün kâfirlerdir. Rivâyete göre Efendimiz aleyhisselâm bu duaları edince ona: Kabul ettim, denilmiştir. Yine şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Allah cennet hazinelerinden iki âyet indirdi, onları Rahmân halkı yaratmadan iki bin yıl önce kendi eliyle yazdı. Kim onları yatsı namazından sonra okursa, gece namazı yerine geçer. Şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Kim geceleyin "Bakara sûresi"nin sonundaki iki âyeti okursa, ona yeter. Hadis-i şerifteki bu "Bakara sûresi” ifadesi, "Bakara sûresi” denilmesini mekruh görüp "içinde Bakara'dan bahsedilen sûre” demeyi öneren kişinin sözünü reddetmektedir. [Bu kişi, başka bir hadis-i şerifteki şu ifadeyi delil göstermiştir:] Efendimiz şöyle buyurmuştur: "İçinde Bakara'dan bahsedilen sûre” Kur'ân’ın otağıdır; onu öğrenin; çünkü onu öğrenmek berekettir, terk etmek ise acıdır. Ona batale güç yetiremez, buyurmuştur. Batale nedir, dedikleri zaman da: Sihirbazlar, buyurmuştur. |
﴾ 0 ﴿