5İşte onlar Rablerinden gelen bir hidâyet üzeredirler ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridirler. "Ulaike alâ hüden min rabbihim". Cümle mahallen merfû’dur, eğer mevsûllerden biri müttekin'den ayrılırsa ve haberdir. Sanki: Hüden lilmütekiyn denilince, neden onlara bu özellik verildi, denildi? Cevap olarak da: Onlar îman ederler, denildi. Yoksa istinaf (başlangıç) cümlesidir, iraptan mahalli yoktur. Sanki o geçen hüküm ve sıfatların sonucudur. Ya da cümle "bu sıfatları taşıyanlara ne oldu?” sorusunu sorana cevaptır. Bunun benzeri de şudur: Ahsente ilâ zeydin sadikuke sadikukel kadimu hakikun bilihsan (Zeyd'e arkadaşına yardım ettin, eski arkadaşın yardımı hak etmiştir). Çünkü burada ism-i işâret mevsüfu zikredilen sıfatlarıyla tekrar etmek gibidir. Bu, yalnız ismi tekrar etmekten daha beliğdir. Çünkü bunda gerekçe açıklanmış ve özetlenmiştir. Zira hükmün sıfata bağlanması, onun mûcip sebep olduğunu gösterir. "Alâ hüden"deki üzerine çıkma manası onların hidâyeti ele geçirmelerinin ve onun üzerinde karar kılmalarının bir şeyin üzerine çıkıp binenin hâlini temsildir. Bunu da şu sözlerinde açıkça ifade etmişlerdir: Cahilliğin sırtına bindi, Nefsî arzunun omzuna oturdu. Bu da (hidâyeti ele geçirme de) iyice düşünmek, öne serilen delillere devamla bakmak ve gereğince amel etmek için nefsi sürekli hesaba çekmekle olur. Hüden'in tenvinle nekire olması, ta'zîm ve büyütmek içindir. Bunun bir benzeri de Şâir Hüzeli'nin şu beyitinde geçmektedir: Hayır, kuşluk vaktinde Hâlid'in üzerine çöken kuşun Atalarına yemin ederim ki, sen et üzerine kondun. (Et Hâlid'in etidir, ta'zîm için nekire yapmıştır). Ta'zîm onu verenin ve ona muvaffak kılanın Allahü teâlâ olmasındandır. Nûn re'ye günneli ve gunnesiz olarak idgam edilmiştir (min rabbihim, mirrabbihim). (Ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir). Burada ism-i işâret; onların bu sıfatları taşımalarının her iki hasletten her birini gerektirdiğine ve o ikisinden her birinin onları diğerlerinden ayırmaya kafi geldiğine dikkat çekmek için tekrar edilmiştir. Araya atıf edatının girmesi burada iki cümlenin manasının değişik olmasındandır. Ama "ülâike kel-en’âmi belhüm adal ülâike hümül gafilün” (Araf: 179) âyeti öyle değildir (onda atıf tekrarı yoktur). Burada ülâike hümül gâfilun, denilmiştir, çünkü gafleti tescil etmek ve hayvanlara benzetmek tek şeydir. O sebeple ikinci cümle birinciyi tespit durumundadır. Burada atıf edâtı münasip değildir. "Ve hüm” zamiri haberi sıfattan ayıran ve nisbeti te'kit eden fasıladır, müsnedin müsnedünileyhe tahsisini ifade eder. Yahut mübteda’dır, müflihun da haberidir. Cümle de ülâike'nin haberidir. Ha ile müflih ve cim ile (müflic) aradığını elde edendir. Sanki zafer cihetleri ona açdmış demektir. Bu ve ona fâ ve ayn'de (başta ve sonda) ortaklık eden madde, Meselâ feleka, feleze ve feliye gibi, yarmayı ve açmayı gösterir, "el - müflihûn” şeklinde mâ'rife olması, senin duyduğun o takva sahipleri âhirette kurtuluşa erenlerdir, manasını vermek içindir. Ya da kurtuluşa erenlerin gerçeklik ve hususiyetlerini herkesin bildiğine işâret içindir. Dikkat: Allahü teâlâ müttekılerin kimsenin elde edemediği şeylere nasıl kavuştuklarına şöyle dikkat çekmiştir: Kelâmı gayet veciz olarak ism-i işâret üzerine kurmuştur. Onu nekire kılmış, haberi mâ'rife kılmıştır. Kadr ve kıymetlerini göstermek ve izlerini takip etmek için araya fasıla koymuştur. Vaidiye fırkası ehl-i kıble fâsıklarının da azapta sonsuz kalacaklarını bundan çıkarmıştır. Bu da şöyle reddedilmiştir: Kurtuluşa erenlerden maksat kamil olarak erenlerdir, bundan da onların sıfatlarım taşımayanların tam kurtuluşa ermeyecekleri lâzım gelir, yoksa hiç kurtulmayacaklar! değil. |
﴾ 5 ﴿