7

 Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azâp vardır.

"Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de perde vardır". Bu da geçen hükmün sebebini göstermekte ve gerekçesini açıklamaktadır. Hatm (mühürlemek) gizlemektir, bir şeyin üzerine mühür vurarak onu belgelendirmek de böyledir, çünkü onu gizlemektir, bir şeyin sonuna varmak da öyledir, çünkü onu elde etmek için yapılır.

Ğişave fiale veznindedir, ğaşşahu fiilinden gelir ki, bir şeyi kapatmaktır. Bir şeyi bürümek için yapılmıştır, Meselâ isabe (sargı) ve imame (sarık) gibi. Aslında (ortada) mühürleme de kapatma da yoktur. Bu ikisinden maksat şudur: Onların nefislerinde öyle bir şey meydana gelmiştir ki, onları küfrü ve günahları sevmeye, îmanı ve taatları çirkin görmeye götürmüştür. Bu da azgınlıklarından, taklide dalmalarından ve gerçek manada araştırmadan yüz çevirmelerindendir. Bu da kalplerini o hâle getirir ki, artık onlara hak nüfuz etmez, kulakları da ondan rahatsız olur. Sanki mühürlenmiş gibi olur. Gözleri de hem nefislerinde hem de dışarıda dikili duran âyetleri görmez. Ama basireti açık olanlar onları görür. Bunların gözlerinin üzerine perde çekilmiş ve görmeleri için engel konulmuş gibi olur. Buna da istiare yolu ile mühür ve perde demiştir.

Ya da hâllerini ve arızalı duygularını öyle bir şeye benzetmiştir ki, onlara engel konulmakla istifade edemez hâle gelmişler, sanki kalpleri ve duyguları mühürlenmiş ve perdelenmiştir. Meydana gelen bu durum şu Âyette de mühürlenme ile ifade edilmiştir:

"Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir” (Nahl: 108). Şu Âyette de aynı şey gâfil kılmakla ifade edilmiştir:

"Kalplerini zikrimizden gâfil kıldığımız kimselere uyma” (Kehf: 28). Şu Âyette de sertleştirmekle ifade edilmiştir:

"Kalplerini taş gibi sertleştirdik” (Maide: 13). Bu da şu demektir ki, mümkün olan bütün şeyler Allahü teâlâ'ya dayanmaktadır, onun kudretiyle gerçekleştiği için ona isnat edilmiştir. Onlar da yaptıkları hatalarla buna sebep olmuşlardır, bu da şu âyetlerde gayet açık olarak görülmektedir:

"Hayır, inkârları yüzünden Allah kalplerini mühürlemiştir” (Nisa: 155). "Sebebi şu ki, onlar îman ettiler, sonra kâfir oldular; bu yüzden de kalpleri mühürlendi” (Münâfıkun: 3). Bu âyet de onların ayıplarını ortaya çıkardı, çirkin işlerini gözler önüne serdi ve akıbetlerinin vahim olduğunu bildirdi.

Mu'tezile bu konuda tutarsız davrandılar ve bunu te'vil etmek için birkaç yorum getirdiler:  

Birincisi, sözü edilen kimseler haktan yüz çevirip de bu da kalplerine yerleşince, bu onlar için yaratılışlarında bulunan bir sıfat gibi oldu.  

İkincisi, bundan maksat kalplerini hayvanların kalplerine benzetmektir. Çünkü Allahü teâlâ hayvanları düşünemez vaziyette yaratmıştır.

Ya da o kimselere öyle bir kalp vermiştir ki, mühürlenmek onlar için mukadderdir, bunun bir benzeri helâk olan için: Onu dere götürdü ve uzun süre görünmeyen için: Anka kaptı, sözüdür (yani bunlar farazi şeylerdir).  

Üçüncü, Gerçekte bu şeytanın yahut kafirin işidir; Allahü teâlâ’nın verdiği güçle meydana geldiği için ona isnat edilmiştir, fiil sebebine dayandırılmıştır.

Dördüncü, küfür onların damarlarına öyle işlemiş ve öyle yerleşmiştir ki, îman etmeleri için zorlamadan ve bastırmadan başka çare kalmamıştır. Buna rağmen teklif maksismiyle da onları zorlamamıştır. Bunu yapmamayı da mühürlemekle ifade etmiştir. Çünkü bu îmanlarına set çekmiştir. Bunda onların azgınlıklarını sürdüreceklerine, sapıklık ve zulme devam edeceklerine işâret vardır.

Beşincisi, böylece kâfirler "Kalplerimiz kılıflıdır, davet ettiğin şeyi anlamaz, kulaklarımızda da ağırlık vardır, bizimle sizin aranızda perde vardır” (Fussilet: 5) vardır, dedikleri için onlarla alay etmek üzere aynen bu sözleri taklit edilmiştir.

"Kâfirler yollarından ayrılacak değildir” (Beyyine: 1) âyeti de böyledir.

Altıncı, bu âhirette olacaktır, geçmiş kalıbı ile haber vermesi, gerçek olmasından ve olmasında şüphe bulunmamasından dolayıdır. Şu âyet de ona şahitlik eder:

"Onları kıyâmet gününde yüzleri üstü körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşredeceğiz” (İsra: 97).

Yedincisi, mühürlemekten maksat, kalplerine öyle bir damga vurmaktır ki, bu yüzlerine yansır, melekler de onlara buğz eder ve onlardan kaçarlar.

Mühürlemek, saptırmak ve benzeri gibi şeylerde biz de onlar gibi söylüyoruz.

"Ve alâ sem'ihim” kavli, alâ kulubihim üzerine ma’tûftur, çünkü Allahü teâlâ:

"Kulağını ve kalbini mühürledi” (Casiye: 23) buyurmuştur. Bir de bunun üzerinde vakıfta ittifak vardır. Sonra bu ikisi, idrak konusunda her cihetten ortak olduklarından onların özel işlevlerine mani olan şeye onları her taraftan kaplayan mühür denilmiştir. Gözlerin idraki de kalp ve kulağa benzetilerek arkasını göstermeyen perde olarak ifade edilmiştir (mühürle değil).

Alâ harf-i cer'i her iki verde de mühürlemenin şiddetini göstermek ve her birinin hükmen ayrı olduğunu bildirmek için tekrar edilmiştir.

Sem' (kulak) lâfzı karışıklık korkusu olmadığı ve aslına itibar etmek için tekil olarak verilmiştir. Çünkü o aslında mastardır, mastarlar da çoğul yapılmaz.

Ya da muzâf hazf edilmiştir, Meselâ ve alâ havassi sem'ihim (kulak duyularına mühür vurduk) gibi.

Ebsar da basar’ın çoğuludur, o da gözün idrak etmesidir. Mecaz olarak da görme gücüne ve organına denir. Sem' de öyledir. Belki de Âyette bu ikisinden maksat organdır; çünkü mühürlemeye ve kapatmaya çok uygundur. Kalp ile de ilmin yeri kastedilmiştir. Bazen ondan akıl ve marifet murat edilir, nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz bunda kalbi olan için elbette ibret vardır” (Kaf: 37).

Elif’in sad harfi ile imâle edilmesi (vâv'a kaydırılması) şundandır; çünkü meksûr ra'da tekrar sıfatı olduğu için istila (dilin yukarı kalkması) gâliptir. Ğişâvetün Sîbeveyh'e göre mübteda olarak, Ahfeş'e göre de câr ve mecrûr (zarf) ile merfû’dur. Fiil cümlesine atfedilmesi de bunu destekler. Ve ceala alâ ebsarihim ğişâveten takdiri ile yahut da car’ın hazfi ve hateme fiilinin ona yaklaştırılması ile mensûb okunmuştur. Mana da: Gözlerini perde ile mühürledi olur. Zam ve ref ile (ğuşavetün) ve feth ve nasb ile de (ğaşaveten) okunmuştur. Bu ikisi de geçerli lügattir. Kesr ile sonu Merfû' olarak (ğişvetün) feth ile de sonu hem Merfû' hem de mensûb olarak okunmuştur. Ğişâvetün noktasız ayınla da ışavetün okunmuştur.

"Onlar için büyük bir azâp vardır". Hak ettikleri şey için tehdit ve açıklamadır. Azâp vezin ve mana bakımından nekal gibidir. Azebe anişşey ve nekele anhu, bir şeyi çekinip yapmamaktır. Azeb (tatlı su) da ondan gelir ki, susuzluğu keser ve önler. Bu manadan dolayı ona nukah ve furat da denilmiştir. Sonra genişletilerek azâp manası taşımasa da caniyi tekrardan men eden her acıya denilmiştir. Bu o ikisinden daha geneldir.

Şöyle de denilmiştir: O tazipten türetilmiştir ki, tatlılığı kaldırmak manasınadır, takziye ve tamriz gibi. Azim hakirin zıddıdır, kebîr de sağîrin zıddıdır. Nitekim hakîr de sağirden daha değersizdir. Buna göre azîm kebîrin üstündedir. Azabın onunla nitelenmesi, diğer benzerleriyle kıyas edildiği zaman yanında küçük kalmalarındandır. Âyetteki nekire'nin (azimün) manası şu demektir: Onların gözlerinin üzerinde bir perde vardır ki, halkın bildiği türden değildir. O da âyetlere karşı kör gibi davranmalarıdır. Onlara öyle bir azâp vardır ki, onun hakikatini ancak Allah bilir.

7 ﴿