20

 Şimşek neredeyse gözlerini alacak. Şimşek onların etrafım aydınlatınca orada yürürler. Üzerlerine karanlık çökünce de dikilip kalırlar. Eğer Allah istese idi kulaklarını ve gözlerini giderirdi. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir.

 (Şimşek neredeyse gözlerini alacak). Bu da ikinci söz başıdır,

"o yıldırımlarla nasıl idiler?” diyene böyle cevap verdi. Kâde efal-i mukarebedendir, haberin, sebebi arız olduğu için yaklaştığım bildirir, ancak henüz meydana gelmemiştir; ya bir mani çıkmıştır ya da bir şart yoktur. Asâ fiili ise haberin umut edilmesi için konulmuştur. O haber de yalın bir haberdir, asâ ise öyle değildir. Kâde'nin haberinin fiil-i muzâri olması şart kılınmıştır, bu da özellikle yaklaştığını göstermek içindir, haberin başında da en edâtı yoktur. Bu da hâl (şimdiki zaman) manasına olduğunu göstermesi içindir. Bazen asâ gibi kabul edilerek haberine en geçer, nitekim asâ da haberinden en hazf edilerek ona benzetilir. Çünkü ikisi de haberin yaklaşması konusunda birbirine yakındır.

Hatf sür'atle almaktır, 'nın kesri ile yahtın okunmuştur, yahtatıfı olarak da yahıttıfu okunmuştur. Bu durumda te'nin fethası hı'ya nakledildi, sonra da 'ya idgam edildi. Hı'nın kesri ile de yahıttıfu okunmuştur, çünkü iki sâkin cem olmuş, ye de ona uymuştur. Aynı kelime yetehattafu şeklinde de okunmuştur.

"Şimşek onların etrafını aydınlatınca orada yürürler. Üzerlerine karanlık çökünce de dikilip kalırlar". Bu da üçüncü cümle başıdır. Sanki "şimşek çakarken ve sönerken ne yapıyorlardı?” denildi de böyle cevap verildi.

Edâe fiili ya geçişlidir, mef ulü de mahzûftur, manası da şöyledir: Küllema nevvere lehüm memşen ehazuhu (şimşek ne zaman yürüyecek yerlerini aydmlattıysa yollarını tuttular) ya da lâzımdır,

Mana da şöyledir: Küllema lemaa lehüm meşev matrahı nurihi (ne zaman parladıysa ışığının düştüğü yerde yürüdüler). Azleme de öyledir; o da zâlimel leylü’den nakledilerek müteaddi olarak gelir. Meçhul kalıbı ile uzlime okunuşu da Ebû Temmam'ın şu sözü de buna şahitlik eder,

O ikisi iki hâlimi kararttı, sonra aydınlattılar

Karanlıklarını; altından genç veyaşlı bir yüz çıktı.

O (Ebû Temmam) her ne kadar yeni yetmelerden ise de ancak Arap dili bilginlerindendir; dediği duyduklarını rivâyet olmaktan geri kalmaz.

Neden aydınlatma ile küllema, karartma ile de izâ edatını kullandi? Çünkü onlar yürüme konusunda hırslı idiler; fırsat buldukça onu değerlendirdiler, ama durma ise öyle değildir. Kamu durdular demektir, kametis suku (piyasa durdu) ve kamel mau (su dondu) da buradan gelir.

"Eğer Allah dilese idi kulaklarını ve gözlerini giderirdi". Yani eğer Allah gök gürültüsünün sesi ile kulaklarını ve şimşeğin parıltısı ile de gözlerini almak istese idi onları alır götürürdü. Mef'ûlun hazfi cevabın onu göstermesindendir. Şae ve erade fiillerinde mef'ûlun hazfi çok olmuştur, öyle ki, kâde'de ancak garip şeylerde zikredilir, Meselâ şairin şu beyitindeki gibi:

Velev şi'tü en ebkiye demen lebekeytuhu

(Eğer kan ağlamak istese idim, öyle ağlardım).

Lev şart edatlarındandır, dış manası birincisi olmadığı için ikincisinin de olmamasını göstermektir. Tıpkı lâzım olmadığı zaman melzumun da olmaması gibi. Be ziyadesiyle leezhebe biesmaihim şeklinde de okunmuştur, Meselâ "vela tulku bieydiküm ilettehlüketi” (Bakara: 195) âyetinde olduğu gibi. Bu şart edatının faydası gerektirici durum (şimşek) olmakla beraber manii (Allah'ın dilememesini) ortaya çıkarmak ve sebeplerin sonuç vermesinin Allah'ın dilemesine bağlı olduğuna ve sonuçların sebeplere bağlı olarak meydana gelmesinin de onun kudreti ile gerçekleştiğine dikkat çekmek içindir.

"Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir” bu da yukarıdaki hükmü açıklama ve izah etme gibidir. Şey özellikle var olana denir. Çünkü o aslında şae fiilinin mastarıdır. Bazen şai manasına gelir ki, Yaratıcı Allahü teâlâ'yı da içine alır. Nitekim şöyle buyurmuştur:

"De ki: Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah” (En'âm: 19). Bazen meşi' manasına gelir, yani var olması istenen nesne demektir. Allah'ın da var olmasını istediği şey vakti gelince olur. Şu âyetler de bu manayadır:

"Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir” (Bakara:20). "Allah her şeyi yarattı” (Zümer: 62). Bu ikisi geneldir, istisnası yoktur.

Mu'tezile, şey var olması doğru olan şeydir, bu da vacibi de mümkünü de içine alır, yahut bilinip haber verilmesi doğru olan şeydir ki, yine imkânsızı içine alır, dedikleri için her iki yerde de şeyi akıl icabı mümkün varlıkla tahsis etme durumunda kaldılar. Kudret bir şeyi var etme gücüdür.

Şöyle de denilmiştir: O imkanı gerektiren bir sıfattır.

Şöyle de denilmiştir: İnsanın gücü bir şeyi yapma hâlidir, Allahü teâlâ’nın gücü ise acizlik sıfatının olmamasıdır. Kâdir (gücü yeten) odur ki, isterse yapar istemezse yapmaz. Kadîr ise istediği şeyi istediği şekilde yapandır. Bunun içindir ki, Allah'tan başkasının sıfatı olarak pek az kullanılır.

Kudred kadr kökünden türetilmiştir, çünkü gücü yeten işini gücüne göre ayarlar ya da dilemesinin gerektirdiği miktara göre yapar. Bunda da şuna delil vardır ki, hadis (sonradan olan) sonradan olurken, mümkün de dururken takdir edilmişlerdir. Kulun takdirinde olan şey de Allahü teâlâ’nın takdirindedir. Çünkü o da bir şeydir. Her şey de Allah'ın takdiri iledir.

Öyle görünüyor ki, bu iki temsil girift temsillerdendir, o da içinde birçok parçalar bulunan ve bir tek nesne olacak şekilde birleşen toplu bir şeyi kendi gibi başka bir şeye benzetmektir. Meselâ:

"Tevrat'ı yüklenip de sonra taşımayanlar misali şöyledir” (Cumua:5) âyeti gibi. Çünkü bunda Yahûdîlerin yanlarındaki Tevrat'ı tanımamadaki durumları taşıdığı hikmet tomarlarını anlamayan eşeğe benzetilmiştir. Bu ikisinden maksat münâfıkların şaşkınlık ve şiddet hâlini karanlıkta yaktığı ateşi sönen kimsenin çektiklerine benzetmektir yahut karanlık gecede gök gürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulanın ve yıldırımlardan korkanın hâline benzetilmiştir.

Bunları basit temsil saymak da mümkündür, o da tek tek eşyaları alır, kendi gibilere benzetirsin; Meselâ şu Âyette olduğu gibi:

"Körle gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak bir değildir” (Fatır: 19 -21). Şâir İmruulkays'in şu beyiti de öyledir:

Sanki kuşların yürekleri taze ve kuru iken

Onun (tavşancıl kuşunun) yuvasında hünnab ve eski adi hurma gibidir.

(Bu kuş avladığı kuşları yer, yüreklerini bırakırmış).

Birinci temsilde münâfıkların kendileri ateş yakana, îman göstermeleri de ateş yakmaya; kanlarım, mallarını, evlatlarını vb. eşyalarını kurtarmaları da ateşin çevresini aydınlatmasına; helake ve hâllerinin ifşasına yaklaşmışken bunun olmayıp da devamlı ziyanda ve sonsuz azapta bırakılmaları da ateşlerinin söndürülmesine ve nurlarının giderilmesine benzetilmiştir. İkinci temsilde de şahısları yağmurda kalana; inkâr ve aldatma ile karışık îmanları da içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek bulunan buluta benzetilmiştir. Şöyle ki, bu her ne kadar bizatihi faydalı bir şey ise de ancak bu şekilde olduğu için faydası zarara dönmüştür. Mü'minlerin baskılarından ve kendilerinden başka kâfirlerden gelebilecek şeylerden dolayı ettikleri münâfıklık da ölüm korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkamaya benzetilmiştir. Şöyle ki, bu, Allah'ın takdirinden hiçbir şey eksiltmez ve onlara vermek istediği zarardan kurtarmaz. Şiddet karşısında şaşkınlıkları ve ne yaptıklarını bilmemeleri de her şimşek çaktıkça gözlerini almasından korkmakla beraber onu fırsat bilip birkaç adım atmalarına, sonra da ışık sönünce bağlı kalıp hareket etmemelerine benzetilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Îman, Kur'ân ve insana ebedî hayatını kurtarmak için verilen diğer marifetler de yeryüzüne canlılık veren yağmura benzetilmiştir. O bozuk Tâifenin irtikap ettiği şeyler ve ileri sürdüğü müşkül itirazlar da karanlıklara benzetilmiştir. Ondaki vaat ve tehditler gök gürültüsüne, ondaki açık âyetler de şimşeğe, işittikleri tehdide kulak tıkamaları da gök gürültüsünün korkuttuğu ve ölüm korkusundan kulaklarını tıkayan ve bundan da kurtulamayan kimseye benzetilmiştir.

"Allah kâfirleri kuşatmıştır” sözünün manası da budur. İdrak ettikleri irşat parıltılarından veya göz dikdikleri yardımlardan dolayı neşelenip harekete geçmeleri de şimşeğin çakmasıyla aydınlanan yerde yürümelerine benzetilmiştir. Şüphe karşısında duraksamaları veya bir musibet sezmeleri de ortalık kararınca dikilip kalmalarına benzetilmiştir.

Allahü teâlâ "eğer Allah dileseydi kulaklarını ve gözlerini alırdı” sözü ile şuna dikkat çekmiştir ki, Allahü teâlâ onlara kulakları ve gözleri onlarla doğru yolu bulsunlar ve kurtuluşa ersinler diye vermiştir. Onlar ise bunları geçici zevklerde kullandılar ve onları ilerideki faydalardan çevirdiler. Eğer Allah dileseydi onları bu istedikleri şekilde bırakırdı.

20 ﴿