23Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, onun benzerinden bir sûre getirin ve eğer doğru söylüyorsanız Allah'tan başka şahitlerinizi getirin. "Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, onun benzerinden bir sûre getirin” Allahü teâlâ birliğini tesbit edip onu bilmeye götürecek yolu da beyan edince, arkasından Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in Peygamberliğine delil olacak şeyi anlattı. O da fesahati ile her hatibi mağlup eden ve ona karşı çıkmaya davet ettiği öz ve dilbaz Arapları susturmasıyla mu'cize olan Kur'ân'dır. Üstelik bu sonuncular çok idiler, karşı koymak ve zarar vermek için aşırı davranıyor, onu yenmek ve ona hasım olmak için can atıyorlardı. Allahü teâlâ bunu anlattığı gibi onun mu'cizeliğini tanıtacak ve iddia ettiği gibi Allah katından olduğunu kesin olarak ispat edecek şeyi de tarif etti. Neden nezzelna kalıbını kullandı, çünkü onun şâir ve hatiplerin yaptığı gibi azar azar ve olaylara uygun olarak inmesi, onları kuşkulandırıyordu. Nitekim Allahü teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Kâfirler: Bu Kur'ân ona birden indirilmeli değil miydi, dediler?” (Furkân: 32). Bu sebeple şüpheyi izale etmek ve susturucu delili ağızlarına tıkamak için onlara meydan okuma da o şekilde olmalı idi. Onu nefsine izafe ederek, kulumuz, demesi şânım yüceltmek ve hükmüne itâat eden hâs kulu olduğunu vurgulamak içindir. İbâdene şeklinde de okunmuş, bundan da Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ile ümmetini kastetmiştir. Sûre kelimesi Kur'ân'ın belli adlarla anılan bir bölümüdür. En az üç âyettir. Eğer sûre kelimesindeki vâv aslî kabul edilirse, şehrin surundan gelir, çünkü o da Kur'ân'ın bir bölümünü kuşatmış ve tek başına koruma altına almıştır. Ya da çeşitli ilimleri içine almıştır, tıpkı şehir surunun içindeki şeyleri kapsamına alması gibi. Ya da rütbe manasına olan sûreden gelmektedir. Şâir şöyle demiştir: Harrab ile Kadd'in öyle bir sûreleri (rütbeleri) vardır ki, Şerefte, kargası uçurulmaz (ona erişilmez). Çünkü sûreler okuyucunun yükseldiği menziller ve mertebeler gibidir. Onun mertebeleri uzunluk ve kısalığında, fazilet ve şerefinde ve okumanın sevabındadır. Eğer vâv'ı hemzeden değiştirilmiş kabul edilirse, bir şeyin kalıntısı ve parçası manasına gelir. Kur'ân'ın teker teker sûrelere ayrılmasındaki hikmet şunlardır: Çeşitleri ayırmak, şekilleri birbirine yaklaştırmak, nazmın birbirini okşaması, okuyucuyu rahatlatmak, hıfzı (ezberi) kolaylaştırmak ve buna teşvik etmektir. Çünkü bir sureyi hatmettiği zaman bundan nefes alır, tıpkı bir mil kat eden veya bir berid (bir mesafe ölçüsü) yol alan gibi olur. Hafız da onu ezberlediği zaman Kur'ân'dan tam bir hisse alır ve sınırlı ve müstakil bir bölümü elde etmiş olur. Bundan hoşlanır ve bundan sevinir. Bunun daha başka faydaları da vardır. "Min mislini” bu da suretin lâfzının sıfatıdır, yani onun gibi olan bir Sûrenin benzerini demektir. Mislihi'deki zamir, lima nezzelna'ya (indirdiğimiz şeye) râcidir. Min teb'iyz (parça göstermek) ya da beyan etmek içindir. Ahfeş'e göre zâittir. Yani belagatta ve nazım güzelliğinde ona benzer bir sûre getirin demektir. Yahut da zamir abdina lâfzına râcidir. Min ibtida (başlangıç) içindir, yani aleyhis-salâtü ves-selâm gibi ümmi, kitap okumamış ve ilim öğrenmemiş biri gibisinden buna benzer bir kitap getirin, demektir. (Min mislihî Sûrenin sıfatıdır) ya da fe'tu (getirin) fiiline bağlıdır. Zamir de abde râcidir. Zamiri indirilen kelâma irca etmek daha makuldür; çünkü o, Allahü teâlâ’nın "onun gibi bir sûre getirin” (Bakara:23) sözüne ve meydan okuyan diğer âyetlere uygundur. Bir de söz o konudadır, üzerine indirilen kimse hakkında değildir. Ondan çıkılmamalıdır ki, tertip ve nazım düzgün olsun. Ayrıca büyük bir kalabalığa, içlerinden birinin getirdiği gibisini getirin demek, meydan okumada, onun gibi biri de buna benzer bir şey getirsin demekten daha etkileyicidir. Ayrıca o kelâm bizatihi mucizdir, yoksa getirenden dolayı değildir. Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "De ki: Eğer insanlarla cinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için toplansalar benzerini getiremezler” (İsra: 88). Sonra o zamiri abdina (kulumuza) kelimesine irca etmek, o nitelikte olmayan birinin getirebileceğini îma eder ve Allah,ü teâlâ'nın: "Allah'tan başka şahitlerinizi çağırın” kelâmına da uygun düşmez. Çünkü bu, onlara yardım edecek ve destek verecek herkesten yardım isteme manasında bir emirdir. Şüheda şehid'in çoğuludur, hazır olan yahut şahitlik eden yahut yardım eden veyahut imâm (devlet başkam) demektir. Ona böyle denilmesi meclislerde hazır olup huzurunda işlerin karara bağlanmasındandır. Zira terkip (şahadet maddesi) bizzat veyahut tasavvur şeklinde hazır olmak manasınadır. Allah yolunda öldürülen kimseye şehit denilmesi de bundandır; çünkü o umduğu şeye hazır olur ya da melekler onun yanında hazır olur. "Dûn” lâfzının manası bir şeye yakın yer demektir. Kitabı tedvin etmek de bundan gelir, zira o da cümleleri birbirine yaklaştırmaktır. Duneke Hâza da, bunu en yakın yerden al, demektir. Sonra dûn kelimesi istiare yolu ile rütbeler için denildi. Zeydün düne amr'in denir ki, Zeyd şerefte Amr'dan düşüktür demektir. Dûn (adi şey) de bundan gelir. Sonra genişletilerek haddini aşan, başka alana geçen her şeye denildi. Allahü teâlâ: "Mü'minler mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler” (Al-i İmran: 28) buyurmuştur ki, mü'minlerin dostluğunu geçip de kâfirlerin dostluğuna atümasınlar demektir. Ümeyye (bin Ebissalat) da şöyle demiştir: Ey nefis, senin için Allah'tan başka koruyucu yoktur, Zamanın soktuğuna da afsuncu yoktur. Min edâtı ud'û lâfzına mütealliktir, mana da, yanmızdakileri yahut Allah'tan başka size yardım edeceklerini umduğunuz insanları ve cinleri Kur'ân ile yarışa çağırışın, demektir. Çünkü Onun benzerini ancak Allah getirebilir. Ya da şöyledir: Allah'tan başka şahitleri çağırın da bu getirdiğiniz de onun gibidir diye şahitlik etsinler. Ama Allah'ı şâhit tutmayın, çünkü o, delil getirmekten aciz olan şaşkın kimselerin adetidir. Yahut da min edâtı şühedaeküm lâfzına mütealliktir, Mana da şöyledir: Allah'tan başka dostlar yahut ilâhlar edindiğiniz ve kıyâmet gününde size şahitlik edeceklerini zannettiğiniz veyahut Allah'ın önünde (huzurunda) size şahitlik edeceğine kandığınız kimseleri çağırın da size yardım etsinler. Son mana Şâir A'şa'nın şu mısrasından alınmıştır: Sürahi o kadar şeffaftır ki, arkasındaki tozu önünde gibi gösterir. Kur'ân'a karşı çıkmaları için cansız şeylerden yardım istemelerini söylemek onlar için gayet susturucu ve alay edici bir ifadedir. Şöyle de denilmiştir: Min dunihi yani min duni evliyaihi demektir. Bundan da Arapların ileri gelen hatipleri ve meclis başkanları kastedilmiştir, yani bunları çağırın da ortaya koyduğunuz şeyin Kur'ân'ın bir benzeri olduğuna size şahitlik etsinler, demektir. (Bunu da yapmazlar) zira akıllı kimse yanlış olduğu meydana çıkan ve arızalı olduğu bilinen bir şeyin doğru olduğuna şahitlik etmez. (Eğer doğru söyleyenler iseniz). Bunun insan sözü olduğu savında. Bunun cevabı mahzûftur, geçen kısım onu göstermektedir (o da: Bunu yapın, demektir). Sıdk (doğruluk) gerçeğe uygun haber vermektir. Şöyle de denilmiştir; Haber verenin delil ve emareye dayalı olarak öyle olduğuna inanmakla beraber verdiği haberdir. Çünkü Allahü teâlâ münâfıkları: Şüphesiz sen elbette Allah'ın Resûlüsün, sözünde yalanlamıştır; çünkü gerçek olduğuna inanmıyorlardı. (Fakat bu) tarif, yalanlama onların şahitliklerine râcidir diyerek reddedilmiştir. Çünkü şahitlik bildiği bir şeyi haber vermektir. Onlar ise bunu bilmiyorlardı. |
﴾ 23 ﴿