25

 Îman edip iyi şeyler yapanları kendileri için altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdele. Her ne zaman onun meyvelerinden rızıklansalar,

"bu, daha önce rızıklandığımız şeydi” derler. Bunlar birbirine benzer olarak sunulacak. Orada onlar için tertemiz eşler vardır. Orada ebedî kalacaklardır..

"Îman edip iyi şeyler yapanları cennetlerle müjdele". Bu da geçen cümleye ma’tûftur. Maksat Kur'ân-ı Azim'e îman edip sevabı anlatılanın hâlini onu ve azabının nasıl olacağını inkâr edenin hâline atfetmektir. Çünkü Allahü teâlâ adeti gereği teşvikle korkutmayı çifte olarak yan yana vermektedir. Bu da kurtarıcı şeyleri kazanmaya teşvik ve helâk edici şeyleri irtikâptan men etmek içindir. Yoksa maksat cümleyi cümleye atfetmek değildir ki, aynen onda geçen emirler ve yasaklar bunda da geçsin de onun üzerine atfedilsin.

Ya da bu müjdeleme cümlesi, korkunun emrine ma’tûftur; çünkü bu kadar meydan okumadan sonra karşı koyacak bir şey getiremeyince, onun insanı aciz bırakan bir şey lduğu meydana çıkar. Bu da meydana çıkınca onu inkâr eden azaba müstahak olur, ona îman eden de sevabı hak eder. Bu ise ötekileri korkutmayı, berikileri de müjdelemeyi gerektirir.

Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e veya her asrın alimine veyahut müjde vermeye gücü yeten herkese onları müjdelemeyi emredip de kâfirlere hitap ettiği gibi onlara da müjde kalıbı ile hitap etmemesi, onları büyütmek, müjdeyi hak ettiklerini göstermek ve kendileri için hazırlanan şeyle tebrik etmek içindir.

Bu kelime meçhul kalıbı ile büşşire şeklinde de okunmuştur, o zaman üiddet'e atfedilmiş ve yeni söz başı olmuş olur. Müjde (beşaret) sevindirici haber vermektir. Çünkü o deride (beşerede) neşe eseri gösterir. Bunun içindir ki, fakihler şöyle demişlerdir: Bir adam kölelerine, kim bana çocuğumun geldiği müjdesini verirse hürdür dese de ona tek tek haber verseler, ilk müjdeyi veren azat olur. Eğer: Bana kim haber verirse dese idi, hepsi azat olurdu.

Ama:

"Onları acıklı bir azapla müjdele” (Al-i İmran: 21) âyeti alay yollu ya da şairin:

Aralarında selamlaşmaları feci şekilde kılıç vurmaktır

Mısraında olduğu gibidir (müjde üzücü haberde de kullanılır).

"İyi şeyler (salihat)saliha'nın çoğuludur, o da isim yerine kullanılan genel sıfatlardandır, Meselâ hasenet (iyilik) gibi. Şâir Hutay'a şöyle demiştir:

Onları nasıl yererim ki, bütün iyilik (salihat) bana

Görmediğim hâlde Leim hanedanından gelmektedir!

Onlar da şerîatın câiz ve hoş gördüğü şeylerdir. Müennes olması haslet veya hallet ile te'vil edilmesindendir. Salihatın başındaki lâm-ı tarif cins içindir. Amelin îmana sonuçlarına bağlı olarak atfedilmesi, bu müjdeyi hak etmede sebebin, ikisinin birlikte bulunmasından ve bu iki sıfatın toplamından ibaret olduğunu bildirmek içindir. Çünkü tahkik ve tasdikten ibaret olan îman temeldir, iyi amel de üzerindeki bina gibidir. Üzerinde bina olmayan temelin de bir faydası yoktur. Bunun içindir ki, pek az olarak ayrı ayrı zikredilirler. Bunda şuna da delil vardır ki, amel-i sâlih îmanın dışındadır. Çünkü esas olan, bir şeyin ne kendi nefsine ne de içinde bulunan bir şeye atfedilmesidir.

"Enne lehüm” harf-i çerin atılması ve fiilin ona yanaştırılmasıyla mensûbtur.

Ya da harf-i çerin gizlenmesiyle mecrûrdur, Meselâ: Vallahi le-ef'alenne (vallahi şöyle yapacağım) gibi.

Cennet mastar bina-i merredir, cen'den gelir, o da cennehu fiilinin mastarıdır, örtmek manasınadır. Bu terkibin aslı örtmek üzerine kurulmuştur: Dalları birbirine geçen ağaca cennet denilmesi mübalağa içindir, sanki altındakini bir seferde gizler demektir. Şâir İbn Züheyr şöyle demiştir;

Sanki iki gözüm ezilmiş devenin çektiği iki kovada

Bir bahçeyi sulayan iki kova (çeşme) gibidir.

Burada geçen cenneten suhuka, uzun hurma ağaçları demektir. Sonra bahçeye cennet denildi, çünkü onda altım gölgeleyen sık ağaçlar vardır. Sonra da sevap yurdu cennete denildi, çünkü onda da bahçeler vardır.

Şöyle de denilmiştir: Ona cennet denilmesi, onda insanlar için hazırlanan çeşitli nimetlerin dünyada gizli olmasındandır. Nitekim kusurdan uzak Allahü teâlâ:

"Hiçbir nefis kendisi için saklanan şeyi bilemez” (Secde: 17) buyurmuştur.

Cennatin şeklinde cemi ve nekire kılınması da şundandır; çünkü cennetler İbn Abbâs'ın dediğine göre yedidir: Firdevs cenneti, Adn cenneti, Naîm cenneti, Darulhuld, Cennetülme'va, Darusselam ve İlliyyin. Her birinde amellere ve amel edenlere göre farklı dereceler vardır.

Lehüm'deki lâm o dereceleri hak etmeleri îman ve amel-i salihin sonucu olmasındandır, bizatihi (o ikisi) değildir. Çünkü onlar geçmiş nimetleri bile karşılayamaz, kaldı ki, ilerideki sevap ve mükâfatı. Onları hak etmeleri şerîat sâhibinin öyle takdir etmesi ve va'di gereğidir. Hak etmeleri mutlak da değildir, bilâkis mü'min olarak ölünceye kadar sürdürme şartına bağlıdır. Çünkü Allahü teâlâ:

"Kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların amelleri boşa gitmiştir” (Bakara: 217). Ve Cenab-ı Allah, Nebisini uyarmış ve:

"Yemin olsun ki, eğer şirk koşarsan mutlaka amelin boşa gider” (Zümer: 65) buyurmuştur. Daha bunlar gibi nice deliller vardır. Belki de Cenab-ı Allah bu zikredilenlerle yetinmemiz için burada kayıt altına almamıştır.

"Altlarından ırmaklar akar” yani ağaçlarının altlarından demektir, nitekim kenarlardaki ağaçların altından aktığını görmekteyiz. Mesruk'tan: Cennet ırmakları harksız (kanalsız) akar, dediği rivâyet edilmiştir.

Elenhar'daki lâm cins içindir, tıpkı, li-fülanin büstanun fihil maül cari (filancanın bir bahçesi vardır, içinde akarsu vardır) sözünde olduğu gibi.

Ya da lâm ahd içindir, o da Allahü teâlâ’nın:

"bozulmamış sudan ırmaklar” (Muhammed: 15) âyetinde zikredilen ırmaklardır. Nehr feth (neher) ve sükûn (nehr) ile dereden büyük, denizden küçük geniş su yoluna denir, Meselâ Nil ve Fırat gibi. Bu madde genişlik için konulmuştur. Bunlardan maksat sularıdır, bu da ya muzâfın izmarı (takdiri) iledir ya mecaz yolu iledir ya da bizzat su yollarıdır, akmanın onlara isnat edilmesi mecazdır, Allahü teâlâ’nın:

"Yer ağırlıklarını çıkardığı zaman” (Zilzal: 2) ayetindeki gibi.

"Küllema ruziku min semeretin. rizkan Kâlû hazellezi ruzikna min kabl". Cennatin lâfzının ikinci sıfatıdır ya da mahzûf mübtedanın haberidir veyahut yeni söz başıdır, sanki: Onlar için cennetler vardır, denildiği zaman dinleyicinin aklına, cennetin meyveleri de dünya meyveleri gibi midir başka cinslerden midir, geldi? Böyle denilerek izale edildi.

Küllema zarf olarak mensûbtur, rizkan da mef'ûlünbih'tir. Birinci ve ikinci min de iptida içindir, hâl yerindedirler. Kelâmın takdiri ve manası şöyledir: Ne zaman cennetlerden başlayan ve meyveden başlayan bir rızık yeseler, o rızık cennetlerden başlamakla kayıtlanır. Onlardan başlaması da onlardaki meyveden başlaması iledir.

Birinci hâlin sâhibi rizkan'dır, ikinci hâlin sâhibi de onun hâlde gizli zamiridir. Onun semeretin'in açıklaması olup önce geçmiş olması da ihtimal dahilindedir. Meselâ: Raeytü minke eseden (senden bir aslan gördüm) sözünde olduğu gibi.

Hâza rızıklarının çeşidine işâret etmek içindir, Meselâ akan bir ırmağa işâret ederek: Hazel mau layekatıu demen gibi ki, bundan bizzat gördüğün nehri kastetmezsin; bilâkis bizzat onu işâret etsen de malum, görünmeyen ve sürekli akan nev'i kastedersin.

Mana da şöyledir: Hâza mislüllezi... Ancak aralarındaki benzerlik sağlam olduğu için aynen o kabul edilmiştir, Meselâ: Ebû Yûsufe Ebû Hanîfete (Ebû Yûsuf Ebû Hanîfe'dir) sözün gibi.

"Daha önce” yani bundan önce dünyada demektir. Cennet meyvesini dünya meyvesi cinsinden kılmıştır ki, nefis görür görmez ona meyletsin. Çünkü karakterler ülfet ettiği şeye meyleder, başkasından nefret eder. O zaman meziyeti ve nimetin hakikati ona görünür. Eğer daha önce tanımadığı bir cins olsa idi hep öyle olacağını zannederdi.

Ya da min kablu, daha önce cennette gördüğü demektir, çünkü cennet taamları şeklen birbirine benzer. Nitekim Hasen Basri radıyallahü anh'ten şöyle dediği nakledilmiştir: Birine bir tabak yemek getirilir, ondan yer, sonra başkası getirilir; onu birincisi gibi görür. Melek ona: Ye, sadece rengi benzemektedir, tadı ayrıdır, der. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Muhammed'in ruhunu elinde tutan zata yemin ederim ki, cennet halkından bir adam yemek için meyveye elini uzatır, daha ağzına ulaşmadan Allah onu benzeriyle değiştirir. Belki de onu ilk hâliyle gördükleri zaman böyle derler.

Birincisi daha açıktır. Çünkü onda küllema edatının genelliği korunmuş olur. Zira bu, o sözü her seferinde tekrar ettiklerini gösterir. Bunun sebebi de çok garipsemeleridir ve şeklen aşırı derecede benzeştikleri halele tat bakımından çok farklı bulmalarındandır.

"Benzeşik olarak sunulacak” bu da bunu tesbit eden ara cümledir, zamir birinciye göre iki dünyada tattıkları rızka râcidir, çünkü Allahü teâlâ’nın "bu daha önce bize rızık edilendir” sözü de bunu göstermektedir. Benzeri de azîz ve celil olan Allah'ın:

"Zengin de olsa fakir de olsa Allah onlara daha yakındır” (Nisa: 135) ayetidir. Yani zengin ve fakir cinsleri demektir.

İkinciye göre de rızka râcidir.

Eğer: Benzeşmek sıfatta tam eşit olmaktır, bu ise dünya ve âhiret meyveleri arasında yoktur. Nitekim İbn Abbâs radıyallahü anhuma: Cennette dünya nimetleri ancak ismen benzerler, buyurmuştur. Ben de derim ki: Onların şeklen benzeşmeleri bu ismin verilmesi için yeterlidir, yoksa miktar ve tat bakımından değildir.

Bu böyle, âyet-i kerimenin başka bir yorumu daha vardır, şöyle ki, cennet halkına dünyada rızık olarak verilen marifet ve taatların zevkleri onların farklı oluşlarına göre değişiktir. Bize rızık edilen sözünden (cezaehu muzâfmın hazfi ile) sevabını anlamak da mümkündür. Çünkü bunlar şerefte, meziyette ve yüksek tabakada birbirine benzerler. Bu vaat bakımındandır. Bunun tehdit bakımından benzeri de:

"Yaptıklarınızı (cezasını) tadın” (Ankebut: 55) kavlidir.

(Orada onlar için tertemiz eşler vardır). Kadınlar için tiksinilecek şeylerden ve kınanacak hâllerden demektir, Meselâ hayz, kir, karaktersizlik ve kötü ahlâk gibi. Çünkü tathir (temizleme) cisimlerde, ahlaklarda ve hareketlerde de kullanılır. Mutahharatün ve mutahharatün şeklinde de okunmuştur, ikisi de fasih lügattir. Ennisau fealet ve fealne ve hünne failatün denir. Şâir de fealet kalıbını kullanmıştır:

Genç kızlar dumanı peçe yapıp da acele ederek

Kazanların kurulmasını beklemeyince eti külde pişirdiler.

Çoğul lâfız itibarı ile tekil de cemâat te'vili iledir. Bu kelime 'nın şeddesi ve he'nin de kesri ile muttahhiretün şeklinde de okunmuştur ki, mutatahhiretün manasınadır. Mutahheretün ise tâhiretün ve mütetahhiretün'den daha mübalağalıdır, çünkü akla onları temizleyen biri olduğunu getirir ki, o da azîz ve celil olan Allah'tan başkası değildir.

Zevc (eş) erkeğe de dişiye de denilir. O, aslında kendi cinsinden benzeri olana denir, ayakkabının teki gibi.

Eğer:

"Yenilen şeyin faydası gıdalanmak ve açlığın zararını def etmektir; evlenmenin faydası çoluk çocuk sâhibi olmak ve cinsten zevklenmektir, bunlara cennette ihtiyaç yoktur” denilirse, ben de şöyle derim: Cennetin yiyecekleri, kadınları ve diğer hâlleri dünyadaki benzerlerine ancak bazı sıfat ve itibarlarda ortaktır ve istiare ve temsil yolu ile o ismi alır. Yoksa ona tüm hakikatlerinde ortak değildir ki, bu dediğiniz lâzım gelsin ve onun verdiği faydayı versin.

(Onlar orada ebedî kalacaklardır). Devamlı kalacaklar demektir. Huld ve hulûd aslında uzun süre sebat manasınadır, ister devam etsin ister etmesin. Bunun içindir ki, üçocak taşma: Havalid ve insandan hayatta olduğu sürece kalan parçasına da haled, denir. Eğer hulûd maddesinin aslı devam için olsa idi, (orada sonsuza kadar ebedî kalırlar) (Nisa: 169) âyetinde ve diğer yerlerde ebedilik kaydı anlamsız kalır ve devamı olmadığı için de: Vakfun muhalled (süresiz vakıf) sözünde kullanılması iştirak yahut mecaz olurdu. Kelimenin aslı ise buna müsaade etmez. Ama bir şey daha genel bir şey için konulsa da bu itibarla devam için kullanılsa öyle olmaz, Meselâ insana cisim denilmesi gibi (o zaman iştirak de mecaz da olmaz). Meselâ:

"Senden önce hiçbir insana ebedilik (huld) vermedik” (Enbiya: 43) âyetinde olduğu gibi. Ancak burada cumhura göre devam için kullanılmıştır, çünkü âyetler ve hadisler bunu göstermektedir.

Eğer "bedenler nitelikleri birbirine ters parçalardan oluşmuştur, ayrışmaya ve dağılmaya götüren değişimlere maruzdur; cennetlerde ebedî kalması nasıl düşünülür?” denirse, ben de şöyle derim: Şüphesiz Allah,ü teâlâ onları bir daha değişmeyecek şekilde iade eder; Meselâ onları nicelikleri birbirini güçlendiren, kuvvetleri eşit, birinin yaşaması diğerinin çürümesine götürmeyecek, birbirini destekleyecek ve birbirinden ayrılmayacak şekilde yaratır; nitekim aynı şeyi bazı madenlerde görmekteyiz.

Kaldı ki, o âlemi ve hâllerini bizim bildiğimiz ve gördüğümüz bu âleme kıyas etmek akıl eksikliğinden ve basiret zayıfhğmdandır.

Bil ki, hissî zevklerin çoğu meskenler, yiyecekler ve kadınlarla sınırlı olduğu için - nitekim araştırmalar bunu göstermektedir - bütün bunların dayanağı da devam ve sebattır; çünkü bütün büyük nimetler zevale mahkum olursa, hayatı bulandırır, durmadan acı verir; işte bunun içindir ki, Allahü teâlâ mü'minleri bu büyük nimetlerle müjdeledi ve âhirette onlar için hazırladığını en çok zevk alınacak şeylere benzetti ve ebedilik vaat ederek de kaçırma korkusunu izale etti. Tâ ki, sefa ve sevinçleri kemal mertebesini bulsun.

25 ﴿