26Allah bir sivrisinek olsun ve daha üstünde olsun, herhangi bir şeyi misal getirmekten çekinmez. Îman edenler bunun Rablerinden hak olduğunu bilirler. İnanmayanlar ise, "Allah bununla ne demek istiyor?” derler. Allah onunla çoklarını saptırır ve çoklarını da doğru yola getirir. Onunla ancak fâsıkları saptırır. "Şüphesiz Allah, bir sivrisinek olsun ve daha üstünde olsun, herhangi bir şekilde misal getirmekten çekinmez". Geçen âyetler çeşitli temsilleri içerdiğinden bunun arkasından güzel temsili, hakkını ve şartını açıkladı. Bu da onun temsil getirilen şeye büyüklük ve küçüklükte, adilik ve şerefte uygun olmasıdır, yoksa temsil getirene uygun olması değildir. Çünkü temsil ancak temsil getirilenin manasını açmak ve üzerindeki perdeyi kaldırmak ve onu görülen ve hissedilen bir şey şeklinde göstermek için getirilir. Tâ ki,him akla yardım etsin ve onun üzerinde onunla uzlaşsın. Çünkü akıl yalın manayı ancak vehimle tartışarak idrak eder. Çünkü onun tabiatında görülen şeye meyletme ve taklidi sevme vardır. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ’nın gönderdiği kitaplarda misaller yaygındır, iyi konuşan kimselerin ibarelerinde ve hekimlerin işaretlerinde sık görülür. Değersiz değersizle ve büyük büyükle temsil edilir. Temsili getiren ne kadar büyük olsa da böyle yapılır. Nitekim İncil'de kalpteki kin elentiye, sert kalpler taşa ve ahmak kimselerle konuşmak da arının deliğine çöp dürtmeye benzetilmiştir. Arap dilinde şöyle temsiller gelmiştir: Keneden daha duyarlı, kelebekten daha hareketli ve sivrisineğin iliğinden daha az bulunur. (Temsil böyle yapılır) yoksa câhil kâfirlerin, Allahü teâlâ’nın münâfıkların hâlini ateş yakanların ve yağmura tutulanın hâline, putlara tapmayı gevşeklik ve zayıflıkta örümceğin evine benzetip onları (putları) sinekten daha basit ve ondan daha değersiz kılması üzerine: Allah misal getirmeyecek ve sinek ve örümcekten bahsetmeyecek kadar büyüktür, dedikleri gibi değil. Sonra Allah onlara meydan okunan şeyin gökten indirilen vahiy olduğunu, onu inkâr edenin tehdide maruz kalacağını ve durumu belli olduktan sonra ona îman edenin güvene kavuşacağını va'dedince, dil uzattıkları şeye cevap vermeye başladı ve: "Allah haya etmez (çekinmez)” dedi. Yani sivrisinekle misal getirmeyi horsunarak terk etmez. Haya nefsin kınanma korkusu ile içe kapanmasıdır. Bu da hayasızlıkla - ki, o çirkin şeylere cesaret edip hiç aldırmadan onları yapmaktır - mahcubiyetin ortasında bir haslettir. Mahcubiyet de nefsin tutulup bir şey yapmamasıdır. Haya hayattan türemiştir, çünkü o, hayatiyet kuvvetine arız olan bir kırılmadır, o gücü kendi işlevinden alıkoyar. Hayiyer recülü denir, tıpkı nesiye ve haşiye gibi ki, insanın içi rahatsız olmaktır, hayiye de hayatı körelmektir. Haya ile Allahü teâlâ nitelenirse - nitekim şu hadiste öyle olmuştur: Şüphesiz Allah, ak saçlı Müslüman'a azâp etmekten haya eder. Allah hayat ve kerem sâhibidir, o kul dua etmek için ellerini kaldırırsa, onların içine hayır koymadan onları boş döndürmekten haya eder - bundan içine kapanmanın lâzımı olan terk etme manası anlaşılır. Nitekim rahmet ve gazabından da manalarının lâzımı olan iyilik ve kötülük etme manası anlaşılır. Bunun bir benzeri de develerini anlatan şairin şu beyitidir: Develer kendini arz eden sudan utanınca, Çiçeklerle süslü havuzdan dudaklarının ucu ile içtiler. Terk etme ifadesinden vazgeçilerek haya kullanılması onda temsil ve mübalağanın bulunmasındandır. Âyetin özellikle kâfirlerin bu şekildeki sözlerine karşılık olma ihtimali de vardır. Misal getirmek (darb etmek) onu yapmaktır, Meselâ yüzük yapma gibi. Aslı bir şeyi bir şeyin üzerine vurmaktır. En ile sılası (dahil olduğu muzâri) İmâm Hâlil'e göre min'in gizlenmesiyle mahallen mecrûrudur, Sîbeveyh'e göre ise min hazfedildikten sonra fiilin ona yanaştırılmasıyla mensûbtur. Mâ da ipham içindir, nekirenin iphamlığım (kapalılığını) ve yaygınlığını artırır ve kayıt yollarını kapatır, Meselâ: A'tmi kitabem mâ, bana herhangi bir kitap ver, sözün gibi. Ya da mâ te'kit için ziyade kılınmıştır, "febima rahmetin minallahi” (Al-i İmran: 159) kavlinde olduğu gibi. Biz, ziyade kılınmış derken boştur, hiçbir değeri yoktur demek istemiyoruz. Çünkü Kur'ân'ın hepsi hidâyettir ve açıklamadır. Bilâkis murat edilen bir mana için konulmayan demektir. O sadece başkasıyla beraber zikredilmek ve ona güç ve kuvvet vermek için konulmuştur. O Kur'ân'ın hidâyetini artırır, onun değerini düsürmez. Beudatün lâfzı meselen'in atıfbeyanıdır ya da yadribe'nin mef'ulüdür. Meselen ise hâl’dir, yukarı alınmıştır, çünkü nekiredir. Yahut da ikisi de (mâ ile meselen) fiilin mamulüdür, çünkü ona ceala manası verilmiştir. Beudetün mübtedânın haberi olmak üzere merfû’dur, buna göre "mâ” için başka ihtimaller belirir; mevsûle olur ve sılasının başı hazfedilmiştir. Meselâ "temamen alellezi ahsene” (Enam;154) kavlinde olduğu gibi (huve ahsene demektir). Böyle bir sıfatla mevsûfe de olur. Her iki ihtimale göre mahallen mensûbtur. Mübtedâ olarak istifhamiye de olur, sanki Allahü teâlâ onların Allah'ın misal getirmesini garipsemeleri üzerine arkasından: Sivrisinek ve daha yukarısı nedir ki, onunla misal getirmesin; bilâkis o, bundan daha değersizi ile de misal getirir, demiş gibi oldu. Bunun benzeri de şudur: Filanca kimse hibe ettiği şeye önem vermez; bir ve iki dirhem nedir ki,! Beud feul vezninde ba'zdan gelir ki, o da kesmektir, bad' ile adb da bu türde genellikle kullanılır, Meselâ hamuş gibi (aynı manaya). "Fema fevkaha” bu da beudaten'in yahut da isim kılınarak mâ'nın üzerine ma’tûftur. Manası da cüsse itibarı ile ondan iri olan demektir, Meselâ karasinek ve örümcek gibi. Sanki bundan onların hoşlanmadıkları şeyi reddetmek istemiştir. Mana şöyledir: Sivrisinekle misal getirmekten çekinmez, kaldı ki, daha büyüğü ile. Ya da mana itibarı ile ondan büyük olan demektir ki, o da küçüklük ve değersizliktir, meselâ sivrisineğin kanadı gibi. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz onu dünyaya misal getirmiştir. Her iki ihtimale göre onun bir benzeri de şu rivâyettir: Bir adam Mina'da çadırın iplerine takılarak düştü; Hazret-i Âişe radıyallahü anha: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediğini işittim, dedi: Bir Müslüman'ın bir yerine diken batar veya bunun üstünde bir şeyle karşılaşırsa, mutlaka onun için bir derece yazılır ve ondan bir hatası düşürülür. Çünkü bunun acıda dikeni geçen deme ihtimali de vardır, Meselâ düşme gibi. Ya da azlıkta onu geçme ihtimali vardır, Meselâ karıncanın ısırması gibi. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Bir mü'minin başına kötü bir şey gelirse, günahlarına kefaret olur, hatta karınca ısırması olsa bile. (Îman edenler bunun Rablerinden bir hak olduğunu bilirler). Emma harf-i tafsildir, kapalı şeyi açıklar, başına getirildiği şeyi pekiştirir ve şart manasını içerir. Bunun içindir ki, cevabına fe edâtı getirilir. Sîbeveyh şöyle demiştir: Emma zeydün fezahibün cümlesinin manası şöyledir: Ne olursa olsun Zeyd gidicidir. Yani şüphesiz gidicidir, kararlıdır, demektir. Asıl olan fe'nin cümleye girmesidir, çünkü o cezadır, ancak hemen şart edatından sonra gelmesini hoş görmediler, şartın yerine mübtedâyı getirdiler. İki cümlenin de başına emma'nın getirilmesi mü'minlerin durumunu övgüye lâyık bulmaktır, ilimlerine güvenmektir ve kâfirleri o sözlerinden dolayı aşırı şekilde kınamaktır. Ennehu'daki zamir mesel'eye yahut lenyadribe'ye aittir. Hak inkârı câiz görülmeyen sâbit şeydir, somut varlıklara, isabetli işlere ve doğru sözlere denir. Hakkal emrü deyiminden gelir ki, iş sâbit oldu demektir. Sevbun muhakkakun da bundan gelir ki, sağlam dokunmuş kumaş manasınadır. (Kâfirlere gelince şöyle derler). Bunun hakkı: Ve emmellezine keferu felayalemune demek idi. O zaman karşıtına denk gelir ve ona karşılık olurdu. Ancak onların bu sözleri tam câhil olduklarına delil olduğu için kinaye yolu ile ondan vazgeçildi, ona delil gibi olması istenildi. "Maza eradallahu bihaza meselâ” Bunun iki ihtimali vardır: Mâ istifhamiye, za da ellezi manasına, arkası da sıla olur ve toplamı mâ'nın haberi olur. Şöyle de olabilir: Mâ za ile birlikte tek bir isim olur, manası da eyyü şey'in demek olur, mef'ûl olarak mahallen mensûb olur, Meselâ mâ eradallahu gibi. Onun cevabında en güzeli birinciye göre Merfû', ikinciye göre de mensûb olmasıdır. O zaman cevap suale uygun olur. İrade nefsin fiile meyletmesidir, ona doğru sürüklenmesidir. Meylin başlangıcı olan kuvvete de irâde denir. Birincisi fiille beraber olur, ikincisi önce olur. Her iki mananın da Allahü teâlâ'ya sıfat olması düşünülemez. Bunun içindir ki, irâdesinin manası üzerinde ihtilâf edilmiştir, şöyle denilmiştir: Onun irâdesi kendi fiilleri için yanılmayıp zorlanmamasıdır, başkasının işi için de onu emretmesidir. Buna göre günahlar onun irâdesiyle olmaz. Şöyle de denilmiştir: Onun irâdesi, durumu en güzel şekilde ve en uygun tarzda kapsamlı olarak bilmesidir. Çünkü bu, gücü yeteni onu yapmaya davet eder. Gerçek şudur ki, irâde gücü yettiği iki şeyden birini diğerine tercih etmek ve onu ötekisi ile değil de o şekilde tahsis etmektir. Ya da şöyledir: İrade bu tercihi yaptıran manadır. O da ihtiyardan (seçmeden) daha geneldir. Çünkü ihtiyar birini diğerine üstün kılma meylidir. Kâfirlerin "Hâza (bu)” sözlerinde hor görme ve aşağılama manası vardır (bu mu yapacak?). Meselen temyiz yahut hâl olmak üzere mensûbtur. "Hazini nakatullahi ayeten” (Araf; 73) kavlinde olduğu gibi. (Allah onunla çoklarını saptırır). Maza'nın cevabıdır, yani idlalün kesirün ve ihdaün kesirün demektir, fiil mastar yerine konulmuştur. Bu da hudus ve yenilenmeyi temin etmek içindir, ya da emma ile başlayan iki cümlenin açıklamasıdır ve onun (misal getirmenin) hak olduğunu bilmenin hidâyet ve açıklama, öyle misal getirmenin ve güzelliğinin İnkârının da sapıklık ve fasıklık olduğunu tescildir. İki taraftan her birinin çokluğu kendine nazarandır, karşıtına kıyasla değildir. Çünkü.hidâyete erenler sapıklara göre azdır. Nitekim Allahü teâlâ: "Kullarımdan hakkıyla şükredenler azdır” (Sebe': 13) buyurmuştur. Sapıkların çokluğunun sayı itibarı ile hidâyete erenlerin çokluğunun da fazilet ve şeref itibarı ile olması da ihtimal dahilindedir. Nitekim şâir şöyle demiştir: Sayıldıkları zaman azdırlar, düşmana saldırdıkları zaman ise çokturlar. Ve şöyle demiştir: Kerem sahipleri ülkede çoktur ister ki, az olsunlar Nitekim başkaları da çok olsalar da azdırlar. "Onunla ancak fâsıkları saptırır". Yani îman sınırından çıkanları demektir. "Gerçekten münâfıklar sapıkların ta kendileridir” (Teube: 67) âyeti de öyledir. Fesakatir ratbetü an kışriha (taze hurma kapçığından çıktı) deyiminden alınmıştır. Şâir Rube de şöyle demiştir: Doğru yoldan çıkan, eğriye sapan dişi develer olarak. Fasık da büyük günah işleyerek Allah'ın emrinden çıkan demektir. Onun üç derecesi vardır: Birincisi, ahmaklıktır ki, büyük günahları hoşlanmayarak zaman zaman irtikap eder. İkincisi, içine dalmaktır ki, büyük günahları onlara meyletmediği hâlde adet hâline getirir. Üçüncüsü de onların doğru olduğunu bilerek irtikap eder. Fasık bu makama yaklaşır da çizgiyi aşarsa, îman ipini boynundan sıyırır ve küfre varır. Ahmaklık ve içine dalma sınırında kaldığı sürece ondan mü'min ismi alınmaz. Çünkü tasdik sıfatını taşımaktadır ki, o da îmanın isim sâhibidir. Zira Allahü teâlâ: "Eğer mü'minlerden iki grup savaşırlarsa” (Hucurat: 9) buyurmuştur. Mu'tezile: Îman; tasdik, ikrar ve amelin toplamından, küfür de hakkı yalanlamak ve onu inkâr etmektir, dediklerinden fasığı üçüncü bir kısım yaptılar ve onu mü'minle kâfir arasında bir yere koydular. Çünkü bazı hükümlerde ikisinden birine ortaktır. Saptırmanın fısk sıfatına dayalı olarak onlara tahsis edilmesi, onları sapıklığa hazırlayanın ve onları sapıklığa götürenin o olduğunu göstermek içindir. Çünkü onların inkârları, haktan sapmaları ve batılın üzerinde ısrarları, onların düşünce yüzlerini misalin hikmetinden temsil verilen şeyi hor görmeye götürmüştür. Öyle ki, o vesileyle cahillikleri sağlamlaştı ve sapıklıkları arttı. O sebeple onu inkâr ettiler ve onu alaya aldılar. Meçhul kalıbı ile yudallu, fasikun da vâv ile Merfû' olarak da okunmuştur. |
﴾ 26 ﴿