30Bir zamanlar Rabbin, meleklere "şüphesiz ben yeryüzünde bir hâlife yaratacağım” demişti de, onlar da, "orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın? Halbuki bizler seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” demişlerdi. O da: "Şüphesiz ben sizin bilmediklerinizi bilirim” demişti. (Rabbin bir zamanlar meleklere: Ben yeryüzünde bir hâlife yaratacağım, demişti). Bu da bütün insanları kaplayan üçüncü nimeti saymaktadır. Çünkü Âdem'i yaratması, ona ikram etmesi ve secde etmelerini emretmekle onu meleklere üstün kılması, zürriyetini de içine alan bir nimettir. İz zarftır, geçmiş ve içinde yeni bir şey lmuş zaman nisbeti için konulmuştur, nitekim izâ da gelecek ve içinde başka bir şey lacak zaman için konulmuştur. Bunun içindir ki, cümlelere muzâf olmaları vâciptir, haysü'nün de mekan için (ve cümleye muzâf) olması gibi. Bu iki zarf ism-i mevsûllara benzediği için mebni kılınmıştır. İllet ve ceza için kullanılır. Zarf olmalarıyla daima mahallen mensûbturlar. Çünkü o ikisi anlattığımız gerekçeden dolayı irapları değişmeyen zarflardandır. "Vezkür eha âdin iz enzere kavmehu” (Ahkâf:21) kavli ve benzerlerinde (mef’ûlünbih olmaları) ise üzküril hadise iz kâne keza te'vilinde olmasındandır; hadis hazfedilmiş ve zarf onun yerine geçirilmiştir. Âyetteki âmil ise Kâlû'dur ya da zikredilen te'vile göre üzkür'dür, çünkü Kur'ân'da böyle açık olarak çok gelmiştir ya da âmil gizlidir, geçen Âyetin içeriği ona delâlet etmektedir, Meselâ: Ve bedee halkaküm iz kâle gibi. Buna göre cümle haleka leküm'ün üzerine ma’tûftur, o ellezi'nin sılasıdır, ona atfedilen de sıla hükmünde olur. Ma’mer'den onun (iz'in) zâit olduğu rivâyet edilmiştir. Melâike asıl olarak me’lek'in çoğuludur, şemail'in şem'el'in çoğulu olduğu gibi. Te ise cem'in müennes olmasındandır. O da me'lek'ten bozulmuştur, eluke'den gelir ki, elçilik demektir. Çünkü onlar Allah ile kulları arasında vasıtadırlar. Onlar Allah'ın elçileridir ya da insanlara gönderilen elçiler gibidirler. Akıllı kimseler onların kendi başlarına mevcut varlıklar olduklarında ittifak ettikten sonra hakikatte ne olduklarında ihtilâf ettiler. Müslüman'ların çoğunluğu, çeşitli şekillere girebilen lâtif cisimler olduğuna kail oldular. Peygamberlerin de onları görmelerini delil getirdiler. Hıristiyanlardan bir kısım da onların faziletli ve bedensiz insan nefisleri olduklarını söylemiştir. Hekimler de onların soyut cevherler olduklarını, gerçekte nufus-ı natıkaya muhâlif olduklarını ve ikiye ayrıldıklarını iddia etmişlerdir. Bir kısmı kendilerini Hakk'ı tanımaya ve ondan başka bir şeyle meşgul olmamaya vermişlerdir. Nitekim Allahü teâlâ onları muhkem kitabında: "Gece gündüz tesbih ederler, asla gevşemezler” (Enbiya: 20) ayetiyle nitelemiştir. Onlar illiyin denenlerle Allah'a yakın olan meleklerdir. Bir kısmı da "işi gökten yere doğru idare ederler” (Secde: 5). Bunu kaza ve kadere ve kalem-i İlâhi'nin yazısına göre yaparlar. "Allah'ın kendilerine emrettiği şeye isyan etmezler, emrolunanı yaparlar” (Tahrim: 6). Onlar işleri idare ederler. Kimileri gökle ilgili, kimileri de yerle ilgilidir. Ben de bunları geniş olarak Tavali' kitabında tesbit ettim. Allah'ın bu sözü söylediği, bütün meleklerdir, bu da lâfzın genel ve tahsis edici bir sebebin olmamasından anlaşılmaktadır. Bunlar: Yer melekleridir de denilmiştir. İblis ve yanında cinlerle savaşanlar olduğu da söylenmiştir. Çünkü Allahü teâlâ onları önce yere yerleştirdi, orada fesat çıkarınca, üzerlerine bir melek ordusuyla beraber onu gönderdi. İblis onları kırıp geçirdi ve onları adalara ve dağlara kaçırttı. Cailün ceale'den gelmektedir, iki mef'ûlü vardır; onlar da fuardı ile hâlifeten'dir. Onlarda amel ettirilmiştir, çünkü müstakbel manasınadır ve müsnedünileyh'e dayanmaktadır. Onun hâlikun (yaratıcı) manasına olma ihtimali de vardır. Hâlife başkasının yerine geçen ve ona vekalet edendir. Ondaki he mübalağa içindir. Ondan da Âdem aleyhis-salâtü ves-selâm murat edilmiştir. Çünkü o, Allah'ın yeryüzündeki hâlifesi idi. Allah'ın yeryüzünü mamur etmek, insanları yönetmek, nefislerini kemale erdirmek, onlara verdiği emri yerine getirmek için gönderdiği bütün peygamberler de öyledir. Bu da Allah'ın aczinden değil, kendilerine hâlife gönderilenlerin onun (Allah'ın) feyzini kabul etmede ve aracısız olarak emrini almadaki kusurlarından dolayıdır. Bunun içindir ki, hiçbir meleği peygamber göndermemiştir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Eğer onu bir melek yapsaydık yine bir insan yapardık” (En'âm: 9). Baksanıza, peygamberlerin güçleri artıp da karakterleri "yağı neredeyse ateş dokunmasa da yanacak” (Nûr: 35) dediği gibi alevlenince, Allah onlara melekleri gönderdi. Onlardan rütbesi çok yüksek olanla aracısız olarak konuştu, Meselâ Tûr dağında Mûsa Aleyhisselâm ve miraç gecesinde Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ile konuşması gibi. Bunun tabiattaki benzeri de kemiktir; o aralan uzak olduğu için etten gıda alamayınca, Allahü teâlâ hikmeti gereği aralarına her ikisine de münasip kıkırdak koydu ki, bundan alsın ona versin. Ya Âdem yeryüzünde kendinden önce yaşayanların hâlifesidir yahut hâlifeden maksat o (Adem) ile zürriyetidir. Çünkü onlar kendilerinden öncekilere hâlife olurlar ya da birbirlerine hâlife olurlar. Bu durumda hâlife olarak tekil lâfız kullanması onu zikretmekle zürriyetinin zikrine gerek kalmamasındandır. Nitekim Mudar ve Hâşim derken kabilenin atasıyla yetinilmiştir. Ya da tekil olması men yahlufukum yahut halefen yahlufukum te'vili (mevsûfun hazfi) iledir. Allahü teâlâ’nın meleklere bunu demesinin faydası şudur: İstişareyi öğretmek, yaratılacak hâlifenin şânım yüceltmek, çünkü melekut alemindekilere yaratılacağı haber verilmiş yaratılmadan önce ona hâlife unvanı verilmiştir. Onda bulunan kötülüklere karşı sual ve cevap ile üstünlüğü meydana çıkarmak ve hayrı fazla olanı yapmanın hikmet gereği olduğunu bildirmek. Çünkü az bir şer için çok hayrı terk etmek çok serdir (kötülüktür). (Orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın, dediler?) Yeryüzünün imarı ve ıslahı için orada fesat çıkaracak kimseleri hâlife etmek istemesinden yahut muti kimselerin yerine asileri hâlife yapmak istemesinden taaccüptür ve o fesatları mağlup edip boşa çıkaracak ve kendilerine gizli kalan hikmeti anlamak istemektir ya da öğrencinin, içindeki şüpheyi gidermesi için hocasına sorması gibi kendilerini irşat edecek ve şüphelerini giderecek şeyi sormadır. Allahü teâlâ'ya itiraz değildir, ya da gıybet benzeri âdemoğullarına dil uzatma değildir. Çünkü onlar böyle yapmayacak kadar yücedirler. Zira Allahü teâlâ onlar için: "Bilâkis onlar saygı değer kullardır; sözle onun önüne geçmezler ve onun emri ile iş yaparlar” (Enbiya: 26, 27) buyurmuştur. Bunu da ya Allahü teâlâ’nın haber vermesiyle yahut Levh-i Mahfûz'dan almakla yahut içlerine kazıldığı gibi masumiyetin kendilerine özgü olmasından veyahut insanları cinlere kıyas etmelerinden bildiler. Sebk, sefh ve şen dökme çeşitleridir. Sefh kan ve gözyaşı dökmek içindir. Sebk erimiş maden dökmek içindir. Sefh de yukarıdan aşağıya dökmek içindir. Şenn de kırbanın ağzından ve benzeri şeyden dökmektir, senn de bu manayadır. Meçhul kalıbı ile yüsfekü de okunmuştur ki, o zaman ister mevsûl ister mevsûf kılınan men'e râci olan zamir hazfedilmiş olur, yani yüsfeküd dimau fihim gibi. "Halbuki bizler seni hamdinle tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz". Bu da müşkili tesbit eden hâl’dir, Meselâ düşmanlarına mı iyilik ediyorsun, ben dostun muhtaç dururken sözün gibi. Mana da şöyledir: Bizler günahsız ve bunu hak etmişken asileri mi hâlife ediyorsun? Bundan kastedilen de meleklerin hâlife olması beklenirken onları meleklere üstün kılan şeyi öğrenmektir; kendilerini beğenmeleri ve gururlanmaları değildir. Sanki onlar hâlife kılınanın önemli üç gücü olduğunu bildiler: Şehvet ile öfke güçleri fesada ve kan dökmeye götürür, akıl gücü de onu marifete ve tefekküre götürür. Bunlara ayrı ayrı baktılar ve: Bu iki kuvvete bakarak bu hâlife yapmada ne gibi hikmet var, dediler? Hikmet onun yaratılmasını bile gerektirmez, kaldı ki, hâlifeliğini! Akıl gücü dikkate alındığında bizler ondan bekleneni o gibi bozukluklara karışmadan yerine getiririz, dediler ve iki kuvvetten her birinin ıslah edildiği, akla uydurulduğu ve hayra alıştınldığı takdirde başta iffet, şecaat, nefisle mücadele ve adalet olmak üzere ne gibi faziletler kazandıracağından gâfil oldular. Birliğin cüziyatı kavramada, sanatları keşfetme ve hilafetten asıl kastedilenin var olan faydaları kuvveden fiile çıkarma gibi tekin yapamayacağını kavrayamadılar. "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” kavlinde de buna işâret edilmiştir. Tesbih Allahü teâlâ'yı kötülükten ve noksandan uzaklaştırmaktır, takdis de öyledir. Sebeha filardı veimai ve kadese fuardı deyiminden gelir ki, su da ve yerde gidip uzaklaşmaktır. Kaddese denir ki, temizlemek demektir. Çünkü bir şeyi temizleyen onu kirlerden uzaklaştırır. Vebihamdik hâl yerindedir, yani bize marifetini ilham etmenden ve bizi teşbihine muvaffak kılmandan dolayı seni hamd ile tesbih ederiz, demektir. Bununla da teşbihin onlar için akla getireceği şeyi telâfi ettiler. Seni takdis ederiz, senin için nefislerimizi günahlardan temizleriz. Sanki onlar bazılarına göre şirk ile tefsir edilen fesadı tesbih ile karşıladılar ve kötü işlerin en büyüğü olan kan dökmeyi de nefsi günahlardan temizleme ile karşıladılar. Şöyle de denilmiştir: Aslı nukaddisüke'dir, lâm zâittir. |
﴾ 30 ﴿