3 / ÂL-İ IMRÂN

Medîne'de inmiştir. 200 âyettir.

1

Elif. Lâm. Mîm.

2

 Allah odur ki, ondan başka ilâh yoktur. Hayy (gerçek hayat sâhibi) ve kayyûmdur.

 (Allah odur ki, ondan başka ilâh yoktur). Meşhur kırâata göre elif lâm mim'in mim'i fetha ile okunmuştur, hakkı mim'in üzerinde vakfetmektir, ancak hemzenin harekesi ona verildiği için böyle olmuştur. Bu da onun sâbit hükmünde olduğunu göstermek içindir, zira o, hafifletmek için düşürülmüştür, arada kaldığı için değil. Çünkü mim vakf hükmündedir. Meselâ vahid isnan gibi ki, hemzenin harekesi dal'a verilmiştir, bu da iki sâkin cem olduğu için değildir; zira bu, vakf konusunda mahzurlu değildir. Bunun içindir ki, lâm'da mim harekelenmiştir. İki sâkin birleştiği vehmiyle harekeleyerek kesre ile de okunmuştur. Ebû Bekir ise mimin sükûnu ve arkasındakini söz başı yaparak aslı gibi okumuştur,

"Hayy ve kayyûmdur".

Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: İsm-i A'zam üç sûrededir: Bakara'da: Allahü lâilahe illâ hüvel hayyül kayyûm; Al-i Imrân'dadır: Allahü lâilahe illâ hüvel hayyül kayyûm ve Tâhâ'dadır: Ve anetil vücuhu lilhayyil kayyûm.

3

 Kitabı sana kendinden öncekileri tasdik edici olarak hak ile indirdi ve Tevrat'ı ve İncil'i indirdi.

"Nezzele aleykel kitâbe” kitabı sana parça parça indirdi, (hak ile) adalede yahut haberlerinde doğrulukla veyahut Allah katından olduğunu gösteren hak (gerçek) delillerle. Bu da hâl yerindedir.

"Kendinden öncekileri tasdik edici olarak” kendinden önceki kitapları, demektir.

"Tevrat'ı ve İncil'i de indirdi” Mûsa ile Îsa'ya toptan. Bunların vera ve neciden türediklerini ve vezinlerinin de tef'ile ve ifiyl olduğunu söylemek zorlamadır; çünkü bunlar yabancı kelimedir. Hemze'nin fethi ile Encîl okunması da bunu destekler. Çünkü Arapça'da bu kalıp yoktur. Ebû Amr, İbn Zekvân ve Kisâî de Kur'ân'ın her yerinde imâle ile tevreyt şeklinde okumuşlardır. Nâfi' ile Hamze de ikisi arasında okumuşlardır. Bundan Kalun hariçtir ki, o da diğerleri gibi feth ile okumuştur.

4

 Daha önce; insanlar için hidâyet olarak; Furkân'ı indirmişti. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için pek çetin azâp vardır. Allah mutlak gâlibtir, intikâm sâhibidir.

"Min kablu” Kur'ân'ı indirmeden önce,

"insanlar için hidâyet olarak” bütün insanlar için, eğer bizden öncekilerin şerîatı bizim için de geçerlidir, dersek, yoksa ondan kendi kavimleri murat edilmiş olur.

"Furkânı da indirdi” bundan semâvî kitapların cinsini murat etmiştir; çünkü bunlar hak ile bâtılı ayıran kitaplardır. Üç kitabı zikrettikten sonra bunu ayrıca zikretmesi, arkadan geleni de içine alması içindir. Sanki şöyle buyurmuştur: Hak ile bâtılı ayıran diğer şeyleri veyahut Zebûr'u veyahut Kur'ân'ı indirdi. Onu sıfatı olan bir şeyle tekrar zikretmesi, onu methetmek, büyütmek ve faziletini göstermek içindir, zira Kur'ân indirilmiş vahiy olmada onlara ortaktır; hak ile bâtılı ayırması bakımından da onlara karşı ayrıcalığı vardır.

Ya da mu'cizeleri indirdi demektir,

"Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için” indirilen kitaplarını ve vesaireyi "onlar için pek çetin bir azâp vardır” inkârları sebebiyle.

"Allah azîzdir” mutlak gâlibtir, azabına engel olunmaz.

"İntikam sâhibidir” hiç kimse onun gibi intikâm alamaz. Nikmet (intikâm) suçluyu cezalandırmaktır. Fiili de nekame veya nekime'dir. Bu Âyetin tevhid iyice akıllara yerleştirildikten ve peygamberliği ispatta esas olan şeye işâret edildikten sonra getirilmesi, durumunu önemsetmek ve ondan yüz çevirmeyi men etmek içindir.

5

 Şüphe yok ki, ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.

 (Şüphe yok ki, ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz). Yani alemde külli olsun yahut cüz'i olsun, îman yahut inkâr olsun hangi şey lursa olsun demektir. Âlem yerine gök ve yer tabir edilmesi, hissin bunların ötesine geçmemesindendir. Yerin önce zikredilmesi de aşağıdan yukarıya çıkmak içindir. Bir de anlatılmak istenenin onda yapılan şeyler olmasındandır. Bu da onun diri olduğuna delil gibidir.

6

 Size rahimlerde istediği gibi şekil veren O'dur. Ondan başka ilâh yoktur. Mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir.

 (Size rahimlerde istediği gibi şekil veren O'dur) yani çeşitli şekillerden istediğini demektir. Bu da kayyûm olduğuna ve cenini yaratma ve tasvir etme işini gayet iyi bildiğine delil gibidir. Tasavvereküm de okunmuşdur ki, sizi kendi ve kulları için şekillendirdi demektir.

"Ondan başka ilâh yoktur” çünkü başkası onun bildiğinin hepsini bilemez ve onun yaptığı gibi yapamaz.

"Mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir” kudretinin kemaline ve hikmetinin sonsuzluğuna işarettir.

Şöyle de denilmiştir: Bunlar Îsa'nın Rabb olduğunu iddia edenlere karşı delillerdir; çünkü Necran heyeti gelip de o hususta Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'le tartışınca bu sûre baştan seksen küsur âyete kadar bu delilleri çürütmek için indi ve şüphelere cevap verdi.

7

 Sana kitabı indiren de O'dur. Ondan bazı âyetler muhkemdir ki, onlar kitabın an asıdır, diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne aramak ve te'viline gitmek için onun müteşabihlerine tâbi olurlar. Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir. İlimde kökleşenler:

"Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır” derler. Bu, inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.

"Sana kitabı indiren de O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir” kapalılıktan ve ihtimalden muhafaza edilmekle ibaresi tahkim edilmiştir. (Onlar kitabın anasıdır). Ona döndürülecek aslıdır demektir. Kıyas ümmehat demeyi gerektirirdi, tekil gelmesi her biri itibariyledir yahut hepsinin bir âyet gibi olmasındandır.

"Diğerleri de müteşabihtir” ihtimallidir, kapalılık ve zahire muhalefet sebebiyle maksadı açık değildir, ancak araştırmak ve düşünmekle anlaşılır ki, âlimlerin üstünlüğü ortaya çıksın ve daha çok araştırmak için hırsları artsın. Ondan murat edilen şeyleri elde etmek için gerekli ilimleri öğrensinler de o sayede ve manalarını çıkarmak için kabiliyetlerini zorlasmlar; onlarla dereceleri yüksek olan muhkem âyetleri uzlaştırsınlar.

"Allahü teâlâ’nın:

"Elif lâm ra kitabun uhkimet ayatuhu” (Hûd: 1) kavlinin manası ise, âyetlerinin mana bozukluğundan ve lâfız yetersizliğinden korunması demektir.

"Kitaben müteşabihen” (Zümer: 23) ayetinin manası da anlam tutarlığında ve lâfzın akışında birbirine benzer demektir. Burada geçen uhar de uhra'nın çoğuludur. Munsarif olmaması aher'den gelen vasıf olmasındandır (maduldur). Bunda mâ'rife olması lâzım gelmez, çünkü manası, kıyas mâ'rife olmasını ister fakat mâ'rife olmamıştır, ancak mâ'rife hükmündedir demektir.

Ya da âhar min'den maduldur. (Kalplerinde eğrilik olanlar) bidatçılar gibi haktan sapanlar "onun müteşabihlerine tâbi olurlar” zahirine sarılırlar yahut bâtıl te'vil ederler.

"Fitne aramak için” insanları şüpheye ve tereddüde düşürerek ve muhkemi müteşabihle çatıştırarak halkın fitneye kapılmasını isterler.

"Ve te'viline gitmek için” onu istedikleri gibi te'vil etmek için. Sebebin ikisinin birden olması da sıra ile tek tek olması da ihtimal dahilindedir, birincisi muannide uygundur, ikincisi de cahile revadır.

"Halbuki onun te'vilini bilemez” uygun görülen te'vilini bilmez (ancak Allah, bir de ilimde kökleşenler bilir) yani ilimde sebat edip yerleşenler demektir. Kim illalallah üzerinde vakfe ederse, müteşabihi yalnız Allah'ın bildiği şeylerle tefsir etmiş olur. Meselâ dünyanın ömrü, kıyâmetin kopma saati ve zebanilerin sayısı ile ilgili adetler gibi ya da kat'î delille zahiri murat edilmeyen ve ne murat edildiği anlaşılmayan şeyle tefsir etmiş olur. (Ona îman ettik, derler) ilimde kökleşenlerin durumunu izah eden yeni söz başıdır.

Ya da onlardan hâl’dir yahut da onu (râsihûn'u) mübteda kılarsan haberdir.

"Hepsi Rabbimizin katındandır” yani müteşabih de muhkem de onun katındandır.

"Bu inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar". Bu da ilimde kökleşenleri zihin açıklığı ve ileri görüşlülükle medihtir, te'viline ulaşmadaki üstün kabiliyetlerine işarettir. Bu da aklın hissin sislerinden çıkmasıdır. Âyetin, mâ-kabli ile irtibatı ise bunun rûhun ilimle tasvir ve terbiyesi ile ilgili, mâkablinin ise cesedin tasvir ve tesviyesi ile ilgili olmasındandır.

Ya da bu, Hıristiyanların "Îsa Allah'ın Meryem'e attığı bir kelimesidir ve kendinden bir ruhtur” (Nisa: 171) ayetine sarılmalarına cevaptır. Nitekim: Onun Allah'tan başka babası yoktur sözlerinin de cevabıdır. Gerçekten onun babasıdır, yani o ana karnındaki ceninleri istediği gibi şekillendirir; babanın menisinden ve diğer şeylerden ona suret verir. Onu rahimde şekillendirendir. Şekil veren de şekillenenin babası olmaz.

8

 Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize, kendi katından bir rahmet ver. Şüphesiz sen, bağışı en çok olansın.

"Rabbimiz, kalplerimizi eğriltme” bu da ilimde kökleşenlerin sözlerindendir. Yeni söz başı olduğu da söylenmiştir,

Mana da şöyledir: Kalplerimizi hak yolundan müteşabihi râzı olmayacağın te'vile gitmeye saptırma. Aleyhisselâm Efendimiz: Âdemoğlunun kalbi Rahmân'ın iki parmağı arasındadır; onu isterse hakka döndürür, isterse ondan kaydırır, buyurmuştur.

Şöyle de denilmiştir: Bizi kalplerimizi kaydıracağın bir şeyle deneme. (Bizi doğru yola ilettikten sonra) hakka ve iki kısma da îman ettikten sonra.

"Ba'de” zarf olarak mensûbtur,

"iz” de onun muzâf olmasıyla mahallen mecrûrdur. Onun "in” manasına olduğu da söylenmiştir.

"Bize kendi katından bir rahmet ver” bizi sana yaklaştıracak ve onunla senin katında kurtulacağımız bir rahmet ya da hak üzerinde sebat etmemiz için başarı veya günahlarımız için bağışlanma ver.

"Şüphesiz sen, bağışı en çok olansın” her istek için. Bunda hidâyet ve sapıklığın Allah'tan olduğuna ve kullarına lütfundan nimet verdiğine, hiçbir şeyin ona vâcip olmadığına delil vardır.

9

 Ey Rabbimiz, şüphesiz insanları vukûunda şüphe olmayan bir günde toplayacaksın. Şüphesiz Allah, sözünden caymaz.

"Ey Rabbimiz, şüphesiz insanları bir günde toplayacaksın” o günün hesabı veya cezası için,

"vukûunda şüphe olmayan” onda yapılacak olan toplanma ve cezada şüphe olmayan günde. Her iki istekten en büyük maksatlarının âhiretle ilgili olanına dikkat çekilmiştir, çünkü esas maksat ve mana odur.

"Şüphesiz Allah, sözünden caymaz” çünkü uluhiyet böyle bir şeyi kabul etmez. Bunu akla getirmek ve vadedilen şeyin büyüklüğünü vurgulamak için hitap değiştirilmiştir. Vaidiye fırkası bu âyeti kendilerine delil getirmişlerdir. Buna, fâsıklara yapılan tehdidin affedilmeme şartına bağlı olmasıyla cevap verilmiştir. Çünkü ayrı deliller vardır, nitekim o, tevbe etmeme şartına da bağlıdır.

10

 Şüphesiz kâfirleri ne malları ne de evlatları Allah'ın yanında hiçbir şeyden asla kurtaramaz. İşte onlar cehennemin yakıtıdır.

"Şüphesiz kâfirler” bütün kâfirler için geneldir.

Şöyle de denilmiştir: Bunlardan Necran heyeti yahut Yahûdîler veyahut Arap müşrikleri murat edilmiştir.

"Ne malları ne de evlatları Allah'ın yanında hiçbir şeyden asla kurtaramaz” bedel manasıyla rahmetinden yahut taatından ya da azabından demektir. (İşte onlar cehennemin yakıtıdır) zam ile vukud da okunmuştur ki, ehlü vukudiha demek olur.

11

 Onların gidişi tıpkı Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar âyetlerimizi inkâr etmişlerdi de Allah da onları günahları yüzünden yakalamıştı. Allah'ın cezası çok şiddetlidir.

 (Onların gidişi tıpkı Firavun hanedanının gidişi gibidir) bu da yukarısına bağlıdır yani onlara faydası olmadığı gibi bunlara da olmayacaktır yahut onlar yandığı gibi bunlar da yanacaktır, demektir.

Ya da yeni söz başıdır, mahallen merfû’dur, takdiri de şöyledir: De'bu haulai kede'bihim filküfri velazabi. O, dee - be filamel sözünden gelen bir mastardır, işte yorulmak manasınadır. Bundan durum, gidişat manasına naklolunmuştur.

"Vellezine min kablihim” bu da âl-i Fir'avn'e atıftır, yeni söz başı olduğu da söylenmiştir.

"Kezzebu bi-âyâtine” gizli kad edatıyla hâl’dir ya da hâllerini tefsir eden yeni söz başıdır yahut vellezine min kablihim mübtedasının haberidir.

"Allah'ın cezası çok çetindir” bu da sorumluluğun korkunçluğunu ve kâfirlerin azabının fazla olmasını belirtmektedir.

12

 Kâfirlere de ki: Yakında mağlup olacak ve cehenneme sürükleneceksiniz. O, ne kötü yataktır!

"Kâfirlere de ki: Yakında mağlup olacak ve cehenneme sürükleneceksiniz” yani Mekke müşriklerine de ki: Yakında yani Bedir savaşında mağlup olacaksınız. Yahûdîler için de denilmiştir, çünkü aleyhisselâm Efendimiz onları Bedir'den sonra Kaynuka çarşısında topladı, onları Kureyş'in başına gelen şeyle korkuttu. Onlar da: Acemi ve savaştan anlamayanları mağlup etmen seni aldatmasın; eğer bizimle savaşırsan bizim nasıl insanlar olduğumuzu anlarsın, dediler! Âyet bunun üzerine indi. Allah Kurayzalıları öldürmek, Nadıyr oğullarını sürmek, Hayber'i fethetmek ve düşmanlık edenlere cizye yüklemekle va'dini yerine getirdi. Bu da peygamberliğinin delillerindendir. Hamze ile Kisâî ikisinde de ye ile (seyuğlebune ve yuhşerune) okumuşlardır ki, onlara yapılan tehdit hikâye edilmiş olur.

"O ne kötü yataktır!” bu da onlara denen şeyin devamıdır yahut yeni söz başıdır, takdiri şöyledir: Bi'sel mihadü cehenneme ya da mehheduhu lienfüsihim.

Karşılaşan iki toplulukta sizin için ibret vardı: Bir topluluk Allah yolunda savaşıyor; diğeri ise kafirdi. Onları baş gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için mutlak bir ibret vardır.

13

 Karşılaşan iki toplulukta sizin için ibret vardı: Bir topluluk Allah yolunda savaşıyor; diğeri ise kafirdi. Onları baş gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah dilediğini yardımı ile destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için mutlak bir ibret vardır.

"Sizin için ibret vardı” hitap Kureyşlileredir yahut Yahûdîleredir, mü'minleredir de denilmiştir.

"Karşılaşan iki toplulukta” Bedir savaşında.

"Bir topluluk Allah yolunda savaşıyor; diğeri ise kafirdi. Onları baş gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı” müşrikler mü'minleri kendilerinin iki katı görüyorlardı. Onlar da bine yakın idiler ya da Müslümanların iki katı görüyorlardı, onlar da üç yüz küsur idiler. Bu da Allah onları gözlerinde az gösterdikten sonra idi. Sonunda onlara karşı cesaretlendiler ve onlara yöneldiler. Onlarla karşılaşınca gözlerinde çok gösterildiler, Allah'ın mü'minlere gönderdiği imdat kuvvetiyle mağlup oldular.

Ya da mü'minler müşrikleri mü'minlerin iki katı görüyorlardı, onlar da üç misli idiler. Bu da karşılarında sebat gösterip ve zaferin Allah'ın şu Âyetteki va'di ile olduğunu kesin bilmeleri içindir:

"Eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiyi mağlup ederler” (Enfâl: 66). Bunu da Nâfi' ile Ya'kûb'un te ile okuyuşları destekler. Meçhul kalıbı ile her iki harfle de okunmuştur ki, mana: Allah onları yahut sizi kudretiyle öyle gösterir, demektir. Fietin lâfzı fieteyn'den bedel olarak cer iledir. Nasbi da ihtisas yahut iltekata'nın fâ'ilinden hâl olmak üzeredir.

"Baş gözleriyle” gözleriyle açıkça görerek demektir.

"Allah dilediğini yardımı ile destekler” nitekim Bedir gazilerini desteklemişti.

"Şüphesiz bunda vardır” yani az göstermede yahut çok göstermede veyahut hazırlığı olmayan azınlığın üstün silâhı olan çoğunluğa gâlip gelmesinde demektir. Olayın da bu ikisine ihtimali vardır, durumun Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in haber verdiği gibi çıkmasına da ihtimali vardır.

"Basiret sahipleri için mutlak bir ibret (vardır)kalp gözü açık olanlar yahut onları görenler için demektir.

14

 Kadınlara, oğullara, kantar kantar altm ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı sevgi insanlara süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının taydaşıdır. Varılacak yerin güzeli Allah'ın yanındadır.

"Şehvetlerin sevgisi insanlara süslü gösterildi” yani şehveti kabartan şeylerin sevgisi demektir. Bunlara şehvetler denilmesi mübalağa ve bunların sevgisine dalındığı içindir, öyle ki, şehvetlerini bile sevmişlerdir. Allahü teâlâ’nın:

"Hayrın sevgisi gibi sevdim” (Sad: 32) âyetinde olduğu gibi. Süsleyen de Allahü teâlâ'dır, çünkü fiilleri ve sebeplerini yaratan O'dur. Belki de onları süslemesi imtihan içindir ya da Allah'ın râzı olacağı tarzda yapıldığı takdirde âhiret saadetine vesile olacağı içindir. Bir de bunların geçim ve türün devam sebebi olmasındandır. Bunun şeytan olduğu da söylenmiştir; çünkü âyet kınama bağlanımdadır. Cübbâî mubahla haramı ayırmıştır.

"Kadınlardan, oğullardan, kantar kantar altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden” bunlar da şehvet duyulan şeylerin açıklamasıdır. Kıntar (kantar) çok mal demektir, yüz bin dinar olduğu da söylenmiştir. Öküz derisi dolusu olduğu da söylenmiştir. Bunun 'lal yahut fin'al vezninde olmasında ihtilâf edilmiştir. Mukantara te'kit için kantardan alınmıştır: Bedretün mübderetün (tıklım tıklım dolu kese) deyiminde olduğu gibi. Müsevveme de seveme'den gelir ki, alâmet demektir.

Yahut otlayan davar demektir, esamed dabbete ve sevvemeha'dan gelir yahut gösterişli demektir. En'âm da develer, sığırlar ve koyunlar (davarlar) demektir.

"Bunlar dünya hayatının faydasıdır” bu da zikri geçenlere işarettir.

"Varılacak yerin güzeli Allah'ın katındadır” yani dönecek yer demektir. Bu da eksik ve fani şehvetleri Allah katındaki hakiki ve ebedî zevklerle değiştirmeye teşviktir.

15

 De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah'tan korkanlar için Rableri katında altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar için tertemiz eşler ve Allah’ın rızâsı vardır. Allah kullarını hakkıyla görmektedir.

"De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?” bununla Allah'ın sevabının dünya zevklerinden daha hayırlı olduğu murat edilmiştir. (Allah'tan korkanlar için Rableri katında altlarından ırmaklar akan cennetler vardır). Daha hayırlı olanı açıklamak için yeni söz başıdır. Lillezine'deki lâm'ın bihayrin'e mütaallık olması da câizdir. Cennatün de hüve cennatün denmiş gibi merfû’dur. Onu min hayrin'den bedel olarak cer ile okuyanın kırâati da destekler.

"Tertemiz eşler” kadınlar için tiksinilecek şeylerden temiz demektir.

"Ve rıdvanun minallahi” Âsım sad’ın zammı ile okumuştur ki, ikisi de lügattir.

"Allah kullarını hakkıyla görmektedir". Amellerini demektir ki, iyilik yapana sevap, kötülük yapana da ceza verir.

Ya da Allah'tan korkanların hâllerini görür demektir ki, bunun için onlara cennetler hazırlamıştır. Allah bu Âyette nimetlerine dikkat çekmiştir ki, en düşüğü dünya matahıdır, en yükseği de Allah'ın rızasıdır. Çünkü Allahü teâlâ:

"Allah'ın rızâsı en büyüktür” (Tevbe: 72) buyurmuştur. Ortası da cennet ve nimetleridir.

16

 O Allah'tan korkanlar: Ey Rabbimiz, şüphesiz biz îman ettik; sen de günahlarımızı bağışla ve bizi cehennem azabından koru, diyenler;

"O Allah'tan korkanlar: Ey Rabbimiz, şüphesiz biz îman ettik; sen de günahlarımızı bağışla ve bizi cehennem azabından koru, derler". Bu da takva sahiplerinin ya da kulların sıfatıdır.

Ya da metihtir mensûbtur ya da haber olarak merfû’dur. İsteğin sırf îmana dayalı olarak sıralanışı onun mağfireti hak etmede yahut ona lâyık olmada yeterliliğini göstermektedir.

17

 Sabredenler, doğrular, Allah'a itaatle boyun eğenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde istiğfar edenlerdir.

"Sabredenler, doğrular, Allah'a itaatla boyun eğenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde istiğfar edenlerdir” bu da bu yola sülük edenleri en güzel şekilde sıralamaktadır. Çünkü salikin Allah ile muamelesi ya vesile aramaktır ya da istemektir. Vesile aramak da ya nefisle olur ki, o da onu rezil şeylerden men edip faziletlere bağlamaktır, sabır da bu ikisini içine alır ya da bedenle olur. O da ya sözlüdür ki, doğru söylemektir ya da fiilîdir ki, o da taâta devam etmek demek olan itaattir, ya da malla olur ki, o da hayır yoluna harcamaktır. İstemeye gelince o da istiğfardır, çünkü mağfiret isteklerin en büyüğüdür hatta hepsini toplayandır. Sıfatların aralarına vâv'ın gelmesi her birinin ayrı ve insanların da onlarda kemale erdiklerini göstermek içindir ya da bunlarla nitelenen kimselerin farklı olmalarındandır. Özellikle seheri zikretmesi duanın onda daha çabuk kabul olunmasındandır, çünkü o vakitte ibâdet daha zordur, nefis daha durudur, kalp de daha topludur, hele kendilerini ibâdette zorlayanlar için.

Şöyle de denilmiştir: Onlar sehere kadar namaz kılarlar, sonra da seherlerde istiğfar ve dua ederler.

18

 Allah adaleti ayakta tutarak kendinden başka ilâh olmadığına, melekler ve ilim sahipleri de şahitlik etti. Ondan başka ilâh yoktur. Mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir.

"Allah kendinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti". Ortaya deliller koymak ve bunları dile getiren âyetler indirmekle birliğini açıkladı.

"Melekler de” ikrar etmekle,

"ilim sahiplen de” buna îman etmek ve delil getirmekle. Bunlar beyan ve keşifte şahidin şahitliğine benzetilmiştir. (Adaleti ayakta tutarak) nzıklan taksimde ve hükmünde adaleti icra ederek. Mensûb olması da Allah lâfzından hâl olduğu içindir. Ayrı olması, cae zeydün ve bekrün rakiben misalinde câiz olmadığı hâlde burada câiz olması karışıklık olmadığı içindir. Tıpkı:

"Vevehebna lehu ishaka ve yakube nafileh” (Enbiya: 72) kavlinde olduğu gibi.

Ya da kaimen hüve'den hâl’dir, âmili de cümlenin manasıdır ki, teferrede kaimen yahut ehakkahu kaimen demektir, çünkü müekkit hâl’dir.

Ya da medih için veyahut menfi (lâilahe)nin sıfatı olduğu için mensûbtur ki, bu da zayıftır. O (adaleti ayakta tutması) şahitlik edilen şeyin içine dahildir.

Ya da hüve zamirinden hâl’dir. Hüve'den bedel olarak yahut mahzûf mübtedanın haberi olarak elkaimu bilkıst şeklinde Merfû' da okunmuştur.

"Ondan başka ilâh yoktur” te'kit için tevhid delillerini bilmeye ve delil getirildikten sonra onunla hüküm verilmeye daha çok itina gösterilmesi ve "el-azîzül hakîm” kavline de dayanak olması için tekrar edilmiştir. Böylece onun bu ikisi ile mevsûf olduğu bilinir. Azizin başa alınması kudretini bilmenin hikmetini bilmeden önce olduğu içindir. Merfû' olmaları da zamirden bedel yahut şehide'nin fâ'iline sıfat olmalarındandır. Kelime-i tevhidin fazileti hakkında Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâmdan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kıyamet gününde bunu söyleyen kimse getirilir, Allahü teâlâ: Bu kulumun benim yanımda bir sözü vardır, ben de onu yerine getirmeye en lâyık kimseyim; kulumu cennete girdirin, der. Bu da usuiuddin (akaid) ilminin fazilet ve şerefini gösteren bir delildir.

19

 Allah katında gerçek din İslâm'dır. Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilafa düştü. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz Allah'ın hesabı çabuktur.

 (Allah katında gerçek din İslâm'dır). Birinciyi pekiştiren yeni söz başıdır, yani Allah katında İslâm'dan başka beğenilen din yoktur. O da tevhidtir, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in getirdiği şeylerin zırhına bürünmektir. Kisâî "ennehu"dan bedelül kül olmak üzere feth ile (enne) okumuştur, eğer İslâm îman veya onu içine alan şeyle tefsir edilirse; bedel-i istimal olmak üzere de feth ile okumuştur, eğer İslâm şerîatla tefsir edilirse. Kesre ile "innehu” ve ikincinin başına fiil (şehide) gelmek ve aralarmdakinin de itiraz cümlesi olmak üzere feth ile enne de okunmuştur, ya da şehide'nin bir defa kâle, bir defa da alime yerine kullanılması ile böyle okunmuştur, çünkü şehide'de bu ikisinin de manası vardır.

"Kendilerine kitap verilenler ihtilâf etmedi” Yahûdî ve Hıristiyanlardan yahut geçmiş kitap sahipleri ihtilâf etmedi, ancak şundan dolayı ihtilâf ettiler; bir topluluk: O haktır, dedi, bir topluluk da: O Araplara hâstır, dedi. Bir topluluk da onu tamamen reddetti.

Ya da tevhidte ihtilâf ettiler; Hıristiyanlar üçlemeyi kabul ettiler.

"Yahûdîler: Üzeyr Allah'ın oğludur, dediler". (Tevbe: 30)

Şöyle de denilmiştir: Onlar Mûsa kavmidir ki, onun ardından ihtilâf ettiler. Onlar Îsa aleyhisselâm hakkında ihtilâf eden Hıristiyanlardır da, denilmiştir.

"Ancak kendilerine ilim geldikten sonra ihtilâf ettiler” yani gerçek durumu öğrendikten ve o hususta âyet ve delillerle ilim sâhibi olduktan sonra.

"Aralarındaki kıskançlıktan” birbirlerini çekemediklerinden ve başkanlık istediklerinden tartıştılar, şüpheden ve durumun kapalılığından değil.

"Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz Allah'ın hesabı çabuktur". Bu da onlardan inkâr edenlere tehdittir.

20

 Eğer seninle tartışırlarsa, de ki: Ben bana tâbi olanlarla beraber kendimi Allah'a teslim ettim. Kendilerine kitap verilenlere ve ümmilere "Müslüman oldunuz mu?” de. Eğer Müslüman olurlarsa, doğru yolu bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse, sana ancak tebliğ etmek düşer. Allah kullarını hakkıyla görmektedir.

"Eğer seninle tartışırlarsa” dinde tartışırlar da deliller getirdikten sonra seninle mücadele ederlerse (de ki: Ben yüzümü Allah'a teslim ettim) kendimi ve her şeyimi ona teslim ettim, onda (nefsimde) ona kimseyi ortak etmem. O da doğru delillerle ispat edilen ve âyet ve peygamberlerin ona davet ettiği dosdoğru dindir. Nefsi yüz ile ifade etmesi, onun dış organların en şereflisi ve kuvvet ve duyuların en görüneni olduğu içindir.

"Vemenittebani” bu da eslemtü'nin te'sine atıftır, araya fasıla girmesi bunun güzelce gerçekleşmesine imkân vermiştir, ya da memlun maahtir.

"Kendilerine kitap verilenlere ve ümmilere de ki,” Arap müşrikleri gibi kitabı olmayanlara:

"Teslim oldunuz mu?” benim size izah ettiğim şeye teslim olmam gibi yoksa küfrünüz üzerinde duruyor musunuz? Bunun bir benzeri de "son verdiniz mi?” (Maide: 91) kavlidir. Bunda onların aptal veya inat olduklarına îma vardır.

"Eğer Müslüman olurlarsa, doğru yolu bulmuşlardır” kendilerini sapıklıktan çıkarmakla istifade ederler.

"Eğer yüz çevirirlerse, sana ancak tebliğ etmek düşer” yani sana zarar veremezler, çünkü sana tebliğden başkası düşmez, tebliği de yaptm.

"Allah kullarını hakkıyla görendir” bu da hem vaat hem de tehdittir.

21

 Şüphesiz Allah,'ın âyetlerini inkâr edip de peygamberleri haksız yere öldürenleri ve adaleti emreden insanları öldürenleri, onları acıklı bir azapla müjdele!

"Şüphesiz Allah,'ın âyetlerini inkâr edip de peygamberleri haksız yere öldürenleri ve adaleti emreden insanları öldürenleri, onları acıklı bir azapla müjdele". Onlar aleyhisselâm Efendimizin asrındaki ehl-i kitaplardır, bunların ilkleri peygamberleri öldürdüler, bunlar da ona râzı oldular ve Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'i ve mü'minleri öldürmeye yeltendiler, ancak Allah onları korudu. Bunun bir benzeri de Bakara sûresinde geçmiştir. Hamze "ve yukatilunellezine” okumuştur. Sîbeveyh de leyte ve lealle'de olduğu gibi "inne"nin haberine fe'nin gelmesini kabul etmemiştir.

22

İşte onların amelleri dünyada ve âhirette boşa gitmiştir. Onlar için yardımcılar da yoktur.

 (Mana bakımından bir önceki âyete bağlıdır.) Bunun içindir ki, haberin "ulâikellezine habitat a'mâluhum fiddünya vel-âhireti” olduğu söylenmiştir. Çünkü onlar için dünyada 'net ve rezillik, âhirette de azâp vardır.

"Onlar için yardımcılar da yoktur” azâbı kendilerinden savacak yardımcılar.

23

 Kendilerine kitaptan bir nasip verilenleri görmedin mi; bunlar aralarında hüküm vermesi için Allah'ın kitabına davet ediliyorlar da sonra da içlerinden bir grup yüz çeviriyorlar? Onlar yüz çevirenlerdir.

 (Kendilerine kitaptan bir nasip verilenleri görmedin mi?) yani Tevrat'tan yahut semâvî kitaplar cinsinden, demektir,

"min” ba'z manasınadır yahut beyan içindir. Nasib'in nekire olması ta'zîme de tahkire de müsaittir.

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'ın kitabına davet ediliyorlar da” davet eden Muhammed aleyhis-salâtü ves-selâm'dır, Allah'ın kitabı da Kur'ân'dır yahut Tevrat'tır. Çünkü

rivâyete göre Efendimiz aleyhisselâm onların dershanelerine girdi; Nuaym bin Amr ile Haris bin Zeyd:

"Sen hangi dindensin?” dediler. O da: İbrâhîm dîninden, dedi. Onlar da kendisine: İbrâhîm Yahûdî idi, dediler. O da: Tevrat'ı getirin, aramızda hakem olsun, dedi. Onlar da kabul etmediler. Âyet bunun üzerine indi. Âyetin recim hakkında indiği de söylenmiştir. Meçhul kalıbı ile liyuhkeme okunduğu da rivâyet edilmiştir. O zaman ihtilâf kendi aralarında olur. Bunda dinî kitaplardaki delillerin usulda da geçerli olduğuna işâret vardır.

"Sonra içlerinden bir grup yüz çeviriyorlar” ona başvurmalarının vâcip olduğunu bildikleri hâlde yüz çevirmelerini yadırgamaktadır.

"Onlar yüz çevirenlerdir". Adetleri yüz çevirmek olan bir gruptur. Bu da ferikun'dan hâl’dir, sıfatla tahassüs etmesi buna imkân vermiştir.

24

 Bunun sebebi de şudur: Çünkü onlar:

"Cehennem ateşi bize ancak sayılı günler dokunacaktır” demişlerdir. Uydurdukları şeyler onları dinleri hakkında aldatmıştır.

 (Bu) arka dönmeye ve yan çizmeye işarettir,

"zira onlar:

"Cehennem ateşi bize ancak sayılı günler dokunacaktır” demişlerdir” bu sapık itikat ve boş umuttan dolayı azâp durumunu kendilerine kolaylaştırmışlardır.

"Uydurdukları şeyler onları dinleri hakkında aldatmıştır” ateş onlara az bir gün dokunacak yahut ataları onlara şefaat edecekler yahut da Allahü teâlâ Ya'kûb aleyhisselâm'a evlatlarına ancak yemin sınacak (bozacak) kadar azâp edeceğim va'detmiştir, demelerinden dolayı.

25

 Onları vukûunda şüphe olmayan ve herkese kazancı eksiksiz olarak ödenecek günde onları topladığımız zaman nasıl olacak? Onlara haksızlık da edilmeyecektir.

"Onları vukûunda şüphe olmayan günde topladığımız zaman nasıl olacak?” Onları âhirette saracak azâbı büyütmekte ve: Ateş bize ancak sayılı günlerde dokunacaktır, sözlerini yalanlamaktadır.

Rivâyete göre kıyâmet gününde ilk kaldırılacak bayrak Yahûdîlerin bayrağıdır; Allah onları halkın huzurunda rezil edecek, sonra da onları cehenneme gönderecektir.

"Herkese kazancının eksiksiz olarak ödeneceği günde” yaptıklarının karşılığı olarak. Bunda ibâdetin boşa çıkarılmayacağına ve mü'minin cehennemde ebedî kalmayacağına delil vardır. Çünkü îmanının ve amelinin ona tam olarak ödenmesi ateşte iken olmaz, girmeden önce de olmaz. O ancak ondan kurtulduktan sonra olur. (Onlara haksızlık da edilmez) zamir küllü nefse râcidir, çünkü o küllü insanin manasındadır.

26

De ki: Allah'ım, ey mülkün sâhibi, sen mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden çeker alırsın. Dilediğini azîz eder, dilediğini hor edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kâdirsin.

"Kulillahümme” mim "ya"nın yerine getirilmiştir, bunun içindir ki, ikisi birleşmez. Bu, bu ismin özelliğindendir, tıpkı üzerine lâm-ı tarif getirildiği hâlde hemzesinin kat' olması ve kasemde te'nin de ona hâs olması gibi. Aslının: Ya allahu ümmene bihayr olduğu da söylenmiştir. Nida harfinin, fiile bağlı olanların ve hemzesinin atılmasıyla tahfif edilmiştir.

"Mülkün sâhibisin” mal sahipleri gibi onda tasarruf eder. Bu da Sîbeveyh'e göre ikinci nidadır, allahümmedeki mim sıfat olmasına manidir.

"Mülkü dilediğine verirsin, mülkü dilediğinden çeker alırsın” ondan dilediğine dilediğin kadar verir geri alırsın. Birinci mülk genel, diğer ikisi ondan iki parçadır. Mülkten maksat peygamberlik, alınmasından maksadın da bir kavimden başka bir kavme naklidir, denilmiştir.

"Dilediğini azîz eder, dilediğini hor edersin” dünyada yahut âhirette yahut ikisinde, yardım etmek ve kesmekle, muvaffak edip başarısız kılmakla.

"Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye kâdirsin” hayrı tek zikretmesi onun bizzat hükme bağlanmasındandır, şer ise dolaylı olarak hükme bağlanır. Zira küllî bir hayır içermedikçe cüz'î bir şer bulunmaz.

Ya da hitapta edebe riayet etmek için yalnız hayır söylenmiştir. Çünkü söz onun hakkındadır. Zira

rivâyete göre Efendimiz aleyhisselâm hendeği planlayıp da her on kişiye kırkar arşın verince büyük bir kaya göründü, ona kazmalar işlemedi. Selman'ı haber vermesi için Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e gönderdiler. Geldi, kazmayı aldı, ona bir vurdu, onu çatlattı ve ondan bir kıvılcım çıktı; Medîne'nin aşağısını ve yukarısını aydınlattı, sanki karanlık odada kandil varmış gibi oldu. Kendisi tekbir getirdi, onunla beraber Müslümanlar da tekbir getirdiler. Kendisi: Bana Hiyre'nin sarayları göründü, sanki onlar köpeklerin kuyrukları gibi idi, dedi. Sonra ikincisini vurdu: Bana Rum'un kırmızı sarayları göründü, dedi. Sonra da üçüncüsünü vurdu: Bana San'a'nın sarayları göründü. Cebrâîl bana ümmetimin bütün buralara çıkacağını haber verdi, size müjde, dedi! Bunun üzerine kâfirler: Nasıl da şaşmıyorsunuz, sizi ümitlendiriyor, size olmaz şeyi va'dediyor ve size Yesrib'ten Hiyre'nin saraylarını gördüğünü ve onları fethedeceğinizi haber veriyor. Siz ise korkudan hendek kazıyorsunuz, dediler! Âyet bunun üzerine indi. Şerre de "Şüphesiz sen her şeye kâdirsin” sözüyle de dikkat çekmiştir.

27

 Geceyi gündüze, gündüzü de geceye sokarsın. Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın. Dilediğine hesapsız rızık verirsin.

"Geceyi gündüze, gündüzü de geceye sokarsın. Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğine hesapsız rızık verirsin". Bunun arkasından gece ile gündüzü arka arkaya getirmeye, öldürüp diriltmeye gücünün yettiğini açıkladı ki, buna gücü yetenin zillet ve izzet vermeye, mülk vermeye ve çekip almaya gücünün yeteceğini bildirmek istedi. Âyette geçen vüluc dar bir yere girmektir. Geceyi ve gündüzü de birbirine girdirmesi, birini diğerine arka arkaya girdirmektir ya da uzatıp kısaltmaktır. Ölüden diri çıkarmak yahut aksini yapmak da canlıları maddelerden var edip öldürmektir ya da canlıyı meniden, meniyi de ondan çıkarmaktır.

Şöyle de denilmiştir: Mü'min'i kafirden, kafiri de mü'minden çıkarmaktır. İbn Kesîr, Ebû Amr ve İbn Âmir şeddesiz olarak elmeyte okumuşlardır.

28

 İnananlar mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, Allah katında hiçbir değeri yoktur. Meğerki onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmış olasınız. Allah sizi kendisinden sakındırır. Dönüş yalnız Allah'adır.

"İnananlar kâfirleri dostlar edinmesin". Akrabalık yahut cahiliyedeki arkadaşlık vb. şeyler sebebiyle onlarla dostluktan men edildiler, Tâ ki, sevgileri de nefretleri de Allah için olsun.

Ya da savaşta ve diğer dünyevî işlerde onlardan yardım istemekten men olundular.

"Mü'minleri bırakıp da” bu da dostluğa onların lâyık olduklarına ve onları dost edinmenin kâfirleri dost edinmeye alternatif olacağına işâret vardır.

"Kim bunu yaparsa” yani onları dost edinirse "Allah katında hiçbir değeri yoktur” yani o, dostluk denecek bir şey değildir. Çünkü iki düşmanın dostluğu bir kalpte birleşmez. Şâir şöyle demiştir:

Düşmanımı seviyorsun, sonra da dostum olduğunu iddia ediyorsun;

Ahmaklık senden uzak değildir (sen ahmaksın).

(Meğerki onlardan gelebilecek bir tehlikeden sakınmış olasınız). Onların tarafından gelebilecek ve sakınması lâzım bir şeyden korkasınız. (İtteka) fiilinin "min” ile geçişli kılınması sakınmak ve korkmak manasına olduğu içindir. Ya'kûb takıyyeten okumuştur. Korku dışında bütün vakitlerde açık ve gizli olarak dostluklarım men etmiştir. Ancak o zaman yüzeysel bir dostluk göstermek câizdir. Nitekim Îsa aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: Ortada ol, yandan yürü.

"Allah sizi kendisinden sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah'adır” hükümlerine muhalefet ve düşmanlarına dostluk ederek gazabına maruz kalmayın. Bu da yasak edilen şeyin gayet çirkin olduğunu gösteren büyük bir tehdittir. Nefsi zikretmesi sakınılacak şeyin Allah'tan gelecek bir ceza olduğunu bildirmek içindir. Binâenaleyh ondan başka kâfirlerden gelecek ve sakınılacak şeylerin önemi yoktur.

29

 De ki: Göğüslerinizdekini gizleseniz de onu açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerdeki ve yerdeki şeyleri de bilir. Allah her şeye kâdirdir.

"De ki: göğüslerinizdekini gizleseniz de yahut onu açıklasanız da Allah onu bilir” yani içlerinizde sakladığınız kâfirlere dostluk ve başka şeyleri gizleseniz de açıklasanız da bilir demektir.

"Göklerdeki ve yerdeki şeyleri de bilir” gizlinizi ve açığınızı bilir.

"Allah her şeye kâdirdir". Eğer yasaklandığınız şeye son vermezseniz, size ceza vermeye de gücü yeter. Âyet:

"Allah sizi kendisinden sakındırıyor” (Ali İmran; 28) kavlinin açıklamasıdır. Sanki şöyle buyurmuştur: Sizi kendinden sakındırıyor; çünkü o, bütün bilinen şeyleri kavrayan zatî bir ilim ve güç yeten her şeyi kaplayan zatî bir kudret ile muttasıftır. Binâenaleyh ona isyana cesaret etmeyin; çünkü ne gibi bir isyan varsa ondan haberdardır ve onu cezalandırmaya kâdirdir.

30

Hatırlayın o günü ki, onda her nefis, yaptığı hayrı hazır bulacak. Yaptığı kötülükle de kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Allah kullarını pek merhametlidir.

 (Hatırlayın o günü ki, o gün her nefis, yaptığı hayrı hazır bulacak. Yaptığı kötülükle de kendi arasında uzak bir mesafe olmasını arzu edecek). Yevme lâfzı teveddü ile mensûbtur yani her nefis amel defterlerini veyahut hayır ve şer amellerinin karşılığını hazır bulduğu gün o şeylerle o gününün ve korkularının arasında uzak bir mesafe olmasını ister.

Ya da yevme üzkür (hatırla) gibi bir şeyle mensûbtur, teveddü de amilet'teki zamirden hâl’dir ya amilet min hayrın mübteda’dır o da haberdir. Tecidü'nün mef'ûlu da amilet min hayrin ile sınırlıdır.

"Mâ” ise şartıye olamaz, çünkü teveddü merfû’dur. Veddet şeklinde de okunmuştur, buna göre 'nın şartıye olması doğru olur. Ancak haber kabul etmek mana bakımından daha etkilidir, çünkü o, olmuş bir şeyin hikayesidir ve meşhur kırâata daha uygundur.

"Allah sizi kendisinden sakındırır” te'kit etmek ve hatırlatmak için tekrar etmiştir.

"Allah kullarını pek merhametlidir” Allahü teâlâ’nın onları men etmesinin ve sakındırmasmın onlara acımasından, iyiliklerini istemesinden olduğuna ya da rahmeti umulan ve azabından korkulan mağfiret ve azâp sâhibi olduğuna işâret içindir.

31

De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

 (De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun). Muhabbet nefsin bir şeyde fark edilen kemaldan dolayı ona meyletmesidir. Bu da onu ona yaklaştıracak şeye sevk eder. Kul gerçek kemalin yalnız Allah'a ait olduğunu ve nefsinde ve başka yerde gördüğü her kemalin Allah'tan, Allah ile ve Allah’a olduğunu bildiği zaman sevgisi ancak Allah için ve Allah’ta olur. Bu da ona itâat etmeye ve ona yaklaştıracak şeyi istemeye götürür. Bunun içindir ki, muhabbet (sevgi) tâat istemekle tefsir edilmiş ve ibâdetinde, taatına hırsta Resûl'e tâbi olmayı gerektirmiştir, (Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın). Bu, emrin cevabıdır yani sizden râzı olsun kusurlarınızdan geçerek kalplerinizin üzerindeki perdeleri açsın da sizi Cenab-ı izzetine yaklaştırsın ve sizi kutsal çevresine yaklaştırsın. Bunu da istiare ve mukabele (karşılık) yoluyla muhabbet ile ifade etmiştir.

"Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” itâat ederek ve Nebi'sine tâbi olarak kendine sevilmeye çalışânı çok bağışlayıcıdır.

Rivâyete göre âyet, Yahûdîler: Bizler Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz dedikleri zaman inmiştir. Necran heyeti de: Bizler Mesih Îsa'ya Allah sevgisinden ibâdet ediyoruz, dedikleri zaman indiği de söylenmiştir. Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz zamanında Allah'ı sevdiklerini iddia eden topluluklar hakkında indiği de söylenmiştir ki, sözlerini eylemle ispat etmeleri istenmiştir.

32

De ki: Allah'a ve Resûlüne itâat edin. Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.

 (De ki: Allah'a ve Resûlüne itâat edin. Eğer yüz çevirirlerse). Maziye de muzâriye de ihtimali vardır, mana da fein teetvellev demektir.

"Şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez” onlardan râzı olmaz. Layuhibbuhum diyerek zamir kullanmaması genellik içindir ve yüz çevirmenin küfür olduğunu, bu itibarla da Allah sevgisine zıt olduğunu ve onun sevgisinin mü'minlere özgü olduğunu bildirmek içindir.

33

Allah; Âdem'i, Nûh'u, İbrâhîm hanedanım ve İmran ailesini âlemlerin üzerine seçti.

"Allah; Âdem'i, Nûh'u, İbrâhîm hanedanını ve İmran ailesini âlemlerin üzerine seçti". Elçilikle ve maddî ve manevî özelliklerle seçti. Bunun içindir ki, başkalarının yapamadıklarını yaptılar, Allahü teâlâ peygamberlere itâati vâcip kılıp da Allah sevgisini kazandıran şeyleri açıklayınca, arkasından onların menkıbelerini açıkladı, buna teşvik etti. Bundan onların meleklerden üstün oldukları sonucu çıkarılmıştır. İbrâhîm hanedanı İsmâîl, İshak ve evlatlarıdır. Bunlara Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de dahildir. İmran ailesi de İmran bin Yashar bin Kahes bin Levi bin Ya'kûb çocuklarından Mûsa ile Hârûn'dur.

Ya da Îsa ile Meryem bint Masan bin İsazar bin Ebi Yüzen bin Rabb Babel bin Sayliyan bin Yuhanna bin Uşa İbn Emuzen bin Miski bin Harar bin Ahade bin Yevtam bin Azriya bin Yuram bin Sakıt bin İşar bin Raciyim bin Süleyman bin Dâvûd bin Elyeşin bin Uveyd bin Salamun bin Yaar bin Yahşun bin İmran bin Ram bin Hazrum bin Farıd bin Yahuda bin Ya'kûb aleyhisselâmdır. İki İmran arasında bin sekiz yüz yıl vardır.

34

Bunlar birbirinden gelme zürriyettir. Allah hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir.

"Zürriyeten baduha min ba'd” bu da iki âl'den yahut onlardan ve Nûh'tan hâl’dir yani bunlar birbirlerinden dallanan bir nesildir demektir. Dinde birbirinden de denilmiştir. Zürriyet çocuktur, teke ve çoğa kullanılır. Vezni fu'liyyettir, zer'den gelir ki, hemzesi ye'ye çevrilmiş, sonra da vâv ye'ye kalp edilerek idgam edilmiştir.

"Allah hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir” insanların sözlerini ve işlerini demektir ki, sözü ve işi doğru olanı seçer.

Ya da İmran’ın karısının dediğini işitici ve niyetini bilicidir.

35

Hani İmran'ın karısı:

"Rabbim, karnımdakini azatlı bir kul olarak sana adadım; benden kabul buyur. Şüphesiz sen hakkıyla işiten ve kemaliyle bilensin buyurmuştur.

 (Hani İmran'ın karısı: Rabbim, karnımdakini sana adadım, demişti). "İz” tenazu' yolu ile bu ikisiyle (semiün aliym ile) mensûbtur. Gizli üzkür ile de mensûbtur, denilmiştir. Bu da Hanne bint Fakuza'dır ki, Îsa'nın nenesidir. İmran bin Yashar'ın bir kızı vardı, ismi da Meryem idi, Hârûn'dan büyük idi. Bunun karısı olduğu zannedilmiştir. Zekeriyya'nın bu görevi üstlenmesi buna müsaade etmez, Çünkü o, İbn Masan ile çağdaş idi (İmran bin Yashar ile değil). Kızı İyşa ile evlenmişti. Yahya ile Îsa da - o ikisine selâm olsun - baba bir teyze oğulları idiler.

Rivâyete göre Hanne kısır ve yaşlı idi, bir gün bir ağacın gölgesinde iken bir kuşun yavrusunu beslediğini gördü. Hanne de evlât özledi ve: Allah'ım, sana adak ediyorum, eğer bana bir evlât nasip edersen onu Beytül Mukaddes'e adayacağım, o da onun hizmetkârlarından olacaktır, dedi. Meryem'e hamile kaldı. Bu adak onların zamanında erkek çocuklar için geçerliydi. Belki de o bu işi zan üzerine kurdu ya da erkek çocuk sâhibi olmak istedi.

"Muharreren” oraya hizmet için adanmış olarak, onu hiçbir şeyle meşgul etmeyeceğim ya da ibâdete verilmiş olarak demektir. Mensûb olması da hâl olmasından dolayıdır.

"Benden kabul et” adağımı.

"Şüphesiz sen hakkıyla işiten ve kemaliyle bilensin” benim sözümü ve niyetimi.

36

Onu doğurunca,

"Rabbim, onu dişi olarak doğurdum!” dedi. Halbuki Allah onun ne doğurduğunu pekiyi biliyordu. Erkek kız gibi değildir. Gerçek ben onun adını Meryem koydum. Onu ve soyunu Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytandan sana ısmarladım (dedi).

"Felemma vadaatha kalet rabbi inni vada'tuha ünsa” zamir karnmdakine râcidir, müennes olması dişi olmasından dolayıdır. Ünsa'nın ondan hâl olarak mensûb olması müennesliğinin bundan bilinmesindendir. Çünkü hâl ile zilhal bizzat birdir.

Ya da nefs ve habele gibi müennes te'vili iledir. Bunu demesi de üzüntüsünü Rabbine şikayet etmesindendir, çünkü o erkek çocuk bekliyordu. Bunun içindir ki, onu mescide bağışlamayı adak etmişti. (Halbuki Allah onun ne doğurduğunu pekiyi biliyordu). Bu da Allahü teâlâ'dan yeni söz başıdır. Doğan çocuğun konumuna önem vermek ve annesinin de bunu bilmediğine işâret için böyle demiştir.

İbn Âmir, Ebû Bekir de Âsım rivâyetinde ve Ya'kûb vada'tü okumuşlardır ki, bu da onun sözünden ve kendini teselli etmek için olur. Yani belki de bunda Allah'ın bir sırrı vardır ya da dişi daha hayırlıdır demek istiyor. Allahü teâlâ'dan ona hitap olarak: Vada'ti de okunmuştur. (Erkek kız gibi değildir). Bu da Allah pekiyi bilir sözünün açıklamasıdır yani onun istediği erkek ona bağışlanan kız gibi değildir. İkisindeki lâm da ahd içindir. Kadının sözünden olması da câizdir ki, o zaman mana, adak ettiğim şeyde erkekle dişi bir değildir, lâm da cins için olur.

"Ben ona Meryem adım verdim” bu da yukarıdaki sözüne atıftır, aralarındaki de itiraz cümlesidir. Bunu Rabbine anlatması da ona yaklaşmak ve onu korumasını ve ıslah etmesini istemek içindir ki, adına yaraşan biri olsun. Çünkü Meryem kelimesi onların dilinde ibâdet eden kadın demektir. Bunda ismin, müsemmanın ve tesmiyenin değişik şeyler olduğuna delil vardır.

"Onu sana ısmarlarım” hıfzına emanet ediyorum "zürriyetini de, kovulmuş şeytandan” recm'in aslı taş atmaktır. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ne zaman bir çocuk doğarsa mutlaka ona şeytan dokunur, o da dokunmasından seslenir, ancak Meryem ile oğlu bundan hariçtir. Bunun manası şudur: Şeytan her doğan çocuğu kandırmak ister, çocuk da bundan etkilenir, ancak Meryem ile oğlu bundan müstesnadır. Çünkü Allahü teâlâ onları bu sığınmanın bereketiyle korumuştur.

37

Bunun üzerine Rabbi de onu iyi bir rıza ile kabul buyurdu. Ve onu güzel bir bitki gibi büyüttü. Zekeriyya'yı da ona bakmaya memur etti. Zekeriyya ne zaman onun yanına mihraba girse, yanında bir rızık bulurdu.

"Ey Meryem, bu sana nereden?” derdi. O da: Allah katından dır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir, derdi.

"Bunu Rabbi kabul etti” erkeğin yerine onu adak etmesine râzı oldu "güzel bir kabul ile” adağı kabul edecek bir tarzda. Bu da onu erkek yerine koyması yahut doğar doğmaz kabul edip büyümesini ve mescide hizmet edecek çağa gelmesini beklememesidir.

Rivâyete göre Hanne onu doğurunca bir beze sardı ve onu mescide götürdü, onu hahamların yanına koydu ve: Bu adağı alın, dedi. Onlar da onu almak için yarıştılar; çünkü o, baş hahamın ve kurbanla görevli birinin kızı idi. Zira Masan oğulları İsrâîl oğullarının reisleri ve kralları idi. Zekeriyya: Ona en haklısı benim, çünkü teyzesi benim yanımdadır, dedi. Onlarsa kurradan başka bir şeyi kabul etmediler. On yedi kişi idiler. Irmağa gittiler, kalemlerini ona attılar; Zekeriyya'nın kalemi suyun yüzüne çıktı, onların kalemleri ise suya battı. Onu da (Meryem'i) Zekeriyya aldı. Muzâf takdir edilerek mastar olması da câizdir ki, o zaman "bizî kabulin hasenin” demek olur, tekabbele de istakbele manasına olur, tekadda ve taaccele'de olduğu gibi. Yani onu doğar doğmaz aldı, güzelce kabul etti demek olur.

"Onu güzel bir bitki gibi büyüttü". Bu da onun bütün hâllerinde onu ıslah edecek bir şekilde büyütülmesinden mecazdır.

"Ve keffeleha zekeriyya” Hamze, Kisâî ve Âsım fe'yi şeddeli okumuşlardır. İbn Ayyaş rivâyeti dışında zekeriya'yı da fâil Allah, Zekeriyya da mef ul olarak medsiz okumuşlardır. Yani çocuğun bakımını ve terbiyesini Zekeriyya'ya verdi demektir. Kalanlar da Merfû' olarak şeddesiz okumuş ve zekeriya'yı med etmişlerdir.

(Zekeriyya ne zaman onun yanına mihraba girse) yani kendisi için yapılan odaya yahut mescide veyahut en şerefli ve ön kısmına girse demektir. Ona mihrab denilmesi şeytanla muharebe yeri olmasındandır. Sanki o, Beytül Mukaddes'in en şerefli yerine konulmuş idi. (Yanında bir rızık bulurdu) bu da küllema'nın cevabıdır.

Rivâyete göre Meryem'in yanına Zekeriyya'dan başkası giremezdi. Çıktığı zaman üzerine yedi kapı kilitlerdi. Onun yanında yazın kış meyvesi, kışın da yaz meyvesi bulurdu.

"Ey Meryem, bu sana nereden, derdi?” kapılar kapalı iken mevsimi dışında gelen rızık sana nereden? Bu, keramet-i evliyanın câiz olduğuna delildir. Bunu Zekeriyya'ya mu'cize kılmak, durumdan haberdar olmadığı için mümkün değildir.

"O da: Allah katındandır, derdi” bunu garipsemezdi.

Şöyle de denilmiştir: O, küçükken konuşmuştur, tıpkı Îsa aleyhisselâm gibi, hiç meme emmedi, rızkı ona cennetten gelirdi.

"Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir” çok olduğu için takdire sığmayan demektir ya da hak etmeden lütfen verir demektir. Bunun Meryem'in sözünden olma ve Allah,ü teâlâ’nın kelâmından olma da ihtimali vardır.

Rivâyete göre Fatıme radıyallahü anha, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e iki yufka ekmekle biraz et gönderdi. Efendimiz onu Fatıme'ye götürdü ve: Kızım, yanıma gel, dedi. Fatıme tabağı açtı; et ve ekmekle dolu olduğunu gördü. Efendimiz ona: Bu sana nereden dedi? O da: O, Allah katındandır, Allah dilediğine hesapsız rızık verir, dedi. Efendimiz de: Seni Hazret-i Meryem'e benzeten Allah'a hamd olsun, dedi! Sonra Ali'yi, Hasan ile Hüseyn'i ve ev halkını topladı. Yemek olduğu gibi kaldı, Fatıme komşularına bol bol dağıttı.

38

Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: Rabbim, bana kendi katından tertemiz bir zürriyet ver. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin, dedi.

"Orada Zekeriyya Rabbine dua etti” o mekanda yahut o vakitte. Çünkü hüna, semme ve haysü istiare ile zaman için de kullanılır. Meryem'in kerametini ve Allah katındaki derecesini görünce:

"Rabbim, bana kendi katından tertemiz bir zürriyet ver, dedi” yaşlı karı Hanne'ye bunu bağışladığın gibi.

Şöyle de denilmiştir: Meyveyi mevsimi dışında görünce kısır bir kadının yaşlı bir erkekten çocuk doğurmasını mümkün gördü, dilekte bulundu ve: Bana kendi katından bir zürriyet ver, dedi. Çünkü normal yollardan ve bilinen sebeplerden değildi,

"şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin” duaya icabet edensin.

39

O mihrapta divan durmuş dua ederken melekler ona: Şüphesiz Allah, sana kendinden bir kelimeyi tasdik edici, nefsine hâkim ve iyilerden bir peygamber olarak Yahya’yı müjdeler, diye seslendi.

"Melekler ona seslendi” yani onların cinsinden demektir, Meselâ zeydün yerkebul hayle (Zeyd atlara biner) gibi. Çünkü seslenen yalnız Cebrâîl idi. Hamze ile Kisâî imâle ile fenadeyhi okumuşlardır.

"O mihrapta namaz kılarken” yani ayakta namaz kılarken demektir. Yusalli kaim'in sıfatıdır ya da başka bir hâl’dir veyahut kaimün'deki zamirden hâl’dir.

"Ennallahe yübeşşirüke biyahya (Allah sana Yahya'yı müjdeler") biennallahe demektir. Nâfi' ile İbn Âmir kavl maddesini izmar ederek, inne okumuşlardır ya da nida da ondan bir çeşittir. Hamze ile Kisâî ise yebşürüke okumuşlardır. Yahya yabancı bir isimdir. Eğer Arapça sayılırsa gayri munsarif olması tarif ve vezn-i fiü'dendir.

"Kendinden bir kelimeyi tasdik edici olarak” yani Îsa'yı demektir. Ona böyle denilmesi, babasız Allah'ın emriyle meydana gelmesindendir. Böylece emir alemindeki eşsiz şeylere benzetilmiştir.

Ya da Allah'ın kitabını tasdik edici demektir, ona kelime denilmiştir, Meselâ Huveydere'nin kasidesi için de kelimesi denilir.

"Seyyiden” kavminin seyyidi ye başkanı olarak. Bütün insanlardan üstün idi, çünkü günahı aklından bile geçirmemişti.

"Hasuran” nefsini şehvetlerden ve eğlencelerden titizlikle tutan demektir.

Rivâyete göre çocukluğunda çocuklara rastladı, onu oyuna çağırdılar, o da: Ben oyun için yaratılmadım, dedi.

"Ve iyilerden bir peygamber olarak” onlardan çıkmış, onlardan biri olarak demektir ki, ne büyük ne de küçük bir günah işlememişti.

40

O da şöyle dedi:

"Rabbim, benim nasıl bir oğlum olabilir ki, bana ihtiyarlık gelmiş, karım da kısırdır, dedi” O da: Öyledir, Allah dilediğini yapar, dedi.

"O da şöyle dedi: Rabbim, benim nasıl bir oğlum olur?” bunu adet bakımından uzak görüyor yahut gözünde büyütüyor veyahut şaşıyor ya da nasıl meydana geleceğini soruyordu.

"Bana ihtiyarlık gelmiş” yaşım ilerlemiş ve beni etkisi altına almıştır. O sırada kendisi doksan dokuz, karısı da doksan sekiz yaşında idi. (Karım da kısırdır) doğurmaz, bu ukrdan gelir ki, kesmek manasınadır, çünkü karısı çocuktan kesilmişti.

"O da: öyledir; Allah dilediğini yapar, dedi". Yani bunun gibi acayip şeyleri yapar demektir. O da yaşlı bitkin bir ihtiyardan ve kısır yaşlı bir kadından çocuk meydana getirmektir.

Ya da sen ve karın gibi iki yaşlıdan demektir. Allah dilediğini yapar. Kezalikallah mübteda ve haberdir yani Allah böyledir demek olur. Dilediğini yapar da bunun açıklamasıdır.

Yahut Kezâlike mahzûf mübtedânın haberidir ki, durum böyledir, allahu yefalu yeşau da onun açıklamasıdır.

41

Zekeriyya: Rabbim, bana bir nişan ver, dedi. O da: Nişânın sadece işaretten başka insanlarla üç gün konuşamamandır. Rabbini çok zikret ve sabah akşam onu tesbih et, dedi.

"Zekeriyya: Rabbim, bana bir nişan ver, dedi” bir alâmet ver de onunla gebeliği bileyim de onu güler yüzle ve şükürle karşılayayım ve beklemenin de sıkıntısını ortadan kaldırsın.

"O da: Nişânın sadece bir işaretten başka insanlarla üç gün konuşamamandır". İnsanlarla üç gün konuşmaya gücün yetmemektir. Dili sadece onlarla konuşmaktan tutulmuştu. Tâ ki, süre özel olarak Allah'ın zikri ile geçsin ve nimetin hakkını ödemek için şükriyle geçsin. Sanki: Alametin şükür hariç dilinin tutulmasıdır, demiştir. En güzel cevap sorudan çıkandır.

"İllâ remza” remz hariçtir ki, el yahut baş işâreti gibi. Remz'in aslı hareket etmektir. Denize ramuz denilmesi de bundandır. İstisna da munkatıdır, muttasıl olduğu da söylenmiştir, çünkü asıl konuşma kalp iledir dil, ona delil kılınmıştır. Hadem vezninde remezen de okunmuştur ki, ramiz'in çoğulu olur. Rüsül gibi rümüz de okunmuştur ki, remuz'un çoğulu olur. Hem ondan hem de insanlardan hâl olur, müteramizine demektir. Şu beyitte olduğu gibi:

Ne zaman benimle teke tek karşılaşırsan,

Kalçaların titrer ve uçarlar (korkudan).

(Teke tek sen ve ben demektir).

"Rabbini çok zikret” dilin tutulduğu günlerde, bu da yukarıda geçeni te'kit etmekte ve ondan isteneni açıklamaktadır. Çok zikretmekle kayıtlaması emrin tekrar ifade etmediğini gösterir.

"Sebbih bilaşiyyi” aşiy zevalden güneş batmasına kadarki zamana denir. İkindiden yahut güneş battıktan gecenin ilk kısmı geçinceye kadar da denilmiştir.

"Velibkâr” şafaktan kuşluğa kadar demektir. Feth ile beker'in çoğulu olarak da okunmuştur ki, seher ve eshar gibi olur.

42

Hani melekler: Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz etti ve seni dünya kadınlarının üzerine mümtaz kıldı, demişti.

Hani melekler: Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni tertemiz etti ve seni dünya kadınlarının üzerine mümtaz kıldı, demişti. Melekler keramet olarak onunla şifahen konuştular. Kim kerameti inkâr ederse, bunun Zekeriyya'nın mu'cizesi ve Îsa aleyhisselâm'ın da irhası (peygamberlik öncesi alâmeti) olduğunu demek ister. Çünkü Allahü teâlâ’nın kadın peygamber göndermediğinde icma vardır. Zira Allahü teâlâ:

"Senden önce ancak bazı erkek(peygamber)leri peygamber gönderdik” (Enbiya: 7) buyurmuştur. Ona ilham ettiler de denilmiştir. Birinci istifa (seçme) annesinden kabul olunmasıdır, çünkü ondan önce dişi kabul olunmamıştır. Aynı zamanda ibâdete verilmesi ve çalışma yerine cennetten rızık verilmesidir. Temizlenmesi de kadınlar için hoş olmayan şeylerden temizlenmesidir.

İkincisi de hidâyet edilmesi, ona meleklerin gönderilmesi ve ona yüce ikram verilmesidir, Meselâ babasız çocuk gibi. Yahûdîlerin ona attıkları iftiradan da bebeğin konuşması ve onu ve oğlunu dünyalara ibret kılmasıdır.

43

Ey Meryem, huşu ile Rabbinin divanına dur, secde et ve rüku edenlerle beraber rüku et.

"Ey Meryem, huşu ile Rabbinin divanına dur, secde et ve rüku edenlerle beraber rüku et” rükünlerini yerine getirerek cemâatle namaz kılmasının emredilmesi, namaza dikkat etmesi içindir. Secdenin rukûdan önce getirilmesi, ya onların şerîatında öyle olmasındandır ya da vâv’ın tertip ifade etmediğini hatırlatmak içindir ya da rüku edenlere yakın durması içindir. Bunda şu da akla geliyor ki, namazlarında rüku olmayanlar namaz kılmıyorlardır.

Şöyle de denilmiştir: Kunuttan maksat taatı devam ettirmektir Meselâ:

"Gece gündüz secde ve kıyam ederek kunut eden (etmeyen gibi midir?)(Zümer: 9) âyetinde olduğu gibi. Secdeden de namaz murat edilmiştir, Meselâ Allahü teâlâ’nın:

"Secdelerin ardından” (Kaf: 40) âyeti gibi. Rukûdan da huşu ve tevâzu murat edilmiştir.

44

Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlardan, Meryem'i kim himayesine alacak, diye kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Onlar çekişirlerken de yanlarında değildin.

"Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir". Yani bu zikrettiklerimiz ancak vahiyle bileceğin geçmiş kıssalardır.

"Onlar kalemlerini atarlarken yanlarında değildin” kurra oklarını atarlarken demektir.

Şöyle de denilmiştir: Tevrat'ı yazdıkları kalemleri teberrüken atarlarken demektir. Maksat münkirleri susturmak için vahiy olduğunu tespit etmektir. Çünkü olayları bilmenin yolu gözle görmektir yahut duymaktır. Duymaması bellidir, onda şüpheleri yoktur. Geriye gözle görme ihtimalini itham etme kaldı ki, hiçbir akıllı böyle düşünmez.

"Eyyühüm yekfulu meryeme” bu da mahzûfa bağlıdır, onu da yulkune aklamehüm göstermektedir ki, yulkuneha liyalemu ya da eyyühüm yekfulu meryeme demektir.

"Onlar çekişirlerken de yanlarında değildin” onu himayelerine almak için rekabet ederlerken.

45

Hani melekler şöyle demişlerdi: Ey Meryem, Allah seni kendinden bir kelime olan Mesih ve Meryem oğlu Îsa adında, dünya ve âhirette şânı yüce ve Allah’a yakınlardan biri ile müjdeliyor.

"İz kaletil Melâiketü” bu da birinci iz kalet'ten bedeldir, aralarındaki de itiraziyedir.

Ya da iz yahtesımun'dan bedeldir, bu da çekişmenin ve müjdenin geniş bir zaman diliminde olduğunu gösterir; Meselâ filan sene gibi.

"Ey Meryem, Allah seni kendinden bir kelime olan Mesih ve Meryem oğlu Îsa adında biri ile müjdeliyor". Mesih lâkabıdır, o da şeref veren lâkaplardandır, Meselâ Sıddik gibi. Aslı İbranice'de Meşiha'dır, manası da mübarek demektir. Îsa da İşu'nûn Arapçalaşmış şeklidir. İkisinin de türevi mesh'ten gelir. Çünkü o bereketle ya da kendisini günahlardan temizleyen su ile meshedilmiştir.

Ya da yeri mesh etmiş (Ölçmüştür) hiçbir yerde durmamıştır ya da onu Cebrâîl meshetmiştir. Pembe tenli manasına ays'ten gelmesi ise zorlamadır, temeli yoktur. Meryem oğlu da onu isim gibi ayıran bir sıfat olduğu için o da ona eklenmiştir. Haberin çok olması mübtedanın tek olmasına zarar vermez. Çünkü mübteda cins ve muzâf isimdir. Onu tanıtan ve başkalarından ayıran şeyin bu üçten ibaret olma ihtimali de vardır. Çünkü isim, isim sâhibinin alametidir ve onu diğerlerinden ayıran şeydir. Îsa'nın mahzûf mübtedanın haberi ve İbn Meryem'in de onun sıfatı olması da ihtimal dahilindedir. Hitap Meryem'e olduğu hâlde İbn Meryem denilmesi, onun babasız doğacağına vurgu yapmak içindir. Çünkü normalde evlatlar babaya nispet edilir, anneye değil. Ancak baba olmazsa ona nispet edilir.

"Veciben fiddünya velahireh” bu da kelimetin lâfzından mukadder (ileride olacak) hâl’dir, kelime lâfzı nekire olsa da mevsûf olduğu için zilhal olmuştur. Müzekker olması mana itibarı iledir. Dünyada vecih (şanlı) olması peygamberlik iledir, âhirette de şefaat iledir.

"Allah'a yakınlardandır” bunun da cennetteki derecesinin yüksekliğine veyahut göğe kaldırılıp meleklere arkadaş olmasına işarettir, denilmiştir.

46

O, beşikte iken ve yetişkinlik hâlinde insanlarla konuşur ve o, sahillerdendir, dediği zaman da (sen yanlarında değildin).

"O, beşikte iken ve yetişkin hâlinde insanlarla konuşur” yani çocukken de orta yaşlı iken de konuşur, peygamberlerin konuşmasında farklılık yoktur. Burada geçen mehd mastardır, çocuk için hazırlanan yatağa denilmiştir. Onun gençken göğe kaldırıldığı söylenmiştir. Ortayaşlı iken konuşmasından maksat da yere indikten sonra konuşmasıdır. Değişik ve birbirine zıt hâllerinden bahsedilmesi onun ilahlıktan uzak olduğunu bildirmek içindir.

"Sahillerdendir” bu da kelimetin lâfzından üçüncü hâl’dir ya da yükellimü'deki zamirinden hâl’dir.

47

Meryem:

"Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken nasıl bir çocuğum olabilir?” dedi.

"Öyledir; dilediğini yaratır. Bir şeye hükmettiği zaman sadece ona:

"Ol” der; o da oluverir.

Meryem:

"Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken nasıl bir çocuğum olabilir?” dedi. Bu da şaşma yahut normal şekilde uzak görme veyahut bunun evlenme ile mi başka şeyle mi olacağını sorma içindir.

"Rabbi de: Öyledir; dilediğini yaratır, dedi” . Diyen Cebrâîl'dir yahut Allahü teâlâ'dır, Cebrâîl ona Allahü teâlâ’nın sözünü aktarmıştır.

"Bir şeye hükmettiği zaman sadece ona:

"Ol” der; o da oluverir". Bu da şuna işarettir ki, Allahü teâlâ eşyayı aşama aşama sebeplerle yaratmaya kâdir olduğu gibi başka şekilde bir seferde de yaratmaya kâdirdir.

48

Allah ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecektir.

Allah ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecektir. Bu da yeni söz başıdır; Meryem'in gönlünü almak, içindeki korkuyu gidermek için söylenmiştir. Çünkü o kocasız doğum yapacağını biliyordu.

Ya da yübeşşirüki'nin veyahut vecihen'in üzerine atıftır. Kitap da yazı demektir yahut da indirilen kitapların cinsidir. İki kitabın özellikle bildirilmesi faziletlerindendir. Nâfi' ile Âsım ye ile yuallihumu okumuşlardır.

49

Allah onu İsrâîl oğullarına Resûl gönderecek. Onlara şöyle diyecek: Size Rabbinizden şöyle bir mu'cize getirdim: Şüphesiz ben, size çamurdan kuş suretinde bir şey yaparım; ona üflerim; o da Allah'ın izni ile kuş olur. Yine Allah'ın izni ile anadan doğma körü ve baras hastasını iyi ederim. Ve Allah’ın izni ile ölüleri diriltirim. Yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi size haber veririm. Şüphesiz bunda, eğer mü'min kimseler iseniz sizin için elbette bir ibret vardır.

"Resûlen ilâ beni İsrâîle kad ci'tüküm biayetin min rabbiküm” Resûlen kavl maddesi takdir edilerek gizli bir fiille mensûbtur, takdiri: Ve yekulu ürsiltü Resûlen bienni kad ci'tüküm demektir ya da nutk manasını yüklenerek geçen hâllere atıfla mensûbtur, sanki şöyle buyurmuştur: Ve natıken bienni kad ci'tüküm. Özellikle İsrâîl oğullarının bildirilmesi hususi olarak onlara gönderilmesindendir yahut başkalarına gönderildiğini iddia edenlere reddiyedir.

"Enni ahluku leküm minettıyni” enni kad ci'tüküm'den bedel olarak mensûbtur yahut Âyetin'den bedel olarak mecrûrdur ya da hiye enni ahluku leküm şeklinde merfû’dur.

Mana da şöyledir: Sizin için kuş suretinde bir şey takdir ve tasvir ederim. Nâfi' kesre ile inni okumuştur.

"Feenfuhu fihi” fihi zamiri kafa râcidir yani zalikel mütemasili (o surete üflerim) demektir.

"Allah'ın izni ile kuş olur” Allah'ın izni ile canlı bir kuş olur. Bununla şuna dikkat çekmek istemiştir ki, onu diriltmesi Allah'tandır, kendinden değildir. Nâfi' burada ve Maide'de elif ve hemze ile tairen okumuştur.

"Ve übriül ekmehe velebrasa” ekmen gözsüz yahut silme kör olarak doğandır.

Rivâyete göre onun başında binlerce hasta toplanırdı. Gücü yetenler kendileri gelirdi, gücü yetmeyenlere de Îsa aleyhisselâm giderdi. Yalnız dua ile tedavi ederdi.

"Ve Allah’ın izni ile ölüleri diriltirim” Allah'ın izni ile ifadesini tekrar etmesi, ilahlık düşüncesini def etmek içindir. Çünkü diriltmek insan cinsinin yapacağı işlerden değildir.

"Yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi size haber veririm". Şüphe etmeyeceğiniz gâip hâllerinizi haber veririm.

"Şüphesiz bunda, eğer mü'min kimseler iseniz sizin için elbette bir âyet vardır” eğer îmana muvaffak olmuş kimseler iseniz, çünkü başkaları mu'cizelerden yararlanamaz ya da hakkı tasdik eden, ona inat etmeyen kimseler iseniz demektir.

50

Önümdeki Tevrat'ı tasdik etmek ve size haram edilen bazı şeyleri sizin için helâl etmek üzere geldim. Size Rabbinizden bir mu'cize getirdim. Öyleyse Allah'tan korkun ve bana itâat edin.

"Ve musaddikan lima beyne yedeyye mine t-tevrati” bu da her iki şekilde Resûlen üzerine atıftır ya da kad ci'tüküm'ün gösterdiği üzere gizli bir fiille mensûbtur yani ve ci'tüküm musaddikan demektir.

"Ve huhille leküm” bu da gizli bir fiile mütaalhktır ya da kad ci'tüküm biayetin'e ma’tûftur yahut musaddikan’ın manasına ma’tûftur, Meselâ ci'tüke muteziren ve liütayyibe kalbeke (özür dilemek veyahut gönlünü almak için geldim) gibi.

"Size haram edilen bazı şeyleri helâl etmek için geldim” yani Mûsa şerîatında demektir ki, bunlar da içyağları, mide ve bağırsaklara yapışan yağlar, balık, deve eti ve Cumartesi günü çalışma gibi. Bu da onun şerîatının Mûsa aleyhisselâm'ın şerîatını neshettiğini göstermektedir. Bu da Tevrat'ı tasdik etmesine halel getirmez, nitekim Kur'ân'ın bazı âyetlerinin bazısını neshetmesi de bir çelişki ve yalanlama teşkil etmez. Çünkü gerçekte nesh zamana göre açıklama ve özelleştirme demektir."Size Rabbinizden bir mu'cize getirdim; öyleyse Allah'tan korkun ve bana itâat edin". Yani size başka bir âyet getirdim, onu bana Allah ilham etti, o da "şüphesiz Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir” kavlidir. Çünkü o, peygamberler arasında icma edilen ve peygamberle sihirbazı birbirinden ayıran hak davettir.

Ya da size bir âyet getirdim ki, Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir, demektir,

"Allah'tan korkun ve bana itâat edin” sözü de ara cümledir. Öyle görünüyor ki, o "size Rabbinizden bir âyet getirdim” sözünün tekrarıdır yani size anlattığım şeylerden arka arkaya âyetler getirdim demektir.

Birincisi delili hazırlamak, ikincisi de onu hükme yaklaştırmak içindir. Bunun içindir ki, fe ile sonuca varmış ve "fettekullaha” buyurmuştur yani size getirdiğim açık mu'cizeler ve göz kamaştırıcı âyetlere muhalefet etmekten Allah'tan korkun demektir.

"Bana itâat edin” sizi davet ettiğim şeylerde. Sonra davete başladı kısaca ona işâret ederek:

51

Şüphesiz Allah, benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse ona ibâdet edin. İşte bu, doğru yoldur.

"Şüphesiz Allah, benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir” dedi. Bununla da gayesi tevhid olan gerçek itikat üzerinde düşünmekle teorik gücü tamamlamaya işâret etti.

"Ve ona ibâdet edin” demekle de amel gücünü tamamlamaya işâret etti, çünkü o emirleri yerine getirmek ve yasaklardan kaçmak demek olan taâta devamla olur. Sonra da bunu her iki emri birleştirerek açıklamakla tespit etti ki, doğru olduğuna şahitlik edilen yol da budur. Bunun bir benzeri de aleyhisselâm Efendimizin:

"Allah'a îman ettim, de sonra da dosdoğru ol", sözüdür.

52

Îsa onlardan inkârı hissedince,

"Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir, dedi? Havariler: Allah'ın yardımcıları bizleriz; biz Allah'a îman ettik. Bizim Müslümanlar olduğumuza şâhit ol, dediler.

"Îsa onlardan inkârı hissedince” İnkârlarını hisle bilecek şekilde anlayınca, (Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir, dedi?) Allah'a iltica ederek yahut ona katılarak demektir. îla'nın izafet manası katılarak Ensariye taalluk etmesi de câizdir, yani bana yardımda kendilerini Allah'a katanlar kimlerdir? Burada "ilâ"nın maa yahut ev yahut manasına olduğu da söylenmiştir.

"Kalel havâriyyune” havâri bir adamın samimi arkadaşı demektir, haver'den gelir ki, hâlis beyazlıktır. Yerlilere havâri denilmesi de renklerinin beyazlıklarındandır. Îsa aleyhisselâm'ın arkadaşlarına böyle denilmesi, niyetlerinin samimi ve içlerinin temiz olmasındandır.

Şöyle de denilmiştir: Onlar krallar idiler, beyazlar giyerlerdi, Îsa Yahûdîlere karşı onlardan yardım istedi. Onların kumaşları beyazlatan kasarlar oldukları da söylenmiştir.

"Allah'ın yardımcıları bizleriz” yani Allah'ın dinînin yardımcıları demektir.

"Biz Allah'a îman ettik. Bizim Müslümanlar olduğumuza şâhit ol, dediler” kıyâmet gününde peygamberler kavimlerine şahitlik ederken sen de bize şahitlik etmek için.

53

Ey Rabbimiz, indirdiğine îman ettik ve o elçiye tâbi olduk; sen de bizleri şahitlerle beraber yaz, dediler.

"Ey Rabbimiz, indirdiğine îman ettik ve o elçiye tâbi olduk; sen de bizleri şahitlerle beraber yaz” yani birliğine şahitlik edenlerle yahut ümmetlerine şahitlik eden peygamberlerle veyahut Ümmet-i Muhammed'le beraber yaz; çünkü onlar bütün insanlara şahitlik ederler.

54

Yahûdîler tuzak kurdular; Allah da tuzak kurdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.

 (Yahûdîler tuzak kurdular) yani Îsa'nın, İnkârlarını hissettiği Yahûdîler demektir ki, onu gizlice öldürecek birini görevlendirdiler.

"Allah da tuzak kurdu” Îsa göğe kaldırıldığı ve kendine suikast yapmak isteyen kimse kendisine benzetilip de öldürüldüğü zaman. Mekr aslında başkasına zarar vermek için kurulan hile olduğundan Allah'a isnat edilmez, ancak ya karşılık olarak ya da eşteş olarak isnat edilir.

"Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır” hilesi en güçlü olanı ve umulmayan yerden zarar vermeye en muktedir olanı demektir.

55

O zaman Allah şöyle demişti: Ey Îsa, şüphesiz seni öldürecek, seni kendime yükseltip kaldıracak, seni kâfirlerden temizleyecek ve sana tâbi olanları kıyâmet gününe kadar seni inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra da dönüşünüz bana olacak; ben de ihtilâf ettiğiniz şeyde aranızda hüküm vereceğim.

"İz kalallahu” mekerallahu'nûn yahut hayrul makirin'in zarfıdır ya da vakaa Zâlike gibi gizli bir fiilin zarfıdır.

"Ya Îsa inni müteveffike” yani seni öldürmek isteyenlerden koruyarak ecelini tamamlayacağım ve seni belli eceline erteleyeceğim demektir.

Yahut seni yerden alacağım, demektir bu da teveffeytü mali deyiminden gelir.

Yahut seni uykuda öldüreceğim demektir, çünkü

rivâyete göre o uyurken kaldırılmıştır.

Yahut seni melekut alemine çıkmaktan engelleyen şehvetlerden öldüreceğim demektir.

Şöyle de denilmiştir: Allah onu birkaç saat öldürdü, sonra da göğe kaldırdı. Hıristiyanlar da bu görüştedirler.

"Seni kendime yükselteceğim” ikram yerime ve meleklerimin karargahına demektir.

"Seni kâfirlerden temizleyeceğim” kötü çevrelerinden veya kötü maksatlarından demektir.

"Ve sana tâbi olanları kıyâmet gününe kadar seni inkâr edenlerin üstünde tutacağım". Onlara delille yahut çoğu zaman kılıçla üstün geleceklerdir. Ona tâbi olanlar onun peygamberliğine inanan Müslümanlar ve Hıristiyanlar demektir. Bu ana kadar (680 / 1281) Yahûdîlerin onlara gâlip geldiği duyulmadı ve mülk ve devletlerinin olduğu da görülmedi (şimdi ise bir İsrâîl devleti vardır. Mütercim). (Sonra dönüşünüz bana olacak) zamir Îsa aleyhisselâma, ona tâbi olanlara ve onu inkâr edenlere râcidir. Genelleme ile gâipler muhatap sayılmıştır.

"Ben de ihtilâf ettiğiniz şeyde aranızda hüküm vereceğim” din işlerinde.

56

Kâfirlere gelince, ben onlara dünyada da âhirette de şiddetle azâp edeceğim. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.

Kâfirlere gelince, ben onlara dünyada da âhirette de şiddetle azâp edeceğim. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.

57

Îman edip iyi ameller işleyenlere gelince, Allah onlara mükâfatlarını tastamam ödeyecektir. Allah zâlimleri sevmez.

 (Mükâfatlarını tastamam verecektir) bu da hükmün tefsiri ve açıklamasıdır. Hafs ye ile feyüveffihim okumuştur.

"Allah zâlimleri sevmez” bu da bunu tespit edip karara bağlamadır.

58

Bunları sana âyetlerden ve hikmet dolu zikirden okuyoruz.

 (Bunlar) Îsa'nın haberi ve diğer şeyler gibi geçenlere işarettir. Zâlike mübteda’dır, haberi de "netluhu aleyke” kavlidir.

"Minelayat” da netluhu'daki he'den hâl’dir; haber olup netluhu'nûn da amilin işâret manası olarak hâl olması da câizdir. İkisinin de haber olup Zâlike'nin gizli ve netluhu'nûn tefsir ettiği bir fiille mensûb olması da câizdir.

"Hikmet dolu zikirden okuyoruz” hikmetleri içeren yahut arızanın sızmasından men edilmiş muhkem zikirden demektir ki, bundan da Kur'ân'ı murat ediyor. Levh-i Mahfûz'dur da denilmiştir.

59

Şüphesiz Îsa'nın hâli, Allah katında Âdem'in hâli gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra da ona:

"Ol” dedi, o da oluverdi.

"Şüphesiz Îsa'nın hâli, Allah katında Âdem'in hâli gibidir” onun garip durumu Âdem'in durumu gibidir.

"Onu topraktan yarattı” temsili açıklayan, şüpheyi ortadan kaldıran cümledir. Şöyle ki, onu babasız yaratmıştır, Âdem'i de topraktan babasız ve anasız yaratmıştır. Onun hâlini daha garip olana benzetmiştir ki, hasmım sustursun ve şüphe maddesinin kökünü kessin.

Mana da şöyledir: Onun kalıbını topraktan yarattı,

"sonra da ona "ol” dedi” yani onu beşer olarak yarattı, demektir, Meselâ:

"Sonra onu başka bir yaratılışla yarattık” (Mü'minun: 14) kavli gibi. Onun topraktan yaratılmasını takdir etti, sonra da onu oluşturdu. Sümme edatının haberin gecikmesi için olup haber verilen şeyin gecikmesi için olmaması da câizdir.

"O da oluverir” bu da geçmiş zamanın hikayesidir.

60

Hak Rabbindendir; artık sen de şüphecilerden olma.

 (Hak Rabbindendir) mahzûf mübtedanın haberidir yani hüvel hakku demektir.

Şöyle de denilmiştir: Elhakku mübteda’dır, min rabbike de haberidir, yani zikredilen hak Allahü teâlâ'dandır demektir.

"Artık sen de şüphecilerden olma” sevabını artırmak üzere tahrik tariki ile Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'e hitaptır, yahut her dinleyene hitaptır.

61

Kim sana ilim geldikten sonra bu hususta seninle tartışırsa, de ki: Geliniz; oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı ve kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra da dua ve niyaz edelim de Allah'ın lanetini yalancıların üzerine kılalım.

"Kim seninle tartışırsa” Hıristiyanlardan "bu hususta” Îsa hakkında "sana ilim geldikten sonra” ilmi doğuran açıklamalar geldikten sonra,

"de ki: Geliniz” fikir ve kararlılıkla "oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı ve kendimizi ve kendinizi çağıralım".

Yani bizden ve sizden her birimiz kendisini, ailesinin en kıymetlisini ve kalbine en yakın olanını lânetleşmeye çağırsın ve ona sürüklesin. Aileyi nefse tercih etmesi, insanın onların uğrunda kendi canını tehlikeye atıp savaşmasındandır.

"Sümme nebtehil” netebahel demektir ki, içimizden yalancıya 'net edelim demektir. Bühle ve behle lanettir, aslı terk etmektir. Beheltün nakate denir ki, deveyi memesine torba geçirmeden salıvermektir.

"Allah'ın lanetini yalancıların üzerine kılalım". İçinde açıklama olan bir atıftır.

Rivâyete göre onlar lânetleşmeye çağrılınca, bakalım, dediler. Kendi başlarına kalınca, fikir babaları olan Akıb'a: Sen ne diyorsun, dediler? O da: Allah'a yemin ederim ki, onun peygamber olduğunu gördünüz, size sâhibiniz Îsa hakkında kesin konuştu. Allah'a yemin ederim ki, bir topluluk bir peygamberle lanetleşirse, mutlaka helâk olurlar. İlle de dininizde kalmak isterseniz, adamla sulh yapın, öyle ayrılın, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e geldiler; o ise sabah erkenden Hüseyn'i kucağına almış, Hasan'ın da elinden tutmuştu. Fatıme de arkasından yürüyordu, Hazret-i Ali radıyallahü anh de onun arkasında idi. Efendimiz. Ben dua ettiğim zaman siz de amin deyin, diyordu. Piskoposları: Ey Hıristiyanlar cemâati, ben öyle yüzler görüyorum ki, Allah'tan dağı yerinden oynatmasını isteseler mutlaka oynatırdı. Onlarla lânetleşmeyin; helâk olursunuz, dedi. Onlar da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e itâat ettiler ve ona iki bin kırmızı hülle (giysi) ile otuz demir zırh verdiler. Efendimiz de: Ruhumu elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer lanetleşselerdi, maymuna ve domuza dönerler ve vadileri ateşle dolardı. Allah Necran'ı ve halkını, hatta ağaçlardaki kuşlarını yerle bir ederdi, dedi. Bu da onun peygamberliğinin ve ehl-i beytinin faziletine delildir.

62

Şüphesiz bu, gerçek kıssadır. Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Gerçekten Allah mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir.

 (Şüphesiz bu) yani Îsa ve Meryem kıssasından anlatılan (gerçek kıssadır). Bu cümle "inne"nin haberidir ya da hüve Îsa ve Meryem hakkında anlattıklarının hak olup diğerlerinin olmadığını gösteren fasıladır, ondan sonrası haberdir. Ona lâm'ın girmesi, mübtedaya haberden daha yakın olmasındandır. Aslı mübtedaya dahil olmaktır.

"Vema min ilahin illallah” burada min'in zâit olduğu açıklanmıştır, bu da Hıristiyanların üçlemesini reddetmek üzere istiğrak için getirilmiştir.

"Gerçekten Allah mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir” ona eksiksiz kudretinde ve eşsiz hikmetinde denk olan biri yoktur ki, İlâhlıkta ona ortak olsun.

63

Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah bozguncuları hakkıyla bilendir.

"Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah bozguncuları sevmez” onlar için tehdittir. Zamir yerine müfsidiyn diyerek zâhir isim kullanması; delillerden yüz çevirmenin ve tevhidten yan çizmenin dini bozmak ve nefsi fesada götüren hatta dünyayı fesada veren itikat olduğunu göstermek içindir.

64

De ki:

"Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Allah'tan başkasma tapmayalım, ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Kimimiz kimimizi Allah'tan başka ilâhlar edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse,

"şâhit olun ki, muhakkak bizler Müslümanlarız” deyin.

"De ki: Ey ehl-i kitap” iki ehl-i kitabın hepsini murat ediyor. Bundan Necran heyetini murat ettiği yahut Medîne Yahûdîlerini murat ettiği de söylenmiştir.

"Bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin” peygamberlerin ve kitapların ihtilâf etmediği bir kelimeye, tefsiri de arkadan gelen şudur:

"Allah'tan başkasma ibâdet etmeyelim” yani onu ibâdetle birleyelim ve ona ihlâs gösterelim,

"ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım". Başkasını ona ibâdeti hak etmede ortak yapmayalım ve ibâdete lâyık görmeyelim.

"Kimimiz kimimizi Allah'tan başka ilâhlar edinmesin". Üzeyr Allah'ın oğludur, Mesih de Allah'ın oğludur, demeyelim. Hahamlara helâl ve haram diye uydurdukları şeylerde itâat etmeyelim. Çünkü onların da hepsi bizim gibi beşerdir.

Rivâyete göre "hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka ilâhlar edindiler” âyeti indiği zaman Adiy bin Hatim: Ya Resûlallah, biz onlara ibâdet etmiyorduk, dedi. O da: Onlar size helâl ve haram ediyorlardı da siz de sözlerini tutmuyor muydunuz, dedi? O da: Evet, deyince, kendisi de, işte ibâdet odur, dedi.

"Eğer yüz çevirirlerse” tevhidten "şâhit olun ki, muhakkak bizler Müslümanlarız, deyin". Yani siz delille mağlup oldunuz; sizin değil bizim Müslüman olduğumuzu itiraf edin yahut kitapların konuştuğu ve peygamberlerin mutabık kaldığı üzere sizlerin kâfir olduğunuzu itiraf edin, demektir.

Dikkat: Bu kıssada riayet ettiği irşattaki mübalağaya bak. Delilleri sunmadaki güzellik açıkça görülmektedir. Önce Îsa aleyhisselâm'ın hâllerini ve İlâhlığa zıt geçirdiği dönemleri gözler önüne serdi, sonra da düğümlerini çözecek ve şüphelerini izale edecek şeyleri zikretti. Sonra da bunlardan yüz çevirip de az da olsa itâat edince, onları yeniden irşat etti ve daha kolay yola gitti ve onları Îsa'nın, İncil'in, diğer peygamberlerin ve kitapların mutabık kaldığı şeylere davet etmekle onları susturdu. Sonra bu da fayda vermeyip de âyet ve uyarıların kâr etmediğini görünce, onlardan yüzünü döndü ve: Şâhit olun bizler Müslümanlarız, deyin, dedi.

65

Ey kitap ehli, İbrâhîm hakkında niçin tartışıyorsunuz; halbuki Tevrat ve İncil ancak ondan sonra indirilmiştir. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?

"Ey kitap ehli...” Yahûdîler ve Hıristiyanlar İbrâhîm aleyhisselâm hakkında çekiştiler; her fırka onun kendilerinden olduğunu iddia etti, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e başvurdular, bu âyet indi. Mana şöyledir: Yahûdîlik ve Hıristiyanlık Tevrat ile İncil'in Mûsa ve Îsa'ya - bu ikisine selâm olsun - inmesinden sonra meydana çıktı. İbrâhîm ise Mûsa'dan bin yıl, Îsa'dan da iki bin yıl önce idi. Öyleyse İbrâhîm nasıl bu ikisinden olur?

"Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?” imkânsız şeyi iddia ediyorsunuz!

66

İşte sizler onlarsınız ki, bilginiz olduğu şeyde tartıştınız. Bilginiz olmayan şeyde ise niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir halbuki siz bilmezsiniz.

 (Sizler onlarsınız ki, bilginiz olduğu şeyde tartıştınız) ha tembih harfidir, farkında olmadıkları hâle dikkatleri çekilmiştir. Entüm de mübteda'dır, haulai de haberidir. Hacectüm de birinciyi açıklayan başka bir cümledir, yani sizler o ahmaklarsınız demektir. Ahmaklığınızın ispatı da şudur ki, sizler Tevrat'ta ve İncil'de bulduğunuz şeyler hakkında inadına mücadele ettiniz yahut onlarda olduğunu iddia ettiğiniz şeylerde mücadele ettiniz, ya bilginiz olmayan ve kitabınızda İbrâhîm'in dini hakkında zikri geçmeyen şeyde niçin tartışıyorsunuz? Haulai Ellezîne manasınadır, hacectüm de sılasıdır, denilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Ha entüm'ün aslı eentüm'dür, buda onların ahmaklıklarını sormakta ve bundan şaşmaktadır. Sonra hemze he'ye kalp olundu. Nâfi' ile Ebû Amr nerede olsa med ile ve hemzesiz haentüm okumuşlardır. Verş daha az med ile okumuştur, Kunbül de he'den sonra elifsiz hemze ile okumuştur. Kalanlar da med ve hemze ile okumuşlardır. Bezzi ise aslı üzere meddi kısaltarak okumuştur.

"Allah bilir” tartıştığınız şeyleri "siz bilmezsiniz” siz onların cahilisiniz.

67

İbrâhîm ne Yahûdî idi ne de Hıristiyan idi. Ancak dosdoğru bir Müslüman idi. Müşriklerden değildi.

"İbrâhîm ne Yahûdî idi ne de Hıristiyan idi” delille tespit edilen sonucu açıklamaktadır.

"Ancak dosdoğru idi” bozuk itikatlardan uzak "bir Müslüman idi” Allah'a itâatkâr idi. Maksat onun İslâm dîninden olduğunu söylemek değildir. Yoksa bu da aynı delille susturulmuş olur (çünkü İslâm Kur'ân'ın inmesiyle meydana gelmiştir). "Müşriklerden değildi” bu da onların şirklerine îma etmektedir; çünkü Üzeyr'i veya Îsa'yı ona şirk koşuyorlar. Bu aynı zamanda müşriklerin İbrâhîm dîninden olduklarını da reddetmektedir.

68

Şüphesiz insanların İbrâhîm'e en yakın olanı, elbette ona tâbi olanlar, şu Peygamber ve îman edenlerdir. Allah mü'minlerin yardımcısıdır.

 (Şüphesiz insanların İbrâhîm'e en yakın olanı) onun gözdesi ve civarında olan demektir ki, evla veliden gelir, o da yakınlıktır.

"Ona tâbi olanlar” kendi ümmetinden,

"şu Peygamber ve îman edenlerdir” çünkü esas kendi şerîatlarında birçok şeyde ona muvafakat ederler. İttebeu'daki he'ye atfen nasb ile "ve hazennebiyye” ve ibrahime atfen de cer ile "ve hazennebiyyi” okunmuştur.

"Allah mü'minlerin yardımcısıdır” onlara yardım eder ve îmanlarından dolayı onlara en güzel mükâfatı verir.

69

Kitap ehlinden bir grup sizi saptırabilmek istedi. Onlar ancak kendilerini saptırırlar; fakat bunun farkında değiller.

"Vedded Tâifetün min ehlil kitabi levyudılluneküm” Yahûdîlerin Huzeyfe, Ammar ve Muaz'ı Yahûdîliğe davet etmeleri üzerine indi. Lev "en” manasınadır.

"Onlar ancak kendilerini saptırırlar” saptırmaları kendilerini geçmez,balini ancak kendileri çekerler, çünkü bu sebeple azapları katlanır.

Ya da ancak kendi gibilerini saptırırlar.

"Fakat bunun farkında değiller” günahının ve zararının kendilerine ait olduğunu bilmezler.

70

Ey kitap ehli, şâhit olup dururken Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?

"Ey kitap ehli, Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?” Tevrat'ın ve İncil'in dile getirdiği ve Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in peygamberliğine delâlet eden âyetleri niçin inkâr ediyorsunuz?

"Şahitlik ederken” onların Allah'ın âyetleri olduğuna.

Yahut Kur'ân'ı niçin inkâr ediyorsunuz, onun sıfatını iki kitapta gördüğünüz hâlde yahut mu'cizelerle onun hak olduğunu bildiğiniz hâlde.

71

Ey kitap ehli, niçin hakkı bâtılla karıştırıyorsunuz; bildiğiniz hâlde hakkı niçin gizliyorsunuz?

 (Ey kitap ehli, niçin hakkı bâtılla karıştırıyorsunuz?) tahrif ederek ve bâtılı onun şeklinde tasvir ederek ya da ikisini ayırmada kusur ederek. Şedde ile tülebbisune ve be'nin fethi ile telbesune de okunmuştur ki, hakka bâtıl elbisesi giydirmek olur. Çünkü Efendimiz aleyhisselâm: Kendinde olmayan şeyi varmış gibi gösteren yalandan iki parça elbise giymiş gibidir, buyurmuştur.

"Hakkı niçin gizliyorsunuz?” Muhammed aleyhisselâm'ın peygamberlik ve sıfatını.

"Bildiğiniz hâlde” gizlediğiniz şeyi bildiğiniz hâlde.

72

Kitap ehlinden bir grup dedi ki: Îman edenlere indirilene gündüzün başlarında îman edin; sonunda da inkâr edin. Belki dönerler.

"Kitap ehlinden bir grup dedi ki: Îman edenlere indirilene gündüzün başlarında îman edin” yani gündüzün ilk saatlerinde Kur'ân'a îmanınızı açıklayın,

"sonunda da inkâr edin. Belki dönerler” sonunda inkâr edin, belki dinlerinde şüphe ederler, onda bir eksiklik gördünüz de döndünüz zannederler. Bu gruptan maksat Ka'b bin Eşref ile Mâlik bin Dayf'tir, bu ikisi kıble değiştirildiği zaman: Onlara Ka'be'ye dönerek namaz kılma hakkında indirilen şeye gündüzün başında îman edin ve ona dönerek namaz kılın, sonra da gündüzün sonunda Kubbetüssahra'ya dönerek namaz kılın, belki: Bunlar bizden daha iyi bildikleri hâlde döndüler, derler de onlar da dönerler, dediler.

Şöyle de denilmiştir: Bunlar Hayber Yahûdîlerinden on iki haham idiler, gündüzün başında İslâm'a gireceklerini, sonunda da: Biz kitabımıza baktık ve bilginlerimize danıştık; Muhammed'i Tevrat'taki sıfatı ile bulamadık, demeye karar verdiler, belki ashâbı onda şüpheye düşer, dediler.

73

(Yehudilerden bir topluluk diğerlerine:) Dininize tâbi olandan başkasına îman etmeyin. - De ki: hidayet (gerçek doğru yol), Allah'ın hidayetidir (doğru yoludur). - Size verilenlerin bir benzerinin bir kimseye verildiğine yahut onların Rabbiniz katında size karşı deliller getireceklerine inanmayın.

De ki: Gerçek lütuf ve inayet Allah'ın elindedir. Dilediğine verir Allah rahmeti bol olandır, her şeyi hakkıyla bilendir.

"Dininize tâbi olandan başkasına îman etmeyin” dininizin mensuplarından başkasını kalbinizle tasdik ederek ikrar etmeyin yahut dininizden olmayana gündüz boyu îmanınızı açıklamayın, çünkü o zaman daha rahat dönerler, demektir. (De ki: Gerçek doğru yol, Allah'ın doğru yoludur) dilediğini îmana götürür ve onun üzerinde sebat ettirir.

"En yü’ta ehadün misle mâ utiytüm” bu da mahzûfa mütaallıktır yani debbertüm Zâlike ve kültüm lien yü'ta ehadün demektir. Mana da: Sizi buna kıskançlık sürükledi demek olur.

Ya da latü'minu'ya mütaallıktır yani bir kimseye size verilenin benzerinin verileceğine îmanınızı açıklamayın, bunu ancak kendi adamlarınıza açıklayın, Müslümanlara açıklamayın ki, sebatları daha da artmasın.

Yahut müşriklere de açıklamayın ki, onları da İslâm'a davet etmesinler.

"Kul innelhüda hüdallah” ara cümledir, tuzaklarının bir faydası olmayacağını göstermektedir.

Ya da hüdallah, hüda'dan bedel olmakla "inne"nin haberidir. İbn Kesîr'in azarlama tarzında istifham olarak eenyü'ta şeklinde okuması da bunu destekler ki, bir kimseye de aynısı verilsin diye mi böyle düşündünüz, demek olur. Nâfi'ye olarak da in okunmuştur ki, o grubun sözünden olur yani dininize tâbi olandan başkasına îman etmeyin ve onlara: Kimseye size verilenin benzeri verilmez, deyin manasına gelir.

"Ev yuhâccuküm inde rabbiküm” bu da ilk iki veçhe göre en yü'ta'ya ma’tûftur. Üçüncü veçhe göre de manası, Rabbinizin yanında size karşı delil getirsinler de delilinizi çürütsünler mi demek olur! Yuhaccuküm'deki vâv zamiri ehad'e râcidir. Çünkü o cemi' manasınadır; zira ondan kendilerine tâbi olmayanlar murat edilmiştir.

"De ki: Gerçek lütuf ve inayet Allah'ın elindedir. Dilediğine verir, Allah'ın rahmeti boldur, her şeyi hakkı ile bilendir.”

74

Rahmetini dilediğine mahsus kılar. Allah büyük lütuf sâhibidir.

Rahmetini dilediğine mahsus kılar. Allah büyük lütuf sâhibidir” bu da iddialarını açık delillerle red ve iptal etmektedir.

75

Kitap ehlinden öyle kimse vardır ki, eğer ona bir kantar (altın) emanet etsen, onu sana tastamam öder. Onlardan öylesi de vardır ki, eğer ona bir altın emanet etsen, ancak başında dikili durduğun sürece sana öder. Zira onlar:

"Ümmilere karşı bize bir yol yok” dediler. Onlar bilerek Allah'a karşı yalan söylüyorlar.

"Kitap ehlinden öyle kimse vardır ki, eğer ona bir kantar altın versen, onu sana tastamam öder". Meselâ Abdullah b. Selâm gibi, bir Kureyş'li ona bin iki yüz okka altın emanet etmişti, o da onu ödedi.

"Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir altın emanet etsen onu sana ödemez". Meselâ Finhas bin Azura gibi ki, bir Kureyş'li ona bir dinar emanet etti, o da onu inkâr etti. Şöyle denilmiştir: Çok mala karşı güvenilir olanlar Hıristiyanlardır. Çünkü onlar genellikle emin / güvenilir kimselerdir. Aza bile hiyanet edenler ise Yahûdîlerdir. Çünkü onlar da genellikle haindirler. Hamze, Ebû Bekir ve Ebû Amr he'nin sükûnu ile "yüeddih” okumuşlardır. Kalun ise he'nin harekesini belli belirsiz okumuştur. Hafs'tan da öyle rivâyet edilmiştir. Kalanlar ise kesreyi dolu dolu okumuşlardır.

"Ancak başında dikili durduğun sürece sana öder” tepesinde dikili durur da ödemesini ister, mahkemeye götürür ve delil getirirsen öder. (Bu) layüeddihi'nin gösterdiği ödememeye işarettir.

"Çünkü onlar: Ümmilere karşı bize bir yol /sorumluluk yok, dediler” yani ehl-i kitaptan ve bizim dinimizden olmayanlara karşı bize kınama ve yerme yoktur (malları bize mubahtır) derler.

"Onlar Allah'a karşı yalan söylerler” bu iddialarında "bilerek” yalancı olduklarını bilerek. Çünkü onlar muhâliflerine haksızlık etmeyi helâl saydılar ve: Tevrat'ta onlara karşı saygı yoktur, dediler.

Şöyle de denilmiştir: Yahûdîler bazı Kureyşlilerle iş yaptılar, Kureyşliler Müslüman olup da haklarını isteyince: Hakkınız düştü, çünkü dininizi terk ettiniz, dediler ve kitaplarında böyle olduğunu iddia ettiler. Âyet indiği zaman Peygamberimiz'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

"Allah'ın düşmanları yalan söylediler; cahiliyede olan her şey ayağımın altındadır; ancak emanet hariç; o, iyi olsun, kötü olsun sâhibine ödenecektir".

76

Evet, kim sözünü yerine getirir ve sakınırsa, şüphesiz Allah sakınanları sever.

 (Evet) reddettiklerini ispat etmektedir, yani hayır, onlara karşı yol vardır, demektir.

"Kim sözünü yerine getirir ve sakınırsa, şüphesiz Allah sakınanları sever". Bu da yeni söz başıdır, belâ'mn yerini aldığı cümleyi tespit etmektedir. Ahdihi'deki mecrûr zamir, men'e yahut Allah'a râcidir. Müttekin lâfzının elif lâm alarak genelleşmesi cezadan men'e râci olacak zamirin yerini tutmuş ve takvanın bütün işlerin aslı olduğunu akla getirmiştir. O, borcu ödemeye de vacipleri yapma ve yasakları terk etme gibi başka şeyleri de içine alır.

77

Şüphesiz onlar ki, Allah'ın sözünü az bir pahaya satıyorlar; işte onların âhirette hiçbir nasibi yoktur. Allah kıyâmet gününde onlarla konuşmaz, yüzlerine bakmaz ve onları temizlemez. Onlar için pek acıklı bir azâp vardır.

"Onlar ki, satıyorlar” değiştiriyorlar "Allah'ın sözünü” Peygambere îman ve emaneti eda etme gibi Allah'a verdikleri sözü "ve yeminlerini” Allah'a yemin ederiz ki, ona mutlaka îman edeceğiz ve ona mutlaka yardım edeceğiz gibi yeminlerini "az bir pahaya” dünya matahına "işte onların âhirette hiçbir nasibi yoktur. Allah onlarla konuşmaz” sevindirecek şeyle yahut hiç konuşmaz, onlara kıyâmet gününde melekler soru sorarlar ya da Allah'ın kelimeleri ve âyetleriyle yararlanmazlar. Öyle görünüyor ki, bu Allah'ın onlara gazabından kinayedir, çünkü "kıyâmet gününde onlara bakmaz” buyurmuştur. Zira birine kızan ve önem vermeyen kimse ona yan çizer, onunla konuşmak ve ona bakmak istemez. Nitekim birine önem veren de onunla konuşur ve ona sık sık bakar.

"Onları temizlemez” onlar hakkında güzel şey söylemez.

"Onlar için pek acıklı bir azâp vardır” yaptıkları şeylere karşılık.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyet Tevrat'ı tahrif edip Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in sıfatını, emanetlerin vesairenin hükmünü değiştiren ve buna karşılık rüşvet alan Yahûdî hahamları hakkında inmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Âyet pazara bir mal getiren ve onu verdiği paradan daha çoğuna aldığına yemin eden adam hakkında indi.

Şöyle de denilmiştir: Âyet Eş'as bin Kays ile bir Yahûdînin bir kuyu veyahut bir tarla hakkında mahkemelik olup da Yahûdînin yemin etmek istemesi üzerine inmiştir.

78

Onlardan bir grup vardır ki, kitaptan olmadığı hâlde kitaptan sanmanız için dillerini kitapla eğip bükerler.

"Bu, Allah katındandır” derler. Halbuki o, Allah katından değildir. Onlar bilerek Allah'a karşı yalan söylerler.

"Onlardan bir grup” yani tahrif edenlerden Ka'b bin Mâlik ve Huyey bin Ahtab gibi bazı kimseler "yelvune elsinetehüm bilkitabi” kitaptan bir şey kumakla dillerini eğip bükerler, onu indirildiği şekilden tahrif edildiği şekle sokarlar.

Ya da kitaba benzetmek için dillerini kıvırırlar. Mazmûm vâv'ı hemzeye kalp, sonra da hazf ederek ve harekesini mâkablindeki sâkin harfin üzerine atarak yelune okunmuştur. (Onu kitaptan sanasmız diye) hu zamiri yelvune'nin delâlet ettiği muharref şeye râcidir. Ye ile liyahsebuhu da okunmuştur ki, yine zamir Müslümanlara gider.

"Bu, Allah katındandır, derler, hâlbuki o, Allah kaündan değildir". Bu da "vema hüve minel kitabi” kavlinin tekididir, onları ifşa etmektedir ve onları açığa çıkarmaktadır. Çünkü onlar bunu îma yollu değil de açıktan iddia ediyorlardı. Yani o Allah katından inmiş değildir demektir. Bu da kulun fiilinin Allah'ın fiili olmadığını iktiza etmez (yine de Allah'ın fiilidir). "Onlar bilerek Allah'a karşı yalan söylerler” bu da Allah'a karşı yalan söylediklerini ve bunu kasten yaptıklarını te'kit ve tescil etmektedir.

79

Allah bir beşere kitap, hikmet ve peygamberlik versin de, sonra da insanlara,

"Allah'ı bırakıp bana kullar olun” desin, ona yakışmaz. Ancak o:

"Kitabı öğretmeniz ve onun dersini alıp vermenizle rabbani olun” der.

"Allah bir beşere kitap, hikmet ve peygamberlik versin de, sonra da insanlara,

"Allah'ı bırakıp bana kullar olun” desin, ona yakışmaz". Bu da Îsa'ya tapanları yalanlamakta ve reddetmektedir. Şöyle denilmiştir: Ebû Rafi el - Kurazi ile Seyyid Necranî: Ya Muhammed, sana ibâdet etmemizi ve seni ilâh edinmemizi mi istiyorsun, dediler? O da: Allah'tan başkasının ibâdet edilmesinden ve Allah'tan başkasma ibâdeti emretmekten Allah korusun; beni bununla göndermedi, bana bunu da emretmedi, dedi, âyet bunun üzerine indi. Şöyle denilmiştir: Bir adam: Ya Resûlallah, birbirimize selâm verdiğimiz gibi sana da selâm veriyoruz; sana secde edelim mi, dedi? O da: Hayır, Allah'tan başka birine secde edilmesi uygun değildir, ancak Peygamberinize saygı gösterin ve hak sâhibinin hakkını tanıyın, dedi.

"Ancak Rabbani olun” fakat, Rabbani olun, der. Rabbani Rabbe mensup demektir, nispet için elif ve nûn ziyade edilmiştir, lehyani (sakalı büyük) rakbani (boynu kalın) gibi. O da ilim ve amelde kamil demektir.

"Kitabı öğretmeniz ve dersini alıp vermenizle” kitabı talim etmeniz ve dersini görmenizle. Çünkü öğretmek ve öğrenmenin faydası itikat ve amel etmek için hakkı ve hayrı tanımaktır. İbn Kesîr, Nâfi', Ebû Amr ve Ya'kûb alimiyn manasına ta'lemune okumuşlardır. Tedris'ten tüderrisune ve edrese'den de tüdrisune okunmuştur ki, derrese manasına olur, tıpkı ekreme ve kerreme gibi. Meşhur kırâatin da bu manaya olması da câizdir ki, takdiri: Bima küntüm tedrusunehu alennasi demek olur.

80

Size melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinmenizi emretmez. Hiç siz Müslüman olduktan sonra size küfre dönmenizi emreder mi?

"Vela ye'müreküm entettehizül Melâikete vennebiyyine erbaba” İbn Âmir, Hamze, Âsım ve Ya'kûb sümme yekule'ye atfederek vela ye'müreküm şeklinde mensûb okumuşlardır. O zaman "lâ” "makâne"deki olumsuzluğu te'kit etmek için zâit olur, yani bir beşer için Allah kendini peygamber seçsin de sonra insanları kendine ibâdete ve melekleri ve peygamberleri ilahlar edinmeye çağırsın, bu olamaz demektir.

Ya da zâit değildir,

Mana da şöyledir: Kendine tapmayı emredemez, benzerlerinin de ilâhlar edinilmesini emredemez; bilâkis bundan men eder. Çünkü başkasını ilâh edinmek kendine tapmaya davetten daha hafiftir. Diğerleri ise söz başı olarak Merfû' okumuşlardır, hâl olma ihtimali de vardır. Ebû Bekir de Duri rivâyetinde kendi kuralına göre zammeyi belli belirsiz okumuştur.

"Eye'mürüküm bilküfr” istifham İnkâridir, emretmez demektir. Zamir de beşere râcidir. Allah'a diyenler de olmuştur.

"Siz Müslüman olduktan sonra” bu da hitabın Müslümanlara olduğuna delüdir, onlar da secde etmek için izin isteyenlerdir.

81

Bir zamanlar Allah, peygamberlerden: Yemin olsun ki, size kitap ve hikmet verdim, sonra da size yanınızdakini tasdik edici bir peygamber geldiği zaman ona mutlaka îman edeceğinize ve ona yardım edeceğinize dâir sağlam söz almıştı.

"Bunu kabul ettiniz ve üzerinize bu ağır yükümü aldınız mı?” dedi. Onlar da:

"İkrar ettik” dediler. O da:

"Şâhit olun; ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım” dedi.

"Ve iz ehazallahu misaken nebiyyine lema ateytüküm...” bunun (söz almanın) zahiri üzerine olduğu söylenmiştir; çünkü peygamberler böyle olursa, ümmetleri haydi haydi öyle olur. Bunun

manası şöyledir de denilmiştir: Allah bu sözü hem peygamberlerden hem de ümmetlerinden aldı, onları zikretmekle ümmetlere hacet kalmadı.

Şöyle de denilmiştir: Misakın peygamberlere izafeti mastarın fâ'iline izafeti kısmmdandır,

Mana da şöyledir: Allah peygamberlerin ümmetlerinden aldığı sözü aldığı zaman.

Şöyle de denilmiştir: Maksat peygamberlerin evlatlarıdır, burada muzâf hazfedilmiştir, onlar da İsrâîl oğullarıdır yahut onlara alay yollu peygamberler denilmiştir, çünkü onlar: Bizler peygamberliğe Muhammed'den daha layıkız, çünkü bizler ehl-i kitabız, peygamberler de bizden idi, derlerdi. Lema'daki lâm kaseme yol açmak içindir, çünkü söz almak yemin ettirmek manasınadır.

"Mâ"nın da şartıye olma ihtimali vardır, letü'minünne kasemin ve şartın cevabının yerini tutmuştur, 'nın haberiye olma ihtimali de vardır. Hamze mastariye olarak lima okumuştur, yani liecli iytai (size kitabın bir kısmını getirmem, sonra da Allah'ın ona mutlaka îman edeceksiniz ve yardım edeceksiniz diye söz aldığı Resûlünün gelmesi için) demek olur.

Ya da mevsûledir,

Mana da şöyledir: Size verdiğim ve onu tasdik edici bir peygamber geldiği için söz aldı. Lemmâ, hiyne manasına da okunmuştur ki, mana, size verdiğim zaman demek olur.

Ya da lemin ecli demek olur ki, aslı idgam ile lemimma'dır, dile ağır geldiği için üç mimden biri atılmıştır.

"Kâle eakrartüm ve ahaztüm alâ zaliküm ısrî” sözümü aldınız mı? Söze ısr (ağır yük) denilmesi sırta bağlandığı içindir. Zamme ile usrî de okunmuştur ki, o da lügattir, ibr ve ubr gibi.

Ya da isar’ın çoğuludur ki, o da bele bağlanan şeydir.

"Onlar da "ikrar ettik” dediler. O da: Şâhit olun, dedi” ikrarda birbirinize şâhit olun demektir. Hitabın meleklere olduğu da söylenmiştir.

"Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım” ben de ikrarınıza ve birbirinize şahitliğinize şahidim. Bu da tekittir ve ciddi bir uyandır.

82

Artık kim bundan sonra yüz çevirirse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.

"Artık kim bundan sonra yüz çevirirse” söz aldıktan ve ikrar ve şahitlikle te'kit edildikten sonra "işte onlar fâsıkların ta kendileridir” küfürde inat eden kâfirlerin demektir.

83

Allah'ın dîninden başkasmı mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez ona teslim olmuştur. Yalnız ona döndürülecekler.

"Efe gayra dinillahi yebğun” geçen cümleye ma’tûftur, araya giren hemze İnkâriyedir ya da mahzûfa ma’tûftur, takdiri eyetevellevne feğayra dinillahi yebğun demektir. Mef'ulün başa alınması reddedilmesi gereken şey lmasındandır. Fiil de Ebû Amr, Hafs rivâyetinde Âsım ve Ya'kûb gâip siygasıyla okumuşlardır. Diğerleri ise: Ve kul lehüm takdirinde te ile (tebğune) okumuşlardır.

"Hâlbuki göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez ona teslim olmuştur” düşünerek ve delile tâbi olarak gönüllü, kılıç ve İslâm'a zorlama ile zoraki demektir, Meselâ dağın tepelerine kaldırılması, suda boğulma, ölüme yaklaşma gibi.

Ya da meleklerde ve mü'minlerde olduğu gibi isteyerek ve kâfirlerde olduğu gibi zorla. Çünkü onlar yazgılarından dolayı bunun dışına çıkamazlar.

"Ve ileyhi yurceun” cemi zamiri "men"e râci olmak üzere ye ile okunmuştur.

84

De ki:

"Biz, Allah'a, bize indirilene; İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshak'a, Ya'kûb'a, torunlarına indirilenlere; Mûsa'ya, Îsa'ya ve peygamberlere verilenlere îman ettik. Onlardan hiçbirisi arasında ayrım yapmayız. Biz ona teslim olanlarız.

 (De ki: Biz, Allah'a... îman ettik) Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e kendinin ve kendine tâbi olanların îman ettiklerini haber vermesi için emirdir. Kur'ân ona indirildiği gibi onun tebliğ etmesiyle onlara da indirilmiştir. Ayrıca bir toplumdan bir ferde mensup olan onlara da mensuptur demektir.

Ya da büyütmek için krallar gibi böyle (biz kalıbı ile) konuşması için emirdir. Nüzul (inme) maddesi "ilâ” ile geçişli kılındığı gibi "alâ” ile de geçişli kılınır, çünkü o yukarıdan inmedir. Ona indirilenin diğer peygamberlere indirilenden önce zikredilmesi, tarif edenin o ve ölçünün de ona göre olmasındandır.

"Onlardan hiçbirisi arasında ayırım yapmayız” tasdik veya inkâr etmekle.

"Biz ona teslim olanlarız” itâat edenleriz yahut ibâdetinde ihlâs gösterenleriz.

85

Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul olunmaz. O, âhirette ziyan edenlerdendir.

"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa” yani tevhidten ve Allah’ın hükmüne râzı olmaktan başka "ondan asla kabul olunmaz. O, âhirette ziyan edenlerdendir". Hüsrana uğrayanlardandır.

Mana da şöyledir: İslâm'dan yüz çeviren ve ondan başkasını isteyen, yarardan mahrumdur; insanların yaratıhşmdaki selim fıtratı kaybettiği için hüsrandadır. Bundan îmanın İslâm ile eşit olduğu sonucuna varılmıştır; zira ayrı olsaydı kabul olunmayacaktı. Buna şöyle cevap verilmiştir: Burada reddedilen ona aykırı olan her dindir, yoksa her aykırı olan değildir. Belki de din amellerden ibarettir (İslâm da amellerden ibaret olunca birleşirler).

86

Allah; îmanlarından, Peygamberin hak olduğuna şahitlik etmelerinden ve kendilerine apaçık deliller gelmesinden sonra küfre sapan topluluğa nasıl hidâyet eder? Allah zâlimler topluluğuna hidâyet etmez.

"Keyfe yehdillahu kavmen keferu bade îmanihim ve şehidu” bu da Allah'ın onların hidâyetini uzak görmek içindir, zira açık haktan sapan kimse sapıklığa dalmış ve doğruluktan uzaklaşmıştır.

Şöyle de denilmiştir: Bunu red ve inkâr etmektedir; bundan da mürtedin tevbesinin kabul olunmayacağı anlaşılmaktadır. Şehidu lâfzı îmanihim kavlinin üzerine ma’tûftur, zira o, fiil manasınadır; benzeri de feessadeka ve ekün minessalihin kavlidir.

Ya da kad izmariyle keferu'dan hâl’dir. Bu da iki şıkka göre de dil ile ikrarın gerçek îmanın dışında olduğuna delildir.

"Allah zâlimler topluluğuna hidâyet etmez” yani düşünme melekelerini dumura uğratmak ve küfrü îman yerine koymakla nefislerine zulmedenlere demektir. Artık kendisine hak gelip de tanıyan sonra da ondan yüz çeviren nasıl olur?

87

İşte onların cezası; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olmasıdır.

"İşte onların cezası; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olmasıdır” bu da mantuku (söylendiği alanda delâlet ettiği mana) ile lanetlerinin câiz olmasını, mefhumu (sözde zikri geçmeyen bir hükme delaleti) ile diğerlerine lanetin câiz olmamasını gösterir. Belki de aralarındaki fark şudur; çünkü onlar inkâr karakteri üzerine yaratılmış, yoldan çevrilmiş ve rahmetten doğrudan ümit kestirilmişlerdir; diğerleri ise öyle değildir. İnsanlardan maksat mü'minlerdir yahut geneldir; çünkü kâfir de hakkı inkâr edene ve ondan dönene 'net eder. Ancak tam hakkı bilmez.

88

Orada ebedî kalacaklar. Onların azapları hafifletilmez ve onların yüzlerine de bakılmaz.

"Orada ebedî kalacaklar” lanette yahut azapta yahut ateşte; son ikisi zikredilmese de sözün akışından anlaşılmaktadır.

"Onların cezaları hafifletilmez ve onların yüzlerine de bakılmaz."

89

Ancak bundan sonra tevbe edenler ve hâllerini düzeltenler hariç. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

"Ancak bundan sonra tevbe edenler” yani dinden döndükten sonra "ıslah edenler hariç” bozdukları şeyi düzeltenler. Aslahu dehalu fissulh (sulha girenler) manasına olacağından mef'ûl istemeyebilir.

"Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır” tevbesini kabul eder,

"çok merhametlidir” ona lütfeder. Şöyle denilmiştir: Âyet Haris bin Süveyd hakkında indi, dinden dönmesine pişman oldu, kavmine haber gönderdi ve tevbesinin olup olmayacağını sormalarım istedi. Kardeşi Cülas da bu âyeti yolladı; o da Medîne'ye dönüp tevbe etti.

90

Şüphesiz îmanlarından sonra inkâr edenlerin, sonra da İnkârlarını artıranların tevbeleri asla kabul olunmaz. Onlar sapıkların ta kendileridir.

"Şüphesiz îmanlarından sonra inkâr edenlerin, sonra da İnkârlarını artıranların” Meselâ Yahûdîler gibi ki, Mûsa'ya ve Tevrat'a îman ettikten sonra Îsa'yı ve İncil'i inkâr ettiler, sonra da Muhammed'i ve Kur'ân'ı inkâr etmekle küfürlerini artırdılar.

Yahut da gönderilmeden önce Muhammed'e îman ettiler, sonra da ısrar ve inat ederek ve verdikleri sözü bozarak küfürlerini artırdılar.

Ya da bir topluluk gibi ki, bunlar dinden döndüler ve Mekke'ye katıldılar, sonra da: Biz Muhammed'in başına bir şeyler gelmesini bekliyoruz yahut ona döner ve yalandan îman etmekle münâfıklık ederiz, diyerek İnkârlarım artırdılar.

"Onların tevbeleri asla kabul olunmaz” çünkü onlar tevbe etmezler ya da uçurumun kenarına gelince tevbe ederler. Tevbe etmemelerini tevbelerinin kabul olunmam asıyla ifade etmesi, durumlarını ağırlaştırmak ve hâllerini rahmetten ümit kesenlerin hâline benzetmek içindir.

Ya da dinden döndükleri ve inkârları arttığı için tevbelerinin başka değil münâfıklık için olmasındandır. Bu yüzdendir ki, cümlenin başına fe edâtı dahil olmamıştır.

"Onlar sapıkların ta kendileridir” sapıklıkta sebat edenlerdir.

91

Şüphesiz kâfir olup da kâfir olarak ölenlerin hiçbirinden yer dolusu altın feda etse de asla kabul olunmaz. İşte onlar için pek acıklı bir azâp vardır. Onların hiç yardımcıları da yoktur.

"İnneilezine keferu ve matu vehüm küffarun felen yukbele min ahadihim mil'ül ardı zeheben” kâfir olarak ölmek fidyenin kabulünü engellediği için burada bunu akla getirmek üzere fe getirilmiştir. Mil'üşşey, bir şeyin dolusu demektir. Zeheben de temyiz olarak mensûbtur. Mil'ünden bedel yahut mahzûf mübtedanın haberi olarak da Merfû' okunmuştur.

"Velevifteda bih” bu da manaya göredir, sanki felen yukbele min ahadihim fidyetün velevifteda bimil'il ardı zeheben, denilmiş gibidir.

Ya da muzmere ma’tûftur ki, takdiri: Felen yukbele min ahadihim mil'ül ardı zeheben lev tekarrabe bihi fiddünya ve levifteda bihi minel azabi fılâhireti demektir.

Ya da maksat levifteda bimislihi (misli kadar fidye verse) demektir, tıpkı Allahü teâlâ’nın:

"Eğer yeryüzündeki şeylerin hepsi ve bir misli de yanında olmak üzere zâlimlerin olsaydı...” (Zümer: 49) âyetinde olduğu gibi. Misi hazfedilir ve akılda tutulur, çünkü iki misil tek şey gibidir (bir çift ayakkabı). "İşte onlar için pek acıklı bir azâp vardır” bu da uyarmada mübalağadır ve ümit kestirmedir; çünkü fidyesi kabul olunmayan bazen lütuf olarak affedilir (bunlarda o da olmayacaktır). (Onların hiç yardımcıları da yoktur) azâbı def edecek yardımcıları, min de istiğrak (hepsi ifade etmek) için zâittir.

92

Sevdiklerinizden harcamadıkça iyiliğe eremezsiniz. Ne harcarsanız, şüphesiz Allah onu pekiyi bilmektedir.

 (İyiliğe eremezsiniz) tam hayır demek olan birre eremezsiniz ya da rahmet, rıza ve cennet demek olan Allah'ın iyiliğine eremezsiniz demektir. (Sevdiklerinizden harcamadıkça) maldan yahut onu ve başkasını içine alan şeyden, Meselâ insanlara yardım için itibarı, Allah'a itâat için bedeni ve onun yolunda cam harcamak gibi.

Rivâyete göre âyet Ebû Talha hakkında inmiştir: Ya Resûlallah, benim en sevdiğim malım Beyruha' hurmalığıdır, onu Allah'ın sana gösterdiği yere koy, dedi. O da; Peh peh, bu kazançlı yahut geçerli bir maldır, onu akrabalarına vermeni istiyorum, dedi. Zeyd bin Harise de sevdiği bir atını getirdi: Bu, Allah yolunda sadakadır, dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem onu Üsame bin Zeyd'e verdi. Zeyd de: Ben onu sadaka etmek istemiştim, dedi. Aleyhisselâm da: Şüphesiz Allah, onu kabul etti, dedi (oğluna versem de). Bu da malları akrabalara vermenin daha faziletli olduğunu gösterir. Âyet vâcip ve müstehap harcamalar (sadakalar) için geneldir. Ba'da matühibbune şeklinde de okunmuştur ki, bu da "min"in ba'z manasına geldiğini gösterir min'in beyaniye olması da muhtemeldir.

"Vema tünfîku min şey'in” sevilen veya başka bir şey lsun ne harcarsanız "min” "mâ"yı beyan etmektedir.

"Şüphesiz Allah, onu pekiyi bilmektedir” ona göre size karşılığını verir.

93

Bütün yiyecekler İsrâîl oğullarına helâl idi; ancak İsrâîl'in Tevrat indirilmeden önce kendine haram ettikleri hariç. De ki: Eğer doğru kimseler iseniz Tevrat'ı getirip okuyun.

"Bütün yiyecekler” bundan maksat onları yemektir (İsrâîl oğullarına helâl idi) hill mastardır, sıfat olarak kullanılmıştır. Bunun içindir ki, onda tekil ve çoğul, müzekkerlik ve müenneslik birdir. Allahü teâlâ:

"Lâ hünne hillün lehüm” (Mümtehine 10) buyurmuştur.

"Ancak İsrâîl'in” Ya'kûb'un "kendine haram ettiği şey hariç” Meselâ deve eti ve sütü gibi.

Şöyle de denilmiştir: Onda siyatik hastalığı vardı, iyi olursa en sevdiği şeyi yemeyeceğine adak etti. Bu da en sevdiği yiyecek idi. Bunu tedavi için doktorlara danışarak yaptığı da söylenmiştir. Peygamberin ictihad yapmasını câiz görenler bunu delil getirmişlerdir. Kabul etmeyenler de bunun Allah'ın izni ile olduğunu söyleyebilir, Allah'ın önce haram etmesi gibi.

"Tevrat indirilmeden önce” zulüm ve azgınlıklarına ceza olarak bazi harâmları içine alarak inmeden önce demektir. Bu da Yahûdîlerin şu iki Âyette teşhir edilen zulümden beraat iddialarını reddetmektedir:

"Yahûdîlere haksızlıklarından dolayı temiz yiyecekleri harâm ettik” (Nisa: 160). "Yahûdîlere bütün tırnaklılari harâm ettik” (En'âm: 146). Onlar şöyle demişlerdi: Biz ilk haram edilen kimseler değiliz; bizden önce Nûh'a ve İbrâhîm'e ve ondan sonrakilere de haram edilmişti. Nihayet bize de haram edildi. Bu âyet aynı zamanda neshi kabul etmemelerini ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in İbrâhîm aleyhisselâm'a uyarak deve et ve sütünü helâl etme iddiasını kabul etmeyen Yahûdîleri de reddetmektedir.

"De ki: Eğer doğru kimseler iseniz Tevrat'ı getirin, onu okuyun". Bu da kitaplarıyla onlarla tartışma ve haksızlıkları yüzünden haram olmayan şeylerin onlara haram edildiğini yüzlerine vurmadır.

Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz onlara bunu deyince, afalladılar, Tevrat'ı getirmeye cesaret edemediler. Bunda Efendimizin peygamberliğine delil vardır.

94

Kim bundan sonra Allah'a karşı yalan uydurursa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.

"Kim Allah'a yalan uydurursa” bunu İsrâîl oğullarına Tevrat'ı indirmeden önce ve daha öncekilere haram ettiğini iddia ederse "bundan sonra” bu delille susturulmalarından sonra "işte onlar zâlimlerin ta kendileridir". İnsaf etmeyen ve apaçık hakka inat eden kimselerdir.

95

De ki: Allah doğru söyledi. Siz de Allah'ı birleyerek İbrâhîm dinine tâbi olun. O (İbrâhîm) müşriklerden değildi.

"De ki: Allah doğru söyledi” bu da yalanlarına îma etmektedir yani şunu tesbit et ki, Allah indirdiği şeyde doğrudur, siz ise yalancılarsınız.

"Sîz de Allah'ı birleyerek İbrâhîm dinine tâbi olun” yani İslâm dinine demektir ki, o aslında İbrâhîm'in dinidir ya da onun dini gibisine tâbi olun da sizi dünya menfaatleri için tahrife ve inada zorlayan ve sizi İbrâhîm'e ve ona tâbi olanlara helâl kıldığı şeyleri harâm etmeye sürükleyen Yahûdîlikten kurtulasmız.

"O, müşriklerden değildi” bunda ona hâlis tevhidte, dinde istikamette ve ifrat ve tefritten uzak durmada onu izlemenin vâcip olduğuna işâret ve Yahûdîlerin şirk koştuklarına îma vardır.

96

Şüphesiz insanlar için ilk kurulan Ev, Mekke'de mübarek ve âlemler için hidâyet olan Ev'dir.

"Şüphesiz insanlar için konulan ilk Ev” yani ibâdet için konulan ve mabet olarak yapılan ev demektir, bunu koyan da Allahü teâlâ'dır. Malum kalıbı (vadaa) şeklinde okunması da bunu gösterir.

"Lellezi bibekkete” Mekke'deki Ev'dir. Bekke Mekke'nin başka bir lügatidir, tıpkı nübiyt ve nümiyt, ratib ve ratim, lazib ve lâzım gibi. Bunun Mescidin yeri olduğu söylenmiştir ki, Mekke şehrin adıdır, bekke kökünden gelir ki, sıkıştırmak manasınadır ya da kırmak manasına gelen bekke'dendir. Çünkü o, zorbaların boyunlarını kırar.

Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimize, insanlar için yapılan ilk evi sordular, Mescid-i harâm, sonra da Mescid-i Aksa, dedi. Aralarında ne kadar zaman olduğu soruldu: Kırk yıl, dedi.

Şöyle de denilmiştir: Onu ilk yapan İbrâhîm'dir, sonra çöktü, onu Cürhümlüler, sonra da Amalikalılar, sonra da Kureyşliler yaptı.

Şöyle de denilmiştir: Onu ilk yapan Âdem'dir, tufanda izi silindi, sonra da onu İbrâhîm yaptı.

Şöyle de denilmiştir: Onun yerinde Âdem'den önce Durah denilen bir ev vardı, onu melekler tavaf ederdi. Âdem yere indirilince onu haccetmesi ve tavaf etmesi emredildi. Tufanda dördüncü kat göğe kaldırıldı, şimdi melekler onu gökte tavaf ederler. Bu görüş, Âyetin zahirine uymamaktadır. Şöyle denilmiştir: Maksat onun şerefte ilk olmasıdır, zamanda değil.

"Mübarek” hacceden, umre yapan, yanında itikafa giren ve etrafında tavaf eden için hayrı ve yararı çok demektir. Lillezi zarfının hâlidir.

"Âlemler için hidâyet olarak” çünkü kıbleleri ve mabetleridir. Bir de onda acayip âyetler vardır, nitekim şöyle buyurmuştur:

97

Onda apaçık alametler; Makam-ı İbrâhîm vardır. Ona kim girerse emin olur. Ona bir yol bulanın Beyt'i haccetmesi Allah'ın, insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah âlemlerden zengindir.

"Onda apaçık alametler vardır” Meselâ kuşların çağlar boyu üzerinden uçmayıp yan çizmeleri, haremde yırtıcıların saldırmadan avlarla birlikte dolaşmaları, ona kasteden bütün zorbaların perişan edilmeleri, meselâ fil sâhibi Ebrehe ve ordusu gibi. Bu cümle hüda'yı tefsir etmektedir yahut da ikinci hâl’dir.

"Makamu ibrahime” mübteda’dır, haberi mahzûftur, yani minha makamu ibrahime demektir.

Ya da ayat'tan bedel-i ba'z minel küldür. Atıf beyan olduğu da söylenmiştir ki, âyetlerden maksat som taştaki ayak izidir, ayağının topuklara kadar ona batmasıdır, taşlar arasından bu yumuşaklığın ona özel olarak verilmesidir, peygamberlerin diğer eserleri silinmekle beraber bu kadar çok düşmanına rağmen binlerce yıl muhafaza edilmesidir. Tekil olarak ayetün beyyinetün okunması da bunu destekler. Bu izin sebebi şudur; Kabe'nin yapısı yükseldikçe İbrâhîm taşları kaldırmak için onun üzerinde durdu, iki ayağı birden ona battı.

(Ona kim girerse emin olur) iptida cümlesidir yahut şartıyedir mana bakımından makama ma’tûftur. Çünkü mana olarak emine men dehalehu daha açıkçası minha emnü men dehalehu demektir yahut da onda açık âyetler vardır; Makam-ı İbrâhîm ile ona girenin emin olmasıdır. Birçok âyetler arasından bu ikisi zikredilip diğerleri söylenmemiştir, Meselâ Efendimiz aleyhisselâm'ın şu hadisinde olduğu gibi: Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadınlar ve gözümün nûru namaz. Çünkü o ikisinde dünya ve âhirette diğerlerinin yerini tutacak şeyler vardır; çağlar boyu izin kalması ve oraya girenin kıyâmet gününde azaptan emin olması. Efendimiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: Kim iki haremden birinde ölürse, kıyâmet gününde emin olarak haşrolunur. Ebû Hanîfe'ye göre dinden dönme yahut kısas veyahut bunlardan başka bir sebeple ölümü hak eder de oraya sığınırsa ona sataşılmaz, ancak dışarı çıkması için zorlanır. (Ona bir yol bulanın Beyt'i haccetmesi Allah'ın, insanlar üzerinde bir hakkıdır). Belli bir şekilde ziyaret etmek için ona gitmesi haktır. Hamze, Kisâî ve Âsım da Hafs rivâyetinde kesre ile hicc okumuşlardır ki, bu da Necid lehçesidir.

(Ona bir yol bulana) bu da minennasi'den bedil-i ba'z minel küldür, onu tahsis etmektedir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem istitaa'yı azık ve binekle tefsir etmiştir. Bu da Şâfiî radıyallahü anh'in onu mal ile tefsirini destekler. Bunun içindir ki, kötürüm hastanın imkân bulduğu takdirde bedel göndermesini vâcip kılmıştır. İmâm-ı Mâlik rahmetüllahi aleyh de onu (güç yetmeyi) bedenle güç yetme olarak tefsir etmiştir ki, kim yürümeye ve yolda kazanç sağlamaya güç yetirirse haccetmesi vâciptir, buyurmuştur. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh de onu her ikisiyle tefsir etmiştir. İleyhi'deki zamir beyte yahut hacca râcidir. Bir şeye götüren şey nun yoludur. (Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah âlemlerden zengindir). Haccetmemenin yerine inkârı koyması vâcip olduğunu te'kit ve terk edeni ağır şekilde cezalandırmak içindir. Bunun içindir ki, aleyhisselâm Efendimiz:

"Kim ölür de haccetmezse, ister Yahûdî olarak isterse Hıristiyan olarak ölsün", buyurmuştur.

Hac işinin sıkı olduğu bu Âyette çeşidi yönlerden pekiştirilmiştir; Meselâ haber siygası ile verilmesi, isim cümlesi şeklinde getirilmesi, Allah'ın, insanların boynunda bir borcu olarak bildirilmesi, hükmü önce genelleyip sonra tahsis etmesi - çünkü bu, kapalılıktan sonra izah etme, ikinci kez tekrarlama gibidir - haccı terk etmeye küfür (inkâr) demesi, çünkü o kâfirlerin işindendir, Allah'ın zengin olduğunun bildirilmesi, çünkü bu, bu gibi yerde gazaba ve yardımını kesmeye delâlet eder. Âlemlerden demesi de bunu gösterir, çünkü onda genel bir mübalağa vardır, zenginliğini delille ispat etmesi ve gazabının büyük olduğunu bildirmesi. Çünkü o zor bir iştir, onda nefsi kırma, bedeni yorma, malı sarf etme vardır, şehvetlerden soyulup Allah'a yönelme vardır.

Rivâyete göre Âyetin baş tarafı inince Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem çeşitli din sahiplerini topladı, onlara: Şüphesiz Allah, size haccı yazdı, artık haccedin, diye hitap etti. Ona bir din sâhibi îman etti, diğer beş din sahipleri (Yahûdîler, Hıristiyanlar, Sabiiler, Mecûsîler ve müşrikler) inkâr etti. Bunun üzerine: Kim inkâr ederse... diye başlayan kısım indi.

98

De ki: Ey kitap ehli, Allah yaptıklarınıza şâhit iken Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?

"De ki: Ey kitap ehli, Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?” Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in haccın farz olması vb. gibi iddia ettiği şeylerde doğruluğunu gösteren dinî ve aklî âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz? Özellikle ehl-i kitaba seslenilmesi, İnkârlarının daha çirkin olduğunu göstermek içindir. Çünkü onlar âyetleri daha iyi bilirler. Onlar her ne kadar Tevrat ve İncil'e îman ettiklerini iddia etseler de o ikisini inkâr etmektedirler.

"Allah yaptıklarınıza şâhit iken” o, yaptıklarınıza şahittir, size onların karşılığını verir; tahrif edip gizlemeniz size fayda sağlamaz.

99

De ki: Ey kitap ehli, kendiniz şâhit olduğunuz hâlde îman edenleri Allah yolundan, kendiniz eğriliğini isteyerek niçin çeviriyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir.

"De ki: Ey kitap ehli, îman edenleri Allah'ın yolundan niçin çeviriyorsunuz?” Hitabı ve istifhamı tekrar etmesi, daha çok azarlamak ve mazeretlerinin olmadığım bildirmek içindir. Şu da bildirilmek istenmiştir ki, iki durumdan her biri bizatihi çirkindir ve Allah’ın azabım celp edicidir. Allah'ın yolu da takip edilmesi gereken haktır ki, o da İslâm'dır.

Şöyle de denilmiştir: Onlar mü'minleri kızdırır ve kışkırtırlardı. Öyle ki, Evs ile Hazrec'e geldiler, onlara cahiliyede aralarında geçen düşmanlığı ve savaşı hatırlattılar. Yine öyle bir şey yapsınlar istediler ve ondan çevirmek için hile yaptılar. (Ona bir eğrilik arayarak) bu da tesuddune'deki cemi vavmdan hâl’dir, yani insanların kafalarını karıştırarak, bir eğrilik isteyerek demektir. Nesih yoktur diyerek ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in sıfatını değiştirerek veya benzer şeyler yaparak onda haktan sapma olduğu vehmini akla getirmek ya da mü'minleri kışkırtmak istediler ki, birlikleri dağılsın, din işleri sekteye uğrasın.

"Şâhit olduğunuz hâlde” onun Allah'ın yolu olduğuna, ondan çevirmenin sapma ve saptırma olduğuna ya da kendi milletinizce âdil olduğunuza demektir ki, sizin sözünüze güvenirler ve davalarda sizleri şâhit tutarlar demektir.

"Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir” bu da onlar için tehdittir.

Birinci Âyette inkâr edilen küfürleri olduğundan, onlar da onu açıkça ifade ettiklerinden bunu: Allah yaptıklarınıza şahittir diyerek bitirdi. Bu Âyette de inkâr edilen mü'minleri İslâm'dan çevirme olduğundan ve bunu da gizleyip onun için hile yaptıklarından dolayı bunda da: Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir, dedi.

100

Ey îman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye itâat ederseniz, sizi îmanınızdan sonra kâfir olarak çevirirler.

"Ey îman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden bir zümreye itâat ederseniz” Evs ile Hazrec kabilelerinden bazı kimseler hakkında indi, bunlar oturmuş konuşuyorlardı. Yanlarına Yahûdî Şas bin Kays uğradı, onların birliklerinden ve topluluklarından öfkelendi; Yahûdî bir gence, yanlarına oturmasını ve onlara Buas savaşını hatırlatmasını ve o hususta söylenmiş bazı şiirleri okumasını söyledi. O savaşta Evsliler kazanmışlardı. O da öyle yaptı; oturanlar tartışmaya başladılar, kızıştılar ve: Silâh başına, dediler! Her iki kabileden büyük bir kalabalık toplandı. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem yanlarına geldi, ashâbı da vardı: Ben aranızda iken ve Allah, size İslâm'ı ikram etmiş ve o sayede cahiliye işlerini kesmiş ve kalplerinizi ısındırmışken cahiliyedeki şeyleri mi çağırıyorsunuz, dedi. Onlar da bunun şeytanın bir dürtmesi ve düşmanlarının bir tuzağı olduğunu anladılar; silâhı bıraktılar. Tevbe ve istiğfar edip boyun boyuna sarıldılar. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile dönüp gittiler. Allahü teâlâ’nın geçen Âyette Resûlüne ehl-i kitaba hitap etmesini emrettikten sonra burada bizzat mü'minlere hitap etmesi, şanlarını yüceltmek ve Allah’ın hitabına ve kelâmına lâyık olduklarını bildirmek içindir.

101

Nasıl inkâr edersiniz ki, Allah'ın âyetleri okunuyor ve onun Peygamberi de içinizdedir. Kim Allah'a sıkı tutunursa, şüphesiz doğru yola iletilmiştir.

"Allah'ın âyetlerini nasıl inkâr edersiniz ki,” bu da küfürden men eden ve İslâm'a davet eden sebepler toplandıktan sonra İnkârlarını reddetmedir.

"Kim Allah'a sıkı tutunursa” kim onun dinine sarılırsa veyahut bütün işlerinde ona iltica ederse "şüphesiz doğru yola iletilmiştir” gerçekten hidâyete ermiştir.

102

Ey îman edenler, Allah'tan hakkı ile korkun. Ancak Müslümanlar olarak (îmanla) ölün (can verin).

"Ey îman edenler, Allah'tan hakkı ile korkun” gereği gibi ve lâzım olduğu şekilde demektir ki, bu da vacibi yerine getirmek ve haramlardan kaçınmak için elinden gelen gayreti sarf etmektir. Tıpkı:

"Allah'tan elinizden geldiği kadar korkun” (Teğabün: 16) âyeti gibi. İbn Mes'ud radıyallahü anhten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: O itâat edip isyan etmemektir, şükredip nankörlük etmemektir, hatırlayıp unutmamaktır.

Şöyle de denilmiştir: O, tâati iltifattan ve ona karşılık beklemekten tenzih etmektir. Bu emirde ehl-i kitaba itâat kesinlikle men edilmiştir. Tuka'nın aslı vukye'dir, Mazmûm vâv'ı te'ye, ye'si de elife kalp olunmuştur, tıpkı tüede ve vuhme'de olduğu gibi.

"Ancak Müslümanlar olarak ölün” size ölüm geldiği zaman İslâm hâlinden başka bir hâlde ölmeyin. Çünkü hâl veya başka bir şeyle kayıtlı olan nehiy (yasak) bazen fiile yönelir, bazen kayda yönelir, bazen de onlara değil ikisine birden yönelir, nefiy de öyledir.

103

Toptan Allah'ın ipine sarılın; ayrılığa düşmeyin. Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani siz düşmanlar idiniz de Allah kalplerinizi uzlaştırmıştı. Nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Ateş çukurunun kenarında idiniz de sizi ondan kurtarmıştı. Allah âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız.

"Allah'ın ipine sarılın” İslâm dinine yahut onun kitabına demektir. Çünkü Efendimiz aleyhisselâm:

"Kur'ân Allah'ın sağlam ipidir,” buyurmuştur. Ona istiare yolu ile ip demesi ona sarılanın kurtulmasından dolayıdır. Nitekim ipe sarılmak da helake yuvarlanmaktan kurtuluşa sebeptir. Ona güvenme ve sarılma da mecazın terşihi (müşebbeh bihe uygun bir şeyin zikri) olmuştur.

"Toptan” onun üzerinde toplanmış olarak.

"Ayrılmayın” ehl-i kitap gibi ihtilâf ederek haktan ayrılmayın ya da cahiliyedekiler gibi ayrılıp da birbirinizle harp etmeyin yahut ayrılık getirecek ve ülfeti yok edecek şeyleri hatırlatmayın.

"Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın” o nimetlerden biri de birliğe götürecek ve kini izale edecek hidâyet ve İslâm'a muvaffakiyettir.

"Hani siz düşmanlar idiniz” cahiliye döneminde birbirleriyle savaşan düşmanlar idiniz de "kalplerinizi uzlaştırdı” İslâm sayesinde.

"Nimeti sayesinde kardeşler oldunuz” din kardeşliği üzerinde birleşen ve sevişen kimseler oldunuz.

Şöyle de denilmiştir: Evs ile Hazrec ana baba bir kardeş idiler; evlatları arasında düşmanlık çıktı, savaş yüz yirmi yıl sürdü. Sonunda Allah onu İslâm ile söndürdü ve Resûlü sallallahü aleyhi ve sellem ile aralarını buldu.

"Ateş çukurunun kenarında idiniz” İnkârınızdan dolayı cehennem ateşine düşmeye yaklaşmıştınız, çünkü eğer o hâlde ölüm size gelse idi ateşe düşerdiniz. (Sizi ondan kurtarmıştı) İslâm ile Minha zamiri çukura yahut ateşe yahut da şefa'ya (kenar'a) râcidir. Müennesliği de muzâfunileyh'ten dolayıdır.

Ya da şefe (dudak) manasınadır, çünkü şefel bi'r kuyunun kıyışıdır, canip ve canibe gibi. Aslı şefevün idi, müzekkerde vâv hazfedildiği için müenneste de hazf edildi.

"Böylece” bu açıklama gibi "Allah âyetlerini açıklıyor” delillerini açıklıyor,

"ki, doğru yolu bulasınız” doğru yolda sebat etmeniz ve bunu artırmanız irâdesiyle böyle yapıyor.

104

Sizden hayra davet eden; iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir cemâat olsun. İşte onlar kurtulanların ta kendileridir.

 (Sizden hayra davet eden bir cemâat olsun). "Min” ba'z manasınadır, çünkü iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek farz-ı kifayedendir. Bir de herkesin yapamayacağı bir şeydir. Çünkü onun belli şartlan vardır, onlar bütün ümmette bulunmaz; Meselâ ahkâmı ve denetleme işini bilme, bunları yerine getirme ve bunları yerine getirmek için imkân gibi. Allahü teâlâ herkese hitap etti ve bir kısmından istedi ki, onun herkese vâcip olduğu bilinsin. Öyle ki, herkes direkt olarak onu terk etse hepsi günahkâr olur, ancak bazılarının yapmasıyla düşer. Bütün farz-ı kifayeler de böyledir.

Ya da min edâtı beyaniyedir, o zaman, iyiliği emreden bir toplum olun manasına gelir, Meselâ:

"Sizler insanlar için çıkarılan iyiliği emreden orta bir ümmet oldunuz” (Al-i İmran: 110) kavli gibi. Hayra davet etmek, içinde dinî ve dünyevî fayda olan her şeyi kapsar. İyiliği emri ve kötülükten men’i hayrın üzerine atfetmek, özeli genelin üzerine atfetmektir ve bunun da faziletini bildirmek içindir.

"İşte onlar kurtulanların ta kendileridir” tam kurtulanlar onlardır.

Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz'e, insanların en hayırlısı kimdir, diye soruldu? O da: İyiliği emri ve kötülüğü men'i en iyi şekilde yerine getiren ve sıla-ı rahmi en çok yapandır, dedi. İyiliği emir duruma göre vâcip ve mendup olur. Kötülükten men ise her zaman vâciptir; çünkü şerîatın bütün beğenmediği şeyler haramdır. Öyle anlaşılıyor ki, âsi kimsenin de bu görevi yapması vâciptir, çünkü onun da bunu terk etmesi ve yapanı men etmesi gerekir; birini terk etmekle öbürünün vâcip olması düşmez.

105

Ayrıhğa düşen ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ihtilâf edenler gibi olmayın. İşte onlar için çok büyük bir azâp vardır.

"Ayrılığa düşen ve ihtilâf edenler gibi olmayın” Yahûdî ve Hıristiyanlar gibi; onlar daha önce bildiğin gibi tevhidte, Allah'ı tenzihte ve âhiret hâllerinde ihtilâf ettiler.

"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra” hakkı açıklayan ve ittifakı gerektiren âyetler ve kanıtlar geldikten sonra. Öyle anlaşılıyor ki, tefrika edilmemesi gereken şey usuldadır furuda değildir. Çünkü aleyhisselâm Efendimiz: Ümmetimin ihtilafı rahmettir, buyurmuştur. Bir de: Bir müçtehit ictihad eder de isabet ederse, onun için iki ecir vardır, kim de yanılırsa onun için bir ecir vardır, buyurmuştur. (İşte onlar için çok büyük bir azâp vardır). Ayrılığa düşenler için tehdit, onlara benzemeye çalışanlara da gözdağıdır.

106

O günde ki, bazı yüzler ak olacak, bazı yüzler de kapkara olacak. Yüzleri kapkara olanlara gelince,

"îmanınızdan sonra inkâr ettiğiniz için azâbı tadın” (denilir).

 (O günde ki, bazı yüzler ak olacak, bazı yüzler de kapkara olacaktır) yevme, lehüm'deki fiilin manasıyla yahut gizli üzkür (hatırla) ile mensûbtur. Yüzün ak olması ve kara olması, üzerinde sevinç parıltısının ve korku paniğinin görülmesinden kinayedir.

Şöyle de denilmiştir: Hak ehlinden olanlara yüzün ak, amel defterinin ak olmasıyla ve önünden ve sağından nûrun aydınlatmasıyla işâret verilir. Bâtıl ehlinden olanlara da bunun tersi yapılır. (Yüzleri kapkara olanlara gelince îmanınızdan sonra inkâr mı ettiniz) burada deme maddesi gizlenmiştir, yani onlara: İnkâr mı ettiniz, denir? Ekefertüm'deki hemze azarlama ve hâllerinden şaşma içindir, onlar da dinden dönenlerdir ya da gönderilmeden önce Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e îman ettikten sonra onu inkâr eden ehl-i kitaptır ya da Kâlû belâ'da şahitlik ederek onu ikrar ettikten sonra inkâr eden bütün kâfirlerdir yahut da delil ve âyetlere bakarak imari etme imkanı bulup da etmeyenlerdir.

"Öyleyse azâbı tadın” bu da hakaret emridir.

"İnkâr ettiğiniz için” küfrünüz için yahut küfrünüze karşılık için.

107

Yüzleri ak olanlara gelince, onlar Allah'ın rahmetindedirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.

"Yüzleri ak olanlara gelince, onlar Allah'ın rahmetindedirler” yani cennette ve sonsuz sevaptadırlar. Bunu rahmetle ifade etmesi mü'minin, ömrünü Allah'a itaatla geçirmiş olsa da cennete ancak Allah'ın rahmet ve lütfü ile gireceğine dikkat çekmek içindir. Tertibe göre önce bunlar zikredilmeliydi, fakat söz mü'minlerin süsü ve sevapları başlasın ve bununla bitsin istenmiştir.

"Orada ebedî olarak kalacaklardır” bunu, te'kit için söz başı yapmıştır, sanki: Orada nasıl olacaklar denilmiş? Orada ebedî kalacaklar diye cevap verilmiş gibidir.

108

Bunlar, Allah'ın sana hak olarak okuduğumuz âyetleridir. Allah âlemlere haksızlık etmek istemez.

"Bunlar Allah'ın âyetleridir” vaat ve tehdidi hakkında varit olan âyetleridir "onları sana hak olarak okuyoruz” hak ile ilişkili ve içinde şüphe olmayarak okuyoruz.

"Allah âlemlere haksızlık etmek istemez” çünkü onun zulüm etmesi imkansızdır; zira hiçbir şey na hak olmaz ki, onu eksik yaparak zulmetsin, hiçbir şeyden de men edilmez ki, onu da yaparak haksızlık etsin. Çünkü o mutlak mülk sâhibidir. Nitekim şöyle buyurmuştur:

109

Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'a aittir. İşler Allah'a döndürülür.

"Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'a aittir, İşler Allah'a döndürülür". Herkese vaadini ve tehdidini gerçekleştirir.

110

 Sizler insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız. Kitap ehli de îman etse idi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Onlardan îman edenler vardır; çoğu ise fasıktırlar.

"Sizler en hayırlı ümmet oldunuz” geçmişte hayırlı olduklarını gösterdi, gelecekte de kesileceğine bir şey demedi, şu âyet gibi:

"Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edici oldu” (Nisa: 23). Şöyle denilmiştir: Allah'ın ilminde böyle idiniz yahut Levh-i Mahfûz'da veyahut geçen milletlerde.

"İnsanlar için çıkarılan” onlar için meydana getirilen.

"İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz".Yeni söz başıdır, niçin hayırlı ümmet olduklarını açıklamaktadır ya da ikinci haberdir.

"Ve Allah’a inanırsınız". İnanılması gereken her şeyi içine almaktadır. Başa konulması gerekirken geriye bırakılması, iyiliği emretmek ve kötülükten men etmekle görevlendirilmeleri Allah'a îman, onu tasdik etmek ve dinini açığa çıkarmak için olduğunu göstermek içindir. Bu âyetten icmam delil olduğu çıkarılmıştır; çünkü onların her iyiliği emir ve her kötülükten men ettikleri sonucunu doğurur. Zira ikisindeki lâm (elmarufu elmünker) istiğrak içindir. Eğer bâtıl üzerinde icma etselerdi durumları böyle olmazdı.

"Kitap ehli de îman etselerdi” gerektiği gibi îman etselerdi "elbette daha hayırlı olurdu” îman daha hayırlı olurdu "onlar için” üzerinde bulundukları hâlden.

"Onlardan îman edenler vardır” Meselâ Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi "çoğu ise fasıktırlar” küfürde dikkafalıdırlar. Bu ve arkasındaki cümle konu dışı olarak vaki olmuştur.

111

 Size eziyetten başka asla bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşırlarsa size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kendilerine yardım edilmez.

"Size eziyetten başka bir zarar veremezler” dil uzatmak ve tehdit etmek gibi hafif zarar "eğer sizinle savaşırlarsa size arkalarını dönüp kaçarlar” yenilirler; öldürmek ve esir etmekle size zarar vermezler.

"Sonra da kendilerine yardım edilmez” sonra kimse onlara size karşı yardım etmez yahut saldırılarınızı onlardan def etmez. Zararlarını dille sınırlamıştır. Ve şunu da tespit etmiştir ki, eğer savaşa kalksalardı çember başlarına geçerdi. Sonunda da aciz ve perişan olacaklarını haber vermiştir. Yuvellu'ya atfen layunsaru da okunmuştur, nunla okunmasında sümme edâtı derecede geriliği gösterir ki,; o zaman yardım görmemeleri savaşmalarıyla sınırlandırılmış olur.

Bu âyet gerçeğin de tasdik ettiği gâipten haber vermektedir; çünkü Kurayza, Nadıyr, Kaynuka oğulları ve Hayber Yahûdîlerinin durumu böyle oldu.

112

 Nerede bulunsalar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur; ancak Allah'ın ipine ve insanların ipine sarılmış olmaları hariç. Allah'ın gazabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmelerinden dolayı idi.

"Üzerlerine zillet damgası vuruldu” kanları, mallan ve aileleri perişan oldu ya da bâtıla sarılma ve cizye zilleti demektir.

"Nerede bulunsalar” nerede yakalansalar.

"Ancak Allah'ın ipine ve insanların ipine sarılmış olmaları hariç” bu da en genel durumdan istisnadır yani bütün hâllerde zillete mahkumdurlar ancak Allah'ın veyahut kendilerine verdiği kitabının veyahut Müslümanların ipine sarılmış olmaları yahut İslâm dinine ve mü'minlerin gittiği yola sarılmış olmaları müstesna.

"Allah'ın gazabına uğradılar” hak ederek gazapla döndüler.

"Ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu” üzerlerine kubbe gibi çatıldı. Yahûdîler genellikle fakir ve miskin (sefil)dirler. (İşte bu) üzerlerine vurulan zillet ve meskenet damgası ile gazaba uğramalarına işarettir "onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleri sebebiyledir” âyetleri inkârları ve peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Gerçekte de öyle olmakla beraber haksız yere öldürmeleri kaydı kendi inançlarında bile haksız olduklarına inandıkları içindir.

"Bu” inkâr ve öldürme "isyan etmeleri ve aşırı gitmelerinden dolayı idi” âsi olmaları ve Allah’ın hududunu aşmaları sonucu idi. Çünkü küçük günah üzerinde ısrar büyüklere götürür, onda da devam etmek küfre vardırır. Bunun

manası şöyledir de denilmiştir: Dünyada zillet damgasının vurulması ve âhirette gazabı hak etmeleri İnkârlarından ve peygamberleri öldürmelerinden kaynaklandığı gibi isyanlarından ve tecâvüzlerinden de kaynaklanmıştır. Çünkü onlar usulle olduğu gibi furu ile de mükelleftirler.

113

 Hepsi bir değiller; kitap ehlinden kıyam duran bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secde hâlinde Allah'ın âyetlerini okurlar.

 (Hepsi bir değiller) kötülükte, zamir ehl-i kitaba gitmektedir. (Kitap ehlinden kıyam duran bir topluluk vardır) bu da bir olmadıklarını gösteren yeni söz başıdır. Kaimetün müstakim ve âdil demektir ki, ekamtül ude'den gelir ki, sırığı doğrultmaktır. Onlar da içlerinden Müslüman olanlardır.

"Gece saatlerinde secde hâlinde Allah'ın âyetlerini okurlar". Teheccütlerinde Kur'ân okurlar. Bunu gece saatlerinde okumakla ifade etmesi, onları daha açık ve daha ileri derecede methetmek içindir.

Şöyle de denilmiştir: Maksat yatsı namazıdır; çünkü ehl-i kitap onu kılmazlardı. Zira

rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz yatsıyı geciktirdi, sonra çıktı, insanların namazı beklediklerini gördü: Bilin ki, din sahipleri arasında Allah'ı bu saatte sizden başka zikreden yoktur, dedi.

114

 Allah'a ve âhiret gününe îman ederler; iyiliği emredip kötülükten men ederler ve hayırlara koşarlar, işte onlar iyi kimselerdir.

"Allah'a ve âhiret gününe îman ederler; iyiliği emredip kötülükten men ederler ve hayırlara koşarlar". Bu da ümmetin diğer sıfatlarıdır. Onları Yahûdîlerde olmayan özelliklerle niteledi: çünkü onlar haktan sapıktırlar, gece ibâdet etmezler, Allah'a şirk koşarlar, sıfatlarında aşırı giderler, âhiret gününü başka sıfatıyla nitelerler, iyiliği emirde yağcılık yaparlar, hayırlardan geri kalırlar.

"İşte onlar iyi kimselerdir” bu sıfatlarla nitelenenler Allah katında hâlleri iyi olanlar, rıza ve methini hak edenlerdir.

115

 Ne hayır işlerlerse asla inkâr edilmeyecektir. Allah müttekıleri çok iyi bilmektedir.

"Ne hayır işlerlerse asla inkâr edilmeyecektir” sevabı asla zâyi edilmeyecek ve eksiltilmeyecektir. Buna inkâr demesi sevabı vermeye şükür denmesi gibidir. Kefr maddesinin iki mehil alması mahrumiyet manası yüklendiği içindir. Hafs ile Kisâî ye ile vema yefalu min hayrın felen yükferuhu şeklinde okumuşlar, kalan kurralar ise te ile okumuşlardır.

"Allah müttekıleri çok iyi bilmektedir” onlar için müjdedir ve takvanın hayrın ve iyi amelin başı olduğunu ve Allah katında kurtulacak olanın da takva sahipleri olduğunu akla getirmek içindir.

116

 Şüphesiz kâfirleri ne malları ne de evlatları Allah'tan hiçbir şey gideremez. İşte onlar cehennemin arkadaşlarıdır. Orada ebedî kalacaklar.

"Şüphesiz kâfirlerin ne malları ne de evlatları Allah'tan hiçbir şeyi gideremez". Azaptan demektir yahut lentuğniye ağna'dan gelir ki, şey'en de mef'ûlu mutlak olur.

"İşte onlar cehennemin arkadaşlarıdır” oradan ayrılmayacaklardır.

"Orada ebedî kalacaklardır".

117

 Onların bu dünya hayatında harcadıklarının hâli, içinde dondurucu bir soğuk bulunan ve kendilerine zulmeden bir kavmin ekinine dokunup da onu mahveden rüzgârın hâli gibidir. Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.

"Onların harcadıklarının hâli” kâfirlerin Allah'a yaklaşmak yahut böbürlenmek yahut duyurmak için harcadıkları veyahut münâfıkların gösteriş ve korku için harcadıkları demektir.

"Bu dünya hayatında, içinde dondurucu bir soğuk olan rüzgârın hâli gibidir” Âyette geçen sırr şiddetli soğuk demektir. Daha çok soğuk rüzgâr için kullanılır, Meselâ sarsar gibi. O aslında mastardır, sıfat olmuştur yahut sıfattır soğukluk onunla nitelenmiştir. Meselâ berdün baridün (dondurucu soğuk) gibi.

"Kendilerine zulmeden bir kavmin ekinine dokunan” inkâr ve isyanlarla zulmeden "onu mahveden” onlara ceza olarak; zira kızarak helâk etmek daha çetindir. Maksat zâyi olan harcamalarını kâfirlerin soğuk rüzgârın vurduğu, kendileri için dünya ve âhirette bir fayda bırakmadığı ekine benzetmektir. Bu da mürekkep (bileşik) teşbihtendir. Bunun içindir ki, teşbih edatının ekine değil rüzgâra getirilmesinde bir mahzur görülmemiştir. Mühleke rihin (rüzgârın helâk ettiği) şeklinde takdir etmek de câizdir.

"Onlara Allah zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı” yani harcamalarını zâyi etmekle onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı. Çünkü onu usulüne uygun şekilde harcamıyorlardı ya da ekinlerini helâk etmekle ekin sahiplerine zulmetmedi, fakat onlar azâbı hak edecek şeyleri yapmakla kendilerine zulmediyorlardı. Lakinne şeklinde şeddeli de okunmuştur ki, fakat nefislerine zulmediyorlardı demek olur. Zamir-i şan takdir etmek câiz değildir; çünkü o ancak zaruret-i şiirde câiz olur, şurada olduğu gibi:

(Ben aşk nedir bilmezdim)

Fakat kirpiklerini gören aşık olur.

118

 Ey îman edenler, sizden başkalarını sırdaş edinmeyin; onlar size fesat yapmakta kusur etmezler. Sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve nefretleri ağızlarından belli olmuştur. Göğüslerinin gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer aklınızı çalıştırıyorsanız âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.

"Ya eyyühel lezine amenu lâ tettehizu bitaneten” bitaneten veliceten demektir ki, o da kişinin sırrını verdiği kimsedir, sırdaşıdır. Elbisenin bitanesine (astarına) benzetilmiştir. Nitekim o, şiar'a (şa're, kıla, tene değen elbiseye) de benzetilmiştir. Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Ensâr şiar'dır, diğer insanlar da disar'dır (dişliktir) buyurmuştur. (Sizlerden başkasını) Müslümanlardan başkasını demektir ki, tettehizu'ya ya da bitane'nin mahzûf sıfatına mütaallıktır yani bitaneten kâineten min duniküm demektir.

"Lâ ye'luneküm habâla” yani aranızı bozmakta kusur işlemezler demektir. Üluvv kusur etmek demektir, aslı harf ile geçişli kılınmaktır, harfsiz iki mefula geçişli olması, Meselâ âluke nüshan (sana nasihati esirgemem) sözünde olduğu gibi, men ve eksiklik manasını taşıdığı içindir. (Şiddetli zarar ve sıkıntınızı isterler) demektir.

"Mâ” edâtı mastariyedir (temennev aneteküm) demektir.

"Kin ve nefretleri ağızlarından taşmıştır” yani konuşmalarında görülmektedir, çünkü onlar aşırı nefretlerinden dolayı dillerine sahip olamazlar.

"Göğüslerinin gizledikleri ise daha büyüktür” görünenden, çünkü görünmesi görüş ve irâdelerinden değildir.

"Âyetleri size açıklamış bulunuyoruz” ihlâs ve mü'minlere dostluğun ve kâfirlere düşmanlığın vâcip olduğunu gösteren âyetleri demektir.

"Eğer akhnızı çalıştırıyorsanız” eğer açıklananları anlıyorsanız. Dört cümle illet göstermek için yeni söz başı olarak getirilmiştir. İlk üçünün bitane'nin sıfatı olması da câizdir.

119

 Sizler öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz; onlar ise sizi sevmezler. Sizler kitapların hepsine îman edersiniz. Sizinle karşılaştıkları zaman "îman ettik” derler. Baş başa kaldıkları zaman size karşı kinlerinden parmak uçlarım ısırırlar.

"Kininizle ölün” de. Şüphesiz Allah, sinelerin içindeki ni çok iyi bilmektedir.

 (Sizler o kimselersiniz ki,) yani sizler kâfirlerle dostluk kurmakta hata eden o kimselersiniz demektir. Onları seversiniz, onlar ise sizi sevmezler, bu da dostluklarındaki hatayı açıklamaktadır. Bu da ikinci haberdir ya da ülai'nin haberidir, cümle de entüm'ün haberidir. Meselâ: Ente zeydün tuhibbuhu sözünde olduğu gibi.

Ya da hâl’dir, âmili de işaretteki manadır. Ülai'nin, arkasındaki şeyin tefsir ettiği gizli bir fiille mensûb olması da câizdir, o zaman cümle haber olur. (Kitapların hepsine îman edersiniz) bütün kitapların cinsine demektir ki, o da yuhibbuneküm'den hâl’dir,

Mana da şöyledir: Sizi sevmezler halbuki siz onların kitabına da îman ediyorsunuz. Neden onları seviyorsunuz da onlar sizin kitabınıza îman etmiyorlar? Bunda onlar kendi batıllarında sizden daha katıdırlar diye (Müslümanları) azarlama vardır.

"Sizinle karşılaştıkları zaman "îman ettik” derler” münâfıklık etmek ve sizi aldatmak için.

"Baş başa kaldıkları zaman kinlerinden parmak uçlarını ısırırlar” öfkelerinden ve içlerindeki yangılarından dolayı, çünkü yürek soğutacak bir şey yapamazlar.

"Kininizle ölün, de” (kahrınızdan çatlayın, de). Bu da İslâm'ın ve Müslümanların gücünün artmasıyla helâk oluncaya kadar öfkelerinin sürmesi ve ziyadeleşmesi ile bedduadır.

"Şüphesiz Allah, sinelerinin içindekini çok iyi bilendir” göğüslerindeki kin ve nefreti bilir. Bunun da o sözden olması muhtemeldir yani: Onlara de ki, Allah kininizden parmaklarınızı ısırmaktan daha gizli şeyi de bilir. Bunun dışında olması da muhtemeldir yani: Onlara bunu de ve sırlarından haberdar olmamdan dolayı şaşırma; çünkü ben içlerindekinden daha gizlisini de bilirim.

120

 Size bir iyilik dokunursa onları üzer. Eğer size bir kötülük dokunursa, buna sevinirler. Eğer sabreder ve sakınırsanız, hileleri size hiçbir şeyle zarar vermez. Şüphesiz Allah, yaptıklarını kuşatıcıdır.

"Size bir iyilik dokunursa onları üzer. Eğer size bir kötülük dokunursa, buna sevinirler". Bu da düşmanlıklarının öyle bir sınıra vardığını göstermektedir ki, elde ettikleri hayır ve menfaati kıskandılar ve başlarına gelen sıkıntı ve şiddete sevindiler. Âyette geçen mess, değmekten istiaredir.

"Eğer sabrederseniz” onların düşmanlıklarına yahut tekliflerin zorluklarına "ve sakınırsanız” dostluklarından veya yüce Allah'ın size haram ettiği şeylerden "size hiçbir şeyle zarar veremezler” Allah'ın lütfü ile ve sabreden ve takva gösterenlere va'dedilen hıfzı ile. Bir de işi ciddi tutan ve sakınma ve sabırla idman yapan kimse o gibi şeylerden daha az etkilenir, hasma karşı daha cesur olur. yedurrukum'daki ra'nın zammesi birinci ra'nın zammesinden dolayıdır, tıpkı müddü'de olduğu gibi. İbn Kesîr, Nâfi', Ebû Amr ve Ya'kûb da dârahu yediyruhu'dan layedırküm okumuşlardır.

"Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı” sabır, takva vb. gibi şeyleri "kuşatıcıdır” yani ilmi kuşatıcıdır demektir ki, size lâyık olduğunuz karşılığını verir. Ye ile yamelun okunmuştur ki, size düşmanlıklarını bilir ve ona göre cezalarını verir demek olur.

121

 Hani sen mü'minleri savaş menzillerine yerleştirmek için ailenden ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten ve kemaliyle bilendir.

 (Hani erkenden ayrılmıştın) üzkür iz ğadevte (ayrıldığın zamanı düşün) demektir.

"Ailenden” yani Hazret-i Âişe radıyallahü anha'nın odasından demektir. (Mü'minleri yerleştirmek için) onları indirmek yahut sıraya sokmak ve onları hazırlamak için. Lâm ile (lilmü'minine) okunması da bunu destekler.

"Savaş mevzilerine” bunun için için hazırlanmış durak ve yerlere. Bazen mak'ad ile makam, geniş tutularak mekan için de kullanılır, Meselâ:

"fî mak'adi sıdkın” (Kamer: 55) ve:

"Kable en tekume min makamik” (Neml: 39) âyetlerinde olduğu gibi.

"Allah hakkıyla işitendir” sözlerinizi "bilendir” niyetlerinizi.

Rivâyete göre müşrikler Uhut savaş meydanına hicretin üçüncü yılında Şevval'in on ikisinde indiler. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ashâbı ile istişare etti. Abdullah bin Übey bin Selul'u da çağırdı, onu daha önce çağırmamıştı. O ve Ensâr'ın çoğunluğu: Ya Resûlallah, Medîne'de kal, onların karşısına çıkma; Allah'a yemin ederiz ki, ne zaman oradan düşmanlara çıkmışsak mutlaka bizi hırpalamışlardır; ne zaman onlar şehre girmişse mutlaka biz onları hırpalamışızdır, dediler. Bir de sen aramızda iken daha da iyi olur. Onları bırak, eğer yerlerinde kalırlarsa, kötü şekilde hapsolurlar. Eğer geri dönerlerse, elleri boş olarak dönerler, dediler. Bazıları da düşmana çıkmayı önerdiler. Aleyhisselâm Efendimiz: Ben rüyamda çevremde bir sığırın boğazlandığını gördüm: bunu hayra yordum. Kılıcımın ucunda bir çentik gördüm, bunu da yenilgi ile yorumladım. Elimi sağlam bir zırhın içine soktuğumu gördüm, bunu Medîne ile yorumladım. Eğer Medîne'de kalmak ve düşmanı orada terk etmek isterseniz (siz bilirsiniz) dedi. Bedir'de bulunmayan ve Uhut'ta şehit düşen (düşecek olan) bazı kimseler: Bizi düşmanlarımızın karşısına götür, dediler ve çok ısrar ettiler. O da içeri girdi, savaş kıyafetini giydi; onu böyle görünce ısrarlarına pişman oldular ve: Ya Resûlallah, nasıl istersen öyle yap, dediler. O da: Savaş elbiselerini giyen bir peygamberin savaşmadıkça onları çıkarması uygun değildir, dedi. Cuma namazından sonra çıktı, Cumartesi günü Uhud'un eteğine geldi, vadi tarafında durdu. Sırtını ve askerini Uhud'a dayadı, saflarını düzeltti ve okçuların başına Abdullah bin Cübeyr'i getirdi ve: Bizi oklarla savunun ki, arkamızdan gelmesinler, dedi.

122

 O zaman sizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuşlardı. Halbuki onların yardımcıları Allah idi. Mü'minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler (güvensinler).

"İz hemmet o zaman” (iki bölük yüz tutmuştu) semiün âlim'e mütaallıktır yahut iz ğadevte'den bedeldir.

"Sizden iki bölük” bunlar Hazreç'ten Selime oğulları ile Evs'ten Harise oğulları idi. Askerin sağ ve sol kanadında idiler.

"Bozulmaya” korkup zayıflamaya, demektir.

Rivâyete göre Efendimiz aleyhisselâm bin kadar askerle çıktı, sabrettikleri takdirde onlara zafer vaat etti. Şavt mevkiine gelince İbn Übeyy üç yüz adamıyla geri döndü ve: Niçin kendimizi ve evlatlarımızı öldürüyoruz, dedi? Amr bin Hazm el - Ensârî arkalarına düştü: Allah için ve insanlık için Peygamberinizi yalnız bırakmayın, dedi. İbn Übeyy de: Eğer biz savaşmayı bilseydik size tâbi olurduk, dedi. İki kabile de ona uymak istediler. Allah onları korudu. Onlar da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile yollarına devam ettiler. Öyle görünüyor ki, onlar dönmeye tam karar vermemişlerdi, çünkü Allahü teâlâ:

"Allah o ikisinin velisidir” yani o riskten koruyucularıdır, buyurmuştur. Allah onların yardımcılarıdır, öyleyse neden gevşeyip de Allah'a tevekkül etmiyorlar demek de câizdir.

"Mü'minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler” yani ona güvensinler, başkasına güvenmesinler ki, onlara Bedir'de olduğu gibi yardım etsin.

123

 Yemin olsun, Allah size zayıf iken Bedir'de yardım etmişti. Allah'tan korkun ki, şükredesiniz.

"Yemin olsun, Allah size Bedir'de yardım etmişti” bu da tevekkülün kazandırdığı bazı şeyleri hatırlatmadır. Bedir Mekke - Medîne arasında bir su idi, Bedir adında bir adama ait idi, onun ismiyle anılmıştır. (Sizler zayıf iken) bu da zamirden hâl’dir, ezilletün deyip de zelailü dememesi zayıflıklarının yanı sıra azlıklarını da göstermek içindir. Çünkü hâlleri zayıf, binek ve silâhları az idi.

"Allah'tan korkun” sebat etme hususunda

"ki, şükredesiniz” sakınmanız sayesinde ettiği yardım nimetine yahut size nimet verir şükredesiniz diye. Şükrün nimet vermenin yerine konulması sebep olmasındandır.

124

 Hani sen mü'minlere:

"Rabbinizin size indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi yetmez mi?” diyordun.

 (Hani sen mü'minlere diyordun ki,) nasaraküm'ün zarfıdır, iz ğadevte'den bedel olduğu da söylenmiştir, o da bunu Uhut savaşında demesine göredir, sabrı ve muhalefetten kaçmayı şart koşmuştu. Ganimetlere dayanamayıp da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in emrine muhalefet edince, melekler inmemişti. (Rabbinizin size indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi yetmez mi?) Bu da yetmemesini reddir ki, yeter demektir.

"Len” getirilmesi zaferden ümit kesmişler gibi olmalarındandır; çünkü zayıftılar, sayıları az idi; düşman kuvvetli ve çok idi.

Şöyle de denilmiştir: Allah onlara Bedir savaşında önce bin melekle imdat etti, sonra melekler üç bin oldular, daha sonra da beş bin. İbn Âmir teksir ve aşama için şeddeli olarak münezziliyn okumuştur.

125

 Evet, eğer sabreder ve sakınırsanız, onlar da size şu anda gelirlerse, Rabbiniz size nişanlı beş bin melekle imdat edecektir.

"Belâ” "len"den sonrasını olumlu kılmak içindir ki, evet yeter, demektir. Sonra sabır ve takva gösterdikleri takdirde daha fazlasını va'detti, bunu da bu iki şeye teşvik etmek ve kalplerini pekiştirmek için yaptı:

"Eğer sabreder ve sakınırsanız, onlar da” yani müşrikler de (size ansızın gelirlerse) yani derhal demektir. Fevr aslında faretil kıdrü'den mastardır ki, tencere kaynamaktır, sürat için istiare edilmiş, sonra da beklemeden ve gecikmeden olan duruma denilmiştir, mana da: Üzerinize ansızın gelirlerse demektir.

"Rabbiniz size beş bin melekle imdat edecektir". Ara vermeden, gecikmeden demektir.

"Müsevvimiyn” tesvim'den gelir ki, nişanlı demektir. Çünkü Efendimiz aleyhisselâm ashâbına: Savaşta nişan takın, çünkü melekler de nişan takındı, buyurmuştur.

Ya da salıverilmiş manasınadır ki, isame manasına tesvim'den gelir, davarı otlatmak için salıvermektir. İbn Kesîr, Ebû Amr, Âsım ve Ya'kûb vâv'ın kesri ile (müsevvimiyn) okumuşlardır.

126

 Allah bunu sırf size müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Zafer ancak mutlak gâlib ve hikmet sâhibi Allah tarafından dır.

"Allah bunu kılmadı” size meleklerle imdadını "illâ müjde kıldı” size zafer muştusu kıldı.

"Bununla kalpleriniz yatışsın diye” korkudan emin olsun diye.

"Zafer ancak Allah katındandır” teçhizat ve sayı ile değil. Bu da aslında zafer için imdada ihtiyaçları olmadığına dikkat çekmek içindir. Onlara imdat etmesi ve onlara bunu va'detmesi onları müjdelemek ve kalplerini sağlamlaştırmak içindir. Çünkü halk sebeplere daha çok bakar, bir de bu geri çekilip de savaşa katılmayanlara fazla kafa takmamaları içindir.

"Mutlak gâlib (Allah katındandır)hükümlerinde onu kimse bastıramaz,

"hikmet sâhibi (Allah katındandır)ki, hikmet ve maslahata göre dolaylı ve dolaysız yardım da eder, yardımını keser de.

127

 Bir de Allah bu imdadı kâfirlerin bir tarafını kesmek veyahut onları elleri boş dönsünler diye geri çevirmek için yaptı.

 (Bir de Allah bu yardımı kâfirlerin bir tarafını kesmek için yaptı) bu da nasaraküm'e yahut lâm ahd için olduğu takdirde ve mennasr'a mütaallıktır,

Mana da şöyledir: Bazılarını öldürmek ve bazılarını da esir etmekle onları eksiltmek için yaptı. Bu da Bedir savaşında Kureyş'in ileri gelenlerinden yetmiş ölü ve yetmiş de esir vermeleriyle olmuştu. (

Yahut onları geri çevirsin) yahut perişan etsin, kebt kalbe düşen şiddetli öfke yahut zafiyettir. Ev edâtı da tekrar için değil çeşitlilik içindir.

"Elleri boş dönsünler” umutları kırılarak yenilsinler.

128

 Ki bu işten sana bir şey yoktur.

Yahut da tevbelerini kabul etmek veyahut onlara azâp etmek için yaptı. Çünkü onlar zâlimlerdir.

"Ki bu işten sana bir şey yoktur” ara cümledir.

"Evyetube aleyhim evyuazzibehüm” bu da evyekbitehüm kavline ma’tûftur.

Mana da şöyledir: Allah'ın onların durumuna hakimdir ya onları helâk eder ya perişan eder ya da ısrar ederlerse onlara azâp eder. Senin elinde bir şey yoktur, sen ancak onları uyarmak ve onlarla cihâd etmek için emir kulusun. En edatının gizlenmesiyle emr'e yahut şey'e ma’tûf olma ihtimali de vardır, yani onların durumundan yahut tevbelerinden yahut azaplarından sana bir şey yoktur yahut durumlarından sana bir şey yoktur yahut tevbe ve azaplarından sana bir şey yoktur. Ev edâtı illâ en manasına da olabilir ki, onların durumlarından sana bir şey yoktur; ya Allah tevbelerini kabul eder, buna sevinirsin ya da onlara azâp eder, yüreğini soğutursun.

Rivâyete göre Utbe bin Ebi Vakkas, Uhut'ta Peygamberimiz'in başım yardı, ön dişlerini kırdı. Kendisi de kanı yüzünden silip: Peygamberlerinin yüzünü kanatan bir kavim nasıl iflâh olur, demeye başladı, âyet bunun üzerine indi. Şöyle denilmiştir: Onlara beddua etmek istedi, Allah içlerinden îman edecek çıkacağını bildiği için onu bundan men etti.

"Çünkü onlar zâlimlerdir” zulümleri sebebiyle azâbı hak etmişlerdir.

129

 Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azâp eder.Allah çok bağışlayıcı ve çokmerhamet edicidir.

"Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır” yaratma ve mülk olarak, bütün emir onundur, senin değildir.

"Dilediğini bağışlar, dilediğine azâp eder". Bu da azabın vâcip olmasını reddetmek için açıktır. Bağışlamak için tevbe etme ve azâp için tevbe etmeme kaydını koymak buna itiraz etmek gibidir.

"Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir” kulları için; öyleyse acele ile onlara beddua etmeye girişme.

130

Ey îman edenler, faizi kat kat yemeyin. Allah'tan korkun ki, felâh bulasınız.

"Ey îman edenler, faizi kat kat yemeyin” mürekkep/bileşik şekilde artırmayın, böyle tahsis edilmesi gerçek duruma göredir, çünkü o zamanlar adam belli bir süreye kadar faize verirdi, sonra da artırırdı, öyle ki, az bir şeyle borçlunun tüm malına el koyardı. İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ya'kûb muda'afeten şeklinde okumuşlardır.

"Allah'tan korkun” yasaklanan şeylerde "ki, felâh bulasınız” felâha kavuşursunuz.

131

O ateşten korkun ki, kâfirler için hazırlanmıştır.

"O ateşten korkun ki, kâfirler için hazırlanmıştır” onlara uymaktan ve yaptıklarını yapmaktan sakınmakla korkun. Bunda cehennemin kâfirler için doğrudan, asiler için de dolaylı olarak yaratıldığına dikkat çekilmiştir.

132

Allah'a ve Peygambere itâat edin ki, merhamet olunasınız.

"Allah'a ve Peygambere itâat edin ki, merhamet olunasınız.” Tehdidin arkasından va'di getirmesi, emre muhalefetten sakındırmak ve itaate teşvik etmek içindir. Bu gibi yerlerde lealle, asâ ve emsali gibi fiiller, söylenen şeye ulaşmanın nadir olduğunu göstermektedir.

133

Rabbinizin bağışına ve eni göklerle yerler kadar olup takva sahipleri için hazırlanan cennete koşun.

"Vesâriû” koşun, gelin,

"Rabbinizin bağışına” bağışı hak edecek şeye koşun; bunlar da İslâm, tevbe ve ihlâs gibi şeylerdir. Nâfi' ile İbn Âmir vâv'sız olarak sâriû okumuşlardır.

"Ve eni göklerle yer kadar olan cennete” yani onun eni o ikisinin eni kadardır. Enden bahsedilmesi, temsili olarak genişliğini abartmak içindir, çünkü en boydan daha kısadır. İbn Abbâs'tan: Cennetin eni yedi kat yerler yedi kat göklere bitiştirilse onlar kadardır dediği rivâyet edilmiştir.

"Takva sahipleri için hazırlanmıştır” onlar için hazır hâle getirilmiştir. Bunda cennetin şu anda yaratılmış olduğuna ve onun bu alemin dışında olduğuna delil vardır.

134

Onlar ki, mallarını bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.

 (Onlar ki, mallarını Allah yolunda harcarlar) bu da takva sahiplerini metheden bir sıfattır ya da medih olarak mensûbtur yahut merfû’dur.

"Bollukta ve darlıkta” genişlik ve şiddet zamanlarında yahut bütün hâllerde demektir. Çünkü insan ya bolluktadır ya da darlıktadır.

Mana da şöyledir: Ellerinden geldiği kadar az veya çok harcamaktan geri kalmazlar.

"Velkâzımiynel ğayza” öfkelerini tutar, güçleri yettiği hâlde onu uygulamazlar. Bu da kazamtul kırbete deyiminden gelir ki, kırbayı su ile doldurup ağzını bağlamaktır. Bir kimse öfke ile dolar da infaz etmeye gücü yettiği hâlde ona sahip olursa Allah da onun kalbini îman ve emniyetle doldurur.

"Ve insanları affederler” cezayı hak edenleri serbest bırakırlar. Efendimiz aleyhisselâmdan:

"Bunlar ümmetimde azdır, Allah'ın merhamet ettikleri müstesnadır", dediği rivâyet edilmiştir. Bunlar eski milletlerde çok idiler.

"Allah iyilik edenleri sever” elmuhsinin, bunun cinse ihtimali vardır, bunlar da onların içine girerler ya ahd içindir ki, onlara işâret edilmiş olur.

135

Ve onlar ki, çirkin bir şey yaptıkları veyahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlar ve günahlarının bağışlanmasını isterler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar? Ve onlar yaptıkları şeyin üzerinde bilerek ısrar etmezler.

"Ve onlar ki, çirkin bir şey yaptıkları zaman” zina gibi çok kötü bir şey yaptıkları zaman "veyahut nefislerine zulmettikleri zaman” herhangi bir şekilde günah işledikleri zaman.

Şöyle de denilmiştir: Âyette geçen fahişe büyük günahtır, nefse zulmetmek de küçük günahtır. Belki de fahişe başkasına geçen, nefse zulmetmek de kişide kalandır.

"Allah'ı hatırlarlar” onun tehdidini veya hükmünü veyahut büyük hakkım, denilmiştir.

"Günahlarının bağışlanmasını isterler” pişmanlık ve tevbe ile.

"Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar?” Bu da olumsuz manada bir istifhamdır, iki ma’tûfun arasına girmiştir. Bundan da maksat Allahü teâlâ'yı rahmetinin genişliği, bağışının bolluğu ile nitelemek, istiğfara teşvik etmek ve tevbenin kabulünü vadetmektir.

"Ve onlar yaptıkları şeyin üzerinde ısrar etmezler” istiğfar etmeden günahlarının üzerinde durmazlar, çünkü sallallahü aleyhi ve sellem:

"İstiğfar eden ısrar etmemiştir, ister ki, günde yetmiş defa tekrar günah işlesin", buyurmuştur. (Bilerek) bu da yusırru'dan hâl’dir yani bildikleri hâlde çirkin fiilleri üzerinde ısrar etmezler demektir.

136

İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükâfatı ne güzeldir!

 (İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir). Bu da ellizene'nin haberidir, eğer cümle onunla başlatılırsa, geçeni açıklayan söz başıdır, eğer müttakine'ye ya da Ellezîne yunfikune'ye atfedilirse. Cennetin takva sahipleri ve tevbe edenlere mükâfat için hazırlanmış olmasından günahlara ısrar edenlerin ona girmeyecekleri lâzım gelmez, nitekim cehennemin de kâfirler için hazırlanmış olmasından ona başkalarının girmeyeceği lâzım gelmez. Cennatin'in nekire olması birinci ihtimale göre onlara ait olan şeyin geçen Âyette zikredilen bu sıfatlarla nitelenen takva sahiplerine ait olandan çok daha aşağı olduğunu gösterir. İki sınıf arasındaki fark öyle açıktır ki, onların âyetleri onlar iyi kimselerdir ve Allah’ın sevgisini kazanmışlardır diye bitmiştir. Çünkü onlar Allah'ın hududuna riayet ettiler ve özel ikramını kazanmak için adım attılar. Bu âyet ise "çalışanların mükâfatı ne güzeldir!” cümlesiyle bitmiştir. Çünkü eksiğini kapatmaya çalışan kaçırdığı bazı şeyleri elde etmek için çabalayan gibidir. İyilik edenle kaçırdığını telâfi eden ve sevgili ile işçi arasında ne kadar fark vardır! Belki de ceza kelimesinin burada ücretle değiştirilmesi bu nükte içindir. Nime'nin mahsus bilmethi de mahzûftur, takdiri, ni'me ecrül amiline Zâlike demektir ki, bağış ve cennetlere işarettir.

137

Gerçekten sizlerden önce olaylar gelip geçmiştir. Onun için yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların akıbeti nasıl olmuş bir bakın.

"Gerçekten sizden önce olaylar gelip geçmiştir” Allah'ın inanmayan ümmetlere kanunlaştırdığı vakalar demektir, Meselâ şu Âyetteki gibi:

"Öldürüldüler de öldürüldüler. Allah'ın daha öncekilerde geçen kanunları gibi” (Ahzab: 61,62). Buna, ümmetler de denilmiştir, şu şiirde olduğu gibi:

İnsanlar sizinki gibi faziletler görmedi;'

Geçmiş milletlerde de benzerini görmedi.

"Onun için yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların akibeti nasıl olmuş bir bakın” helâklerine dâir gördüğünüz eserlerden ibret almanız için.

138

Bu; insanlar için bir açıklama ve sakınanlar için bir yol gösterme ve öğüttür.

"Bu; insanlar için bir açıklama ve sakınanlar için yol gösterme ve bir öğüttür". Kad halet'e yahut da fanzuru'ya işarettir. Yani bu, inanmayanlar için bir açıklama olmakla beraber takva sahipleri için daha çok basiret ve öğüttür, ya da takva sahipleri ve tevbe edenler için özetlenen şeylere bakın demektir. Kad halet kavli ara cümlesidir, îman ve tevbeye sevk etmek içindir. Kur'ân'a işarettir de denilmiştir.

139

Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer inanmışsanız siz üstünsünüz.

"Gevşemeyin, üzülmeyin” bu da Uhut'ta başlarına gelen şeye karşı tesellidir,

Mana da şöyledir: Başınıza gelen şey yüzünden cihâdtan gevşemeyin ve içinizden öldürülenler yüzünden de üzülmeyin.

"Siz üstün iken” hâliniz onlardan üstün iken demektir. Çünkü sizler hak üzerindesiniz, savaşmanız Allah içindir ve ölüleriniz cennettedir. Onlar ise bâtıl üzerinedirler, savaşmaları şeytan içindir ve ölüleri de cehennemdedir.

Ya da çünkü siz de Bedir'de onların Uhut'ta yaptıklarından daha çoğunu yaptınız.

Ya da siz sonunda üstün olacaksınız demektir ki, o zaman zafere ve galibiyete işâret olur.

"İnanmışlar iseniz” bu da yasağa bağlıdır yani îmanınız sağlam ise gevşemeyin demektir, çünkü bu, kalbin Allah'a daha sağlam bağlanmasını iktiza eder ya da ela'levne'ye bağlıdır.

140

Eğer size bir yara dokunuyorsa, onlara da o kadar bir yara dokunmuştur. Bu günleri insanların arasında döndürüyoruz. Bu da Allah'ın, îman edenleri bilmesi ve içinizden şâhitler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.

 (Eğer size bir yara dokunuyorsa) Hamze, Kisâî ve İbn Ayyaş da Âsım'dan rivâyet ederek kaf'ın zammı ile (kurhun) okumuşlar, diğerleri ise feth ile (karhün) okumuşlardır. İkisi de lügattir, da'f ve du'f gibi. Feth ile yaralama, zam ile de acısıdır, denilmiştir.

Mana da şöyledir: Eğer Uhut'ta size dokundularsa siz de Bedir'de onlara o kadar dokundunuz. Sonra onlar zayıflık ve korkaklık göstermediler; zayıflık göstermemeye siz daha layıksınız. Çünkü siz Allah'tan onların beklemediği şeyleri bekliyorsunuz. Her iki dokunma da Uhut'ta olandır denilmiştir. Çünkü Müslümanlar da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in emrine muhalefet etmeden önce onlara bazı zararlar vermişlerdi.

"Bu günleri insanların arasında döndürüyoruz” bir onları gâlip getiriyoruz, bir de ötekilerini. Şu sözde olduğu gibi:

Bir gün aleyhimize ve bir gün lehimize;

Bir gün üzülürüz, bir gün de seviniriz.

Âyette geçen müdavele muavede gibidir: Daveltüşşey'e beynehüm fetedaveluhu denir ki, bir şeyi elden ele dolaştırmaktır. Eyyam lâfzının sıfat ve haber olma ihtimali vardır. Nüdavilüha'mn da haber ve hâl olma ihtimali vardır. Bunlardan maksat zafer ve gâlibiyet günleridir.

"Liyalemellahül lezine amenu” mahzûf illete ma’tûftur yani şöyle şöyle olsun da Allah da bilsin demektir. Bu da illetin tek olmadığını ve mü'minin başına gelen şeyde bilinmeyen hayırlar olduğunu gösterir.

Ya da illet olan fiil mahzûftur, takdiri de şöyledir: Îmanda sebat edenleri dönek olandan ayırmak için bunu yaptık. Bu gibi şeylerde ve zıtlarında kastedilen, Allah'ın ilmini ispat yahut nefy etmek (çürütmek) değildir; bilâkis delil tariki ile malumu ispat ve nefyetmektir (Allah'ın ilmi değişmez, bilinen şeyler değişir).

Manası şöyledir de denilmiştir: Onları öyle bir bilsin ki, bundan da ceza meydana gelsin. Bu da bir şeyi mevcut ilen bilmek demektir.

"Ve içinizden şâhitler edinmesi içindir” içinizden bazı kimselere şahitlik ikram etsin, bundan da Uhut şehitlerini murat ediyor. Ve sizden zorluklara karşı sebat ve sabır göstermelerinden dolayı âdil şâhitler edinmesi için.

"Allah zâlimleri sevmez” içi dışı başka olanları ya da kâfirleri sevmez demektir. Bu da ara cümlesidir, Allah'ın kâfirlere gerçek şekilde yardım etmeyeceğini gösterir. Onları sadece helake yaklaştırmak ve mü'minleri de denemek için zaman zaman gâlip eder.

141

Bir de îman edenleri tertemiz edip kâfirleri kırması içindir.

"Bir de îman edenleri tertemiz etmesi içindir” eğer devlet başlarına konarsa, onları temizlemek ve günahlardan arındırmak içindir "ve kâfirleri kırması içindir” eğer devlet onların başlarına konarsa onları kırmak içindir. Âyette geçen mahk bir şeyi yavaş yavaş azaltmaktır.

142

Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi zannettiniz?

"Yoksa cennete gireceğinizi mi zannettiniz?” manası İnkârdır (böyle zannetmeyin). (Allah içinizden cihad edenleri ortaya çıkarmadan) cahedu tecahedu (elinden gelen gayreti sarf etmek) manasınadır. Bunda cihadın farzıkifaye olduğuna delil vardır. Lemmâ ile lem arasında şu fark vardır; lemmada gelecek beklentisi vardır. Ya'leme şeklinde de okunmuştur ki, aslı yalemen'dir, nûn hazf edilmiştir.

"Ve ya'lemes sabirin” gizli en ile mensûbtur vâv da cemi (toplamak) içindir. Vâv'ın hâliye olmasıyla ve yalemu de okunmuştur ki, gayret gösterenleri ve sabredenleri bilmeden demek olur.

143

Yemin olsun ki, ölümü onunla karşılaşmadan önce arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz ve ona bakıp duruyorsunuz.

"Yemin olsun ki, ölümü arzuluyordunuz” yani savaşı demektir, çünkü ölümün sebeplerindendir ya da şehâdetle ölümü demektir. Hitap Bedir'de bulunmayıp da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile bir savaşta bulunup da Bedir şehitlerinin erdiği dereceye nâil olmak isteyenleredir. Bunlar Uhud'a çıkmada ısrar ettiler.

"Onunla karşılaşmadan önce” onu müşahede edip şiddetini tanımadan önce.

"İşte onu gördünüz ve ona bakıp duruyorsunuz” onu gerçekten gözlerinizle gördünüz, bazı kardeşleriniz önünüzde öldürüldüler. Bu da onların savaşı temenni edip ona sebep oldukları hâlde korkan ve yenilen insanlar için bir azarlamadır ya da şehitlik temenni edenler içindir; çünkü onda kâfirlerin gâlip gelmesini isteme vardır.

144

Muhammed bir Resûl'den başkası değildir. Ondan önce peygamberler geçmiştir. Şimdi eğer ölür veya öldürülürse, ökçeleriniz üzerinde dönecek misiniz? Kim ökçelerinin üzerinde dönerse, Allah'a hiçbir şeyle asla zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.

"Muhammed bir Resûl'den başkası değildir. Ondan önce peygamberler geçmiştir". Onlar geçtiği gibi o da ölümle geçecektir.

"Şimdi eğer ölür veya öldürülürse, ökçelerinizin üzerinde dönecek misiniz?” Ölmesi yahut öldürülmesiyle dinden dönmelerini reddetmektedir, çünkü ondan önceki peygamberlerin geçmeleriyle dinlerinin sapasağlam kaldığını bilmektedirler.

Şöyle de denilmiştir: Efeinmate'deki fe sebep, hemze de inkâr içindir, ondan önce peygamberlerin geçmesini onun vefatından sonra dinden dönmeye sebep kılmalarını reddetmektedir.

Rivâyete göre Abdullah bin Kamie el - Harisî, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e bir taş atarak ön dişlerini kırıp da başını yarınca, onu Mus'ab bin Umeyr radıyallahü anh savundu, o sancaktar idi. Sonunda İbn Kamie onu da öldürdü, Peygamber aleyhisselâm'ı öldürdüğünü zannediyordu: Muhammed'i öldürdüm dedi yahut biri: Bilin ki, Muhammed öldürüldü diye seslendi. Bunun üzerine insanlar geri çekildiler, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: Ey Allah'ın kulları, bana gelin diye çağırdı. Başına otuz kadar ashâbı toplandı. Onu himaye ettiler, müşrikleri ona yaklaştırmadılar, kalanlar da dağıldı. Bazıları da: Keşke Abdullah bin Übey, bize Ebû Süfyân'dan aman alsa, dediler. Bazı münâfıklar da: Eğer peygamber olsa idi öldürülmezdi, kardeşlerinize ve dininize dönün, dediler. Enes bin Mâlik'in amcası Enes bin Nadr da: Ey Müslümanlar, eğer Muhammed öldürüldü ise, Muhammed'in Rabbi diridir, ölmez. Ondan sonra yaşamayı ne yapacaksınız? O ne için savaşıyorsa siz de onun için savaşın, dedi. Sonra da: Allah'ım, bunların dediklerinden senden af dilerim ve ondan elimi çekerim, dedi, kılıcı ile saldırdı, öldürülünceye kadar savaştı. O zaman şu âyet indi:

"Kim ökçelerinin üzerine dönerse, Allah'a hiçbir şeyle zarar veremez” dîninden dönmekle, bilâkis kendine zarar verir.

"Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” İslâm nimeti üzerinde sebat ettiği için, Meselâ Enes ve benzerleri gibi.

145

Allah'ın izni olmadan hiçbir nefis için ölmek yoktur. Bu va'desi ile yazılmış bir yazıdır. Kim dünya sevabını isterse, ona ondan veririz. Kim de âhiret sevabını isterse, ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.

"Allah'ın izni olmadan hiçbir nefis için ölmek yoktur” ancak onun dilemesiyle ya da ölüm meleğine onun ruhunu kabzetmeye emir vermesiyle olur.

Mana da şöyledir:

"Her nefsin Allah'ın ilim ve takdirinde belli bir eceli vardır; savaştan kaçınmak veya ona saldırmakla ondan bir saat geri kalmazlar, ileri de gitmezler". (Araf: 34, Nahl: 61) Bunda savaşa teşvik ve tahrik vardır, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in de korunacağına ve ecelinin gelmediğine vaat vardır. (O bir yazıdır) yukarısını te'kit eden bir mastardır, çünkü mana ölüm bir yazı ile yazılmıştır demektir "va'desi ile” yani vakti belirlenmiş olarak, ne ileri gider ne de geri kalır.

"Kim dünya sevabını isterse ona ondan veririz” bunda Uhut savaşında ganimetlerle meşgul olanlara gönderme vardır. Çünkü Müslümanlar müşriklere saldırıp da onları yenerek yağmaya başlayınca, bunu gören okçular da yağmaya yöneldiler ve yerlerinden ayrıldılar. Müşrikler bunu fırsat bilip onlara arkalarından saldırdılar ve onları yendiler.

"Kim de âhiret sevabını isterse, ona da ondan veririz” yani onun sevabından demektir.

"Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız” Allah'ın nimetine şükredip de hiçbir şeyle cihâdtan geri kalmayanları.

146

Nice peygamber vardır ki, onunla beraber din alimleri savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelen şeyden dolayı gevşemediler, zayıflık göstermediler. Allah sabredenleri sever.

 (Nice) aslı eyyin'dir, üzerine kâf gelmiş ve kem manasına olmuştur. Nûn tenvindir, kıyas dışı olarak sâbit kalmıştır. İbn Kesîr kâin (ayınla) gibi kâin (hemze ile) okumuştur. İşlem de şöyle yapılmıştır: O tek kelime gibi kalp olmuştur, Meselâ leamri yerine raineli dedikleri gibi. Sonra da keyyein olmuş, sonra hafifletmek için ikinci ye hazfedilmiş (keyein) sonra da öteki ye elife kalp olunmuş (kâin) olmuştur. Tıpkı taî'de olduğu gibi (tayyi', tayi', taî). (Peygamber) bu da onun açıklamasıdır. (Onunla beraber birçok din alimleri savaştılar) ribbiyyun Allah'tan korkan ve Rablerine ibâdet eden âlimler demektir. İbn Kesîr, Nâfi', Ebû Amr ve Ya'kûb kutile okumuşlardır. İsnadı da ribbiyyun'edir (öldürülenler onlardır) ya da nebi'nin zamiridir, maahu ribbiyyun da ondan hâl’dir. Şedde ile (kuttile) okunması da birinciyi destekler. Feth ile aslı üzere rabbiyyun ve zam ile (rubbiyyun) okumuştur ki, bu da nisbenin değişiklerindendir, kesre gibidir.

"Allah yolunda başlarına gelen şeyden dolayı gevşemediler” ağır davranmadılar, peygamberin veya içlerinden birilerinin öldürülmesi ile başlarına gelen musibetten dolayı sertlikleri geçmedi.

"Zayıflık da göstermediler” düşmana boyun eğmediler.

"Vemastekanü” düşman karşısında sinmediler. Aslı istekene'dir, sükûndan gelir, çünkü boyun eğen, karşıdaki istediğini yapsın diye sâkin durur. İstekâne'deki elif fethanın işbaındandır ya da aslı istekvene'dir, kevn'den gelir. Çünkü nefsinden karşı tarafa uymasını istemiştir. Bu da aleyhis-salâtü ves-selâm'ın öldürüldüğü yalan haberinin çıkması üzerine panikleyenlere bir imadır.

"Allah sabredenleri sever” onlara yardım eder ve itibarlarını yükseltir.

147

Onların sözü sadece:

"Ey Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işimizdeki aşırılığı bağışla, ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” demek oldu.

"Onların sözü sadece:

"Ey Rabbimiz, bizim günahlarımızı ve işimizdeki aşırılığımızı bağışla, ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et” demek oldu” yani dindeki sebat ve kuvvetleri ve din alimleri olmalarıyla beraber sözleri tek bu oldu. Bu da nefislerini kırmak için günahları ve aşırılığı nefislerine nisbet etmekti ve başlarına geleni de kötü amellerine bağlayıp ondan istiğfar etmektir. En sonunda da tevâzu göstermek ve günahlardan arınmak için savaşta sebat ve düşmana karşı zafer istediler. O zaman duaları daha çabuk kabul olunurdu. Kavlehüm lâfzının haber kılınması, en Kâlû lâfzının hem nispet açısından hem de zaman bakımından daha belirgin (marifeliğe ve mübtedahğa daha yakın) olmasındandır.

148

Allah da onlara hem dünya sevabını hem de âhiret sevabındı güzelliğini verdi. Allah güzel hareket edenleri sever.

"Allah da onlara hem dünya sevabım hem de âhiret sevabının güzelliğini verdi. Allah güzel hareket edenleri sever” Allah onlara istiğfar ve Allah’a iltica sebebiyle zafer, ganimet, izzet (kuvvet) dünyada şan ve âhirette cennet ve nimet verdi. Âhiret sevabına güzel demesi, faziletini ve Allah katında muteber olanın o olduğunu bildirmek içindir.

149

Ey îman edenler, eğer kâfirlere itâat ederseniz, sizi ökçelerinizin üzerinde çevirirler; o zaman ziyan etmiş olarak dönersiniz.

"Ey îman edenler, eğer kâfirlere itâat ederseniz sizi çevirirler” yani küfre çevirirler "ökçelerinizin üzerinde. O zaman ziyan etmiş olarak dönersiniz". Yenilgi ânında münâfıkların mü'minlere: Dininize ve kardeşlerinize dönün, eğer Muhammed peygamber olsa idi öldürülmezdi, demeleri üzerine indi.

Şöyle de denilmiştir: Eğer Ebû Süfyân'a ve adamlarına karşı zillet gösterir ve onlardan aman dilerseniz, sizi dinlerine döndürürler.

Şöyle de denilmiştir: Bu kâfirlere itâat etmek ve verecekleri karara uymak için genel bir hükümdür, çünkü sonunda onlara uymaya götürür.

150

Hayır, sizin Mevlâ'nız Allah'tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.

 (Hayır, sizin Mevlânız Allah'tır) yardımcınız demektir. Nasb ile bel etıyullaha mevlaküm takdirinde de okunmuştur.

"O, yardım edenlerin en hayırlısıdır” ondan yardım isteyin, başkasını veli ve yardımcı tutmayın.

151

Kâfirlerin kalplerine Allah'ın bir delil indirmediği şeyleri ona şirk koşmaları sebebiyle korku salacağız. Onların varacakları yer ateştir. Zâlimlerin yatağı ne kötüdür!

 (Kâfirlerin kalplerine korku salacağım) bu Uhut'ta kalplerine düşen korku yüzünden savaşı terk edip sebepsiz yere dönmelerini kastediyor. Ebû Süfyân: Ya Muhammed, istersen gelecek sene Bedir'de bu mevsimde buluşalım, dedi. Aleyhis-salâtü ves-selâm da: İnşallah, dedi.

Şöyle de denilmiştir: Müşrikler biraz gittikten sonra pişman oldular ve dönüp Müslümanların köklerini kazımak istediler; Allah kalplerine korku saldı. İbn Âmir, Kisâî ve Ya'kûb asıl üzerine Kur'ân’ın her yerinde ayn'ın zammı ile ruub okumuşlardır.

"Allah'ın bir delil indirmediği şeyleri ona şirk koşmaları sebebiyle". Yani şirklerine bir delil olmadığı ve delil da indirmediği şeyleri şirk koştukları için demektir. Bu:

Deliğine giren bir kertenkele göremezsin

Sözü gibidir ki, ne kertenkele var ne de delik var demektir (şirke delil de yoktur bir delil da indirmemiştir). Âyette geçen sultanın aslı kuvvettir. Zeytinyağına selit denilmesi kuvvetli yanmasındandır. Selata da dili keskin olmaktır.

(Zâlimlerin yatağı ne kötüdür!) mesvahüm denilecek yerde zâhir isim getirilmesi durumlarını ağırlaştırmak ve buna sebep göstermek içindir.

152

Yemin olsun ki, Allah'ın izni ile onları öldürürken, Allah'ın va'di size doğru çıktı. Nihayet öyle bir an geldi ki, bozuldunuz, iş hususunda çekiştiniz ve istediğiniz şeyi size gösterdikten sonra isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı istiyor, kimi de âhireti istiyordu. Sonra denemek için sizi onlardan çevirdi ve muhakkak sizi affetti. Allah, mü'minlere karşı lütuf sâhibidir.

"Yemin olsun ki, Allah size va'dini doğru çıkardı” yani takva ve sabır şartı ile zafer va'dini demektir. Bu da oldu, sonunda okçular emre muhalefet ettiler. Çünkü müşrikler gelmeye başlayınca okçular onları ok yağmuruna tuttular, ötekiler de kılıç çaldılar, sonunda yenildiler. Müslümanlar da arkalarına düştüler.

(Onun izni ile onları öldürüyordunuz) bu da ehassehu deyiminden gelir ki, hissini iptal etmek (öldürmek) demektir.

"Nihayet öyle bir an geldi ki, bozuldunuz” korktunuz ve ümidiniz kırıldı yahut ganimete meylettiniz. Çünkü hırs akıl eksikliğindendir.

"İş hususunda çekiştiniz” okçuların tartışmalarını kastediyor, sonunda müşrikler yenildiler, kimileri: Artık burada durmamıza gerek yok, dediler. Diğerleri de: Resûlüllah’ın emrine muhalefet edemeyiz, dediler. Kumandanları on kadar neferle yerinden ayrılmadı, diğerleri ise yağmaya koştular. İşte "istediğiniz şeyi size gösterdikten sonra isyan ettiniz” sözü ile kastedilen, zafer ve ganimet ile düşmanın yenilmesidir. İza'nın cevabı mahzûftur, o da imtehaneküm (sizi denedi) kavlidir.

"Sizden kimi dünyayı istiyor” bunlar ganimet için merkezi terk edenlerdir.

"Kimi de âhireti istiyordu” bunlar da Resûlüllah’ın emri üzerinde sâbit kalanlardır.

"Sonra sizi onlardan çevirdi” durum ters döndü, sizi yendiler.

"Sizi denemek için” musibetlere karşı ve musibet ânında îman üzerindeki sebatınızı sınamak için.

"Muhakkak sizi affetti” lütfundan ve muhalefetine pişmanlığınızdan dolayı.

"Allah, mü'minlere karşı lütuf sâhibidir” affederek onlara ihsan eder ya da ister kazansınlar ister kaybetsinler bütün hâllerde ihsan eder demektir. Çünkü ibtila (musibet) de onlar için rahmettir (bir musibet bin nasihatten yeğdir).

153

O vakit siz savaş meydanından uzaklaşıyordunuz, dönüp re bakmıyordunuz. Peygamber de arkanızdan sizi çağırıyordu. Böylece sizi keder üstüne kederle cezalandırdı ki, ne kaçırdığınıza ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

"İz tüsidune” sarafeküm yahut yebteliyeküm veyahut üzküru gibi bir şeye mütealliktir. İs'ad yeryüzünde uzaklara gitmektir. Meselâ es'adna min Mekke ilel medineti (Mekke'den Medîne'ye gittik) denir.

"Kimseye bakmıyordunuz” durup kimseyi beklemiyordunuz.

"Peygamber de sizi çağırıyordu". Meselâ: Ey Allah'ın kulları, bana gelin, ey Allah'ın kulları, bana gelin, ben Allah'ın Resûlüyüm. Kim döner de düşmana hücum ederse onun için cennet vardır, demesi gibi.

"Fi uhraküm” arkanızdan yahut öteki topluluğunuzdan demektir.

"Fe esabeküm ğammen biğammin” bu da sarafeküm un üzerine ma’tûftur.

Mana da şöyledir: Başarısızlığınızdan ve isyanınızdan dolayı sizi öldürmek, yaralamak, müşrikleri muzâffer kılmak ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellemin ölüm haberi ile sizi keder üstüne kederle cezalandırdı yahut Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i üzdüğünüz için size sıkıntı üstüne sıkıntı tattırdı ki, zorluklarda sabır idmanı yapasınız da "kaçırdığınız bir fırsata ve beklediğiniz bir zarara üzülmeyesiniz". ükeyla'daki lâm’ın zâit olduğu da söylenmiştir ki, mana şöyle olur: Kaçırdığınız zafer ve ganimete, ceza olarak başınıza gelen yaralanma ve yenilgiye üzülesiniz.

Şöyle de denilmiştir: Esabeküm'deki zamir Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e aittir, yani o da üzüntüde size ortak oldu; ona inene üzüldüğünüz gibi o da size inene üzüldü. Sizi teselli etmek için isyanınızdan dolayı sizi kınamadı ki, kaçırdığınız zafere ve başınıza gelen yenilgiye üzülmeyesiniz.

"Allah yaptıklarınızdan haberdardır” amellerinizi ve maksatlarınızı bilmektedir.

154

Sonra kederin ardından üzerinize bir güven, bir uyku indirdi ki, içinizden bir grubu buruyordu. Bir grubu da kendi nefisleri düşündürmüştü. Allah hakkında hak dışı cahiliye zannı gibi şeyler zannediyorlardı.

"Bu işten bize bir şey var mı?” diyorlardı. De ki:

"Şüphesiz işin hepsi Allah'ındır". Onlar sana açıklamadıklarını içlerinde gizliyorlar.

"Eğer işten bize bir şey lsaydı, burada öldürülmezdik” diyorlardı. De ki:

"Eğer evlerinizde olsaydınız üzerlerine öldürülmeleri yazılanlar öldürülecekleri yere çıkarlardı". Bir de Allah göğüslerinizdekini yoklamak ve kalplerinizdekini temizlemek istemiştir. Allah göğüslere hâkim olan duyguları çok iyi bilmektedir.

"Sümme enzele aleyküm min badil ğammi emeneten nuasen". Sonra Allah üzerinize güven indirdi, öyle ki, sizi bir uyku tuttu. Ebû Talha şöyle buyurmuştur: Biz düşman karşısında safta iken bizi bir uyku bürüdü ki, ellerimizdeki kılıç düşüyordu, onu alıyorduk, yine düşüyordu. Emene emniyet ve güven demektir, mef'ûl olarak mensûbtur, nuasen de ondan bedel olarak mensûbtur ya da o mefuldür, emeneten de ondan mukaddem hâl’dir ya da mef’ûlün leh'tir ya da muhataplardan hâl'dir, revi emenetin manasınadır.

Yahut da amin'in çoğuludur Meselâ bariz ve bereze gibi. Mîm'in sükûnu ile emneten şeklinde de okunmuştur ki, bir defalık güven demektir.

"İçinizden bir grubu buruyordu” yani insanlardan bir grubu demektir. Hamze ile Kisâî te ile (tağşa) okumuştur ki, zamiri emene'ye râci olur. Tâife (grub) da gerçek mü'minlerdir.

"Bir grubu da” bunlar da münâfıklardır.

"Kendi nefisleri düşündürmüştü” canlarının derdine düşmüşlerdi yahut kendilerinden ve kurtuluşlarından başka bir şey düşünmüyorlardı.

"Yezunnune billahi ğayral hakkı zannel cahiliyyeh” bu da Tâife'nin başka bir sıfatıdır yahut hâl’dir yahut geçeni açıklamak üzere yeni söz başıdır. Ğayral hakkı da mastar olarak mensûbtur yani Allah hakkında zannedilmemesi gerektiği şekilde cahiliye zannı gibi bir şeyler düşünüyorlardı. Zannel cahiliye de ondan bedeldir, o da cahü topluma ve halkına özgü zan dır.

(Diyorlar) Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e, bu da yezunnune'den bedeldir.

"Bu işten bize bir şey var mı?” Allah'ın emrettiği, va'dettiği yardım ve zaferden bize bir nasip var mı diyorlar?

Şöyle de denilmiştir: İbn Übeyy'e Hazrec oğullarından öldürülecekler haber verilince bunu buyurmuştur.

Mana da şöyledir: Kendimiz için tedbir almaktan veya istediğimiz şekilde hareket etmekten men edildik, artık bizim için bir şey kalmadı yahut bu zorlama üzerimizden kalkar da kararımızı kendimiz verir miyiz, demektir?

"De ki: İşin hepsi Allah'ındır” yani gerçek gâlibiyet Allah'ın ve dostlarmındır. Çünkü Allah'ın fırkası/taraftarları gâliptir. Zira hüküm onundur, dilediğini yapar, istediği kararı verir. Bu da ara cümledir. Ebû Amr ile Ya'kûb mübteda olarak Merfû' (külluhu) okumuşlardır.

"Yuhfune fî enfüsihim mala yübdune lek” bu da yekulune'nin zamirinden hâl’dir yani içlerinde inkâr ve yalanlama sakladıkları hâlde dıştan doğruyu öğrenmek istiyorlarmış ve zaferi talep ediyorlarmış gibi demektir.

"Yekulune” yani içlerinden ve birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman derler. Bu da yuhfuhe'den hâl’dir ya da açıklamak için yeni söz başıdır:

"Eğer işten bize bir şey lsaydı” Muhammed'in vaat ettiği yahut bütün işlerin Allah'a ve dostlarına ait olduğunu iddia ettiği gibi yahut bizim de irâde ve tedbirimiz olsaydı, İbn Übeyy ve diğerlerinin dediği gibi Medîne'den ayrılmaz "burada da öldürülmezdik” mağlup olmaz veyahut içimizden bu savaş meydanında öldürülenler öldürülmezlerdi.

"De ki: Eğer evlerinizde olsaydınız üzerlerine öldürülmeleri yazılanlar öldürülecekleri yere çıkarlardı” yani Allah'ın Levh-i Mahfûz'da öldürülmelerini takdir ettiği ve yazdığı kimseler vurulacakları yere çıkarlardı ve Medîne'de kalmak onlara fayda sağlamazdı, içlerinden bir kimse de kurtulmazdı. Çünkü işi eskiden o takdir ve tedbir etmiştir. Onun kararını irdeleyen yoktur.

"Veliyebtiliyellahu mâ fî suduriküm” yani göğüslerinizdekini deneyip ihlâs ve münâfıklık gibi sırlarını açığa çıkarmak için. Bu da mahzûf fiilin illetidir yani bunu yaptı ki, denesin demektir yahut mahzurun üzerine ma’tûftur yani takdirin yerini bulması yahut birçok yararın yerini bulması ve denemek için çıkardı.

Ya da likeyla tahzenu kavlinin üzerine ma’tûftur.

"Ve kalplerinizdekini temizlemek istemiştir” onu açığa çıkarmak ve ayırmak ya da onu vesveselerden kurtarmak için yapmıştır.

"Allah göğüslere hâkim olan duyguları çok iyi bilmektedir". Onları açıklamadan gizlerini bilir. Bunda Allah'ın denemeye ihtiyacı olmadığına, bunu ancak mü'minleri ayırmak ve münâfıkların hâllerini açığa çıkarmak için yaptığına vaat, tehdit ve tembih vardır.

155

Şüphesiz iki ordu karşılaştığı gün sizden geri dönenleri kazandıkları bazı şeyden dolayı şeytan ancak onları kaydırmak istemiştir. Allah onları yine de atfetmiştir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok halîmdir.

"Şüphesiz iki ordu karşılaştığı gün sizden geri dönenleri kazandıkları (irtikap ettikleri) bazı şeylerden dolayı şeytan ancak onları kaydırmak istemiştir". Yani Uhut savaşında yenilenlerin yenilgisinin sebebi şeytanın onların kaymalarım isteyip de ona itâat etmeleridir. Bunu da nöbet yerlerini terk etmelerinden, ganimete veya hayata veyahut Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e muhalefete hırslarından dolayı irtikâp ettikleri günahlar yüzünden yaptılar. Bu sebeple destek ve kuvve-i maneviyeyi kaybettiler.

Şöyle de denilmiştir: Şeytanın onları kaydırması ona uymalarıdır, bu da eskiden yaptıkları günahlar yüzündendir. Çünkü günahlar birbirini çeker, tıpkı taatta olduğu gibi.

Şöyle de denilmiştir: Geçmiş günahlarını hatırlamakla şeytan onları kaydırmak istedi; onlar da hulus-ı kalp ile tevbe etmeden ve hak sahipleri ile helalleşmeden öldürülmek istemediler.

"Allah onları yine de affetmiştir” tevbe etmelerinden ve özür dilemelerinden dolayı.

"Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır” günahları "çok halîmdir” tevbe etmesi için günahkârı cezalandırmada acele etmez.

156

Ey îman edenler, kardeşleri yeryüzünde seyahat ettikleri veyahut gazi oldukları zaman:

"Eğer yanımızda olsalardı ölmezler ve öldürülmezlerdi” diyen kâfirler gibi olmayın. Allah bunu yüreklerinde bir hasret (yangı) kılmak istemiştir. Allah diriltir ve öldürür. Allah yaptıklarınızı görmektedir.

"Ey îman edenler, kâfirler gibi olmayın” yani münâfıklar gibi demektir.

"Kardeşlerine diyenler” onlar için veya onlar hakkında diyenler. Kardeşliklerinin manası da soy veya inanç birliğidir.

"İza darabu fuardı” yeryüzünde seyahat ettikleri yahut ticaret veya başka şey için uzaklara gittikleri zaman. Hakkı, Kâlû lâfzından dolayı iz demek idi, ancak geçmişi hikâye ettiğinden böyle buyurmuştur.

"Ev kânu ğuzzan” gazi'nin cem'idir, afin ve uffen gibi.

"Lev kânu indena mâ matu ve vema kutilu” Kâlû'nûn mef'ûlüdür. Bu da kardeşlerinin böyle şeyle muhatap olmadığını gösterir.

"Ve liyecalallahu Zâlike hasreten fî kulubihim” bu da Kâlû'ya mütealliktir, lâm da liyekune lehüm adüvven ve hazena kavlinde olduğu gibi akibet içindir. Böyle demede ve öyle inanmada onlar gibi olmayın ki, bunu özellikle kalplerinde bir yangı yapsın. Bu da dedikleri şeyi inandıklarından söylediklerine işarettir.

Şöyle de denilmiştir: Bu, yasağın delâlet ettiği şeye işarettir, yani onlar gibi olmayın ki, Allah onlar gibi olmamanızı kalplerinde bir yangı sebebi kılsın. Çünkü onlara muhalefet edip karşı çıkmaları onları üzer.

"Allah diriltir ve öldürür” onların sözlerini reddetmektedir yani hayatta ve ölümde gerçek müessir Allahü teâlâ'dır; ikamet ve yolculuk değildir. Çünkü Allahü teâlâ yolcuyu ve gaziyi diriltir ve mukimi ve savaşa katılmayanı öldürür.

"Allah yaptıklarınızı görmektedir” onlara benzedikleri için mü'minlere tehdittir. İbn Kesîr, Hamze ve Kisâî, kâfirlere tehdit olmak üzere ye ile (yamelun) okumuşlardır.

157

Celalim hakkı için, eğer Allah yolunda öldürülür veyahut ölürseniz, Allah'tan bir bağışlanma ve rahmet, onların bildiklerinden daha hayırlıdır.

"Velein kutiltüm fî sebilillahi ev müttüm” yani müttüm fı sebilihi demektir. Nâfi', Hamze ve Kisâî mate yematü'den gelmek üzere mittüm okumuşlardır.

"Lemağfiretün minallahi hayrun” bu da kasemin cevabıdır, cezanın yerine geçmiştir,

Mana da şöyledir: Yolculuk ve gaza ölümü getiren ve eceli öne alan şeylerden değildir. Eğer bu Allah yolunda olursa ölüm sebebiyle nâil olduğunuz bağışlanma ve rahmet ölmese idiniz dünyadan topladığınız şeylerden ve menfaatlerinden daha hayırlıdır. Hafs ye ile (yecmeun) okumuştur.

158

Eğer ölür veya öldürülürseniz muhakkak Allah'a toplanacaksınız.

"Eğer ölür veya öldürülürseniz” helâkiniz hangi şekilde gerçekleşirse gerçekleşsin "muhakkak Allah'a toplanacaksınız” yöneldiğiniz ve canınızı feda ettiğiniz mabudunuza toplanacaksınız, başkasına değil. Mutlaka huzurunda toplanacaksınız, o da size karşılığını verecek ve sevabınızı çoğaltacaktır.

159

Allah'tan bir rahmet iledir ki, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsa idin, etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için bağış dile ve iş hususunda onlara danış. Karar verdiğin zaman Allah'a güven. Şüphesiz Allah, kendine güvenenleri sever.

"Febima rahmetin minallahi linte lehüm” febirahmetin demektir ki,

"mâ” edâtı te'kit için zâit kılınmıştır. Bir de şunu göstermek içindir ki, onlara yumuşak davranması ancak Allah'ın rahmeti iledir. O da sükûnetini muhafaza edip yumuşak davranmaya muvaffak kılmasıdır, öyle ki, kendine muhalefet ettikleri hâlde onlar için üzülmüştür. (Eğer kaba olsa idin) kötü huylu ve sert "katı kalpli olsa idin etrafından dağılırlardı” çevrenden uzaklaşır ve sana ısınmazlardı.

"Artık onları affet” özel meselelerinde "onlar için bağış dile” Allah'a ait olan şeylerde.

"İş hususunda onlara danış” savaş konusunda, çünkü söz onun hakkındadır ya da danışılması gerekli şeylerde demektir. Bu da görüşlerini almak, gönüllerini hoş etmek ve ümmete müşâverenin sünnet olduğunu öğretmek içindir.

"Karar verdiğin zaman” danıştıktan sonra bir şeye fikren hazır olduktan sonra "Allah'a güven” en iyisini yapmak için. Çünkü bunu ondan başkası bilmez. Mütekellim siygası (azemtü) şeklinde de okunmuştur ki, ben senin adına bir şeye karar verdiğim zaman sen de bana tevekkül et, başkasına danışma, demek olur.

"Şüphesiz Allah, kendine güvenenleri sever” onlara yardım eder ve iyisini onlara gösterir.

160

Eğer Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü'minler yalnız Allah'a güvensinler.

"Eğer Allah size yardım ederse” Bedir'de ettiği gibi "sizi yenecek yoktur” kimse sizi yenemez.

"Eğer sizi yardımsız bırakırsa” Uhut'ta yaptığı gibi "ondan sonra size kim yardım edebilir?” sizi yardımsız bıraktıktan sonra. Şu manaya ki, onu atlarsanız size yardım edecek yoktur. Bu da tevekkülü gerektiren şeye dikkat çekmek, Allah'ın yardımını hak edecek şeye teşvik etmek ve yardımını engelleyecek şeyden kaçınmak için dikkat çekmektir.

"Mü'minler yalnız Allah'a güvensinler” özellikle ona güvensinler, çünkü ondan başka yardımcı olmadığını bilirler ve ona îman ederler.

161

Bir peygamber için ganimete hıyanet etmek olmaz. Kim ganimete hıyanet ederse, ettiği hıyaneti kıyâmet gününde getirir. Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak ödenir ve onlara haksızlık da edilmez.

 (Bir peygamber için ganimete hıyanet etmek olmaz) bir peygamber için ganimetlere hıyanet etmek düşünülemez; çünkü peygamberlik makamı hıyanete terstir. Ğalle şeyen minel mağnemi yeğullu ğululen ve eğalle iğlalen denir ki, gizlice almaktır. Bundan maksat ya aleyhisselâm Efendimizin itham edildiği şeyden beratıdır; çünkü

rivâyete göre Bedir savaşından sonra kırmızı bir kadife kayboldu. Münâfıklardan biri: Belki de onu Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem aldı, dedi.

Ya da okçular ganimet için, oldukları yeri terk edince böyle zannetmiş ve: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in, kim bir şey alırsa kendinindir, ganimetler taksim edilmeyecektir, demesinden korkarız demişlerdir.

Ya da bunu men için mübalağa göstermek içindir. Çünkü

rivâyete göre o, öncü birlikler gönderdi. Resûlüllah ganimet elde etti, onu da yanındakilere bölüştürdü, öncülere bir şey vermedi; âyet de bunun üzerine indi. O zaman hak eden bazı kimselere verilmemesine suçu ağırlaştırmak ve ikinci kez mübalağa etmek için çapul (ganimete hıyanet) denilmiştir. Nâfi', İbn Âmir, Hamze ve Kisâî meçhul kalıbı ile en yuğalle okumuşlardır. Mana da hıyanet eder hâlde bulunması yahut hıyanete nispet edilmesi doğru değildir demek olur.

"Kim ganimete hıyanet ederse, ettiği hıyaneti kıyâmet gününde getirir” hadiste geçtiği üzere aldığını boynunda taşıyarak getirir ya da vebalini ve günahını taşıyarak demektir. (Sonra herkese kazandığı eksiksiz olarak ödenir) yaptığı şeyin karşılığı tam olarak verilir. Münasip olan, sümme yüveffa kesebe, demek idi, ancak hükmü genelleştirmiştir ki, maksada delil gibi olsun ve mübalağa edilsin. Çünkü herkese yaptığının karşılığı verilirse, suçu büyük olan çapulcuya daha öncelikle verilir.

"Onlara haksızlık da edilmez” itâat edenlerinin sevabı azaltılmaz, isyan edenlerin de cezası artırılmaz.

162

Allah'ın rızasına tâbi olan (gözeten), Allah'ın gazabına uğrayan gibi midir? Onun yeri cehennemdir. Orası ne kötü varılacak yerdir!

"Allah'ın rızasına tâbi olan” itâat etmekle "kemen bâe” dönen gibi midir "Allah'ın gazabıyla” isyanlarından dolayı.

"Onun yeri cehennemdir.

"Orası ne kötü varılacak yerdir!” Âyette geçen masiyr ile merci arasında şu fark vardır: Masiyr'de yeni durumun eski duruma muhâlif olma zorunluluğu vardır; merci'de ise böyle değildir.

163

Onlar Allah katında derece derecedirler. Allah, yaptıkları şeyi hakkıyla görendir.

"Onlar Allah katında derece derecedirler". Derecelere benzetilmeleri aralarından sevap ve azâp bakımından fark olmasındandır ya da onlar derece sahipleridir demektir.

"Allah yaptıkları şeyi hakkıyla görendir” amellerini ve onlardan doğan derecelerini bilir; onlara göre karşılıklarını verir.

164

Allah onlara içlerinden bir peygamber göndermekle mü'minlere elbette ihsan etmiştir. O peygamber onlara Allah'ın âyetlerini okur, onları temizler ve onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Gerçi onlar bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.

"Lekad mennallahu alel mü'mine” Allah Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem sayesinde kavminden kendine îman edenlere nimet vermiştir. Peygamber gönderilmesi genel olduğu hâlde onlara tahsis edilmesi, ondan daha çok istifade etmelerindendir. Mahzûf mübtedanın haberi olarak, lemin mennillahi şeklinde de okunmuştur ki, mennuhu yahut basuhu demektir.

"İz baase fihim Resûlen min enfüsihim” soylarından yahut kendi cinsleri gibi bir Arap demek olur. Bu da sözünü kolay anlamaları ve ona karşı sadık ve emin olup onunla iftihar etmeleri içindir. Min enfesihim şeklinde de okunmuştur ki, en şereflilerinden demektir. Çünkü aleyhisselâm Efendimiz Arap kabilelerinin ve boylarının en şereflilerinden idi.

"Onlara âyetlerini okur” yani daha önce Câhiller ve vahyi bilmezlerken Kur'ân'ı okur demektir.

"Onları temizler” tabiatın kirlerinden ve itikat ve amellerin kötülüklerinden.

"Onlara kitabı ve hikmeti öğretir” Kur'ân'ı ve sünneti. (Gerçi onlar bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler) bu, inne'den tahfif edilmiştir, lâm da nefiyden ayıran lamdır.

Mana da şöyledir: Durum böyledir, onlar Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in gönderilmesinden önce açık bir sapıklık içinde idiler.

165

Demek onlara iki kat getirdiğimiz bir musibet başınıza geldiği için mi:

"Bu nereden?” dediniz. De ki: Bu, kendi katınızdandır. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir.

"Evelemma esabetküm” hemze ikrar ettirmek içindir, vâv da cümleyi Unut kıssasından geçene ya da mahzûf bir fiile atfetmektedir, Meselâ efaaltüm keza ve kultum gibi. Lemmâ da onun esabetküm'e izafe edilen zarfıdır yani başınıza musibet geldiği zaman mı demektir o da Uhut'ta sizden yetmiş kişinin öldürülmesidir. Öyle idiniz ki, Bedir'de bunun iki katını onlara verdiniz; yetmiş adam öldürüp yetmişini de esir ettiniz. Allah bize zafer vadettiği hâlde bu da nereden başımıza geldi, dediniz?

"De ki: Bu, kendi katınızdandır” yani emre muhalefet ederek kendinizin irtikâp ettiği şeylerdendir. Çünkü bu vaat sebat ve itâat şartına ya da Medîne'den çıkmama şartına bağlı idi. Hazret-i Ali radıyallahü anh'ten de: Bedir'de fidyeyi tercih etmenizden dediği rivâyet edilmiştir.

"Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir.” yardım etmeye de etmemeye de, sizi üstün etmeye de sizi mağlup etmeye de.

166

İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen şey, Allah'ın izniyledir ve mü'minleri ayırt etmesi içindir.

"İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen şey” Uhut savaşında Müslüman ordusu ile Müşriklerin ordusu,

"Allah'ın izniyledir” onun kaza ve kaderiyle olmaktadır. Kâfirlerin serbest hareket etmelerine izin denilmiştir, çünkü bu onun sonuçlanndandır.

"Bir de mü'minleri ayırt etmesi içindir."

167

Bir de münâfıkları ayırt etmesi içindir. Onlara:

"Gelin, Allah yolunda savaşın yahut kendinizi savunun” denildi de:

"Eğer biz savaşmayı bilseydik mutlaka size tâbi olurduk” dediler. Onlar o gün îmandan çok küfre daha yakındırlar. Ağızları ile, kalplerinde olmayanı söylüyorlar. Allah onların gizlediklerini pekiyi bilmektedir.

"Aynı zamanda münâfıkları ayırt etmesi içindir” mü'minlerle münâfıklar ayrılsınlar da onların îmanı ve bunların inkârı açığa çıksın."Ve kıyle lehüm” nafeku'ya atıftır ve sıla cümlesine dahildir ya da söz başıdır.

"Onlara: Gelin, Allah yolunda savaşın yahut kendinizi savunun denildiği zaman” bu da onlar için iş taksimidir ve âhiret için savaşmakla can ve malı müdafaa için seçimdir. Manası da şöyledir denilmiştir: Kâfirlerle savaşın yahut Mücâhidlerin kalabalığım artırın; çünkü kalabalığın fazla olması düşmanı korkutur ve azmini kırar.

"Eğer biz savaşmayı bilseydik mutlaka size tâbi olurduk, dediler". Eğer ortada savaş denecek bir şey lsaydı arkanıza düşerdik, ancak sizin yaptığınız şey savaş değil, kendinizi tehlikeye atmaktır.

Ya da savaşmayı bilseydik o hususta size tâbi olurduk demektir. Bunu da kandırmak ve alay etmek için demişlerdi.

"Onlar o gün îmandan çok küfre daha yakındırlar” bu da askerlerini çekmeleri ve böyle demeleri içindir, çünkü bu ikisi İnkârlarını ilan eden ilk işaretlerdir.

Şöyle de denilmiştir: Onlar mü'minlerden çok kâfirlere daha yakın idiler. Zira geri çekilmeleri ve böyle demeleri müşrikler için takviye ve mü'minler için de zaaftır.

"Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlar” içlerinde sakladıklarının aksini gösteriyorlar, kalpleri îmanda dillerine uymamaktadır. Sözün ağızlara isnat edilmesi te'kit ve tasvir içindir.

"Allah onların gizlediklerini pekiyi bilmektedir” münâfıklık ve birbirlerine sokulmaları gibi. Çünkü bunu ilm-i ezelisi ile ayrıntılı olarak bilir, siz ise ancak bazı işaretlerle kısaca bilirsiniz.

168

Evlerinde oturup da kardeşleri için:

"Eğer bize itâat etselerdi öldürülmezlerdi” diyenler var ya, onlara:

"Eğer doğru adamlarsanız ölümü kendinizden çevirin” de.

"Ellezîne Kâlû” yektumune'nin vâv'mdan bedel olarak merfû’dur ya da zem üzere veyahut Ellezîne nafeku'nûn sıfatı olarak mensûbtur yahut biefvahihim veyahut kulubihim'deki zamirden bedel olarak mecrûrdur. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

O kadar cömert olan Hatim bile cimrilik ederdi

(Sondaki hatim cudihi zamirinden bedeldir).

"Kardeşlerine” yani onlar için demektir, Uhut savaşında öldürülen akrabalarını yahut hemcinslerini murat ediyorlar,

"ve kaadu” kad takdiri ile hâl’dir, yani savaştan geri kalarak diyenler,

"bize itâat etselerdi” oturup Medîne'de kalmada (öldürülmezlerdi) bizim öldürülmediğimiz gibi. Hişâm te'nin şeddesi ile kuttilu okumuştur.

"De ki: Eğer doğru adamlarsanız ölümü kendinizden çevirin” yani eğer öldürülmesi yazılan kimseden ölümü ve sebeplerini def etmeye gücünüz yeterse, kendi nefislerinizden def edin. Çünkü onun sebepleri o kadar çoktur. Savaş helake, evde oturmak da kurtuluşa sebep olduğu gibi durum ters de olabilir.

169

Allah yolunda öldürülenleri sâkin ölüler sanma. Bilâkis onlar diridirler. Rablerinin katında rızıklara mazhardırlar.

 (Allah yolunda öldürülenleri sâkin ölüler sanma) Uhut şehitleri hakkında indi, Bedir şehitleri hakkında da denilmiştir. Hitap Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'edir yahut herkesedir. Zamir Resûl'e veya sanacak kimseye veyahut öldürülenlere râci olmak üzere ye ile okunmuştur, birinci mef'ûl mahzûftur. Çünkü o aslında mübteda’dır, karine olduğu zaman hazfi câizdir. İbn Âmir öldürülenler çok olduğu için şedde ile kuttilu okumuştur.

"Bel ahyaun” yani hüm ahyaun demektir. Nasb ile ihsebhüm ahyaen şeklinde mensûb da okunmuştur.

"Rablerinin katında” yani ona yakındırlar.

"Rızıklara mazhar olmuşlardır” cennetten gelen rızıklara, bu da onların diri olduklarını te'kit etmektedir.

170

Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdiklerine sevinir ve henüz arkalarından kendilerine katılmayan kimselerle de, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler diye sevinirler.

"Allah'ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdiklerine sevinir” o da şehitlik şerefi, ebedî hayatta kurtuluş, Allah'a yakınlık ve cennet nimetinden istifadedir.

"Ve henüz kendilerine katılmayan kimselerle de sevinirler” yani öldürülmeyip de kendilerine katılmayan mü'min kardeşleriyle sevinirler,

"arkalarından gelen” ya zaman bakımından ya da rütbe bakımından arkalarından gelen demektir. (Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler diye). Bu da Ellezîne'den bedeldir,

Mana da şöyledir: Onlar gördükleri âhiret durumundan ve arkalarında bıraktıkları mü'minler bakımından; eğer ölür veya öldürülürlerse öyle bir hayatla diri olacaklar ki, onu ne bir mahzurun muhtemel korkusu ne de bir isteğin elden kaçması onu tehir etmez. Âyet insanın bu görünen heykelden ibaret olmadığım, bilâkis zâtı ile idrak eden, bedenin çürümesi ile çürümeyen; idraki, acı duyması ve zevklenmesi buna bağlı olmayan bir cevherdir. Allahü teâlâ’nın, Fir'avn hanedanı hakkında "ateşe arz olunurlar” (Ğafir: 46) âyeti de bunu desteklemektedir. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'mn, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den rivâyet ettiği hadis de desteklemektedir:

“ Şehitlerin ruhları yeşil başlı kuşların kursaklarındadır, cennet ırmaklarından içer, meyvelerinden yerler. Arş'in gölgesinde asılı kandillerde barınırlar". Kim bunu inkâr eder de rûhu ancak bir yel (nefes) ve araz olarak görürse, onlar kıyâmet gününde diridirler, der. Bunda cihada teşvik, şehitliğe özendirme, daha çok ibâdete gönderme, kendisi gibi kardeşlerinin de nimete konmasını isteyene övgü ve mü'minler için kurtuluşa müjde vardır.

171

Ve Allah’ın nimet ve lütfü ile de sevinirler. Şüphesiz Allah, mü'minlerin ecrini zâyi etmez.

"Yestebşirun” bunu te'kit ve korku yoktur sözüne açıklama olan şeye bağlantı olsun diye tekrar etmiştir. Birincisinin kardeşlerinden, bunun da kendilerinden hâl olması da câizdir.

"Allah'ın nimeti ile” amellerine sevabı ile "ve lütfü ile” fazladan verdiği ile. Meselâ "İyilik edenler için en güzeli ve fazlası vardır” (Yûnus: 26) âyetinde olduğu gibi. Nimet ve lütfün nekire olması onları büyütmek içindir.

"Şüphesiz Allah, mü'minlerin ecrini zâyi etmez” bu da müjde verilen şeyler cümlesindendir, fadlin'e ma’tûftur. Kisâî şu manaya delâlet eden ara cümlesi olarak kesr ile ve innallahe okumuştur: Bu, onların îman mükâfatlarını öyle bir anlatmaktadır ki, îmanı olmayanın amelleri boşa gitmiş ve ecirleri de zâyi olmuştur.

172

Bunlar ki, kendilerine yara geldikten (isabet aldıktan) sonra Allah'a ve Peygamber'e icabet ederler. İçlerinden iyilik eden ve fenalıklardan sakınanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.

 (Bunlar ki, kendilerine yara geldikten sonra Allah'a ve Peygambere icabet ederler) bu da mü'min'in sıfatıdır yahut medh üzere mensûbtur ya da mübteda’dır, haberi de "lillezine ahsenu minhüm vettakav ecrün azim” cümlesidir. Min de beyaniyedir. Bu iki vasfın zikrinden maksat medih ve illettir kayıtlama değildir, çünkü çağrıya uyanların hepsi iyilik edenlerdir ve takva sâhibidirler.

Rivâyete göre Ebû Süfyân ve adamları Uhut'tan dönüp de Revha'ya varınca pişman oldular ve Medîne'ye geri dönmek istediler. Bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ulaştı, onu kovalamaya çıkmaları için ashâbım çağırdı ve: Bizimle ancak dünkü çatışmada bulunanlar çıksın, dedi. Bir bölükle çıktı, Hamraulesed'e vardılar. Burası Medîne'ye sekiz mil mesafede bir yerdir. Ashâbında yaralı olanlar vardı. Onlar bu zorluğa katlandılar, mükâfatlarının kaçmasını istemediler. Allah da müşriklerin yüreklerine korku saldı, onlar da gittiler, âyet bunun üzerine indi.

173

Onlar o kimselerdir ki, halk onlara:

"Şüphesiz insanlar sizin için asker topladılar; onlardan korkun” dediği zaman, onların îmanlarım artırdı; "bize Allah yeter; o, ne güzel vekildir!” dediler.

"Onlar o kimselerdir ki, insanlar onlara dediler” yani Abdülkays kabilesinden karşılaştıkları kervan yahut Ebû Nuaym bin Mesu'd el - Eşcaî'yi kastediyor. Ebû Nuaym'e insanlar demesi, o da onların cinsinden olmasındandır. Nitekim: Fülanün yerkebul hayle (filanca kimse atlara biner) denir, hâlbuki bir tek atı olur.

Ya da Medîne'de ona insanlar katılmış ve dediklerini etrafa yaymışlardı.

"Şüphesiz insanlar size asker topladılar” Ebû Süfyân ve adamlarım kastediyor.

Rivâyete göre Uhut'tan dönerken: Ya Muhammed, ertesi sene seninle Bedir'de buluşalım, diye seslendi! Aleyhisselâm da: İnşallah, dedi. Ertesi sene olunca Ebû Süfyân Mekkelilerle çıktı. Merrüzzahran'a gelince Allah kalbine korku düşürdü. Geri dönmek istedi. Abdikays kabilesinden bir kervanla karşılaştı. Bunlar erzak için Medîne'ye gitmek istiyorlardı, Ebû Süfyân onlara Müslümanları geri çevirme karşısında bir deve yükü kuru üzüm va'detti.

Şöyle de denilmiştir: Nuaym bin Mes'ud ile karşılaştı, o da umreden geliyordu. Ondan bunu istedi ve ona on deve söz verdi. Nuaym de çıktı, Müslümanların hazırlık yaptıklarım gördü, onlara: Mekkeliler yurdunuza geldiler, içinizden ancak kaçanlar kurtuldu, şimdi de onlara mı çıkmak istiyorsunuz, dedi? Onlar da gevşediler. Aleyhisselâm da: Ruhumu elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, yanımda kimse gelmezse ben tek başıma çıkarım, dedi. Allah bize yeter diyerek yetmiş binekli ile çıktı.

(Onların îmanlarım artırdı) zade'deki gizli zamir söylenen söze yahut kâle'nin mastarına ya da bundan yalnız Nuaym kastedilirse fâ'iline râcidir, açık hüm zamiri de kendilerine söylenen kimselere râcidir.

Mana da şöyledir: Onlar ona iltifat etmediler de zayıflamadılar da bilâkis o sayede Allah'a yakînleri pekişti, îmanlarını artırdı, din gayreti gösterdiler, niyetlerini düzelttiler. Bu da îmanın artıp eksileceğine delildir. İbn Ömer radıyallahü anhuma'nın şu sözü de bunu destekler: Ya Resûlallah, îman artar ve eksilir mi, dedik? O da: Evet artar, sonunda sâhibini cennete girdirir ve eksilir, sonunda sâhibini cehenneme girdirir, dedi. Bu da tâat îmandan sayılırsa gayet açıktır. Sayılmasa da öyledir, çünkü yakın (kesin inanç) ülfetle, çok düşünmekle ve kanıtların yardımı ile artar. (Allah bize yeter dediler). Ahsebehu deyiminden gelir ki, yeter demektir. Bunun muhsib manasına geldiğini de izafetle marifelik kazanmaması gösterir, Meselâ: Hâza recülün hasbüke kavlinde olduğu gibi. (O ne güzel vekildir) o ne güzel kendisine vekalet verilen kimsedir demektir.

174

Kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah'ın nimeti ve lütfü ile döndüler. Allah'ın rızasına tâbi oldular. Allah büyük lütuf sâhibidir.

"Döndüler” Bedir'den rucu ettiler "Allah'ın nimeti ile” afiyet, îmanda sebat ve artma ile "ve lütuf ile” ticarette kâr ile. Çünkü onlar Bedir'e gelince orada bir panayıra rastladılar, ticaret yapıp kâr ettiler.

"Onlara hiçbir kötülük dokunmadı” yaralanma ve düşmanın hilesi gibi.

"Allah'ın rızasına tâbi oldular” ki, o, iki dünya hayrını elde etmenin dayanağıdır, bunu da cesaretleri ve düşmanın karşısına çıkmalarıyla elde ettiler.

"Allah büyük lütuf sâhibidir” onlara sebat, îmanın artmasını, cihada koşmada muvaffakiyet, dinde katılık (tavizsizlik) ve düşmana karşı cesaret gösterme ile ihsanda bulundu. Onları bütün üzücü şeylerden muhafaza etti. Mükâfat garantisinin yanı sıra onlara fayda sağladı, sonunda Allah'ın nimeti ve lütfü ile döndüler. Bunda savaşa katılmayanın üzüleceğine ve görüşünün yanlışlığına işâret vardır, çünkü kendini bu gibi başarılardan mahrum etmiştir.

175

(Size bu haberi getiren) sadece kendi dostlarını korkutan şeytandır. Binâenaleyh onlardan korkmayın; eğer mü'minler idiyseniz yalnız benden korkun.

 (Size bu haberi getiren sadece şeytandır) bundan Nuaym'i yahut Ebû Süfyân'ı kastediyor. Şeytan zaliküm'ün haberidir, arkasındaki de şeytanlığının açıklamasıdır yahut sıfatıdır, arkasındaki ise haberidir. Zaliküm işâreti şeytanın sözüne de olabilir ki, o zaman muzâf takdir edilmiş olur yani innema zaliküm kavlüşşeytani demektir ki, maksat İblis'tir.

"Kendi dostlarını korkutur” yani Peygamberle savaşa çıkmayanları yahut sizi dostlarından korkutur ki, onlar da Ebû Süfyân ile adamlarıdır. (Onlardan korkmayın) zamir birinci ihtimale göre ikinci Nâs'a ve

ikinciye göre de evliyaya râcidir.

"Benden korkun” emrime karşı gelmekten, öyleyse Peygamberimle beraber cihâd edin.

"Eğer mü'minler idiyseniz” çünkü îman Allah korkusunu insanların korkusuna üstün kılmayı gerektirir.

176

Küfre koşanlar sizi üzmesin. Çünkü onlar Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah onlara âhirette hiçbir hisse vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azâp vardır.

"Küfre koşanlar seni üzmesin” hırslarından dolayı onun içine düşerler demektir. Onlar da savaşa katılmayan münâfıklardır ya da İslâm'dan dönen bir topluluktur.

Mana da şöyledir: Sana zarar vermeleri ve aleyhine yardım toplamaları korkusu seni üzmesin. Çünkü Allahü teâlâ: (Çünkü onlar Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler) buyurmuştur. Yani küfre koşmakla Allah'ın dostlarına hiçbir şekilde zarar veremezler, sadece bu hareketleriyle kendilerine zarar verirler. Şey'e'nin mefula da mastara da ihtimali vardır. Nâfi' nerede gelse ye'nin zammı ve ze'nin kesri ile yuhzinke okumuştur. Ancak Enbiya süresindeki yahzünümül fezaul ekberu kavli hariçtir ki, onu ye'nin fethi ve ze'nin zammı ile okumuştur. Diğerleri de hepsinde böyle okumuşlardır.

"Allah onlara âhirette hiçbir hisse vermemek istiyor” âhirette sevaptan pay demektir. Bu da taşkınlıkta devam ettiklerini ve küfür üzerinde öldüklerini gösterir. İstiyor demesi şunu akla getirir ki, onlar küfürde son sınıra varmışlardır. Öyle ki, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah onlara rahmetinden bir şans vermek istememiştir ve şunu da akla getirmektedir ki, küfre koşmaları da Allahü teâlâ’nın onlara âhirette bir şans dilememiş olmasındandır.

"Onlar için büyük bir azâp vardır” sevaptan mahrumiyet şeklinde.

177

Küfrü îmanla satın alanlar Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. Onlar için pek acıklı bir azâp vardır.

"Küfrü îmanla satın alanlar Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. Onlar için pek acıklı bir azâp vardır". Bu da te'kit için tekrar edilmiştir ya da savaşa katılmayanlar veyahut dinden dönen bedevîler tahsis edildikten sonra yapılan genellemedir.

178

Kâfirler kendilerine süre vermemizi kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara ancak günahlarını artırmaları için süre veriyoruz. Onlar için aşağılayıcı bir azâp vardır.

 (Kâfirlere süre vermemizi onlar için sâkin hayırlı sanma). Hitap Resûl aleyhisselâm'adır ya da böyle sanan herkesedir. Ellezîne mef'ûlüdür, ennema nümli lehüm de ondan bedeldir. Hasibe'nin tek mefulla yetinmesi bedele dayandığı içindir, o iki mef’ûlün yerine geçer, Meselâ "em tahsebu enne ekserehüm yesmaun” (Furkân: 44) kavlinde olduğu gibi ya da muzâf takdiri ile ikinci mef'ûldur, Meselâ: Vela tahsebennellezine keferu ashâbe ennel imlae hayrun lienfüsihim yahut vela tahsebenne halellezine keferu ennel imlae hayrun lienfüsihim.

"Mâ” da mastariyedir, hakkı ayrı yazılmak idi, ancak İmâm Mushaf'ta bitişik düştüğü için öyle kalmıştır. İbn Kesîr, Ebû Amr, Âsım, Kisâî ve Ya'kûb ye ile okumuşlardır, o zaman Ellezîne fâil olur, enne de ve çevresindekilerle beraber mef'ûl olur. İbn Âmir, Hamze ve Âsım Kur'ân'ın her yerinde sin'in fethi ile tahsebenne okumuşlardır. İmlâ süre vermek ve ömrü uzatmaktır. Serbest bırakmak da denilmiştir ki, emla liferesihi deyiminden gelir, at istediği gibi otlasın diye ipini uzatmaktır.

"İnnema nümli lehüm liyezdadu isma” bu da geçene hüküm vermek için illet bildiren yeni söz başıdır.

"Mâ” kâffe'dir, lâm da irâde lamıdır. Mu'tezile'ye göre akibet lamıdır. Burada feth ile ennema ve birincinin kesri ile (innema) ye ile layahsebenne de okunmuştur ki, mana şöyle olur: Kâfirler onlara süre vermemizin günahlarını artırmak için olmadığım, bilâkis tevbe için ve îmana gelmeleri için olduğunu anlasınlar. Ennema nümli lehüm hayr itiraz cümlesidir, mana da: Eğer fark ederler ve kusurlarım telâfi ederlerse, süre vermemiz onlar için hayırdır, şeklinde olur. (Onlar için aşağılayıcı bir azâp vardır) buna göre vâv'ın hâl için olması câizdir ki, mana şöyle olur: Aşağılayıcı bir azâp için hazırlanmış olarak günahlarını artırmak için.

179

Allah murdarı temizleyinceye kadar mü'minleri sizin olduğunuz şu hâlde bırakacak değildir. Allah gaybi size bildirecek de değildir. Fakat Allah peygamberlerinden dilediğini seçer. Artık siz de Allah'a ve peygamberine îman edin. Eğer îman eder ve sakınırsanız sizin için büyük bir mükâfat vardır.

"Allah murdarı temizden ayırıncaya kadar mü'minleri sizin olduğunuz şu hâlde bırakacak değildir". Hitap, asrındaki bütün ihlâslı kimselere ve münâfıklaradır.

Mana da şöyledir: Samiminiz müNâfi’ğınızdan ayrılıncaya kadar sizi karışık bırakmayacaktır. Bu da Nebisine hâllerinizi bildirmekle yahut ancak hâlis muhlis kimselerin sabredeceği ve itâat edeceği zor tekliflerle olacaktır. Meselâ Allah yolunda malları ve canları feda etmek gibi, Tâ ki, içlerinizi denesin ve bundan da inançlarınızı anlasın. Hamze ile Kisâî burada ve Enfâl'de ye'nin zammı, mim'in fethi ve ye'nin de kesri ve şeddesiyle yümeyyize; kalanlar da ye'nin fethi, mim'in kesri ve ye'nin de sükûnu ile yemiyze okumuşlardır.

"Allah gaibi size bildirecek de değildir. Fakat Allah peygamberlerinden dilediğini seçer” Allah birinize gaibin bilgisini verip de o da kalplerdeki küfür veya îmanı bilecek değildir. Ancak o, elçiliği için dilediğini seçer, ona vahyeder, ona bazı gâipleri haber verir yahut gözünün önüne ona götürecek deliller diker.

"Artık siz de Allah'a ve peygamberlerine îman edin” ihlâs sıfatı ile ya da yalnız onun gâipten haberdar edildiğini ve peygamberlerin de seçilmiş kullar olup ancak Allah'ın bildirdiğini bilen ve kendilerine vahyedilenden başkasını söylemeyen kullar olduklarını bilmekle îman edin.

Rivâyete göre kâfirler: Eğer Muhammed doğru ise bize içimizden îman edecekleri ve etmeyecekleri haber versin, dediler. Âyet bunun üzerine indi. Süddi'den rivâyet edilmiştir, aleyhisselâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Ümmetim bana gösterildi, ben de bana îman edecekleri ve inkâr edecekleri öğrendim. Münâfıklar; O, îman edecekleri ve etmeyecekleri bildiğini iddia ediyor, halbuki biz yanındayız, bizi bilmiyor, dediler. Âyet bunun üzerine indi.

"Eğer îman ederseniz” hakkı ile "ve sakınırsanız” münâfıklıktan "sizin için büyük bir mükâfat vardır” takdir edilemeyecek kadar büyük.

180

Allah'ın, kendilerine lütf-ü kereminden verdiği şeylerde cimrilik edenler, sâkin bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Bilâkis o onlar için serdir. O cimrilik ettikleri şey kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

 (Allah'ın, kendilerine lütf-u kereminden verdiği şeylerde cimrilik edenler, sâkin bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesin). Kırâatlar geçen Âyetteki gibidir. Kim te ile okursa, iki mef'ulü mutabık olsun diye muzâf takdir eder, yani vela tahsebenne buhlellezine yebhalune hüve hayran lehum gibi. Ye ile okuyan da fâili Resûle veyahut men yahsebu'ya gönderirse o da öyle yapmış olur. Eğer fâili mevsûl yaparsa, birinci mef'ûl hazfedilmiş olur çünkü yebhalune ona delâlet eder yani yahsebennel buhalau buhlehüm hüve hayran lehum olur.

"Bilâkis o” cimrilik "onlar için serdir” çünkü onlara azâp getirir.

"O cimrilik ettikleri şey kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır” bu da onu açıklamaktadır.

Mana da şöyledir: Cimrilik ettikleri şeyin vebali tok gibi boyunlarına geçecektir. Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz de şöyle buyurmuştur: Bir adam malının zekatını vermezse malı kıyâmet gününde kel bir yılan olur boynuna dolanır.

"Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır” o ikisinde miras kalan şeyler onundur. Öyle ise onlara ne oluyor da onun malında cimrilik ediyorlar ve onu Allah yolunda harcamıyorlar?

Ya da tuttukları ve onun yolunda harcamadıkları şeye onları helâk etmekle o mirasçı olur; yangısı ve cezası da onlara kalır.

"Allah yaptıklarınızdan” verip vermediğiniz şeylerden "haberdardır” size karşılığını verir. Nâfi', İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâî kalıp değiştirerek te ile (tamelun) okumuşlardır ki, bu tehditte daha ağırdır.

181

Gerçekten Allah,

"Allah fakirdir; bizler ise zenginiz” diyenlerin sözlerini işitti. Onların dediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürdüklerini yazacak ve onlara:

"Yangın azabını tadın” diyeceğiz.

"Gerçekten Allah:

"Allah fakirdir; bizler ise zenginiz” diyenlerin sözlerini işitti". Bunu Yahûdîler "Allah'a kim güzel bir ödünç verir?” (Bakara: 245) ayetini duydukları zaman dediler.

Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz, Ebû Bekir radıyallahü anh'e bir mektup yazdı, Yahûdî Kayunka oğullarına götürmesini, onları İslâm'a davet etmesini, zekât vermelerini ve Allah’a güzel bir ödünç vermelerini söylemesini emretti. Fenhas bin Azura: Allah her hâlde fakirdir ki, bizden ödünç istiyor, dedi. Ebû Bekir radıyallahü anh da suratına bir tokat indirdi ve: Aramızda andlaşma olmasaydı boynunu vururdum, dedi. O da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e şikayet etti, dediğini de inkâr etti. Âyet bunun üzerine indi.

Mana da şöyledir: Bu, ona gizli değildir ve onlar için bir azâp hazırlamıştır.

"Onların dediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürdüklerini yazacağız” yani bunu amel defterlerine yazacağız yahut ilmimizde yazacağız, onu ihmal etmeyeceğiz. Çünkü bu büyük bir kelimedir. Zira Allah'ı İnkârdır ya da Kur'ân ve Peygamberle alaydır. Bunun içindir ki, onu peygamberleri öldürmekle bir tutmuştur. Bunda bunun yaptıkları ilk suç olmadığına ve peygamberleri öldürenlerden bu gibi sözleri beklemenin çok olmayacağına dikkat çekilmiştir. Hamze ye ve zammı, te'nin de fethi ile (setüktebu) ve ref ile katluhum ve ye ile de yekulu okumuştur.

"Yangın azabını tadın diyeceğiz” yani yakıcı azâbı tadın demekle onlardan intikâm alacağız. Bu tehditte birkaç yönden mubalâga vardır. Zevk yiyecekleri tatmaktır, genişletilerek diğer hissi şeylere ve hâllere de denir. Burada zikredilmesi azabın cimrilikten, mala karşı kendini helâk edercesine saldırmaktan ve insanın daha çok ihtiyacının yiyecek olmasından ve cimriliğin çoğunun bunun bitme korkusundan olmasından dolayıdır. Bunun içindir ki, mal derken çoğu zaman yeme zikredilmiştir.

182

Bu, ellerinin önden gönderdiği şey sebebiyledir. Şüphesiz Allah, kullara zulmedici değildir.

 (Bu) azaba işarettir, (ellerinin önden gönderdiği şey sebebiyledir) peygamberlerin öldürülmesi, böyle demeleri ve diğer isyanları gibi. Nefisler yerine eller demesi işlerin daha çok ellerle yapılmasındandır.

"Şüphesiz Allah, kullara zulmedici değildir” bu da kaddemet fiiline atıftır, azaba sebep olması da şöyledir: Zulüm etmemesi adaleti gerektirir, bu da iyinin sevabına ve kötünün de cezasına götürür.

183

Onlar ki:

"Allah bize, ateşin yiyip bitireceği bir kurban gelinceye kadar hiçbir peygambere îman etmememizi emretti” dediler. De ki:

"Benden önce peygamberler size mu'cizelerle beraber o dediğiniz şeyi de getirmişti. Öyleyse eğer doğru kimseler iseniz onları niçin öldürdünüz?"

"Onlar ki, dediler” bunlar da Ka'b bin Eşref, Mâlik, Huyey, Fenhas ve Vehb bin Yahuda'dır.

"Şüphesiz Allah, bize emretti” Tevrat'ta emir ve vasiyet etti,

"ateşin yiyip bitireceği bir kurban gelinceye kadar hiçbir peygambere îman etmememizi” İsrâîl oğullarına hâs olan bu mu'cize gelinceye kadar hiçbir peygambere îman etmeyeceğiz. O da bir kurban sunar, peygamber kalkar dua eder, gökten bir ateş iner onu yer yani yakmakla onu kendi tabiatına çevirir. Bu da onların iftira ve batıllarındandır. Zira ateşin kurbanı yemesi sadece bir mu'cize olmasıyladır. Diğer mu'cizeler de ona eşittir.

"De ki: Benden önce peygamberler size mu'cizelerle beraber o dediğiniz şeyi de getirmişti. Öyleyse eğer doğru kimseler iseniz onları niçin öldürüyorsunuz?” Bu da onları yalanlama ve susturmadır ki, ondan önce Zekeriyya ve Yahya gibi Peygamberler tasdiki gerektiren ve tekliflerini yerine getiren mu'cizeler getirdiler, yine de onları öldürdüler. Eğer tasdiki gerektiren şey nu getirmek olsaydı ve îmandan duraksayıp kaçınmaları onun için olsaydı, neden başka mu'cizeler getirenlere îman etmediler de onu öldürmeye cüret ettiler?

184

Eğer seni yalan sayarlarsa, senden önce mu'cizeler, sahifeler ve nûr saçan kitaplar getiren peygamberler de yalanlanmıştı.

"Eğer seni yalan sayarlarsa, senden önce mu'cizeler, sahifeler ve nûr saçan kitap (lar) getiren peygamberler de yalanlanmıştı". Bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i kavminin ve Yahûdîlerin yalanlamasından teselli etmektedir. Âyette geçen zübür zeburun çoğuludur ki, o da içinde sadece hikmetier bulunan kitaptır. Zebertüş şey'e'den gelir ki, bir şeyi hapsetmektir. Kitap Kur'ân örfünde kanunları ve hükümleri içeren mecmuadır. Bunun içindir ki, Kur'ân'ın her yerinde kitap ve hikmet birbirine atfedilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Zübür öğütler ve engelleyici şeylerdir. Zebertuhu'dan gelir ki, azarlayıp men etmektir. İbn Âmir harfi çerin iadesiyle vebizzübüri okumuştur ki, bunların mu'cizelerden bizzat farklı olduğunu gösterir.

185

Her nefis ölümü tadacaktır. Ancak ecirleriniz kıyâmet günü size eksiksiz ödenir. Artık kim cehennemden uzaklaştırılır ve cennete girdirilirse, muradına ermiştir. Dünya hayatı aldanma metaından başka bir şey değildir.

 (Her nefis ölümü tadacaktır) mü'min ve kâfir için vaat ve tehdittir. Nasb ile tenvinli ve tenvinsiz olarak zaikatül mevte de okunmuştur, şu mısrada olduğu gibi:

Allah'ı da az zikreder.

(Ancak ecirleriniz size eksiksiz ödenir) hayır olsun şer olsun amellerinizin karşılığı size verilir "kıyâmet gününde” kabirlerden kalktığınız günde. Tevfiye lâfzı ondan önce de bazı ecirlerin ödendiğini akla getirir. Aleyhisselâm Efendimizin:

"Kabir cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur", sözü de bunu destekler. (Artık kim cehennemden uzaklaştırılır) zahzaha aslında zah lâfzının tekrarıdır; o da acele ile çekmektir "ve cennete girdirilirse, muradına ermiştir” kurtulmuştur. Âyette geçen fevz istenen şeyi elde etmektir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete girdirilmek isterse, Allah'a ve âhiret gününe îman ederek ve nefsi için istediğini insanlar için de isteyerek ölsün.

"Dünya hayatı değildir” zevk ve süsleri (ancak aldanma metaıdır) o, malı satın alması için müşterinin kandırıldığı metaa benzetilmiştir. Bu da onu âhirete tercih eden içindir. Ama kim onu âhireti kazanmak için isterse, o menzil-i maksuda götüren metadır. Gurur mastardır yahut ğârr'ın çoğuludur.

186

Mallarınızda ve canlarınızda mutlaka denenecek ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden pek çok incitici sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve korunursanız, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir.

"Letüblevünne” yani vallahi deneneceksiniz demektir,

"mallarınızda” harcama teklif edilmek ve afetlere maruz kalmakla "canlarınızda” cihâd, öldürülmek, esir edilmek, yaralanmak ve üzerine gelen istenmeyen hastalıklar ve zorluklarla "ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden pek çok incitici sözler işiteceksiniz” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in yerilmesi, dine dil uzatılması ve kâfirlerin Müslümanlara kışkırtılması gibi. Bunları olmadan önce haber vermiştir ki, sabra ve tahammüle zihnen hazırlansınlar da onları göğüs gererek karşılasınlar ve dayanmak onlara zor gelmesin.

"Eğer sabrederseniz” buna "ve korunursanız” Allah'ın emrine karşı gelmekten "şüphesiz bunlar” yani sabır ve korunma "min azmil umur” azmedilmesi gereken ya da Allah'ın azmini emrettiği şeylerdendir. Azm aslında bir şeyi uygulamak için üzerinde sebatla durmaktır.

187

Bir vakitler Allah kendilerine kitap verilenlerden onu insanlara mutlaka açıklayacaksınız ve saklamayacaksınız diye söz almıştı. Onlarsa bunu sırtlarının arkasına atmış ve onunla az bir bedel almışlardı. O satın aldıkları şey ne kötüdür!

"Ve iz ehazallahu” yani Allah'ın aldığı vakti hatırla demektir,

"kendilerine kitap verilenlerden aldığı sağlam sözü” bundan alimleri kastediyor.

"Onu mutlaka açıklayacaksınız ve saklamayacaksınız diye” bu da onlara edilen hitabı hikâye etmektedir. İbn Kesîr, Ebû Amr ve Âsım da İbn Ayyaş rivâyetinde ye ile okumuşlar, çünkü onlar gâiptirler, demişlerdir. Letübeyyinünnehu'daki lâm da "ehazallahu misakal lezine” kavlinin yerini aldığı kasemin cevabıdır, zamir de kitaba râcidir.

"Onu attılar” o sözü "sırtlarının arkasına” ona riayet etmediler ve ona dönüp bakmadılar. Âyette geçen nebz önem vermemek ve iltifat etmemek için misaldir. Bunun zıddı da bir şeyi gözünün önüne koymaktır.

"Onunla satın aldılar” ona bedel olarak aldılar "az bir paha” dünyalıktan.

"Satın aldıkları şey ne kötüdür!” nefisleri için tercih ettikleri şey. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim bir ilmi ehlinden saklarsa, ağzına ateşten bir gem vurulur. Hazret-i Ali radıyallahü anh'ten de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Allah ilim ehlinden öğretmeleri sözünü almadıkça Câhillerden öğrenme sözünü almamıştır.

188

Getirdikleri şeyle sevinen ve yapmadıkları şeyle övülmelerini isteyen kimselerin, onların azaptan kurtulacakları bir yerde olacaklarını sakın sanma. Onlar için çok acıklı bir azâp vardır.

 (Getirdikleri şeye sevinen ve yapmadıkları şeyle övülmelerini isteyen kimselerin, onların azaptan kurtulacakları bir yerde olacaklarını sanma). Hitap Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'edir. Kim be'yi Mazmûm okursa, hitabı ona ve mü'minlere yapar, birinci mef'ûl Ellezîne yefrahune'dir, ikincisi de bimefazetin'dir. İkinci tahsebennehüm de tekittir.

Mana da şöyledir: Yaptıkları hile ve hakkı gizleme ile sevinen; verdikleri sözü yerine getirme, hakkı açığa çıkarma ve doğruyu haber verme gibi yapmadıkları şeylerle övünmek isteyenleri azaptan kurtulacak sanma. İbn Kesîr ile Ebû Amr ye ile birincide be'nin fethi, ikincide de zammı ve "Ellezîne” fâil olmak ve "lâ yahsebünne"nin iki mef'ûlu mahzûf olmak üzere okumuşlardır. Onları da ikincinin mefulları göstermektedir. Sanki şöyle denilmiştir: Yaptıkları ile övünenler kendilerini kurtulmuş sanmasınlar.

Ya da birinci mef'ûl mahzûftur. Felâ tahsebennehüm de fiili, fâili ve birinci mef'ûlu te'kit etmektedir.

"Onlar için çok acıklı bir azâp vardır” inkâr ve hileleri yüzünden.

Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz Yahûdîlere Tevrat'tan bir şey sordu, onlar da yanlış haber verdiler ve doğru söylemiş gibi davrandılar ve yaptıkları şeye sevindiler. Âyet bunun üzerine indi.

Şöyle de denilmiştir: Gazadan geri kalıp da sonra da geri kalmada bir fayda olduğunu gördükleri için özür dileyen ve bununla da övünmek isteyen bir topluluk hakkında inmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Âyet bazı münâfıklar hakkında indi, çünkü onlar münâfıklıkları ile övündüler ve yapmadıkları şeylerle de Müslümanlar tarafından övülmek istediler.

189

Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kâdirdir.

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır” onların durumuna hakimdir.

"Allah her şeye kâdirdir” onlara azâp etme gücüne sahiptir. Bunun onların "Allah fakirdir” sözlerine reddiye olduğu da söylenmiştir.

190

Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde saf akıl sahipleri için ibretler vardır.

"Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde saf akıl sahipleri için ibretler vardır” Yaratan’ın varlığını, eksiksiz ilmini ve sonsuz gücünü gösteren açık deliller vardır. Bu da his ve vehim şaibelerinden arınmış parlak akıl sahipleri içindir, nitekim Bakara sûresinde de geçmiştir. Belki de bu Âyette üçü ile yetinilmesi delilin değişime dayanmış olmasından ve bunların da onun bütün türlerini içine almasındandır. Çünkü değişim ya bir şeyin zatında olur, Meselâ gece ile gündüzün değişmesi gibi. Ya parçasında olur, Meselâ şekillerinin değişmesi ile unsurların değişmesi gibi.

Ya da dışındaki değişme olur, Meselâ göklerin, durumlarının değişmesiyle değişmesi gibi. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den: Bu âyeti okuyup da üzerinde düşünmeyene yazıklar olsun, dediği rivâyet edilmiştir.

191

Onlar ki, Allah'ı ayakta, oturarak ve yanları üstü zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın. Seni tenzih ederiz. Bizi ateş (cehennem) azabından koru, derler.

"Onlar ki, Allah'ı ayakta, oturarak ve yanları üstü yatarak zikrederler". Yani Allah'ı ayakta, oturarakve yan yatarak olduğu gibi bütün hâllerinde zikrederler, demektir. Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

"Kim cennet bahçelerinde dolaşmak isterse, Allah'ı çok zikretsin". Mananın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar güçlerinin durumuna göre namazı bü hâllerde kılarlar. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz, İmran bin Husayn'a: Namazı ayakta kıl, eğer gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan yatarak îma ile kıl, buyurmuştur. Bu da Şâfiî radıyallahü anh'in, hasta yan tarafına yaslanarak bedeninin ön kısımlarını kıbleye getirerek namaz kılar görüşünün delilidir.

"Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler” bundan sonuç çıkarır ve ibret alırlar ki, bu da ibâdetlerin en faziletlisidir.

Nitekim aleyhis-salâtü ves-selâm: Tefekkür (düşünme) gibi ibâdet yoktur, buyurmuştur. Çünkü o kalbe mahsustur ve halktan (yaratılanlardan) maksat da odur. Efendimiz'den şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Bir adam döşeğine sırt üstü uzanmıştı, başını kaldırdı, göğe ve yıldızlara baktı: Şahadet ederim ki, sen Rabb'sin ve Hâlik'sın. Allah'ım, beni bağışla, dedi. Allah da ona baktı ve onu bağışladı. Bu da usul (akaid) ilminin şerefini ve onunla uğraşanların üstünlüğünü gösteren açık bir delildir.

"Rabbimiz, bunları boş yere yaratmadın” burada kavl maddesi gizlidir, yani böyle diyerek düşünürler demektir. Bu da düşünülecek şeylere veyahut halk lâfzından yaratılan gökler ve yer murat edilmesine göre halka yahut da ikisine de işarettir. Çünkü o ikisi de mahlûk manasınadır.

Mana da şöyledir: Sen bunları boş yere hikmetsiz yaratmadın; bilâkis onları büyük hikmetler için yarattın. Bunlardan biri de insanın varlığının başlangıcı ve geçimine sebep olması, seni tanımaya götüren ve sana itâat etmeye teşvik eden delil olmasıdır. Böylece senin yakınında ebedî hayata ve sonsuz mutluluğa nâil olur.

"Seni tenzih ederiz” seni boş şeylerden ve bâtıl nesneler yaratmaktan tenzih ederiz. Bu da ara cümledir.

"Bizi cehennem azabından koru” bunlara kusurlu baktığımız ve gereğini yerine getirmediğimiz için. Fekına diyerek fe getirmesi, göklerin ve yerin yaratılma sebebini bilmelerinin onları bu sığınmaya götürmesindendir.

192

Ey Rabbimiz, şüphesiz sen kimi ateşe sokarsan, onu perişan etmişsindir. Zâlimlerin yardımcıları yoktur.

"Ey Rabbimiz, şüphesiz sen kimi ateşe sokarsan, onu perişan etmişsindir". Yani onu per perişan etmişsin demektir. Meselâ: Sıman dağının merasına yetişen (her meraya) yetişmiştir, sözü gibi. Bundan maksat sığınılan ateşin büyük olduğunu göstermektir. Bundan da şiddetli korkularına ve ondan korunmak istemelerine dikkat çekilmek istenmiştir. Bunda ruhî azabın daha ağır olduğuna da işâret vardır.

"Zâlimlerin yardımcıları yoktur” bunlardan cehenneme girenler murat edilmiştir. Zâlimler diyerek zamir değil de zâhir isim kullanılması zulümlerinin onların ateşe girmelerine sebep olmasından ve kurtulmak için yardımın kesilmesindendir. Yardımın olmamasından şefaatin de olmaması lâzım gelmez, çünkü yardım zorla azaptan kurtarmaktır (şefaat ise rica ve minnetle kurtarmaktır).

193

Ey Rabbimiz, şüphesiz biz,

"Rabbinize îman edin” diye îmana çağıran bir davetçiyi işitip derhal îman ettik. Rabbimiz, sen de bizim günahlarımızı bağışla, kus urlarımızı ört ve canımızı iyilerle beraber al.

 (Rabbimiz, şüphesiz biz, îmana çağıran bir davetçiyi işittik) fiili duyurana isnat edip duyulan şeyi söylememesi vasfının ona delâlet etmesindendir. Bunda duyulan şeye nispet etmede olmayan bir mübalağa vardır. Münadiyen şeklinde nekire kullanması, önce mutlak zikredip sonra kayıtlaması da şânını büyütmek içindir. Ondan da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem murat edilmiştir. Bunun Kur'ân olduğu da söylenmiştir. Nida, dua ve benzerleri "ilâ” ile geçişli kılınır. Burada lâm ile geçişli kılınması varmak ve özel kılmak manasını içerdiği içindir. (Rabbinize îman edin diye) yani bien aminu demektir ki, biz de davete icabet ettik manasınadır.

"Rabbimiz, günahlarımızı bağışla” büyük günahlarımızı, çünkü onlar sorumludur.

"Kusurlarımızı ört” küçük günahları, çünkü onlar çirkindir, ancak büyüklerden sakınanlar için bağışlanmıştır.

"İyilerle beraber canımızı al” bizi özel sohbetlerine al ve onların zümresine ilhak eyle. Bunda onların Allah'a kavuşmayı istediklerine dikkat çekilmiştir. Kim de Allah'a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmak ister. Ebrar berr'in yahut bârr'in çoğuludur, erbab ve ashâb gibi.

194

Ey Rabbimiz, peygamberlerine vazettiklerini bize ver. Bizi kıyâmet gününde perişan etme. Şüphesiz sen sözünden dönmezsin.

"Ey Rabbimiz, bize peygamberlerine vazettiklerini ver” yani peygamberlerini tasdik edenlere verdiğin sevabı demektir. Emredilen şeyi açıkça yerine getireceğini söyleyince, buna karşı va'dedileni istedi. Bunu da vadi yerine getirmeme korkusundan değil, bilâkis akibetinin kötü olmasından veyahut yerine getirmede kusurundan korktuğu içindir.

Ya da itâat etmek veyahut miskinlik göstermek içindir. Alâ edatının mahzûfa müteallik olması da câizdir ki, takdiri: vaattena münzelen alâ rüsülike ya da mahmulen aleyhim demektir. Mananın: Peygamberlerinin dilleri ile va'dettiğini olduğu da denilmiştir.

"Bizi kıyâmet gününde perişan etme” bizi o günün korkularından muhafaza ederek.

"Şüphesiz sen sözünden dönmezsin” mü'mine sevap verir, dua edenin de duasını kabul edersin. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan: Miad'ın (sözün) ölümden sonra dirilmektir dediği de rivâyet edilmiştir. Rabbena'nın tekrar edilmesi, yalvarmada mübalağa etmek ve istenen şeylerin ayrı ayrı olduklarına ve şanlarının da yüce olduğuna işâret etmek içindir. Nakillerde şöyle gelmiştir: Kimin başı dara düşer de beş defa Rabbena derse, Allah onu korktuğu şeyden emin kılar.

195

Rableri de onlara şöyle icabet etti: Şüphesiz ben, sizden erkek olsun veyahut kadın olsun - ki, hep birbirinizdensiniz - amel edenin amelini zâyi etmem. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, savaştılar ve öldürüldüler, ben de mutlaka onların kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Sevabın güzeli Allah kalındadır.

"Rableri de onlara şöyle icabet etti” yani isteklerine cevap verdi, isticabe kalıbı ecabe'den daha özeldir ve doğrudan veya lâm ile geçişli olur.

"Enni lâ udıyu amel amilin minküm” bienni udıyu demektir. Gizli kavl maddesiyle inni de okunmuştur.

"Erkek olsun veyahut kadın olsun” bu da amel edeni açıklamaktadır.

"Birbirinizdensiniz” çünkü erkek dişiden, dişi de erkektendir ya da ikisi de bir asıldandır yahut aralarında temas ve birlik vardır veyahut dinde birlik ve ittifaktan dolayıdır. Bu da ara cümlesidir, onunla amel edilen şeylerde kadınların erkeklere ortak oldukları açıklanmıştır.

Rivâyete göre Ümmü Seleme: Ya Resûlallah, Allahü teâlâ’nın hicrette erkeklerden bahsettiğini görüyorum da kadınlardan bahsettiğini görmüyorum, dedi. Bunun üzerine "hicret edenler...” kısmı indi. Bu da amel edenlerin amellerini ve onlar için ne gibi övücü ve büyütücü sevabın olduğunu açıklamaktadır.

Mana da şöyledir: Onlar ki, din için şirkten yahut vatan ve aşiretlerinden hicret ettiler "yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar” Allah'a îman sebebiyle ve onun için (savaştılar) kâfirlerle (ve öldürüldüler) cihâdTâ .mze ile Kisâî aksine (ve kuttilu ve katelu) okumuşlardır. Çünkü vâv tertip icap etmez.

İkincisi (katelu ve kutilu) daha üstündür.

Ya da maksat şöyledir: Onlardan bir topluluk öldürülünce kalanlar savaştılar, zayıflık emaresi göstermediler. İbn Kesîr ile İbn Âmir de teksir için kuttilu okumuşlardır.

"Mutlaka kötülüklerini örteceğim” sileceğim "ve Allah katından bir sevap olarak onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım” yani onlara Allah katından ondan bir lütuf olarak büyük bir sevap vereceğim. Sevaben te'kit edici mastardır.

"Sevabın güzeli Allah katındadır” taatlara verdiği sevap ve buna da gücü yeter.

196

Kâfirlerin ülkede dolaşmaları seni aldatmasın.

"Kâfirlerin ülkede dolaşmaları seni aldatmasın". Hitap Peygamber aleyhisselâm'adır, maksat ümmetidir yahut olduğu hâle devam etmesidir, Meselâ:

"Yalanlayanlara itâat etme” (Kalem: 8) âyeti gibi.

Ya da herkesedir. Yasak mana itibarı ile muhatabadır, dolaşmaya denilmesi ise mübalağa için sebebin sonuç yerine konulmasındandır.

Mana da şöyledir: Kâfirlerin bolluk ve şanslarının yaverliğine bakma, kazançlarında, ticaretlerinde ve çiftliklerindeki genişliğe aldanma.

Rivâyete göre bazı Müslümanlar müşriklerin bolluk ve rahat hayat içinde olduklarını görür: Allah'ın düşmanları gördüğümüz kadarıyla hayır içindedirler, biz ise açlıktan ve bitkinlikten helâk olduk, derlerdi. Âyet bunun üzerine indi.

197

Azıcık bir faydadır bu. Sonra da barınakları cehennemdir. O ne kötü yataktır!

 (Azıcık bir faydadır) mahzûf mübtedanın haberidir, yani zaliket takallubu metaun kalilün li kısari müddetihi (bu, süresi kısa olduğu için az bir faydadır) demektir.

Ya da Allah'ın mü'minler için hazırladığı şeyin yanında azdır demektir. Aleyhis-salâtü ves-selâm şöyle buyurmuştur:

"Dünya âhirete nispetle ancak birinizin parmağının denize batırması gibidir; baksın parmağında ne kadar su var". "Sonra da barınakları cehennemdir. O ne kötü yataktır!” yani kendileri için hazırladıkları şey ne fenadır demektir.

198

Fakat Rablerinden korkanlar için Allah katından bir ağırlanma olarak altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. Allah katındaki şey, iyiler için daha hayırlıdır.

"Fakat Rablerinden korkanlar için Allah katından bir ağırlanma olarak altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetler vardır". Âyette geçen nüzl ve nüzul misafir için hazırlanan yiyecek, içecek ve yardım gibi şeylerdir. Şâir Ebussaid ed - Dabbi şöyle demiştir:

Zorbalar orduyla bize misafir gelirse,

Onları mızraklar ve hafif kılıçlarla ağırlarız.

Nüzülen cennatin'den hâl olarak mensûbtur. Âmili de ondaki zarftır. Şöyle denilmiştir: O te'kit edici mastardır, takdiri de enziluha nüzülen demektir.

"Allah katındaki ise” çok ve devamlı olmasından dolayı "iyiler için daha hayırlıdır” kötülerin içinde dolaştıkları şeylerden. Çünkü az ve çabuk geçicidir.

199

Kitap ehlinden öyleleri vardır ki, Allah'a saygı göstererek hem size indirilene hem de kendilerine indirilene îman ederler. Allah'ın âyetlerim az bir pahaya satmazlar. İşte onların ecirleri Rableri katındadır. Şüphesiz Allah,'ın hesabı çabuktur.

"Kitap ehlinden öyleleri vardır ki,” Abdullah b. Selâm ve arkadaşları hakkında inmiştir. Şöyle denilmiştir: Necran'dan kırk, Habeşlilerden otuz iki ve Rumlardan da sekiz kişi hakkında inmiştir. Bunlar Hıristiyanlar idiler, Müslüman oldular. Ashama Necaşi hakkında indiği de söylenmiştir. Cebrâîl onun ölüm haberini getirince Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem çıkıp namazını kıldı, münâfıklar da: Şuna bakın, hiç görmediği bir Hıristiyan münkirin namazını kılıyor, dediler. İnne'nin ismi men'e lâm'ın dahil olması, onunla inne'nin arasına zarfın girmesindendir.

"Size indirilene îman ederler” Kur'ân'dan indirilene demektir.

"Kendilerine indirilene de” iki kitaptan, (Allah'a saygı göstererek) bu da yü'minü'nün fâ'ilinden haldır, cemi olması da mana itibarı iledir.

"Allah'ın âyetlerini az bir pahaya satmazlar” tahrif eden hahamların yaptıkları gibi.

"İşte onların ecirleri Rableri katındadır” onlara tahsis edilen mükâfat ve Allah,ü teâlâ’nın:

"İşte onlara ecirleri iki kere verilir” (Kasas: 54) âyetinde va'dedilen şey.

"Şüphesiz Allah,'ın hesabı çabuktur” çünkü amelleri ve onların karşılığını bildiği ve düşünmeye ve tedbire ihtiyacı olmadığı için. Maksat va'dedilen ecir hızlı ulaşır demektir. Çünkü hesabın hızlı olması sonucun da hızlı olmasını gerektirir.

200

Ey îman edenler, sabredin, sabır yarışı yapın, nöbet bekleyin ve Allah'tan korkun ki, felâh bulasınız.

"Ey îman edenler sabredin” taatların zorluklarına ve başınıza gelen musibetlerin şiddetine,

"sabır yarışı yapın” harbin zorluklarına sabretmekle Allah'ın düşmanlarını yenmeye çalışın yahut nefse muhalefet etmekle sabırda en azılı düşmanınızı yenmeye çalışın demektir. Mutlak olarak sabır emrinden sonra böyle tahsis edilmesi, zorluğu içindir.

"Nöbet bekleyin” gövdelerinizle ve atlarınızla sınırlarda savaş için ve taatlara devam için. Nitekim aleyhis-salâtü ves-selâm şöyle buyurmuştur:

Namazdan sonra namazı beklemek sınırda nöbet beklemektir.

Bir hadisinde de şöyle buyurmuştur:

Kim Allah yolunda bir gün ve bir gece nöbet beklerse, ramazan ayını ara vermeden oruç tutmuş ve gecesini de abdest alma dışında namazla geçirmiş gibi olur.

"Allah'tan korkun ki, felâh bulasınız” Masivadan (Allah'tan başkasından) elinizi çekmekle ondan korkun ki, felahın son sınırına erişesiniz yahut çirkin şeylerden sakının ki, sıralanan üç makama nâil olasınız. ibâdetlerin zorluklarına sabretmek, adetleri terk etmede nefsin direnmesine sabretmek ve şerîat, tarikat ve hakikat diye ifade edilen varidatları gözetlemek için sırrı Cenab-ı Hakk'a bağlamak. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Kim Al-i İmran sûresini okursa, her âyeti başına ona Sırât köprüsünde bir aman verilir. Şöyle de buyurmuştur: Kim içinde Al-i İmran'dan bahsedilen sureyi Cuma günü okursa, Allah ve melekleri ona güneş batmcaya kadar rahmet okurlar.

0 ﴿