4 / NİSA SÛRESİMedîne'de inmiştir. 176 âyettir. 1Ey insanlar, sizi bir nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, bu ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar üreten rabbinizden korkun. Onunla birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan korkun. Şüphesiz Allah, üzerinizde tam bir gözeticidir. "Ey insanlar” bütün âdemoğullarmı içine alan bir hitaptır, (sizi bir tek nefisten yaratan Rabbinizden korkun) o da Âdem'dir, (ve ondan da eşini yaratan) bu da halekaküm üzerine atıftır yani sizi bir tek şahıstan yarattı ve ondan da anneniz Havva'yı eğe kemiklerinden birinden yarattı demektir. Ya da mahzûfa atıftır, takdiri: Min nefsin vahidetin halekaha ve haleka minha zevceha demektir. Bu da bir tek nefisten yaratılmalarını tespittir. (Bu ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar üretti). Bu da ikisinden nasıl üretildiklerini açıklamaktadır, Mana da şöyledir: O nefisten ve ondan yaratılan eşten de birçok oğullar ve kızlar yarattı. Erkekleri çoklukla nitelemekle kadınları nitelemeye gerek duymadı, çünkü hikmet kadınların daha çok olmalarım gerekli kılar (doğal olarak onlar çoktur). Müzekker şeklinde kesiren demesi cemi itibarı iledir. Takva emrini bu kıssaya bağlaması, onda korkulması gereken ezici kudretin ve verenin itâat edilmesini gerekli kılan büyük nimetin daha çok görülmesindendir. Ya da bundan maksadın arkadan gelen âyetlerin gösterdiği gibi ev halkı ve hemcinsleriyle ilgili şeylerde takvaya dikkat edilmesi için hazırlık olmasındandır. Hâlikun ve bâssün şeklinde de okunmuştur ki, mübteda hazfedilmiş olur, çünkü takdiri: Ve hüve hâlikun ve bâssün demektir. (Onunla dilekte bulunduğunuz Allah'tan korkun) yani birbirinizden isterken demektir, Meselâ: Senden Allah için istiyorum, der. Aslı tetesaelune'dir, ikinci te sin'e idgam edilmiştir. Âsım, Hamze ve Kisâî te'yi atarak okumuşlardır. (Akrabalıktan) bu da câr ve mecrûrun mahalline atfen mensûbtur, Meselâ merertü bizeydin ve amren gibi. Ya da Allah lâfzına ma’tûftur ki, ittekullahe velerhame (Allah'tan korkun, sıla-i rahimden de korkun, onu koparmaym) demektir. Hamze bihi mecrûr zamirine atfen cer ile okumuştur ki, zayıftır, çünkü o, kelimenin bir parçası gibidir. Mahzûf mübtedanın haberi olarak Merfû' da okunmuştur ki, takdiri: Velerhamu Kezâlike olur yani korkulanlardan ve onunla istenenlerden biri de akrabalıktır demektir. Allahü teâlâ buna dikkat çekmiştir, çünkü erhamı kendi ismine bitiştirmiştir. Bundan maksat da onun kendi yanında önemli bir yeri olduğunu vurgulamaktır. Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm şöyle buyurmuştur: Akrabalık Arş'e asılıdır: Bilin ki, benimle temas kurana Allah da temas kurar, beni koparanı Allah da koparır, der. "Şüphesiz Allah, üzerinizde tam bir gözeticidir” muhafız ve haberdardır. 2Yetimlere mallarını verin. Temizi murdara değişmeyin. Onların mallarım kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır. (Yetimlere mallarını verin) yani buluğa erdikleri zaman demektir. Yetama yetim'in çoğuludur, o da babası ölendir. Bu da tek kalmak manasınadır, eddürretül yetime tabiri de bundan gelir ki, eşsiz inci demektir. Onlara bu durumda yetimler denilmesi ya onun da faris ve sahip gibi isim yerine kullanılmasındandır ki, yetaim üzere çoğul yapılmış, sonra da kalp edilip yetama denilmiştir ya da o yetma'nın çoğuludur, esra gibi. Çünkü bu da afetlerle ilgili lâfızlardandır. Sonra da yetma yetama şeklinde çoğul yapılmıştır, Meselâ esra ve üsara (esirler) gibi. Türev her ne kadar küçükleri ve büyükleri de içine alırsa da ancak örf onu buluğa ermemişle tahsis etmiştir. Âyette böyle gelmesi ya aslı üzere buluğa erdiği içindir ya da mecazen yakın geçmişte küçük sınıfına dahil oldukları içindir. Bu da onlardan aklı erdiklerini hissedince hemen buluğa erer ermez henüz o ismi kaybetmeden haklarını vermeye teşvik içindir. Bunun içindir ki, küçükken onların denenmeleri emredilmiştir. Ya da buluğa ermedendir ki, hüküm kayıtlıdır, sanki: Buluğa erince mallarını verin buyurmuştur. Birinciyi şu olay desteklemektedir: Gatafan kabilesinden bir adamın yanında yetim yeğenine ait çok mal vardı. Buluğa erince istedi, o da vermedi. Âyet de bunun üzerine indi. Amcası bunu duyunca: Allah'a ve Resûlüne itâat ettik, büyük günahtan Allah'a sığınırız, dedi. "Temizi murdara değişmeyin” yani kendi helâl mallarınızı onların haram mallarıyla değişmeyin demektir. Ya da iyi durumu kötü durumla değiştirmeyin demektir, bu da mallarını muhafaza etmek olan iyi durumu onları kendi malına katmaktan ibaret olan kötü durumla değiştirmektir. Şöyle de denilmiştir: Onların mallarından yükseğini alıp da onun yerine adisini vermeyin. Bu da değiştirmedir, değişme değildir. "Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin” yani birlikte harcamayın, onları eşit saymayın. Çünkü bu helâldır, o ise haramdır. Bu da bakım ücretini fazlasıyla almaktır, çünkü Allahü teâlâ: "Onu usulü dairesinde yesin” (Nisa: 6) buyurmuştur. (Şüphesiz o) zamir yemeye râcidir, "huben kebîra” büyük günahtır. Mastar olarak havben okunmuştur ki, habe havben olarak çekimi yapılır haben de okunmuştur ki, kâle kavlen ve kalen gibidir. 3Eğer yetimler (yetim kızlar) hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, sizin için helâl olan kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olmak üzere nikah edin. Eğer yine adalet yapamayacağınızdan korkarsanız bir kadın yahut sağ ellerinizin sahip olduğu cariye ile (yetinin). Bu, sapmamanıza daha yakındır. (Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız sizin için helâl olan kadınlardan nikah edin). Yani yetim kadınlarla evlendiğiniz takdirde adalet edemeyeceğinizden korkarsanız, sizin için helâl olan diğerleriyle evlenin. Çünkü adam zengin ve güzel bir yetim kız bulurdu, başkalarına kaptırmamak için onunla evlenirdi. Böylece yanında birçok kadın toplanırdı. Haklarını da yerine getiremezdi. Yahut yetimlerin haklarını eda edememekten korkar da onu günah sayarsanız, kadınlar arasında adalet edememekten de korkun ve haklarını yerine getireceğiniz kadar kadın alın. Çünkü günahtan sakınan kimse bütün günahlardan sakınmalıdır. Rivâyete göre Allahü teâlâ yetimlerin durumunu sıkı tutunca onlara velilik etmekten kaçındılar, fakat çok kadın alıp haklarını zâyi etmekte bir mahzur görmediler. Âyet bunun üzerine indi. Şöyle de denilmiştir: Yetimlere veli olmaktan sakınırlardı da zinadan sakınmazlardı, onlara: Eğer yetimler hakkında adalet edememekten korkuyorsanız, zinadan da korkun, size helâl olan kadınları nikahlayın, denildi. "Mâ” kullanılması ya sıfatlarım ön plana çıkarmaktandır ya da onları akılları eksik olduğu için akılsızlar yerine koymaktandır. Bir benzeri de: "Ev mâ meleket eymanüküm” (Nisa: 3) ayetidir. Te'nin fethi ile "lâ” da zâit olarak "taksini” da okunmuştur, yani haksızlık etmekten korkarsanız demek olur. "Mesna ve sülase ve ruba” bunlar mükerrer sayılardan maduldur, onlar da sinteyn sinteyn, selasen selasen ve erbaan erbaan demektir. Bunlar adi ve sıfattan dolayı gayri munsariftir. Çünkü bunlar aslında değilse de sıfat olarak kurulmuşlardır. Şöyle de denilmiştir: Bunlarda iki açıdan adi (kökten sapma) vardır, çünkü bunlar siyga ve tekrar bakımından maduldurlar. Tabe'nin fâ'ilinden hâl olarak mensûbturlar, manası da her evlenmek isteyene bu sayılardan müttefik veya farklı olarak istediklerini nikahlamaya izin vermektir. Meselâ: Şu para kesesini ikişer ve üçer dirhem bölüşün gibi. Eğer tek bir rakam söylersen mana dağıtma değil de bu sayıları toplamaya cevaz vermek olur. Eğer ve yerine "ev” zikredilse idi sayıdaki farklılık esnekliği gitmiş olurdu. "Eğer adalet yapamayacağınızdan korkarsanız” bu sayılar arasında (bir kadınla yetinin) bir tane seçin yahut nikahlayın, toplamaya çalışmayın. Mahzûf fiilin fâili yahut mahzûf mübtedanın haberi olmak üzere Merfû' olarak (fevahidetün) şeklinde de okunmuştur ki, takdiri: Yekfiküm vahidetün yahut elmaknau vahidetün demektir. " Yahut sağ ellerinizin sahip olduğu cariyelerle yetinin” bir hür kadınla birçok cariyeyi eşit sayması cariyelerin masraflarının az ve gece nöbeti mecburiyeti olmamasından dır. (Bu) az kadın almak yahut biri tercih etmek veyahut cariye tutmak (sapmamanıza daha yakındır) . Meyletmemenize daha yakındır demektir. Âlel mizanu deyiminden gelir ki, terazi dengesini kaybetmektir. Alel hakimü de hâkim haktan saptı demektir. Mirasta hisselerin avli de belirli paylardan sapmasıdır. Ailenin kalabalık olmasıyla da tefsir edilmiştir ki, âler recülü iyalehu yeuluhum deyiminden gelir, aileyi geçindirmektir. Ailenin kalabalığını masrafın çokluğu ile ifade etmesi kinaye yolludur. "Enla tüiylu” okunuşu da bunu destekler ki, eâler recülü bir adamın ailesi kalabalık olmaktır. Belki de aileden eşler murat edilmiştir. Eğer evlatlar murat edilirse, cariyenin hür kadına nispetle daha az doğum yapma ihtimalindendir. Çünkü onda doğum kontrolü daha serbesttir. Meselâ hür kadınlardan dört yerine bir almak gibi (o zaman çocuk daha az olur). 4Kadınlara mehirlerini yürekten isteyerek verin. Eğer ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlarlarsa, onu da afiyetle içinize sinerek yiyin. (Kadınlara mehirlerini verin) sad'ın fethi ve dal'ın sükûnu ile hafifçe sadkatihinne ve sad’ın zammı ve dal'ın sükûnu ile de okunmuştur ki, ğurfe fibi sudka'nın çoğulu olur. Tekil olarak da ikisinin zammı ile de okunmuştur. Bu da sudka'nın sakil şeklidir, Meselâ zulmet ve zulumet gibi. "Nihleten” yürekten isteyerek vermektir. Nahalehu keza nihleten ve nuhlen denir ki, karşılık istemeden gönül rızâsı ile vermektir. Kim de onu farz olarak veya benzer şekilde tefsir ederse, lafza değil de Âyetin manasına bakmış olur. Mastar olarak mensûbtur, çünkü o da iytâ (vermek) manasınadır ya da cemi vâv'mdan veyahut sadukat'tan hâl’dir yani onlara mehirlerini rahatlıkla verin demektir. Şöyle de denilmiştir: Allah'tan bir bağış ve lütuf olarak verin. O zaman sadukat'tan hâl olur. Nihleten diyaneten manasınadır da denilmiştir, intahale fülanün keza denir ki, bir dini seçmektir. O zaman ya mef’ûlünleh olur ya da sadukat'tan hâl olur yani Allah'ın dini ve şerîatı olarak verin demektir. Hitap da kocalaradır. Velileredir de denilmiştir. Çünkü onlar velisi oldukları kadınların mehirlerini kendileri alırlardı. "Eğer ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlarlarsa” buradaki minhü zamiri manaya bakarak sadak'a gider ya da ism-i işâret yerine konulmuş olur, Meselâ şâir Rube'nin şu sözü gibi: Sanki o çizgiler deride benekler gibi parlamaktadır. Çünkü şaire bunu sordular, o da: Ben ona işâret eder gibi söyledim, dedi. Zamirin iyta'ya râci olduğu da söylenmiştir. Nefsen ise temyiz olarak cinsi beyan etmek içindir. Bunun içindir ki, tekil olmuştur. Mana da şöyledir: Eğer size mehirden bir şeyleri gönül hoşluğu ile verirlerse. Burada gönül hoşluğunun esas kabul edilmesi mübalağa içindir. An edatıyla geçişli kılınması da onda geri çekilmek ve vazgeçmek manası olduğundandır. Minhü demesi de kadınları daha az bağışlamaya yönlendirmek içindir. "Onu afiyetle içinize sinerek yiyin” onu alın ve rahatlıkla harcayın demektir. Heni' ve meri' iki sıfattır henüet taamu ve merue'den gelir ki, yemek boğazdan rahatlıkla geçmektir. Mastarlarının yerine geçirilmişlerdir yahut onlarla mastar nitelenmiştir veyahut zamirden hâl kılınmışlardır. Şöyle de denilmiştir: Henî' insanın lezzetli bulduğu yiyecektir, merî' de vücuda yarayan yemektir. Rivâyete göre bazı kimseler eşlerine verdikleri şeylerden bir kısmını geri almaktan çekinirlerdi. Âyet bunun üzerine indi. 5Allah'ın, ayakta durmanıza vesile kıldığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Bunlardan onlara yedirin, onları giydirin ve onlara güzel söz söyleyin. "Mallarınızı beyinsizlere vermeyin” velileri rüştüne ermeyene zâyi eder diye malı vermekten men ediyor: Malı velilere nispet etmesi, onların tasarrufunda ve yetkileri altında olmasındandır. Bu, geçen ve gelecek âyetlere uygundur. Şöyle de denilmiştir: Bu Allah'ın verdiği malı karışma ve evladına verip de sonra da ellerine bakmamak için konulan bir yasaktır. Onlara beyinsiz demesi akıllarını hafife aldığı ve onları kendilerine hâkim kılmayı beğenmediği içindir ve "Allah'ın, ayakta durmanıza vesile kıldığı” ifadesine de gayet uygundur yani sizi ayakta tutan ve geçiminizi temin eden mallan demektir. Birinciye göre şöyle yorumlanır ki, bunlar Allah'ın, sahiplerini ayakta tutmaya vesile kıldığı mallar cümlesindendir. Ayakta tutmaya sebep olana ayakta tutan denilmesi mübalağa içindir. Bu kelime kıyemen şeklinde de okunmuştur ki, kıyamen manasınadır, ivez'in iyaz manasına olduğu gibi. "Kıvamen” de okunmuştur, o da ayakta tutan demektir. "Bunlardan onlara yedirin ve giydirin” rızıklarını ve giyimlerini bunlardan temin edin yani ticaret yapın ve gelirinden de ihtiyaçlarınızı görün demektir. "Onlara güzel söz söyleyin". Gönüllerini hoş edecek ümit verici vaatlarda bulunun. Burada geçen maruf şerîatın tanıdığı yahut aklın güzel gördüğü şeydir. Münker de bu ikiden birinin çirkin olduğu için beğenmediği şeydir. 6Yetimleri deneyin. Nikah çağına yetiştikleri zaman; eğer onlardan rüştüne erdiklerini sezerseniz, mallarını onlara verin. Onları israf ederek ve büyürler de (elimizden alırlar) diye tez elden yemeyin. Kim zengin ise yemekten çekinsin. Kim de fakir ise örfe göre yesin. Onlara mallarını verdiğiniz zaman onlara şâhit tutun. Hesap görücü olarak Allah yeter. "Yetimleri deneyin” onları buluğa ermeden önce sınayın; dinleri, malı koruma ve iyi idare etme konusunda sınayın demektir. Bu da alışverişle ilgili ufak tefek şeylerde onlara yetki vermekle olur. Ebû Hanîfe'ye göre ona tasarruf edeceği bir miktar mal verilir. "Nikah çağına yetiştikleri zaman” buluğ anına vardıkları zaman Meselâ düş azmak ve bize göre on beş yaşını tamamlamak gibi. Çünkü aleyhisselâm Efendimiz: Çocuk on beş yaşını doldurduğu zaman sorumlu olur ve ona had uygulanır, buyurmuştur. Ebû Hanîfe'ye göre de on sekiz yaşıdır. Nikah çağına yetişmesi buluğa ermekten kinayedir, o sırada evlenmeye uygun hâle gelir. "Eğer onlardan rüştüne erdiklerini sezerseniz” eğer olgunlaştıklarını görürseniz demektir. Anestüm, ehastüm şeklinde de okunmuştur ki, ahsestüm manasınadır. "Mallarını onlara verin” buluğa erdikten sonra geciktirmeden. Âyetin nazmında şart edâtı olan "in” "izâ"nın cevabıdır, çünkü onda şart manası vardır. Cümle de denemenin sonunu göstermektir. Sanki şöyle buyurmuştur: Yetimleri buluğ anlarına ve mallarının kendilerine teslimi hak etme çağlarına kadar deneyin; onlardan rüştüne erdiklerini sezme şartı ile. Bu da rüştlerini ispat etmedikçe onlara verilmeyeceğine delildir. Ebû Hanîfe şöyle buyurmuştur: Buluğdan sonra yedi yıl daha geçerse malları onlara verüir buyurmuştur. Çünkü o, kişide değişimin olduğu çağlardır. Çocuk ondan sonra iyiyi kötüyü ayırır, ibâdetle emredilir, rüştünü ispatlamasa da malı ona teslim edilir. "Onları israf ederek ve büyürler de ellerinizden alırlar diye tez elden yemeyin". İsraf ederek ve büyümelerini göz önünde tutarak demektir yahut israfınızdan ve büyümelerini göz önüne almanızdan dolayı demektir. "Kim zengin ise çekinsin” o mallan yemekten "kim de fakir ise örfe göre yesin” ihtiyacı ve ücreti kadar. Burada geçen iffet lâfzı ve örfe göre yemek velinin çocuğun malında hakkı olduğunu akla getirir. Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Kucağımda bir yetim var, onun malından yiyebilir miyim, diyen birine: Örfe göre, malsmmadan (sahiplenmeden) ve onun malını harcayarak kendi malını korumak niyetinde olmadan, buyurmuştur. "Onları yemeyin” dedikten sonra böyle taksim etmesi,lileri yetimlerin mallarını alıp kendi nefislerine harcamaktan men etmek içindir. "Onlara mallarını verdiğiniz zaman onlara şâhit tutun” mallan ellerine aldıkları zaman demektir. Çünkü töhmeti kaldırır, husumeti önler ve tazmini vâcip kılar. İfadenin zahiri şunu göstermektedir ki, kayyim delil getirmedikçe iddiası kabul olunmaz. Bize göre tercih edilen budur, Maliki mezhebi de böyledir. Ebû Hanîfe ise buna muhalefet eder. "Hesap görücü olarak Allah yeter” hasiben muhasiben demektir. Öyle ise size emrettiği şeye muhalefet etmeyin ve size çizdiği sınırı aşmayın. 7Erkekler için ana babanın ve akrabaların bıraktıklarından bir hisse vardır. Kadınlar için de ana babanın ve akrabaların bıraktıklarından az olsun çok olsun farz kılınmış bir hisse vardır. "Erkekler için ana babanın ve akrabaların bıraktıklarından bir hisse vardır. Kadınlar için de ana babanın ve akrabaların bıraktıklarından bir hisse vardır". Akrabalıkla birbirlerine mirasçı olacaklarını murat ediyor. (Az olsun çok olsun) bu da harfi çerin iadesiyle mimma tereke'den hâl’dir. (Farz kılınmış bir hisse vardır) bu da te'kit edici mastar olarak mensûbtur, tıpkı "feridaten minallah” (Nisa: 11, Tevbe: 60) kavli gibi. Ya da hâl’dir, mana sebete lehüm mefrudan nasübün demektir ya da ihtisas üzere mensûbtur, a'ni nasiben maktuan vaciben lehüm demektir. Bunda şuna delil vardır ki, mirasçı hissesinden vazgeçse hakkı düşmez. Rivâyete göre Evs bin Samit el - Ensârî vefat etti, geriye zevcesi Ümmü Kuhha ile üç kızım bıraktı. Amca oğulları Süveyd ile Urfuta yahut Katade ile Urfuce cahiliye geleneğine göre mirasına el koydular; çünkü onlar kadınlara ve çocuklara miras vermez ve: Mirası ancak savaşan ve aileyi koruyan alır, derlerdi. Ümmü Kuhha, Fudayh mescidinde Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e geldi, durumu ona şikayet etti. O da: Dön, bakayım Allah ne gösterecek, dedi. Âyet bunun üzerine indi. O ikisine, Evs'in malından bir şey ayırmayın, Allah kadınlara hisse verdi, dedi. Âyet açıklaymcaya kadar kendisi açıklamadı. Bunun üzerine "yusuikümullah” (Nisa: 11) âyeti indi. Ümmü Kuhha'ya sekizde bir, kızlara üçte iki, kalanını da iki amcaoğluna verdi. Bu da açıklamanın hitap vaktinden sonraya kalmasının câiz olduğunu gösterir. 8Miras taksiminde hısımlar, yetimler ve yoksullar hazır bulundukları zaman onları da rızıklandırın. Onlara güzel söz söyleyin. "Miras taksiminde hısımlar hazır bulunursa” mirasçı olmayanlardan "yetimler ve yoksullar hazır (bulunurlarsa) onları da rızıklandırın". Gönüllerini almak ve onlara sadaka olmak için taksim edilen maldan bir şeyler verin. Bu da buluğa ermiş mirasçılar için mendup bir emirdir. Vâcip olduğu da söylenmiştir. Sonra neshinde ihtilâf edilmiştir. Minhü'deki zamir terekeye yahut taksimin delâlet ettiği şeye gitmektedir. "Onlara güzel bir söz söyleyin” bu da onlara dua etmek ve verdiklerini az görmektir, başlarına kakmamaktır. 9Arkalarında onlara karşı korktukları küçük ve zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde (hâlleri nice olur diye) korkacak olanlar korksunlar. Allah'tan sakınsınlar ve doğru söz söylesinler. (Arkalarında onlara karşı korktukları küçük ve zayıf çocuk bırakanlar korksunlar) bu da velilere yetimler konusunda Allahü teâlâ'dan korkmaları için emirdir,fatlarından sonra zayıf zürriyetlerine yapılmasını istedikleri şeyi onlara yapsınlar. Ya da hastanın yanında vasiyete şâhit olanlara Rablerinden korkmaları için emirdir. Ya da hastanın evlatları için korkup onlara kendi çocukları gibi şefkat göstermeleri ve malları onlardan uzaklaştırarak onlara zarar vermemeleri için emirdir. Yahut mirasçılara taksimde hazır bulunan akraba, yetim ve yoksullara şefkat göstermeleri ve kendi evlatları bu şekilde arkada kalsalardı ne yapacaklarını gözlerinin önüne getirmeleri için emirdir. Ya da vasiyet edenlere mirasçılara iyi bakmalarını ve vasiyette israf etmemelerini tavsiye eden emirdir. "Lev” etrafı ile beraber "Ellezîne"ye sıla kılınmıştır, Mana da şöyledir: Hâl ve durumları böyle olanlar korksunlar ki, onlar geride zayıf ve ziyamdan korktukları zürriyetler bıraksalar ne yaparlardı! Emrin buna bağlanması maksadın bu ve illetin de bu olduğuna işâret etmek içindir. Aynı zamanda başkalarının çocuklarına da merhamet edip onları kendi evlatları gibi saymalarına işâret vardır. Ayrıca kendi evladına yapılmasını istemediği şeyi bunlar için isteyene de tehdit vardır. "Allah'tan korksunlar ve doğru söz söylesinler". Onlara korkmalarını emrettikten sonra korkunun son kertesi olan takvayı da emretmesi başa ve sona riayet etmek içindir. Zira ikincisi olmadan birincisi fayda vermez. Sonra onlara kendi evlatlarına nasıl şefkat gösterip güzel edeple diyecekleri şeyi yetimlere de demelerini emretti. Ya da hastaya onu vasiyette israftan ve mirasçıları zâyi etmekten çevirecek söz söylemesini emretti. Ona tevbeyi ve kelime-i şehâdeti hatırlattı. Ya da taksim sırasında hazır bulunanlara kibarca özür dilemeyi ve iyi bir vaatta bulunmayı emretti ya da vasiyette üçte bir miktarını geçmeyecek ve mirasçıları rahatsız etmeyecek şekilde konuşmalarını emretti. 10Şüphesiz yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak karınlarında bir ateş yerler (tıkarlar). Onlar çılgın ateşe gireceklerdir. "Şüphesiz yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler” zâlim olarak ve haksızca yiyenler "ancak karınlarına tıkarlar” karınlarının doluşunca demektir. "Bir ateş” ateşe sürükleyecek ve ona götürecek şey demektir. Ebû Bürde radıyallahü anh'ten rivâyete göre sallallahü aleyhi ve sellem: Allah kabirlerinden öyle kimseler kaldırır ki, ağızlarından ateş saçılır, dedi. Bunlar kimlerdir, dediler? O da: Allahü teâlâ’nın "şüphesiz yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler karınlarına bir ateş tıkarlar” dediğini görmediniz mi, dedi? "Onlar çılgın ateşe gireceklerdir” Bir ateşe hem de nasıl bir ateşe gireceklerdir! İbn Âmir, İbn Ayyaş da Âsım'dan naklen ye'nin zammı ile şeddesiz olarak okumuşlardır. Şedde ile de okunmuştur, saliyen nara denilir ki, ateşin sıcağını hissetmektir. Salıytuhu da kebap etmektir. Asleytuhu ve salieytuhu da ateşe atmaktır. Saîr faîl vezninde mef'ûl manasınadır. Saartün nara da ateşi harlandırmaktır. 11Allah size çocuklarınız hakkında tavsiye ediyor: Bir erkek için iki dişi hissesi vardır. Eğer mirasçılar ikiden fazla kadın olurlarsa, murisin bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer bir dişi olursa, yarısı onundur. Ebeveyninden her birisi için altıda bir vardır; eğer murisin çocuğu varsa. Eğer çocuğu yoksa ve ona ebeveyni mirasçı oluyorsa, anası için üçte bir vardır. Eğer ölenin kardeşleri varsa, anası için altıda bir vardır. Bu da ettiği vasiyetten veya borçtan sonradır. Babalarınızın ve oğullarınızın sizin için hangisinin daha yararlı olacağım bilemezsiniz. Bu Allah'tan bir farz olarak (tespit edilmiştir) . Şüphesiz Allah, hakkıyla bilici ve hikmet sâhibidir. "Allah size tavsiye ediyor” emrediyor ve görev veriyor "çocuklarınız hakkında” onların mirasları hakkında demektir. Bu da özettir, açıklaması da şöyledir; "Bir erkek için iki dişi hissesi vardır” yani her erkek iki dişiye karşılık sayılmıştır, bu da iki sınıf birleştiği zaman hissesi katlanır demektir. Erkeğin hissesinin belirtilmesi, maksat onun üstünlüğünün anlatılması olmasındandır ve hissesinin katlanması da onun üstünlüğü için kafidir. Kadınlar da tamamen mahrum edilmedikleri için bu açıdan ortak olurlar. Mana da lizzekeri minhüm demektir, bilindiği için minhüm kaydı atılmıştır. (Eğer mirasçılar kadınlar olurlarsa) yani çocuklar sırf kadın olur da beraberlerinde erkek olmazsa demektir Zamirin müennes olması haberin müennes (nisa) olmasındandır ya da evladın mevludat manasına gelmesindendir. (İki kadının üstünde) bu da ikinci haberdir ya da nisa'nın sıfatıdır yani ikiden fazla kadınlar olursa demektir. "Murisin bıraktığının üçte ikisi onlarındır” sizden ölenin bıraktığının demektir, bu da manadan anlaşılmaktadır. (Eğer bir dişi olursa yarısı onundur) yani çocuk bir kız olursa demektir. Nâfi' kâne tamme olarak vahidetün şeklinde Merfû' okumuştur. İki dişide ihtilâf edilmiştir; İbn Abbâs radıyallahü anhuma: Onların hükmü de tek dişinin hükmü gibidir buyurmuştur. Çünkü Allahü teâlâ ondan yukarısına üçte ikisini vermiştir. Diğerleri de: Onların hükmü de yukarısının hükmü gibidir, demişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ bir erkek için yanında dişi olduğu takdirde iki dişi hissesi olduğunu bildirmiştir ki, o da üçte ikidir. Bu da onların farz hisselerinin üçte iki olmasını gerekli kılar. Sonra bu durum sayı arttıkça hissenin de artacağını akla getirdiği için bunu, eğer iki kadının üzerinde olursa, diyerek reddetti. Bunu da şu destekler ki, tek kız çocuğu erkek kardeşiyle birlikte üçte biri hak ederse, kendi gibi bir kız kardeşiyle haydi haydi hak eder. Bir de iki kız çocuğu iki kız kardeşten akraba olarak daha yakındırlar. Onlara da "onlar için terekenin üçte ikisi vardır” kavli ile üçte iki hisse verilmiştir. "Ve liebeveyhi” ölünün ebeveyni için demektir (onlardan birisi için vardır) âmil tekrar edilerek ebeveynden bedeldir. Bunun faydası da her birinin altıda biri hak ettiğini açıklamak ve te'kit için de icmalden sonra tafsil etmektir. "Altıda bir vardır, eğer onun varsa” yani ölünün demektir, "çocuğu” erkek olsun kız olsun. Ancak şu var ki, baba dişi ile beraber altıda biri farz olarak, kalanı da farz sahipleriyle beraber asabe olarak alır. "Eğer çocuğu yoksa ve ona ebeveyni mirasçı oluyorsa” yalnız onlar mirasçı oluyorsa "Anası için üçte biri vardır” terekenin. Babanın hissesini zikretmemesi şundandır; çünkü mirasçıların yalnız ebeveyn olduğu farz edilip de ananın hissesi de belirtilince kalanın babaya ait olduğu anlaşılmıştır. Sanki: Kalan da üçte birler şeklinde o ikisinindir demiş gibidir. Buna göre nerede o ikisinin yanında eşlerden biri olursa, farzdan kalanın üçte biri onun olur. Nitekim cumhur da böyle buyurmuştur, malın üçte birisi değil, nitekim İbn Abbâs da öyle buyurmuştur. Zira bu, hissesinin durum ve akrabalık bakımından kendine eşit olan erkekten daha fazla olmasına götürür. Bu da şerîat koyucusunun demek istemediği bir şeydir. "Eğer ölenin kardeşleri varsa, anası için altıda bir vardır". Bu genel ifade erkek kardeşlerin onu üçte birden altıda bire düşüreceklerini gösterir. Baba ile beraber miras alamasalar da böyledir. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan: Onlar anneden önledikleri altıda biri de alırlar dediği rivâyet edilmiştir. Cumhur ise üçte bire itibar etmeden sayıya itibar etmişlerdir; erkek veya kız kardeşlerden olmasına itibar etmemişlerdir. İbn Abbâs radıyallahü anhuma da Âyetin zahirini dikkate alarak üçten aşağısı da kız kardeşler de ananın hissesini düşürmez buyurmuştur. Hamze ile Kisâî ümmün hemzesini kendinden önceki kesreye tâbi kılarak felümmihi okumuşlardır. (Bu da ettiği vasiyetten veyahut borçtan sonradır). Bu da geçen bütün miras taksimine râcidir. Yani bu hisseler mirasçılara vasiyetten veya borçtan sonra ödenir demektir. Vâv değil de seçimi ifade eden "ev"i getirmesi, bu ikisinin vücupta eşit olup birlikte ve ayrı olarak taksimden önce olduklarını göstermek içindir. Vasiyetin de hükümde daha sonra olduğu hâlde öne alınması onun mirasa benzediği hâlde mirasçılara zor gelmesinden ve hepsinin ona davet edilmesinden, borcun ise nadir olmasındandır. İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ebû Bekir sad'ın fethi ile (yusa biha) okumuşlardır. "Babalarınızın ve oğullarınızın sizin için hangisinin daha yararlı olacağını bilemezsiniz". Yani usul ve furularınızdan size mirasçı olanlardan dünyanızda ve âhirette size kimin daha yararlı olacağını bilemezsiniz. Binâenaleyh Allah'ın size tavsiye ettiğini arayın, bazılarını üstün kılıp bazılarım mahrum etmeye kalkışmayın. Rivâyete göre ebeveynden birinin cennetteki derecesi daha yüksek olursa, ötekisinin de ona yükseltilmesini ister, o da onun şefaatiyle yükselir. Ya da miras bırakanlardan veyahut onlardan vasiyet edip de vasiyetini yerine getirmekle sizi sevaba nâil edenden yahut vasiyet etmeyip de size daha çok mal bırakandan kimin sizin için daha yararlı olacağını bilemezsiniz. Bu da itiraz cümlesidir, taksim durumunu veya vasiyetin infazını te'kit etmektedir. (Bu Allah'tan bir farz olarak tespit edilmiştir) te'kit eden mastardır ya da yusiküm'ü te'kit eden mastardır, çünkü ye'mürüküm ve yefridu aleyküm manasındadır. "Şüphesiz Allah, hakkıyla bilicidir” çıkarları ve rütbeleri, "hikmet sâhibidir” kaza ve kaderinde. 12Zevcelerinizin terk ettiğinin yarısı sizindir; eğer onların çocuğu yoksa. Eğer onların çocuğu olursa, onların bıraktıklarının dörtte biri sizindir; ettikleri vasiyetten yahut borçtan sonra. Sizin bıraktıklarınızın da dörtte biri onlarındır; eğer sizin çocuğunuz yoksa. Eğer çocuğunuz varsa, bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Bu da ettiğiniz vasiyetten veyahut borçtan sonra. Eğer bir adama kelale olarak mirasçı olunursa yahut bir kadın olur da onun erkek veya kız kardeşi olursa, bunlardan her biri için altıda bir vardır. Eğer bundan çok olurlarsa, onlar üçte birde ortaktırlar; bu da edilen vasiyetten veyahut borçtan sonradır. Kimseye zarar vermeden. Bu Allah'tan bir vasiyet olarak böyledir. Allah hakkıyla bilendir, çok halîmdir. "Zevcelerinizin terk ettiğinin yarısı sizindir; eğer onların çocuğu yoksa. Eğer onların çocuğu olursa, onların bıraktıklarının dörtte biri sizindir” yani kendi batnmdan yahut oğullarının sulbünden yahut oğullarının oğullarının sulbünden demektir, ne kadar giderse gitsin, ister erkek veyahut ister dişi olsun, ister sizden ister sizden başkasından olsun. "Ettikleri vasiyetten yahut borçtan sonra. Sizin bıraktıklarınızın da dörtte biri onlarındır, eğer sizin çocuğunuz yoksa. Eğer çocuğunuz varsa, bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Bu da ettiğiniz vasiyetten veyahut borçtan sonra". Bir adama evlilik dolayısıyla kadınınkinin iki katı farz kılınmıştır, tıpkı nesepte olduğu gibi. Her erkek ve kadın cihet ve yakınlıkta eşit olurlarsa her yerde kıyas böyledir. Bundan ancak ümmü veledler, azat eden erkek ve azat eden kadın müstesnadır. Bunda dörtte birde ve sekizde birde tek ile çok eşittir. (Eğer bir adama) yani ölüye (varis olunursa) vürise'den gelir ki, adamın sıfatıdır "kelaleten” bu da "kâne"nin haberidir yahut yuresu onun haberidir. Kelale ondaki zamirden hâl’dir. O da geriye ne evlât ne de baba bırakmayandır. Ya da kelaleten mef’ûlünlehtir. Bundan maksat akrabalığın baba ve evlât tarafından olmamasıdır. Ya da adamın kelale olması da câizdir, yuresu de evrese'den gelir, kelale de ne babası ne de çocuğu olmayan kimsedir. Malum kalıbı ile "yurisü” errecül de ölü olarak okunmuştur. Kelalenin de üç manaya ihtimali vardır: Birinciye göre haberdir yahut hâl’dir. İkinciye göre mef’ûlünlehtir. Üçüncüye göre de mef’ûlün bihtir. O (kelale) aslında mastardır, kelal (yorgunluk) manasınadır. Şâir A'şa şöyle demiştir: Deveme yorgunluğundan ve tırnağının zedelenmesinden acımayacağıma Yemin ettim, ta Muhammed'e varıncaya kadar. Bu kelime doğumdan gelmeyen akrabalık için istiare yolu ile kullanılmıştır. Çünkü ona eklenmekle yorgunluk vermiştir. Sonra da murise ve varise zi kelale manasında sıfat olmuştur. Fülanın min karabeti (min ehli karabeti) sözü gibidir. "Evimreetün” bu da recül'e ma’tûftur, (onun vardır) yani adamın vardır, erkeği söylemekle kadına gerek kalmamıştır, çünkü atıf onların ortak olduklarını göstermektedir. "Bir erkek kardeşi yahut bir kız kardeşi” yani anadan demektir. Übey ile Sa'd bin Malikin "velehu ehun ev uhtün minel ümmi” okuyuşları da bunu gösterir. Şu da gösterir ki, Sûrenin sonunda iki kız kardeş için iki üçte bir, erkek kardeşler için de hepsi olduğunu zikretmiştir. Bu da ananın çocuklarına lâyık olmayan bir durumdur. Burada takdir edilenin de annenin hissesi olduğunu gösterir. Binâenaleyh onun çocuklarına ait olması münasiptir. "Bunlardan her biri için altıda bir vardır. Eğer bundan çok olurlarsa, onlar üçte birde ortaktırlar". Bu taksimde erkekle dişiyi eşit etmiştir, çünkü sunuş sırf dişilik sebebiyledir. Âyetin mefhumu bunların anne ve nine ile mirasçı olmayacaklarını gösterir, nitekim kız ve kızın kızı ile de mirasçı olmazlar. Bu da icma ile tahsis edilmiştir. "Bu da edilen vasiyetten veyahut borçtan sonradır. Kimseye zarar vermeden” yani mirasçılarına üçte birden fazla ile zarar vermeden yahut akrabalıkla değil de vasiyetle ve olmayan borcu ikrar etmekle. Bu da bu kırâata göre yusi'nin fâ'ilinden; İbn Kesîr, İbn Âmir ve İbn Ayyaş'ın da Âsım kıraaatmda meçhul kalıbı ile okunan "yusa"nın delâlet ettiği şeyden hâl’dir. (Bu Allah'tan bir vasiyet olarak böyledir). Bu da ya te'kit eden mastardır ya da gayra mudarrin'den mef’ûlün bih olarak mensûbtur. İzafetle "gayra mudarri vasiyetin” okunması da bunu destekler. Yani Allah'tan bir vasiyet olarak zarar verilmemelidir ki, o da üçte bir ve daha azıdır ki, üzerine çıkarak zarar verilmemelidir. Ya da vasiyette ileri giderek ve yalandan borç ikrar ederek evlatlara zarar vermemelidir. "Allah hakkıyla bilendir” zararı ve başkasını "çok halîmdir” ceza vermede acele etmez. 13İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Resûlüne itâat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere girdirir. Orada ebedî kalırlar. Bu da en büyük kurtuluştur. "İşte bunlar” yetimler, vasiyetler ve miraslar hakkında geçen şeylere işarettir "Allah'ın sınırlandır". Allah'ın şerîatlarıdır, geçilmesi câiz olmayan belli sınırlar gibidir. "Kim Allah'a ve Resûlüne itâat ederse, Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere girdirir. Orada ebedî kalırlar. Bu da en büyük kurtuluştur." 14Kim de Allah'a ve Resûlüne isyan eder ve onun sınırlarını çiğnerse, onu içinde sürekli kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azâp vardır. "Kim de Allah'a ve Resûlüne isyan eder ve onun sınırlarını çiğnerse, onu içinde sürekli kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azâp vardır". Yüdhilhü zamirinin tekil kılınması ve hâlidine'nin çoğul kılınması lâfız ve mana itibariyledir. İbn Âmir ile Nâfi' nûn ile "nüdhilhü” okumuşlardır. "Hâlidine” de mukadder (gelecekte) hâl’dir, tıpkı merertü birecülin maahu sakrun saiden bihi ğaden (bir adama rastladın, yanında bir şahin vardı, onunla yarın av avlayacaktı) kavlinde olduğu gibi. Hailden de aynen öyledir. İkisi de cennetlerin ve ateşin sıfatı değildir, yoksa zamirin açıkça zikredilmesi gerekirdi. Zira onlar o ikisinin gerçek sıfatları değildir. 15Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara içinizden dört şâhit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, onları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun. (Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara) etel fahişete ve caeha ve ğaşiyeha ve zehikaha denir ki, hepsi yapmak manasınadır. Fahişe zinadır, çünkü çok çirkin ve şeni'dir. "İçinizden dört şâhit getirin” onlara iftira atanlardan şahitlik edecek dört erkek getirmesini isteyin. "Eğer şahitlik ederlerse, onları evlerde tutun” evlerde hapsedin, evleri onlara zindan edin. "Onları ölüm alıp götürünceye kadar” ölüm ruhlarını çıkarmcaya ya da ölüm melekleri onları öldürünceye kadar. Şöyle denilmiştir: Cezaları İslâm'ın başında böyle idi, sonra had ile neshedildi. Bundan o ikisinin celde (dayak) cezasından sonra evlerde tutulmaları murat edilmiş olabilir; o zaman kadınlar evden çıkmak ve erkeklere görünmek sebebiyle aynı akıbete duçar olmaktan kurtulmuş olurlar. Had cezasından bahsetmemesi "zina eden kadın ve zina eden erkek...” (Nûr: 2) âyetinde zikredilmesindendir. " Yahut Allah onlara bir yol gösterinceye kadar” Meselâ hapisten kurtaran had veya zinadan önleyen evlenme gibi. 16İçinizden fuhuş yapanlara eziyet edin. Eğer tevbe eder ve hâllerini ıslah ederlerse, onlardan vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir. (İçinizden fuhuş yapanlara) yani zina eden erkeğe ve zina eden kadına demektir. İbn Kesîr nûn'u şeddeleyerek ve elifin meddini de temkin ederek (vellezanni) okumuştur, diğerleri ise temkinsiz ve şeddesiz okumuşlardır. "Onlara eziyet edin” azarlayarak ve paylayarak. Şöyle de denilmiştir: Sürgüne göndererek ve dayak atarak. "Eğer tevbe eder ve hâllerini ıslah ederlerse, onlardan vazgeçin” eziyeti durdurun yahut göz yumarak ve kapatarak yüzünüzü çevirin. "Çünkü Allah tevbeleri çok kabul eden, çok merhamet edendir". Bu da yüz çevirme emrinin yahut kınamayı terk etmenin gerekçesidir. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet, geçen âyetten önce inmiştir, zina edenlerin cezası eziyet idi, sonra hapis oldu, sonra da celde oldu. Şöyle de denilmiştir: Birincisi kadınların kendi aralarındaki kötü hareketleri hakkındadır, bu da livata yapanlar hakkındadır. Zina eden kadın ve zina eden erkek de zina edenler hakkındadır. 17Allah katında tevbe ancak bilmeden kötülük edip sonra da çarçabuk tevbe edenler içindir. İşte Allah onların tevbelerini kabul eder. Allah çok iyi bilen ve hikmet sâhibidir. "Tevbe ancak Allah'ın üzerinedir” yani tevbenin kabulü tevbe eden tevbe ettiği takdirde kabul edeceğine dâir va'di gereği Allah'ın üzerine vâcip kılınmış gibidir. "Bilmeden kötülük edenler içindir” onu beyinsizce yapanlar içindir. Çünkü günahı irtikâp etmek beyinsizlik ve cahilliktir. Bunun içindir ki: Allah'a isyan eden cahildir, cahilliğinden dönünceye kadar öyledir, denilmiştir. "Sonra da çarçabuk tevbe edenler içindir” yakın zamanda yani ölüm gelmeden önce demektir. Çünkü Allahü teâlâ: "Nihayet birine ölüm geldiği zaman” (Nisa: 19) buyurmuştur. Efendimiz de: Şüphesiz Allah, kulunun tevbesini kabul eder, can boğaza gelmeden önce, buyurmuştur. Ona, yakın demesi hayat süresinin kısa olmasındandır, çünkü Allahü teâlâ: "De ki: Dünya zevki azdır” (Nisa: 77) buyurmuştur. Ya da kalplerine onun sevgisi sızıp da karakter hâline gelmeden ve dönmesi zorlaşmadan demektir. "Min karibin"deki min edâtı cüz ve dilim göstermek içindir, yani yakın bir zaman diliminde demektir ki, o da onlara ölüm baskısı gelmeden ya da kötülük onlara süslü hâle gelmeden önce demektir, "İşte Allah onların tevbelerini kabul eder” daha önce "tevbe ancak Allah'ın üzerinedir” (Nisa: 17) ayetiyle kendi üzerine yazdığı ve va'dettiği sözü yerine getireceğine dâir yeni bir vaattir. "Allah çok iyi bilendir” onların tevbedeki ihdaslarını bilir "hikmet sâhibidir” hikmet sâhibi de tevbe edeni cezalandırmaz. 18Yoksa tevbe; ne kötülükleri yapıp da onlardan birine ölüm geldiği zaman: "Şüphesiz ben şimdi tevbe ettim” diyenler ne de kâfir olarak ölenler içindir. İşte biz onlar için pek acıklı bir azâp hazırladık. "Yoksa tevbe; ne kötülükleri yapıp da onlardan birine ölüm geldiği zaman: "Şüphesiz ben şimdi tevbe ettim” diyenler ne de kâfir olarak ölenler içindir” tevbeyi ölüm gelinceye kadar tehir edenle küfür üzerine öleni tevbe etmemede bir tutmuştur; bu da o hâlde ona önem verilmeyeceğini mübalağa ile bildirmek içindir. Sanki: Bunların tevbesi ile onların tevbe etmemeleri birdir demiş gibidir. Şöyle de denilmiştir: Kötülüğü yapanlardan murat edilen âsi mü'minlerdir; kötülükleri yapanlardan da murat edilenler de münâfıklardır. Çünkü küfürleri ile kötü amelleri katlanmıştır. Ölenlerden murat edilenler de kâfirlerdir. (İşte biz onlar için pek acıklı bir azâp hazırladık) bu da tevbelerinin kabul edilmemesini tekittir, onlar için hazırladığı azabın da onu aciz bırakamayacağını, istediği zaman azâp edeceğini beyandır. İtidat hazırlamaktır, atad'dan gelir ki, o da hazırlıktır. Aslının a'dedna olduğu ve birinci dalın te'ye çevrildiği de söylenmiştir. 19Ey îman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir. Apaçık kötü bir hareket yapmadıkça, onlara verdiğiniz mehrin bir kısmını ele geçirmek için onlara engel olmayın. Onlarla iyi geçinin, Eğer onlardan hoşlanmazsanız, olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah ona birçok hayır koymuş olabilir. "Ey îman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir” bir adam öldüğü zaman onun da birinci sınıf bir mirasçısı olursa elbisesini karısının üzerine atar ve: Onu almaya en haklı benim, derdi. Sonra da isterse onunla ilk mehri ile evlenir, isterse onu başkasıyla evlendirir ve mehrini alırdı. İsterse de kocasından miras kalan şeyi fidye olarak vermesi için onu evlenmekten engellerdi. İşte bunlardan men edildiler. Şöyle denilmiştir: onları miras olarak alıp istemedikleri hâlde yahut zorla evlenmeniz helâl değildir. Hamze ile Kisâî bütün geçtiği yerlerde zamme ile kürhen okumuşlardır, ikisi de lügattir. Zamme ile zorluk, feth ile zorlama olduğu da söylenmiştir. (Onlara verdiğiniz mehrin bir kısmını ele geçirmek için onlara engel olmayın) bu da en terisu'ya atıftır, "lâ” da nefyi te'kit içindir yani onları evlenmekten men etmeyin, demektir. Adl'in aslı sıkıştırmaktır, adaletid decacetü denir ki, tavuğun yumurtası sıkışıp karnında kalmaktır. Hitabın kocalara olduğu söylenmiştir; onlar hiç ihtiyaçları ve istekleri olmadığı hâlde miraslarına konmak ve mal karşılığında boşamak için kadınları hapsederlerdi. Şöyle de denilmiştir. "Kürhen” lâfzında söz bitmiştir, sonra erkek eşlere hitap etmiş ve onları engelleme işinden men etmiştir. "Apaçık bir kötülük yapmadıkça” Meselâ dik başlılık, geçimsizlik ve iffetsizlik gibi. İstisna en genel zarftan (mutlak vakitten) dir ya da mef’ûlün lehtir, takdiri şöyledir: Fidye vermeleri için onları evlenmekten engellemeyin, ancak çirkin bir şey yaptıkları vakit hariç, ya da hiçbir sebeple engel olmayın ancak çirkin bir şey yapmaları hariç. İbn Kesîr ile Ebû Bekir burada, Ahzap'ta ve Talak'ta yenin fethi ile (mübeyyenetin), kalanlar ise kesri ile okumuşlardır. "Onlarla iyi geçinin” insaflı davranmak ve güzel söz söylemekle. "Eğer onlardan hoşlanmazsanız, olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız da Allah ona birçok hayır koymuş olur". Yani hoşlanmadığınız için onlardan ayrılmayın, çünkü bazen nefis dinen daha yararlı ve daha hayırlı olandan hoşlanmaz, bunun tersini sever. Bakışınız din için en iyi olana ve hayrı daha çok olana olmalıdır. "Asâ” fiili aslında cezanın illetidir, onun yerine geçirilmiştir. Mana da şöyledir: Eğer onlardan hoşlanmazsanız sabredin, olur ki, hoşlanmadığınız şey sizin için daha hayırlı olur. 20Eğer bir zevceyi bırakıp yerine bir başka zevce almak ister ve onlardan birine bir kantar (mehir) vermiş olursanız, onlardan hiçbir şeyi almayın. Onu iftira ederek ve açık bir günah işleyerek mi alacaksınız? "Eğer bir zevceyi bırakıp yerine bir başka zevce almak isterseniz” birini boşayıp diğerini almak isterseniz (onlardan birine vermiş olursanız) yani eşlerden birine demektir. Zamiri cemi yapması eş cinsini murat ettiği içindir. "Bir kantar” çok mal demektir. "Ondan hiçbir şey almayın” yani kantardan demektir. "Onu iftira ederek ve apaçık bir günah işleyerek mi alacaksınız?” istifham inkâr ve azarlama içindir yani iftira ederek ve günah işleyerek mi alacaksınız demektir? Buhtanen ve ismen'in illet (mef’ûlünleh) olarak mensûb olma ihtimali vardır, Meselâ kaattü anilharbi cübünen (korktuğum için savaşa katılmadım) gibi. Çünkü almak iftiraları ve günah işlemeleri yüzündendir. Şöyle denilmiştir: Adam yeni bir eş almak istediği zaman nikahı altındakine zina suçu isnat eder, onu verdiği mehri fidye olarak vermeye zorlar, bunu da yeni zevceye sarf etmek isterdi. Bundan men edildiler. Bühtan, hakkında yalan söylenen kimseye onu şaşırtacak ve panikletecek yalan söylemektir. Bazen de bâtıl fiilde kullanılır, bunun içindir ki, burada onu haksızlık olarak tefsir etmiştir. 21Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize katılmışsınız ve onlar sizden ağır bir söz almışlardır. "Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize katılmışsınız” mehri geri almalarını reddetmektedir. Çünkü kadına el sürmüş ve duhul etmiştir, mehir de sâbit olmuştur. "Ve onlar sizden ağır bir söz almışlardır” sağlam bir vesika almıştır ki, o da sohbetin ve karışmanın hakkıdır. Ya da Allahü teâlâ’nın onların hakkında. "Ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir” (Bakara: 229) kavlinde erkeklerden aldığı sağlam sözdür. Ya da Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in: "Onları Allah'ın emaneti olarak aldınız ve namuslarını Allah'ın kelâmı ile helâl saydınız” sözünde işâret ettiği şeydir. 22Babalarınızın nikahladıklarını nikahlamayın; ancak geçenler hariç. Çünkü o, çirkin bir hareket, hışım sebebi ve kötü bir yoldur. (Babalarınızın nikahladıklarını nikahlamayın) babalarınızın nikahladıkları kadınları nikahlamayın. "Men” değil de "mâ” demesi sıfat (menkuha) kastetmesindendir. "Mâ"nın mastar, nikahtan da mef'ûl manası kastedildiği de söylenmiştir. "Kadınları” bu da nikahlananları iki ihtimale göre açıklamaktadır. "Ancak geçenler hariç” bu da yasağa lâzım gelen manadan istisnadır, sanki: Babalarınızın nikah ettiklerini nikah etmekle azâbı hak edersiniz ancak geçen hariç demektir. Ya da lâfızdan istisnadır, haramlığı ve genelliği mübalağa etmek için yapılmıştır, şu beyitte olduğu gibi: Onlarda kusur yoktur ancak kılıçları Düşmanı kırmaktan körelmiştir. Mana da şöyledir: Babalarınızın helallerini nikah etmeyin, ancak nikah etmeniz mümkün olsa da geçenler hariç. İstisnanın munkatı olduğu, mananın da şöyle olduğu söylenmiştir: Geçen hariçtir, onda günah yoktur yoksa kabul edilmiş demek değildir. "Çünkü o, çirkin bir hareket, hışım sebebi ve kötü bir yoldur” bu da yasağın gerekçesidir yani onları nikahlamak Allah katında çirkindir, hiçbir ümmete müsaade edilmemiştir, faziletli davranış sahiplerince buğz edilmiştir. Bunun içindir ki, adamın üvey annesinden doğan çocuğuna maktiy (iğrenç çocuk) denilmiştir. "Kötü bir yoldur” onu yol görüp ona gidenler için. 23Size şu kadınlar haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anaları, kendilerine duhul ettiğiniz kadınlardan kucağınızda beslediğiniz üvey kızlarınız. Eğer onlara duhul etmemiş iseniz size bir beis yoktur. Kendi sulbünüzden oğullarınızın helalleri ve iki kız kardeşi bir arada almak; ancak geçenler hariç. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "Size şu kadınlar haram kılındı: Analarınız...” maksat zatlari harâm olmak değil nikahları haram olmaktır. Çünkü onlardan en çok kastedilen budur. Bir de ilk akla gelen budur, Meselâ "size ölü haram kılındı” (Maide: 3) kavlinden yemenin haram olması gibi. Ayrıca bunun öncesi de sonrası da nikah hakkındadır. Analarınız ifadesi seni doğuranı yahut ne kadar aşağıya giderse gitsin seni doğuranı doğuranı içine alacak şekilde geneldir. Kızlarınız da onları doğuranı yahut ne kadar aşağıya giderse gitsin onu doğuranı doğuranı içine alacak şekilde geneldir. Kız kardeşler de üç yönden de (ana baba bir, baba bir ve ana bir) olanları içine almaktadır. Kalanlar da öyledir. Hala da seni doğuran erkeği doğuran kadındır (babanın kız kardeşidir) teyze de ananın kız kardeşidir. Bu da ister yakın ister uzak olsun. Erkek kardeş kızları ve kız kardeş kızları da yakını ve uzağı içine alır. "Sizi emziren anneleriniz, süt kız kardeşleriniz” Allahü teâlâ emişmeyi nesep yerine koymuş, öyle ki, emziren kadına ana buyurmuştur. Birlikte emene de kız kardeş buyurmuştur. Emme işi emziren kadın ve süt sâhibi olan baba açısından soya kıyas edilmiştir. Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm: Soydan haram olanlar emişmeden de haram olur buyurmuştur. Adamın emişmeden oğlunun kız kardeşi ve anasının anasının bu esastan istisna edilmesi doğru değildir. Çünkü onların nesepten haram olması evlilik dolayısıyladır, nesep dolayısıyla değildir. "Kendilerine duhul ettiğiniz kadınlardan kucağınızda beslediğiniz üvey kızlarınız". Önce soydan haram olanları zikretti, sonra da emişmeden olanları. Çünkü onun yakınlığı da soy yakınlığı gibidir. Sonra da evlilik dolayısıyla haram olanları zikretti. Çünkü onların haram olması evlilik dolayısıyla meydana gelmiştir. Âyette geçen rebaib rebibe'nin çoğuludur, rebib de kadının başka kocadan çocuğudur. Çünkü onu genellikle kendi çocuğu gibi terbiye eder. O da feîl veznindedir, mef'ûl manasınadır. Sonuna te'nin gelmesi isimleşmesindendir. Âyette geçen "min nisaiküm” de "rebaibiküm"e bağlıdır. "Ellati” ise sılasıyla birlikte onun sıfatıdır. Lâfız ve hükmü icma ile kayıtlamaktadır, nazmın hükmüdür. Onu ümmehat'a bağlamak da câiz değildir. Çünkü onu "rebaib"e bağladığın zaman "min” iptidaiye olur, onu da "ümmehat"a bağlarsan bu câiz olmaz. Bilâkis "nisaiküm"ü beyan etmesi vâcip olur. Cumhura göre bir kelimenin iki manaya hamledilmesi câiz değildir, meğerki onu (min'i) ittisal (bağlantı) için kılasın, Meselâ: Feinni lestü minke ve leşte minni (ben senden değilim, sen de benden değilsin) sözünde olduğu gibi. Kaldı ki, kadınların anaları ve kızları onlara bitişiktir. Ancak Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem onları ayırmış ve bir kadınla evlenip de duhul etmeden onu boşayan erkeğe: Kızı ile evlenmesinde bir mahzur yoktur, annesiyle evlenmesi ise ona helâl değildir, buyurmuştur. Ancak şu var ki, Hazret-i Ali radıyallahü anh'ten haramlığı bu ikisinde de bununla kayıtladığı rivâyet edilmiştir. İkinci Mevsûlun da iki yerde geçen nisa'ya sıfat olması da câiz değildir, çünkü âmili farklıdır. (Kucağınızda) kavlinin faydası illeti kuvvetlendirmek ve tamamlamaktır, Mana da şöyledir: Üvey kızlarınız, analarıyla duhul ederseniz onlar da kucağınızda ise yahut onun hükmünde ise kendi evlatlarınıza daha çok benzerler, onları evlatlarınız gibi saymayı hak ederler. O sebeple haramlığm kaydı değildir. Ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Hazret-i Ali radıyallahü anh'ten bunu da şart kıldığı rivâyet edilmiştir. Analarla üvev kızlar yakını da uzağı da içine alır. "Dahaltüm bihinne” onlarla beraber perdenin altma girdiğiniz demektir ki, bu da cimadan kinayedir. Evlilikle haram olanda zina sayılmayan şeyler de etkili olur Meselâ şüphe ile yahut cariyelikle cima etmek gibi. Ebû Hanîfe'den: Nikahlı kadına el sürmek ve benzer bir şey yapmak ona duhul etmek gibidir dediği rivâyet edilmiştir. "Eğer onlara duhul etmemiş iseniz size bir beis yoktur". Kıyası def etmek için hafifçe hatırlatmadan sonra açıklamadır. "Oğullarınızın helalleri” zevceleri, zevceye hâlile demesi helâl olmasından yahut koca ile birleşmesindendir. "Kendi sulbünüzden” bu da kendi evlatlarından olmayıp evlatlıkları dışarıda koymak içindir. (İki kız kardeşi bir arada almanız). Bu da muharramat'a atfen mahallen merfû’dur. Açıkça görülmektedir ki, haramlık nikahla sınırlı değildir; çünkü sayılan haramlar nikahta haram olduğu gibi cariyelikte de haramdır. Bunun içindir ki, Hazret-i Ali ile Hazret-i Osman radıyallahü anhuma: Onları bir âyet haram, bir âyet de helâl etmiştir, demişler ve: "Ya da sağ ellerinizin sahip oldukları” (Nisa: 3) kavlini kastetmişlerdir. Hazret-i Ali kerremallahu veçhe haramlığı, Osman radıyallahü anh ise helalliği tercih etmiştir. Hazret-i Ali'nin görüşü daha açıktır, çünkü helâllik âyeti başka konudadır. Bir de aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Ne zaman helalle haram birleşirse haram ağır basar, buyurmuştur. (Ancak geçenler hariç) bu da lâzım gelen manadan istisna-ı muttasıldır ya da munkatıdır, manası da: Geçenler bağışlanmıştır, demektir. Çünkü: "Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir” buyurmuştur. 24Sağ ellerinizin sahip olduğu cariyeler müstesna olmak üzere, evli kadınlar da size haram kılındı, üzerinize Allah'ın hakkı olarak. Bunların ötesindekileri, namuslu ve zinaya sapmamış olarak mallarınızla aramanız size helâl kılındı. O hâlde onlardan yararlandığınız kadınlara takdir edilen ücretlerini verin. Mehir kestikten sonra anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilen, hikmet sâhibidir. "Velmuhsanatü minennisai” evliliğin veyahut kocaların koruduğu namuslu kadınlar da size haram kılındı. Kisâî buranın dışında Kur'ân'ın her yerinde bu kelimeyi sad'ın kesri ile okumuştur. Çünkü namuslarım onlar korumuşlardır. "Ancak sağ ellerinizin sahip olduğu cariyeler müstesna” bunlardan esir alman ve kocaları olan kadınları murat ediyor ki, bunlar esir alan erkeklere helâldır. Nikah esir almakla kalkmıştır, çünkü Ebû Said şöyle buyurmuştur: Evtas savaşında bazı kadınları esir aldık, onların kocaları vardı. Onlara yaklaşmak istemedik, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e sorduk. Âyet bunun üzerine indi, biz de onları helâl saydık. Şâir ferezdak da şu beyitinde bunu kastetmiştir: Mızraklarımız bize kocalı kadınları nikahladı, Onlar boşanmadıgı hâlde onlarla evlenene helâldır. Ebû Hanîfe ise: Karı koca birlikte esir edilseler nikah Ortadan kalkmaz, esir alana da helâl olmaz, demişse de âyet ve hadisin mutlak oluşu onun aleyhine delildir. (Üzerinize Allah'ın farzı olarak) te'kit edici mastardır, yani Allah bunların haram olduğunu size yazmıştır, demektir. Merfû' olarak "kütübullahi” de okunmuştur ki, bunlar Allah'ın üzerinizdeki farzlarıdır demektir. Fiil lâfzı ile "keteballuh” da okunmuştur. "Ve uhille leküm” bu da kitabe'yi nasp eden gizli fiilin üzerine ma’tûftur. Hamze, Kisâî ve Hafs da Âsım'dan rivâyetle "hurrimet"e atfen meçhul kalıbı ile okumuşlardır. "Bunların ötesindekileri” zikredilen sekiz haram kadının dışındakiler! demektir. Bundan sünnetle bu zikredilenler manasında bazı kadınlar da tahsis ile haram kılınmışlardır, Meselâ emişme ile haram olan diğer kadınlar, kadınla halasını ve teyzesini birlikte almak gibi. (Namuslu ve zinaya sapmamış olarak mallarınızla aramanız size helâl kılındı). Bu da mef’ûlün lehtir, Mana da şöyledir: Bunların ötesindeki kadınları menfilerini veya bedellerini vermek, sizler de namuslu ve zina etmeyen kimseler olarak. "Tebteğu"ya mef'ûl takdir etmemek de câizdir, sanki şöyle denilmiş olur: Namuslu ve zina etmemiş kimseler olarak mallarınızı sarf etmekle. Ya da bu cümle mavera zaliküm'den bedel-i istimal ile bedeldir. Hanefiler bunu mehrin mutlaka mal olmasına delil getirmişlerdir ki, bunda böyle bir delil yoktur. İhsan iffettir, çünkü o nefsin kınanmaktan ve azaptan korunmasıdır. Sifah ise zinadır, sefhten gelir ki, o da meniyi dökmektir, çünkü maksat odur. "O hâlde onlardan yararlandığınız kadınlara takdir edilen ücretlerini verin” nikahlanan kadınlardan istifade ettiklerinize veyahut cima veya akit ile yararlandıklarınıza "ücretlerini verin” mehirlerini verin, çünkü mehir istifade etmenin karşılığıdır, "faridaten” ücur'dan hâl’dir, takdir edilen manasınadır ya da mahzûf mastarın sıfatıdır yani iytaen mefruzan (farz verme ile) demektir ya da te'kit edici mastardır. "Mehir kestikten sonra anlaşmanızda size günah yoktur” belirtilenden bir miktar artırmada yahut rıza karşılığında düşürmede yahut anlaştıkları nafaka ve ikamette veyahut ayrılıkta demektir. Âyetin müt'a nikahı hakkında indiği de söylenmiştir, Mekke'nin fethinde üç gün helâl edildi, sonra da neshedildi. Çünkü rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm onu mubah etti, sonra da sabahleyin: Ey insanlar ben size bu kadınlardan istifade etmenizi emretmiştim, bilin ki, Allah onu kıyâmet gününe kadar haram etmiştir, dedi. Bu da belli bir vakte kadar yapılan geçici nikahtır. Ona müt'a denilmesi maksadının kadından istifade etmek, kadının da aldığı ücretten istifade etmek olmasındandır. İbn Abbâs radıyallahü anhuma onu câiz gördü, sonra ondan döndü. "Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir” kullarının çıkarını, “ hikmet sâhibidir” meşru kıldığı hükümlerde. 25Sizden kim namuslu mü'min kadınları nikahlayacak bir bolluğa sahip olmazsa, sağ ellerinizin malik olduğu mü'min cariyelerinizden (alsın). Allah îmanınızı çok iyi bilmektedir. Kiminiz kiminizdensiniz. Onları ailelerin izni ile namuslu, zinaya kaçmayan ve dost tutmayan kadınlar olarak nikahlayın ve onlara mehirlerini normal surette verin. Onlar evlendikten sonra fuhuş işlerlerse, onlara namuslu hür kadınlara olan cezanın yarısı vardır. Bu, içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. "Ve men lem yestati minküm tavlen” tavl zenginlik ve üstünlük demektir, aslı fazlalık ve ziyadedir, "en yenkihal muhsanatil raümin ati” bu da "tavlen” ile yahut ona sıfat olan gizli bir fiü ile mahallen mensûbtur yani içinizden kim namuslu hür kadınları alamazsa yahut onları alacak imkanı olmazsa demektir. Muhsanat da hür kadınlar manasınadır, çünkü Allahü teâlâ "sağ ellerinizin malik olduğu mü'min cariyelerinizden alsın” buyurmuştur. Âyetin zahiri Şâfiî radıyallahü anh'in hür kadına verecek mehir bulanın cariyeyi nikahlamasi harâmdır ve mutlak olarak kitabî cariyeyi nikahlaması yasaktır görüşü için delildir. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh ise hür kadınlara sahip olmayı yataklarına sahip olma ile te'vil etmiştir ki, o da cima demektir, "mü'min cariyelerinizden” kavlini de fazilet olarak kabul etmiştir, nitekim "mü'min hür kadınlar” tabirini de fazilet kabul etmiştir. (Şâfiî) arkadaşlarımızdan da bunu kayda bağlayanlar ve mü'min olmayan hür kadını nikahlama imkanı bulana cariyeyi nikah etmesini câiz görenler olmuştur. Bunu da kâfirlere karışmanın ve dostluklarının mahzurundan kaçarak demişlerdir. Cariyeyi nikah etmenin mahzuru da çocuğun köle olması, böyle bir şeyin adilik olması ve eşin hakkım azaltmasındandır (çünkü cariyede daima ilk efendisinin hakkı vardır). "Allah îmanınızı çok iyi bilmektedir” siz de îmanın görünen kısmı ile yetinin; çünkü sırları ve îman bakımından aranızdaki farkları yalnız o bilir. Nice cariye vardır ki, hür kadından üstündür. Sizin yapacağınız îman üstünlüğüne itibar etmektir, soy üstünlüğüne değil. Bundan maksat da cariyelerle evlenmeyi yumuşatmaktır, bunu beğenmemekten men etmektir. Bunu "kiminiz kiminizdensiniz” kavli de desteklemektedir. Sizler ve köleleriniz birbirinize münasipsiniz; soyunuz Âdem'dendir, dininiz de İslâm'dır, "onları ailelerinin izni ile nikahlayın” sahiplerini kastediyor, iznin mutlak verilmesi cariyelerin akde bizzat iştirak etmelerini akla getirmemektedir ki, Ebû Hanîfe bunu delil olarak ileri sürsün. "Ve onlara mehirlerini verin” biizni ehlihinne demektir, yukarıda geçtiği için atılmıştır. Ya da ilâ mevalihinne demektir, mehrin efendiye ait olduğu bilindiği için muzâf atılmıştır, çünkü mehir onun hakkıdır, ona ödenmesi gerekir. İmâm-ı Mâlik radıyallahü anh de: Âyetin zahirine bakarak, mehir cariyenin hakkıdır buyurmuştur. "Normal surette verin” savsaklamadan, zarar vermeden ve eksiksiz demektir. "Muhsanatin” iffetli olarak "gayra müsafıhatin” açıkça zina yapmayarak "dostlar tutmayarak” oynaş tutmayarak demektir. "Feiza uhsmne” evlenmekle korunma altına alındıkları zaman, Ebû Bekir, Hamze ve Kisâî hemzenin fethi ile (ahsanne) okumuşlardır. Kalanlar ise hemzenin zammı ve sad’ın kesri ile okumuşlardır. "Fuhuş işlerlerse” zina ederlerse "onlara namuslu hür kadınlara verilen cezanın yarısı vardır” haddin yarısı demektir, Allahü teâlâ’nın "azaplarına mü'minlerden bir grup şâhit olsun” (Nûr: 2) kavli gibi ki, o da had demektir. Bu da kölenin haddinin hürün haddinin yarısı olduğunu ve recm edilmeyeceğini gösterir. Çünkü recmin yarısı olmaz. (Bu) cariyeleri nikahlamak "içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir” zinaya düşmekten korkanlar içindir. Burada geçen anet aslında kaynayan kemiğin kırılması demektir, bütün zorluklar ve zararlar için istiare edilmiştir. Çirkinlerin en fahişini yapmakla günaha düşmekten de daha büyük zarar yoktur. Bundan had murat edilmiştir de denilmiştir. Bu da cariyelerle evlenmenin başka bir şartıdır. "Sabretmeniz ise daha hayırlıdır” yani iffetinizi koruyarak cariyelerle evlenmeniz sizin için daha hayırlıdır. Aleyhisselâm Efendimiz: Hür kadınlar evi yapar, cariyeler yıkar buyurmuştur. "Allah çok bağışlayıcıdır” sabretmeyenleri, "çok merhametlidir” onlara bu müsaadeyi vermiştir. 26Allah size bilmediklerinizi açıklamak ve size sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek istiyor. Allah çok iyi bilen ve hikmet sâhibidir. "Allah size bilmediklerinizi açıklamak istiyor” size teklif ettiği helâl ve haramları yahut bilemediğiniz çıkarlarınızı ve güzel amellerinizi. Burada geçen "liyübeyyine” "yüridü"nün mef'ûlüdür, lâm da irâdeye lâzım gelen istikbal manasını te'kit için zâit kılınmıştır. Şâir Kays bin Sa'd'in şu beyitinde olduğu gibi: İstedim ki, insanlar bilsinler onun Kays'in Donu(sıfatı) olduğunu, heyet de şâhit olsun. Şöyle de denilmiştir: Mef'ûl mahzûftur, "liyübeyyine” de onun mef’ûlün lehidir yani Hak onun için istiyor "sizi sizden öncekilerin yoluna iletmek istiyor” onların doğru yoluna gitmeniz için. "Tevbenizi kabul etmek istiyor” günahlarınızı bağışlamak yahut sizi isyanlardan çekip çevirmek ve sizi tevbeye teşvik etmek istiyor ya da günahlarınıza kefaret olacak şeyi göstermek istiyor. "Allah çok iyi bilendir” bunları, "hikmet sâhibidir” bunları koymada. 27Allah tevbenizi kabul etmek ister. Halbuki şehvetlerine uyanlar, büyük (fena) bir şekilde sapmanızı isterler. "Allah tevbenizi kabul etmek istiyor” te'kit ve mübalağa için tekrar etmiştir. "Hâlbuki şehvetlerine uyanlar istiyor” kötüleri kastediyor, çünkü şehvetlere uymak onları yapmaya götürür. Ama onları başka değil de şerîatın müsaade ettiği şeylere kullanan kimse o, gerçeğin ardına düşmüştür, şehvetlerin değil. Bunlar Mecûsîlerdir de denilmiştir, Yahûdîler de denilmiştir. Çünkü onlar baba bir kız kardeşlerle, erkek ve kız kardeşin kızlarıyla evlenmeyi helâl sayarlar. "Sapmanızı isterler” haktan, şehvetlere uymada ve haramları helâl saymada. "Fena şekilde uymanızı isterler” nadiren ve helâl saymadan hata işleyene meyletmeye ilaveten bunları da isterler. 28Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister. İnsan zayıf yaratılmıştır. "Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister” bunun içindir ki, size doğru, müsamahakâr ve kolay olan şerîatı seçmiş ve darlıklarda müsaade vermiştir, Meselâ cariyeleri nikahlamak gibi. "İnsan zayıf yaratılmıştır” şehvetlere dayanamaz ve taatın zorluklarına sabredemez. İbn Abbâs radıyallahü anhumadan rivâyet edilmiştir: Nisa sûresinde sekiz âyet vardır ki, bu ümmet için üzerine güneşin doğduğu şeylerden daha hayırlıdır: Bu üç âyet ve şunlar: "Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız...” (Nisa: 31). "Şüphesiz Allah, kendine şirk koşulmasını bağışlamaz” (Nisa: 48). "Allah zerre kadar haksızlık etmez” (Nisa: 40). "Kim bir kötülük ederse cezasını çeker” (Nisa. 123) ve "Allah size niçin azâp etsin...” (Nisa: 47). 29Ey îman edenler, mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin; ancak rızaya dayalı bir ticaret olması hariç. Kendilerinizi öldürmeyin. Çünkü Allah size çok merhametlidir. "Ey îman edenler, mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin” şerîatın mubah saymadığı şeylerle, Meselâ gasp ve kumar gibi. "Ancak rızaya dayalı bir ticaret olması hariç” istisna-i munkatıdır yani karşılıklı rızaya dayalı ve men edilmemiş ticaret olması hariç demektir ya da ticaret olmasını hedefleyin demektir. "An teradın” "ticaren"in sıfatıdır yani akit yapanların rızasından doğan bir ticaret olması demektir. Başkasının malım almanın birçok yollarından özellikle ticaretin seçilmesi, çok olup fazilet sahiplerinin davranışına uygun olmasındandır. Ticaretten mutlak intikali kastetmek de câizdir. Şöyle de denilmiştir: Yasaktan maksat malı Allah'ın râzı olmadığı şeylere sarf etmek, ticaretten maksat da râzı olduğu şeye sarf etmektir. Kûfeliler kâne'yi nakıs kabul ederek nasb ile "ticareten” okumuşlar, ismini de gizlemişlerdir yani illâ en tekunet ticarü ya da cihetüt ticareti ticareten demek istemişlerdir. "Kendilerinizi öldürmeyin” üzüntü ile kendinizi öldürmeyin, Hint Câhillerinin yaptığı gibi ya da kendinizi tehlikeye atarak. Bunu da şu rivâyet teyit eder ki, Amr bin As bunu teyemmümde soğuk korkusuyla te'vil etmişti, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de ona bir şey dememişti, ya da nefsi öldürmeye götüren günah işlemekle ya da onu hor edip helake götüren şeyi işlemekle. Çünkü o nefsi gerçekten öldürmektir. Nefislerden din mensupları murat edilmiştir denilmiştir, çünkü mü'minler bir tek nefis gibidirler. Canı korumakla onun yarısı gibi olan malı korumayı birlikte tavsiye etmesi, malm hayatta kalmaya ve nefsin kemaline sebep olup faziletin onunla kazamlmasındandır. Bunu da onlara şefkat ve rahmetinden yapmıştır, nitekim ona: "Çünkü Allah size çok merhametlidir” kavli ile işâret etmiştir. Yani emir ve yasaklarını size karşı aşırı merhametinden dolayı koydu demektir. Manası da şöyledir: Ey ümmet-i Muhammed, o size karşı çok merhametlidir. Çünkü İsrâîl oğullarına nefislerini öldürmelerini emrettiği hâlde sizi bundan men etmiştir. 30Kim bunu düşmanlık ve tecâvüz için yaparsa, onu ateşe atacağız. Bu da Allah'a çok kolaydır. "Kim bunu yaparsa” öldürmeye veya geçen haramlara işarettir "düşmanlık ve tecâvüz için yaparsa” haktan aşırı sapıklığından ve hakkı olmayan şeyi yapmaktan dolayı demektir. Şöyle de denilmiştir: Düşmanlıktan başkasına geçen haksızlık, zulümden de nefsi azaba maruz bırakan şey kastedilmiştir. (Onu ateşe atacağız) ona sokacağız. Şedde ile nusalli okunmuştur, nûn'un fethi ile naslihi de okunmuştur, o zaman salahu yaslihi'den gelir. Şatün masliyye de bundandır ki, koyunu çevirme yapmaktır. Ye ile yuslihi de okunmuştur ki, zamir Allahü teâlâ'ya râci olur ya da Zâlike'ye râci olur. Çünkü onlar ateşe girmeye sebeptir. "Bu da Allah'a çok kolaydır” onda zorluk yoktur, ondan çevirecek de yoktur. 31Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız kötülüklerinizi örter ve sizi girilecek pek değerli bir yere sokarız. "İn tectenibu kebaire mâ tünhevne anhu” Allah ve Resûlünün yasak ettikleri büyük günahlardan sakınırsanız demektir. Cins murat edilerek "kebîre” şeklinde de okunmuştur. "Kötülüklerinizi örteriz” küçük günahlarınızı bağışlar ve onları sileriz. Büyük günahlarda ihtilâf edilmiştir, en yakın ihtimal onu yapana şerîatın had uyguladığı ve açıkça tehdit ettiği günahtır. Haramlığı kesin olarak bilinen de denilmiştir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Büyük günahlar yedidir: Allah'a şirk koşmak, Allah'ın haram ettiği cana kıymak, namuslu kadına iftira etmek, yetim malı yemek, faiz yemek, savaştan kaçmak ve ana babaya isyan etmek. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan da: Büyük günahlar yediden çok yedi yüze daha yakındır, dediği rivâyet edilmiştir. Burada onlardan şirkin çeşitleri murat edilmiştir denilmiştir, çünkü Allahü teâlâ. "Şüphesiz Allah, kendine şirk koşulmasını bağışlamaz, bundan ötesini bağışlar” (Nisa: 48) buyurmuştur. Şöyle de denilmiştir: Günahların büyüklük ve küçüklüğü altındaki ve üstündekine göredir. Bu itibarla büyük günahların en büyüğü şirk koşmaktır, küçük günahların da en küçüğü içten geçen kuruntulardır. Bu ikisinin arasında ikisine de denilmesi doğru olan şeyler vardır; Binâenaleyh kimin karşısına iki şey çıkar da nefsi onlara davet ederse, o da kendini tutamaz büyüğünden vazgeçerse, irtikap ettiği şey bağışlanır. Çünkü büyüğünden kaçındığı için sevabı hak etmiştir. Belki bunlar da şahıslara ve hâllere göre değişen şeylerdendir. Baksanıza Allahü teâlâ başkasına hata saymadığı ve ondan dolayı muaheze etmediği hâlde Nebi'sini ondan dolayı kınamıştır. "Sizi girilecek pek değerli bir yere sokacağız” cennete ve vaat edilen sevaba ya da ikram göreceği bir yere demektir. Nâfi' mim'in fethi ile (medhalen) okumuştur ki, mekâna da mastara da ihtimali vardır. 32Allah'ın kiminizi kiminizden üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin. Erkekler için kazandıklarından bir nasip, kadınlar için de kazandıklarından bir nasip vardır. Allah'tan lütfünü isteyin. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. "Allah'ın kiminizi kiminizden üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin” dünyevî şeylerden Meselâ mevki ve mal gibi, belki olmaması daha hayırlıdır. Olmamasını gerektiren şey kıskançlığa ve düşmanlığa götürüp Allah'ın verdiğine râzı olmamayı ifade ettiği içindir. Ve o, bir şeyi çalışmadan elde etme arzusudur, bu da kötüdür. Çünkü kaderinde olmayan şeyi temenni etmek kader hikmetine aykırıdır. Çalışma ile takdir edileni de çalışmadan temenni etmek tembellik ve şansı kaçırmadır. Çalışma ile olmayan şeyi temenni etmek de zayidir ve imkansızdır. "Erkekler için kazandıklarından bir nasip, kadınlar için de kazandıklarından bir nasip vardır” bu da yukarıdakinin izahıdır; yani erkeklerden ve kadınlardan herkes için ancak kazandığından bir hisse vardır. Öyleyse fazlalığı çalışma ile arayın, haset ve temenni ile değil. Nitekim aleyhisselâm Efendimiz: "Îman temenni ile değildir", buyurmuştur. Şöyle de denilmiştir: Bunlardan maksat miras payıdır, mirasçıların birbirine olan üstünlüğüdür. Allah'ın mirasçılara durumlarına göre fazla veya eksik vermesi bir nevi kazanma gibidir. (Allah'tan lütfünü isteyin) yani insanların haklarım istemeyin, siz Allah'tan, bitmeyen hazinesinden onun gibisini isteyin. Bu da yasak olanın haset olduğunu gösterir. Temenni etmeyin, Allah'tan size onu yaklaştıracak ve gönderecek lütfünden isteyin. İbn Kesîr ile Kisâî "veselullahe min fadlihi” ve "selhüm” "feselillezine” ve benzeri yerlerde emir doğrudan ise, sin'den önce vâv yahut fe var ise, hemzesiz okumuşlardır. Hamze de vakf durumunda aslı üzere okumuştur. Kalan kurralar da hemze ile okumuşlardır. "Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir". O her insanın hak ettiği şeyi bilir, bilerek ve açıklayarak fazlasını verir. Rivâyete göre Ümmü Seleme: Ya Resûlallah, erkekler cihâd ediyor, biz edemiyoruz, bize mirasın ancak yarısı veriliyor; keşke biz de erkek olsaydık, dedi! Âyet de bunun üzerine indi. 33Erkek ve kadından her biri için ana babanın ve akrabaların bıraktıklarından mirasçılar kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere de paylarını verin. Şüphesiz Allah, her şeye şahittir. (Erkek ve kadından her biri için ana babanın ve akrabaların bıraktıklarından mirasçılar kıldık) yani her tereke için onu alacak ve elde edecek mirasçılar kıldık demektir. "Mîmma terek” araya amille fasıla girdiği hâlde "küllü"yü beyan etmektedir yahut ta likülli meyyitin caalna vürrasen mimma tereke demektir ki, min mevali'nin sılası olur ve mirasçılar manasına gelir. Tereke'de "küllün” "valideynin” ve "akrabun"un zamiri vardır. O zaman yeni söz başı olur ve mevaliyi tefsir eder. Bunda evlatlar dışarıda kalır, çünkü akrabun ifadesi onları içermez, nitekim valedeyni de içermez. O zaman caala mevaliye "küllü"nün sıfatı olur, râci zamir de hazfedilmiş olur. Buna göre cümle mübteda ile haberden oluşur. "Yeminlerinizin bağladığı kimselere de” bunlara mevlel muvalet denir, bu gibi andlaşma yapan kimse müttefiğinden altıda bir nispetinde miras alırdı, "akrabalar birbirlerine daha yakındırlar” (Enfâl: 75) ayetiyle neshedildi. Ebû Hanîfe radıyallahü anh'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir adam birinin eliyle Müslüman olsa, birbirlerinin diyetini vermek ve miras almak üzere akit yapsalar, olur ve mirasçı da olur. Ya da yeminlerin bağladığı kimseler eşlerdir, bağlayan akit de nikah aktidir. Vellezine akadet mübteda’dır, şart manasını içermiştir, haberi de "featuhum nasibehüm"dür. Ya da vellezine gizli ve arkasındakinin tefsir ettiği bir şeyle mensûbtur. Meselâ: Zeyden fadribhü gibi. Ya da "Valideyn"e ma’tûftur, "featuhum” da geçen cümlenin sebebini göstermekte ve onu te'kit etmektedir. Zamir de mevali'ye râcidir. Kûfe ekolü mensupları "akadet” okumuşlardır ki, akadet uhudehüm eymanühüm manasınadır. Uhud hazfedilmiş, muzâfun ileyh zamiri de onun yerine geçirilmiştir, nitekim öteki kırâatta da atılmıştır. "Şüphesiz Allah, her şeye şahittir” bu da hisselerini vermeyenlere tehdittir. 34Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler; bu da Allah'ın, bazılarını bazılarına üstün kılması ve (erkeklerin) mallarından kadınların nafakalarım temin etmeleri sebebiyledir. Onun için saliha (iyi) kadınlar itaatkârdırlar. Allah kendi haklarını nasıl koruduysa onlar da gıyaben erkeğin (şeref ve namusunu) korurlar. Dik başlık edeceklerinden korktuğunuz kadınlara gelince, onlara öğüt verin, yataklarda yalnız bırakın. (Yine olmazsa) onları dövün. Eğer size itâat ederlerse, onların aleyhlerine bir yol aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür. "Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler” idarecilerin halkın üzerindeki gibi hakimdirler. Bunu da vehbî ve kesbî olmak üzere ikiye bağlamış "bu da Allah'ın bazılarını bazılarına üstün kılması sebebiyledir” buyurmuştur. Allah'ın erkekleri mükemmel akıl, güzel tedbir ve amel ve taatlarda güçlülükle üstün kılmasıyladır. Bunun içindir ki, birçok şeyler onlara (erkeklere) tahsis edilmiştir; Meselâ peygamberlik, imamlık, idarecilik, hadleri tatbik etme, bütün şahitlikler; cihadın, Cuma namazının ve benzerlerinin onlara vâcip olması; asabelik, mirasta hisse fazlalığı ve boşama hakkının yalnız onlarda olması gibi. "Mallarından kadınların nafakalarını temin etmeleriyledir” nikahta mehir ve geçimde nafaka gibi. Rivâyete göre Ensâr’ın nakiplerinden olan Sa'd bin Rebi'in karısı Habibe bint Zeyd bin Ebi Züheyr, kocasına karşı geldi. O da ona bir tokat attı. Babası onu Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e şikayete götürdü. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem: Kocasından kısas yapsın, dedi. Âyet bunun üzerine indi. O da: Biz bir karar verdik, Allah da bir karar verdi; Allah'ın verdiği karar daha hayırlıdır, dedi. "Onun için iyi kadınlar itaatkârdırlar” Allah'a itâat eder, kocaların haklarını yerine getirirler. "Gıyaben korurlar” gaybin icabından dolayı demek yani kocaları yokken can ve mal gibi şeyleri muhafaza ederler. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İyi kadın odur ki, ona baktığın zaman seni sevindirir, emrettiğin zaman sana itâat eder, olmadığın zaman malını ve kendini muhafaza eder. Erkeklerin sırlarını muhafaza ederler de denilmiştir. "Allah'ın koruması ile” Allah'ın onları gaybi koruma, vaat ve tehdit ile ona teşvik etme ile buna muvaffak kılması ile. Ya da onlar için muhafaza ettiği mehir, nafaka, haklarının korunması ve müdafaa edilmeleri gibi. Nasb ile "bima hafizallahe” de okunmuştur ki, "mâ” edâtı mevsûle olur. Çünkü mastariye olsa idi hafızanın fâili olmazdı. Mana da şöyledir: Allah'ın hakkını yahut tâatini muhafaza eden şeyle, o da iffettir, erkeklere karşı şefkattir. "Dik başlık edeceklerinden korktuğunuz kadınlara gelince” isyanlarından ve kocalarına itaattan baş kaldıracaklarından demektir "onlara öğüt verin, yataklarda yalnız bırakın” uyuyacakları yerlerde demektir. Yorganın altına girmeyin yahut onlara yanaşmayın demektir ki, cimadan kinaye olur. Âyette geçen madaciin geceyi geçirecek yer olduğu da söylenmiştir ki, onlarla gecelemeyin demektir. "Onları dövün” yani zedelemeden ve iz bırakmadan. Kocanın bu üç duruma riayet etmesi lâzımdır. "Eğer size itâat ederlerse, onların aleyhine bir yol aramayın” eleştirmek ve eziyet etmekle. Mana da şöyledir: Onlara taarruz etmeyin, onların yaptıklarını olmamış gibi kabul edin. Çünkü tevbe eden günah işlememiş gibidir. "Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür". Ondan sakının; çünkü o, size karşı sizin onlara karşı olduğunuzdan daha güçlüdür. Ya da o şânının o kadar yüce olmasına rağmen sizin kötülüklerinizden geçiyor ve tevbenizi kabul ediyorsa, siz de eşlerinizi daha çok affetmelisiniz ya da Allah kimseye haksızlık etmeyecek veya hakkını kısmayacak kadar büyüktür demektir. 35Eğer aralarının açılmasından korkarsanız, onun (erkeğin) ailesinden bir hakem ve onun (kadının) ailesinden bir hakem gönderin. Eğer onlar barıştırmak isterlerse Allah onların aralarını uzlaştırır. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, her şeyden haberdardır. "Ve inhiftüm şikaka beynihima” eğer kadınla kocanın anlaşamamalarından korkarsanız, daha önce zikirleri geçmemekle beraber onlara zamir göndermesi manen geçtiği içindir. Şikak'ın zarfa (beyne) izafe edilmesi ya mef’ûlün bih yerine geçtiği içindir, Meselâ ya sarikalleyleti gibi ya da fâil yerine geçtiği içindir, Meselâ: Naharüke saimün gibi. "Ailelerinden birer hakem gönderin” ey hakimler ne zaman hâllerinden şüphe ederseniz durumun meydana çıkması yahut aralarının düzelmesi için erkek tarafından karar vermeye uygun bir aracı ve kadın tarafında da uygun bir aracı gönderin. Çünkü akrabalar iç durumları daha iyi bilir ve ıslahı daha çok isterler. Bu da müstehaptır. Eğer yabancılardan atasalar câiz olur. Hitabın karı koca eşlere olduğu söylenmiştir. Bundan tahkimin câiz olduğu sonucu çıkarılmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, bunları atamaktan maksat arayı bulmak yahut durumu tespit etmek içindir. Bunlar ancak kan kocanın izni ile ayırır yahut birleştirirler. İmâm-ı Mâlik: Eğer o ikisi mal karşılığında ayrılmayı önerirlerse buna hakları vardır, buyurmuştur. "İn yürida ıslanan yufevaffîkillahu beynehüma” birinci zamir iki hakeme, ikincisi de kan kocaya râcidir, yani ıslah etmek isterlerse, Allah onları samimi gayretleri neticesinde anlaşmaya götürür. Şöyle de denilmiştir: Her iki zamir de hakemlere râcidir yani onlar ıslah etmek isterlerse, Allah onları söz birliğine muvaffak kılary maksatları hasıl olur. Şöyle de denilmiştir: Zamir eşlere râcidir yani sulh olmayı ve ayrılığın kalkmasını isterlerse Allah onları uzlaştırır ve kaynaştırır. Bunda şuna da dikkat çekilmiştir ki, kim aradığı şeyde samimi davranırsa, Allah da onu istediğine kavuşturur. "Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, her şeyden haberdardır” dışları da içleri de bilir, anlaşmazlığın nasıl kalkacağım ve uzlaşmanın nasıl gerçekleşeceğini bilir. 36Allah'a ibâdet edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba komşuya, yabancı komşuya, yakın arkadaşa, yolda kalanlara ve sağ ellerinizin sahip olduğu kölelere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez. "Allah'a ibâdet edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın” put veya başka bir şeyi, açık veya kapalı şekilde şirk koşmayın. "Ana babaya iyilik edin” onlara tam iyilik edin "akrabaya” yakınlığı olana "yetimlere, yoksullara, akraba komşuya” evi yakın olana. Akrabalığı yakın olana ve soy veya din bakımından yakınlığı olana da denilmiştir. Daha çok gözetilmesi maksismiyle ihtisas tariki ile nasb ile de okunmuştur. "Yabancı komşuya” uzak yahut akraba olmayan komşuya. Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Komşular üçtür: Komşu vardır, üç hakkı vardır: Komşuluk hakkı, akrabalık hakkı ve din hakkı. Komşu vardır, iki hakkı vardır: Komşuluk hakkı ve din hakkı. Komşu vardır, bir hakkı vardır: O da ehl-i kitaptan müşrik (din gayrisi) hakkı. "Yakın arkadaşa” güzel bir iş arkadaşına Meselâ okul, meslek, sanat ve yol arkadaşı gibi. Çünkü o seninle sohbet etmiş ve yakınında olmuştur. Kadındır da denilmiştir. "Yolda kalanlara” yolcuya yahut misafire. "Sağ ellerinizin sahip olduklarına” kölelere ve cariyelere. "Şüphesiz Allah, kendini beğeneni sevmez” akrabalarına, komşularına ve arkadaşlarına tenezzül etmeyeni ve onlara iltifat etmeyeni sevmez. "Daima böbürleneni” onlara karşı kibir taslayanı. 37Onlar cimrilik eden, insanlara cimriliği emreden ve Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği şeyleri gizleyen kimselerdir. Biz o nankörlere aşağılayıcı bir azâp hazırlamışızdır. "Ellezîne yebhalune ve ye'murunen nase bilbuhli” bu da "ve men kâne” kavlinden bedeldir ya da zem üzere mensûbtur ya da o manaya merfû’dur yani humullezine demektir ya da mübteda’dır, haberi mahzûftur, takdiri, Ellezîne yebhalune bima bahilu bihi ve ye'murunen nase bilbuhli demektir. Hamze ile Kisâî burada ve Hadid sûresinde iki harfin de fethiyle "bilbahâli” okumuşlardır ki, o da geçerli bir lügattir. "Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği şeyleri gizleyen kimselerdir” ilim ve zenginlik gibi verdiği şeyleri, onlar bu sebeple her türlü kınanmayı hak etmişlerdir. (Biz o nankörlere aşağılayıcı bir azâp hazırladık) zamir yerine zahiri koyması hâli böyle olanın Allah'ın nimetini inkâr ettiğini bildirmek, Allah'ın nimetini inkâr edenin de horlanacağı bir azaba duçar olacağını göstermek içindir. Çünkü nimete cimrilik ederek ve onu gizleyerek ona hürmetsizlik etmiştir. Âyet Ensâr'a nasihat vererek: Mallarınızı harcamayın, fakir olmanızdan korkuyoruz, diyen bir bölük Yahûdî hakkında inmiştir. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in sıfatını gizleyen kimseler hakkında indiği de söylenmiştir. 38Ve onlar mallarını insanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimselerdir. Şeytan kime arkadaş olursa, o ne kötü arkadaştır! "Vellezine yünfikune emvalehüm riaen nasi” bu da "Ellezîne yebhalune” yahut "elkafîrin"e ma’tûftur. Kınama ve tehditte onlara ortak olmaları şundandır; çünkü cimrilik ve malı uygun olmayan yere harcamak demek olan israfın, bu ikisinin ifrat ve tefrit olmasından dolayı çirkinlikte ve kınamayı hak etmede eşit olmasındandır yahut mübteda’dır, haberi de "vemen yüküniş şeytanu lehu karinen” cümlesinden anlaşılan şeydir. "Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimselerdir” böyle oldukları içindir ki, onun rızâsını ve sevabını aramazlar. Bunlar Mekke müşrikleridir. Münâfıklar oldukları da söylenmiştir. "Şeytan da kime arkadaş olursa, o ne kötü arkadaştır!” şeytanın onların arkadaşları olduğunu ve onları buna sürükleyenin ve süsleyenin de o olduğunu vurgulamak içindir. Çünkü Allahü teâlâ: "Saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir” (İsra:27) buyurmuştur. Maksat İblis ile dış ve iç yardımcılarıdır. Cehennemde şeytanla birleştirileceklerini gösteren tehdit olması da câizdir. 39Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe îman etseler ve Allah’ın, kendilerine rızık ettiği şeylerden Allah yolunda harcasalardı, ne olurdu? Allah onları çok iyi bilmektedir. "Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe îman etseler ve Allah’ın, kendilerine rızık ettiği şeylerden Allah yolunda harcasalardı ne olurdu?” yani onlara ne lâzım gelirdi? Yahut îman etmek ve Allah yolunda harcamakla neden sorumlu olurlardı? Bu da harcayacak yeri bilmemeleri ve bir şeye yanlış olarak inanmaları yüzünden onlar için bir azarlama ve cevap bulmak için fikir yormaya teşviktir. Belki o zaman çok faydalı ve önemli getirişi olan şeyi bilirler. Bir de şuna dikkat çekmektedir ki, zararsız bir şeye davet edilen kimse ona ihtiyatla yaklaşmalıdır, ya sırf iyilik olursa nasıl davranmalıdır? Îmanın burada öne, öteki Âyette de sona alınması şunun içindir; zira burada zikrinden maksat teşviktir, orada ise illet bildirmektir. "Allah onları çok iyi bilmektedir” bu da onlar için tehdittir. 40Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez. Eğer o zerre bir iyilik olursa, Allah onu katlar ve sâhibine kendi katından büyük bir mükâfat verir. "Şüphesiz Allah, zerre kadar haksızlık etmez” mükâfatı eksiltmez, azâbı da artırmaz, en küçük şey lan zerre kadar da yapmaz, o da küçük karıncadır. Toz parçacıklarıdır da denilmiştir. Âyette geçen mıskal saki kökünden mifal veznindedir. Onu zikretmede şuna îma vardır ki, onun hacmi küçük ise de karşılığı büyüktür. "Ve intekü haseneten” eğer o iyilik zerre ağırlığında olsa, zamirin müennes olması, haberin müennes olmasından ya da miskalın müennese muzâf olmasındandır. Kâne'nin nûn'u kıyasa muhâlif olarak hazfedilmiştir, çünkü harf-i illete benzetilmiştir. İbn Kesîr ile Nâfi' ref ile "kâne” de tamme olarak "hasenetün” okumuşlardır. "Yudaifha” sevabını katlar demektir. İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ya'kûb "yudifha” okumuşlardır ki, ikisi de aynı manayadır. "Kendi katından verir” sâhibine kendi yanından lütuf ve amele karşılık olarak vereceği vaatten fazla olarak verir, "büyük bir mükâfat” bol vergi demektir. 41Her ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve seni de onların üzerine şâhit getirdiğimiz gün (hâlleri) nice olur? "Fekeyfe” Yahûdî, Hıristiyan ve diğerlerinden o kâfirlerin hâli nasıl olur? "Her ümmetten bir şâhit getirdiğimiz gün?” yani peygamberlerini bozuk inançlarına ve çirkin amellerine şâhit etmek için. İza zarfının âmili mübteda ile haberden anlaşılan şeydir, o da durumun korkunçluğu ve olayın büyüklüğüdür. "Seni getirdiğimiz zaman” ey Muhammed "bunların üzerine şâhit olarak” o şahitlerin doğruluğuna şahitlik edersin, çünkü onların itikatlarını bilmektesin, şerîatın da onların bütün kaidelerini içine almaktadır. (Onların) hâlleri sorulan kâfirlere işâret olduğu da söylenmiştir. Mü'minlere işarettir de denilmiştir, çünkü Allahü teâlâ: "insanlara şâhit olmanız, Peygamberin de size şâhit olması için” (Hac: 78) buyurmuştur. 42O gün kâfirler ve Peygamber'e isyan edenler yerle bir olmalarını isterler ve Allah’a karşı hiçbir sözü gizleyemezler. "O gün kâfirler ve Peygamber'e isyan edenler yerle bir olmalarım isterler” o zamanki hâllerini beyan etmektedir yani hem kâfir olup hem de emre karşı gelenler yahut kâfirler ve asiler o vakit yere gömülmelerini ve ölüler gibi yerle bir olmalarını isterler. Yahut diriltilmemeyi veyahut yaratılmayıp da yerle eşit olmayı isterler demektir. "Allah'a karşı hiçbir sözü gizleyemezler” onu gizlemeye güçleri yetmez, çünkü organları onlara şahitlik eder. Vela yektümune'deki vâv'ın hâliye olduğu da söylenmiştir yani Allah'a karşı bir sözü gizleyemedikleri hâlde yerle bir olmayı isterler demektir. "Vallahi Rabbimiz, bizler müşrikler değildik” (En'âm: 23) diyerek yalan söyleyemezler. Çünkü rivâyete göre onlar bunu dedikleri zaman Allah ağızlarını mühürler; o zaman azaları onlara karşı şahitlik eder. Durumları daha da kötüleşince yerle bir olmayı isterler. Nâfi' ile İbn Âmir "tessevva” okumuşlardır ki, aslı tetesevva'dır; te sin'e idgam olunmuştur. Hamze ile Kisâî de ikinci te'yi atarak tesevva okumuşlardır. Sevveytühü ve fetesevva denir. 43Ey îman edenler, sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye kadar ve cünüp iken - yolcu olmanız müstesna - gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur yahut yolculukta bulunur veyahut ayakyolundan gelirseniz yahut kadınlara dokunursunuz da su bulamazsanız, temiz toprakla teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah, çok affedici ve çok bağışlayıcıdır. "Ey îman edenler, sarhoş iken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın” yani uyku veya içki gibi bir şeyden sarhoşken uyanmcaya ve namazda ne dediğinizi bilinceye kadar namaza kalkmayın. Rivâyete göre Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh bir ziyafet hazırladı ve ashaptan birkaç kişiyi çağırdı. O zaman içki serbest idi. Yediler, içtiler, sonra da sızdılar. Akşam namazı vakti geldi, biri namaz kıldırmak için öne geçti, "abüdü matabüdun” şeklinde okudu. Âyet bunun üzerine indi. Şöyle de denilmiştir: Namazdan maksat namaz yerleridir, o da mescitlerdir. Bundan murat edilen de sarhoşun namaza yaklaşmasını men etmek değildir; asıl maksat aşırı içmekten men etmektir. Sükr sekrden gelir ki, o da tıkamaktır. Feth ile "sekâra” ve "sekra” da okunmuştur, o zaman helkâ gibi çoğul olur. Ya da tekildir, şu manayadır: Ve entüm kavmün sekra. Hubla vezninde sükra da okunmuştur ki, o da cemâatin sıfatı olur. "Vela cünüben” bu da "veentüm sükara” kavline ma’tûftur. Çünkü cümle hâl olarak mahallen mensûbtur. Cünüb de cenabet olan kimsedir, onda müzekker ile müennes ve tekil ile çoğul birdir. Çünkü mastar hükmündedir, "illâ abiriy sebilin” bu da "vela cünüben” e ma’tûftur. En geniş hâlden istisna edilmiştir yani yolculuk hariç bütün hâllerde cünüp iken namaza yaklaşmayın demektir. Bu da suyu bulmadığı vakittir. Buna da arkasından teyemmümden bahsedilmesi şahittir. Ya da cünüben'in sıfatıdır ki, cünüben gayra abiriy sebilin demektir. Bunda teyemmümün hadesi (manevî kirliliği) kaldırmadığına delil vardır. Kim namazı mescitler olarak tefsir ederse, abiriy sebilin ini de oradan geçmekle tefsir eder ve cünübün mescitten geçmesini câiz görmüş olur, Şâfiî radıyallahü anh de böyle buyurmuştur. Ebû Hanîfe radıyallahü anh de: Onun mescitten geçmesi câiz değildir ancak orada su olması ve yolun oradan geçmesi hariç, buyurmuştur. "Gusül edinceye kadar” bu da cünüpken namaza yaklaşma yasağının sonunu bildirmektedir. Âyette şuna tembih edilmiştir ki, namaz kılan kimse onu oyalayacak ve kalbini meşgul edecek şeylerden sakınmalı, nefsini temizlenmesi gereken şeylerden temizlemelidir. "Eğer hasta olursanız” suyu kullanmaktan korkulan bir hastalıktan korkarsanız demektir. Çünkü o zaman suyu bulan da bulmayan gibidir. Ya da suya yetişmeye mani bir hasta olursanız demektir. "Ya da yolculukta olursanız” onda suyu bulamazsanız "veyahut biriniz ayakyolundan gelirse” önden veya arkadan bir şey çıkmakla abdesti bozulursa. Burada geçen gait kelimesi alçak ve çukur yer demektir. "Ya da kadınlara dokunursanız” derileri derilerinize dokunursa, Şâfiî elle dokunmanın abdesti bozacağını söylemiştir. Cima ederseniz de denilmiştir. Hamze ile Kisâî burada ve Maide sûresinde "lemestüm” şeklinde okumuşlardır. Bunun cimadan kinaye olarak kullanılması, lamestüm'den daha azdır. "Su da bulamazsanız” kullanmaya imkânınız olmazsa, zira bu da suyu bulamamış gibidir. Bu taksimin gerekçesi şöyledir: Teyemmüm etmesine izin verilen kimse ya abdestsizdir ya da cünüptür. Bunu gerektiren şey de çoğunlukla ya hastalıktır ya da yolculuktur. Cünüp daha önce zikredildiği için hâlini beyan etmekle yetinilmiştir. Abdestsiz ise daha önce zikredilmediği için başına gelecek şeyler direkt ve dolaylı olarak anlatılmıştır. Cünübün hâlleri açıklandığı ve mazeret de kısa olarak bildirildiği için ona gerek kalmamıştır. Sanki şöyle denilmiştir: Hasta olursanız yahut yolculukta bulunursanız veyahut ayakyolundan gelir de abdestsiz olursanız veyahut da kadınlara dokunmuş olursunuz da su bulamazsanız "teiniz toprakla teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün” yani yeryüzü cinsinden temiz bir şeye gidin, demektir. Bunun içindir ki, Hanefiler: Teyemmüm eden kimse elini düz bir taşa vursa da onu üzerine sürse, yeter, demişlerdir. Bizim arkadaşlarımız (Şâfiîler) ise, mutlaka eline biraz toprak bulaşmalıdır, demişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ Maide sûresinde: "femsehu bivücuhiküm ve eydiküm minhü” (Maide: 6) buyurmuştur. Yani ondan bir kısmıyla demektir. "Min"i parça için değil de iptida-i gaye için saymak zorlamadır, çünkü bu gibi şeyden ancak parça manası anlaşılır. El de omuza kadar olan kısmın adıdır. Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz teyemmüm etti ve ellerini dirseklere kadar mesh etti. Abdest de gösteriyor ki, burada murat edilen de dirseklere kadar sürmektir. "Şüphesiz Allah, çok affedici ve çok bağışlayıcıdır” bunun içindir ki, size kolaylık sağlamış ve size müsaade etmiştir. 44Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi; onlar sapıklığı satın alıyor ve sizin yoldan sapmanızı istiyorlar? "Kendilerine verilenleri görmedin mi?” gözle görmedendir yani onlara bakmadın mı, demektir, Ya da kalp gözüyle görmedendir. "İlâ” ile geçişli kılınması intiha (varmak, ulaşmak) manası yüklendiği içindir. "Kitaptan bir nasip” Tevrat ilminden küçük bir hisse demektir. Çünkü maksat Yahûdî hahamlarıdır. "Sapıklığı satın alıyorlar” onu hidâyete tercih ediyorlar yahut ona imkân bulduktan veya elde ettikten sonra Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i inkâr etmekle değiştiriyorlar demektir. Rüşvet alıyorlar ve Tevrat'ı tahrif ediyorlar da denilmiştir. "Ve sizi saptırmak istiyorlar” ey mü'minler "yoldan” hak yolundan. 45Allah düşmanlarınızı çok iyi bilmektedir. Gerçek bir dost olarak ve yardımcı olarak Allah yeter. "Allah düşmanlarınızı çok iyi bilmektedir” bunların düşmanlıklarını ve size ne istediklerini haber verdi ki, onlardan sakınasınız. (Allah bir dost olarak yeter) işinizi görecek bir dost "ve yardımcı olarak” sizi destekleyecek, öyleyse ona güvenin ve onunla yetinin başkasını beklemeyin. Billahi'deki ba "kefa"nın fâ'iline nisbî teması isnadı temasla te'kit etmek için fazla olarak getirilir. 46Yahûdîlerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak: "İşittik ve isyan ettik, dinle, dinlemez olası", "raina” derler. Eğer onlar: "İşittik, itâat ettik, dinle ve bize bak” deselerdi, onlar için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Fakat Allah inkârları yüzünden onlara lâ'net etmiştir. Artık pek azı hariç îman etmezler. (Yahûdîlerden) bu da kendilerine kitap verilenleri açıklamaktadır; çünkü onlara da başkalarına da ihtimali vardır. İkisinin arasındaki de itîraziye cümlesidir ya da a'daiküm'ü beyan etmektedir yahut da nasiyran'ın sılasıdır yani size Yahûdîlerden yardım edecek ve onlara karşı koruyacak demektir. Ya da sıfatı mahzûf haberdir. "Kelimeleri yerlerinden değiştirirler” yani Yahûdîlerden öyle bir topluluk vardır ki, kelimeleri değiştirirler, yani Allah'ın koyduğu yerlerden kaydırırlar, yerine başkasını koyarlar. Ya da onu hoşlarına gidecek şekilde te'vil eder; Allah'ın indirdiği şeyden saptırırlar. Kâfin kesri ve lamın sükûnu ile küm de okumuşlardır ki, kelimenin hafifi olan kilme'nin cem'i olur. "İşittik, derler” senin sözünü "ve isyan ettik” emrine, "dinle, dinlemez olası” yani sana, sağır olasın veya ölmenle "duymayasm” diye beddua ederler. Ya da dinle, davet ettiğin şey kabul olunmayası demektir, ya da dinle, hoşuna giden bir söz duymayası, ya da bir söz dinle, sana duyurulmasın, çünkü kulağın onu duymak istemez. Bu şekilde gayra müsmain mef’ûlün bih olur. Ya da hoşuna gitmeyen bir şey dinlemeyesin demektir. Bunu da münâfıklıklarından derler. "Raine” bize süre ver, seninle konuşalım ya da sözünü anlayalım. "Dillerini eğerek” onu kıvırarak, sövmeye benzeyen bir kelimeye benzeterek. Çünkü birbirlerine sövmeye benzeyen raina kelimesini bize süre tanı, dinlemez olası'nı da kötü bir şey duymayasın kelimesine kıvırırlar. Ya da içten münâfıklıklarından dolayı sövmek ve hakaret etmek manasına gelen kelimeyi dua ve saygıya kıvırırlar. "Dine saldırarak” onunla alay ederek ve dalga geçerek. "Eğer onlar: İşittik, itâat ettik, dinle ve bize bak” deselerdi, eğer onun yerine bunu tespit etselerdi "onlar için daha hayırlı ve daha doğru olurdu” bu sözleri onlar için daha iyi ve daha dürüst olurdu. Bu gibi yerlerde "lev"den sonra fiilin hazfedilmesi, enne'nin ona delâlet etmesinden ve onun yerine geçme sin dendir. "Fakat Allah onlara inkârları yüzünden lâ'net etmiştir” fakat onları küfürleri yüzünden perişan etmiş ve onları doğru yoldan uzaklaştırmıştır. "Artık pek azı hâriç îman etmezler” yani ancak az ve önemsiz şekilde îman ederler. O da âyetlerin ve peygamberlerin bir kısmına îman etmeleridir. Az demekle hiç etmemeyi kastetmek câizdir, şairin şu sözü gibi: Başlarına gelen musibete az şikâyet ederler (hiç etmezler). 47Ey kendilerine kitap verilenler, bazı yüzleri silip de enselerine döndürmemizden veyahut Cumartesi yaranlarına lâ'net ettiğimiz gibi onlara da lâ'net etmemizden önce yanınızdakini tasdik etmek üzere gönderdiğimiz şeye îman edin. Allah'ın emri yerine getirilmiştir. "Ey kendilerine kitap verilenler, bazı yüzleri silip de enselerine döndürmemizden önce îman edin” onlardan çizgilerini silip de onları arka yani ense durumuna getirmemizden önce ya da onları dünyada veya âhirette geriye çevirmemizden önce demektir. Âyette geçen tams’ın aslı benzer işaretleri silmektir. Bazen de sureti kaldırmada tals (kazıma) manasına gelir. Mutlak çevirmek ve değiştirmek manasına da gelir. Bunun içindir ki, manası, yüzleri değiştirip de saygınlığını ve şanslılığını değiştirmeden ve onlara küçüklük ve şanssızlık maskesini geçirmeden önce ya da onları geldikleri yere döndürmeden önce demektir ki, o da Şâm'ın Ezruat bölgesidir. Bundan da Nadıyr oğullarının sürgünü kastedilmiştir. Şöyle diyenlerin sözleri de buna yakındır: Yüzlerden maksat reislerdir ya da yüzleri silmeden önce yani gözleri ibret almaktan kör etmeden ve kulakları hakkı dinlemekten sağır etmeden ve onları hidâyetten sapıklığa çevirmeden önce. "Veyahut Cumartesi yaranlarına lâ'net ettiğimiz gibi onlara da lâ'net etmeden önce” ya da suretlerini değiştirmeden önce, tıpkı Cumartesi yaranlarına ettiğimiz gibi. Yani bunların suretlerini de onlarınki gibi değiştirmeden önce ya da onlara Dâvûd'un diliyle lâ'net ettiğimiz gibi senin dilinle de lâ'net etmeden önce demektir. (Nel'anehüm'deki) zamir yüzlerin sahiplerine râcidir ya da üslup değiştirme için Ellezîne'ye râcidir ya da vücuhtan itibarlı kimseler kastedilmek üzere vücuha râcidir. Birinci manaya göre tams'a atfı bundan dünyada suret değiştirmenin kastedilmediğini gösterir. Kim de tehdidi dünyada suret değiştirmeye alırsa, bunun henüz beklendiğini ya da bunun îman etmeme şartına bağlı olduğunu söyler İd onlardan bir grup îman etmiştir. "Allah'ın emri oldu” bir şeyin olacağına dâir emri yahut tehdidi veyahut hükmü ve kazası demektir "yerine getirilmiş” geçerli ve tahakkuk etmiş oldu. Binâenaleyh eğer îman etmezseniz size va'dedilen de mutlaka yerine getirilir. 48Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasmı istediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, büyük bir günah uydurmuş olur. "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz” çünkü azabının sonsuz olduğuna dâir verdiği hüküm kesindir ya da o günahın izi silinmez; o sebeple affa hazır olmaz, ama başka günah öyle değildir. "Bundan başkasını bağışlar” yani şirkten başkasını küçük olsun büyük olsun bağışlar "istediği kimse için” lütuf ve ihsanından dolayı. Mu'tezile bu dileme kaydını iki fiile de bağlamışlar, şu manaya ki, Allah dilediği kimseye şirki bağışlamaz, o da tevbe etmeyendir. Bundan başkasını istediğine bağışlar ki, o da tevbe edendir. Onların bu görüşünde delil olmadan kayıtlama vardır; zira büyük günahlardaki genellik kaydını korumak bu Âyettekinden daha üstün değildir. Aynı zamanda bu Âyette mezhepleri de çürütülmüştür, çünkü dilemeye bağlamak tevbeden önce azâp etmenin ve sonra da vazgeçmenin vâcip olduğuna aykırıdır. Böyle olunca âyet onlara karşı delil olduğu gibi Haricilere de karşı delildir ki, onlar da her günahın şirk olduğunu ve sâhibinin cehennemde ebedî kalacağını savunmuşlardır. "Kim Allah'a şirk koşarsa büyük bir günah uydurmuş olur” yanında diğer günahların küçük kalacağı bir şey irtikâp etmiş olur. Bu da bununla diğer günahların arasındaki manaya işarettir. İftira söze denildiği gibi işe de denilir, ihtilak da aynı durumdadır. 49Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Bilâkis Allah dilediğini temize çıkarır. Onlar hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar haksızlığa uğratılmazlar. "Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi?” ehl-i kitabı kastediyor, onlar: "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz” (Maide: 18) dediler. Şöyle de denilmiştir: Bunlar Yahûdîlerden birtakım kimselerdir, çocuklarını Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e getirdiler: Bunların günahı var mı, dediler? O da: Hayır, dedi. Onlar da: Allah'a yemin ederiz ki, bizler de onlar gibiyiz; gündüz yaptığımız gece bağışlanır, gece yaptığımız da gündüz bağışlanır, dediler. Kendini tezkiye edip de övenler de onlar gibidir. "Bilâkis Allah dilediğini temize çıkarır” bu da muteber olanın, onların değil Allah'ın tezkiyesi olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü insanın içindeki güzellik ve çirkinliği bilen odur. O da onları kınamış, râzı olduğu mü'min kullarını ise temize çıkarmıştır. Tezkiyenin aslı iş olsun söz olsun çirkin görülen bir şeyi uzaklaştırmaktır. "Onlar haksızlığa uğratılmazlar” kendilerini haksız yere temize çıkardıkları için "hurma çekirdeğinin ipliği kadar” en basit ve en küçük haksızlığa demektir. Fetil hurma çekirdeğinin yangındaki ipliktir, basitliği onunla temsil ederler. 50Bak, Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar. Bu apaçık bir günah olarak yeter. "Bak, Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar?” kendilerinin Allah'ın oğulları ve onun katında temiz olmaları iddiasıyla. "Bu da yeter” bu iddia ve iftiraları "apaçık bir günah olarak” öyle bir günah ki, diğer günahları arasında gizli değildir (göze en çarpanıdır). 51Kendilerine kitaptan nasip verilmiş olanları görmedin mî? Puta ve bâtıl ilahlara inanıyorlar ve kâfirler için: "Bunlar îman edenlerden daha doğru yoldadır” diyorlar. "Kendilerine kitaptan nasip verilmiş olanları görmedin mi? Puta ve bâtıl ilahlara inanıyorlar". Bazı Yahûdîler hakkında indi, bunlar: Putlara tapmak Allah katında Muhammed'in davet ettiği şeyden daha iyidir, diyorlardı. Şöyle de denilmiştir: Huyeybin Ahtab, Ka'b bin Eşref ve bir bölük Yahûdî Mekke'ye çıktılar, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'le savaşmak için Kureyşle ittifak kurmak istiyorlardı. Kureyş: Siz ehl-i kitapsınız, Muhammed'e bizden daha yakınsınız, sizin tuzağınızdan emin değiliz; bizim ilâhlarımıza secde edin ki, gönlümüz rahat etsin, dediler. Onlar da öyle yaptılar. Âyette geçen cibt aslında bir putun adıdır, Allah'tan başka tapılan her şeye kullanıldı. Aslı cibs'tir denilmiştir, o da hayırsız şey demektir. Sin'i te'ye kalb olundu. Tağut da mâbut olsun başka bir şey lsun her türlü bâtıla denir. "Kâfirlere derler” onlar ve dinleri için derler "bunlar” onlara işarettir, "îman edenlerden daha doğru yoldadırlar". Dinleri daha doğru, yolları daha açıktır, derler. 52İşte onlara Allah lâ'net etmiştir. Allah da kime lâ'net ederse, onun için asla bir yardımcı bulamazsın. "İşte Allah onlara lâ'net etmiştir. Allah da kime lâ'net ederse, onun için asla bir yardımcı bulamazsın". Şefaat ve saire ile ona yardım edecek birini demektir. 53Yoksa onların mülkte bir hisseleri mi var? Eğer öyle olsa idi, insanlara hurma çekirdeğinin çukuru kadar bir şey (zırnık) vermezlerdi. "Em lehüm nasibün minel mülki” em munkatıadır, hemzenin manası da Yahûdîlerin mülkün onlara döneceğine dâir inançlarını red ve İnkârdır. "Eğer öyle olsa idi insanlara hurma çekirdeğinin çukuru kadar bir şey vermezlerdi” yani mülkten bir hisseleri olsa idi, kimseye nakir kadar bir şey vermezlerdi ki, o da çekirdeğin üzerindeki minicik çukurdur. Bu da onların ne kadar derin bir cimriliğe battıklarını gösterir. Çünkü onlar krallarken bunda cimrilik ediyorlar, ya bir de sefil fakirler oldukları zaman ne yaparlar? Mananın onlara mülkün kinaye ile verildiği ve onların da insanlara bir şey vermedikleri şeklinde olması da câizdir. Vâv'dan yahut fe'den sonra lâ müfredi ortak etmek için gelirse, amel etmesi de etmemesi de câiz olur. Bunun içindir ki, amel ettirerek nasb üzere "layü'tu” şeklinde okunmuştur. 54Yoksa Allah'ın, insanlara lütf-u kereminden verdiklerini mi kıskanıyorlar? Gerçekten biz, İbrâhîm hanedanına kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir mülk verdik. "Yoksa insanları mı kıskanıyorlar?” Hayır, onlar Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i yahut Arapları veyahut bütün insanları mı kıskanıyorlar? Çünkü bir kimseyi peygamberlikte kıskanan bütün insanların kemal ve faziletlerini kıskanmış gibidir. Bu yüzden onları kınadı ve kıskançlıklarını da reddetti, nitekim onların cimriliklerini de kınadı. Bu ikisi rezaletlerin en kötüsüdür, bunlar birbirlerini çekerler, birbirlerinden ayrılmazlar. "Allah'ın insanlara lütf-u kereminden verdiğini” yani peygamberliği, kitabı, zaferi ve onuru ya da beklenen peygamberi Araplardan kılmasını? "Biz İbrâhîm hanedanına verdik” onlar Muhammed'in selefleridir ve amcasının oğullarıdır, "kitabı ve hikmeti” peygamberliği "ve onlara büyük bir mülk verdik” Allah'ın onlara da böyle bir şey vermesi akla uzak değildir. 55Onlardan kimi ona îman etti; onlardan kimi de ondan yüz çevirdi. Çılgın ateş olarak cehennem yeter. "Onlardan kimi” Yahûdîlerden kimileri "ona îman etti” Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e ya da İbrâhîm hanedanından anlatılan şeylere "onlardan kimi de ondan yüz çevirdi” ondan yan çizdi, ona îman etmedi. Mananın şöyle olduğu da söylenmiştir: İbrâhîm ailesinden ona (İbrâhîm'e) îman eden de vardır, etmeyen de vardır. Bu onun durumunu sarsmadığı gibi bunların îman etmemeleri de onun durumunu sarsmayacaktır. "Çılgın ateş olarak cehennem yeter” tutuşturulmuş ve azâp edilecekleri ateş demektir yani eğer azâbı acele etmezlerse, onlar için hazırlanan çılgın ateş onlara yeter. 56Âyetlerimizi inkâr edenleri yakında cehenneme atacağız. Derileri piştikçe, azâbı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz Allah, mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir. "Âyetlerimizi inkâr edenleri yakında cehenneme sokacağız". Bu da geçenleri açıklamakta ve tespit etmektedir. "Derileri piştikçe, azâbı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz” Meselâ o derinin aynısının başka biriyle değiştirilmesi, meselâ yüzüğü küpeye değiştirmek gibi. Ya da azâbı tekrar hissetmesi için yanmanın tesiri izale edilmekle olur, nitekim "azâbı tatmaları için” buyurmuştur. Yani tatması devam etmesi için demektir. Yerine başka deri yaratılır da denilmiştir. Azâp gerçekte idrak sâhibi olan nefsedir, idrake alet olan şeye değildir, bunda da bir mahzur yoktur. "Şüphesiz Allah, mutlak gâlibtir” istediğine mani olunmaz, "hikmet sâhibidir” hikmetine göre ceza verir. 57Îman edip iyi şeyler yapanları da altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetlere girdireceğiz. Onlar için orada tertemiz eşler vardır. Ve onları koyu bir gölgeye sokacağız. "Îman edip iyi şeyler yapanları da altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî kalacakları cennetlere girdireceğiz” kâfirleri ve azaplarını mü'minlerden önce zikretmesi sözün onların hakkında doğrudan, mü'minlerin hakkında da dolayısıyla olmasındandır. "Onlar için orada tertemiz eşler vardır. Ve onları koyu bir gölgeye sokacağız” sık, açık yeri olmayan ve güneş görmeyen yere demektir. Bu da tam ve devamlı nimete işarettir. Âyette geçen zalîl sıfattır, te'kit için zül'dan türetilmiştir, Meselâ şemsün şamisün (sıcak güneş), leylün elyelü (karanlık gece) ve yevmün eyvemü (nasıl gün!) gibi. 58Şüphesiz Allah, size emanetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici ve hakkıyla görücüdür. "Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline vermenizi emreder” bütün mükellefleri ve emanetleri içine alan bir hitaptır. Gerçi âyet Mekke'nin fethinde Osman bin Talha bin Abdüddar hakkında inmişti. Kabe'nin kapısını kapattı ve anahtarı Efendimize vermek istemedi, sonra da: Onun Allah'ın Resûlü olduğunu bilseydim mani olmazdım, dedi. Hazret-i Ali kerremallahu veçhe elini büktü, anahtarı aldı; Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de içeri girdi, iki rekat namaz kıldı. Çıkınca Abbâs radıyallahü anh anahtarı kendisine vermesini ve hacılara su dağıtma görevinin yanı sıra Kabe bakıcılığını da vermesini istedi. Âyet bunun üzerine indi. Allah da ona (Osman'a) verilmesini emretti. O da Ali radıyallahü anh'e anahtarı ona vermesini ve ondan özür dilemesini istedi. Bu da onun İslâm'a girmesine sebep oldu. Kabe bakıcılığının sonsuza kadar onun evlatlarında kalmasına dâir vahiy indi. "Ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” yani hükmünüz altındakilere yahut hükmünüze râzı olacaklara hükmettiğiniz zaman demektir. bir de hükmetmek idarecilerin vazifesidir. Hitabın onlara olduğu da söylenmiştir. "Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor” yani öğüt verdiği şey ne güzeldir. Bu durumda "mâ” edâtı mensûbtur ve "yeizuküm” ile mevsûftur ya da merfû’dur ve "bihi"ye mevsûldur. Nime'nin mahsus bilmethi de mahzûftur, o da emanetlerin ödenmesi ve hükümlerde adalet edilmesi gibi emredilen şeylerdir. "Şüphesiz Allah, hakkıyla işitici, hakkıyla görücüdür” sözlerinizi, hükümlerinizi ve emanetler hususunda yaptıklarınızı demektir. 59Ey îman edenler, Allah'a itâat edin, Resûl'e ve sizden olan emir sahiplerine itâat edin. Eğer bir şeyde tartışırsanız, Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, onu Allah'a ve Resûl'e götürün. Bu daha hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir. "Ey îman edenler, Allah'a itâat edin, Resûl'e ve sizden olan emir sahiplerine itâat edin” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem zamanında ve ondan sonraki emir sahiplerini kastediyor. Hâlifeler, kadılar ve askerî birlik komutanları da bunların içine girer. Onlara adaletle hükmetmelerini emrettikten sonra insanlara da onlara itâat etmelerini emretmesi, itaatlerinin haklı olduğu sürece vâcip olduğuna dikkat çekmek içindir. Bunların din alimleri olduğu da söylenmiştir, çünkü Allahü teâlâ: "Eğer onu Peygambere ve emir sahiplerine götürselerdi onlardan bunu çıkaranlar elbette bilirdi” (Nisa: 83) buyurmuştur. "Eğer tartışırsanız” siz ve sizden olan idarecileriniz "bir şeyde” din işlerinden bir şeyde demektir. Bu da birinci yorumu teyit etmektedir, çünkü mukallidin müctehitle verdiği hükümde tartışma yetkisi yoktur. Halk öyle değildir. Ancak hitabın üslup değiştirerek emir sahiplerinedir denilmesi hariç. "Onu götürün” o konuda başvurun "Allah'a” kitabına "Resûl'e” zamanında ondan sormak, arkasından da sünnetine müracaat etmekle. Kıyası inkâr edenler bunu delil getirmiş ve: Allahü teâlâ ihtilâf edeni kıyasa değil kitap ve sünnete döndürmüştür, demişlerdir. Buna şöyle cevap verilmiştir: İhtilaf edenin nassla açıklanan şeye döndürülmesi misalle ve ona bina etmekle olur. Bu da kıyastır. Allah'a itâati ve Peygamberine itâati emrettikten sonra bunu emretmesi de bunu teyit eder. Çünkü bu, hükümlerin üç olduğunu gösterir: Kitapla sâbit olan, sünnetle sâbit olan ve kıyas yolu ile bu ikisine döndürmekle sâbit olan. "Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorsanız” çünkü îman bunu gerektirir. "Bu” döndürme "daha hayırlıdır” sizin için "ve sonuç bakımından daha güzeldir” sizin te'vilinizden daha güzeldir. 60Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmedin mi; tağuta başvurmak istiyorlar; hâlbuki onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları pek uzak bir sapıklıkla azdırmak istiyor. "Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarım iddia edenleri görmedin mi; tağuta başvurmak istiyorlar” İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Bir münâfık bir Yahûdî ile dava etti, Yahûdî onu Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e davet etti, münâfık da onu Ka'b bin Eşrefe davet etti. Sonra onlar Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e gittiler, o da Yahûdî'nin lehinde karar verdi. Münâfık da karara itiraz etti ve: Ömer'e gidelim, dedi. Yahûdî Ömer'e: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem benim lehimde karar verdi, bu da onun kararma râzı olmadı ve sana geldi, dedi. Ömer radıyallahü anh de müNâfi’ğa: Öyle mi, dedi? O da: Evet, dedi. O da: Ben gelinceye kadar burada bekleyin, dedi, içeri girdi, kılıcını aldı, sonra da çıktı; müNâfi’ğın boynunu vurdu. Leşi soğuyunca: Allah ve Resûlünün hükmüne râzı olmayana ben böyle hükmederim, dedi! Âyet de bunun üzerine indi. Cebrâîl: Ömer hak ile bâtılı ayırdı, dedi; o sebeple ona bu isim verildi. Tağut da buna göre Ka'b bin Eşreftir. Haksız karar veren ve tercih eden de onun hükmündedir. Ona tağut denilmesi, aşırı tuğyanından veya şeytana benzemesinden yahut da ona başvurmanın şeytana başvurma olmasındandır. Çünkü buna o sevk etmiştir, nitekim: "Hâlbuki onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları pek uzak bir sapıklıkla azdırmak istiyor” buyurmuştur. "En yekfuru biha” şeklinde de okunmuştur ki, o zaman tağut cemi olur, Allahü teâlâ’nın: "Evliyahumut tağutu yuhricunehüm” (Bakara: 257) âyetinde (cemi) olduğu gibi. 61Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e gelin” denildiği zaman münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün. (Onlara: Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e gelin) denildiği zaman lâm’ın zammı ile "tealu” şeklinde de okunmuştur, sırf bunu lamel fiili hazf etmek isteklerinden yapmışlardır. Sonra lâm da zamir vâv'ı için Mazmûm kılınmıştır. "Münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün” sududen mastardır yahut esas mastar olan sadd'den isimdir. Sad ile sed arasında şu fark vardır: Sad görülmeyen engeldir, sed de görülendir. Yesuddune de hâl yerindedir. 62Ellerinin öne sürdüğü şey yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman hâlleri nice olur? Sonra sana gelip Allah'a yemin ederler ve: "Biz ancak iyilik etmek ve arabuluculuk istedik” derler. (Nasıl) olur hâlleri "başlarına bir musibet geldiği zaman” Hazret-i Ömer'in müNâfi’ğı öldürmesi yahut Allah'ın bir gazabı gibi "ellerinin öne sürdüğü şey yüzünden” senden başkasına başvurmaları ve kararına râzı olmamaları gibi. "Sonra sana geldiler” başlarına musibet geldiği zaman, özür dilemek için. Bu da "esabethüm"e atıftır. Yesuddune'ye atıf olduğu da söylenmiştir. Aralarındaki de itiraz cümlesidir. "Allah'a yemin edenler” şu hâlde "biz ancak iyilik etmek ve arabuluculuk yapmak istedik” derler. Biz bununla ancak davayı en güzel şekilde ve hasımlar arasında uzlaşma ile bitirmek istedik, sana karşı çıkmak istemedik. Şöyle denilmiştir: Maktulün adamları kanını istemek üzere geldiler ve: Biz Ömer'e gitmekle adamımıza iyilik etmesini ve onu hasmı ile uzlaştırmasını istedik, dediler. 63Onlar öyle kimselerdir ki, Allah onların kalplerini bilir. Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve kendilerine tesir edecek söz söyle. "Onlar öyle kimselerdir ki, Allah onların kalplerindekini bilir” münâfıklığı bilir, gizlemeleri ve yalan yere yemin etmeleri onları azaptan kurtarmaz. "Artık onlardan yüz çevir” azaplarından yüz çevir, çünkü hayatta kalmalarında fayda vardır. Ya da mazeretlerini kabulden yüz çevir demektir. "Onlara öğüt ver” dilinle ve onları bulundukları hâlden çevir. "Ve kendilerine tesir edecek söz söyle” içlerindeki manadan dolayı yahut onlarla baş başa kalarak, çünkü gizli verilen nasihat daha çok tesir eder. “ tesir edecek söz “ içlerine işleyecek ve onlara etki edecek demektir. Günahlarından uzak durmayı, onlara nasihat etmeyi ve özendirerek ve korkutarak elinden geleni yapmasını emretti. Bu da Peygamberlerin şefkatlerinin bir sonucudur. Onlara selâm olsun. (Fi enfüsihim) zarfının, içlerine işleyen manasında "beliğan"e bağlanması zayıftır, çünkü sıfatın mamulü mevsûfun üzerine geçemez. Beliğ söz aslında manası maksada uygun olan (maksadı aşmayan) demektir. 64Biz her peygamberi ancak Allah'ın izni ile kendisine itâat edilsin, diye gönderdik. Eğer onlar nefislerine haksızlık ettikleri zaman sana gelip Allah'tan bağış dileseler, Peygamber de onlar için bağış dilese idi, Allah'ın tevbeleri kabul ettiğini, çok merhametli olduğunu görürlerdi. "Biz her peygamberi ancak Allah'ın izni ile kendisine itâat edilsin diye gönderdik” itâatine izni sebebiyle ve gönderilenlere ona itâat etmeleri emriyle. Sanki şuna delil getirmiş oluyor ki, onun kararma râzı olmayan kimse Müslüman da olduğunu gösterse, kafirdir, katli vâciptir. İzahı şöyledir: Peygamberi göndermek ancak itâat edilmek için olduğundan ona itâat etmeyen ve hükmüne râzı olmayan onun risâletini kabul etmemiştir. Kim de böyle olursa kâfir olur, katli de vâcip olur. "Eğer onlar nefislerine haksızlık ettikleri zaman” münâfıklıkla veyahut tağutun hükmüne gitmekle "sana gelselerdi” bundan tevbe ederek, bu da "ennehüm"ün haberidir "iz” de ona bağlıdır "Allah'tan bağış dileselerdi” günahları için, tevbe etmek ve ihlâs göstermekle "Peygamber de onlar için bağış dilese idi” senden özür dileselerdi de sen de onlara şefaatçi olsaydın. Neden hitap kalıbından dönüldü de vestağferte demedi, çünkü kıyas "sana gelselerdi” kavlinden dolayı bunu gerektirmektedir. Bu da şânım yüceltmek ve şuna dikkat çekmek içindir ki, Peygamberin hakkı suç ne kadar büyük olursa olsun özrü kabul etmek ve ona şefaat etmektir. Onun makamının icabı da büyük günahlara aracılık etmektir. "Allah'ın tevbeleri çok kabul ettiğini görürlerdi” tevbelerini rahmet ve şefkatinden dolayı kabul ettiğini bilirlerdi. Eğer vecede sadefe ile tefsir edilirse, tevvaben hâl olur, rahimen de ondan bedel olur ya da ondaki zamirden hâl olur. 65Hayır, Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem tutup da sonra da verdiğin karardan dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan ve iyice teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar. (Hayır, Rabbine yemin olsun ki,) yani feve rabbike demektir; lâ kasemi te'kit etmek için zâit kılınmıştır, "lâ yü'minun"daki lâ'yı kuvvetlendirmek için değil. Çünkü o, müsbet cümlede de zâit kılınır, Meselâ Allahü teâlâ’nın: "Lâ uksimu bihazel beledi” (Beled: 1) âyetinde olduğu gibi. "Aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem tutup da” aralarında çıkan ihtilâf ve karışıklık mevzuunda demektir. Şecere ihtilâf çıkmak demektir, şecer (ağaç) da ondandır ki, dalları birbirine girdiği içindir. "Sonra da verdiğin karardan dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan” verdiğin hükümden dolayı bir sıkıntı yahut onun için bir şüphe demektir. Çünkü şüphe eden de sıkılmış durumdadır. "Ve iyice teslim olmadıkça” sana içleri ve dışlarıyla itâat etmedikçe (îman etmiş olmazlar). 66Eğer biz onlara: "Kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın” diye yazsa idik, bunu ancak içlerinden pek azı yaparlardı. Eğer onlar kendilerine verilen öğüdü tutsalardı hem onlar için daha hayırlı hem de îmanlarını daha pekiştirici olurdu. "Eğer biz onlara: Kendinizi öldürün” diye yazsa idik” cihâdla ölüme maruz bırakın veyahut İsrâîl oğullarının öldürdüğü gibi onları öldürün dese idik. "En” mastariyedir yahut emerna manasına "ketebna"yı tefsir etmektedir. ( Yahut yurtlarınızdan çıkın) Meselâ İsrâîl oğullarının buzağıya tapmaktan tevbe etmeleri istendiği zaman çıkmaları gibi. Ebû Amr ile Ya'kûb harekelemede aslolan nûn'un kesri ile "eniktülu” ve ses uyumundan dolayı vâv’ın zammı ile "evuhrucu” okumuşlardır. Sonuncusunda "vela tensevul falda” (Bakara: 237) kavlindeki cemi vâv'ına da benzetmek istemişlerdir. Hamze ile Âsım da yine asıl olan kesre ile okumuşlar; diğerleri ise onları fiile bitişen hemze yerine koyarak zamme ile okumuşlardır. "Bunu ancak içlerinden pek azı yaparlardı". Az insanlar yaparlardı ki, onlar da ihlâslı olanlardır. Îmanları ancak hakkı ile teslim olmakla tamam olacağı belli olduğu için çoklarının kusuruna ve İslamlarının gevşekliğine dikkat çekti. "Mâ faaluhu"daki zamir yazılan şeye râcidir, bunu da "ketebna” kavli göstermektedir ya da iki fiilin mastarlarından birine râcidir. İbn Âmir müstesna olarak ya da illâ fî'len kalilen mülahazasıyla mensûb olarak okumuştur."Eğer onlar kendilerine verilen öğüdü tutsalardı” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e tâbi olma ve ona isteyerek itâat etme öğüdünü tutsalardı "hem onlar için daha hayırlı olurdu” dünya ve âhiretleri için "hem de îmanlarını daha pekiştirici olurdu” dinlerini. Çünkü ilmi daha çok kazandırır ve şüpheyi daha çok bertaraf eder. Ya da amellerinin sevabını daha çok sağlamlaştırırdı. Tesbiten temyiz olarak mensûbtur. Bu âyet de geçen gibi o münâfıkla Yahûdî hakkında inmiştir. Şöyle de denilmiştir: Bu ve bundan önceki Hatıb bin Ebi Beltaa hakkında inmiştir. O, Zübeyr'le hurma bahçesini sulama konusunda dava etti. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem de: Zübeyr, önce sen ağaçlarını sula, sonra da suyu komşuna salıver, dedi. Hatıb da: Halanın oğlu olduğu için böyle karar verdin, dedi! aleyhis-salâtü ves-selâm da: Ey Zübeyr, sen ağaçlarını sula, sonra suyu tut, iyice dibe insin, hakkını tam al, sonra da onu komşuna gönder, dedi. 67Ve o zaman onlara kendi katımızdan bir mükâfat verirdik. "Ve o zaman onlara kendi katımızdan büyük bir mükâfat verirdik". Bu damukadder bir sualin cevabıdır, sanki: Bu tespitten sonra onlara ne olur denildi? O da: O zaman onlara mükâfat verirdik, dedi. Çünkü "izâ” cevap ve ceza ister. 68Onları elbet doğru bir yola iletirdik. "Onları elbet doğru yola iletirdik” o yola gitmekle Allah'ın kutsal huzuruna varırlardı, o da onlara gaybin kapılarını açardı. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediğini öğretir. 69Kim Allah'a ve Resûl'e itâat ederse, işte onlar Allah'ın, kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdirler. Bunlar da ne güzel arkadaştır. "Kim Allah'a ve Resûl'e itâat ederse, işte onlar Allah'ın, kendilerine nimet verdiği kimselerle beraberdirler". Böylece yaratılmışların en değerlilerinin ve en saygınlarının arkadaşlığını va'detmekle itaata daha çok teşvik edilmiştir. "Onlar da peygamberler, sıddıklar, şehitler ve iyilerdir” bu da "Ellezîne"yi beyan etmektedir ya da ondan veyahut "aleyhim"deki zamirden hâl’dir. Onları ilim ve ameldeki derecelerine ayırmış ve bütün insanları onlardan geri kalmamaya teşvik etmiştir. Onlar da peygamberlerdir. Onlar ilmin veya amelin kemali ile kurtuluşa ermişler, kemal derecesinden mükemmellik rütbesine geçmişlerdir. Sonra sıddıklar gelir, onların nefisleri de bazen delil ve âyetlere bakma merdivenlerine, bazen de arınma ve riyazet asansörleri ile irfanın zirvesine çıkmış, eşyayı yukarıdan temaşa etmiş ve onlardan olduğu gibi haber vermişlerdir. Sonra da şehitler gelir ki, onlar da taâta ve hakkı açığa çıkarmaya hırslarından dolayı Allah'ın kelimesini yüceltmek için canlarını feda etmişlerdir. Sonra da iyiler gelir ki, bunlar da ömürlerini ona itaatte, mallarını da onun rızasında bitirmişlerdir. Şöyle de diyebilirsin: Allah'ın nimet verdiği kimseler Ârif-i billahlardır. Onlar da ya ayan derecesine erişmişlerdir ya da delil ve delil makamında durmaktadırlar. Birinciler de ya ayanla beraber yakınlık derecesine nâil olmuşlardır öyle ki, onlar bir şeyi yakından görenler gibidirler, onlar da peygamberlerdir, onlara salât ve selâm olsun. Ya da böyle değildirler, o zaman eşyayı uzaktan görenler gibi olurlar ki, onlar da sıddıklardır. ötekilerin de ya irfanları kesin kanıtlarladır ki, bunlar da sağlam ilim sahipleridir, bunlar da yeryüzünde Allah'ın şahitleridir. Ya da irfanları nefisleri tatmin eden işâret ve kanaatlarladır. Onlar da iyi kimselerdir. "Bunlar da ne güzel arkadaştır!” Bu da taaccüp manasınadır! "Refikan” temyiz yahut hâl olarak mensûbtur. Çoğul yapılmaması sıddık gibi tekile de çoğulada denmesindendir. Ya da her birinin arkadaşlığı murat edilmiştir. Rivâyete göre Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'in azatlısı Sevban bir gün ona geldi, yüzü değişmiş ve bedeni zayıflamıştı. Ona hâlini sordu, o da şöyle dedi: Bende bir ağrı sızı yoktur ancak seni görmemeğe dayanamıyorum. O zaman her şeyden ürküyorum, seni gördüğüm zaman bu ürkekliğim geçiyor. Sonra âhireti hatırladım, seni orada görememekten korktum. Çünkü senin peygamberlerle beraber olacağını biliyorum. Cennete girsem de senin derecenden daha aşağı bir yerde olacağımı biliyorum. Girmezsem zaten seni tamamen kaybetmiş olacağım! Âyet bunun üzerine İndi. 70Bu lütuf Allah'tandır. Allah'ın her şeyi bilmesi yeter. "Bu” itaatkârlara verilen mükâfata, aşırı hidâyete ve nimete nâil olanların arkadaşlığına işarettir. Ya da o nimete kavuşanların üstünlük ve ayrıcalıklarına işarettir, "lütuf” bu da Zâlike'nin sıfatıdır, "minallahi” bu da onun haberidir yahut "elfadl” haberdir, "minallahi” de hâl’dir, âmili de işaretin manasıdır. "Allah'ın her şeyi bilmesi yeter” kendine itâat edenin mükâfatını yahut faziletin miktarlarını ve sahiplerinin hak ettiklerini demektir. 71Ey îman edenler, korunma tedbirinizi alın; müfrezeler hâlinde veyahut topluca sefere çıkın. "Ey îman edenler, korunma tedbirinizi alın” uyanın ve düşmana karşı hazır olun. Hizr ve hazer isr ve eser gibidir. Şöyle de denilmiştir: Hizr tedbir ve süah gibi insanı koruyan şeydir. "Fenfiru” cihada çıkın demektir, "sübatin” ayrı ayrı bölükler hâlinde, sübat sübe'nin çoğuludur, sebbeytü alâ fülanin tesbiyeten deyiminden gelir ki, birinin çeşitli güzelliklerini anlatmaktır. Sonundan düşen kısmı karşılamak için sübiyn olarak da çoğul yapılır. Ya da topluca sefere çıkın” tek ordu hâlinde birlikte demektir. Âyet her ne kadar savaş hakkında inmişse de ancak lâfzının genel oluşu nasıl olursa olsun bütün hayırları kaçırmamaya da denilmiştir. 72İçinizden şüphesiz ağır davrananlar vardır. Eğer başınıza bir musibet gelirse, "onlarla beraber hazır bulunmadım da Allah bana gerçekten lütfetti” der. (İçinizden şüphesiz ağır davrananlar vardır). Hitap Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in mü'min ve münâfık askerlerinedir. Mübattıun ağır davranan ve cihada katılmayan münâfıklardır. Battae'den gelir ki, ebtae manasınadır ve geçişsizdir. Ya da başkasını geciktirmektendir, nitekim İbn Übeyy Uhut savaşında birtakım insanları savaştan geri koymuştu. Betue'den menkul battae'den gelir, sekkaleden gelen sekule gibi. Birinci lâm iptida içindir, araya haber girdiği için "inne"nin isminin başına gelmiştir. İkincisi de mahzûf kasemin cevabıdır. Kasem de cevabiyle beraber "min"e bağlıdır. Ona râci zamir de "lüyübattienne"de gizli olandır, takdir şöyledir: Ve inne minküm lemen uksimü billahi leyübattienne. "Eğer başınıza bir musibet gelirse” öldürülme ve yenilme gibi "der” o geciktiren kimse "onlarla beraber hazır bulunmadım da Allah bana gerçekten lütfetti” o savaşta hazır bulunmadım, yoksa onlara gelen şey bana da gelirdi. 73Eğer size Allah'tan bir lütuf dokunursa, sanki hiç aranızda dostluk yokmuş gibi, "keşke ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir başarı elde etseydim” der. "Eğer size Allah'tan bir lütuf dokunursa” fetih ve ganimet gibi (mutlaka der) te'kit etmesi aşırı üzüntüsündendir. Zamiri "men"in manasına göndererek lâm'ın zammı ile (leyekulünne) de okunmuştur, "Sanki aranızda hiç dostluk yokmuş gibi” bu da fiille mef'ulü arasında giren itiraz cümlesidir, mef'ulü de "ya leyteni kuntu maahüm...” (keşke ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir başarı elde etseydim) kısmıdır. Bu da inançlarının zayıf olduğunu bildirmek ve bu sözün sizinle onun arasında hiçbir ilişki olmayan birinin sözü olduğunu göstermek içindir. O sırf mal için sizinle beraber olmak ister. Ya da (yaleyteni...) kısmı "leyekulenne"deki zamirden hâl’dir ya da söylenen söze dahildir yani insanların maneviyatını bozan o kimse etkilediği münâfıklara ve zayıf Müslümanlara kışkırtmak ve haset etmek için böyle der, sanki sizinle Muhammed'in arasında hiç sevgi yokmuş da sizden yardım istememiş havasını estirmek ister. Böyle der ki, kendi gibi sizin de başarı elde etmenizi diler, keşke ben de onlarla beraber olaydım, der. Bunun ilk cümleye bağlı olduğu da söylenmiştir ki, zayıftır. Çünkü cümlenin arasına lâfzan ve manen münasebeti olmayan şeyler giremez. Keen şeddeliden tahfif edilmiştir, ismi de zamir-i şendir, o da mahzûftur. İbn Kesîr, Hafs da Âsım'dan naklen, Rüveys de Ya'kûb'tan rivâyeten te ile "tekün” okumuşlardır, çünkü meveddet lâfzı müennestir. "Ya leyteni"deki münâda da mahzûftur, ya kavmi, demektir. Şöyle de denilmiştir: Ya mecazen tembih için söylenmiştir, efuze de temenninin cevabı olarak mensûbtur. Ref ile de okunmuştur ki, takdiri şöyledir: Feene efuzu fî zalikel vakti, ya da "küntü"ye ma’tûftur. 74O hâlde dünya hayatını âhiret karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsın. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veyahut gâlip gelirse, biz ona ileride büyük bir mükâfat vereceğiz. "O hâlde dünya hayatını âhiret karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsın” yani dünyalarını âhirete satanlar demektir. Mana da şöyledir: Eğer onlar dövüşmekten kaçınırlarsa canlarını âhireti aramada ihlâsla feda edenler savaşsınlar ya da dünyayı satın alıp âhirete tercih edenler savaşsınlar ki, onlar da insanları cihâdtan geri koyanlardır. Mana da onları kendilerinden rivâyet edilen şeyi terke teşviktir. "Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veyahut gâlip gelirse, biz ona ileride çok büyük bir mükâfat vereceğiz". Gâlip de olsa mağlup da olsa onu savaşa teşvik etmek ve Allah, bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım sözünü tekzip etmek için ona büyük ecir va'detmiştir. Öldürülsün yahut gâlip gelsin demesi de şunu vurgulamak içindir ki, Mücâhid savaş meydanında ya şehâdetle itibarmı korumaya ya da zafer kazanarak ve gâlip gelerek dini azîz etmeye çalışmalıdır; maksadı bizzat öldürülmek değil bilâkis hakkı yüceltmek ve dini güçlü kılmak olmalıdır. 75Size ne oluyor da Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu kentten çıkar; bize katından bir sahip gönder; bize katından bir yardımcı ver” diyen zayıf erkekler ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? "Vema leküm” mübteda ve haberdir, "lâ tükatilune fı sebilillahi” hâl’dir, âmili de zarftaki fiil manasıdır, "velmüstedafîne” bu da Allah ismine ma’tûftur yani zayıfların yolunda demektir, o da onları esirlikten kurtarmak ve onları düşmandan savunmaktır. Ya da muzâfm hazfi ile sebili lâfzına ma’tûftur yani müstazafların kurtuluşu için demektir. İhtisas üzere mensûb olması da câizdir. Çünkü Allah'ın yolu geneldir, birçok hayır kapılarını içine alır, zayıf Müslümanları kâfirlerin ellerinden kurtarmak ise onların en büyüğü ve en özelidir. "Miner-ricali ven-nisai vel-vildani” bu da müstazafları beyandır, onlar da müşriklerin engellemesiyle Mekke'de kalan Müslüman'lardır. Ya da hicret edemeyen zayıflar ve ezilenlerdir. (Çocukların) zikredilmesi müşriklerin baskılarının son haddine vardığını göstermek içindir, öyle ki, eziyetleri onlara kadar varmıştır, demektir. Duaları da ötekilerin dualarına karıştığı için kabul olunmuştur, bu sebeple rahmetin inmesine ve belanın define katkıda bulunmuşlardır. Şöyle de denilmiştir: Onlardan maksat köleler ve cariyelerdir, o da velîd'in çoğuludur. "Rabbimiz, bizi halkı zâlim bu kentten çıkar; bize kendi katından bir sahip gönder; bize katından bir yardımcı ver, derler". Allah da dualarını kabul buyurdu. Bazılarına Medîne'ye çıkma kolaylığı sağladı, kalanlara da hayırlı bir sahip ve bir yardımcı verdi. Mekke'yi Nebisi sallallahü aleyhi ve sellem'in eliyle fethetti; onlara sahip çıktı ve onlara yardım etti. Sonra da başlarına Attab bin Esîd'i vali atadı. O da onları himaye etti ve onlara yardım etti. Sonunda halkının en değerlileri oldular. Âyette geçen karye Mekke'dir, zâlim de onun sıfatıdır. Müzekker olması ona isnat edilen şeyin müzekkerliğindendir. Çünkü ismülfail veya ismülmeful dolaylı sıfat alırlarsa amel ettiği şeye göre fiil gibi müzekker ve müennes olur. 76Îman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kâfirler ise tağutun yolunda savaşırlar. Öyleyse siz de şeytanın dostları ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır. "Îman edenler Allah yolunda savaşırlar” Allah'a kavuşturacak şeyin yolunda demektir, "Kâfirler ise tağutun yolunda savaşırlar” kendilerini şeytana götürecek şeyin yolunda demektir. "Öyleyse siz de şeytanın dostları ile savaşın". Her iki grubun da maksadını anlatınca kendi dostlarına şeytanın dostları ile savaşmalarını emretti, sonra da onları "şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır” diyerek cesaretlendirdi. Yani onun mü'minlere tuzağı Allah'ın kâfirlere kurduğu tuzağın yanında zayıftır, önemsizdir, demektir. Öyleyse onun dostlarından korkmayın. Çünkü onların dayanakları en zayıf ve en çürük şeydir. 77Kendilerine: "Ellerinizi çekin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin” denen kimseleri görmedin mi? Onlara savaş yazılınca, hemen içlerinden bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi hatta daha şiddetli bir korku ile korkuyorlar. "Rabbimiz, bize savaşı niçin yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar erteleseydin” dediler. De ki: Dünyanın faydası pek azdır. Âhiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Siz hurma çekirdeğinin ipliği kadar haksızlığa uğratılmazsınız. "Kendilerine: Ellerinizi çekin, denilen kimseleri görmedin mi?” yani savaştan çekin demektir, "namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin” emrolunduğunuz şeylerle meşgul olun, denildiği zaman "onlara savaş yazılınca, hemen içlerinden bir grup insanlardan Allah'tan korkar gibi korkuyorlar” kâfirlerden kendilerini öldürürler diye Allah'tan başlarına azâp indirir diye korktukları gibi korkuyorlar. "İza” fücaiyedir, "Lemmâ"nın cevabıdır. "Ferikun” da mübteda’dır, "minhüm” sıfatıdır, "yahşevne” de haberidir. "Kehaşyetillah” da mastarın mef'ulüne muzâf tütündendir. Mastar yerine düşmüştür ya da "yahşevne"nin fâ'ilinden hâl’dir, mana da insanlardan korkarlar, tıpkı Allah'tan korktukları gibi demektir. "Ev eşedde haşyeten” ona ma’tûftur eğer onu hâl yaparsan; eğer mastar yaparsan değildir. Çünkü ismi tafdil kendinden sonrasını nasb ederse, emsinden olmaz; bilâkis o Allahü teâlâ’nın ismine ma’tûf olur yani Allah korkusu gibi yahut farz ederek ondan daha çok korkarlar demektir. Meğerki haşyet zate haşyet türünden sayıla Meselâ cedde ciddüh gibi ki, manası da insanlardan Allah'tan korkar gibi korkarlar ya da Allah korkusundan daha çok korkarlar demek olur. "Rabbimiz, bize savaşı niçin yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar erteleseydin, dediler". Bu da ölüm korkusu ile savaştan daha çok el çekmek istemelerindendir. Şu da muhtemeldir ki, bunu ağızlarıyla dememişlerdir, ancak bunu içlerinden geçirmişlerdir; Allah da bunu onlardan nakletmiştir. "De ki: Dünya faydası pek azdır” çabuk geçer. "Âhiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Siz hurma çekirdeğinin ipliği kadar haksızlığa uğratılmazsınız” sevabınızdan en az bir şey dahi eksiltilmez; öyleyse ondan yüz çevirmeyin yahut takdir edilmiş ecellerinizden eksiltilmez demektir. İbn Kesîr, Hamze ve Kisâî daha önce gâip siygası geçtiği için "vela yuzlemune” okumuşlardır. 78Nerede olursanız ölüm size ulaşır; ister ki, sağlam kalelerde olun. Onlara bir iyilik dokunursa bu, Allah katındandır, derler. Başlarına bir musibet gelirse bu, senin yüzündendir, derler. De ki: Hepsi Allah katındandır. Bu topluluğa ne oluyor da neredeyse söz anlamıyorlar! "Eynema tekunu yüdrik kümül mevtü” fe'nin hazfi ile Merfû' olarak da (yüdriküküm) okunmuştur, şairin şu mısraında olduğu gibi: Kim iyilik yaparsa Allah onu teşekküre şayan kabul eder. (Men yefalil hasenatillahu yeşkürüha). Ya da yeni söz başıdır, eynama da "latuzlemun"e bağlıdır. "İster ki, sağlam kalelerde olun” yüksek saraylarda veya kalelerde olun. Buruc aslında sarayın etrafındaki evlerdir, teberrecetil mer'etü kavlinden gelir ki, kadının açılıp görünmesidir. Ye'nin kesri le müşeyyideten de okunmuştur ki, fâ'ilinin sıfatı ile nitelenmiş olur, Meselâ: Kasidetün şaireh (şâir bir kaside) gibi. Müşeyyidetün de sarayı yükselten demektir. "Onlara bir iyilik dokunursa bu, Allah katındandır, derler. Başlarına bir musibet gelirse bu, senin yüzündendir, derler". Hasenet ve seyyiet tâat ve masiyete denildiği gibi nimet ve belaya da denir. Âyette murat edilen de bu ikisidir yani bolluk gibi bir nimete kavuşurlarsa, onu Allah'tan bilirler, eğer kıtlık gibi bir musibetle karşılaşırlarsa, sana nispet eder ve: Hep senin yüzünden, derler. Nitekim Yahûdîler de: Muhammed Medîne'ye girdiğinden beri meyveleri eksildi ve fiyatlar yükseldi, demişlerdi. "De ki: Hepsi Allah katındandır” yani o, irâdesine göre daraltır ve bolaltır. "Bu topluluğa ne oluyor da neredeyse söz anlamıyorlar!” kendilerine verilen öğüt sözünü ki, o da Kur'ân'dır. Çünkü eğer onu anlasalar ve manasını iyice düşünselerdi hepsinin Allah katından olduğunu bilirlerdi, ya hayvanlar gibi sözü anlamıyorlar demektir, çünkü onların anlayışları yoktur. Ya da zamanın olaylarını anlamıyorlar ki, üzerinde düşünsünler de verenin de vermeyenin de Allah olduğunu anlasınlar. 79Başına gelen bir iyilik Allah'tandır. Başına gelen bir kötülük de kendi nefsindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şâhit olarak Allah yeter. "Başına gelen” ey insan "bir iyilik” bir nimet "Allah'tandır” onun lütf-ü keremindendir. Çünkü insanın bütün yaptığı tâat varlık nimetini bile karşılamaz; kaldı ki, başkalarını. Bunun içindir ki, aleyhisselâm Efendimiz: Hiç kimse Allah'ın rahmeti dışında bir şeyle cennete giremez, dediği zaman: Sen de mi, dediler? O da: Ben de, dedi. "Başına gelen bir kötülük de” belâ da "kendi nefsindendir” çünkü masiyetle kazanılması için onun sebebidir. Bu da "De ki: Hepsi Allah katındandır” (Nisa: 78) kavliyle çelişik değildir. Çünkü hepsinin varlığı ve kula ulaşması ondandır, ancak şu var ki, iyilik ihsan ve imtihandır, kötülük de ceza ve intikâmdır. Nitekim Hazret-i Âişe radıyallahü anha şöyle buyurmuştur: Müslümanın başına yorgunluk ve rahatsızlık gibi ne gelse hatta bir yerine diken batsa, hatta ayakkabısının bağcığı kopsa mutlaka günahı yüzündendir, Allah'ın affettiği ise daha çoktur. Gördüğün gibi bu iki Âyette ne bizim için ne de Mu'tezile için delil yoktur. "Ve erselnake linnasi Resûla” hâl’dir, te'kit kastedilmiştir eğer harf-i cer fiile talik edilirse, genellik kastedilmiştir, eğer Resûlen'e talik edilirse genellik kastedilmiştir yani seni bütün insanlara peygamber gönderdik demektir. Şu Âyette olduğu gibi: "Seni ancak bütün insanlara gönderdik” (Sebe': 28). Mastar olarak da nasbi câizdir: Vela haricen min fiyye zum kelâmin (kizbü kelâmin, ağzımdan yalan söz çıkmaz) kavli gibi. "Allah şâhit olarak yeter” Peygamber olduğuna mu'cizelerle yeter demektir. 80Kim Peygamber'e itâat ederse, Allah'a itâat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara muhafız göndermedik. "Kim Peygamber'e itâat ederse, Allah'a itâat etmiştir” çünkü aleyhisselâm Efendimiz gerçekte tebliğcidir, emreden Allah'tır. Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz; Kim beni severse Allah'ı sevmiştir, kim bana itâat ederse Allah'a itâat etmiştir, deyince, münâfıklar: Men ettiği şirke yaklaştı, başka değil kendisini Rabb edinmemizi istiyor, tıpkı Hıristiyanların Îsa'yı Rabb edindikleri gibi, dediler. Âyet de bunun üzerine indi. "Kim de yüz çevirirse” ona itaatten "biz seni onlara muhafız göndermedik” amellerini kayıt altına alıp da onları hesaba çekecek değilsin. Senin görevin ancak tebliğdir, biz de hesaba çekeriz. Hafizan erselnake'deki kaftan hâl’dir. 81"Baş üstüne” derler. Yanından çıkınca da, içlerinden küçük bir bölük geceleyin senin dediğinden başkasını kurarlar. Allah onların geceleyin kurdukları planı yazıyor. Artık onlara aldırma. Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter! "Derler” onlara bir şey emrettiğin zaman (baş üstüne!) derler yani bizim işimiz itâat etmektir ya da bizden itâat sadır olur demektir. Aslı mastar olarak nasbtır, Merfû' oluşu sebata delâlet etmesi içindir. "Yanından çıkınca içlerinden bir bölük geceleyin senin dediğinden başkasını kurarlar” yani senin onlara dediğinin tersini ve sana, kabuldür, itâatimiz garantilidir, sözlerinin aksini kurarlar. Âyette geçen tebyit ya beytutet'ten gelir, çünkü işler genellikle gece planlanır ya da şiir veya ev beyt'inden gelir ki, o da düzenlenir ve idare edilir. Ebû Amr ile Hamze idgam ile "beyyetTâifetün” okumuşlardır, çünkü te ile tı'nın mahreçleri yakındır. "Allah onların geceleyin kurduklarını yazıyor” karşılığını vermek için amel defterlerine yazıyor ya da sana vahyedilenler arasına yazıyor ki, sen de sırlarına vakıf olasın. "Artık onlara aldırma” onlarla az ilgilen yahut onlardan sâkin. "Allah'a tevekkül et” bütün işlerde, özellikle onların haklarında. "Vekil olarak Allah yeter” zararlarını senden def eder ve intikâmım onlardan alır. 82Yoksa Kur'ân'ı gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsa idi, onda birçok tutarsızlık görürlerdi. "Yoksa Kur'ân'ı gereği gibi düşünmüyorlar mı?” manalarını düşünüp ondakileri görmüyorlar mı? Tedebbürün aslı bir şeyin sonuna bakmaktır. "Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsa idi” yani kâfirlerin iddia ettikleri gibi insan sözü olsa idi, "onda birçok tutarsızlık görürlerdi” mananın çelişmesi, nazım bozukluğu, bazısının düzgün, bazısının zayıf, bazısının benzerini getirmek zor, bazısının benzerini getirmek kolay olması, geleceğe ait bazı haberlerinin akla uygun olması, bazılarının uygun olmaması gibi. Çünkü insan aklı eksiktir, nitekim araştırmalardan görülmüştür. Belki de burada bunu zikretmesi şuna dikkat çekmek içindir: Geçen hükümlerden bazılarının farklı olması tenakuz değildir, hikmet ve maslahatlara göre hâllerin değişmesindendir. 83Onlara güven veya korku ile ilgili bir şey geldiği zaman onu yayarlar. Eğer onu Peygamber'e ve içlerinden emir sahiplerine götürselerdi, içlerinden onun içyüzünü anlayanlar onun ne olduğunu bilirlerdi. Eğer üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, içinizden pek azı hariç şeytana uyardınız. "Onlara güven veyahut korku ile ilgili bir şey geldiği zaman” güven veya korku verecek şeylerden "onu yayarlar” ifşa ederler. Zayıf Müslümanlar böyle yaparlardı; onlara Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in gönderdiği askeri birlikle ilgili bir haber ulaştığı zaman yahut Peygamber zafer veya kâfirlerden bir korkutma ile ilgili vahiyden bir haber verdiği zaman, kesin bilmedikleri hâlde onu yayarlardı; yaymaları da bozgunculuk olurdu. Bini'deki be zâittir ya da izaa tahaddüs (konuşma) manasını içerdiği içindir. "Eğer onu Peygamber'e ve içlerinden emir sahiplerine götürselerdi” onların görüşüne ve işleri bilen büyük sahabelerin görüşlerine yahut komutanlara havale etselerdi "mutlaka onu bilirdi” nasıl anlatılsa "içlerinden onun iç yüzünü anlayanlar” tecrübe ve fikirleri ile onu çıkaranlar bilirdi. Şöyle de denilmiştir: Onlar münâfıkların çıkardıkları yalan haberleri duyarlar, onu da yayarlardı. Bunun da ceremesini Müslümanlar çekerdi. Eğer onu Peygamber'e ve içlerinden emir sahiplerine götürselerdi de onlardan duysalardı, onlar da yayılıp yayılmayacağım tarif etselerdi, Peygamber'den ve emir sahiplerinden çıkaranlar durumu anlarlardı. Burada geçen istinbatın aslı kazılan kuyudan ilk suyu çıkarmaktır. "Eğer üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı” Peygamber göndermek ve kitap indirmekle "şeytana uyardınız” ikrar ve sapıklıkla. "Pek azı hariç” ancak Allah'ın üstün akıl verip de onunla hakka ve doğruya yol bulan ve şeytana uymaktan koruduğu pek azı hariç, Meselâ Amr bin Nüfeyl ve Varaka bin Nevfel gibi. Ya da az da kullanılsa illâ ittibaan kalilen demektir. 84Artık sen de Allah yolunda savaş. Kendinden başkasından sorumlu tutulmazsın. Mü'minleri savaşa teşvik et. Olur ki, Allah, kâfirlerin şiddetini kırar. Şiddeti en sert ve cezası en ağır olan Allah'tır. "Artık sen de Allah yolunda savaş” seni engellemelerinden ve yalnız bırakmalarından dolayı. "Kendinden başkasından sorumlu tutulmazsın” ancak kendi yaptığından sorumlu tutulursun. Onların muhalefetleri ve savaşa katılmamaları sana zarar vermez. Sen cihada atıl, sana kimse yardım etmese de Allah yardım eder, askerler değil. Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz Küçük Bedir seferinde insanları savaşa çıkmaya davet etti, bazıları bundan hoşlanmadı, âyet de bunun üzerine indi. Aleyhisselâm da çıktı, yanında ancak yetmiş kişi vardı, kimseye dönüp bakmadı. Cezm ile "latükellef” ve nûn ile malum kalıbı ile "lanükellifu” de okunmuştur ki, sana ancak kendi fiilini teklif ederiz, hayır biz nefsinden başkasını teklif etmeyiz demektir. Çünkü Allahü teâlâ: "Mü'minleri teşvik et” buyurmuştur. Savaşa, çünkü onlara karşı teşvikten başka yapacağın bir şey yoktur. "Olur ki, Allah, kâfirlerin şiddetini kırar” yani Kureyş'in demektir. Onu da yaptı, kalplerine korku saldı, onlar da geri döndüler. "Şiddeti en sert olan Allah'tır” Kureyş'ten daha serttir, "cezası en ağır olan da” azâbı onlardan daha ağırdır. Bu da ona tâbi olmayana azarlama ve tehdittir. 85Kim güzel bir şefaatte bulunursa, ona ondan bir pay olur. Kim de kötü bir şefaatte bulunursa, ona da ondan bir pay olur. Allah'ın her şeye gücü yeter. "Kim güzel bir şefaatte bulunursa” onda bir Müslümanın hakkını gözetir ve ondan bir zararı def ederse yahut Allah rızâsı için bir fayda temin ederse, demektir. Müslüman'a dua da bundandır. Sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Kim Müslüman kardeşine arkasından dua ederse, duası kabul olunur ve melek ona: Aynısı da sana olsun, der. "Ona ondan bir nasip olur” o da şefaatin sevabıdır ve o vesile ile meydana gelen hayra sebep olmaktır. "Kim de kötü bir şefaatte bulunursa” haram demek istiyor "ona da ondan bir pay vardır” günahına eşit bir pay demektir. "Allah'ın her şeye gücü yeter” mukît ekate'den gelir ki, gücü yetmektir. Şâir şöyle demiştir: Nice kin besleyen kimseler vardır ki, kinlerini önledim, Ona kötülük etmeye gücüm yettiği hâlde. Ya da şâhit ve koruyucu olarak yeter demektir, kut'tan (gıdadan) gelir ki, o da bedeni güçlendirir ve muhafaza eder. 86Bir selamla selamlandığınız zaman ondan daha güzeli ile selâm verin yahut onu aynısıyla iade edin. Allah her şeyin hesabını arayandır. "Bir selamla selamlandığınız zaman ondan daha güzeli ile selâm (karşılık) verin yahut onu aynıyla iade edin". Cumhur bunun selâm hakkında olduğu görüşündedir. Cevap vermenin (selâm almanın) vâcip olduğunu gösterir. Ya daha güzeli ile o da ona ve rahmetullahi duasını ilave etmektir. Eğer selâm veren onu derse ve berekatuhu ilave eder, orada biter. Ya da misliyle alır. Çünkü rivâyete göre bir adam, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e selâm verdi: Ve aleykesselam ve rahmetullahi ve berekatuhu, dedi. Bir başkası da: Esselamü aleyke ve rahmetullahi ve berekatuhu, dedi. O da: Ve aleyke, dedi. Adam: Bana eksik dua ettin, Allahü teâlâ'nın dediği nerede, dedi ve âyeti okudu. O da: Sen bana fazla bir şey bırakmadın, ben de selamını misli ile aldım, dedi. Bu da içinde zarar bulunmayan ve faydalı şeyleri temin ettiği içindir. Bunun içindir ki, ev edâtı Müslümana kısmen veya tamamen selâm vermeyi serbest bırakmak içindir, denilmiştir. Bu vücup da kifaye yolu iledir. Selâm meşru ise de hutbede, Kur'ân okurken, hamamda, kaza-i hacet yaparken vb. yerlerde alınmaz. Âyette geçen tahiyye aslında hayyakallahu haber deyiminden mastardır. Sonra hüküm ve dua için kullanıldı. Sonra da her duaya denildi, selamda genelleşti. Tahiyyeden maksat ihsandır denilmiştir, (selâm) hibesini kabul edene sevabı yahut selâm almayı vâcip kılmıştır. Bu da Şâfiî radıyallahü anh'in eski görüşüdür. "Allah her şeyin hesabını sorandır” sizi selama ve diğer şeylere karşı hesaba çeker. 87Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Sizi vukûunda şüphe olmayan kıyâmet gününde mutlaka toplayacaktır. Sözü Allah'tan daha doğru olan kimdir? "Allahü lâilahe illâ hu” mübteda ve haberdir yahut "allahu” mübteda’dır "leyecma anneküm” haberdir. Yani Allah'a yemin ederim ki, Allah sizi kabirlerinizden kaldırıp mahşer yerine getirecektir ya da onda toplayacaktır. Lâilahe ara cümledir. Kıyam ve kıyâmet tılab ve tılabe gibidir. O da insanların kabirlerden yahut hesap için kalkmasıdır. "Vukûunda şüphe yoktur” o günde yahut toplanmada, bu dayevm'den hâl’dir yahut mastarın sıfatıdır. "Sözü Allah'tan daha doğru olan kimdir?” ondan daha doğru sözlü kimse yoktur demektir. Çünkü onun haberinde hiçbir şekilde yalan bulunmaz. O Allah için imkânsızdır. 88Size ne oluyor da münâfıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Hâlbuki Allah onları yaptıkları yüzünden tepesi aşağı getirmiştir. Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, onun için asla bir yol bulamazsın. "Size ne oluyor da münâfıklar hakkında iki gruba ayrıldınız?” küfürlerinde ittifak etmediniz. Onlardan birtakım insanlar çöle çıkmak için Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den izin istediler. Çünkü Medîne'nin havası onlara iyi gelmemişti. Çöle çıkınca konak konak ilerlediler, sonunda müşriklere katıldılar. Müslümanlar da onların İslamlıkları hakkında ihtilâf ettiler. Şöyle de denilmiştir: Bu âyet Uhut savaşına katılmayanlar hakkında indi. Ya da bir topluluk hakkında indi ki, onlar hicret ettiler, sonra da Medîne'nin havasını iyi bulmadıkları veya vatanlarını özledikleri için geri döndüler. Ya da bir topluluk hakkında indi ki, bunlar dıştan Müslüman gibi göründüler ve hicret etmediler. Âyette geçen fieteyn hâl’dir, âmili de "leküm” dür, tıpkı: Maleke kaimen, sözü gibi. "Elmünâfıkıyn” de "fieteyn"den hâl’dir yani onlar hakkında ayrılığa düşerek demektir. Ya da zamirden hâl’dir yani size ne oluyor da onlar hakkında ayrılığa düşüyorsunuz demektir. İftirak (ayrılık) manası da fieteyn'den alınmıştır. "Allah onları tepesi aşağı etmiştir” onları tekrar küfre döndürmüştür ya da onları ateşe çevirmekle tepetaklak etmiştir. Reks'in aslı bir şeyi ters çevirmektir. "Allah'ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz?” onları hidâyete gelenlerden kılmak mı istiyorsunuz? "Allah kimi saptırırsa, onun için asla bir yol bulamazsın” hidâyete giden yol demektir. 89Kendileri kâfir oldukları gibi sizin de kâfir olmanızı isterler. Öyleyse onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dostlar edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse, onları tutun; nerede bulursanız öldürün. Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinmeyin. "Kendileri kâfir oldukları gibi sizin de kâfir olmanızı isterler” onlar gibi sizin de kâfir olmanızı isterler "eşit olmanızı isterler” sapıklıkta onlarla beraber olmanızı. Bu da "tekfurun” a atıftır, eğer temenninin cevabı olarak mensûb kılmsa bu da câizdir. "Öyleyse onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dostlar edinmeyin” îman edinceye ve dünyevî bir garezle değil de Allah ve Resûlü için hicret ederek îmanlarını ispat edinceye kadar onlarla dostluk kurmayın. Allah yolu gidilmesini emrettiği her yoldur. "Eğer yüz çevirirlerse” kendini hicretle gösteren îmandan yahut dini göstermekten yüz çevirirlerse, "onları tutun; nerede bulursanız öldürün” diğer kâfirler gibi. "Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinmeyin.” yani onlardan direkt olarak uzak durun, onların ne dostluklarını ne de yardımını kabul etmeyin. 90Ancak sizinle onların arasında andlaşma bağı bulunan bir kavme iltica edenler yahut sizinle veyahut kendi kavimleri ile savaşmaktan içleri sıkılmış olarak size gelenler müstesna (onları öldürmeyin). Allah isteseydi mutlaka onları size musallat ederdi de şüphesiz sizinle savaşırlardı. Eğer sizden geri çekilir, sizinle savaşmaz ve barışı size bırakırlarsa, Allah onlara karşı size bir yol bırakmamıştır. (Ancak sizinle onların arasında andlaşma bağı bulunan bir kavme iltica edenler müstesna). Bu da "fehuzuhum vaktüluhum” kavlinden istisnadır yani sizinle ittifak eden ve sizinle savaşmaktan kaçan bir topluluğa katılanlar hariç. Onlar da Huzaa kabilesidir. Onların Eslemliler olduğu da söylenmiştir. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz Mekke'ye çıkarken Hilal bin Uveymir el - Eslemî ile yardım etmemek ve düşman da olmamak üzere antlaştı. Ona iltica edene onun gibi koruma hakkı verdi. Onların Bekr bin Zeyd’i Menat oğulları oldukları da söylenmiştir. "Ev caukum” bu da sılaya atıftır yani sizinle savaşmaktan ve kendi kavimleriyle savaşmaktan çekinip de size gelenler demektir. Bu da savaşçıları bırakıp da sözleşme yapanlara katılanları yakalanmaları ve öldürülmeleri emredilenlerden istisna etmektedir. Ya da Peygamber'e gelip de her iki grupla savaşmaktan kaçınanlar demektir ya da kavmin sıfatına atıftır, sanki ancak onlar müstesnadır ki, barış yapanlara veyahut lehinize ve aleyhinize savaşmaktan çekinenlere katılanlar demektir. Birincisi daha açıktır, çünkü "eğer sizden çekilirlerse” buyurmuştur. Atıfsız olarak "caukum” de okunmuştur, o zaman ikinci sıfat olur ya da "yesılune"nin açıklaması olur yahut da yeni söz başı olur. "Hasıret suduruhum” da gizli kad edâtı ile hâl olur. Hısereten sudurum yahut hasıratin suduruhum okunması da bunu destekler. Ya da caukum'un hâli olur. Mahzûfun sıfatıdır da denilmiştir ki, caukum kavmen hasırat suduruhum demektir. Onlar da Müdlic oğullarıdır ki, savaşmaksızm Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e geldiler. Hasr darlık ve tutukluktur. (Sizinle savaşmaktan yahut kendi kavimleriyle savaşmaktan). En'in başından atılan harf-i cer ya an'dir ya da lâm'dır. Sizinle savaşmak istemedikleri için demektir. "Allah isteseydi mutlaka onları size musallat ederdi” size karşı yüreklerine cesaret verir ve göğüslerini açardı, korkunuzu içlerinden silerdi, "şüphesiz sizinle savaşırlardı” ellerini sizden çekmezlerdi. "Eğer sizden geri çekilir de sizinle savaşmazlarsa” size taarruz etmezlerse "barışı size bırakırlarsa” teslim olur ve itâat ederlerse "Allah onlara karşı size bir yol bırakmamıştır” onları yakalayıp öldürmenize izin vermemiştir. 91Diğerlerini de şöyle bulacaksınız: Onlar sizden ve kendi kavimlerinden emin olmak isterler. Ne zaman fitneye döndürülseler onun içine tepetaklak atılırlar. Eğer sizden uzaklaşmaz, barışı size bırakmaz ve ellerini sizden çekmezlerse, onları tutun, nerede yakalarsanız öldürün. İşte onlara karşı size açık bir yetki vermişizdir. "Diğerlerini de şöyle bulacaksınız: Onlar sizden ve kendi kavimlerinden emin olmak isterler". Bunlar da Eset ve Gatafan kabileleridir. Abdüddar oğulları oldukları da söylenmiştir. Medîne'ye geldiler, Müslüman olduklarını gösterdiler, çünkü Müslümanlardan emin olmak istiyorlardı. Dönünce kâfir oldular. "Ne zaman fitneye döndürülseler” küfre yahut Müslümanlarla savaşa çağrılsalar "onun içine tepetaklak atılırlar” ona döner ve en kötü şekilde ona inkılap ederler. "Eğer sizden uzaklaşmazlar, barışı size bırakmaz ve ellerini sizden çekmezlerse” sizinle savaşmaktan "onları tutun, nerede yakalarsanız öldürün” nerede ele geçirirseniz, çünkü sırf ellerini çekmek saldırmamanızı gerektirmez. "İşte onlara karşı size açık bir yetki vermişizdir” onlarla savaşmak ve esir almak için açık bir delil vermişizdir, çünkü düşmanlıkları açık, küfür ve hak tanımazlıkları meydandadır. Ya da öldürülmelerine izin vermekle size açık bir otorite verdik demektir. 92Bir mü'minin bir mü'mini hata dışında öldürmesi olamaz. Kim bir mü'mini hataen öldürürse, mü'min bir köle azat etmesi ve maktulün ailesine diyet ödemesi gerekir, ancak bağışlamaları hariç. Eğer (öldürülen) mü'min olmakla beraber size düşman bir kavimden olursa, (Öldürenin) mü'min bir köle azat etmesi gerekir. Eğer sizinle kendileri arasında andlaşma olan bir kavimden olursa, ailesine diyet ödemeli ve mü'min bir köle azat etmelidir. Bunu bulamayan Allah'tan bir tevbe olarak arka arkaya iki ay oruç tutar. Allah her şeyi bilen, hikmet sâhibidir. "Bir mü'min için olamaz” bir mü'min için doğru değildir, öyle bir şey yapamaz "bir mü'mini öldürmek” haksız yere, "ancak hataen olması hariç” çünkü o, daima hataya maruzdur. "Hataen” hâl veya mef’ûlün leh olarak mensûbtur, yani onu hiçbir hâlde öldüremez ancak hata durumu hariç yahut hiçbir sebeple öldüremez ancak hata hariç demektir. Ya da mahzûf mastarın sıfatı olarak mensûbtur yani illâ katlen hataen demektir. Şöyle de denilmiştir: Mâ kâne nefiydir, nehiy (yasak) manasınadır (öldürmesin demektir). İstisna da munkatıdır yani ancak onu yanlışlıkla öldürürse, onun cezası bu anlatılandır. Hata fiilde veya şahısta kasıt olmamaktır ya da genellikle canını çıkarmak kastı olmamaktır yahut da mahzurlu bir şey kastetmemektir, Meselâ kâfirler safında Müslüman olduğunu bilmeden bir Müslümana ok atmak gibi ya da hata mükellef olmayan birinin işi olur. Med ile hataen de okunmuştur, hemzeyi atarak asan gibi hatan de okunmuştur. Âyet Ebû Cehil'in ana bir kardeşi Ayyaş bin Ebi Rebia hakkında indi. O, yolda Haris bin Zeyd ile karşılaştı, o da Müslüman olmuştu, Ayyaş bunu bilmeden onu öldürdü. "Kim bir mü'mini hataen öldürürse bir köle azat etmelidir” yani onun yapacağı yahut görevi bir köleyi hürriyetine kavuşturmaktır. Ya da hürriyetine kavuşturmak azat etmektir. Hür, atık gibi bir şeyin en kıymetlisine denir, hürrül vech de bundandır ki, yüzün en kıymetli yeridir. Ona böyle denilmesi iyiliğin hürlerde, kötülüğün de kölelerde olmasındandır. Rakabe (boyun) can yerine kullanılmıştır, nitekim baş yerine de kullanılır, "mü'min bir köle” Müslümanlığına karar verilmiş demektir, ister ki, çocuk olsun. "Ve ailesine diyet ödemelidir” mirasçılarına demektir, onu diğer miraslar gibi bölüşürler. Çünkü Dahhak bin Süfyân el - Kilabî şöyle buyurmuştur: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bana Eşyem ed - Dabbi'nin karısına kocasının diyetinden miras vermemi emrederek yazdı. Diyet kabile fertierinin üzerinedir, eğer olmazsa beytülmal’ın üzerinedir, o da olmazsa kendi (katilin) malı üzerinedir. (Ancak bağışlamaları hariç). Diyeti sadaka etmeleri müstesnadır. Onu affetmeye sadaka (bağış) demesi, ona teşvik etmek ve faziletini ön plana çıkarmak içindir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem: Her iyilik sadakadır, buyurmuştur. O da (mukadder) aleyhi kelimesine yahut "müsellemetün"e bağlıdır. Yani ona diyet vâciptir yahut onu ailesine teslim eder ancak sadaka etmeleri hâli ve zamanı hariç demektir. "İllâ en yassadaku” katilden veya ailesinden hâl olmak üzere mahallen mensûbtur ya da zarf olarak mensûbtur. "Eğer (öldürülen) mü'min olmakla beraber size düşman bir kavimden olursa, (öldürenin) mü'min bir köle azat etmesi gerekir". Yani eğer maktul mü'min savaşan kâfirlerden olur veyahut onların safları arasında bulunur da îman ettiği bilinmezse, katiline kefaret gerekir, ailesine diyet vermez, çünkü aralarında miras yoktur, bir de onlar savaşçıdırlar. "Eğer sizinle kendileri arasında andlaşma olan bir kavimden olursa, ailesine (mirasçılarına) diyet ödemeli ve mü'min bir köle azat etmelidir". Yani andlaşman kâfirlerden veyahut din gayrisi vatandaşlardan olursa, onun hükmü de kefaret ve diyetin vâcip olmasında Müslümanın hükmü gibidir. Belki bu da maktulün andlaşmak veyahut Müslüman bir mirasçısı olma durumuyla ilgilidir. "Bunu bulamayan” böyle bir köleye sahip olmayan veyahut satın alacak gücü olmayan "arka arkaya iki ay oruç tutar” yani yapması gereken ve ona vâcip olan şey iki ay oruç tutmaktır. "Tevbeten” bu da mef’ûlün leh olarak mensûbtur yani bu, tevbe için ona meşru kılınmıştır demektir, taballahu aleyhi deyiminden gelir ki, Allah tevbesini kabul etti demektir. Ya da mastar olarak mensûbtur ki, tabe aleyküm tevbeten demektir. Ya da muzâfm hazfi ile hâl’dir yani fealeyhi sıyamu şehreyni za tevbetin demektir. (Allah'tan) bu da tevbenin sıfatıdır. "Allah her şeyi bilendir” onun hâlini bilir "hikmet sâhibidir” emrettiği şey hususunda. 93Kim bir mü'mini kasten öldürürse, onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap ve lâ'net etmiştir. Ona çok büyük bir azâp hazırlamıştır. "Kim bir mü'mini kasten (taammüden) öldürürse, onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir, Allah ona gazap ve lâ'net etmiştir. Ona çok büyük bir azâp hazırlamıştır". Bunda büyük tehdit olduğu için İbn Abbâs radıyallahü anhuma: Mü'mini kasten öldürenin tevbesi yoktur, buyurmuştur. Belki de bundan mübalağa kastetmiştir, çünkü ondan aksi de rivâyet edilmiştir. Cumhur ise bunun tevbe etmeyene mahsus olduğunu söylemiştir, çünkü Allahü teâlâ: "Şüphesiz ben tevbe eden için çok bağışlayıcıyım” (Tâhâ: 82) buyurmuştur ve daha buna benzer âyetler vardır. Bu bize göre ya bunu helâl sayana mahsustur, nitekim İkrime ve bir başkası öyle demiştir. Bunun Makis bin Dababe hakkında inmiş olması da bunu destekler. O, kardeşi Hişâm'ı Neccar oğulları kabilesinde ölü buldu, katili de çıkmadı. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ona diyetini ödemelerini emretti, onlar da verdiler. Sonra da Kays bir Müslüman'a saldırıp onu öldürdü ve dinden dönerek Mekke'ye kaçtı. Ya da ebedî kalmaktan uzun süre kastedilmiştir. Çünkü deliller âsi mü'minlerin cehennemde ebedî kalmayacaklarını göstermektedir. 94Ey îman edenler, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayın. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatini arayarak "sen mü'min değilsin” demeyin. Çünkü Allah katında çok ganimet vardır. Siz de önceden böyle idiniz de Allah size lütfetti. Öyleyse durumu iyice araştırın. Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır. "Ey îman edenler, Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman” sefer edip gazaya gittiğiniz zaman "iyi anlayın” durumun açığa çıkmasını ve sâbit olmasını araştırın, acele etmeyin, "size selâm verene” sizi İslâm selamı ile selamlayana, Nâfi', İbn Âmir ve Hamze elifsiz "selem” okumuşlardır ki, teslim olup itâat etmektir. Selâm da böyle tefsir edilmiştir. "Sen mü'min değilsin” bunu canını kurtarmak için yaptın, demeyin. Nûn'un fethi ile "mü'menen” de okunmuştur ki, aman verilmiş demektir. "Dünya hayatının geçici metaını arayarak” tez tükenen dünyalık için demektir. "Tebteğune aradal hayatid dünya” "tekulu"daki zamirden hâl’dir, aceleye getirtenin ve araştırmayı terk etmeye sürükleyenin o olduğunu bildirmek içindir. "Allah katında çok ganimetler vardır” sizi o gibileri öldürmekten kurtaracak demektir. "Siz de önceden böyle idiniz” yani İslâm'a ilk girdiğinizde kelime-i şehâdet getirip de onunla kanlarınızı ve mallarınızı kurtardınız, sizden içinizin dışınızın bir olması da aranmadı. "Allah size lütfetti” îmanınızı açıklamak ve dinde doğruluk göstermekle. "İyi araştırın” İslâm'a girenlere Allah'ın size yaptığı gibi yapın, takıyye için ve korkularından girdiklerini zannederek hemen onları öldürmeye kalkmayın. Çünkü bir kâfirin hayatta kalması Allah katında bir Müslüman'ın öldürülmesinden daha basittir. Onu tekrar etmesi durumun önemini belirtmek ve hükmün de belirtilen hâllerine dayandığını göstermek içindir. "Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” onu ve ondan ne kastedildiğini bilmektedir. Öyleyse hemen onu öldürmeye yeltenmeyin ve ihtiyatlı davranın. Rivâyete göre Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bir askerî birlik gönderdi, Fedek çevresini işgal etti, kaçtılar, Mirdas ise Müslüman olduğuna güvenerek kaçmadı. Atlıları görünce sürüsünü yandık otu ağacının altına saldı, kendisi de dağa çıktı. Askerler ona yetişip de tekbir getirince, o da tekbir getirdi ve aşağı indi: Lâilahe illâllah Muhammedün Resûlullah, selamün aleyküm, dedi. Üsame de onu öldürdü ve sürüsünü Medîne'ye sürdü. Âyet bunun üzerine indi. Mikdat hakkında indiği de söylenmiştir, koyunlarını otlatan bir adama rastladı, onu öldürmek istedi. O da: Lâilahe illâllah, dedi, onu Üsame öldürdü ve: Ailesini ve malını kaçırmak istedi, dedi. Bunda zorlanan kimsenin îmanının geçerli olduğuna ve müçtehidin hata yapabileceğine ve hatasının bağışlanacağına delil vardır. 95Mü'minlerden mazaretleri olmadığı hâlde savaşa katılmayanlarla Allah yolunda malları ve canları ile cihâd edenler bir değildir. Allah mallarıyla canlarıyla cihâd edenleri savaşa katılmayanlardan bir derece üstün kılmıştır. Gerçi her ikisine de güzellik va'detmiştir. Allah cihada katılanlara savaşa katılmayanlara karşı büyük bir mükâfat vermiştir. (Savaşa katılmayanlar bir değildir) harpten geri kalanlar (mü'minlerden) bu da elkaidin'den yahut ondaki zamirden hâl’dir, "gayru ülid darari” ref ile kaidun'un sıfatıdır, çünkü onlardan belli kimseler kastedilmemiştir ya da ondan bedeldir. Nâfi', İbn Âmir ve Hamze hâl veya istisna olmak üzere nasb ile gayra okumuşlardır. Mü'minin'in sıfatı olarak cer ile gayri de okunmuştur ya da ondan bedeldir. Zeyd bin Sâbit şöyle buyurmuştur: Âyet indi, içinde ğayru ülid darari kaydı yoktu, a'mâ İbn Ümmi Mektum geldi: Benim gibi a'mâ ne olacak, dedi? Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i o mecliste vahiy hâli bürüdü, uyluğu uyluğumun üzerinde idi, uyluk kemiğimin kırılacağından korktum. Sonra o hâl geçti: Yaz, dedi: "Allah yolunda malları ve canlarıyla cihâd edenler” yani bunlarla mazeretleri olmadığı hâlde savaşa katılmayanlar eşit değildir demektir. Bunun faydası aralarındaki farkı dile getirmektir, Tâ ki, oturan da cihada katılsın da derecesi yükselsin ve rütbesinin düşmesine tenezzül etmesin. "Allah mallarıyla canlarıyla cihâd edenleri savaşa katılmayanlardan bir derece üstün kılmıştır". Bu da eşitliğin nerede olmadığını beyan eden cümledir. (Katılmayanlar) da yukarıdaki kayda tabidir (mü'min olacak ve mazereti olmayacak). "Dereceten” harfi çerin hazfi ile mensûbtur yani biderecetin demektir ya da mastar olarak mensûbtur, çünkü tafdil manasınadır ve mastar binai merre (mef'ûlu mutlak) yerine geçmiştir. Ya da hâl’dir, ziderecetin demektir. "Gerçi her ikisine de” katılmayanlara da Mücâhidlere de "Allah güzellik va'detmiştir” güzel sevaptır ki, o da temiz itikatlarından ve iyi niyetlerinden dolayı cennettir. "Allah cihada katılanlara savaşa katılmayanlara karşı büyük bir mükâfat vermiştir” ecren mastar olarak mensûbtur, çünkü "faddale” eccere manasınadır ya da ikinci mef'ûldur, çünkü i'ta (vermek) manasınadır. Sanki: Ve a'tahüm ziyadeten alel kaidine ecren azimen demiş gibidir. 96Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir. "Ve derecatin minhü ve mağfireten ve rahmeh” her biri ecren'den bedeldir, derecatin'in mastar olarak mensûb olması da câizdir, Meselâ: Daraptuhu esvatan (darabatin) gibi. Ecren de onun mukaddem hâli olur, çünkü nekire ve marifedir, rahmeten de mastar olarak mensûbtur, fiilleri gizlenmiştir. Mücâhidlerin üstünlüğünü tekrar etmiş ve özet ve geniş olarak mübalağa etmiştir, bu da cihada önem vermek ve onu teşvik etmek içindir. Şöyle de denilmiştir: Birincisi Allah'ın onlara dünyada verdiği ganimet, zafer ve iyi addır, ikincisi de onlara âhirette verdiği şeylerdir. Şöyle denilmiştir: Dereceden maksat Allah katındaki mevkilerinin yüksekliğidir, derecelerden maksat da cennetteki makamlarıdır. Şöyle de denilmiştir: Birinci elkaidun mazeretleri olanlardır, ikincisi de onlara ihtiyaç olmadığı için geri kalmalarına izin verilenlerdir. Şöyle de denilmiştir: Birinci Mücâhidler kâfirlerle cihâd edenlerdir, ötekiler de nefisleri ile cihâd edenlerdir. Aleyhisselâm Efendimizin: Küçük cihâdtan büyük cihada döndük sözü de buna göredir. "Allah çok bağışlayıcıdır” olabilecek kusurlarını "ve çok merhametlidir” onlara vaad ettiği şeyler vesilesiyle. 97Melekler nefislerine zulmedenlerin canlarım aldığı zaman onlara: "Sizler nerede idiniz?” dediler. Onlar da: "Biz yeryüzünde acizlerden idik” dediler. Onlar (melekler): "Allah'ın yeryüzü hicret edeceğiniz kadar geniş değil miydi?” dediler. İşte onların barınakları cehennemdir. Orası ne kötü varılacak bir yerdir! "İnnel lezine tevvefethümül Melâiketü” maziye de muzâri'ye de ihtimali vardır. "Teveffethüm” ve muzâri olarak "teveffahüm” de okunmuştur ki,ffeytü'den gelir, manası da Allah meleklere onların canlarını teslim eder, onlar da alırlar demektir yani alma imkanı verir, onlar da alırlar, "zâlimiy enfüsihim” hicreti terk etmek ve kâfirlere uymakla nefislerine zulmetmiş olarak demektir. Çünkü âyet Mekke'den bazı insanlar hakkında indi. Bunlar Müslüman oldular, hicret vâcip olduğu hâlde hicret etmediler. "Dediler” yani melekler onları azarlayarak "nerede idiniz?” yani dininizin neresinde idiniz? "Onlar da: Biz yeryüzünde acizlerdendik, dediler” azarlanmalarına hicretten yahut dini açığa çıkarmaktan ve Allah’ın kelimesini yüceltmekten zafiyet ve acziyetleri ile özür dilediler. "Dediler” yani melekler, onları yalanlamak veya tekdir etmek için "Allah'ın yeryüzü hicret edeceğiniz kadar geniş değil miydi?” bir bölgeden diğerine gitmek için. Muhâcirlerin Medîne'ye ve Habeşistan'a yaptıkları gibi. (İşte onların barınağı cehennemdir) vacibi terk ettikleri ve kâfirlere yardım ettikleri için. Bu da "inne"nin cevabıdır. Fe de isim şart manasını taşıdığı içindir. Ve Kâlû fime küntüm de "kad” takdir edilerek meleklerden hâl’dir ya da haber "Kâlû” dur. Aid zamiri de mahzûftur yani "Kâlû lehüm” demektir. Bu da ondan çıkan önceki cümleye ma’tûftur. "Orası ne kötü varılacak yerdir!” yani varacakları yer ki, cehennemdir. Âyette bir kimsenin dinini yerine getirme imkânı bulamadığı yerden hicret etmesinin vâcip olduğuna delil vardır. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Kim dinini velevki bir karış olsun bir yerden bir yere kaçırırsa, cenneti hak eder ve İbrâhîm ile Nebisi Muhammed'in arkadaşı olur. Bu ikisine selâm olsun. 98Ancak ellerinden bir çare gelmeyen ve bir yol bulamayan zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar müstesna. (Ancak ellerinden bir çare gelmeyen zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar müstesna) bu da istisna-i munkatı'dır, çünkü mevsûle, zamirine ve ona işarete dahil değildirler. Vildanın zikredilmesi, eğer onlardan köleler murat edilirse açıktır, eğer onlardan çocuklar murat edilirse, işi abartmak ve hicretin neredeyse onlara bile vâcip olacağını akla getirmek içindir. Çünkü onlar da buluğa erdikleri ve hicrete güç yetirdikleri zaman ondan kaçamazlar. Ve idarecilerinin imkân buldukları zaman onları hicret ettirmeleri vâciptir. "Lâ yestetiune hiyleten vela yehtedune sebilâ” bu da mustazatların sıfatıdır, onlar da neredeyse belli kimseler değildir (onun içindir ki, nekire olan layestetiune ona sıfat olabilmiştir). Ya da ondan veya onda gizli zamirden hâl’dir. Güç yetmek de hicret sebeplerini ve hicretin dayandığı şeyleri bulmaktır. Yol bulmak da bizzat veya rehber aracılığıyla yolu bilmektir. 99İşte onları Allah'ın affetmesi umulur (Allah’ın dilemesine kalmıştır.). Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır. "İşte onları Allah'ın affetmesi umulur.” “Umut” kelimesini ve” af” lâfzını kullanması hicreti terk etmenin tehlikeli bir durum olduğunu akla getirmek içindir. Öyle ki, çaresiz kalan da işi boş vermemeli, fırsat aramalı ve onu aklından çıkarmamalıdır. "Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır". 100Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde birçok gidecek yer ve bolluk bulur. Kim evinden Allah'a ve Resûlüne hicret etmek üzere çıkar sonra da ona ölüm yetişirse, onun mükâfatı Allah'a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "Vemen yuhacir fî sebilillahi yecid filardı murağamen kesiren” murağamen gidecek yer demektir, rağam'dan gelir ki, o da topraktır. Şöyle de denilmiştir: Kavmine rağmen gidecek yol bulur yani burunlarını sürterek onlardan ayrılır demektir. Bu da rağam'dan gelir. "Bolluk” rızıkta ve dini açığa çıkarmada. "Kim evinden Allah'a ve Resûlüne hicret etmek için çıkar sonra da ona ölürn yetişirse” ref ile yüdrikuhu da okunmuştur ki, mahzûf mübtedanın haberi olur yani sümme hüve yüdrikuhu demektir. Gizli "en” ile mensûb olarak da okunmuştur: Ve elhaku bilhicazi feestiriha (Hicaz'a yetişir, rahat ederim.) sözü gibi. (Onun mükâfatı Allah'a düşmüştür. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir). Vuku ve vücup lâfızları birbirine yakındır, Mana da şöyledir: Ecri Allah katında sâbit olur, tıpkı vâcip bir şeyin sübuttı gibi. Âyet-i kerim'e Cündüb bin Damra hakkında indi, onu çocukları sedyeye koyarak Medîne'ye doğru yola çıkardılar. Tenim mevkiine varınca ölmeye yüz tuttu, sağ elini sol elinin üzerine koyarak: Allah'ım, bu, senin içindir, bu da Resûlün içindir, Resûlün neye biat etti ise ben de ona biat ediyorum, dedi ve canını teslim etti. 101Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman eğer kâfirlerin size fenalık yapacağından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık bir düşmandır. "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman” yolculuk ettiğiniz zaman "namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur” rekatlarını yarıya indirmede. Günahın olmaması onun vâcip değil câiz olduğunu gösterir. Bunu şu da teyit eder ki, sallallahü aleyhi ve sellem onu yolculukta tam kılmıştır. Hazret-i Âişe radıyallahü teâlâ anha da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile umre yaptı ve: Ya Resûlallah, namazı kısa da yaptım tam da yaptım, orucu tuttuğum da tutmadığım da oldu, dedi. O da: İyi etmişsin, ya Âişe, dedi. Ebû Hanîfe ise onu Hazret-i Ömer'in: Yolculuk namazı iki rekattır, tamdır, eksik değildir, Peygamberiniz sallallahü aleyhi ve sellem'in diliyle böyledir, sözüne bakarak vâcip kılmıştır. Bir de Hazret-i Âişe radıyallahü anh'a: Namaz ilk defa ikişer rekat olarak farz kılındı; seferde yerinde bırakıldı, hazarda artırıldı, buyurmuştur. Bu iki rivâyetin zahirleri bu âyet-i kerimeye muhâliftir. Eğer bu ikisi doğru ise birincisi, o doğrulukta ve yeterlikte tam gibidir diye te'vil edilir. İkincisi de artırılmasına mani değildir; Öyle ise âyeti, onlar dört kılmağa alışmışlardı; bu sebeple yolculuk namazının iki rekat kısa ve eksik olduğu zannı akıllarına gelince o zanlarına göre ona kısa denmiştir ve günah yoktur demesi de içlerini rahatlatmak içindir, demeğe ihtiyaç yoktur. Namazın kısaltılacağı en kısa mesafe bize göre dört berid'dir, Ebû Hanîfe'ye göre de altı berid'dir. Aksara'dan getirerek "tuksıru” da okunmuştur, o da kasara manasınadır. "Minassalati” de mahzurun sıfatıdır, yani şey'en minessalati demektir. Bu da Sîbeveyh'e göredir. Ahfeş'e göre de min'in ziyade kılınmasıyla "taksuru"nûn mef'ûlu dür. "Eğer kâfirlerin size fenalık yapacaklarından korkarsanız.” bu da şart cümlesidir, o zamanki genel duruma göredir. Bunun içindir ki, mefhum-ı muhâlifine itibar edilmemiştir, tıpkı Allahü teâlâ’nın: "Eğer karı kocanın Allah'ın hududunu yerine getirmemelerinden korkarsanız kadının verdiği fidyede onlara bir günah yoktur” (Bakara: 229) âyetinde de itibar edilmemiştir. Sünnet onun güven hâlinde de câiz olduğunu göstermektedir. "İn hıftüm” kaydı olmaksızın "minassalati en yeftineküm” şeklinde de okunmuştur ki, kötülük yapmaları da savaşmak ve saldırmaktır. 102Sen içlerinde olup da onlara namazı kıldırdığın zaman onlardan bir grup seninle namaza dursun ve silâhlarını alsınlar. Secde ettikleri zaman arkanızda olsunlar. Namaz kılmayan öteki grup da gelsin, seninle beraber namazı kılsın; tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar. Kâfirler isterler ki, silâhlarınızdan ve eşyanızdan gâfil olasınız da üzerinize birden saldırsınlar. Eğer yağmurdan bir sıkıntınız olur veyahut hasta bulunursanız silâhlarınızı bırakmakta size bir günah yoktur. Tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kâfirler için aşağılayıcı bir azâp hazırlamıştır. "Sen içlerinde olup da onlara namazı kıldırdığın zaman” korku namazını Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in bulunmasına bağlayan Âyetin mefhum-ı muhâlifine sarılmıştır, çünkü cemâat namazı faziletlidir. Ulemanın çoğunluğu ise şu kanaattadırlar ki, Allahü teâlâ namazın nasıl kılınacağım Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e öğretmiştir ki, ondan sonraki imamlar da ona uysunlar. Çünkü onlar da onun vekilleridir, onların bulunması onun bulunması gibidir. "Onlardan bir grup seninle beraber namaza dursun” onları ikiye ayır; birisi seninle beraber dursun, namazı kılsınlar, ötekiler de düşmanın karşısında dururlar. "Silâhlarını alsınlar” yani namaz kılanlar tedbir olarak. Şöyle de denilmiştir: Zamir öteki gruba aittir, birinci grubun zikredilmesi bunu gösterir. "Secde ettikleri zaman” yani namaz kılanlar, "olsunlar” yani namaz kılmayanlar "arkanızda” sizi korurlar yani Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem ile onunla beraber namaz kılanları. Burada muhatap gaibi bastırmıştır (muhatap kalıbı kullanılmıştır). "Namaz kılmayan öteki grup da gelsin” beklemekle meşgul olanlar "seninle beraber namaz kılsınlar". İfadenin zahiri onu göstermektedir ki, imâm her grupla ikişer defa namaz kılar. Nitekim Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Batmnahle'de öyle yapmıştır. Eğer bundan namaz iki rekat olur da her rekatı kıldırması murat edilirse, bunun da tatbikatı şöyledir: Birincilere bir rekat kıldırır ve namazlarını teker teker tamamlayıncaya kadar kendisi ayakta bekler. Onlar düşmanın karşısına giderler, Öteki grup gelir, onlara da ikinci rekatı kıldırır. Sonra da namazlarını bitirinceye kadar ayakta onları bekler. Onlara selâm verdirir. Nitekim Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Zatürrika'da böyle yapmıştır. Ebû Hanîfe de şöyle buyurmuştur: Birincilere bir rekat kıldırır, sonra bunlar gider, düşmanın karşısına durur, öteki grup gelir onunla beraber bir rekat kılar ve namazını tamamlar. Sonra düşmanın yüzüne durur ve birinci grup gelir ikinci rekatı kırâatsız eda eder ve namazı tamam olur. "Tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar” tedbiri gazinin korunacağı silâh kılmıştır, alma bakımından onu silâhla birleştirmiştir. Benzeri de: "Onlar ki, evi ve îmanı hazırladılar” (Haşr: 9) ayetidir. "Kâfirler isterler ki, silâhlarınızdan ve eşyalarınızdan gâfil olasınız da üzerinize birden saldırsınlar” namazınızda size ansızın saldırmak, size birden hücum etmek isterler. Bu da silâhı niçin almalarının izahıdır. "Eğer yağmurdan bir sıkıntınız olur veyahut hasta bulunursanız silâhlarınızı bırakmakta size bir günah yoktur” bu da yağmur veyahut hastalık sebebiyle almak ağır olunca bırakmak için izindir. Bu da alma emrinin vücup için değil müstehap için olduğunu gösterir. "Tedbirinizi alın” bununla beraber tedbir almayı emretmiştir ki, düşman onlara hücum etmesin. "Şüphesiz Allah, kâfirler için aşağılayıcı bir azâp hazırlamıştır". Tedbir aldıktan sonra kâfirlere karşı zaferi va'detmiştir ki, kalplerini kuvvetlendirsin ve bilsinler ki, tedbir alma emri zayıflıklarından ve düşmanlarının üstünlüklerinden değildir; bilâkis vâcip olan odur ki, işlerde teyakkuz ve tedbir merasimine dikkat edilsin ve Allah’a tevekkül etsinler. 103Namazı bitirdiğiniz zaman Allah'ı ayakta, oturarak ve yanlarınız üstü yatarken zikredin. Güvende olduğunuz zaman namazı eksiksiz kılın. Şüphesiz namaz mü'minlerin üzerine belli vakitlerde yazılmış bir farzdır. "Namazı bitirdiğiniz zaman” eda edip sona erdirdiğiniz zaman "Allah'ı ayakta, oturarak ve yanlarınız üstü yatarak zikredin” bütün hâllerde zikre devam edin yahut namaz kılmak istediğiniz ve korku şiddetlendiği zaman onu nasıl mümkün olursa öyle küm; ayakta, kılıç çalarken, dövüşürken, otururken, ok atarken ve yaralanıp bitkin düşmüş iken. "Güvende olduğunuz zaman” kalplerinizden korku gittiği zaman "namazı kılın” ta'dil-i erkân ile, rükün ve şartlarını yerine getirerek ve tam olarak eda edin. "Şüphesiz namaz mü'minlerin üzerine belli vakitlerde yazılmış bir farzdır". Vakitleri tayin edilmiş bir farzdır, hiçbir şekilde vakitlerinden çıkarılması câiz değildir. Bu da zikirden namazın murat edildiğini ve onun kılıç çalarken de savaş meydanında koştururken de vâcip olduğunu göstermektedir ve emrin mümkün olduğu kadar yerine getirilmesinin illetidir. Ebû Hanîfe ise: Savaşçı rahatlamadıkça namaz kılmaz, buyurmuştur. 104O topluluğu aramakta gevşemeyin. Eğer siz acı duyarsanız, şüphesiz onlar da sizin gibi acı duyarlar. Allah'tan onların ummadıklarını umuyorsunuz. Allah her şeyi bilendir, hikmet sâhibidir. "Gevşemeyin” zayıflamayın "o topluluğu aramada” kâfirleri öldürmek için aramada (eğer siz acı duyarsanız, şüphesiz onlar da sizin gibi acı duyarlar. Üstelik siz Allah'tan onların ummadıklarını umuyorsunuz). Bu da gevşeklik göstermede onları susturmaktadır, çünkü savaşın zararı her iki tarafın da üzerine dönmektedir, onlara mahsus değildir. Onlarsa bu sebeple Allah'tan dini açığa çıkarmasını ve düşmanlarının ummadığı sevabı umuyorlar. Öyleyse savaşı onlardan daha çok istemeli ve ona daha çok sabretmelidîrler. Hemzenin fethi ile "en tekunu” da okunmuştur ki, acı duymanız için demek olur ve "onlar da acı duyuyorlar” kavli gevşeme yasağının gerekçesi olur. Âyet Küçük Bedir savaşı hakkında inmiştir. "Allah her şeyi bilendir” amellerinizi ve içlerinizdekini bilir, "hikmet sâhibidir” emir ve yasaklarında. 105Şüphesiz kitabı sana hak ile indirdik ki, insanların arasında Allah'ın sana gösterdiği ile hüküm veresin. Sâkin hainlerin savunucusu olma. "Şüphesiz kitabı sana hak ile indirdik ki, insanların arasında Allah'ın gösterdiği ile hüküm veresin". Zafer oğullarından Tu'me bin Übeyrik hakkında indi. Komşusu Katade bin Numan'ın zırhını bir un çuvalının içinde çaldı. Un delikten dökülmeye başladı, onu Yahûdî Zeyd bin Semin'nin yanında sakladı. Zırh Tu'me'nin yanında arandı, bulunamadı. Almadığına ve haberi olmadığına dâir yemin etti. Onu bıraktılar, unun izini sürdüler, Yahûdînin evine geldiler, onu aldılar. O da: Bunu bana Tu'me verdi, dedi. Yahûdîlerden bazı kimseler onun lehine şahitlik etti, Zafer oğulları: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e gidelim, dediler. Ondan adamlarım savunmasını istediler ve: Eğer yapmazsan helâk ve rezil olur, Yahûdî de temize çıkar, dediler. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de öyle yapmayı düşündü. (Allah'ın sana gösterdiği şey ile) Allah'ın sana öğrettiği ve vahyettiği şey ile demektir. Bu bilmek manasına görmekten değildir; eğer öyle olsa idi üç mef'ûl isterdi. "Sâkin hainler için olma” onlar için ve onları müdafaa etmek için olma "hasım” suçlulara. 106Allah'tan mağfiret dile. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "Allah'tan mağfiret dile” düşündüğün şeyden dolayı. "Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir” kendinden istiğfar edenlere. 107Nefislerine hainlik edenlerden yana mücadele etme. Şüphesiz Allah, aşırı hain günahkârları sevmez. "Nefislerine hainlik edenlerden yana mücadele etme” çünkü hainliklerinin vebali onlara döner. Ya da masiyet ona hainlik sayılmıştır, tıpkı ona haksızlık sayıldığı gibi. Yahtanune'deki zamir Tu'me ve benzerlerine râcidir ya da ona ve kavmine râcidir, çünkü onlar da suçsuzluğuna şahitlik edip onu savunmakla günaha ortak oldular. "Şüphesiz Allah, aşırı haini sevmez” hiyanette haddini aşan ve üzerinde ısrar edeni, "günahkârı” ona balıklamasına atılanı. Rivâyete göre Tu'me Mekke'ye kaçtı, dîninden döndü ve hırsızlık etmek için bir duvarı deldi. Duvar üzerine düşüp onu öldürdü. 108İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler; hâlbuki o, râzı olmayacağı şeyleri gece uydurup düzerlerken onlarla beraberdi. Allah yaptıklarını kuşatmıştır. "İnsanlardan gizlerler” utandıklarından ve korktuklarından onlardan saklarlar "Allah'tan gizlemezler". Hâlbuki asıl utanılması ve korkulması gereken odur. "O onlarla beraberdir” sırları ona gizli kalmaz, onlar için tek yapılacak şey nun çirkin gördüğü ve sorguya çektiği şeyleri terk etmektir. "Gece uydurup düzerlerken” idare edip tezvir ederlerken "râzı olmadığı sözü” suçsuza iftira atmak, yalan yere yemin etmek ve yalancı şahitliği yapmak gibi. "Allah yaptıklarını kuşatmıştır” ondan hiçbir şey kaçmaz. 109Sizler öyle kimselersiniz ki, onları dünya hayatında müdafaa ettiniz; ya onları kıyâmet gününde Allah'a karşı kim müdafaa edecek veyahut kim onların vekili olacak? (Sizler o kimselersiniz) mübteda ve haberdir, "onları dünya hayatında müdafaa ettiniz” ulai'nin haber düşmesini açıklayan cümledir ya da onu mevsûl yapanlara göre sıladır. "Ya onları kıyâmet gününde Allah'a karşı kim savunacak veyahut kim onların vekili olacak?” Allah'ın azabından koruyacak avukatı olacak. 110Kim bir kötülük yapar yahut kendine haksızlık eder de sonra da Allah'tan bağışlanmasını dilerse, Allah'ın çok bağışlayıcı ve çok merhametli olduğunu görür. "Kim bir kötülük yapar” başkasını üzecek çirkin bir şey yapar "yahut kendine haksızlık eder de” kendinde kalacak ve başkasına geçmeyecek bir şey yaparsa. Şöyle de denilmiştir: Kötülükten maksat şirkten aşağı olanlardır, zulümden maksat da şirktir. Şöyle de demlmiştir: Bunlar küçük ve büyük günahlardır. "Sonra da Allah'tan bağışlanmasını dilerse” tevbe ederek "Allah'ın çok bağışlayıcı olduğunu görür” günahlarını "ve çok merhametli olduğunu” ona lütufkâr olduğunu. Bunda Tu'me ve kavmi için tevbe ve istiğfara teşvik vardır. 111Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanır. Allah her şeyi bilen, hikmet sâhibidir. "Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanır” vebali onu geçmez, çünkü "eğer kötülük ederseniz onadır” (İsra: 7) buyurmuştur. "Allah her şeyi bilen, hikmet sâhibidir” o yaptığını bilir ve verdiği karşılıkta hikmet sâhibidir. 112Kim de bir hata veyahut bir günah kazanır, sonra da onu bir suçsuzun üzerine atarsa, gerçekten bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. "Kim de bir hata yaparsa” küçük yahut kasıtsız "yahut bir günah kazanırsa” büyük yahut kasıtlı "sonra da bir suçsuzun üzerine atarsa” Tu'me'nin Zeyd'e attığı gibi. Bihi zamirini tekil yapması "ev” edatından dolayıdır. "Gerçekten bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur” suçsuza iftira ettiğinden ve suçluyu temize çıkardığından dolayı. Bunun içindir ki, her ne kadar birinin yaptığı daha aşağı ise de onları eşit kabul etmiştir. 113Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir bölük seni şaşırtmak isterlerdi. Onlar ancak kendilerini şaşırtırlar. Sana hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfü büyüktür. "Eğer üzerinde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı” aklından geçeni vahiyle bildirmekle. Aleyke zamiri Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e râcidir, "onlardan bir bölük isterdi” Zafer oğullarından bir bölük "seni şaşırtmak” durumu bildikleri hâlde hak ile hüküm vermekten. Cümle levla'nın cevabıdır. Maksat düşüncelerinin olmaması değildir; ona tesir etmemesidir. "Onlar ancak kendilerini şaşırtırlar” çünkü seni haktan kaydıramadı,bali de onlara döndü. "Sana hiçbir şeyle zarar veremezler” çünkü Allah seni korur, aklına gelen de görünen durumdan dolayıdır, hükümde taraf tutman için değildir. "Min şey'in” mastar olarak mahallen mensûbtur yani şey'en mined durri demektir. "Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir” kapalı durumlardan yahut din ve hükümet işlerinden. "Allah'ın senin üzerindeki lütfü büyüktür” çünkü peygamberlikten büyük bir lütuf yoktur. 114Onların birçok fısıldasın al arında hayır yoktur. Ancak kim bir sadaka vermeyi veya bir iyilik etmeyi veyahut insanların arasını düzeltmeyi emrederse, onunki müstesnadır. Kim bunu Allah rızâsını aradığı için yaparsa, yakında biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz. "Lâ hayra fî kesirin min necvahüm” min mütenacihim (fısıldaşanlarında) hayır yoktur demektir. Meselâ "ve iz hüm necva” (İsra: 47) âyetinde olduğu gibi. Yahut tenacihim (fısıldaşmalarında) demektir. "İllâ men emere bisadakatin” kavlinde de muzâf hazfedilmiştir, yani illâ necva men emere demektir. Ya da istisna-i munkatıdır, mana da velakin men emere bisadakatin, demektir ki, onun hsıldaşmasında hayır vardır manasınadır. Maruf şerîatın hoş gördüğü ve aklın reddetmediği her şeydir. Burada ödünç vermek, darda kalana yardım etmek, nafile sadaka ve diğer benzeri şeylerle tefsir edilmiştir. "Ev islahin beynennasi” ev islahi zati beynin (arabulmak) demektir. "Kim bunu Allah rızâsını aradığı için yaparsa, yakında biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz” söze emirle başladı, sonucu ise fiile bağladı ki, emreden her ne kadar iyiler zümresine dahil ise de yapan daha çok dahildir. Çünkü mühim olan yapmaktır. Emrin geçerli olması da fiile geçiş olmasındandır. Fiilin de Allah rızâsı için olmasını kayıtlaması amellerin niyetlere göre olmasından ve bir hayrı riya ve gösteriş için yapanın Allah'tan ecri hak edemeyeceğini göstermek içindir. Mükâfatın büyük olması da diğer dünyalıkların onun yanında önemsiz kalmasındandır. Hamze ile Ebû Amr ye ile "yü'tihi” okumuşlardır. 115Kim kendisi için doğru yol belli olduktan sonra Peygamber'e muhalefet eder ve mü'minlerinkinden başka bir yola giderse, onu yöneldiği şeye döndürür ve onu cehenneme atarız. Orası ne kötü bir yerdir. (Kim Peygamber'e muhalefet ederse) onun şıkkına muhalefet ederse, çünkü muhalefet edenlerden her biri diğerinin karşı tarafında olur. "Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra” mu'cizelere vakıf olmakla kendisi için hak meydana çıktıktan sonra "ve mü'minlerinkinden başka bir yola giderse” onların itikat ve amellerinden başka bir şeye "onu yöneldiği şeye döndürürüz” onu yöneldiği sapıklığa çevirir ve onu tercih ettiği şeyle baş başa bırakırız (ve onu cehenneme atarız) ona girdiririz. Nûn'un fethi ile sala'dan naslihi de okunmuştur. "Orası ne kötü yerdir!” cehennem. Âyet icmaa muhalefet etmenin haram olduğunu göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ şiddetli tehdidi Peygamber'e muhalefete ve mü'minlerin yoluna gitmemeye bağlamıştır. Bu da ya her birinin ya ikisinden birinin veyahut her ikisinin haram olmasındandır. İkincisi bâtıldır, çünkü: Kim içki içer ve ekmek yerse, hadde çarptırılır demek çirkindir. Üçüncüsü de öyledir, çünkü muhalefet etmek ona başkası eklense de eklenmese de haramdır. Onların yollarına gitmemek haram olunca yollarına gitmek de vâcip olur, çünkü yollarını bilenin onların yollarına gitmemesi yollarından başkasına tâbi olmaktır. Ben de bu konuyu Mirsadu'l - Efham ilâ Mebadiil Ahkâm kitabında enine boyuna açıkladım. 116Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, (haktan) çok uzak bir şekilde sapmış demektir. "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar". Bunu tekrar etmesi te'kit içindir ya da Tu'me kıssasından dolayıdır. Şöyle denilmiştir: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e bir ihtiyar geldi ve: Ben günaha düşkün bir ihtiyarım, ancak ben Allah'ı bildiğimden beri ona hiçbir şeyi ortak koşmadım, ona îman ettim, ondan başka bir dost edinmedim, günahlara cesaretimden dolayı düşmedim. Göz kapatıp açacak kadar kaçarak Allah'ı aciz bırakacağımı düşünmedim. Pişmanım, tevbe ediyorum. Benim Allah katındaki durumumu nasıl görüyorsun, dedi? Âyet bunun üzerine indi. "Kim Allah'a şirk koşarsa, (haktan) çok uzak bir şekilde sapmış demektir". Çünkü şirk sapıklık çeşitlerinin en büyüğüdür ve doğruluk ve istikametten en uzağıdır. Birinci Âyette iftiradan bahsetmesi ehl-i kitabın kıssasına bitişik olmasındandır. Onların şirklerinin kaynağı bir çeşit iftiradır; o da azîz ve celil olan Allah'ın evlât edinme iddialarıdır. 117Onlar ondan başka ancak dişilere dua ederler. Onlar ancak azgın şeytana dua ederler. "Onlar (müşrikler) ondan başka ancak dişilere dua ederler” yani Lat, Menat, Uzza ve benzerlerine dua ederler. Her kabilenin bir putu vardı, ona ibâdet ederlerdi. Ona, filan oğullarının dişisi, derlerdi. Ya isimleri dişi olduğu içindir, nitekim şâir şöyle buyurmuştur: (Kene) erkek değildir, eğer şişmanlarsa dişidir, Tuttu mu bırakmaz, dişleri yoktur. Keneyi kastetmiştir, o küçükken ona kurad denir, büyüdüğü zaman haleme denir. Ya da putların cansız olmalarındandır, cansızlar dişidir, çünkü etkilendikleri için dişilere benzerler. Belki de Allahü teâlâ’nın onları bu isimle zikretmesi, dişi isimleri verdikleri şeylere tapmalarındandır. Çünkü o etkilenir, etkilemez. Mâbut ise etkileyici olmalıdır, etkilenen değil. Bu da onların sonsuz cahilliklerini ve ileri derecede ahmaklıklarım gösterir. Şöyle denilmiştir: Dişilerden maksat meleklerdir, çünkü onlar: Melekler Allah'ın kızlarıdır, derler. İnas ünsa'nın çoğuludur, ribab ve rübba gibi. Tekil olarak "ünsa” da okunmuştur. Enis'in çoğulu olarak "ünüsen” de okunmuştur. Hubus ve habis gibi. Sükûn ve harekeli olarak da "vüsnen” de okunmuştur ki,sen'in çoğulu olur, üsd ve üsüd gibi. Vâv Mazmûm olduğu için sükûn ve hareke ile hemzeye kalp ederek üşünen de okunmuştur. "Ve in yedune” onlara tapmakla ibâdet etmezler "ancak azgın şeytana ibâdet ederler” çünkü onlara ibâdeti o emretmiş ve onları buna o teşvik etmiştir. Merid hayra bulaşmamış kimse demektir. Bu maddenin aslı düz demektir. Sarhun mümerred de bundandır, pürüzsüz yüzey demektir. Ğulamün emred (tüysüz genç) ve şeceretün merdae de yapraksız ağaç demektir. 118Allah ona lâ'net etmiştir. Şeytan: "Celalin hakkı için kullarından belli bir kesim edineceğim” dedi. "Allah ona lâ'net etmiştir” şeytanın ikinci sıfatıdır. "Celalin hakkı için kullarından belli bir kesim edineceğim, dedi". Bu da ona ma’tûftur, yani azgın ve lanetle bu sözü birleştiren şeytana taparlar. Bu söz de onun insanlara aşırı derecede düşmanlığını gösterir. Allahü teâlâ şirkin son derece bir sapıklık olduğunu sebep göstererek şöyle ispat etmiştir: Şirk koştukları şeyler etkilenen şeylerdir, irâdeleriyle bir şey yapamazlar. Bu da İlâhlıkla hiç bağdaşmaz. Çünkü ilâh olan etkilenmeli değil etkilemelidir. Sonra buna şunu da delil getirdi ki, şeytana ibâdet etmek üç açıdan feci sapıklıktır: Birincisi o azgındır, sapıklığa dalmıştır, hayır ve hidâyetle en ufak bir alâkası yoktur. O zaman ona itâat etmek hidâyetten çok uzaklaşmak olur. İkincisi o sapık olduğu için melundur, ona itâat etmek sapıklık ve lanetten başka bir şey getirmez. Üçüncüsü o insanlar için en büyük düşmandır ve helâklerine çalışmaktadır. Böyle olan birine dostluk en kötü sapıklığı kazandırır, kaldı ki, ona ibâdet etmek! Âyette geçen "mefrudan” benim için takdir ve farz edilen hisse demektir. Bu da funda lehu filata deyiminden gelir ki, birine belli bir tahsisat bağlanmaktır. 119Onları kesinlikle saptıracağım, onları kuruntulara boğacağım ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler". Kim Allah'tan başka şeytanı dost edinirse, açık bir şekilde ziyan etmiştir. "Onları kesinlikle saptıracağım” haktan "onları kuruntulara boğacağım” kuruntular uzun hayata, kıyâmetin ve azabın olmaması gibi şeylerdir. "Onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar” Allah'ın helâl ettiğini harâm kılmak için. Bu da Arapların bahire ve şaibe gibi yaptıkları şeylerden ibarettir. Ve helâl edilen bütün şeylerin haramlığma ve bilfiil veya bilkuvve (potansiyel) olarak tam yaratılan bütün şeyleri eksik yapmaya işarettir. "Onlara emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler” suret veya sıfatını. Buna, dediklerine göre şunlar girer: Hami denen devenin gözünü çıkarmak, köleleri enemek, dövme yapmak, dişlerin arasını seyreltmek, livata yapmak, kadınların sevicilik yapması vb. şeyler, güneşe ve aya tapmak, Allah'ın fıtratı olan İslâm yaratılışını değiştirmek, organları ve kuvvetleri nefse kemalat getirmeyen ve onu Allah'a yaklaştırmayan şeylerde kullanmak. Enemek lâfzının genel olması her çeşidini harâm ederse de ancak fakihler ihtiyaçtan dolayı hayvanların enenmesine izin vermişlerdir. Dört cümle şeytanın söyleyerek yahut yaparak zikrettiği şeyleri hikâye etmektedir. "Kim Allah'tan başka şeytanı dost edinirse, açık bir şekilde ziyan etmiştir” onun davet ettiği şeyi Allah'ın emrettiği şeye tercih etmek ve Allah’ın itaatından geçerek ona itâat etmekle. "Açık bir şekilde ziyan etmiştir” çünkü sermayesini ziyan etmiş ve cennetteki yerini cehennemdeki yeri ile değiştirmiştir. 120Şeytan onlara vaatlerde bulunur ve onları kuru temennilere boğar. Şeytanın vaat ettikleri aldatmacadan başka bir şey değildir. "Şeytan onlara vaatlarde bulunur” yerine getirmediği vaatlerde "ve onları kuru temennilere boğar” ulaşamayacakları. "Şeytanın vaat ettikleri aldatmacadan başka bir şey değildir” bu da zararlı şeyleri yararlı gibi göstermektir. Bu vaat ya içten geçen bozuk hatıralarla olur ya da dostlarının dili ile olur. 121İşte onların yeri cehennemdir. Ondan kaçacak yer de bulamazlar. "İşte onların yeri cehennemdir. Ondan kaçacak yer de bulamazlar” mahis, hasa yahisu'dan gelir ki, haktan sapmaktır. Anha ondan hâl’dir, onun sılası değildir, çünkü ism-i mekândır. Eğer mastar kılınsa bile o mâkablinde amel etmez. 122Îman edip iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları cennetlere girdireceğiz. Bu, Allah'ın bir hak va'didir. Sözü Allah'tan daha doğru olan kimdir? "Îman edip iyi şeyler yapanları, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere girdireceğiz. Bu, Allah'ın bir hak va'didir". Yani vaadehu va'den ve hakka Zâlike hakkan demektir. Birincisi kendim te'kit etmektedir, çünkü kendinden önceki isim cümlesinin manası vaattir. İkincisi de başkasını tekittir, Mevsûlun arkadakinin tefsir ettiği fiille mensûb olması da câizdir. Va'dallah da "senüdhilühüm” kavli ile te'kit edilmiştir; çünkü o da neidühüm idhalehüm manasınadır. "Hakkan” da mastardan hâl’dir. "Sözü Allah'tan daha doğru olan kimdir?” bu da gayet etkileyici te'kit cümlesidir. Bu âyetten maksat şeytanın dostlarına yalan vaatlarına Allah'ın dostlarına sadık vaadi ile karşı çıkmaktır. Tekitteki mübalağa da kulları onu elde etmeğe teşvik içindir. 123İş ne sizin kuruntularınızla ne de kitap ehlinin kuruntu-Iarıyladır; kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır. Allah'tan başka kendisi için ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir. "İş ne sizin kuruntularınızla ne de kitap ehlinin kuruntularıyladır” yani Allah'ın va'dettiği sevaba, ey Müslümanlar, ne sizin temennilerinizle ulaşılır ne de ehl-i kitabın temennileriyle ulaşılır. Ancak îman ve iyi amelle ulaşılır. Şöyle de denilmiştir: Îman temenni ile değil, fakat kalbe yerleşen ve amelle tasdik edilen şeydir. Rivâyete göre Müslümanlarla ehl-i kitap övündüler, ehl-i kitaplar: Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden öncedir, kitabımız da sizin kitabınızdan öncedir, biz de Allah'a îmanda sizden önceyiz, dediler. Müslümanlar da: Biz sizden önceyiz, bizim peygamberimiz peygamberlerin sonuncusudur, kitabımız da eski kitapları ortadan kaldırmıştır, dediler. Âyet bunun üzerine indi. Şöyle de denilmiştir: Hitap müşrikleredir, yukarıda zikirlerinin geçmesi de bunu gösterir yani durum müşriklerin temennileriyle değildir. O da: Cennet ve cehennem yoktur. Eğer durum onların dediği gibi olsa bile biz onlardan daha iyi oluruz ve hâlimiz de onlardan daha güzel olur, dediler. Ehl-i kitab'ın temennileri ile de değildir, o da: "Cennete ancak Yahûdîler yahut Hıristiyanlar girecektir” (Bakara: 111) ve "bize ateş ancak sayılı günlerde dokunur” (Bakara: 80) sözleridir. Sonra bunu onayladı ve şöyle dedi: "Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır” ister şimdi ister sonra. Çünkü rivâyete göre âyet inince Ebû Bekir: Ya Resûlallah, bunun yanında kim kurtulur, dedi? aleyhis-salâtü ves-selâm da: Sen üzülmez misin, başına yaramaz bir şey gelmez mi, dedi? O da: Evet, dedi. O da: İşte bu odur, dedi. "Allah'tan başka kendisi için ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir". Allah'ın dostluk ve yardımını geçerse ondan azâbı def etmek için ne dostluk edecek ne de yardım edecek birini bulamaz. 124Erkek veya kadından kim mü'min olarak iyi işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve hurma çekirdeğinin arkasındaki minik çukur kadar haksızlığa uğratılmazlar. "Kim iyi şeylerden yaparsa” bazısını ve onlardan bir kısmını demektir, çünkü herkes hepsini yapamaz, onunla mükellef de değildir, (erkek veya kadından) bu da "yamelü"de gizli zamirden hâl’dir, "min” de beyan içindir ya da "salihat"tan hâl’dir, erkek veyahut kadın olsun demektir, "min” de iptida içindir, "ve hüve mü'min” bu da hâl’dir, zikri geçen sevabı isteyebilmek için amelin onunla beraber olmasını şart kılmıştır, çünkü onsuz amel muteber değildir. "İşte onlar cennete girerler ve hurma çekirdeğinin minik çukuru kadar haksızlığa uğratılmazlar” sevaptan bir şey eksiltilmekle. İtaat edenin sevabı eksiltilmezse, isyan edenin azâbı hiç artırılmaz, çünkü karşılık veren merhametlilerin en merhametlisidir. Bunun içindir ki, sevaptan sonra onu zikretmekle yetinmiştir. İbn Kesîr ile İbn Âmir burada, Gafir ve Meryem'de ye'nin zammı ve hmın fethi "yüdhalune", diğerleri de ye'nin fethi ve hı'nın zammı ile (yedhulune) okumuşlardır. 125İyilik yapan bir kimse olarak yüzünü Allah'a teslim edenlerden ve İbrâhîm'in dosdoğru dinine tâbi olanlardan dini daha güzel olan var mıdır? Allah İbrâhîm'i dost edinmiştir. "Yüzünü Allah'a teslim edenden dini daha güzel olan kimdir?” kendini ihlâsla Allah'a verenden, ondan başka Rabb tanımayandan. Şöyle de denilmiştir: Yüzünü secdede yere serenden. Bu istifhamda şuna tembih vardır ki, bu, beşer gücünün varabileceği son noktadır. "İyilik yapan biri olarak” iyilikleri işleyen ve kötülükleri terk eden "İbrâhîm'in dinine tâbi olandan” İslâm dinine uygun ve doğruluğunda ittifak edilen dininde demektir. "Hanifen” diğer dinlerden İslâm dinine meyleden demektir ki, o da tâbi olandan yahut milletten veyahut İbrâhîm'den hâl’dir. "Allah İbrâhîm'i dost edinmiştir". Onu seçmiş özel ikram etmiştir. Dostun dostu yanındaki saygınlığına benzer. Onu tekrar edip de zamir kullanmaması şânını yüceltmek ve övülen biri olduğunu açıkça dillendirmek içindir. Hillet hilal'den gelir, çünkü o, nefse işleyen ve ona karışan bir dostluktur. Halelden geldiği de söylenmiştir, çünkü iki dosttan her biri diğerinin kusurunu kapatır ya da hâl'den gelir ki, o da kumdaki yoldur. Çünkü onlar yolda arkadaştırlar ya da hilletten gelir ki, haslet demektir, çünkü o ikisinin hasletleri denktir. Cümle yeni söz başıdır, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'in dinine tâbi olmayı teşvik için getirilmiştir ya da bunun güzellikte ve insanlıkta kemalin son nokta olmasındandır. Rivâyete göre İbrâhîm aleyhis-salâtü ves-selâm bir kıtlık zamanında Mısır'daki dostuna erzak için adam gönderdi. Dostu: Eğer İbrâhîm nefsi için istese idi yapardım, ancak o misafirler için istiyor. Gördüğünüz gibi bizim hâlimiz de pekiyi değildir, dedi. Köleleri insanlardan utandıkları için yumuşak kumlu bir dereye gittiler, çuvalları kumla doldurdular. Bunu İbrâhîm'e haber verince üzüldü ve kendini uyku bastı. Sara kalktı bir çuvaldan beyaz un çıkardı ve ekmek pişirdi. İbrâhîm ekmek kokusu aldı: Bu nereden, dedi? Onlar da: Senin Mısırlı dostundan, dediler. O da: Hayır, o azîz ve celil olan dostum Allah'tandır, dedi. O sebeple Allah ona Hâlil adım verdi, 126Göklerde ve yerde ne varsa (hepsi) Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatmıştır. "Göklerde ne var, yerde ne varsa (hepsi) Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatmıştır". Yaratma ve mülk bakımından, o ikisinden dilediği kimseyi ve dilediği şeyi seçer. Şöyle de denilmiştir: Bu, amel edenlere bağlıdır, gökler ve yer halkının ona itâat etmekle yükümlü olduklarını ve amellerinin karşılığım vermeye gücünün yettiğini tespit etmek içindir. "Allah her şeyi kuşatmıştır” ilim ve kudreti ile. O sebeple amellerini bilir ve hayır ve şer karşılığını verir. 127Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: Allah onlar hakkında, kitapta kendilerine yazılanları vermediğiniz ve onlarla evlenmekten yüz çevirdiğiniz yetim kadınlar hakkında size fetva veriyor ve size yetimler hakkında da adaleti ayakta tutmanızı emrediyor. Ne hayır işlerseniz, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilicidir. "Senden kadınlar hakkında fetva isterler". Mirasları hakkında, çünkü Âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir: Uyeyne bin Husayn, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e geldi: Bize haber verildiğine göre sen kıza yarım ve kız kardeşe de yarım hisse veriyormuşsun, biz ancak savaşa katılanlara ve ganimet alanlara miras veririz, dedi. Aleyhissalat Efendimiz de: Bana böyle emrolundu, dedi. "Allah onların hakkında size fetva veriyor” onlar hakkında hükmünü açıklıyor. Âyette geçen ifta kapalıyı açmaktır. "Vema yütla aleyküm filkitabi” Allah ismine ya da "yüftiküm"deki gizli zamire ma’tûftur, araya fasıla girdiği için câiz olmuştur. O zaman fetva vermek Allahü teâlâ'ya ve Kur'ân'daki: "Allah size fetva veriyor” (Nisa: 11) kavline ve benzerlerine isnat edilmiş olur, değişik iki itibara göredir, benzeri de: Ağnani zeydün ve atauhu (Zeyd bana yeter,rmesi yeter) kavlidir. Ya da yeni söz başıdır, onlara okunanı yüceltmek için araya sokuşturulmuştur. O zaman "mâ yütla aleyküm” mübteda’dır, "filkitabi” de haberidir. Kitaptan maksat da Levh-i Mahfûz'dur. Şu manaya göre mensûb olması da câizdir: Yübeyyinü leküm mâ yütla aleyküm. Ya da kasem olarak mecrûrdur, sanki Uksimü bima yütla aleyküm filkitabi demiş gibidir. "Fihinne"deki mecrûra atfı câiz değildir, çünkü lâfız da mana da bozulur. "Yetim kadınlar hakkında” bu da "yütla"ya mütaalliktir, eğer mevsûl mâkabline affedilirse, yani yütla aleyküm fî şe'nihinne demek olur yoksa fihinne'den bedeldir, ya da yüftiküm'e ikinci sıladır. Mana da Allahü yüftiküm fihinne bisebebi yetamen nisai olur. Meselâ kellemtükel yevme fî zeyd'in sözü gibi (bugün sana Zeyd hakkında konuştum). Bu izafet de "min” manasınadır, çünkü bir şeyin, cinsine izafesindendir. İki ye ile "yeyama” şeklinde de okunmuştur ki, eyama demektir, hemzesi ye'ye kalp olunmuştur. "Onlara kendilerine yazılanı vermezsiniz” yani onlara farz kılman mirası demektir. "Ve terğabune en tenkihuhünne” fî en tenkihuhünne (istersiniz) yahut an entenkihuhünne (istemezsiniz) demektir. Çünkü yetimlerin velileri yetimler güzel olurlarsa onlara rağbet ederler ve mallarını yerlerdi. Değillerse miraslarına göz dikerek onları evlenmekten engellerlerdi. Vâv'ın hâl'e de atfa da ihtimali vardır. Bunda yetim kızı evlendirmenin cevazına delil yoktur, çünkü nikahlarına rağbetten küçükken nikah etmek lâzım gelmez. "Velmüstadafine minel vildani” bu da yetamen nesai'ye atıftır. Araplar kadınlara miras vermedikleri gibi zayıf çocuklara da vermezlerdi. "Ve en tekumu lilyetama bilkıstı” bu da ona atıftır, yani yüftiküm yahut mâ yütla fien tekumu demektir. Bu da fî yetama'yı birine sıla yaptığın takdirdedir, eğer bedel yaparsan, doğrusu fihinne'nin mahalline atfen onları nasp etmektir. "Ve en tekumu"nûn fiil gizleyerek mensûb olması da câizdir yani ye'mürüküm entekumu demektir ki, bu da idarecilere hitaptır. Onlara bakmalarını ve haklarını tam olarak almalarını önermektedir. Ya da velilere onlara âdil davranmaları hususunda hitaptır. "Ne hayır işlerseniz, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilicidir” onlar için hayır düşünenlere vaattir. 128Eğer kadın kocasının geçimsizliğinden yahut ona yüz vermemesinden korkarsa, o ikisinin aralarını sulh etmelerinde onlara günah yoktur. Sulh daima hayırlıdır. Zaten nefisler cimriliğe hazırlanmıştır. Eğer iyilik eder ve sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Eğer bir kadın kocasından korkarsa) bazı işâret görür de ondan sakınırsa, "imreetün” faildir, fiilini de arkasında zâhir lâfız açıklamaktadır, (geçimsizliğinden) ona sert davranmasından hoşlanmadığı veyahut haklarını vermemek için sohbetinden burun kıvırmasından "yahut yüz çevirmesinden” onunla az oturup konuşmamasından korkarsa "aralarını sulh etmelerinde onlara günah yoktur” Meselâ kadının mehirden biraz düşürmesinde veya nöbetinden feragat etmesinde veyahut kocasının kalbini kazanmak için ona bir şeyler bağışlamasında demektir. Kûfeliler aslaha'dan getirerek "en yusliha” okumuşlardır. Buna göre sulha'mn mef'ulü bih olarak mensûb olması câizdir, beynehüma lâfzı da zarf yahut hâl olur. Yahut mastar olarak mensûb olması da câiz olur, nitekim birinci kırâatta öyledir, mef'ûl da beynehüma olur yahut mahzûf tur. Aslaha'dan gelerek ıstalaha manasına idgam ile "yassaliha” şeklinde de okunmuştur. "Sulh hayırlıdır” ayrılıktan ve geçimsizlikten yahut çekişmekten. Hayırda ismi tafdil manası anlamak câiz değildir, bilâkis o da hayırlıdır demektir. Nitekim çekişmek serdir demek gibidir, bu da ara cümledir. "Zaten nefisler aşırı cimriliğe hazırlanmıştır” bu da öyledir, bunun içindir ki, üslubunun değişik olmasına göz yumulmuştur. Birincisi barışa teşvik etmek içindir, ikincisi de pazarlık mazeretine hazırlıktır. Nefislerin cimriliğe hazırlanmasının manası, onları cimriliğe hazır hâle getirip sanki karakter gibi yapmaktır; bu sebepledir ki, kadın kocasının yüz çevirmesini, hakkım vermemesini müsamaha ile karşılamaz, erkek de ondan hoşlanmadığı veya başkasını sevdiği hâlde onu tutmaya ve hakkım gerektiği gibi yerine getirmeye râzı olmaz. "Eğer iyilik ederseniz” geçimde "sakınırsanız” geçimsizlikten, yüz çevirmekten ve hak yemekten "şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır” onu ve ondaki maksadı çok iyi bilmektedir, ona göre ceza verir. Amellerini bilmeyi sevap verme yerine koymuştur ki, aslında o şartın cevabıdır, bu da sebebi sonucun yerine koyma babındandır. 129Ne kadar çaba gösterseniz de kadınlar arasında adaleti başaramazsınız. Bari birine tamamen meyledip de diğerini askıda gibi bırakmayın. Eğer nefislerinizi ıslah eder ve sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "Kadınlar arasında adaleti başaramazsınız” çünkü adalet hiç meyil olmamaktır, bu ise imkânsızdır. Bunun içindir ki, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem kadınları arasında nöbet uygular ve: Benim elimden gelen nöbetim budur, senin elinden gelip de benim elimden gelmeyenle beni sorumlu tutma (Rabbim) derdi. "Çaba gösterseniz de” bunu arasanız da aşırı gayret etseniz de. "Bari birine tamamen meyledip de diğerini askıda gibi bırakmayın". Elinizden geleni ihmal etmekle ve yüz vermediğiniz kadına haksızlık etmekle. Çünkü tamamı elde edilmeyenin hepsi terk edilmez (varsın doksan dokuz olsun!). "Onu askıda gibi bırakmayın” ne kocası var ne de boşanmış gibi. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kimin iki karısı olur da birine meylederse. Kıyamet gününde bir tarafı felçli olarak gelir. "Eğer ıslah ederseniz” bozduğunuz işleri düzeltirseniz "ve sakınırsanız” gelecek zamanda "şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir” geçmişteki eğiliminizi bağışlar. 130Eğer ayrılırlarsa, Allah her birini bol rahmetinden zengin eder. Allah'ın rahmeti geniş, hikmet sâhibidir. "Ve in yeteferreka” şöyle de okunmuştur "vein yetefaraka” yani her biri diğerinden ayrılırsa demektir. "Allah her birini zengin eder” ya bedel bulur ya da teselli verir "bol rahmetinden” zenginliğinden ve gücünden. "Allah'ın rahmeti geniştir, hikmet sâhibidir” muktedirdir, işlerim ve hükümlerini sağlam yapar. 131Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Sizden önce kendilerine kitap verilenlere tavsiyede ve size, Allah'tan korkun diye tavsiyede bulunduk. Eğer inkâr ederseniz şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah zengindir, övgüye layıktır. "Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır” zenginlik ve kudretinin sonsuzluğuna dikkat çekmektedir. "Sizden önce kendilerine kitap verilenlere tavsiyede bulunduk” Yani Yahûdîlere, Hıristiyanlara ve onlardan öncekilere demektir. "Kitap” cins içindir, "min” de "vassayna"ya yahut "ûtû"ya mütaallıktır. Âyetin akışı emri ihlâsla te'kit etmek içindir. "Ve iyyaküm” bu da "Ellezîne"ye atıftır. "Enittekullahe” de bienittekullahe demektir. En'in tefsiriye olması da câizdir çünkü tavsiye de söylemek manasınadır. "Eğer inkâr ederseniz şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır” burada da kavl maddesi gizlidir yani onlara ve size şöyle dedik: Eğer nankörlük ederseniz şüphesiz Allah bütün mülkün sâhibidir, İnkârınızdan ve isyanınızdan zarar görmez, tıpkı şükrünüzden ve takvanızdan fayda görmediği gibi. Size sırf merhametinden tavsiyede bulunmuştur, ihtiyacından değil. Sonra bunu tespit edip "Allah zengindir” dedi, halkına da ibâdetlerine de ihtiyacı yoktur. "Övgüye layıktır” övülse de övülmese de zatında öyledir. 132Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter. "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır” bunu üçüncü kez tekrar etmesi zengin ve övgüye lâyık olduğunu göstermek içindir. Çünkü bütün mahlukat ihtiyaçları dolayısıyla zenginliğini ve verdiği varlık, çeşitli özellikler ve kemalatlarla da övgüye lâyık olduğunu gösterir. "Vekil olarak Allah yeter” bu da "onlardan her birini zengin eder” sözüne dönüktür, çünkü o onlara yetmekle onlara vekil olmuştur. Aralardaki cümleler de bunu tespit etmektedir. 133Ey insanlar, (Allah) dilerse sizi götürür ve başkalarını getirir. Allah buna kâdirdir. (Ey insanlar, dilerse sizi götürür) yok eder, "yeşe” fiilinin mef'ulü mahzûftur, cevap da ona delâlet etmektedir. "Başkalarını getirir” yerinize başka kavimler icat eder yahut insanların yerine başka halk getirir. "Allah buna” yok ve var etmeye "kâdirdir” kudreti yeter, hiçbir istek onu aciz bırakamaz. Bu da zenginlik ve gücünü tesbittir, kendini inkâr edene ve emrine karşı gelene tehdittir. Şöyle de denilmiştir: Bu, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e düşmanlık eden Araplara hitaptır. Manası da şu ayetle aynıdır: "Eğer yüz çevirirseniz yerinize başka bir kavim getirir” (Muhammed: 38). Çünkü rivâyete göre bu âyet inince Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Selman’ın sırtına vurdu ve: Onlar bunun kavmidir, dedi. 134Kim dünya sevabını isterse, dünya sevabı da âhiret sevabı da Allah katındadır. Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir. "Kim dünya sevabını isterse” ganimet için cihâd eden Mücâhid gibi "dünya sevabı da âhiret sevabı da Allah katındadır". Öyleyse neden en düşüğünü istiyor? Onları istesin, Meselâ şöyle diyen gibi: "Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver” (Bakara: 201) yahut o ikisinden en şereflisini istesin, çünkü Allah rızâsı için cihâd eden ganimeti kaçırmaz, Onun için âhirette öyle şey vardır ki, kendi yanındaki ona göre hiçbir şey gibidir. Ya da iki yurdun sevabı da Allah katındadır, dilediğine hepsini verir, Meselâ şu âyet gibi: "Kim âhiret ekinini isterse, onun ekinini artırırız” (Şura: 20). "Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir” maksatları bilir, herkese niyetine göre karşılığını verir. 135Ey îman edenler, adaleti ayakta tutanlar ve Allah, için şahitlik edenler olun. Şahitliğiniz ister ki, sizin yahut ana babanızın veyahut akrabalarınızın aleyhine olsun. Zengin yahut fakir olsun, Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse hislerinize kapılıp adaletten sapmayın. Eğer dilinizi eğip büker yahut yüz çevirirseniz şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. "Ey îman edenler, adaleti ayakta tutanlar olun” adalete devam edenler onu ayakta tutmakta çaba gösterenlerden olun. (Allah için şahitlik edenler olun) hak ile şahitlik edenler olun, şahitliğinizi Allah için yapın, ikinci haberdir yahut hâl’dir. "İster ki, aleyhinize olsun” ister ki, şahitlik aleyhinize olsun Meselâ onlara karşı şahitlik etmekle. Çünkü şahitlik hakkı açıklamaktır, o da ister kendinin aleyhine olsun isterse başkasının aleyhine olsun. " Yahut ana babanızın veyahut akrabalarınızın aleyhine olsun” ister ki, ebeveyninizin ve yakınlarınızın aleyhine olsun. "Eğer olursa” aleyhine şahitlik edilen yahut o ve lehine şahitlik edilen "zengin yahut fakir” şahitliği yerine getirmekten çekinmeyin ya da birine meylederek veya acıyarak haksızlık etmeyin. "Allah onlara sizden daha yakındır” zengine ve fakire ve onlara nazaran. Eğer şahitlik aleyhlerine ve lehlerine olmasa idi onu meşru kılmazdı. Bu da cevabın illetidir, onun yerine geçirilmiştir. "Bihima"daki zamir zikredilenin delâlet ettiği şeye râcidir, o da zengin ve fakirin cinsidir, ona râci değildir, yoksa tek olurdu. "Fallahu evla binim” okunuşu da bunu gösterir. "Öyleyse hislerinize kapılıp da adaletten sapmayın” lien tadilu anilhak yahut kerahete en tadüu demektir ki, ikinciye göre adi kökünden gelir. (Eğer dilinizi bükerseniz) hak şahitlikten veya doğru karardan. Nâfi', İbn Kesîr, Ebû Bekir, Âsım ve Kisâî lâm'ın sükûnu ile (telvû) okumuşlardır. Arkasında iki vâv vardır, birincisi Mazmûm, ikincisi sakindir. Hamze ile İbn Âmir de "Ve in telû” okumuşlardır ki, şahitliği yapar da yerine getirirseniz demek olur. " Yahut yüz çevirirseniz” onu eda etmekten "şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır” size onların karşılığını verir. 136Ey îman edenler, Allah'a Peygamber'ine, Peygamber'ine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba îman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, Peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, haktan çok uzak sapmış demektir. "Ey îman edenler” Müslüman'lara yahut münâfıklara veyahut ehl-i kitap mü'minlerine hitapür. Çünkü rivâyete göre Abdullah b. Selâm ve arkadaşları: Ya Resûlallah, biz sana, kitabına, Mûsa'ya, Tevrat'a ve Üzeyr'e îman ediyoruz; bundan başkasını inkâr ediyoruz, dediler; âyet bunun üzerine indi. "Allah'a, Peygamber'ine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba îman edin” buna îmana sebat edin, ona devam edin, ona dilinizle îman ettiğiniz gibi kalplerinizle de îman edin ya da bütün kitapları ve peygamberleri kaplayacak şekilde îman edin. Çünkü bir kısmına îman, îman etmemiş gibidir. Birinci kitap Kur'ân'dır, ikincisi cinstir. Ebû Nâfi' ile Kûfeliler "ellezi nezzele” ve hemzenin ve ze'nin fethi ile "vellezi enzele” okumuşlar, kalanlar ise nûn'un zammı ve ze'nin kesri ile (nüzzile) okumuşlardır. "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarım, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse” yani kim bunlardan birini inkâr ederse, "haktan çok uzak sapmış demektir” neredeyse bir daha dönmeyecek şekilde hedeften uzaklaşmış demektir. 137Şüphesiz îman edip sonra kâfir olanları, sonra îman edip tekrar kâfir olanları, sonra da küfürlerini artıranları, Allah onları bağışlayacak ve onları doğru yola İletecek değildir. "Şüphesiz îman edip” Mûsa'ya îman eden Yahûdîleri kastediyor "sonra kâfir olanları” buzağıya taptıkları zaman "sonra îman edenler” Mûsa onlara döndükten sonra "sonra kâfir olanları” Îsa'yı inkâr edenleri "sonra da küfürlerini artıranları” Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i inkâr etmekle ya da tekrar dinden dönüp de sonra küfürde ısrar edip sapıklıkta ileriye gidenleri "Allah onları bağışlayacak ve onları doğru yola iletecek değildir". Çünkü onlardan küfürden tevbe edip îmanda sebatları beklenemez. Zira kalpleri küfürle dövülmüş ve basiretleri haktan kör olmuştur. Yoksa îman etselerdi kabul edilmeyecek ve bağışlanmayacak değillerdi. Bu gibi yerlerde "Kâne"nin haberi mahzûftur (müriden gibi), ona lâm bitişmiştir, Meselâ "lem yekünillahu liyağfire lehüm” (Nisa: 168) kavlinde olduğu gibi. 138Münâfıklara, kendileri için acıklı bir azâp olduğunu müjdele! "Münâfıklara kendileri için acıklı bir azâp olduğunu müjdele” Âyetin münâfıklar hakkında olduğunu göstermektedir ki, onlar da dıştan îman edip içten ve arka arkaya inkâr edenler, sonra da münâfıklıkta ısrar etmek ve mü'minlerin işlerini bozmakla ileri gidenlerdir. Uyar denilecek yerde müjdele denilmesi onlarla alay etmek içindir. 139Onlar ki, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların yanında izzet mi arıyorlar? Bütün izzet (onur) Allah'a aittir. (Onlar ki, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinirler) zem üzere nasp veya ref mahallindedir, üridüllezine yahut hümüllezine manasınadır. "Onların yanında izzet mi arıyorlar?” onların dostlukları ile onu mu arıyorlar? "Bütün izzet Allah'a aittir” ancak ona dost olan azîz olur, izzeti dostları için yazmış ve "izzet Allah, Resûlü ve mü'minler içindir” (Münâfıkun: 8) buyurmuştur. Bunların yanında başkalarının izzetine itibar edilmez. 140Gerçekten Allah kitapta size şöyle indirmiştir: "Allah'ın âyetlerine küfredild İğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir konuşmaya dalıncaya kadar onlarla oturmayın. Aksi takdirde siz de onlar gibi olursunuz. Şüphesiz Allah, münâfıkları ve kâfirleri hep birlikte cehennemde toplayacaktır. (Gerçekten kitapta size şöyle indirmiştir) yani Kur'ân'da demektir. Âsım'dan başkaları meçhul kalıbı ile "nüzzile” okumuşlardır. (Allah'ın âyetlerine küfredildiğini işittiğiniz zaman) bu enne'den tahfif edilmiştir, mana da ennehu izâ semitüm demektir. "Yükferu biha ve yüstehzeü bitıa” bu ikisi ayat'tan hâldirler "başka bir konuşmaya dalıncaya kadar onlarla oturmayın” kavlindeki yasağı kayıtlamak için getirilmişlerdir. Bu da şartın cezasıdır ki, oturduğu kimse âyetlerle alay eden, muannit ve dönmesi neredeyse umulmayan biri olduğu takdirdedir. Zaten sonuç (başka bir konuşmaya dalıncaya kadar) sözü de bunu teyit etmektedir. Bu da Mekke'de onlara indirilen "âyetlerimize dalanları gördüğün zaman onlardan yüz çevir” (En'âm: 68) ayetini hatırlatmaktadır. "Maahum"daki zamir "küfredildiğini ve alay edildiğini” kavlinin gösterdiği kâfirlere aittir. "Aksi takdirde siz de onlar gibi olursunuz” günahta, çünkü onlardan ayrılmaya ve onları reddetmeye gücünüz yeter ya da buna râzı olursanız demektir ya da Kur'ân âyetlerine dalanlarla oturan hahamların da münâfık olmalarındandır. "Şüphesiz Allah, münâfıkları ve kâfirleri hep birlikte cehennemde toplayacaktır” kavli de bunu göstermektedir. Yani oturanları da yanlarında oturanları da demektir. "İza” amelden düşürülmüştür, çünkü isimle haber arasına geçmiştir. Bunun içindir ki, arkasından fiil zikredilmemiştir. Mislühüm'ün tek olması mastar gibi olmasındandır ya da izafet sebebiyle cem'e gerek kalmamasındandır. Mebni olarak feth ile (misle) okunmuştur, çünkü mebniye muzâftır, Meselâ "misle mâ enneküm tantıkun” (Zariyat: 23) âyetinde olduğu gibi. 141Onlar sizi gözetlerler: Eğer sizin için Allah'tan bir fetih olursa "sizinle beraber değil miydik?” derler. Eğer kâfirler için (zaferden) bir nasip olursa: "Üstünlüğünüzü temin etmedik mi? Sizi mü'minlerden korumadık mı?” derler. Allah kıyâmet gününde aralarında hüküm verecektir. Allah, mü'minlere karşı kâfirlere asla bir yol vermeyecektir. (Onlar sizi gözetlerler) başınıza bir şey gelmesini beklerler, Ellezîne yettehizune'den bedeldir yahut münâfıkların ve kâfirlerin sıfatıdır. Ya da zemdir, Merfû' veya mensûbtur ya da mübteda’dır, haberi de "fein kâne leküm fethün"dür (eğer sizin için Allah'tan bir fetih olursa, "sizinle beraber değil miydik?)” derler” sizin için tezahürat yaparlar, ganimetten bize de pay verin, derler. "Eğer kâfirler için bir nasip olursa” savaştan, çünkü zafer nöbetledir "üstünlüğünüzü temin etmedik mi?” derler. Yani kâfirlere: Sizi gâlip kılmadık mı, öldürmenizi temin etmedik mi, hayatta kalmanıza sebep olmadık mı, derler? İstihvaz istila etmektir. Kıyasa göre istehaze yestehizü istihazeten denmeli idi, ancak değiştirmeden aslı üzere gelmiştir. "Sizi mü'minlerden korumadık mı?” kalplerine korku düşürecek şekilde onları yalnız bırakmadık mı, onlara yardımda gevşek davranmadık mı (onları oyalamadık mı)? Öyleyse elde ettiğiniz şeye bizi de ortak edin. Müslümanların zaferine fetih, kâfirlerin zaferine de nasip demesi, hisselerinin düşük olmasındandır. Çünkü o dünya ile ilgilidir, çabuk geçicidir. "Allah mü'minlere karşı kâfirlere asla bir yol vermeyecektir” o zaman yahut dünyada. Yoldan maksat delildir. Arkadaşlarımız bunu kâfirin bir Müslüman'ı köle almasının geçersiz (yok hükmünde) olduğuna delil getirmişlerdir. Hanefiler de bu durumda kan ile kocanın tamamen ayrılacaklarına delil getirmişlerdir. Bu da zayıftır, çünkü iddet bitmeden önce îmana dönme imkânı vardır. 142Şüphesiz münâfıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar; hâlbuki o, onları aldatmaktadır. Onlar namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkar ve insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı da pek az anarlar. "Şüphesiz münâfıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar; hâlbuki o, onları aldatmaktadır” Bakara'nın başında bu konuda konuşmuştuk. "Namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar” bir işe zorlanmış gibi ağır davranırlar. Feth ile "kesalâ” da okunmuştur ki, ikisi de keslan’ın cem'idir. "İnsanlara gösteriş yaparlar” kendilerini mü'min göstermek isterler. Müraât müfaale veznindendir, tefîl manasınadır, tıpkı na'ame ve nâame gibi. Ya da karşılık içindir çünkü gösteriş yapan karşmdakine amelini göstermek ister, o da beğenmiş gibi gösterir. "Allah'ı da pek az anarlar” çünkü gösteriş yapan bunu ancak göstermek istediği kimsenin yanında yapar, zikir en az hâlleridir. Çünkü dille zikirleri kalple zikre nispetle pek azdır. Şöyle de denilmiştir: Zikirden murat edilen namazdır. Namazdaki zikir de denilmiştir, çünkü onlar onda tekbir ve selâmdan başka zikir yapmazlar. 143Bu ikisi arasında gider gelirler; ne onlara ne de bunlara yanaşırlar. Allah kimi saptırırsa, onun için asla bir yol bulamazsın. (Bunun arasında gider gelirler) yuraune'deki vâv'dan hâl’dir,la yezkurune kavli gibi. Yani zikir etmeyerek, arada gidip gelerek onlara gösteriş yaparlar. Ya dayezkurune'nin vâv'ından hâl’dir yahut zem üzere mensûbtur, mana da îmanla küfür arasında tereddüt gösterirler. Zebzebe'den gelir ki, bir şeyi muzdarip bırakmaktır. Aslı zeb'tir, kovmak manasınadır. Zal’ın kesri ile müzebzibine de okunmuştur ki, kalplerim veya dinlerini sarsarlar demektir ya da yetezebzebune demektir ki, salsale'nin tesalsale manasına olması gibi. Noktasız dal ile (müdebdebine) de okunmuştur ki, bir defa bu yolu bir defa o yolu tutarlar demektir. Çünkü dübbe yol demektir. "Ne onlara ne de bunlara yanaşırlar” ne mü'minlere intisap ederler ne de kâfirlere ya da her iki taraftan hiçbirine yanaşmazlar demektir. "Allah kimi saptırırsa, onun için asla bir yol bulamazsın". Hakka ve doğruya giden yol demektir. Benzeri de şu âyettir: "Allah kime nûr vermezse Gnun için bir nûr yoktur” (Nûr: 40). 144Ey îman edenler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Size karşı Allah'a apaçık bir delil vermek mi istiyorsunuz? "Ey îman edenler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin". Çünkü bu münâfıkların işi ve huyudur, onlara benzemeyin. "Size karşı Allah'a apaçık bir delil vermek mi istiyorsunuz?” açık delil demektir, çünkü onlarla dostluk münâfıklığa delildir ya da sulta demektir ki, azabım size musallat eder. 145Şüphesiz münâfıklar cehennemin en alt katındadır. Sen onlar için asla bir yardımcı bulamazsın. "Şüphesiz münâfıklar cehennemin en alt katındadır” bu da cehennemin dibindeki kattır. Böyle olmaları onların en kötü kâfir olmalarındandır. Çünkü onlar küfre İslâm ile alay etmeyi ve Müslüman'ları aldatmayı ilave ettiler. Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz'in: "Üç şey vardır ki, kimde olursa o oruç tutsa da namaz kılsa da ve Müslüman olduğunu iddia etse de münâfıktır: Konuştuğu zaman yalan söyler, va'dettiği zaman sözünde durmaz ve emanete hiyanet eder.” Bu ve bunun gibi hadisler ağırlaştırmak ve zorluk göstermek içindir (bunları yapan kâfir değildir). Onun derecelerine derekat denilmesi, birbirinin üstünde olup telâfi etmelerindendir. Kûfeliler ra'mn sükûnu ile (derk) okumuşlardır ki, bu da lügattir, Meselâ satr ve satar gibi. Harekelisi (derek) daha uygundur, çünkü o edrak olarak cemi yapılır. "Sen onlar için asla bir yardımcı bulamazsın” onları oradan çıkaracak bir yardımcı demektir. 146Ancak îövbe edip kendilerini ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sardanlar ve dinlerini Allah'a hâs kılanlar hariç. İşte onlar mü'minlerle beraberdirler. Allah onlara yakında büyük bir mükâfat verecektir. "Ancak tevbe edenler” münâfıklıktan "ve ıslah edenler” münâfıklık durumunda bozdukları sır ve hâllerini düzeltenler "Allah'a sımsıkı sarılanlar” ona güvenip dinine tutunanlar "ve dinlerini Allah'a hâs kılanlar hariç” taatlarıyla onun rızasından başka bir şey istemeyenler "işte onlar mü'minlerle beraberdir” ve iki dünyada onlardan sayılanlarla beraberdirler. "Allah onlara yakında büyük bir mükâfat verecektir” ona katılacaklardır. 147Eğer şükreder ve ona inanırsanız, Allah size niçin azâp etsin! Allah şükre karşılık verendir, her şeyi çok iyi bilendir. "Eğer şükreder ve ona inanırsanız Allah size niçin azâp etsin!” size azâp etmekle yüreğini mi soğutacak yahut kendinden bir zarar mı def edecek veyahut bir fayda mı kazanacak? O yarardan da zarardan da yüce ve zengindir. Ancak küfründe ısrar edene ceza verir, çünkü ısrarı kendi aleyhinedir; hastalığa götüren karakter gibidir. Eğer onu îmanla ve şükürle izale eder ve nefsinden uzaklaştırırsa, onun yükümlülüğünden kurtulur. Şükrü îmandan öne alması şunun içindir, çünkü bakan biri önce nimeti görür ve belli belirsiz bir şekilde şükreder, sonra dikkatli bakar nimet vereni görür ve ona îman eder. "Allah şükre karşılık verendir” karşılığını verir azı kabul eder, çok verir. "Her şeyi çok iyi bilendir” şükrünüzü ve îmanınızı hakkı ile bilir. 148Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan hariç. Allah hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir. "Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan hariç” mazlum müstesnadır ki, zâlime zulmüne karşı beddua ve şikâyet eder. Rivâyete göre bir adam bir topluma misafir oldu, ona yemek vermediler, o da onlardan dert yandı, onu kınadılar, âyet bunun üzerine indi. "Men zalem” şeklinde de okunmuştur, o zaman istisna munkatı olur, ancak zâlim Allah'ın sevmediği şeyi yapar demek olur. "Allah hakkıyla işitendir” mazlumun dediğini "kemaliyle bilendir” zâlimi. 149Eğer bir iyiliği açıklar veya gizlerseniz veyahut bir kötülüğü affederseniz, şüphesiz Allah çok affedici ve çok güçlüdür. "Eğer bir hayrı açıklar” bir tâat ve iyiliği açıklar "veya gizlerseniz” onu gizlice yaparsanız "veyahut bir kötülüğü affederseniz” size yapılan kötülüğün cezasını istemezseniz, demektir. Asıl kastedilen budur. Hayrın açıklanması ve gizlenmesi buna hazırlık içindir. Bunun içindir ki, sonunda: "Şüphesiz Allah, çok affedici ve çok güçlüdür” buyurmuştur. İntikam almaya gücü yettiği hâlde asileri çok affeder; siz ise bunu daha çok yapmalısınız. Bu da mazluma intikâm için müsaade ettikten sonra âlicenaplık gereği affa teşviktir. 150Şüphesiz Allah,'ı ve peygamberlerini inkâr edip Allah ile Peygamberlerinin arasını açmak isteyen ve: "Bir kısmına îman eder, bir kısmını da inkâr ederiz” diyerek her ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler (var ya); "Şüphesiz Allah,'ı ve peygamberlerini inkâr edip Allah ile peygamberlerinin aralarını açmak isteyenler” Allah'a îman edip peygamberlerini inkâr etmekle ve "bir kısmına îman eder, bir kısmını da inkâr ederiz, diyerek” ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler var ya” îmanla küfür arasında bir yol demektir ki, ara yoktur. Çünkü hak değişmez, zira Allah'a îman ancakpeygamberlerine îman ve onları Allah'tan getirdikleri şeylerde özet ve geniş olarak tasdik etmekle tamam olur. Bir kısmım inkâr eden sapıklıkta hepsini inkâr etmiş gibidir. Nitekim Allahü teâlâ: "Haktan sonra ancak sapıklık vardır” (Yûnus: 32) buyurmuştur. 151İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirler için aşağılayıcı bir azâp hazırladık. "İşte onlar kâfirlerdir” inkârları tamdır, bu îmanlarına itibar yoktur (gerçekten) başkasını te'kit eden mastardır ya da kâfirlerin mastarlarının sıfatıdır Mana da şöyledir: Hümüllezine keferu hakkan yani yakinen muhakkakan (kesin kâfir oldular). "Biz de kâfirler için aşağılayıcı bir azâp hazırladık". 152Allah ve peygamberlerine îman edip bunlardan hiçbirinin arasında fark görmeyenler ise, işte onlara da mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "Allah'a ve peygamberlerine îman edip bunlardan hiçbirinin arasında fark görmeyenler ise” bunlar da onların zıddı ve karşıtlarıdır. "Ahadin"in üzerine birden çok şey isteyen "beyne"nin girmesi ahadin'in olumsuz durumda olmasından dolayı genellik ifade etmesindendir. "İşte onlara mükâfatlarını verecektir” onlara va'dedilen mükâfatlarım. Başına sevfe'nin getirilmesi de va'di te'kit etmek ve onun gecikse de şüphesiz olacağını bildirmek içindir. Hafs, Âsım'dan, Kalun da Ya'kûb'tan naklen üslubu değiştirerek ye ile (yü'tinim) okumuşlardır. "Allah çok bağışlayıcıdır” onların kusurlarını "çok merhametlidir” iyiliklerini katlamakla. 153Kitap ehli senden üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Mûsa'dan ise bundan daha büyüğünü istemiş; "bize Allah'ı açıkça göster” demişlerdi de onları haksızlıkları yüzünden yıldırım çarpmıştı. Sonra da kendilerine apaçık mu'cizeler gelmesinin ardından buzağıyı (ilâh) edindiler. Biz bunu da affettik. Mûsa'ya da apaçık bir yetki verdik. "Kitap ehli senden üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler” Yahûdî hahamları hakkında indi, onlar: Eğer doğru isen bize Mûsa aleyhisselâm'ın yaptığı gibi gökten toplu hâlde bir kitap indir, dediler. Şöyle de denilmiştir: Tevrat gibi levhalar üzerine gök yazısıyla yazılmış bir kitap istediler. Ya da indiğini gördüğümüz bir kitap, dediler ya da senin Allah'ın Resûlü olduğunu bizlere şahsen bildirecek bir kitap, dediler. "Mûsa'dan ise bundan daha büyüğünü istemişlerdi” bu da mukadder şartın cevabıdır yani eğer istediklerini gözünde büyütüyorsan, Mûsa aleyhisselâm'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi. Bu istek her ne kadar ataları tarafından istenilmiş ise de onlara isnat edilmiştir. Çünkü onlar da geçmişlerinin yolundan gidiyor ve izlerini takip ediyorlar. Mana da şöyledir: Bu onların damarlarına işlemiştir ve sana teklif ettikleri bu şey ilk cahillikleri ve hayalleri değildir. "Bize Allah'ı açıkça göster, demişlerdi” ayan beyan göster de onu açıkça görelim yahut açıktan gözümüzün önünde demektir. "Onları yıldırım çarpmıştı” gökten gelen bir ateş onları helâk etmişti, "haksızlıkları yüzünden” zulümleri sebebiyle, o da inatla ve o an için mümkün olmayan şeyi istemeleridir. Ama bunun ileride (âhirette) de olmamasını gerektirmez. "Sonra da kendilerine apaçık mu'cizeler gelmesinin ardından buzağıyı (ilâh) edindiler". Bu da ilklerinin yaptığı ikinci cinayettir. Beyyinat da mu'cizelerdir. Bunları Tevrat manasına almak câiz değildir, çünkü henüz gelmemişti. "Biz bunu dâ afettik. Mûsa'ya da apaçık bir yetki verdik” buzağıyı ilâh edinmelerinden dolayı kendilerini öldürme emri vermesi için yetkili kıldık. 154Sağlam sözleri sebebiyle Tûr'u tepelerine kaldırdık ve onlara: "Kapıdan eğilerek girin” dedik. Onlara: "Cumartesi günü hakkında haddi aşmayın” dedik ve onlardan ağır söz aldık. "Sağlam sözleri sebebiyle Tûr'u tepelerine kaldırdık” şerîatı kabul etmeleri için söz vermeleriyle demektir. "Ve onlara: Kapıdan eğilerek girin, dedik". Mûsa'nın diliyle, Tûr da üzerlerine dikilmişti. "Onlara: Cumartesi günü hakkında haddi aşmayın, dedik” Dâvûd'un diliyle. Mûsa'nın dili ile dağ tepelerine kaldırılırken olması da câizdir, çünkü cumartesi tatilini o ihdas etti, ancak ondaki saldırı ve suret değişmesi Dâvûd zamanında oldu. Verş, Nâfi'' rivâyetinde "lâ teaddu” okumuştur ki, aslı le ta'tedu'dur, te te'ye idgam edilmiştir. Kalun da ayn'in harekesini gizleyerek ve şedde ile okumuştur ki, ondan gelen meşhur rivâyet sükûn ile okumasıdır. "Ve onlardan ağır söz aldık” buna karşılık, o da: "Dinledik ve itâat ettik” (Maide: 7) sözüdür. 155Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: "Kalplerimiz perdelidir” demeleri sebebiyle (onlara lâ'net ettik). Hayır, Allah küfürleri yüzünden onların kalplerini mühürlemiştir. Artık pek azı hariç îman etmezler. (Sözlerinden dönmeleri sebebiyle) yani muhalefet edip sözlerinden dönünce biz de onlara yapacağımızı yaptık, demektir. "Mâ” edâtı te'kit için ziyade kılınmıştır, be de mahzûf fiile mütealliktir, "harremna aleyhim tayyibatin"e mütaallik olması da câizdir. O zaman haram kılınma; sözü bozma ve ona "fibizulmin"e (Nisa: 160) kadar ona atfedilen şeyler sebebi ile olmuş olur; bel tabaallahu aleyha'nın delâlet ettiği layüminun ile değil. Çünkü o "kalplerimiz perdelidir” kavline reddiyedir. Bu durumda min mecrûra ma’tûf ve kavlihim'in sılasıdır; o sebeple kendini cer edende amel etmez. "Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri sebebiyle” Kur'ân'ı yahut kitaplarındakini "peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve "kalplerimiz perdelidir” demeleri sebebiyle. Kalplerimiz ilimlerin kabıdır yahut bizi davet ettiğiniz şeye kapalıdır, demektir. "Hayır, Allah küfürleri yüzünden onların kalplerini mühürlemiş” onları ilimden perdelemiştir yahut onları âyetleri düşünmekten ve vaazlardan öğüt almaktan men etmiştir. "Artık pek azı hariç îman etmezler” hariç olanlar Abdullah b. Selâm ile arkadaşlarıdır ya da az îman ederler, çünkü eksik olduğu için ona itibar edilmez. 156Bir de küfürleri ve Meryem'e büyük bir iftira etmeleri yüzünden; "Vebi küfrihim” Îsa'yı inkârları sebebiyle, bu da yukarıda geçen "biküfrihim"e ma’tûftur. Çünkü mühürlenmenin sebeplerindendir yahut "febima nakdihim” kavline ma’tûftur. Bunların hepsinin geçenlerin hepsine atfedilmesi de câizdir. Küfr kelimesinin tekrar sebebi de küfürlerinin tekrar edilmesindendir. Çünkü onlar Mûsa'yı sonra Îsa'yı sonra da Muhammed'i - onlara salât ve selâm olsun - inkâr ettiler. "Bir de küfürleri ve Meryem'e büyük bir iftira etmeleri yüzündendir” yani ona zina isnat etmelerindendir. 157"Allah'ın Resûlü Meryem oğlu Îsa Mesih'i öldürdük” demeleri yüzünden (onlara lâ'net ettik). Hâlbuki onu öldürmediler de asmadılar da. Ancak (maktul) onlara karıştırıldı. Şüphesiz onun hakkında tartışanlar bundan dolayı bir şüphe içindedirler. Bu hususta zanna uymaktan başka bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. "Ve Allah’ın Resûlü Meryem oğlu Îsa'yı öldürdük, demeleri yüzünden” yani bunu iddia etmelerindendir. Bunu alay yollu demiş olmaları ihtimali de vardır. Bunun benzeri de "şüphesiz size gönderilen peygamberiniz gerçekten delidir” (Şuarâ': 27) kavlidir. Allah'tan medih olarak söz başı olma yahut da onların kötü anlatımlarının yerine güzeli koymak için medih olma ihtimali de vardır. "Hâlbuki onu öldürmediler de asmadılar da. Ancak maktul onlara karıştırıldı” rivâyete göre Yahûdîlerden bir bölük onu ve annesini tutsak ettiler; o da onlara beddua etti, Allah da onları maymunlara ve domuzlara çevirdi. Yahûdîler onu öldürmek için toplandılar; Allahü teâlâ da ona kendisini göğe kaldıracağını haber verdi. O da ashâbına: Hanginiz bana benzetilip de benim yerime öldürülüp asılarak cennete girdirilmeyi ister, dedi? İçlerinden biri kalktı, Allah onu Îsa'ya benzetti, o da öldürüldü ve asıldı. Şöyle de denilmiştir: Bir adam vardı ona münâfıklık ederdi, onun yerini göstermek için çıktı; Allah da onu Îsa'ya benzetti. O da yakalandı, asılıp öldürüldü. Şöyle de denilmiştir: Yahûdî Tayatabus bir eve girdi, orada Îsa vardı; onu bulamadı, Allah da kendisini ona benzetti. Çıkınca Îsa zannedilip yakalandı ve asıldı. Bunun gibi harikulade şeyler peygamberlik zamanında yadsınmaz. Allahü teâlâ onları Allah'a gösterdikleri cüretleri ve büyük mu'cizelerle desteklenen Nebisini öldürmeye kastetmeleri ve buna sevinmeleri sebebiyle kınamıştır. Yoksa bu zanlarına göre konuşmalarından dolayı değil. "Şübbihe” câr ile mecrûra isnat edilmiştir, sanki: Îsa ile maktulü karıştırdılar denilmiştir ya da "kimse öldürülmedi, ancak öldürüldüğüne dâir şayia çıktı” diyenin sözüne göre durum karıştı demektir. Ya da şübbihe makulün zamirine isnat edilmiştir, çünkü öldürdük sözü orada bir muktulün olduğunu göstermektedir. "Şüphesiz onun hakkında tartışanlar” Îsa aleyhisselâm hakkında demektir, çünkü o vaka olduğu zaman insanlar ihtilafa düştüler; bazı Yahûdîler: O yalancı idi, onu gerçekten öldürdük, dediler. Diğerleri tereddüt edip: Eğer o Îsa idiyse arkadaşımız nerede, dediler? Bazıları da: Yüz Îsa'nın yüzüdür, beden arkadaşımızın bedenidir, dediler. Ondan "Allah beni göğe kaldıracaktır” dediğini duyan kimse de: O göğe kaldırıldı, dedi. Bir bölük de: Ceset asıldı, rûh göğe yükseldi, dediler. (Bundan dolayı bir şüphe içindedir) tereddüt içindedirler. Şek iki tarafından biri üstün olmayan şeye denildiği gibi mutlak tereddüde ve ilmin karşıtına da denilir. Bunun içindir ki, onu: "Bu hususta zanna uymaktan başka bir bilgileri yoktur” sözüyle teyit etmiştir. Bu cümle istisnai munkatıdır yani zanna tâbi olurlar demektir. Şekk'in cahillikle ve ilmin de kesin olsun olmasın nefsin yatışacağı itikatla tefsir edilmesi de câizdir. O zaman istisna muttasıl olur. "Onu kesin olarak öldürmediler” yakin bir ölümle, nitekim: Biz Mesih'i öldürdük, demekle bunu iddia etmeleri gibi ya da yakin sahipleri olarak demektir. Bunun manası şöyledir de denilmiştir: Onu bilen kadınlar böyle haber verirler, Ben ise onu kesin bilgimle öldürdüm. Bu da kateltüş şey'e ilmen ve nahartuhu ilmen (onu ilmimle öldürdüm ve boğazladım) sözünden gelir ki, o hususta kesin bilgin olduğunu kastedersin. 158Bilâkis onu Allah kendi katına kaldırdı. Allah mutlak gâlib, ince hikmet sâhibidir. "Bilâkis onu Allah kendi katına kaldırdı” öldürmelerini red ve inkârdır, kaldırılmasını ispattır. "Allah mutlak gâlibtir” istediği engellenmez, "hikmet sâhibidir” Îsa için murat ettiği şeylerde, boşuna iş yapmaz. 159Kitap ehlinden kim varsa mutlaka ölümünden önce (Îsa'ya) îman edecektir. O da kıyâmet gününde onlara şahitlik edecektir. "Kitap ehlinden kim varsa mutlaka ölümünden önce ona îman edecektir” main ehlil kitabi ahadün illâ leyü'minenne bihi demektir. "Leyü'minenne” kasem cümlesidir, ahad'e sıfat düşmüştür. İkinci zamir de ona râcidir. Birincisi ise Îsa'ya râcidir. Mana da şöyledir: Yahûdî ve Hıristiyanlardan kim varsa mutlaka Îsa Allah'ın kulu ve Resûlüdür diye ölümünden önce ona îman edecektir ister ki, rûhu çıkarken olsun. Fakat îmanı ona fayda vermeyecektir. Bunu da nûn'un zammı ile "illâ leyü'minünne bihi kabee mevtinim” okunuşu teyit eder. Çünkü ahaden çoğul manasınadır. Bu da onlar için tehdit gibidir ve ona îman etmek zorunda kalıp da îmanları kendilerine fayda vermeden önce îmana tahriktir. Şöyle de denilmiştir: İki zamir de Îsa'ya râcidir, Mana da şöyledir: Gökten indiği zaman bütün milletler ona îman edecektir. Rivâyete göre o, Deccal çıktığı zaman gökten inip onu helâk edecektir. Ona îman etmeyen bir ehl-i kitap kalmayacaktır. İnsanlar tek millet yani İslâm milleti hâline gelecektir. Yeryüzünde güven oluşacak, öyle ki, aslanlar develerle kaplanlar sığırlarla kurtlar koyunlarla beraber otlayacak, çocuklar yılanlarla oynayacaktır. Îsa yeryüzünde kırk yıl kalacak sonra ölecektir. Müslümanlar namazım kılıp onu defnedeceklerdir. "O da kıyâmet gününde onlara şâhit olacaktır” Yahûdîleri yalanlamakla Hıristiyanları da Allah'ın oğludur demelerinde onlara şahitlik edecektir. 160Yahûdîlerin haksızlıkları ve birçok insanları Allah yolundan alıkoymaları yüzünden daha önce kendilerine helâl edilmiş temiz şeyleri onlara haram ettik. "Yahûdîlerin haksızlıkları yüzünden” yani büyük zulümleri yüzünden demektir "onlara helâl edilen şeyleri harâm ettik” bundan "Yahûdîlere haram ettik” (En'âm: 146; Neml: 118) âyetlerinde zikredilenleri kastediyor. "Ve birçok insanları Allah yolundan alıkoymaları yüzünden” çok insanları çevirmeleri ya da çok çevirmeleri yüzünden. 161Ve daha önce men edildikleri hâlde faiz almaları ve insanların mallarını bâtıl sebeplerle yemeleri yüzünden (bazı helalleri onlara haram ettik). Onlardan kâfir olanlara acıklı bir azâp hazırladık. "Ve daha önce men edildikleri hâlde faiz almaları yüzünden". Faiz bize olduğu gibi onlara da haram idi. Bunda nehyin tahrimî olduğuna delâlet vardır. "Ve insanların mallarım bâtıl sebeplerle yemeleri yüzünden” rüşvet vb. gibi yollardan. "Onlardan kâfir olanlara acıklı bir azâp hazırladık” îman edip tevbe edenlere değil. 162Ancak onlardan sağlam ilme sahip olanlarla mü'minler; sana indirilene ve senden önce indirilene îman ederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah’a ve âhiret gününe îman ederler. İşte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz. "Ancak onlardan sağlam ilme sahip olanlarla” Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi "mü'minler” yani onlardan veya Muhâcir ve Ensâr'dan mü'minler (sana indirilene ve senden önce indirilene îman ederler). Bu da mübtedanın haberidir. (Namazı dosdoğru kılanlar) bu da eğer yü'minune "ülâike"nin haberi kılmırsa metih üzere mensûbtur ya da "maünzile ileyke"ye ma’tûftur. Bunlardan murat edilenler de peygamberlerdir yani kitaplara ve peygamberlere îman ederler demektir. "Râsihûne"ye veya "yü'minune"deki zamire atfen ref ile (velmukimune) de okunmuştur. Ya da o mübteda’dır, haber de "ulaike senü'timim"dir. "Velmu'tunez zekâte” bu da zikredilen ihtimallare göre merfû’dur. "Allah'a ve âhiret gününe îman edenler” peygamberlere, kitaplara ve onu tasdik eden şerîatlara îman buna ve âhiret gününe îmandan önce zikredildi, çünkü âyetten maksat budur. "İşte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz” sağlam îmanla iyi ameli birleştirdikleri için. Hamze ye ile "seyü'tihim” okumuştur. 163Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshak'a, Ya'kûb'a, torunlarına, Îsa'ya, Eyyub'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleyman'a da vahyettik. Dâvûd'a da Zebûr'u verdik. "Nûh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik” ehl-i kitabın kendilerine gökten bir kitap indirilmesi tekliflerine cevaptır ve onun durumunun da diğer peygamber gibi olduğuna delildir. "İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshak'a, Ya'kûb'a, torunlarına, Îsa'ya, Eyyub'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleyman'a da vahyettik” peygamberlerin içine girmelerine rağmen onları özel olarak zikretmesi, onları büyütmek içindir. Çünkü İbrâhîm ülülazm peygamberlerin ilkidir, Îsa da onların sonudur. Diğerleri ise peygamberlerin en şereflileri ve meşhurlarıdır. "Dâvûd'a da Zebûr'u verdik” Hamze "zam ile zübûran” okumuştur ki, o zübür'ün çoğuludur, mezbur (yazılmış) manasınadır. 164Sana daha önce anlattığımız peygamberler ve sana anlatmadığımız peygamberler de gönderdik. Allah, Mûsa ile gerçekten konuştu. "Ve rüsülen” gizli bir fiille mensûbtur, ona da "evhayna ileyke” delâlet etmektedir Meselâ evhayna gibi ya da onu "kad kasasnahüm aleyke min kablu” tefsir etmektedir ki, bu sûreden veya bugünden önce demektir. "Ve sana anlatmadığımız peygamberler de gönderdik. Allah, Mûsa ile gerçekten konuştu". Bu da vahyin son mertebesidir, onların arasından Mûsa'ya özel olarak verilmiştir. Allah, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i de bütün peygamberlere verdiğinin bir mislini ona vermekle üstün kılmıştır. 165Müjdeci ve uyarıcı peygamberler (gönderdik) ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir delilleri olmasın. Allah mutlak gâlibtir, ince hikmet sâhibidir. "Rüsülen mübeşşirine ve münzirine” medihle yahut gizli erselna ile ya da hâl olarak mensûbtur. O zaman "rüsülen” arkasındakini (hâle) hazırlayıcı gibi olur Meselâ: Merertü bizeydin recülen salihan gibi. "Ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir delilleri olmasın” da: Bize bir peygamber gönderseydin de bizi uyarsaydı ve bize bilmediğimizi öğretseydi, demesinler. Bunda insanlara peygamberler göndermenin zorunlu olduğuna dikkat çekilmiştir, çünkü herkesin cüz'î meselelere aklı ermez, çoğunluk da küllî meseleleri idrak edemez. "Liellâ"daki lâm "erselna"ya yahut "mübeşşirine ve münzirine"ye mütaalliktir, hüccetün de "kâne"nin ismidir, haberi de "linnasi"dir yahut "alallahi"dir, ötekisi de hâl’dir. Hüccetün'e taalluku câiz değildir; çünkü mastardır. "Ba'de” de onun zarfı yahut sıfatıdır. "Allah mutlak gâlibtir” istediği şeyde kimse onu mağlup edemez, "hikmet sâhibidir” düzenlediği peygamberlik işinde ve peygambere tahsis ettiği vahiy ve icaz çeşidinde. 166Ancak Allah sana indirdiğini bilerek indirdiğine şahitlik eder. Buna melekler de şahitlik ederler. Allah'ın şahitliği de yeter. "Ancak Allah şahitlik eder” bu da mâkablinin mefhumundan îstidraktir. Sanki onlar kendilerine gökten bir kitap indirilmesini teklif edip de: "Gerçekten biz sana vahyettik...” diyerek onları susturunca şöyle demiş gibi oldu: Onlar sana şahitlik etmezler ama Allah şahitlik eder ya da onlar onu reddettiler ancak Allah onu isbat eder ve onaylar. "Sana indirdiği o şeye” Peygamberliğini gösteren mu'cize Kur'ân'a. Rivâyete göre "sana vahyettik” kısmı inince: Sana şahitlik etmeyiz, dediler, âyet de bunun üzerine indi. "Onu bilerek indirdi” onu o konudaki özel bilgisi ile indirdi, o da onun her güzel konuşânın konuşmasını bastıracak yapıda olmasını bilmesidir. Ya da peygamberliğe hazırlananın hâlini bilen ya da insanların dünya ve âhiretleri için ihtiyaç duyacakları ilmi ile demektir. Câr ile mecrûr iki öncekilere göre fâilden hâl’dir, üçüncüye göre de mefuldan hâl’dir. Cümle kendinden öncekini tefsir gibidir. "Melekler de şahitlik ederler” peygamberliğine. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, melekler peygamberlik davasını bakıp düşünmeye ihtiyaç duymayacak şekilde bilmek isterler. Bu çeşit de meleklerin özelliklerindendir, insan için bu gibi şeyleri düşünüp taşınma dışında bilme imkânı yoktur. Eğer onlar (tartışanlar) da sağlam bir bakışla baksalardı, peygamberliğini bilirler ve ona şahitlik ederlerdi, tıpkı meleklerin bilip de şahitlik ettikleri gibi. "Allah'ın şahitliği de yeter” yani peygamberliğinin gerçek olduğuna dâir getirdiği deliller diğer şeylerle isbatma gerek bırakmaz. 167Şüphesiz inkâr edip insanları Allah'ın yolundan çevirenler, haktan uzak bir şekilde sapmışlardır. "Şüphesiz inkâr edip insanları Allah'ın yolundan çevirenler, haktan uzak bir şekilde sapmışlardır". Çünkü onlar sapmakla saptırmayı birleştirmişlerdir. Bir de saptıran sapıklıkta daha derindedir ve ondan uzaklaşma ihtimali daha azdır. 168Şüphesiz Allah,'ı inkâr edip zulmedenleri Allah bağışlayacak değildir, doğru yola iletecek de değildir. "Şüphesiz Allah,'ı inkâr edip zulmedenleri” Peygamberliğini inkâr etmekle Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e zulmedenleri yahut insanları iyilik ve kurtuluşlarının olduğu şeyden saptırmakla onlara zulmedenleri yahut bunlardan daha geniş olarak zulmedenleri demektir. Âyet şunu göstermektedir ki, kâfirler de fer'î şeylerle mükelleftirler. Çünkü onlardan inkârla zulmü birleştiren kastedilmiştir. "Allah onları bağışlayacak da değildir, doğru yola iletecek de değildir". 169Ancak içinde ebedî kalacakları cehennem yoluna iletir. Bu da Allah'a göre çok kolaydır. "Ancak içinde ebedî kalacakları cehennem yoluna iletir” çünkü ezelî hükmü ve kesin va'di vardır ki, kim küfür üzerinde ölürse, o cehennemde ebedî kalır. "Hâlidine” mukadder (ileride olacak) hâl’dir. "Bu da Allah'a göre çok kolaydır” ona zor gelmez ve onu büyütmez. 170Ey insanlar, Peygamber size gerçeği getirmiştir; kendi hayfiniza olarak ona îman edin. Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Allah hakkıyla bilen, hikmet sâhibidir. "Ey insanlar, Peygamber size Rabbinizden gerçeği getirmiştir". Peygamberlik durumunu tesbit edip de ona götüren yolu ve onu inkâr edene tehdidi açıklayınca, bütün insanlara davetle susturucu delille icabet va'di ile ve reddedeni tehdit ile hitap etti: "feâminu hayran leküm” dedi. Yani sizin için hayırlı bir îmanla îman edin yahut sizin şimdi yaptığınızdan daha hayırlı bir şey yapın, dedi. Şöyle de denilmistir: Takdiri: Yekünilîmanu hayran leküm (îman sizin için hayırlı olur). Basra uleması bunu kabul etmemişlerdir. Çünkü kâne'nin ismi ile beraber hazfi ancak zorunlu hâllerde olur. Bir de bu şartın ve cevabın düşmesine götürür, demişlerdir. "Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır” yani eğer inkâr ederseniz onun size ihtiyacı yoktur, îmanınızdan yararlanmadığı gibi küfrünüzden de zarar görmez. Zenginliğine: "Göklerde ve yerde ne varsa” kavli ile dikkat çekti. Bu da o ikisinin kapladığı şeyleri ve yapıldığı maddeleri içine alır. "Allah hakkıyla bilendir” hâllerinizi "hikmet sâhibidir” sizin için hazırladığı şeylerde. 171Ey kitap ehli, haddi aşmayın. Allah'a karşı haktan başka bir şey söylemeyin. Ancak Meryem oğlu Îsa Mesih, Allah'ın elçisidir, Meryem'e attığı bir söz ve kendisinden bir ruhtur. Artık Allah'a ve peygamberlerine îman edin; İlâhlar "üçtür” demeyin. Kendi hayrınıza olarak buna bir son verin. Ancak Allah bir tek İlâhtır. Çocuğu olmaktan onu tenzih ederiz. Göklerde ve yerde ne varsa, onundur. Vekil olarak Allah yeter. "Ey kitap ehli, dininizde aşırı gitmeyin". Hitap her iki grubadır: Yahûdîler îsa aleyhisselâm'ı düşürmede ileri gittiler, hatta onu veled-i zinalıkla suçladılar. Hıristiyanlar da onu yüceltmede ileri gittiler, hatta onu ilâh edindiler. Hitabın özellikle Hıristiyanlara olduğu söylenmiştir, bu "Allah'a karşı haktan başka bir şey söylemeyin” sözüne daha uygundur. Yani onun eşten ve çocuktan tenzihine demektir. "Ancak Meryem oğlu Îsa Mesih, Allah'ın elçisidir, Meryem'e attığı bir sözdür” ona ulaştırdığı ve onda meydana getirdiği bir sözdür "ve kendisinden bir ruhtur” ondan sadır olan bir rûh sâhibidir. Asıl ve madde yerine geçecek şeyin araya girmesiyle değil. Şöyle de denilmiştir: Ona rûh demesi ölüleri ve kalpleri diriltmesindendir. "Artık Allah'a ve peygamberlerine îman edin; İlâhlar "üçtür” demeyin” Allah, Mesih ve Meryem. Allahü teâlâ’nın: "İnsanlara, beni ve anamı Allah'tan başka ilâh edinin, diye sen mi dedin?” (Maide: 116) sözü de buna şahitlik eder. Ya da Allah üçtür, demeyin, eğer onlar gerçekten Allah üç uknumdan, baba, oğul ve Ruhulkuds'ten ibarettir, diyorlarsa. Babadan zâtı, oğuldan ümi ve ruhulkuds'ten de hayatı kastediyorlar. "Son verin” üçlemeye "hayran leküm” nasbi da yukarıda "hayran leküm"de geçtiği gibidir. "Ancak Allah bir tek İlâhtır” zâtı itibarı ile tektir, hiçbir şekilde çok değildir. "Çocuğu olmaktan onu tenzih ederiz” üsebbihuhu tesbihan min en yekune lehu veledün demektir. Çünkü çocuk benzeri olanın ve sonunda fani olanın olur. "Göklerde ve yerde ne varsa onundur” bu da çocuğa ihtiyacı olmadığını ikaz etmektedir, çünkü çocuk ancak babasına vekil olması için istenir. Kusurdan uzak Allah ise eşyayı korumaktadır ve buna yeterlidir. Yerini alacak veya kendisine yardım edecek birine ihtiyacı yoktur. 172Ne Mesih (Îsa) ne de Allah'a yakın melekler, Allah'a kul olmaktan çekinmezler. Kim ona ibâdet etmekten çekinir ve kibir taslarsa, Allah onların hep sini yakında kendi huzurunda toplayacaktır. "Len yestenkifel mesihu” len ye'nefe demektir ki, nekeftüd dem'a deyiminden gelir, gözyaşı görülmesin diye parmağınla silmektir. "En yekune abden lillahi” min en yekune abden lehu demektir. Çünkü Allah'a kul olmak iftihar edilecek bir şereftir. Asıl zillet ve çekinilecek şey başkasına kul olmaktır. Rivâyete göre Necran heyeti geldiler, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e: Sâhibimizi neden ayıplıyorsun, dediler? O da: Sâhibiniz kim, dedi? Onlar da Îsa aleyhisselâm, dediler. Ben onun hakkında ne diyormuşum, dedi? Onlar da: Onun Allah'ın kulu ve Resûlü olduğunu söylüyormuşsun, dediler. O da: Allah'a kul olmak utanacak bir şey değildir, dedi. Onlar da: Peki, dediler. (Allah'a yakın melekler de) bu da Mesih'e atıftır yani Allah'a yakın melekler de kul olmaktan çekinmezler, demektir. Meleklerin peygamberlerden üstün olduğunu iddia eden kimse bunu delil getirmiş ve Âyetin akışı Mesih'in kulluk makamından yükselmesini söyleyenlere reddiyedir. Bu da ma’tûfun ondan daha yüksek olmasını gerektirir ki, bunların çekinmemeleri onun da çekinmemesine delil gibi olsun, buyurmuştur. Bunun cevabı da şudur: Âyet Mesih'e ve meleklere tapanlara reddiyedir, onun için böyle bir iddia varit olamaz. Hitabın özellikle Hıristiyanlara olduğu kabul edilse bile belki de atıftan büyüklük itibarı ile değil de çokluk itibarı mübalağa kastedilmiştir. Meselâ: Asbahal emirü layuhâlifuhu reisun vela mer'us sözü gibi ki, bu sabah kralın karşısına ne reis ne de halk çıkabilir demektir. Eğer ondan büyüklük murat edilse bile gaye mukarreb melekler demektir ki, onlar da Arş'i taşıyanlardır yahut da mukarreb melekler bazı peygamberlerden yani Îsa'dan üstündür, demektir. Bu da iki cinsten birinin diğerine mutlak üstün olduğunu gerektirmez. Bunda da niza yoktur. "Kim ona ibâdet etmekten çekinir ve kibir taslarsa” kim bundan büyüklenirse, demektir. İstikbar istinkâftan biraz daha aşağıdadır, o sebeple ona atfedilmiştir. Hakkı olmayan yerde kullanılır. Tekebbür ise öyle değildir, bazen hak edilebilir. "Allah onların hepsini yakında kendi katında toplayacaktır” hak ettiklerini verecektir. 173Îman edip iyi şeyler yapanlara gelince, Allah onlara mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek ve lütfünden onlara fazla verecektir. İbâdetten çekinip büyüklük taslayanlara gelince, onlara da pek acıklı azâp edecektir. Onlar kendileri için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaklardır. "Îman edip iyi şeyler yapanlara gelince, Allah onlara mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek ve lütfünden onlara fazla verecektir. İbâdetten çekinip büyüklük taslayanlara gelince, onlara da pek acıklı azâp edecektir. Onlar kendileri için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaklardır". Kelâm’ın anlamından çıkan genel cezayı açıklamaktadır, sanki şöyle buyurmuştur: Kullar ceza (karşılık) için toplandıkları gün onları huzurunda toplayacaktır ya da onlara amellerinin karşılığını vermek için demektir. Çünkü onların karşıtlarına sevap vermek ve iyilik etmek, onlara üzüntü ve tahussür ile azâp demektir. 174Ey insanlar, size Rabbinizden bir delil gelmiştir ve size apaçık bir nûr indirilmiştir. "Ey insanlar, size Rabbinizden bir delil gelmiştir ve size apaçık bir nûr indirmişizdir". Âyette geçen burhandan mu'cizeler, nurdan da Kur'ân kastedilmiştir yani size aklî deliller ve naklî şâhitler gelmiştir. Ne mazeretiniz ne de bir sebebiniz kalmamıştır. Şöyle de denilmiştir: Burhan dindir yahut Resûlüllah'tır veyahut Kur'ân'dır. 175Allah'a îman edip ona sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları rahmet ve lütfuna girdirecek ve onları kendi doğru yoluna iletecektir. "Allah 'a îman edip ona sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları rahmetine girdirecektir” îman ve amelinin karşılığında takdir ettiği sevaba girdirecektir. Bu da kendinden bir rahmettir, gerekli bir hakkın ödemesi değildir. "Ve lütfuna” bundan fazla ihsanına demektir. "Kendine iletecektir” Allah'a. Va'dedilen sevaba da denilmiştir. "Doğru yoluna” o da dünyada İslâm ve taattır, âhirette de cennet yoludur. 176"Senden fetva isterler: De ki: Allah size "kelâle” hakkında şöyle fetva veriyor: Bir kimse ölür de onun çocuğu olmaz; kız kardeşi olursa, onun için bıraktığının yarısı vardır. O da onun çocuğu yoksa ona mirasçı olur. Eğer kız kardeşler iki olurlarsa, onlar için bıraktığı şeyin üçte ikisi vardır. Eğer erkekli kadınlı kardeş olurlarsa, erkek için iki dişi hissesi vardır. Allah size şaşırırsınız diye bunları açıklıyor. Allah her şeyi bilmektedir. "Senden fetva isterler” yani kelâle hakkında, cevap ona delâlet ettiği için atılmıştır. Rivâyete göre Cabir bin Abdullah hasta idi, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem onu ziyaret etti, o da: Ben kelâleyim, malımı ne yapayım, dedi? Âyet bunun üzerine indi. Bu da ahkâmlardan en son inen âyettir. "De ki: Allah size kelâle hakkında şöyle fetva veriyor” tefsiri Sûrenin başında geçmiştir. "Eğer bir kimse ölür de onun çocuğu olmazsa; kız kardeşi olursa, onun için bıraktığının yarısı vardır". İmruun'un Merfû' olması zahirin tefsir ettiği fiilledir. "Leyse lehu veledün” sıfattır ya da "heleke"de gizli zamirden hâl’dir. "Velehu"daki vâv'ın hâle de atfa da ihtimali vardır. Kız kardeşten maksat ana baba bir yahut baba bir olandır; zira kardeşi asabe sayılmıştır. Ananın oğlu ise asabe değildir. Veled de olduğu gibidir; çünkü kız kardeş İbn Abbâs radıyallahü anhuma'nın dışında ulemanın çoğunluğuna göre kızla beraber mirasçı olsa da ancak yarıya mirasçı olmaz. "O ona mirasçı olur” yani kişi kız kardeşine mirasçı olur, eğer durum ters olursa. "Onun çocuğu olmazsa” erkek veya dişi, eğer mirasçı olur tabirinden kadının bütün malına mirasçı olur murat edilirse. Yoksa ondan maksat erkektir, zira kız erkek kardeşi mirastan düşüremez. Âyet çocuk olmadığı zaman erkek kardeşlerin düşeceğine delil olmadığı gibi o olduğu zaman onların düşmeyeceğine de delil değildir. Sünnet onların baba ile beraber mirasçı olamayacaklarını göstermiştir. "De ki: Allah size kelâle hakkında fetva veriyor” kavlinden de bu anlaşılmaktadır, eğer kelâle ölü ile tefsir edilirse. "Eğer kız kardeşler iki olurlarsa, onlar için bıraktığı şeyin üçte ikisi vardır". Zamir kardeşlikle mirasçı olana râcidir, ikili olması manaya göredir. Onlardan iki olarak haber vermenin faydası da hükmün sayıya binâen olup küçüklük, büyüklük vesaireye göre olmadığına dikkat çekmek içindir. "Eğer erkekli kadınlı kardeş olurlarsa, erkek için iki dişi hissesi vardır” aslı ihveten ve ehavatin ise de erkek ağırlıklı kabul edilmiştir. "Allah size, şaşırırsınız diye bunları açıklıyor” yani karakterinizle baş başa kaldığınız zaman şaşmanız mukadder olduğu için açıklıyor ki, ondan sakınasmız ve aksini arayasmız ya da sapmanızı istemediği için size hakkı ve doğruyu açıklıyor, demektir. Şöyle de denilmiştir: Aslı liella tedıllu'dur, "lâ” hazfedilmiş tir. Bu da Kûfe ekolünün görüşüdür. "Allah her şeyi bilmektedir". Ölümde ve dirimde kullarının çıkarını bilmektedir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Kim Nisa sûresini okursa, bütün erkek ve kadın mü'minlere sadaka etmiş gibi olur, mirasa konar, azat edecek bir köle satın almış gibi olur ve şirkten de kurtulur. Allah'ın dilemesiyle günahlarını bağışladığı kimseler zümresine girer. |
﴾ 0 ﴿