5 / MÂİDE SÛRESİMedîne'de inmiştir. 120 âyettir. 1Ey îman edenler, akitleri yerine getirin. İhramlı iken avlanmayı helâl saymamak şartı ile okunacaklar dışında kalan davarlar, size helâl kılındı. Şüphesiz Allah, dilediğine hükmeder. "Ey îman edenler, akitleri yerine getirin” vefa sözün gereğini yapmaktır. îfa da öyledir, akit de sağlam sözdür. Şâir Hutay'e şöyle: Onlar öyle bir kavimdir ki, komşularına söz verdikleri zaman, Kovayı alttan da üstten sağlam bağlarlar. (Su çekerler, sözü yerine getirirler). Akdin aslı iki şeyi ayrılması zor olacak şekilde bağlamaktır. Belki de akitlerden murat edilen geniştir; Allahü teâlâ'nın kullarla akdettiği ve onlara lâzım kıldığı teklifleri de kendi aralarında yaptıkları emanet, muamelat vb. gibi yerine getirilmesi lâzım olan şeyleri de içine almaktadır ya da emri vücup ve menduba şamil olacak şekilde esnek tutmak güzel olacaktır. (Davarlar size helâl kılındı) . Bu da akitleri açıklamaktadır. Behîme iyiyi kötüyü ayırt edemeyen her canlıdır. Bütün dört ayaklılar da denilmiştir. Behîme'nin en'ama izafesi açıklama içindir, Meselâ sevbu hazzin (ipek kumaş) gibi. Manası da en'amlardan behîmeler size helâl kılındı demektir ki, bunlar da dört çifttir (dişili erkekli deve, sığır, koyun ve keçi). Geyikler ve yaban sığırı da bunlara dahildir. Şöyle de denilmiştir: Behîme'den murat edilen bu ikisi ile davarlardan geviş getirmede ve azı dişleri olmamada onlara benzeyenlerdir. Behimeni En'âm'a izafesi de benzerlik dolayısıyladır. "Ancak size okunacaklar hariç” ancak size okunanın haram olanları müstesnadır demektir, Meselâ Allahü teâlâ'nın: "Ölü... size haram kılındı” (Maide: 3) sözü gibi ya da haramlığı size okunacaklar hariç demektir. (Avlanmayı helâl saymamak şartı ile) bu da "leküm"deki zamirden hâl’dir, evfu'daki vâv'dan hâl’dir de denilmiştir. İstisnadır da denilmiştir ki, bunda zorlama vardır. Sayd lâfzının da mastara da mef'ule de ihtimali vardır. "Ve entüm nurum” bu da muhilli'de gizli zamirden hâl’dir. Hurum da haramın çoğuludur, o da ihramlı demektir. "Şüphesiz Allah, dilediğine hükmeder” helâl ve haramdan dilediğine. 2Ey îman edenler, ne Allah'ın sembollerini ne haram ay'ı ne Kabe'ye hediye edilen kurbanları ne gerdanlık takılan işaretli hayvanları ne Rablerinden lütuf ve rıza arayarak Beyt-i harâm'ı ziyarete gelen hacıları (bütün bunların haklarını ihlal etmeyi) helâl saymasın. İhramdan çıktığınız zaman avlanın, Mescid-i harâm'dan men ettiler diye birilerine olan nefretiniz sakın sizi tecâvüze sürüklemesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlasın; günah ve tecâvüz üzerinde yardımlaşmayla. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah,'ın cezası şiddetlidir. "Ey îman edenler, Allah'ın şeairini helâl saymayın” yani hac ibâdetlerini (merasimlerini) demektir. Şeair, şairenin çoğuludur ki, o da iş'ar edilen, yani şiar (alâmet) kılınan şeydir. Hac ibâdetlerine ve duraklarına böyle denilmesi, bunların haccm alametlerinden ve ibâdetlerin işaretlerinden (sembollerinden) olmasındandır. Bunlar Allah'ın dinidir de denilmiştir, çünkü Allahü teâlâ: "Kim ilahi sembollere saygı gösterirse “ (Hac: 32) buyurmuştur ki, dinine demektir. Kullarına belirlediği farzlardır da denilmiştir. "Ne de haram aya” onda savaşmak veya yerini değiştirmekle. "Ne de hedy'e” Kabe'ye hediye edilen şeye demektir ki, hedye'nin çoğuludur, tıpkı cedy'in cedyenin çoğulu olması gibi (eyerin altına konan keçe, eyrim, teğelti). "Ne de gerdanlık takılanlara” yani boyunlarına gerdanlık asılan kurbanlıklara demektir. Hedy'e atfedilmesi, özellik içindir. Çünkü onlar hedy'in en kıymetlileridir yahut gerdanlıklara demektir. Onları helâl saymaktan men etmek hedye saldırmanın aşırı derecede haram olduğunu göstermek içindir. Bunun benzeri de Allahü teâlâ'nın: "Kadınlar ziynetlerini göstermesinler” (Nûr: 31) ayetidir (ziynet gösterilmezse, yeri hiç gösterilmez). Kalaid kılâde'nin çoğuludur, o da kurbanlığın boynuna asılan ayakkabı, ağaç kabuğu ve benzeri şeylerdir, bu da kurbanlık olduğu bilinip de ona sataşılmaması içindir. "Beytullahil Haram'ı ziyarete gelenlere de Rablerinden lütuf ve rıza aramak için” sevap vermesi ve onlardan râzı olması için. Cümle "âmmîne"de gizli zamirden hâl’dir, onun sıfatı değildir. Çünkü o amildir, tercihe şayan olan da mevsûf olan ismülfail amel etmez. Faydası ise bu gibilere saldırmanın çirkin sayılmasıdır, taarruza mani olana dikkat çekmektir. Manası şöyledir de denilmiştir: Ticaretle Allah'tan rızık ve kendi inançlarına göre rıza arayanlara. Çünkü rivâyete göre âyet umretül kazada Yemame hacıları hakkında inmiştir. Müslümanlar onlara saldırmak istediler. Çünkü aralarında Hutaym bin Şüreyh bin Dubey'a vardı ki, Medînelilerin sürülerini götürmüştü. Buna göre âyet mensuhtur. Mü'minlere hitapla "tebteğune” şeklinde de okunmuştur. (İhramdan çıktığınız zaman avlanın) İhram bittikten sonra avlanmaya izin verilmiştir. Buradan emirden ibahanın murat edilmesinden yasaktan sonra emrin mutlak olarak ibahaya delâlet etmesi lâzım gelmez. Hemze-i vasl’ın harekesinin ona atılmasıyla fe kesre ile de (fistadu) okunmuştur ki, çok zayıftır. "Ahleltüm” de okunmuştur ki, hallel muhrimu ve ehalle aynı manayadır. "Vela yecrimenneküm” sizi sürüklemesin yahut size yaptırmasın "şeneânü kavmin” birilerine nefretiniz, şiddetli buğz ve adavetiniz demektir. Şeneân mastardır mef'ulüne yahut fâ'iline muzâftır. İbn Âmir, İsmâîl de Nâfi'’den, İbn Ayyaş da Âsım'dan naklen nûn'un sükûnu ile (şen'ân) okumuşlardır, bu da mastardır, leyyan gibi, ya da na'ttır ki, bağîdü kavmin (bir toplumun kötüsü sizi sürüklemesin demektir). Fâ'lân vezni na'tta daha çok kullanılır, Meselâ atsan ve sekran gibi. (Sizi Mescid-i harâm'dan men ettiler diye) lien sadduküm (Hûdeybiye seferinde sizi men ettiler diye). İbn Kesîr ile Ebû Bekir cevabına "lâ yecrimenneküm"den dolayı ihtiyaç kalmayan ara şart cümlesi olarak hemzenin kesri ile (in sadduküm) okumuşlardır. "En ta'tedu” intikâm almaya demektir. "Yecrimenneküm"ün ikinci mef'ulüdür, çünkü o teke de ikiye de geçişli olur, Meselâ kesebe gibi. Kim de ye'nin zammı ile "yücrimenneküm” okursa, onu bir mef'ule müteaddiden hemze ile (if'al babına nakille) iki mef'ule geçişli kılmış olur. "Ve teavenu alel birri vettakva” af, göz yumma, emre itâat ve keyfilikten kaçma üzerinde yardımlasın "günah ve tecâvüz üzerinde yardımlaşmayın” yürek soğutmak ve intikâm almak için yardımlaşmayın. "Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah,'ın cezası şiddetlidir” intikâmı daha da ağırdır. 3Size şunlar haram edilmiştir: Ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, vurulmuş, yüksek yerden düşmüş, bir hayvanın boynuzu ile susulmuş, canavar tarafından parçalanmış - ölmeden yetişip kestikleriniz hariç - dikili taşlar üzerinde boğazlanmış ve fal okları ile kısmet aramanız. Bütün bunlar yoldan çıkmadır. Bugün kâfirler dininizden ümitlerini kestiler; artık onlardan korkmayın; benden korkun. Bugün dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım ve sizin için İslâm'ı din olarak beğendim. Artık kim açlık durumunda çaresiz kalırsa, günaha meyletmeksizin (haramlardan yiyebilir). Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. "Size ölü haram edilmiştir” size okunanın açıklamasıdır. Ölü kesme olmadan canı çıkan hayvandır (murdar). "Kan” yani akan kan demektir. Çünkü: Ya da akan kan” (En'âm: 145) buyurmuştur. Cahiliye halkı kam bağırsaklara doldurur pişirirlerdi. "Domuz eti ve Allah'tan başkasına boğazlanan” yani boğazlanırken Allah'tan başkasının ismi anılan demektir. Meselâ keserken: Bismillati velüzza demek gibi. "Boğulmuş” boğmakla öldürülmüş, "vurulmuş” ölünceye kadar odun veya taşla vurulmuş demektir ki,kaztuhu deyiminden gelir, vurmak manasınadır. "Yüksekten düşmüş” yüksekten veya kuyuya düşüp ölmüş. "Boynuzla susulmuş” başka hayvanın boynuzlayıp da süsmesiyle ölen demektir. Natihatü'deki te imsiyete geçiş te'sidir. "Canavarın yediği” canavarın yeyip de ölen demektir. Bu da av yapılan hayvanların avladıklarından yedikleri takdirde helâl olmadığını gösterir. "Ancak kestiğiniz hariç” ancak henüz canlı iken yetişip de boğazladığınız müstesna demektir. İstisnanın canavarın yediğine mahsus olduğu da söylenmiştir. Zekât (boğazlamak) şerîatta boğazı ve yemek borusunu keskin bir şeyle kesmekle olur. "Vema zübiha alennusubi” nusub ensab’ın tekilidir, onlar da Beytullah'ın etrafında dikili taşlardı (taş masalardı), üzerinde kurban keserlerdi (sunak). Bunu da Allah'a yakınlık sayarlardı. Bunların putlar olduğu da söylenmiştir. "Alâ” da lâm manasınadır yahut da aslı üzerine,ma zübiha müsemmen alel asnami demektir. Onun çoğul, tekilinin de nisab olduğu da söylenmiştir. "Fal okları ile kısmet aramanız” yani o oklarla kısmet aramanız da size haram kılındı. Çünkü onlar bir iş yapmak istedikleri vakit üç ok alırlardı, birinin üzerinde: Rabbim bana emretti, ötekisinin üzerinde: Rabbim beni men etti yazılı idi. Üçüncüsü de boş idi. Eğer emreden ok çıkarsa ona göre işlerine giderlerdi. Men eden ok çıkarsa ondan uzak dururlardı. Boş olan çıkarsa tekrar çekerlerdi. İstiksam oklarla kısmet edileni aramaktır, kısmet edilmeyeni değil. Şöyle denilmiştir: O sunaklarda kesilen deveyi paylara ayırmaktır. Ezlam'ın tekili zelemdir, cemel gibi, zülemdir, sured gibi. "Bu, yoldan çıkmadır” kısmet aramaya işarettir, fasıklık (yoldan çıkma) olması da şundandır, çünkü o gaybi bilmeye girmektir, ona bir yol olduğuna inanmakla da sapıklıktır ve Allah’a iftiradır, eğer okun üzerindeki Rabbim tabirinden Allah murat edilirse; cehalet ve şirktir, eğer onunla put murat edilirse. Ya da haram edilen kumara işarettir ya da Âyetin başından beri harâm edilen şeylere işarettir. "Bugün” bundan belli bir günü murat etmemiştir, ancak o zamanı ve gelecekte ona bitişik olan zamanları murat etmiştir. Âyetin indiği günü murat etmiştir de denilmiştir. Âyet Veda haccında Arafat'ta Cuma günü ikindiden sonra inmiştir. "Kâfirler dininizden ümitlerini kestiler” onu iptal etmekten ve bu pis şeyleri helâl saymakla ondan dönmenizden yahut başka şeylerden ya da sizi mağlup etmelerinden. "Onlardan korkmayın” sizi yeneceklerinden korkmayın "benden korkun” korkunuz sadece benden olsun. "Bugün dininizi ikmal ettim” yardımla bütün dinlerin üzerine çıkarmakla ya da akait kurallarını açıklamak, şerîat esaslarını ve ictihad prensiplerini bildirmekle. "Size olan nimetimi tamamladım” hidâyet ve tevfikle ya da dinin kemali ile veyahut Mekke'nin fethi ve cahiliyenin ışığını söndürmekle. "Sizin için İslâm'ı seçtim” onu sizin için tercih ettim, "din olarak” dinler arasından onu seçtim, o da Allah katında tek dindir, başkası yoktur. "Kim çaresiz kalırsa” darda kalırsa, bu da yukarıda zikredilen haramlara bağlıdır. İkisinin arasındakiler kaçınılması gereken ara şeylerdir; o da onları yemenin yoldan çıkmak olması, onlara saygı göstermenin kâmil din ve beğenilen İslâm cümlesinden olmasıdır. Mana da şöyledir: Kim bu haramlardan yemek zorunda kalırsa "fî mahmasatin” açlık durumunda "günaha meyletmeksizin” ona meyletmeden ve ona sapmadan, Meselâ onu zevk için alması yahut müsaade edilen miktarı aşması gibi. Başka Âyette de: "Saldırmadan ve tecâvüz etmeden” (En'âm: 145) buyurmuştur, "şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” onu yemekle sorumlu tutmaz. 4Sana kendilerine neyin helâl edildiğini sorarlar. De ki: Size temiz şeyler helâl edilmiştir. Allah'ın size öğrettiklerinden öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden yiyin ve üzerine besmele çekin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. (Sana kendilerine neyin helâl edildiğini sorarlar) sormak demek manasını içerdiğinden cümlenin başına gelmesi câiz görülmüştür (seele maddesinin kullanılışı ile ilgili bir kural). "Maza” hakkında da yukarıda bilgi verilmiştir. Onlara deyip de bize dememesi "yes'eluneke"nin gâip siygası ile kullamlmasındandır. Bu gibi yerlerde her iki şekil de câizdir. Sorulan şey kendilerine helâl edilen yiyeceklerdir, sanki onlara haram edilenler okununca, helâl edilenleri de sormuş gibi oldular. "De ki: Size temiz şeyler helâl edilmiştir". Sağlam karakterlerin pis görmediği ve ondan tiksinmediği şeylerdir. Bunun mefhum-ı muhâlifinden Arapların pis gördüğü şeylerin haram olmasıdır. Ya da temiz şeyler, haramlığma Nâs veyahut kıyas olmayan yiyeceklerdir. (Avcı hayvanlardan öğrettiğiniz şeyler) bu da tayyibat'a atıftır, eğer "mâ” mevsûle sayılırsa, takdiri de: Ve saydu mâ allemtüm demektir. Şart cümlesidir, eğer (mâ) şart kabul edilirse, cevabı da "fekülu"dur. Cevarih dört ayaklı canavarlardan yahut kanatlı kuşlardan sâhibi için avlanan yırtıcılardır, "mükellibine” onlara avlanmayı öğreten kimseler olarak demektir. Mükellib vahşi hayvanları eğiten ve onları ava alıştıran kimsedir. Kelb kökünden gelir, çünkü eğitmek en çok onda etki eder ya da bütün canavarlara köpek denilmesindendir. Çünkü aleyhisselâm Efendimiz: Allah'ım, ona köpeklerinden birini musallat et, buyurmuştur. Mensûb olması da "allemtüm"den hâl olması iledir, faydası da o ilmi ileri derecede bilmesidir. "Tüallimunehünne” bu da ikinci hâl’dir ya da yeni söz başıdır. "Allah'ın size öğrettiklerinden” hilelerden ve eğitim tekniklerinden. Çünkü onları bilmek Allahü teâlâ'nın ilhamındandır ya da onun bir vergisi olan akılla kazanılır. Ya da Allah'ın size öğrettiklerinden demek, sâhibinin salıvermesi ile avın ardına düşmesi, çağırması ile geri gelmesi ve avı tutup ondan yememesidir. "Size tutuverdiklerinden yiyin” o da ondan yememesidir, çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz'!, Adiy bin Hatim'e: Eğer ondan yerse sen yeme, çünkü onu kendisi için yakalamıştır, buyurmuştur. Fakihlerin çoğunluğu bu görüştedirler. Bazıları da: Yırtıcı kuşlarda bu şart değildir, çünkü onları bu şekilde eğitmek zordur, demişlerdir. Başkaları da: Bu hiç şart değildir, demişlerdir. (Üzerine besmele çekin) zamir öğrettiğiniz şeylere gider, mana da: Onu salıverirken yahut sizin için tuttukları zaman demektir ki, boğazlamaya yetiştiğiniz zaman bismillah deyin şeklindedir. "Allah'tan korkun” haram ettiği şeylerde. "Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir” sizi büyüğünden ve küçüğünden sorumlu tutar. 5Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri de size helâldır, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldır. Namuslu mü'min kadınlar, sizden önce kendilerine kitap verilenlerin namuslu kadınları da, mehirierini verdiğiniz, zinaya sapmadığınız ve dost tutmadığınız takdirde size helâldır. Kim îmanı tanımayıp da kâfir olursa, onun ameli boşa gitmiştir ve o, âhirette ziyan edenlerdendir. "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri de size helâldır” kestiklerini de başka şeyleri de içine alır. Kendilerine kitap verilenler de Yahûdîleri de Hıristiyanları da içine alır. Hazret-i Ali radıyallahü anh Tağlib oğulları Hıristiyanlarını onlardan istisna etmiş ve: Onlar Hıristiyan değiller; onlardan içki içmenin dışında bir şey almamışlardır, buyurmuştur. Mecûsîler de bu konuda onlara katılmaz, cizyede katılsalar da böyledir, çünkü aleyhisselâm Efendimiz: Onları ehl-i kitaptan sayın, ancak kadınlarını nikahlamayın, kestiklerini yemeyin, buyurmuştur. "Sizin yiyeceğiniz de onlara helâldır” onlara yedirmenizde ve onlara satmanızda size bir şey yoktur. Eğer bizim yiyeceğimiz onlara haram edilse idi bu câiz olmazdı. "Namuslu mü'min kadınlar” yani hür ve iffetli kadınlar demektir, onları özellikle böyle yâd etmesi en iyisine göndermek içindir. "Sîzden önce kendilerine kitap verilenlerin namuslu kadınları da” savaş hâlinde olsanız da. İbn Abbâs ise: Savaş hâlindekilerin kadınları helâl değildir, buyurmuştur. "Onlara ücretlerini verdiğiniz takdirde” mehirierini demektir. Helalliklerini ücretlerini vermeye bağlaması, onun müekket bir hak olmasından ve evla olana teşvik etmektendir. Şöyle de denilmiştir: Mahirlerinin verilmesinden maksat vermevi taahhüt etmektir. (Namuslu kimseler olarak) nikahla iffetini muhafaza ederek, "zinaya sapmadan” zinayı ilan etmeden "dostlar tutmadan” gizli dost tutmadan. Burada geçen hidn dost demektir, erkeğe de dişiye de denilir. "Kim îmanı tanımayıp da kâfir olursa, onun ameli boşa gitmiştir ve o, âhirette ziyan edenlerdendir". Îmandan İslâm şerîatını, küfürden de onu inkârı ve ondan kaçınmayı murat etmiştir. 6Ey îman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı mesh edip ayaklarınızı topuklara kadar (yıkayın). Eğer cünüp olursanız iyice temizlenin. Eğer hasta olur veya seferde bulunursanız veyahut biriniz ayakyolundan gelirse veyahut kadınlara dokunur da su bulamazsanız, temiz toprakla teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün. Allah size zorluk dilemiyor; ancak sizi tertemiz etmek ve üzerinize nimetini tamamlamak istiyor. Şükredesiniz diye. "Ey îman edenler, namaza kalktığınız zaman” yani kalkmak istediğiniz zaman demektir, Meselâ: "Kur'ân okuduğun zaman euzü besmele çek” (Nahl: 98) kavli gibi. Eylemi isteme, ondan doğan fiille ifade edilmiştir, bu da veciz olması ve şuna dikkat çekmek içindir: İbâdet yapmak isteyen kimse ona koşturmalıdır, öyle ki, fiil irâdeden hâli kalmamalıdır. Ya da namaza niyet ettiğiniz zaman demektir, çünkü bir şeye yönelmek ve onu yapmaya kalkmak onu kastetmektir. Âyetin zahiri her namaza kalkana abdesti vâcip kılmaktadır. İcma ise öyle değildir, rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz Mekke'nin fethinde beş vakit namazı bir abdestle kılmıştır. Hazret-i Ömer radıyallahü anh: "Bugün hiç yapmadığın bir şey yaptın, dedi. O da: Bilerek yaptım, dedi.” Şöyle de denilmiştir: Bu emir mutlaktır, mukayyedi murat edilmiştir, mana da: Namaza abdestsiz olarak kalktığınız zaman demektir. Bu emir menduptur. Bu, ilk zamanlarda böyle idi, sonra neshedildi, denilmiştir. Fakat zayıftır, çünkü sallallahü aleyhi ve sellem: Maide sûresi Kur'ân'ın son inen sûrelerindendir, Binâenaleyh helalini helâl, haramını da haram bilin, buyurmuştur. "Yüzlerinizi yıkayın” üzerinden suyu geçirin, ovmaya ihtiyaç yoktur, Mâlik ise buna muhâliftir. "Ellerinizi dirseklere kadar” cumhur dirseklerin yıkanacak yere dahil olduğu görüşündedir. Bunun içindir ki, "ilâ” "maa” manasınadır, denilmiştir, Meselâ: "Ve yezidküm kuvveten ilâ kuvvetiküm” (Hûd: 52) âyetinde olduğu gibi. Ya da "ilâ” mahzûfa mütaalliktir, takdiri de, eydiyeküm mudafeten ilel merafiki şeklindedir, denilmiştir. Eğer öyle olsa idi sınırlamanın da onu zikretmenin de fazla bir faydası olmazdı. Çünkü mutlak el tabiri onu ifade eder. Şöyle de denilmiştir: "İlâ” mutlak gayeyi (sonu) gösterir, onun hükme dahil olup olmamasına delâlet eden bir şey yoktur. Bu ancak dışarıdan bir delille bilinir. Âyette de yoktur, eller tabiri bunu içine aldığından ihtiyaten ona dahil olduğuna karar verilmiştir. Şöyle denilmiştir: "İlâ” sonu ifade ettiğinden onun çıkmasını gerektirir, yoksa gaye (son) olmazdı, Meselâ: "Fenaziretün ilâ meyseretin” (Bakara: 280) ve: "Sümme etimmüs sıyame ileîleyli” (Bakara: 187) âyetlerinde olduğu gibi. Ancak burada sınır ve ötesi pek açık olmadığından ihtiyaten girmesi vâcip olmuştur. (Başlarınızı mesh edin) be zâittir. Şöyle denilmiştir: O ba'z manasındadır, çünkü: Mesahtül mendile ve mesahtü bilmendili sözleri arasındaki ayrım yapan odur. İzahı da şöyledir: O fiilin manasında ilsakın olduğunu gösterir, sanki meshi başlarınıza yapıştırın demiş gibidir. Bu da tam kaplamayı gerektirmez, ama: Vemsehu ruuseküm dese idi "yüzlerinizi yıkayın” kavli gibi olurdu. Ulema vâcip olan miktarda ihtilâf etmiştir; Şâfiî radıyallahü anh yakîni (kesini) alarak en az mesh denecek şey yeter buyurmuştur. Ebû Hanîfe radıyallahü anh de başın dörtte biridir, buyurmuştur. Çünkü aleyhissalatü vesselam perçemini mesh etti ki, o da dörtte bire yakındır. Mâlik radıyallahü anh de ihtiyatlı davranarak hepsini mesh etmiştir. (Ayaklarınızı da topuklara kadar) Naf'i, İbn Âmir, Kisâî ve Ya'kûb "vücuheküm"e atfederek mensûb okumuşlardır. Yaygın sünnet, ashâbın tatbikatı, imamların çoğunluğun görüşü ve sınırlama da bunu destekler. Çünkü mesh tahdit edilmemiştir. Kalanlar ise onu cerr-i civar (ses uyumu sebebiyle) mecrûr (veercüliküm) okumuşlardır. Bunun Kur'ân'da benzeri çoktur Meselâ cerr-i civar ile: "Azabe yevmin elimin” (Hûd: 26, Zuhruf: 65) ve Hamze ile Kisâî'nin kırâatında "ve hurun iynin” (Vakıa: 22) gibi cer ile okunmuştur. Cuhru dabbin haribin kavli de böyledir. Nahivciler bunun için özel bir bölüm açmışlardır. Bunun faydası da şudur ki, ayağa su o kadar az dökülmelidir ki, neredeyse meshe yaklaşmalıdır. Bununla diğer yıkananların arasına fasıla girmesi de tertibin vâcip olduğunu îma etmektedir. "Ve ercülüküm mağsuletün” manasına ref ile de okunmuştur. "Eğer cünüp olursanız iyice temizlenin” gusül edin. "Eğer hasta olur veya seferde bulunursanız veyahut biriniz ayakyolundan gelirse veyahut kadınlara dokunur da su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün". Bunun tefsiri de yukarıda geçmiştir. Belki de tekrar edilmesi, sözün temizlik konusunda devam etmesi içindir. "Allah size zorluk dilemiyor” yani namaz için abdest veya teyemmüm emriyle sizi sıkıştırmak istemiyor. "Ancak sizi tertemiz etmek istiyor” sizi arındırmak veyahut günahlardan temizlemek istiyor. Çünkü abdest günahlara kefarettir ya da su ile temizlik imkânı bulamadığınız zaman sizi toprakla temizlemek istiyor, demektir. Yüridü'nün iki yerde de mef'ulü mahzûftur, lâm da illet içindir. Zâit olduğu da söylenmiştir. Mana da şöyledir: Allah size zorluk vermek istemiyor ki, size teyemmüm için izin vermesin. Ancak sizi temizlemek istiyor, fakat bu mana zayıftır. Çünkü "en” zâit lamdan sonra takdir edilmez. "Veliyütimme” şerîatı ile vücutlarınızı temizleyecek ve günahlarınızı silecek şeyi tamamlamak istiyor. "Üzerinizdeki nimetini” dindeki nimetini ki, izin vermesiyle azimet nimetinde kolaylıklara nâil oldunuz. "Şükredesiniz diye” nimetine. Âyet yedi şeyi içine almıştır hepsi de ikişerli (katmerledir: Asıl ve bedel olarak iki temizlik, kaplayı ve kaplayı olmayarak iki asıl (mesh), kaplayı da fiil olan gusül ve mesh, mahal itibarı ile sınırlı ve sınırsızdır. Aletleri de sıvı veya katıdır. Onları gerektiren de ya büyük veya küçük hadestir. Bedele dönmeyi mubah kılan özür de ya hastalıktır ya da yolculuktur. O ikisine va'dedilen de günahların temizlenmesi ile nimetin tamamlanmasıdır. 7Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve sizden aldığı sağlam sözü hatırlayın. Hani, işittik ve itâat ettik, demiştiniz. Allah'tan korkun. Çünkü Allah göğüslere hâkim olanı çok iyi bilir. "Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın” İslâm nimetini ki, size nimet vereni hatırlatsın ve sizi şükrüne özendirsin. "Ve sizden aldığı sağlam sözü hatırlayın. Hani, işittik ve itâat ettik, demiştiniz". Bundan Müslümanlardan Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in onlardan zorlukta ve kolaylıkta, kederde ve kıvançta aldığı biati ya da Akabe gecesindeki sözü veyahut Rıdvan biatini kastediyor. "Allah'tan korkun” nimetlerini unutturmada ve sözünü bozmada. "Şüphesiz Allah, göğüslere hâkim olanı çok iyi bilir” yani gizlerini bilir, size karşılığım verir, kaldı ki, açık amellerinizin (onların karşılığını haydi haydi verir). 8Ey îman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun; o, takvaya dahayakmdır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. "Ey îman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin". Cereme fiili sürükleme manasına geldiği için "alâ” ile geçişli kılınmıştır. Mana da şöyledir: Müşriklere olan şiddetli kininiz sizi adaleti terk etmeye sürüklemesin; o zaman helâl olmayan şeyleri yapmakla haddi aşarsınız, Meselâ yüreğinizi soğutmak için işkence yapmak, iftira etmek, kadın ve çocukları öldürmek ve andlaşmayı bozmak gibi. "Âdil olun; o, takvaya daha yakındır” yani adalet takvaya daha yakındır. Onları haksızlıktan men ettikten ve onun nefsanî şey lduğunu açıkladıktan sonra onlara açıkça adaleti emretti ve onun takvaya yakınlığını beyan etti. Kâfirlere karşı adalet böyle olursa artık mü'minlere karşı olan için ne düşünürsün! "Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkı ile haberdardır” size onun karşılığını verir. Bu hükmü tekrar etmesi, ya sebeplerin farklı oluşundandır. Nitekim birinci âyet müşrikler hakkında inmiş, bu ise Yahûdîler hakkında inmiştir, denilmiştir ya da adalete daha çok önem vermek ve öfke ateşini söndürmeye aşırı özen göstermek içindir. 9Allah îman edip iyi işler yapanlara va'detmiştir; onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır. (Allah îman edip iyi işler yapanlara va'detmiştir; onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır) "vaade” fiilinin ikinci mef’ûlünun hazfedilmesi "lehüm mağfiretün” kavlinden dolayı ona ihtiyaç kalmadığındandır. Çünkü bu onu açıklayan bir söz başıdır. Şöyle denilmiştir: Cümle mef'ûl yerindedir, vaad da bir nevi sözdür, sanki: Onlara bu sözü va'detmiş, demiş gibidir. 10İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise, işte onlar alevli ateşin (cehennemin) yaranıdırlar. "İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise, işte onlar alevli ateşin yaranıdırlar". Allahü teâlâ âdeti gereği iki fırkadan birini anlatınca, arkasından da ötekisini anlatır, böylece davetin hakkı eda edilmiş olur. Bunda mü'minlere daha çok vaat ve kalplerini tatmin vardır. 11Ey îman edenler, Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani bir topluluk size ellerini uzatmak istemişti de (Allah) onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan korkun. Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler. "Ey îman edenler, Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın". Rivâyete göre müşrikler Ufsan bölgesinde Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile ashâbının öğle namazına kalktıklarını gördüler. Namazlarını kılınca onlara saldırmadıklarına pişman oldular. İkindiyi kılarkan saldırmayı planladılar. Allah da korku namazını meşhur kılarak onların umduklarını kursaklarında bıraktı. İşte âyet buna işâret etmektedir. Şöyle de denilmiştir: Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz Kurayza oğullarına geldi, yanında da dört hâlife vardı. İki Müslümanın diyeti için onlardan ödünç istemeye gelmişti. O iki Müslüman'ı da Amr bin Ümeyye ed - Damri müşrik sanarak öldürmüştü. Onlar da: Peki, ey Ebulkasım, otur, sana yemek getirelim ve borç para verelim, dediler. Onu oturttular ve onu öldürmek istediler. Amr bin Cahhaş başına damdan büyük bir değirmen taşı atmak istedi. Allah da elini tuttu. Cebrâîl indi, durumu haber verdi, o da oradan çıktı. Şöyle de denilmiştir: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bir yere konakladı, silâhını bir ağaca astı. İnsanlar etrafından dağıldılar. Bir bedevî geldi, kılıcını sıyırdı: Seni benden kim kurtarır, dedi! O da; Allah, dedi! Allah kılıcı elinden düşürttü. Onu Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem aldı: Seni benden kim kurtarır, dedi? O da: Hiç kimse, dedi, eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden Resûlullah. dedi. Âyet bunun üzerine indi. "Hani, bir topluluk size ellerini uzatmak istemişti” öldürmek ve helâk etmekle, beseta ileyhi yedehu denir ki, şiddetle saldırmaktır, besata ileyhi lisanehu denir ki, sövmektir. "Onların ellerini sizden çekmişti". Ellerini size uzanmaktan men etti ve zararını sizden def etti. "Allah'tan korkun. Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler". Çünkü o, hayrı ulaştırmak ve şerri def etmek için yeter. 12Yemin olsun ki, Allah İsrâîl oğullarından söz almıştı. Biz onlardan on iki nakib göndermiştik. Allah şöyle demişti: "Ben sizinleyim; eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime îman ederseniz; onları desteklerseniz ve Allah’a güzel bir ödünç verirseniz, mutlaka kötülüklerinizi örterim ve sizleri altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Kim de içinizden bundan sonra inkâr ederse, mutlaka doğru yoldan sapmıştır. "Yemin olsun ki, Allah İsrâîl oğullarından söz almıştı. Biz onlardan on iki nakib göndermiştik". Her kabileden kavminin hâllerini denetleyecek ve onları teftiş edecek birer şâhit yahut emrolundukları şeyi yerine getirdiklerine dâir kefil demektir. Rivâyete göre İsrâîl oğulları Fir'avn'den yakalarını kurtarıp Mısır'a yerleşince, Allah onlara Şâm toprağından Eriha'ya gitmelerini emretti. Orada da zorba Kenanlılar otururlardı: Ben orayı size yurt ve karargâh yazdım; oraya çıkın, oradakilerle mücadele edin; ben size yardım edeceğim, dedi. Mûsa'ya her kabileden emredilen şeyi yerine getirmelerini denetlemek için bir kefil almasını emretti. Mûsa onlardan söz aldı, onlardan nakibler seçti. Onları yürüttü. Kenan toprağına yaklaşınca haber almak için nakipleri gönderdi ve gördüklerini kavimlerine anlatmamalarını emretti. Onlar ise dev gibi adamlar gördüler, korktular, geri döndüler ve kavimlerine anlattılar. Ancak Yahuda torunlarından Kâlib bin Yukana ile Efraim bin Yûsuf torunlarından Yuşa bin Nûn hariç. "Allah: Ben sizinleyim, dedi” yardımımla, "eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime îman eder; onları desteklerseniz” onlara yardım eder ve onları takviye ederseniz. Âyette geçen azzere müdafaa etmektir, tazir de buradan gelir. "Ve Allah’a güzel bir ödünç verirseniz” hayır yolunda harcamakla, karzan’ın mastara da mef'ule de ihtimali vardır. (Mutlaka kötülüklerinizi örterim) "Lein"deki lâm’ın delâlet ettiği kasemin cevabıdır, şartın cevabı yerine geçmiştir. "Ve sizleri altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Kim de içinizden bundan sonra inkâr ederse” bu büyük vaadin dayandırıldığı o sıkı şarttan sonra demektir, "muhakkak doğru yoldan sapmıştır". İçinde şüphe olmayan ve mazeret kabul etmeyen sapıklıkla demektir. Ondan önce kâfir olan ise öyle değildir, çünkü onun şüphesi olabilir, onun için mazeret düşünülebilir. 13Sözlerini bozmaları sebebiyle onlara lâ'net ettik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kelimeleri yerlerinden tahrif ediyorlar. Onlar nasihat edildikleri şeyden nasip almayı unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün. Onları affet, onlara aldırma. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever. "Sözlerini bozmaları sebebiyle onlara lâ'net ettik” onları rahmetimizden kovduk yahut suretlerini değiştirdik veyahut onlara cizye vergisini yükledik "ve kalplerini katılaştırdık” âyet ve uyarılardan etkilenmeyecek şekilde. Hamze ile Kisâî "kasîyyeten” okumuşlardır ki, ya kasiyeten'in mübalağasıdır ya da redie'.Ün demektir. Dirhemün kasiyyün deyiminden gelir ki, sahte para demektir. O da kasvetten gelir, çünkü sahte para biraz sert ve gevrek olur. Ses uyumundan (kafin sin'e uymasından) dolayı kısiyyeten de okunmuştur! "Onlar kelimeleri yerlerinden tahrif ediyorlar” kalplerinin katılığını göstermek için söz başıdır. Çünkü Allah'ın kelâmım değiştirmekten ve ona iftira etmekten daha katı (kasvetli) bir şey yoktur. "Laannahüm"den hâl olması da câizdir; kulub'tan olması câiz değildir, çünkü onda ona ait zamir yoktur. "Onlar nasip almayı unuttular” yeterli hisseyi bıraktılar, "nasihat edildikleri şeyden” Tevrat'tan yahut Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e tâbi olmaktan demektir. Mana da şöyledir: Onlar Tevrat'ı değiştirdiler, kendilerine indirilen şeyden nasip almayı unuttular. Mana şöyledir de denilmiştir: Onlar Tevrat'ı değiştirdiler, o uğursuzluk sebebiyle başlarına öyle şeyler geldi ki, o sebeple kalplerinden birçok şeyler silindi. Çünkü rivâyete göre İbn Mesud: Kişi işlediği isyan yüzünden bazı ilimleri unutur, demiş ve bu âyeti okumuştur. "Onlardan daima bir hainlik görürsün” burada geçen hain et onların hiyaneti demektir yahut onlardan hain bir grup demektir. Hainet'teki te mübalağa içindir. Mana da şöyledir: Hiyanet ve hak tanımazlık onların ve geçmişlerinin âdetidir. Onlarda bunu daima görürsün. "Ancak onlardan pek azı hariç” hiyanet etmeyenler demektir ki, onlar da içlerinden îman edenlerdir. Şöyle de denilmiştir: (İllâ kalilen minhüm) "ve caalna kuyubehüm kasiyeten"den istisnadır. "Onları affet, onlara aldırma” eğer tevbe eder ve îman ederlerse yahut söz verir ve cizyeyi kabullenirlerse. Şöyle de denilmiştir: Bu mutlaktır, kılıç ayetiyle neshedilmiştir. "Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever” aldırmama emrinin sebebidir, ona teşviktir ve hain kâfiri affetmenin iyilik olduğuna tembihtir, kaldı ki, başkasını affetmek. 14Biz Hıristiyanlarız, diyenlerden de söz aldık. Onlar da kendilerine edilen öğütten nasiplenmeyi unuttular. Biz de aralarına kıyâmet gününe kadar düşmanlık ve kin saldık. Allah ilende onlara ne yaptıklarını haber verecektir. "Biz Hıristiyanlarız, diyenlerden de söz aldık” yani öncekilerden aldığımız gibi onlardan da söz aldık. Takdiri şöyledir denilmiştir: Biz Hıristiyanlarız diyenlerden bir kavim vardırki onlardan söz aldık. "Biz Hıristiyanlarız, diyenler” demesi Allah'a yardım etmek iddiasıyla kendilerine böyle dediklerini göstermek içindir. "Onlar da kendilerine edilen öğütten nasiplenmeyi unuttular. Biz de saldık” burada geçen fe ağrayna, ğariye bişşey'i'den gelir ki, yapıştırmak, atmaktır. "Aralarına kıyâmet gününe kadar düşmanlık ve kin". Hıristiyan fırkaları arasına saldık, yapıştırdık. Nasturiler, Yakubiler ve Melkâniier bunlardandır. Yahut bunlarla Yahûdîlerin arasına demektir. "Allah ilende onlara ne yaptıklarını haber verecektir” ceza etmek ve azâp vermek ile. 15Ey kitap ehli, size kitaptan gizlediğiniz birçok şeyleri açıklayan ve birçoklarını da affeden elçimiz geldi. Size Allah'tan bir nûr ve apaçık bir kitap da gelmiştir. "Ey kitap ehli” Yahûdîleri ve Hıristiyanlan kastediyor. Kitabı tekil yapması cins olmasındandır. "Size kitaptan gizlediğiniz birçok şeyleri açıklayan elçimiz geldi” Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in na'ti, Tevrat'ta recim âyeti ve İncil'de Îsa'nın Ahmed sallallahü aleyhi ve sellem'i müjdelemesi gibi. "Birçoklarını da affeden” gizlediğiniz şeylerden, onu da dinî bir durumda darda kalmadıkça haber vermeyen yahut içinizden çoklarını affedip de suçu ile sorumlu tutmayan elçimiz demektir. "Size Allah'tan bir nûr ve apaçık bir kitap da gelmiştir” Kur'ân'ı kastediyor, çünkü o, şüphe ve sapıklık karanlıklarını açan ve mu'cize olduğu belli olan bir kitaptır. Şöyle de denilmiştir: Nurdan Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i kastetmiştir. 16Allah onun sayesinde rızasına uyanları selamet yollarına iletir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları doğru yola iletir. (Allah onun sayesinde doğru yola iletir) zamiri tekil yapması, ikisinden tek bir şeyin murat edilmesinden yahut ikisinin tek hükmünde olmasındandır. "Rızasına uyanları” içlerinden îman etmekle rızâsını isteyenleri "selamet yollarına” azâp olmayan yollara yahut Allah'ın yollarına. "Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır". İnkâr çeşitlerinden İslâm'a. "İzni ile” irâdesi ile yahut tevfiki ile "Onları doğru yola iletir” Allahü teâlâ'ya en yakın olan ve şüphesiz ona götüren yola iletir. 17Şüphesiz: "Allah Meryem oğlu (Îsa) Mesih'tir” diyenler kâfir olmuşlardır. De ki: "Eğer Allah Meryem oğlu Îsa'yı, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, kim onun azabından herhangi bir şey önleyebilir. Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır. Allah'ın her şeye gücü yeter. "Şüphesiz: "Allah Meryem oğlu Îsa Mesih'tir” diyenler kâfir olmuşlardır". Onlar da içlerinden ittihadı savunanlardır. Şöyle de denilmiştir: Onlardan hiç kimse bunu açıktan dememiştir, ancak onda İlâhlık olduğunu iddia edip de: ilâh birdir deyince, onun da Îsa olduğunu kabul etmiş oldular; bu sebeple sözlerinden çıkacak şey onlara nispet edilmiştir. Bu da cahilliklerini izah etmek ve inançlarını çürütmek içindir. "De ki: "Allah'tan kim bir şey önleyebilir” onun kudretine ve bir şey irâdesine kim mani olabilir? "Eğer Allah Meryem oğlu Îsa'yı, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese". Bunu o sözlerinin bozukluğuna delil getirmiştir, tesbiti de şöyledir: Îsa Mesih Allah'ın kudret ve kahri altındadır, diğer mümkün varlıklar gibi o da yok olmaya mahkumdur. Böyle olan biri de İlâhlıktan çok uzaktır. "Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır. Allah'ın her şeye gücü yeter". Îsa hakkında arız (tebelleş) olan şüphelerini izale etmektedir, Mana da şöyledir: Allahü teâlâ mutlak kâdirdir, maddesiz yaratır, Meselâ gökleri ve yeri yarattığı gibi. Maddeden de yaratır, Meselâ o ikisinin arasındakileri yaratması gibi. Maddeden o cinsten olmayan şey yaratır, Meselâ Âdem ve birçok canlılar gibi. Maddeden benzerini yaratır; Meselâ bir erkekten Havva veyahut bir dişiden Îsa gibi yahut her ikisinden diğer insanlar gibi. 18Yahûdî ve Hıristiyanlar: "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz” dediler. De ki: Öyleyse size günahlarınız yüzünden niçin azâp ediyor. Bilâkis siz onun yarattıkları insanlarsınız. O dilediğini bağışlar ve dilediğine azâp eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü Allah'a aittir. Son dönüş ancak onadır. "Yahûdî ve Hıristiyanlar: Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, dediler". Oğulları Üzeyr ile Mesih'in taraftarlarıyız. Nitekim Abdullah bin Zübeyr'in taraftarlarına da: Hubeybunlar denilmiştir. Ya da ona baba evlât gibi yakınız demek istemişlerdir. Bunun bir benzeri de daha açık olarak Al-i İmran sûresinde geçmiştir. "De ki: Öyleyse size günahlarınız yüzünden niçin azâp ediyor?” Yani eğer iddianız doğru ise size günahlarınız için niçin azâp ediyor? Çünkü bu makamda olan biri kendine azâp getirecek bir şey yapmaz. Hâlbuki size dünyada öldürmek, esir etmek ve suret değiştirmekle azâp etmiştir. Siz de cehennemde sayılı günlerde size azâp edeceğini itiraf ettiniz. "Bilâkis siz onun yarattığı insanlarsınız” Allahü teâlâ'nın yarattığı. "O dilediğini bağışlar” onlar da kendine ve peygamberlerine îman edenlerdir. "Dilediğine de azâp eder” onlar da inkâr edenlerdir. Mana da şöyledir: O size diğer insanlar gibi muamele ediyor, sizin onun yanında bir meziyetiniz yoktur. "Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü Allah'a aittir” hepsi onun mahluku ve mülkü olmada eşittir. "Son dönüş ancak onadır” iyilik edene iyiliği, kötülük edene de kötülüğü ile karşılık verir. 19Ey kitap ehli, peygamberlerin kesildiği bir dönemde; "bize ne bir müjdeci, ne de bir uyarıcı gelmedi” demeyesiniz diye, elçimiz size açıklamak üzere gelmiştir. İşte size bir müjdeci ve uyarıcı gelmiştir. Allah'ın her şeye gücü yeter. "Ey kitap ehli, size elçimiz geldi, size açıklıyor” yani dini, belli olduğu için hazfetmiştir. Ya da gizlediklerinizi açıklıyor demektir, daha önce geçtiği için zikretmemiştir. Ya da mef'ûl takdir etmemek de câizdir, mana da size açıklamada bulunuyor demek olur. Yübeyyinü cümlesi hâl durumundadır yani elçimiz size açıklayarak geldi demektir. (Peygamberlerin kesildiği bir dönemde). Bu da câeküm'e bağlıdır yani gönderme işi gevşediği ve vahyin kesildiği bir dönemde geldi demektir. Ya da (alâ fetretin) yübeyyinü'ye bağlıdır, ondaki zamirden de hâl’dir. "Bize ne bir müjdeci ne de bir uyarıcı gelmedi, demeyesiniz, diye” bunu demenizi ve mazeret göstermenizi istemediğimiz için. "İşte size bir müjdeci ve bir uyarıcı gelmiştir” bu da mahzûfa mütaalliktir yani bize gelmedi demeyesiniz, işte size gelmiştir. "Allah'ın her şeye gücü yeter". Peygamberleri arka arkaya göndermeye gücü yeter, nitekim Mûsa ile îsa arasında böyle yapmıştır. O ikisine selâm olsun. Çünkü aralarında bin yedi yüz yıl vardır ve bin peygamber gelmiştir. Ara ara göndermeye de gücü yeter, nitekim Îsa ile Muhammed arasında öyle yapmıştır. O ikisine de salât ve selâm olsun. Aralarında altı yüz yahut beş yüz doksan altı yıl vardır, dört de peygamber gelmiştir. Üçü İsrâîl oğullarından, biri de Araplardan Hâlid bin Sinan el - Absî'dir. Âyette onlara vahyin izleri silindiği ve en muhtaç oldukları zamanda peygamber göndermekle minnet (ihsan) edilmiştir. 20Bir zamanlar Mûsa, kavmine şöyle demişti: Ey Kavmim, Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani içinizden peygamberler gönderdi. Sizleri krallar yaptı ve size dünyalardan hiçbir kimseye vermediğini verdi. "Bir zamanlar Mûsa, kavmine: Ey kavmim, Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani içinizden peygamberler gönderdi, demişti". Sizi irşat etti ve sizi şereflendirdi. Hiçbir ümmete İsrâîl oğullarına olduğu kadar peygamber göndermedi. "Sizleri krallar yaptı” yani sizden yahut içinizde demektir. Fir'avn'den sonra onlarda peygamberler çoğaldığı gibi krallar da çoğalmıştı. Sonunda Yahya'yı öldürdüler ve Îsa'yı öldürmeye kalkıştılar. Şöyle de denilmiştir: Kiptiler in ellerinde köle olup da onları kurtararak idarelerini kendi ellerine verince onlara krallar dedi. "Size dünyalardan hiç kimseye vermediğini verdi". Denizin yarılması, bulutun gölge etmesi, kudret helvası ile bıldırcın etinin indirilmesi ve verdiği benzeri şeyler gibi. Şöyle de denilmiştir: "Kimselerden (dünyalardan)” kendi zamanlarının dünyaları murat edilmiştir. 21Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa girin. Arkanızı dönmeyin; sonra ziyana uğrayanlardan olursunuz. "Ey kavmim, kutsal topraklara girin” Beytülmukaddes toprağına, ona böyle denilmesi, orasının peygamberlerin yurtlan ve mü'minlerin meskenleri olmasındandır. Şöyle de denilmiştir: Tûr ve çevresine demektir. Dimeşk, Filistin ve Ürdün'ün bir kısmıdır da, denilmiştir. Şâm da denilmiştir. "Allah'ın size yazdığı” kısmet ettiği veya Levh-i Mahfûz'da size yurt olacağını yazdığı, ancak îman eder ve itâat ederseniz, demektir. Çünkü isyanlarından sonra "orası onlara haram edilmiştir” (Maide: 26) buyurmuştur. "Arkanızı dönmeyin” zorbalardan korkarak geri dönmeyin. Şöyle de denilmiştir: Nakiplerden zorbaların durumlarını dinleyince: Keşke Mısır'da ölse idik, gelin, başımıza bir reis tayin edelim, bizi Mısır'a götürsün, dediler. Ya da isyan ederek ve Allah,ü teâlâ'ya güvenmeyerek dininizden dönmeyin, demektir. "Ziyana uğrayanlardan olursunuz” iki dünyanın sevabını ziyan edenlerden. "Tenkalibu"nûn atıfla meczum ya da cevapla mensûb olması da câizdir. 22Onlar da şöyle dediler: Ey Mûsa, gerçekten orada zorba bir kavim vardır. Onlar oradan çıkıncaya kadar biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer onlar oradan çıkarlarsa, biz de şüphesiz oraya gireceğiz. "Onlar da şöyle dediler: Ey Mûsa, gerçekten orada zorba bir kavim vardır". Mütegallip, karşı konulmaz demektir. Cebbar fe'al veznindedir, ceberehu alel emri deyiminden gelir ki, birini bir işe zorlamaktır. O da insanları istediği şeye zorlayan kimsedir. "Onlar oradan çıkıncaya kadar biz oraya asla girmeyeceğiz". Çünkü onlara karşı koyacak takatimiz yoktur. 23Korkanlardan ve Allah’ın nimet verdiği iki adam: Üzerlerine kapıdan girin; oradan bir kere girdiniz mi muhakkak sizler galipsiniz! Eğer inanıyorsanız Allah'a tevekkül edin, dediler. "İki adam dedi” Kâlib ile Yuşa "minellezine yehafune” Allah'tan korkup çekinenlerden. Şöyle de denilmiştir: Onlar zorbalardan iki adam idiler, Müslüman oldular, Mûsa'ya gittiler. Buna göre "yehafune"deki cemi vâv'ı İsrâîl oğullarına aittir, mevsûl'e râci olan da mahzûftur, yani minellezine yehafuhum benu İsrâîl (İsrâîl oğullarının korktuğu kimselerden) demektir. Zamme ile Ellezîne yuhafune okunması da buna şahitlik eder, yani korkunç kimselerden demektir. Birinci manaya göre bu ihafe'den gelir yani öğütle Allah'tan korkutulanlar ya da tehdidin korkuttuğu kimseler demek olur. "Allah'ın onlara nimet verdiği” îman ve sebat verdiği ki, bu da iki adamın ikinci sıfatıdır yahut ara cümledir. "Onların üzerine kapıdan girin” kentlerinin kapısından yani ansızın girin ve onları dar yerde sıkıştırın ve taşraya kaçmalarına fırsat vermeyin, demektir. "Oraya girdiğiniz zaman muhakkak sizler galipsiniz” çünkü onlar vücutları iri oldukları için dar yerlerde saldıramazlar ya da onların çam yarması gibi gövdeleri vardır, içinde kalpleri yoktur. Bunu bilmeleri Mûsa'nın haberlerinden ve "Allah size yazdı” sözünden olabilir ya da biliyorlardı ki, Allahü teâlâ kendi elçilerine yardım eder ya da Mûsa'nın düşmanını yendiğini bildiklerinden dir. "Eğer inanıyorsanız Allah'a tevekkül edin” ona inanıyor ve va'dini tasdik ediyorsanız, demektir. 24Ey Mûsa, onlar orada oldukları sürece biz oraya hiçbir zaman girmeyiz. Sen Rabbin'le beraber git; ikiniz savaşın. Biz burada oturacağız, dediler. "Ey Mûsa, biz oraya hiçbir zaman girmeyiz, dediler". Girmelerini te'kit edip sonsuza kadar uzattılar, (onlar orada oldukları sürece) ebeden'den bedel-i ba'z ile bedeldir. "Sen Rabbinle beraber git, ikiniz savaşın. Biz burada oturacağız". Bunu da Allah ve Resûlünü küçümsediklerinden ve onlara önem vermediklerinden dediler. Takdiri şöyledir de denilmiştir: Sen git, Rabbin sana yardım etsin. 25O da şöyle dedi: Ya Rabbi, benim ancak kendime ve kardeşime gücüm yeter. Artık bizimle bu fâsıklar topluluğunun arasını ayır. "O da şöyle dedi: Ya Rabbi, benim ancak kendime ve kardeşime gücüm yeter” bunu da kavmi ona karşı çıkıp da yanında Hârûn aleyhisselâm'dan başka güveneceği kimse kalmadığı zaman üzüntüsünden ve Rabbine şikâyetinden, dedi. Bahisleri geçen iki adam her ne kadar onlara uyuyor idiylerse de kavminin renk değiştirmesinden dolayı Mûsa onlara da güvenemedi. "Kardeşimden” din kardeşini murat etmiş olması da câizdir, o zaman bu iki kimse de bunun içine girerler. "Nefsi"ye yahut "inne"nin ismine atfen mensûb olması da laemlikü'deki zamire yahut "inne ve isminin” mahalline atfen Merfû' olması da câizdir. Kûfe ekolüne göre "nefsi"deki zamire atfen mecrûr olması da câizdir. "Artık bizimle bu fâsıklar kavminin arasını ayır” bize hak ettiğimiz hükmü vermekle onlara da hak ettikleri hükmü vermekle yahut bizim ve onların arasını açmakla ve bizi onlarla beraber olmaktan kurtarmakla. 26O da: Şüphesiz orası onlara kırk sene haram edilmiştir. Onlar oldujdarı yerde sersem sersem dolaşacaklar. Artık sen o fâsıklar topluluğuna üzülme, dedi! "O da şöyle dedi: Şüphesiz orası” şüphesiz kutsal toprak "onlara haram edilmiştir” isyanları sebebiyle oraya giremeyecekler ve ona sahip olamayacaklardır. "Kırk sene, oldukları yerde sersem sersem dolaşacaklardır". "Erbaine seneten” zarfının âmili ya muharremetün aleyhim'dir, o zaman haram edilme sonsuza dek olmaz ve Allah,ü teâlâ'nın. "Allah'ın size yazdığı” (Maide: 21) kavline de ters düşmez. Şu rivâyet de bunu destekler: Mûsa aleyhisselâm bundan sonra yanında kalanlarla beraber yürüdü, Eriha'yı fethetti. Orada Allahü teâlâ'nın dilediği kadar kaldı, sonra da rûhu kabzolundu. Şöyle de denilmiştir: O Tih çölünde iken rûhu kabzolundu, can çekişirken onlara kendisinden sonra Yuşa bin Nûn'un peygamber olacağını ve Allah,ü teâlâ'nın ona zorbalarla savaşmasını emrettiğini haber verdi. Yuşa da onları yürüttü, zorbalarla savaştı, bütün Şâm da İsrâîl oğullarının oldu. Ya da "erbaine seneten” zarfı yetihune lâfzı ile mensûbtur, yani orada şaşkın şaşkın dolaşırlar, yol bulamazlar demektir. O zaman haramlık da mutlak olur. Şöyle de denilmiştir: "Oraya asla girmeyeceğiz” (Maide: 24) diyenlerden hiçbiri kutsal topraklara girmemiş; Tih çölünde helâk olmuşlardır. Zorbalarla ancak çocukları savaşmıştır. Rivâyete göre onlar altı fersahın içinde kırk yıl kaldılar, sabahtan akşama kadar yürüyorlardı, bir de bakıyorlardı ki, başladıkları yere geri gelmişler. Bulut onları güneşten gölgeliyor, bir nûr sütunu (huzmesi) gece doğuyor, onları aydınlatıyordu. Yiyecekleri kudret helvası ile bıldırcın eti idi. Suları da taşıdıkları bir taştan idi. Çoğunluk Mûsa ile Hârûn'un Tih'te beraber olduğu görüşündedir, ancak bu, o ikisi için rahatlık ve derecelerinin yükselmesine sebep idi, diğerleri için de ceza idi. O ikisi orada vefat ettiler. Hârûn öldü, Mûsa da bir sene sonra vefat etti. Ardından Yuşa, üç ay sonra Eriha'ya girdi. Kâlib ile Yuşa'nın dışındaki nakipler de orada ansızın öldüler. "Artık o kâfirler topluluğuna üzülme” Mûsa'ya hitap etmiştir, çünkü onlara beddua ettiği için üzülmüştü, Allahü teâlâ onların fasıklıkları yüzünden bunu hak ettiklerini bildirdi. 27Onlara Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de; birinden kabul olunmuş, diğerinden kabul olunmamıştı. O da: Seni mutlaka öldüreceğim, dedi. O da: Allah ancak kendinden korkanlardan kabul buyurur, dedi. "Onlara Âdem'in iki oğlunun haberini oku” Kabil ile Habil'in, Allahü teâlâ Âdem'e onlardan her birini ötekisinin ikizi ile evlendirmesini vahyetti. Kabil buna kızdı. Çünkü kendi ikizi daha güzeldi. Âdem onlara: Birer kurban takdim edin, hanginizinki kabul olunursa onunla evlenir, dedi. Habil'in kurbanı kabul olundu, gökten bir ateş inip onu yakıp bitirdi. Kabil'in kızgınlığı daha da arttı ve yapacağını yaptı. Şöyle de denilmiştir: Bu ikisinden bizzat Âdem'in kendi sulbünden oğulları olduğunu murat etmemiştir, onlar İsrâîl oğullarından iki adam idiler, bunun içindir ki,. "İsrâîl oğullarına yazdık” (Maide: 32) buyurmuştur. "Bilhakkı” mahzûf mastarın sıfatıdır, yani tilaveten mültebiseten bihakkı demektir ya da "ütlü"deki zamirden ya da nebee'den hâl’dir yani mültebisen bilhakkı demektir ki, öncekilerin kitaplarındakine uygun olarak oku demektir. "İz karreba kurbanen” bu da nebe'in zarfıdır yahut ondan hâl’dir ya da muzâfın hazfi ile bedeldir yani "ütlü aleyhim” nebeehüma nebee zalikel vakti, demektir. Kurban kesilen hayvan olsun veyahut başka bir şey lsun Allahü teâlâ'ya yaklaşılan şey demektir, nitekim hulvan da verilen şeyin ismidir. O da aslında mastardır, onun içindir ki, tesniye (ikili) kılınmamıştır. Şöyle de denilmiştir: Kabil ekinci idi, yanındaki buğdayın en kalitesizini kurban etti. Habil de davar sâhibi idi, en etli devesini kurban etti. "Onlardan birinden kabul olundu, diğerinden kabul olunmadı” çünkü o Allah'ın hükmüne kızdı, kurbanım ihlâsla takdim etmedi, yanındakinin en düşüğünü kastetti. "O da: Seni mutlaka öldüreceğim, dedi” onu kurbanının kabul olunmasından dolayı hasedinden ölümle tehdit etti. "O da: Ancak Allah kendinden korkanlardan kabul buyurur, dedi". Cevabında yani bu ceza sana takvayı terk etmekle kendi nefsinden geldi, benim tarafımdan değil. Öyleyse beni niçin öldüreceksin? Bunda şuna işâret vardır ki, haset eden (kıskanan) kimse mahrumiyetini kendinden bilmeli ve haset ettiği kimsenin ne ile buna nâil olduğunu anlamaya çalışmalıdır, yoksa nimetinin elinden gitmesini istemeli değildir. Çünkü bunun kendisine bir faydası yoktur, aksine zararı vardır. Ve şunu düşünmelidir ki, tâat ancak takva sâhibi mü'minden kabul olunur. 28Yemin olsun ki, eğer beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben de seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. "Yemin olsun ki, eğer beni öldürmekiçin bana elini uzatırsan, ben de seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım". Şöyle denilmiştir. Habil, Kabil'den daha güçlü idi, ancak onu öldürmekten çekindi, Allah'tan korktuğu için ona teslim oldu. Çünkü nefsi müdafaa o zamanlar mubah değildi ya da daha faziletlisini yapmak için böyle dedi. Efendimiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: Allah'ın maktul kulu ol; katil kulu olma. "Lein besette"nin cevabında "mâ ene bibasitin” şeklinde isim cümlesiyle karşılık vermesi, re'sen (kendiliğinden) bu çirkin işten uzak durması ve onunla nitelenip kendine böyle denilmesini istememesinden dolayıdır. Bunun içindir ki, be ile te'kit edilmiştir. 29Şüphesiz ben benim de günahımı, senin de günahını yüklenip de cehennemliklerden olmam istiyorum. İşte zâlimlerin cezası budur. "Şüphesiz ben benim de günahımı, senin de günahını yüklenip de cehennemliklerden olmanı istiyorum. İşte zâlimlerin cezası budur". Bu da karşı koymaktan ve diretmekten kaçınmasının ikinci sebebidir. Mana da şöyledir: Sana teslim olmam, sana elimi uzattığım takdirde benim günahımı ve elini bana uzatmakla da senin günahını çekmen içindir. Bunun bir benzeri de: Sövüşenlere dedikleri vardır, mazlum ileri gitmediği sürece günah başlatanın üzerinedir. Şöyle denilmiştir: Benim günahımı demek katlimin günahını demektir, senin günahının manası da kurbanının kabul olunmasını önleyen günahının demektir. İkisi de hâl yerindedir, yani iki günahı da taşıyarak onların günahı ile dönersin demektir. Belki de kardeşinin günaha girmesini ve bedbaht olmasını istememiş; bilâkis bu sözü söylemekten, eğer mutlaka böyle bir şey lacaksa, sana olmasını isterim, bana olmasını istemem demek istemiştir. Bizzat istenen şey kendine olmamasıdır yoksa kardeşine olması değildir. Günahtan cezasının günahı murat edilmek de câizdir, asinin azabım istemek de câizdir. 30Böylece nefsi ona kardeşini öldürmeyi süslü gösterdi. O da onu öldürdü. Böylece ziyan edenlerden oldu. (Böylece nefsi ona kardeşini öldürmeyi süslü gösterdi) kolaylaştırdı ve genişletti, bu da taa lehül merteu deyiminden gelir ki, mera geniş olmaktır. "Taveat” şeklinde de okunmuştur ki, fâale babından gelir fe'ale manasına olur. Ya da kardeşini öldürmek onu bu işe saldı, o da buna itâat etti, demek olur. Lehu da bağlantıyı artırmak içindir, Meselâ: Hafiztü lizeydin malehu (Zeyd için malını muhafaza ettim) kavli gibi. "Onu öldürdü, böylece ziyan edenlerden oldu” hem dinini hem de dünyasını, çünkü ömrü boyu kovgun ve üzgün kaldı. Şöyle de denilmiştir: Habil Kabil'i Hira yokuşunun yanında yirmi yaşında iken öldürdü. Basra'da ulucaminin yerinde öldürdüğü de söylenmistir. 31Bunun üzerine Allahü teâlâ ona bir karga gönderdi; o yeri eşeliyordu; kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek istiyordu. Bunu görünce: "Eyvah, şu karga gibi olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz mi kaldım?” dedi ve pişmanlardan oldu. "Bunun üzerine Allahü teâlâ ona bir karga gönderdi; o da yeri eşeliyordu; kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek istiyordu". Rivâyete göre onu öldürdüğü zaman şaşırdı, ona ne yapacağını bilemedi. Çünkü âdemoğullarında ilk ölüm idi. Allah iki karga gönderdi, biri diğerini öldürdü, onun için gagası ve ayaklarıyla yeri kazdı, sonra onu çukura attı. "Liyüriye"deki zamir Allahü teâlâ'ya yahut kargaya râcidir, keyfe de "yuvari"deki zamirden hâl’dir. Cümle "yüri"nin ikinci mef'ulüdür. Sev'ete ehihi'den maksat da kardeşinin ölü cesedidir, çünkü o çirkin olduğu için bakılmak istenmez. "Kâle ya veyleta” (eyvah) üzüntü ve keder için söylenen bir kelimedir. Ondaki elif mütekellim ye'sinden bedeldir, mana da: Ya veyleti uhduri fehaza evanük (ey üzüntüm, gel tam zamanındır) demektir. Veyl ve veyle helâk manasınadır. "Şu karga gibi olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz mi kaldım, dedi?” onun yaptığını yapamıyorum. "Feüvariye” ekune'ye ma’tûftur, istifhamın cevabı değildir. Çünkü mana, eğer aciz olursam gömerim demek değildir. Feene üvariy manasına sükûn ile de okunmuştur. Hafif olması için mensûbu sâkin kılarak da okunmuştur. "Ve pişmanlardan oldu” onu öldürdüğüne, çünkü ne yapacağını bilemediği için şaşıp kaldı, dediklerine göre onu bir yıl veya daha çok omzunda taşıdı, kargaya çıraklık etti, rengi siyahlaştı ve ebeveyni onu evlatlıktan çıkardılar. Çünkü rivâyete göre onu öldürünce bedeni karardı, Âdem ona kardeşini sordu, o da: Ben onun vekili değilim, dedi. O da: Hayır, onu öldürdün, bu yüzden bedenin karardı, dedi ve ondan uzaklaştı. Ondan sonra yüz sene daha kaldı, gülmedi. Uğruna cinayet işlediği şeyi de (kız kardeşiyle evlenmeyi de) başaramadı. 32İşte bundan dolayı İsrâîl oğullarına şunu yazdık: "Şüphesiz kim bir cana kıyma veyahut yeryüzünde bir fesat çıkarma karşılığı olmaksızın bir cana kıyarsa, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu diriltirse, sanki bütün insanları diriltmiş gibidir. Yemin olsun ki, elçilerimiz onlara apaçık deliller getirdi. Sonra bunun ardından çokları yeryüzünde aşırı gitmektedirler. (İşte bundan dolayı İsrâîl oğullarına şunu yazdık) o sebeple şu hükmü verdik. Ecl aslında mastardır, ecele şerren'den gelir ki, kötülük yapmaktır. Cinâyetlerin sebebini göstermek için kullanılır, Meselâ min cerrake faaltuhu denir ki, senin yüzünden yaptım demektir. Sonra genişletildi, bütün sebepler için kullanıldı, "min” başlangıç manasınadır, "ketebna"ya mütaaliktir, yani yazma ve yapma bundan dolayıdır demektir. "Kim bir cana kıymaksızın adam öldürürse” birini öldürmekle kısası hak etmeyeni "ya da yeryüzünde fesat çıkarmaksızın” şirk ve yol kesme gibi, "sanki bütün insanları öldürmüş gibidir". Çünkü haksız yere kan akıtmış, öldürmeyi adet hâline getirmiş ve o hususta insanları cesaretlendirmiştir ya da bir kişiyi öldürmekle hepsini öldürmek Allah'ın gazabını ve büyük azabını çekmede birdir. "Kim de onu diriltirse, sanki bütün insanları diriltmiş gibidir” yani kim de affetmek veya öldürülmesine mani olmak veyahut bazı helâk sebeplerinden kurtarmak gibi hayatta kalmasına sebep olursa, demektir. Bundan maksat da cana kıymanın büyüklüğüne ve onu diriltmenin önemine dikkat çekmektir. Bu da ona yaklaşmaktan korkutmak ve ondan uzak kalmaya teşvik etmek içindir. "Yemin olsun ki, elçilerimiz onlara apaçık deliller getirdi. Sonra bunun ardından çokları yeryüzünde aşırı gitmektedirler". Bu gibi cinâyetlerden dolayı onlara bu ağır durumu yazdıktan ve bundan kaçınsınlar diye emri te'kit etmek ve akdi yenilemek için onlara elçiler ve âyetler gönderdikten sonra, çokları adam öldürmekle ileri gidiyorlar ve hiç de önemsemiyorlar. İşte kıssa bununla yukarıya bağlanmış oldu. Âyette geçen israf normalden uzaklaşıp aşırı gitmektir. 33Allah ve Resûlü ile savaşan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların cezası ancak öldürülmeleri yahut asılmaları yahut elleri ve ayakları çaprazlama kesilmesi veyahut bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onlar için dünyada rezilliktir. Onlar için âhirette de pek büyük bir azâp vardır. "Allah ve Resûlü ile savaşanların cezası” yani o ikisinin dostları ile savaşanların demektir ki, onlar da Müslümanlardır. Onlarla savaşmak büyüklük bakımından o ikisiyle savaşmaktır. Âyette geçen harbin aslı soygun yapmaktır. Burada bundan maksat yol kesmektir. Şöyle de denilmiştir. Şehirde de olsa hırsızlık yaparak direnmektir. "Ve yeryüzünde bozgunculuk yapanların cezası” fesaden'in nasbi mef’ûlün leh olarak da mef’ûlün mutlak olarak da câizdir. Çünkü onların çabalamaları fesat çıkarmak içindir. Sanki ve yüfsidune fuardı fesaden denilmiştir. "Öldürülmeleri” yani kısas olarak demektir. Eğer yalnız öldürürlerse asılmadan kısas yapılırlar "yahut asılmaları” eğer hem öldürür hem de mal alırlarsa öldürülmekle beraber asılırlar. Fakihler arasında öldürülüp asılmak yahut diri asılıp bırakılmak yahut ölünceye kadar karnına mızrak saplamak hususunda ihtilâf vardır. "Ya elleri ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi” eğer mal alırlar da adam öldürmezlerse, sağ elleri ve sol ayakları kesilir. Ya da bulundukları yerden sürülmeleri” memleketten memlekete sürülürler ki, bir yerde karar kılmasınlar, bu yalnız korkutmakla yetinirlerse yapılır. Ebû Hanîfe sürgünü hapisle tefsir etmiştir. Âyetteki "ev” edâtı buna göre açıklama içindir. Şöyle de denilmiştir: Ev edâtı seçme içindir; devlet başkanı her yol kesen için bu cezalardan birini seçmede serbesttir. "Bu, onlar için dünyada rezilliktir” zillet ve skandaldir, "onlar için âhirette de pek büyük bir azâp vardır". Çünkü günahları da büyüktür. 34Ancak kendilerini ele geçirmeden önce tevbe edenler müstesna. Bilin ki, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. (Ancak kendilerini ele geçirmeden önce tevbe edenler müstesnadır). Bu Allahü teâlâ'ya mahsus haklardan istisnadır, "bilin ki, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” kavli de bunu göstermektedir. Kısas olarak öldürme ise velilere aittir. Tevbe ile vücubu düşer, cevazı düşmez. Tevbenin ele geçirilmeden önce yapılması onun ele geçirildikten sonra cezayı düşürse de haddi düşürmeyeceğini gösterir. Ayrıca şunu da gösterir ki, âyet Müslüman yol kesenler hakkındadır; çünkü müşrikin tevbesi ele geçirilmeden önce de sonra da ondan cezayı düşürür. 35Ey îman edenler, Allah'tan korkun ve ona yaklaşmaya vesile arayın. Allah yolunda cihâd edin ki, kurtuluşa eresiniz. "Ey îman edenler, Allah'tan korkun ve ona yaklaşmaya vesile arayın". Yani sevabına, yakınlığına ulaşacak taatları yapma ve isyanları terk etme gibi şeyler arayın. Vesile vesele ilâ keza deyiminden gelir ki, bir şeye yaklaşmaktır. Hadiste: Vesile cennette bir makamdır, denilmiştir. "Allah yolunda cihâd edin” iç ve dış düşmanlarıyla savaşmakla. "ki kurtuluşa eresiniz” Allah'a ulaşmak ve ikramına nâil olmakla. 36Şüphesiz kâfir olanların, eğer yeryüzündeki her şey bir misliyle beraber kendilerinin olsa da kıyâmet gününün azabından kurtulmak için feda etmek isteseler, onlardan kabul olunmaz. Onlar için pek acıklı bir azâp vardır. "Şüphesiz kâfir olanların olsa yeryüzündeki şeyler” çeşitli mallar "hepsi onların olsa bir misliyle beraber onu feda etmek isteseler” nefislerine fidye vermek için "kıyâmet gününün azabından” ilyeftedu bihi'deki lâm "lev” in gerektirdiği mahzûfa mütealliktir, çünkü takdir şöyledir: Lev sebete enne lehüm mâ fil ardı. Zikredilen şeyler iki olduğu hâlde "bihi"deki zamirin tek olması, ya işâret yerine kullanılmasındandır, Meselâ "avanün beyne zalik” (Bakara: 68) kavlinde olduğu gibi ya da "vemislehu” daki vâv'ın maa manasına olmasındandır. (Onlardan kabul olunmaz) lev'in cevabıdır. Lev etrafıyla beraber "inne"nin haberidir. Cümle azabın onlardan ayrılmayacağına ve onlar için kurtuluşa giden bir yolun olmayacağına misaldir. "Onlar için pek acıklı bir azâp vardır” bundan kastedileni açıklamaktadır. 37Ateşten çıkmak isterler. Fakat ondan çıkamazlar. Onlar için sürekli azâp vardır. "Ateşten çıkmak isterler. Fakat ondan çıkamazlar. Onlar için sürekli azâp vardır” kavli de böyledir. Ahrece'den gelerek "yuhracu” da okunmuştur. "Vema yahrucune” yerine isim cümlesiyle "vema hüm biharicine minennar” demesi, mübalağa içindir. 38Erkek ve kadın hırsızın ellerini yaptıklarına karşılık ve Allah'tan ibret verici bir ceza olmak üzere kesin. Allah mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir. (Erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin). Sîbeveyh'e göre iki cümledir, çünkü takdiri: Fima yütla aleyküm essaariku vessarikatu demektir, yani onların hükmü budur demektir. Müberrid'e göre ise tek cümledir, fe de sebebiyedir, haberin başına gelmiştir, çünkü şart manasını içermektedir, zira mana: Vellezi sereka velleti serekat demektir. Nasb ile de (vessarika) okunmuştur, çünkü bu gibi yerlerde tercihe şayan olan odur, zira inşa cümlesi ancak izmar ve te'vil ile haber düşer. Sirkat (hırsızlık) başkasının malını gizlice almaktır. Ancak mal koruma altında ise ve alman miktar da çeyrek altın veya değerinde ise el kesme vâcip olur. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm şöyle buyurmuştur: "El kesme çeyrek altında ve yukarısındadır". Ulemanın bu konuda çeşitli hadislerden dolayı farklı görüşleri vardır. Ben de bunu Şerhü'l - Mesabih kitabında genişlemesine anlattım. Ellerden murat edilen de sağ ellerdir, İbn Abbâs’ın "eymanehüma” okuması da bunu destekler. Bunun içindir ki, tesniyenin yerine cem'in konulması câiz olmuştur. Meselâ "fekad sağat kulubuküma” (Tahrim: 4) âyetinde olduğu gibi. Muzâfunileyh'in tesniyeliği ile yetinilmiştir. Yed (el) uzvun tamamının ismidir, bunun içindir ki, Hariciler kesmenin omuza kadar olduğunu söylemişlerdir. Cumhur ise bileğe kadar görüşündedir; çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimize bir hırsız getirdiler, sağ elinin bilekten kesilmesini buyurdu. (Yaptıklarına karşılık ve Allah'tan ibret verici bir ceza olarak) cezaen ile nekâlen mef’ûlünleh yahut mef’ûlün mutlak olarak mensûbtur, "faktau” da onların fiilini göstermektedir. "Allah mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir. 39Kim ettiği zulümden sonra tevbe eder ve kendini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Kim ettiği zulümden sonra” hırsızlığından sonra "tevbe eder ve kendini düzeltirse” o kötü fiilin sonunu düşünür ve bir daha ona dönmemeye karar verirse, "Şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir". Tevbesini kabul eder; ona âhirette azâp etmez. El kesmeye gelince çoğunluğa göre bu durumda düşmez, çünkü onda malı çalınanın hakkı vardır. 40Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediğine azâp eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye kâdirdir. "Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır” hitap Peygamber aleyhis-salâtü ves-selâm'adır ya da herkesedir. "Dilediğine azâp eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye kâdirdir” Azabın bağışlamadan önce gelmesi, geçen tertibin de öyle olmasındandır ya da azâbı hak etmenin önce olmasındandır veyahut kesmeden maksadın dünyada olmasındandır. 41Ey Peygamber, ağızlarıyla îman ettik deyip de kalpleri îman etmeyenlerden küfre koşanlar seni üzmesin. Yahûdîlerden de yalanı çok dinleyen, sana gelmeyen topluluğu çok dinleyenler vardır. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler. "Size şu fetva verilirse, alın; eğer size o verilmezse sakının” derler. Allah, kimin fitneye düşmesini isterse, sen ona Allah'tan hiçbir şey yapamazsın. İşte Allah'ın, kalplerini temizlemek istemediği onlardır. Onlar için dünyada rezillik vardır. Onlar için âhirette de büyük bir azâp vardır. "Ey Peygamberim, küfre koşanlar seni üzmesin” yani küfre hızla düşenlerin yaptıkları yani fırsat buldukları zaman bunu açığa çıkaranlar demektir. "Ağızlarıyla îman ettik deyip de kalpleri îman etmeyenlerden” yani münâfıklardan. "Biefvahihim"deki be "Kâlû"ya mütaalliktir; "amenna"ya değil. Vâv’ın da hâle de atfa da ihtimali vardır. (Yahûdîlerden) bu da "minellezine kâlu"ya atıftır. "Semmaune lilkezibi” mahzûf mübtedanın haberidir, zamir de iki gruba yahut küfre koşanlara râcidir. Mübteda olup da "mineliezine"nin haber olması da câizdir, yani Yahûdîlerden çok dinleyen bir ekip vardır, demektir. "Lilkezib"teki lâm ya te'kit için zâittir ya da sema'ın kabul manasını içermesindendir, yani hahamların iftiralarını kabul ederler demektir ya da lâm illet için, mef'ûl da mahzûftur yani semmaune kelâmeke liyekzibu aleyke (sana yalan söylemek için sözünü dinlerler) demektir. "Sana gelmeyen topluluğu çok dinlerler” yani Yahûdîlerden senin meclisinde hazır bulunmayan, kibirlerinden ve aşın buğzlarından dolayı senden uzak duran öteki topluluğu dinlerler. Mana da her iki mülahazaya göre şöyledir: Onlara kulak verirler, dediklerini kabul ederler, ya da onlar için ve onlara ulaştırmak için seni dinlerler demektir. Lâm'ın kezibe mütaallik olması da câizdir, çünkü ikinci semmaune lâfzı te'kit için tekrar edilmiştir yani sammaune liyekzibu likavmin aharin demektir. "Kelimelerin yerlerini değiştirirler” yani onu Allah'ın koyduğu yerden kaydırırlar; bunu da ya anlamsız kılmak veya konumunu değiştirmekle lâfzan yaparlar ya da murat edilenden başkasına vermek ve başka anlama almakla manen yaparlar. Cümle "kavmin” başka bir sıfatıdır yahut "semmaune"nin sıfatıdır veyahut ondaki zamirden hâl’dir. Veyahut iraptan mahalli olmayarak yeni söz başıdır. Ya da mahzûf mübtedanın Merfû' haberi yerindedir yani yuharrifune ve keza (şöyle) "derler: "Size şu fetva verilirse alın” yani size bu tahrif edilen verilirse alın, onu kabul edin ve uygulayın. "Eğer size o verilmezse” bilâkis size Muhammed aksine fetva verirse "sakının” yani verdiği fetvayı kabul etmekten kaçının. Rivâyete göre Hayber eşrafından bir erkek eşraftan bir kadınla zina etti, ikisi de evli idiler; onları recm etmek istemediler; onları içlerinden bir bölükle Kurayza oğullarına gönderdiler, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e sormalarını istediler ve: Eğer size dayak cezası ve yüzlerine kara sürmeyi teklif ederse kabul edin, eğer size recmi emrederse hayır, dediler. O da onlara recmi emretti, onlar da kabul etmediler; İbn Soriya aralarında hakem atandı, Efendimiz ona: Mûsa'ya denizi yaran, Tûr'u üzerinize kaldıran, Fir'avn hanedanını suya boğan ve size kitabı indirip helâl ve haramını bildiren Allah adına, Tevrat'ta evlilere recmi görüyor musun, dedi? O da: Evet, dedi. Hemen üzerine sıçradılar, o da: Yalan söylediğim takdirde üzerimize azabın inmesinden korktum dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de o iki zina edenlerin Mescid'in kapısında recmedilmelerini emretti. "Allah kimin fitneye düşmesini isterse” sapıklığını ve rezilliğini "sen ona Allah'tan hiçbir şey yapamazsın” Allah'tan hiçbir şeyini def edemezsin. "İşte Allah'ın, kalplerini temizlemek istemediği onlardır” kâfirlerden demektir. Bu da gördüğün gibi Mu'tezile görüşünün bozuk olduğuna açık delildir. "Onlar için dünyada rezillik vardır” cizye vermek ve mü'minlerden korkmakla horluk vardır "ve onlar için âhirette de büyük bir azâp vardır” o da cehennemde ebedî kalmadır. Zamir "lillezine hadu"ya râcidir, eğer "ve minellezine"yi söz başı yaparsan, yoksa iki gruba râcidir. 42Onlar yalanı çok dinlerler, haramı çok yerler. Eğer sana gelirlerse, aralarında hüküm ver yahut onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir şekilde asla zarar veremezler. Eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hüküm ver. Çünkü Allah adalet edenleri sever. "Onlar yalanı çok dinlerler” te'kit için tekrar etmiştir, (haramı çok yerler) suht haram demektir, Meselâ rüşvet gibi. Sehatehu maddesinden gelir ki, kökünden koparmaktır. Çünkü onun bereketi gitmiştir. İbn Kesîr, Ebû Amr, Kisâî ve Ya'kûb iki zamme ile (suhut) okumuşlardır ki, ikisi de lügattir, Meselâ unuk ve unk gibi. Sin'in fethi ile mastar olarak (saht) da okunmuştur. "Eğer sana gelirlerse, aralarında hüküm ver yahut onlardan yüz çevir” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e başvurdukları takdirde aralarında hüküm verme ile yüz çevirme arasında serbestlik vermektedir. Bunun içindir ki, şöyle denilmiştir: Ehl-i kitaptan iki kimse kadıya müracaat etseler, hüküm vermek mecburiyeti yoktur. Bu da Şâfiî'nin görüşüdür. Doğrusu başvuranlar ikisi de yahut birisi ehl-i kitap olduğu takdirde vâcip olmasıdır. Çünkü bizler onları korumayı ve haksızlığı onlardan def etmeyi üstlenmişizdir. Âyet ehl-i zimmet hakkında değildir (ki, mensûh olduğu iddia edilsin). Ebû Hanîfe'ye göre mutlak olarak vâciptir. "Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir şeyle zarar veremezler” Meselâ onlardan yüz çevirdiğin için sana düşman olmalarıyla. Çünkü Allah seni insanlardan korur. "Eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hüküm ver” Allah'ın emrettiği adaletle demektir. "Şüphesiz Allah, adalet edenleri sever” onları muhafaza eder ve şanlarını yüceltir. 43Yanlarında içinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat varken, seni nasıl hakem tutarlar? Sonra da bunun ardından yüz çevirirler. Onlar, mü'min kimseler değildirler. "Yanlarında içinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat varken, seni nasıl hakem tutarlar?” Ona inanmayanların onu hakem tutmalarına şaşmadır. Durum şu ki, hüküm yanlarındaki kitapta açıkça belirtilmiştir. Ve şuna tembihtir ki, onlar bu hakemlikle hakkı tanımayı ve şerîatı tatbik etmeyi kastetmiyorlar; ancak Allah'ın hükmü olmasa da kendileri için daha basit olanı arıyorlar. "Ve fiha hükmüllahi” Tevrat'tan hâl’dir, eğer onu zarf ile Merfû' kılarsan, eğer onu mübteda kılarsan, ondaki zamirinden hâl’dir. Zamirin müennes olması kendi dillerinde (Arapça'da) müennese lâfzan benzemesindendir, Meselâ mevmat ve devdat gibi. "Sonra da bunun ardından yüz çevirirler” hakemlikten sonra kitaplarına uygun olan hükümden yüz çevirirler. Bu da yuhakkimuneke'ye atıftır, şaşma hükmüne dahildir. "Onlar, mü'min kimseler değildirler” kendi kitaplarına demektir, çünkü önce ondan, ikinci olarak da ona uyandan yüz çevirmişlerdir. Ya da sana ve ona (kendi kitaplarına) inanmazlar demektir. 44Biz, Tevrat'ı indirdik; onda hidâyet ve nûr vardır. Allah'a teslim olan peygamberler Yahûdîler için onunla hüküm verirler. Bir de İlâhi alimlerle hahamlar da, Allah'ın kitabını korumakla memur oldukları ve üzerinde şâhit bulundukları için (onlar da Tevrat ile hüküm verirler). Artık insanlardan korkmayın; benden korkun. Âyetlerimi az pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. "Biz, Tevrat'ı indirdik; onda hidâyet vardır” hakka götüren "ve nûr vardır” karışık hükümleri açığa çıkarır. "Peygamberler onunla hüküm verirler” yani İsrâîl oğulları peygamberleri demektir ya da eğer: Bizden öncekilerin şerîatı nesh edilmediği sürece bizim için de şerîattır, dersek Mûsa ve ondan sonraki peygamberler demektir. Bunu söyleyen de bu âyeti delil getirmiştir. (Onlar ki, teslim oldular) medih için peygamberlere verilen bir sıfattır, Müslümanların şânım yüceltmekte ve Yahûdîlere imada bulunmaktadır. Ve onların peygamberlerin dinlerinden ve onların hidâyetlerine uymaktan çok uzak olduklarına işarettir. (Yahûdî olanlar için) enzele'ye yahut yahkümü'ye mütealiktir yani davalarında onunla karar verirler, demektir. Bu da peygamberlerin onların peygamberleri olduğunu gösterir. "İlâhi alimlerle hahamlar da” zahitleri ve peygamberlerinin yoluna giden alimleri demektir, nebiyyun kelimesinin üzerine atıftır. "Allah'ın kitabını korumakla memur olmaları sebebiyle” Allah'ın onlara kitabını zâyi olmaktan ve tahriften korumayı emretmesi sebebiyle. "Mâ"ya râci olan zamir mahzûftur, "min” de beyaniyedir. "Onun üzerinde şâhitler idiler” denetçiler idiler, değiştirmelerine müsaade etmezlerdi ya da ondaki kapalı şeyleri açıklayan şahitlerdir Meselâ İbn Soriya gibi. "İnsanlardan korkmayın, benden korkun” hakimleri kararlarında Allah'tan başkasından korkmaktan ve zâlimin korkusu veya bir büyüğün denetlemesi endişesiyle onlara yağ yakmaktan men etmektedir. "Âyetlerimi satmayın” indirdiğim hükümlerimi değiştirmeyin "az pahaya” o da rüşvet ve mevkidir. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” onu hor görmeleri ve başkasıyla hüküm vermekle ona inatlarından dolayı. Bunun içindir ki, onları "zâlimlerdir” ve "fâsıklardır” diye nitelemiştir. Onları inkâr ettikleri kâfir, aksine karar verdikleri için zâlim ve ondan çıktıkları için de fasık kılmıştır. Bu üç sıfattan her birinin onunla hüküm vermekten çekinmeleri durumu ile ilgili olarak onlara yahut da içlerinden bir gruba uygun bir sıfat olması da câizdir. Nitekim şöyle denilmiştir: Bu, Müslümanlar içindir çünkü onların hitabına bitişiktir, zâlimler de Yahûdîlerdir, fâsıklar da Hıristiyanlardır. 45Onların üzerine (Tevrat'ta) şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, yaralar da karşılıklıdır. Kim bunu bağışlarsa o, kendisi için bir kefarettir. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. "Onlara yazdık” yani Yahûdîlere farz kıldık "fiha” Tevrat'ta "cana can” yani nefis nefisle öldürülür. (Göze göz, buruna burun, kulağa kulak ve dişe diş) Kisâî bunları mana bakımından enne ve mamullerine atfederek Merfû' okumuştur, sanki şöyle denilmiştir: Ve ketebna aleyhim ennefsü binnefsi velaynü bilayni. Çünkü yazma ile okuma kavl maddesi gibi cümlenin üzerine geçer. Ya da bunlar yeni söz başıdır, Mana da şöyledir: Vekezalikel aynü mefkuatün bilayni velenfü mecduatün bilenfi velüzüne maslumetün bilüzüni vessinnü makluatün bissinni ya da bunlardan Merfû' olan "binnefsi"deki gizli zamirin üzerine atfedilmiştir. Bunun câiz olması şunun içindir, çünkü bu aslında zarf ile ondan aralanmıştır. "Fiha"daki câr ile mecrûr da manayı açıklayan hâl’dir. "Velcuruha kısas” yani zatü kısasın demektir. Bunu yine Kisâî, Ebû Amr ve İbn Âmir hükmü tafsilden sonra icmal olarak ref ile okumuşlardır. "Kim bağışlarsa” hak edenlerden (bunu) kısası bağışlarsa yani onu affederse, "o” bağışlama "onun için kefarettir” yani bağışlayan için demektir, Allah o sayede günahlarını siler. Cani için kefarettir denilmiştir ki, af ile diyetten kurtulur. Şöyle de okunmuştur: Fehüve keffaretuhu lehu yani bağışlayanın bağışlamakla kefareti kendine aittir, ondan hiçbir şey eksiltilmez. "Kim Allah'ın indirdiği ile” kısas vb. ile "hükmetmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir". 46Arkalarından da Meryem oğlu Îsa'yı, önündeki Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderdik ve ona içinde hidâyet ve nûr olan, önündejci Tevrat'ı tasdik edici ve takva sahipleri için bir hidâyet ve bir öğüt olmak üzere İncil'i verdik. (Arkalarından da gönderdik) yani ve etbanahüm alâ asarihim demektir, bu durumda mef'ûl hazfedilmiştir, çünkü câr ile mecrûr ona delâlet etmektedir. Zamir de peygamberlere aittir. (Meryem oğlu Îsa'yı) bu da ikinci mef'ûldur, fiilin be ile geçişli kılınması ile mümkün olmuştur. "Önündeki Tevrat'ı tasdik edici olarak ve ona İncil'i verdik” (İncil) hemzenin fethi ile (Encil) de okunmuştur. "Fihi hüden ve nûr” hâl olarak nasb mahallindedir. "Mûsaddikan lime beyne yedeyhi minet tevrati” bu da ona ma’tûftur, "hüden ve mevizetün lilmüttakin” de öyledir. İkisinin de mahzûfa atfen veyahut ona mütaallik olarak nasbi da câizdir. 47İncil sahipleri Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsin. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendilemahailindedir. "Mûsaddikan lime beyne yedeyhi minet tevrati” bu da ona ma’tûftur, "hüden ve mevizetün lilmüttakin” de öyledir. İkisinin de mahzûfa atfen veyahut ona mütaallik olarak nasbi da câizdir. "Velyahküm ehlül incili bima enzelellah” bu da Hamze kırâatında ona ma’tûftur. Birinciye göre (liyahküm)deki lâm mahzûfa mütaalliktiryani ve ateynahu liyahkümebima enzeleallahu demektir. "Ve liyahküme” de okunmuştur, o zaman "en” emre bağlı olur, Meselâ: Emertüke bien kum (kalkman için emrettim) gibi yani hükmetmesi için emretti demektir. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir” hükmünden çıkanların yahut îmandan çıkanların demektir, eğer onu horluyorsa. Âyet İncil'in bazı hükümler içerdiğini ve Yahûdîliğin Îsa aleyhisselâm’ın gönderilmesi ile mensûh olduğunu ve onun bağımsız bir şerîata sahip olduğunu göstermektedir. Bunu Allah'ın onda indirdiği şeylerde Tevrat'ın hükümlerine göre amel etsin diye anlamak zahire muhâliftir. 48Sana da kitabı önündeki kitabı tasdik edici olarak ve ona karşı bir şâhit olmak üzere hak ile indirdik. Artık sen de Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen haktan dönüp de onların heva ve heveslerine uyma. İçinizden herkes için bir şerîat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet yapardı. Ancak size verdiklerinde sizi denemek için (böyle yaptı). Öyleyse hayırlarda yarışın. Hepinizin dönüşü yalnız Allah'adır. O zaman tartıştığınız şeyleri size haber verecektir. "Sana da kitabı hak ile indirdik” yani Kur'ân'ı demektir, "kendinden önceki kitabı tasdik edici olarak” indirilen kitaplar cinsinden demektir, çünkü el – kitaptaki birinci lâm ahd, ikincisi de cins içindir. "Ve bir şâhit olarak” diğer kitapları değişmekten koruyacak ve sıhhat ve sebatına şahitlik edecek bir gözcü demektir. Mef'ûl kalıbı ile müheymenen de okunmuştur ki, tahriften korunmuş demektir. Koruyan da Allahü teâlâ'dır yahut her asırdaki hafızlardır. "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet” yani Allah'ın sana indirdiği ile demektir. "Sana gelen haktan dönüp de onların heva ve heveslerine uyma” ondan saparak onların istediğine dönme. "Amma"daki an lâ tettebi'e bağlıdır, çünkü sapma manasını taşımaktadır ya da fâ'ilinden hâl’dir yani sana gelenden meylederek onların arzularına uyma demektir. "İçinizden herkes için kıldık” ey insanlar "bir şerîat” o da suya götüren yoldur. din ona benzetilmiştir, çünkü ebedî hayata sebep olacak şeye götürür. Şin'in fethi ile (şer'aten) de okunmuştur, "ve minhacen” dinde açık bir yol demektir. Nehecel emrü deyiminden gelir ki, durum açık olmaktır. Bundan bizim geçmiş şerîatlarla mükellef olmadığımız çıkarılmıştır. "Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı” bütün çağlarda dini nesh etmeden ve değiştirmeden bir din üzerinde birleştirirdi. "Lev şae"nin mef'ûlu mahzûftur, ona da cevap delâlet etmektedir. Mana şöyledir de denilmiştir: Allah hepinizin İslâm üzerinde birleşmenizi isteseydi sizi ona zorlardı. "Ancak size verdiklerinde sizi denemek için böyle yaptı". Değişik ve her asra ve çağa uygun şerîatlar verdi; onlarla amel edecek misiniz? Farklı olmalarının sadece hikmet olduğunu fark edecek misiniz? Yoksa haktan sapıp amelde kusur edecek misiniz? "Öyleyse hayırlarda yarışın” fırsatları değerlendirmek ve ödülü kazanmak için onlara koşun. "Hepinizin dönüşü yalnız Allah'adır” yeni söz başıdır, yarışmanın sebebini göstermektir. Gayret edenlere vaat ve kusur edenlere tehdittir. "O zaman tartıştığınız şeyleri size haber verecektir” haklı ile haksızı ve gayret edenle kusur edeni ayırmak için. 49(Sana da şu talimatı verdik): Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların keyiflerine uyma. Seni Allah'ın sana indirdiği bazı şeylerden alıkoymamaları için onlardan sâkin. Eğer yüz çevirirlerse, bil ki, Allah ancak bazı günahlarım başlarına getirmek istiyor. Şüphesiz insanların çoğu gerçek fâsıklardır. "Veenihküm beynehüm bima enzelallahu” bu da kitabın üzerine atıftır yani sana kitabı ve hükmü indirdik, demektir. Ya da hakkın üzerine atıftır, o zaman da sana hakkı ve hükmetmeni indirdik demek olur. Ve emerna enihküm takdirinde cümle olması da câizdir. "Onların keyiflerine uyma. Seni Allah'ın sana indirdiği bazı şeylerden alıkoymamaları için onlardan sâkin” seni saptırmalarından ve seni ondan çevirmelerinden. En sılası ile beraber "hum"den bedel-i istimal ile bedeldir, yani fitnelerinden sâkin, demektir. Ya da mef’ûlün lehtir ki, seni fitneye düşürme korkusu ile onlardan sâkin demektir. Rivâyete göre Yahûdî alimleri: Muhammed'e gidelim, belki onu dîninden döndürürüz, dediler ve: Ya Muhammed, çok iyi biliyorsun ki, bizler Yahûdîlerin alimleriyiz, eğer biz sana tâbi olursak, Yahûdîlerin hepsi sana tâbi olur. Bizimle kavmimizin arasında bir dava vardır, sana başvuracağız, bizim lehimize, onların aleyhine karar ver, sana îman edelim ve seni tasdik edelim, dediler. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de bunu kabul etmedi, âyet de bunun üzerine indi. "Eğer yüz çevirirlerse” inen hükümden yüz çevirir ve başkasını isterlerse "bil ki, Allah ancak bazı günahlarını başlarına getirmek istiyor". Yani Allah'ın hükmünden yüz çevirme günahını demektir. Bu da büyük olmakla beraber onlardan biridir. Bunda büyüklüğe delâlet vardır, tıpkı nekirelikte olduğu gibi. Bunun bir benzeri de şâir Lebid'in şu sözüdür: Ya da bazı nefislere (birilerine) ölümün gelmesidir. (Bundan büyütmek için kendi nefsini kastetmiştir.) "Şüphesiz insanların çoğu gerçek fasıktırlar” küfürde muannit ve mütecavizdirler. 50Yoksa onlar cahiliye hükmünü (idaresini) mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluluk için hükmü Allah'tan daha güzel olan kimdir? "Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar?” O hüküm de taraf tutma ve yağcılıktır. Cahiliyeden maksat nefse uyma dinidir. Âyetin Kurayza ve Nadiyr oğulları hakkında indiği söylenmiştir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den cahiliye halkında olduğu gibi öldürülenler arasında fark gözetmesini istediler. "Hükmü” mübteda "yebğune” de haber olarak Merfû' okumuşlar, râci zamirin de "ehazellezi baasallahu Resûla” (Furkân: 41) kavlindeki sılada olduğu gibi hazfedildiği de söylenmiştir. Bu da şiirden başka bir yerde zayıf görülmüştür. Şöyle de okunmuştur: "Efehakemel cahiliyeti yebğun” yani yebğune hakimen ke hakimil cahiliyeti (cahiliye hâkimi gibi canının istediği şekilde karar veren bir hâkim mi arıyorlar?) İbn Âmir de te ile "tebğune” okumuştur ki, cahiliye hükmünü mü arıyorsunuz, demek olur. "İyi anlayan bir topluluk için hükmü Allah'tan daha güzel olan kimdir?” yani onlara göre böyle olan kimdir demektir. Likavmin'deki, lâm beyan (açıklama) içindir, tıpkı "heytelek” (Yûsuf: 23) kavlinde olduğu gibi. Yani bu sorma kesin bilen bir kavim içindir, çünkü onlar işlerin sonunu düşünür ve eşyaya gerçek nazarla bakarlar; o zaman hükmü azîz ve celil olan Allah'tan daha güzel biri olmadığını bilirler. 51Ey îman edenler, Yahûdî ve Hırıstiyanları dostlar edinmeyin. Onlar birbirinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez. "Ey îman edenler, Yahûdî ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin” onlara güvenmeyin, onlarla can ciğer ahbap olmayın. "Onlar biribirinin dostlarıdır” bu da yasağın illetine îma etmektedir yani onlar size karşı müttefiktirler, birbirleriyle dostturlar. Çünkü dinde birliktirler, size karşı topludurlar. "İçinizden kim onları dost edinirse, şüphesiz o da onlardandır” yani sizden kim onlarla dost olursa, o da onlardandır. Bu tehdit onlardan uzak durmayı göstermektedir. Nitekim aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Mü'minlerle kâfirlerin ateşleri biribirini göremez". Ya da onlarla dostluk yapanlar münâfıklar idiler. "Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez” onlar da kâfirlerle dostluk etmekle nefislerine zulmedenlerdir ya da düşmanlarıyla dostluk kuran mü'minlerdir. 52Kalplerinde hastalık olanların onlara koştuklarını görürsün. "Biz başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz” derler. Dilerse Allah kendi katından bir fetih veyahut bir iş getirir de içlerinde gizledikleri o şeye pişman olurlar. "Kalplerinde hastalık olanların” bundan İbn Übeyy ve avenesi kastedilmiştir, "onlara koştuklarını görürsün” yani dostluklarına ve yardımlarına demektir. "Başımıza bir felaket gelmesinden korkuyoruz". Başlarına kötü bir şey gelmesinden korktuklarım özür olarak ileri sürerler, Meselâ işin ters dönüp devletin kâfirlere geçmesi gibi. Rivâyete göre Ubade bin Samit, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e: Benim Yahûdîlerden çok dostlarım var; ben onları bırakıyor; Allah ve Resûlünün tarafım tutuyorum, dedi. İbn Übeyy de: Ben felâketlerden korkan bi adamım, dostlarımı bırakmam, dedi. Âyet de bunun üzerine indi. "Dilerse Allah bir fetih getirir” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e düşmanlarına karşı zafer verir ve Müslümanları üstün kılar. "Veyahut kendi katından bir iş getirir” öldürme ve sürme ile Yahûdîlerin kökünü kazır ya da münâfıkların durumlarını açığa çıkarır da onları öldürür. "Olurlar” yani bu münâfıklar "yaptıklarına pişman olurlar” münâfıklıklarını gösteren şeylerden çok içlerinde gizledikleri küfre ve Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem hakkındaki şüpheye. 53Var güçleriyle yemin ederek sizinle beraber olduklarını söyleyenler bunlar mı, derler? Onların amelleri boşa gitmiş; ziyan edenlerden olmuşlardır. "Ve yekulüllezine amenu” merfû’dur, Âsım, Hamze ve Kisâî yeni söz başı olarak böyle okumuşlardır. İbn Kesîr, Nah' ve İbn Âmir'in vâv'sız olarak okuması da bunu teyit eder, bu da: O zaman mü'minler ne der sorusunun cevabı olur. Ebû Amr ile Ya'kûb da mana itibarı ile "en ye'tiye"ye atfen nasb ile okumuşlardır, sanki şöyle buyurmuştur: Asallahu en ye'tiye bilfethi ve en yekulel lezine amenu ya da onu asâ fiilinin ismine dahil olan Allah isminden bedel kılar, hades manasını içerdiği için de habere ihtiyaç kalmaz. Ya da bilfethi lâfzına atfeder, mana da asallahu en ye'tiye bilfethi ve vebi kavlil mü'mine şeklinde olur. Çünkü bir şeyi vâcip kılanı getirmek onu getirmek gibidir. "Var güçleri ile yemin ederek sizinle beraber olduklarını söyleyenler bunlar mı?” bunu mü'minler münâfıkların durumuna şaştıklarından ve Allah’ın onlara ihsan ettiği ihlâsa sevindiklerinden derler. Ya da Yahûdîlere derler, çünkü münâfıklar onları destekleyeceklerine yemin etmişlerdi. Nitekim Allahü teâlâ: "Eğer sizinle savaşılırsa size muhakkak yardım ederiz” (Haşr: 11) âyetinde bunu nakletmiştir. Var güçleri ile yemin, en ağır yemin demektir. Cehd aslında mastardır. Nasbi da hâl olmasına göredir, takdir de şöyledir: Ve aksemu billahi yechedune cehde eymanihim. Bu durumda fiil hazfedilmiş mastar onun yerine geçirilmiştir. Bunun içindir ki, mâ'rife olması câiz görülmüştür. Ya da mastar olarak mensûbtur çünkü aksemu manasınadır. "Amelleri boşa gitmiş, ziyan edenlerden olmuşlardır” bu da ya onların sözlerindendir ya da amellerinin boşa gittiğini haber vermek üzere Allah'ın sözündendir. Bunda da taaccüp manası vardır, sanki şöyle denilmiştir: Nasıl da amelleri boşa gitti, nasıl da ziyan ettiler! 54Ey îman edenler, içinizden kim dîninden dönerse, Allah yakında kendilerini sevdiği, onların da onu sevdiği, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu bir topluluk getirecek; Allah yolunda cihâd ederler. Kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir lütfudur ki, dilediğine verir. Allah'ın rahmeti geniş, ilmi sonsuzdur. "Ey îman edenler, içinizden kim dîninden dönerse” Nâfi' ile İbn Âmir aslı üzere (idgamsız) okumuşlardır, Ana Mushaf'ta da böyledir. Kalanlar ise idgamla okumuşlardır. Bu da Allahü teâlâ'nın gerçekleşmeden önce verdiği haberlerdendir. Gerçekten Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem zamanında üç fırka dinden döndü (mürtet oldu): Birisi Müdlic oğullarıdır, reisleri Zülhimar el - Esved el - Ansi idi. Yemen'de peygamberliğini ilan etti, ülkesini işgal etti. Sonra onu Firuz Deylemi sabahında Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in rûhu kabz olunduğu gece öldürdü. O gece Resûlüllah'a haber verildi, Müslümanlar sevindi, haber rebiülevvelin sonlarında geldi. Müseyleme'nin adamları olan Hanife oğulları da dinden döndüler, Müseyleme, Resûlüllah'a: Allah'ın Resûlü Müseyleme'den Allah'ın Resûlü Muhammed'e, imdi, yerin yarısı benim, yarısı da senindir, diye yazdı. O da şöyle cevap verdi: Allah'ın Resûlü Muhammed'den yalancı Müseyleme'ye, imdi, yer Allah'ındır, onu kullarından dilediğine miras bırakır. Sonuç takva sahiplerinindir. Ebû Bekir radıyallahü anh onunla savaştı, ordu gönderdi, onu Hamza'nın katili Vahşi öldürdü. Tulayha bin Huveylid'in kavmi olan Esed oğulları da dinden döndüler, Tulayha .peygamberlik ilan etti, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem onun üzerine Hâlid'i gönderdi. Tuleyha savaştan sonra Şâm'a kaçtı, sonra Müslüman oldu, hem de güzel Müslüman oldu. Ebû Bekir zamanında yedi dinden dönme olayı yaşandı: Uyeyne bin Hısn'ın kavmi Fizare'ler, Kurra bin Seleme'nin kavmi Gatafan'lar, Füc'e bin Abdiyalil'in kavmi Süleym oğulları, Mâlik bin Nüveyre'nin kavmi Yerbu oğulları, yalancı Peygamber Müseyleme'nin karısı Secah bint Münzir, Eş'as bin Kays'in kavmi Kinde, Bahrayn'de Hutam’ın kavmi Bekir bin Vail oğulları. Allah hepsini Ebû Bekir'in eliyle kırıp geçirdi. Ömer zamanında da Cebele bin Eyhem'in kavmi dinden döndü, Cebele Hıristiyan olup Şâm'a kaçtı. "Allah yakında kendilerini sevdiği, onların da onu sevdiği bir topluluk getirecek". Bunların Yemenliler olduğu söylenmiştir, çünkü rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz, Ebû Mûsal Eş'arî'yi göstermiş ve: Onlar bunun kavmidir, buyurmuştur. Fürsler (İranlılar) da denilmiştir: çünkü aleyhisselâm Efendimize onları sordular, o da elini Selman'ın omzuna vurdu: Bu ve bunun sahipleridir, dedi. Şöyle de denilmiştir: Bunlar Kadisiye'de savaşan iki bin beş yüz Naha'lı, beş bin Kinde ve Büceyle'li, üç bin de diğer insanlardandır. "Men"e râci zamir hazf edilmiştir, takdiri şöyledir: Fesevfe ye'tillahu bikavmin mekânehüm. Allah'ın, kullarını sevmesi, onlar için dünyada hidâyet ve muvaffakiyet dilemesi, âhirettede güzel sevap vermesidir. Kulların da onu sevmesi ona itâat etmek isteyip isyandan kaçmalarıdır. "Ezilletin alel mü'minin” mü'minlere şefkat gösterir, onlara karşı mütevazı davranırlar demektir. Ezille zelü'in çoğuludur, zelul'un değil; çünkü onun cem'i zülül'dür. Alâ edâtı ile kullanılması ya şefkat ve özlem manasını içermesindendir ya da şuna dikkat çekmek içindir: Onlar üst tabakadan olmak ve mü'minlerden üstün bulunmakla beraber onlara karşı alçak davranırlar ya da hemen arkadan gelen eizzetin lâfzına karşılık olmak içindir. "Kâfirlere karşı onurlu” çetin ve gâlip. Azzehu deyiminden gelir ki, mağlup etmektir. Hâl olmak üzere nasb ile de (ezilleten, eizzeten) de okunmuştur. "Yücahidune fî sebilillahi” kavm'in başka bir sıfatıdır ya da "eizzetin"deki zamirden hâl’dir. (Kınayanın kınamasından korkmazlar) bu da "yücahidune"ye atıftır, Mana da şöyledir: Onlar hem Allah yolunda cihâd ederler hem de dinde sert tavırlıdırlar. Ya da hâl’dir, Mana da şöyledir: Onlar cihâd ederlerken hâlleri münâfıkların hâline benzemez; çünkü onlar Müslümanların ordusunda çıkarken Yahûdî dostlarının kınamasından korkarlar; onlar tarafından kınanacak bir hareket yapmak istemezler. Âyette geçen levme bir defa levm etmektir (kınamaktır). Onda ve laim'in nekire oluşunda iki mübalağa vardır. (İşte bu) yukarıda geçen sıfatlara işarettir "Allah'ın lütfudur, dilediğine verir” ihsan eder ve başarı verir. "Allah'ın rahmeti geniştir” lütfü boldur, "ilmi sonsuzdur” buna lâyık olanı bilir. 55Sizin ancak dostunuz Allah'tır, Resûlüdür ve namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, rüku eden mü'minlerdir. (Sizin ancak dostunuz Allah'tır, Resûlüdür ve mü'minlerdir) Kâfirlerle dostluk kurmayı men edince arkasından buna gerçekten lâyık olanı zikretti. "Veliyyükümullahu” deyip de evliyaukum dememesi, Allah dostluğunun asıl; Resûl ve mü'minlerin dostluğunun ise ona tâbi olduğunu göstermek içindir. (Onlar namazı dosdoğru kılarlar) bu da Ellezîne amenu'nûn sıfatıdır, çünkü isim yerinde kullanılmıştır ya da ondan bedeldir. Medih üzere ref'i de nasbi da câizdir. "Namaz ve zekâtlarında huşu gösterirler". Şöyle de denilmiştir: Bu, "yutune"ye mahsus bir hâl’dir, yani zekâtı namazda rüku ederken verirler demektir, bunu da iyiliğe hırslarından ve ona koşmak için yaparlar. Bunun Hazret-i Ali radıyallahü anh hakkında indiği söylenmiştir. O namazda rukûda iken bir dilenci ondan yardım istedi, o da ona yüzüğünü fırlattı. Şiiler bunu onun İmamlığına delil getirirler ve şunu iddia ederler ki, Âyette geçen veliy'den maksat işleri idare edendir ve onda tasarruf etmeye hak kazanandır. Bizim dediğimiz daha açıktır, kaldı ki, çoğulu tekil manasına kullanmak da zahire muhâliftir. Doğru olsa bile cemi lâfzı ile gelmesi insanları bu gibi şeylere özendirmek ve yavaş yavaş alıştırmak içindir. Buna göre şu anlaşılır ki, namazda az bir hareket namazı bozmaz ve nafile sadakaya da zekât denilir. 56Kim Allah'ı, Resûlünü ve îman edenleri dost edinirse, şüphesiz Allah'ın fırkası/taraftarları gâlip olanların ta kendileridir. "Kim Allah'ı, Resûlünü ve mü'minleri dost edinirse” onları dostlar tutarsa "şüphesiz Allah'ın fırkası/taraftarları gâlip olanların ta kendileridir” yani onlar galiptirler. Zamirin yerine zahiri koyması onun deliline dikkat çekmek içindir, sanki şöyle denilmiştir: Kim bunları dost edinirse, onlar Allah'ın fırkası/taraftarlarıdır. Allah'ın fırkası/taraftarları da gâliptir. Bir de zâhir isim kullanması; onları yüceltmek, bu isimle şanlarını artırmak ve başkalarına dost olanların şeytanın fırkası/taraftarları olacaklarına îma etmek içindir. Hizbin aslı zor bir işten dolayı toplanan kimselerdir. 57Ey îman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi eğlence ve oyun edinen kimselerle kâfirleri dost edinmeyin. Eğer inanıyorsanız Allah'tan korkun. "Ey îman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi eğlence ve oyun edinen kimselerle kâfirleri dost edinmeyinRifaa bin Zeyd ile Süveyd bin Haris hakkında indi. Bu ikisi Müslüman güründüler, sonra da münâfık oldular. Müslümanlardan bazı kimseler de bu ikisi ile dostluk kurarlardı. Dostluklarını men etmeyi onların dinlerini alaya almalarına ve oyun konusu yapmalarına bağlaması, sebebe îma etmekte ve şuna dikkat çekmektedir ki, böyle birisi dostluktan uzaktır, düşmanlığa layıktır. Ebû Amr, Kisâî ve Ya'kûb'un İcraatlarına göre velküffari diyerek cer ile alay edenleri ehl-i kitap ve kâfirlere ayırması - her ne kadar kâfirler ehl-i kitaba da şamiller ise de özellikle müşrikler için kullanılır - işte bu ayrım müşriklerin küfürlerinin kat kat olmasındandır. Kim küffare diye nasb ile okursa onu "ellezinet tehazu"ya atfeder. O zaman hak üzere olmayanın dostluğu, doğrudan men edilmiş olur; ister din sâhibi olsun da onda keyfine uysun ve onu tahrif etsin, Meselâ ehl-i kitap gibi, isterse müşrikler gibi böyle olmasın. İkisi bir olur. "Allah'tan korkun” yasakları terk etmekle, "eğer inanıyorsanız". Çünkü îman bunu gerektirir. Şöyle de denilmiştir: Eğer onun va'dine ve tehdidine inanıyorsanız. 58Namaza çağırdığınız zaman onu eğlence ve oyun edinirler. Çünkü onlar akıllarını çalıştırmayan bir topluluktur. "Namaza çağırdığınız zaman onu eğlence ve oyun edinirler” yani namazı yahut çağrıyı. Bunda ezanın namaz için meşru kılındığına delil vardır. Rivâyete göre Medîne'de bir Hıristiyan vardı, Müezzinin: Eşhedü enne muhammeden Resûlullah dediğini duyduğu zaman: Allah yalan söyleyenin evini yaksın, derdi. Bir gece hizmetçisi evine ateşle girdi, ev halkı da uyuyorlardı, bir kıvılcım sıçradı, evi tutuşturdu. Evi de içindekileri de yaktı. "Çünkü onlar akıllarını çalıştırmayan bir topluluktur” zira ahmaklık hakkı tanımamaya ve onunla alay etmeye götürür, akıl ise buna mani olur. 59De ki: Ey kendilerine kitap verilenler, sırf Allah'a inanmamız, bize indirilene ve daha önce indirilene îman etmiş olmamız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Şüphesiz sizin çoğunuz fasık kimselersiniz. (De ki: Ey ehl-i kitap, bizden hoşlanmıyor musunuz?) bizi beğenmiyor ve bizi ayıplıyor musunuz? Nakıme minhü keza denir ki, birini beğenmemektir, intekame de karşılığını vermektir. Kafin fethi ile tenkamune de okunmuştur ki, o da lügattir. "Sırf Allah'a inanmamız, bize indirilene ve daha önce indirilene îman etmiş olmamız için mi?” İndirilen bütün kitaplara. "Ve enne eksereküm fasikun” bu da en amenna'ya atıftır. Müstesna da iki durumdan çıkan sonuçtur ki, o da muhalefettir. Yani bizden hoşlanmadığınız şey muhalefetiniz mi? Bizim îmana girip sizin ondan çıkmanız mı? Ya da aslı va'tikade enne eksereküm fasikun demektir ki, muzâf hazfedilmiştir. Ya da ve enne eksereküm, manın üzerine ma’tûftur yani mâ tenkımune minna illel îmane billahi vema enzele ve bienne eksereküm fasikun demektir. Ya da mahzûf bir illet üzerine ma’tûftur, takdiri şöyledir: Hel tenkımune minna illâ en amenna likılleti insafiküm ve fıskıküm. Ya da tenkımune'nin gösterdiği gizli bir fiille mensûbtur yani vela tenkımune enne eksereküm fasikun demektir. Ya da mübteda olarak merfû’dur, haber de mahzûftur yani ve fiskukum sabitün indekim velakin hubbur riyaseti velmali yenıneukum anilinsafi demektir. Hitap Yahûdîleredir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e, neye îman ettiğini sordular, o da: Ben Allah'a, bize indirilene... îman ediyorum. Biz ona teslim olanlarız (Bakara: 136) ayetini okudu. Onlar da Îsa'nın adını duyunca: Senin dîninden daha kötü bir din bilmiyoruz, dediler. 60De ki: Size Aİlâh katında cezası bundan daha kötü olanı haber vereyim mi? O da Allah'ın lanetlediği, kendisine gazap ettiği ve onlardan maymunlar ve domuzlar yaptığı kimselerle tağuta tapanlardır. İşte onların yeri daha kötüdür ve bunlar doğru yoldan daha sapıktırlar. "De ki: Size bundan daha kötüsünü haber vereyim mi?” yani bu hoşlanılmayandan daha kötüsünü demektir. (Allah katında cezası daha kötü olanı) mesubet hayra mahsustur, nitekim ukubet de şerre mahsustur. Burada mesubet onun yerine kullanılmıştır. Şu şiirde olduğu gibi: Aralarında selamlaşma kılıç çalmadır (Biz düşmanı selamla değil bununla karşılarız.) Nasbi da bişerrinden temyiz olmak üzeredir. (O da Allah'ın lâ'net ettiği, kendisine gazap ettiği ve onlardan maymunlar ve domuzlar yaptığı kimselerdir). Bu da muzâfın hazfi ile bişerrin'den bedeldir yani onun adamından daha kötüsünü ki, o da Allah'ın lâ'net ettiğidir. Yahut ondan daha kötüsünü ki, Allah'ın lâ'net ettiğinin dinidir. Ya da mahzûf mübtedanın haberidir yani hüve men laanehullahu demektir. Onlar da Yahûdîlerdir, Allah onlara lâ'net etti ve açık âyetlerden sonra inkâr etmek ve günahlara dalmakla onlara kızdı. Bazılarını da maymuna çevirdi, onlar da Cumartesi tatilini ihlal edenlerdir. Bazılarını da domuzlara çevirdi, onlar da Îsa aleyhisselâm’ın gökten indirdiği sofrayı inkâr edenlerdir. Şöyle de denilmiştir: Suretleri değişen grupların her ikisi de Cumartesi tatilini ihlal edenlerdi; gençleri maymuna, yaşlıları da domuzlara çevrildi. "Ve abedet tağute” bu da "men"in sılasına atıftır, meçhul kalıbı ile "ubidet tağutu” da okunmuştur. Zarufe gibi "abüde” de okunmuştur ki, mâbut olmak manasınadır. O zaman râci zamir mahzûf olur ki, fihim yahut beynehüm demektir. Kim "âbidet tağuti” yahut fatun ve yakuz gibi na't olarak abüde ya da "abedete” yahut hadem gibi cemi olarak "abedet tağuti” okursa yahut aslı abade idi de te izafet için hazfedilirse, onu elkıredete'nin üzerine atfetmiş olur. Kim de cer ile "abüdit tağuti” okursa onu "men"e atfetmiş olur. Tağuttan murat edilen de taptıkları buzağı heykelidir. Kâhinlerdir de denilmiştir. Allah'a isyan sadedinde itâat ettikleri her şeydir de denilmiştir. "İşte onlar” yani melunlar "yerce daha kötüdürler” yerleri kötü kılınmıştır ki, şerlilikleri daha artırılmış olsun (isim cümlesinden dolayı). Dönülecek yer bakımından da denilmiştir. "Doğru yoldan daha da sapıktırlar” Hıristiyanların aşırılıkları ile Yahûdîlerin tenzilatları arasında. İki ism-i tafdil siygasından murat edilen de mutlak ziyadeliktir, şer ve sapıklıkta mü'minlere nispetle demek değildir. 61Onlar size geldikleri zaman: Îman ettik, derler. Hâlbuki onlar küfürle girmiş ve onunla çıkmışlardır. Allah ise onların gizlediklerini pekiyi bilir. "Onlar size geldikleri zaman: Îman ettik, derler” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e münâfıklık eden Yahûdîler yahut genel münâfıklar hakkında indi. "Hâlbuki onlar küfürle girmiş ve onunla çıkmışlardır” yani yanına girdikleri gibi çıkmışlardır, senden duydukları onlara tesir etmemiştir. İki cümle de Kâlû'nûn fâ'ilinden hâl’dir. "Bilküfri ve bini” dehalu ve harecu'nûn fâ'ilinden hâldirler. "Kad” de her ne kadar hâl düşmesi için maziyi hâle yaklaştırmak için ise de şunu da ifade etmiştir ki, onlarda münâfıklık emaresi görünmekte idi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de bunu sezinliyordu. Bunun içindir ki: "Allah onların gizlediklerini pekiyi bilmektedir” buyurmuştur. Yani küfrü etmektir. Bunda da onlar için tehdit vardır. 62Onlardan çoğunun günaha, düşmanlığa ve haram yemeye koştuklarını görürsün. Gerçekten yaptıkları şey ne kötüdür! "Onlardan çoğunun” yani Yahûdî veyahut münâfıkların demektir "günaha koştuklarını görürsün” yani harâma demektir. Yalana da denilmiştir, çünkü Allahü teâlâ: "Günah demelerinden dolayı” (Maide: 63) buyurmuştur ki, yalan demektir. "Düşmanlığa koştuklarım” zulme yahut günahlarda haddi aşmaya. Şöyle denilmiştir: İsm (günah) yapanda kalandır, üdvan ise başkasına geçendir. "Haram yemeye” burada geçen suht haram demektir, onu özellikle zikretmesi mübalağa içindir. "Gerçekten yaptıkları şey ne kötüdür!" 63din adamları ve hahamlar onları günah söylemekten ve haram yemekten men etmeli değil miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür! (din adamları ve hahamlar onları günah söylemekten ve haram yemekten men etmeli değil miydi?) Ulemalarını bunu yapmaya teşvik etmektedir, çünkü levla edâtı maziye dahil olursa tekdir ifade eder, müstakbele dahil olursa, teşvik ifade eder. "Sanatları ne kötüdür!” bu son cümle geçen Âyetin son cümlesinden daha beliğdir. Çünkü sun' (sanayi, sanat) insanın uzun eğitim aldıktan ve iyice araştırma yaptıktan sonra yaptığına denir. Bunun içindir ki, havas (seçkin) tabaka bu sebeple kınanmıştır. Bir de kontrolü bırakmak günahı yapmaktan daha çirkindir. Zira nefis ondan (günahtan) zevk duyar ve ona meyleder. Önlemeyi terk etmek ise öyle olmadığından daha çok kınanmayı hak etmiştir. 64Yahûdîler: Allah'ın eli bağlıdır, dediler. Kendilerinin elleri bağlansın ve dedikleri yüzünden lanete duçar olsunlar. Bilâkis onun iki eli de açıktır; istediği gibi harcar. Rabbinden sana indirilen şey, yemin olsun ki, onlardan çoğunun taşkınlık ve küfürlerini artıracaktır. Biz de aralarına kıyâmete kadar düşmanlık ve kin saldık. Ne zaman savaş için bir ateş yaksalar, Allah onu söndürdü. Onlar yeryüzünde bozgunculuk için çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez. "Yahûdîler: Allah'ın eli bağlıdır, dediler” yani o tutucudur, rızkı dar verir. Elin bağlı olması ve açık olması cimrilikten ve cömertlikten mecazdır. Bunda elin olması, bağlanması veya açık olması kastedilmiş değildir. Bunun içindir ki, bunun düşünülmediği yerlerde de kullanılmıştır, Meselâ: Mera cömertlik etti ellerini bol yağmurla uzattı. Ovalar yayalar ikramına teşekkür etti. Bunun bir benzeri de mürekkep mecazlardan: Gecenin lüleleri ağardı, sözüdür. Bunun manası: Allah fakirdi de denilmiştir, Meselâ şu Âyette olduğu gibi: "Yemin olsun ki, Allah: Gerçekten Allah fakirdir, bizler ise zenginiz, diyenlerin sözlerini duymuştur” (Al-i İmran: 181). "Kendilerinin elleri bağlansın ve dedikleri yüzünden lanete duçar olsunlar". Onlara cimrilik ve çile ile ya da fakirlik ve yoksullukla bedduadır. Yahut da ellerin bağlanması gerçektir ki, dünyada esir olarak bağlanır, âhirette de ateşe sürüklenirler. O zaman lâfız bakımından ve asıl olarak mülahaza edilen mana bakımından mutabakat sağlanır, Meselâ: Sebbenî sebballahu dabirehu (bana sövdü, Allah kökünü kurutsun) gibi. "Bilâkis onun iki eli de açıktır” iki eli demesi cimriliği ondan tamamen reddedip gayet cömert olduğunu isbat etmek içindir. Çünkü cömert kimse en sonunda malından her iki eliyle pençeleyerek verir. Bir de dünya ve âhiret ihsanlarını ve iyiliğine verilenle kötülüğüne verileni ayırmak içindir. "Nasıl isterse harcar” bu da onu te'kit etmektedir yani o harcamasında serbesttir, bazen bollaştırır, bazen de dilemesine ve hikmetinin gereğine göre daraltır. Yoksa imkânına göre bollaştırır ve daraltır demek değildir. Bunu yedahu'nûn zamirinden hâl yapmak câiz değildir, çünkü araya haber girmiştir. Bir de o muzâfun ileyhtir. Yedeyn'den de hâl yapmak câiz değildir, çünkü onda onlara râci zamir yoktur. Aynı gerekçe ile zamirlerinden de hâl yapmak câiz değildir. Âyet Finhas bin Azura hakkında inmiştir. Çünkü o, Allahü teâlâ'nın Yahûdîlerin Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i inkâr etmeleri uğursuzluğu ile ellerini daraltması üzerine böyle demişti. Ötekilerini de buna ortak etmesi onların da bunun sözüne katılmalarındandır. "Rabbinden sana indirilen şey, yemin olsun ki, onlardan çoğunun taşkınlık ve küfürlerini artıracaktır". Yani onlar taşkınlar ve kâfirlerdir. Dinledikleri Kur'ân ile taşkınlık ve inkârları artar, tıpkı hastanın sağlamlar için sağlıklı gıda yemesinden hastalığı artması gibi. "Biz de aralarına kıyâmete kadar düşmanlık ve kin saldık” o sebeple kalpleri uyuşmaz ve sözleri birbirine denk gelmez. (Ne zaman savaş için bir ateş yaksalar, Allah onu söndürdü). Ne zaman Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile savaşma ve ona karşı bir ayaklanma isteseler, Allah aralarına kavga düşürmekle şerlerini ondan def etti. Ya da ne zaman biri ile savaşmak isteseler mağlup edildiler. Çünkü onlar Tevrat'ın hükmüne muhalefet ettikleri zaman Allah onlara Babil kralı Buhtunassar'ı musallat etti. Sonra bozgunculuk ettiler, onlara Rum Futrus'u musallat etti. Sonra bozgunculuk ettiler, bu sefer de Mecûsîleri musallat etti. Sonra yine bozgunculuk ettiler, bu sefer de Müslümanları onlara musallat etti. "Lilharbi” evkadu'ya bağlıdır ya da "naran"ın sıfatıdır. "Yeryüzünde bozgunculuk için çalışırlar” bu da onların tuzak, savaş ve fitne çıkarma, kutsallara saldırma gibi çabalarıdır. "Allah bozguncuları sevmez". Onlara başka değil kötülüklerinin karşılığını verir. 65Eğer gerçekten kitap ehli îman etseler ve sakınsalardı, günahlarını örter ve onları nimet cennetlerine sokardık. "Eğer gerçekten kitap ehli îman etselerdi” Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e ve getirdiği şeylere "sakınsalardı” saydığımız isyanlardan ve benzerlerinden "elbette günahlarını örterdik” yaptıkları ve sorumlu tutmadığımız günahlarını "ve onları nimet cennetlerine sokardık". Oraya girdirirdik. Bunda günahlarının büyüklüğüne, İslâm'ın kendinden öncekini - ne kadar büyük olursa olsun - kesip attığına ve kitabînin Müslüman olmadıkça cennete girmeyeceğine dikkat çekilmiştir. 66Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni tatbik etselerdi, üstlerinden, ayaklarının altından yerlerdi. Onlardan ılımlı bir cemâat vardır. Onlardan çoklarının ise yaptıkları ne kötüdür! "Eğer onlar Tevrat'ı ve İncil'i tatbik etselerdi” onlardaki şeyleri yaysalardı Meselâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in sıfatını duyurmak ve onlardaki hükümleri uygulamak gibi "ve Rablerinden kendilerine indirileni” yani indirilen diğer kitapları demektir. Çünkü onlara îman etmekle mükellef olduklarından onlara indirilmiş gibidir ya da Kür'an'a "üstlerinden ve ayaklarının altından yerlerdi” onlara azıklarım bollaştırırdı, gökten ve yerden bereketler fışkırtırdı ya da ağaçların meyvesini ve ekinlerin ürününü ya da onlara cennetlerin olgun meyvelerini rızık ederdi de onu ağaçların başlarından ve yere düşenlerden toplarlardı. Böylece şunu beyan etmiştir ki, bunları onlara vermemesi, inkâr ve isyanlarının uğursuzluğundandır, taşan nimetlerin azlığından değildir. Eğer onlar îman etselerdi ve kendilerine emredileni yerine getirselerdi, rızıkları bollaşır ve onlara iki dünyanın da hayrı verilirdi. "Onlardan ılımlı bir cemâat vardır” mutedildir, taşkın ve kusurlu değildir. Onlar da Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e îman edenlerdir. Burada geçen muktesıd'ın düşmanlıkta ileri gitmeyen olduğu da söylenmiştir. "Çoklarının yaptıkları ise ne kötüdür!” Bunda şaşma manası vardır, yani amelleri ne kötüdür demektir ki, o da matlıkları ve hakkı tahrif edip ondan yüz çevirmeleridir ya da aşırı düşmanlıklarıdır. 67Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun mesajını iletmedin demektir. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez. "Ey Peygamberim, Rabbinden sana indirileni tebliğ et” sana indirilenin hepsini tebliğ et, hiç kimseyi dikkate alma ve hiçbir kötü şeyden korkma. "Eğer bunu yapmazsan” sana emrettiğimin hepsini tebliğ etmezsen "onun mesajını iletmedin demektir". Ondan hiçbirini yerine getirmedin demektir. Çünkü bir kısmını gizlemek yapılanı da heder eder, Meselâ namazın rükünlerinden bazılarını yapmamak gibi. Çünkü o zaman davetin esprisi kaybolur. Ya da hiçbirini yapmamış gibi olursun, Meselâ: "Bütün insanları öldürmüş gibi olur” (Maide: 32) âyeti gibi. Çünkü bir kısmını saklamakla hepsini saklamanın kötülüğü ve sonunda getireceği azâp birdir. Nâfi', İbn Âmir ve Ebû Bekir cemi siygası ve te'nin kesri ile "risalâtihi” okumuşlardır. "Allah seni insanlardan koruyacaktır” bu da Allah'ın onun ruhunu düşmanların taarruzundan koruyacağını vaat ve garantidir, saklama mazeretini ortadan kaldırmaktadır. "Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez” sana yapmak istediklerine fırsat vermez. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Allah beni elçilikle görevlendirdi, bu da bana ağır geldi; o da bana, eğer mesajımı iletmezsen sana azâp ederim dedi ve beni koruyacağını garanti etti; ben de kendimde kuvvet buldum. Enes radıyallahü anh'ten de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i gece beklerlerdi, bu âyet inince son verdi. Başını deri çadırdan çıkardı: Ey insanlar, çekilin Allah beni insanlardan korudu, dedi. Âyetin zahiri bütün indirileni tebliğ etmeyi gerektirir. Belki de tebliğden maksat kulların yararına olan ve haberdar edilmeleri gereken şeylerdir. Çünkü bazı İlâhî sırları ifşa etmek haramdır. 68De ki: Ey kitap ehli, sizler Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni tatbik etmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz. Yemin olsun ki, Rabbinden sana İndirilen, onlardan birçoğunun taşkınlık ve inkârını mutlaka artıracaktır. Öyleyse kâfirler topluluğuna üzülme! "De ki: Ey ehl-i kitap, sizler hiçbir şey üzerinde değilsiniz” yani önem verilecek ve şey denecek bir din üzerinde değilsiniz, çünkü bâtıldır. "Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni tatbik etmedikçe". Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e îman etmek ve nükmüne boyun eğmek de tatbik cümlesindendir. Çünkü bütün İlâhî kitaplar mu'cizenin tasdik ettiği ve ona itâatin vâcip olduğunu söylediği kimseye îmanı emretmektedir. Bunları tatbik etmekten murat edilen de esaslarını ve neshedilmeyen feri'lerini tatbik etmektir. "Yemin olsun ki, Rabbinden sana indirilen (Kur'ân), onlardan birçoğunun taşkınlık ve inkârını mutlaka artıracaktır. Öyleyse kâfirler topluluğuna üzülme!” onlara tebliğ ettiğin şeylerden dolayı taşkınlık ve inkârlarının artmasına üzülme. Çünkü bunun zararı yalnız onlaradır; mü'minlere ulaşmaz. Mü'minler de sana yeter. 69Şüphesiz mü'minler, Yahûdîler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan kim Allah'a ve âhiret gününe inanır ve iyi bir iş yaparsa, onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyecekler de. (Şüphesiz mü'minler, Yahûdîler, Sabiîler ve Hıristiyanlar) bunun tefsiri Bakara sûresinde geçti. "Vessabiun” mübteda olarak merfû’dur, haberi mahzûftur. Burada niyet onu "inne” dolaymdakilerden geriye bırakmaktır, takdir şöyledir: İnnellezine amenu vellezine hadu vennasara hükmünüm keza vessabune kezalik. Meselâ şu mısrada olduğu gibi: (Gerçekten ben orada garibim, Kayyar da öyle). Şu beyit de öyledir: Yoksa bilin ki, bizler asiyiz, siz de öylesiniz, Aramızda muhalefet devam ettikçe. Yani fâ'lemu enna büğatün ve entüm kezalik, demektir. Bu da ara cümle gibidir, bundan şuraya varılmak istenmiştir: Sabiîler açıkça sapık ve bütün dinlerden çıkmış olmakla beraber îman eder ve iyi şeyler yaparlarsa tevbeleri kabul olunursa, ötekilerin haydi haydi kabul olunur. "Vennesara"nın ona ma’tûf olup "men amene bihi"nin de ikisinin haber olması ve "inne"nin de haberinin mukadder olup arkasındakinin onu göstermesi de câizdir, Meselâ şu beyitte olduğu gibi: Biz yanımızdakine (razıyız) sen de yanındakine Razısın, görüşler farklıdır. Onun (sabiun)nûn "inne” ve isminin mahalline atfı câiz değildir, çünkü o haberden azade olma şartına bağlıdır. Zira o haberden öncekinin üzerine atfedilirse haber hem mübtedanın haberi olur hem de inne'nin haberi olur ki, üzerinde iki âmil birleşir. "Hadu"daki zamire de atfı câiz değildir, çünkü te'kit de fasıla da yoktur. Bir de o Sabiîlerin de Yahûdî olması manasına gelir. Şöyle de denilmiştir: İnne maa manasınadır, maba'di de mübteda olarak mahallen merfû’dur. Şöyle de denilmiştir: Essabiune nûn'un fethası ile mensûbtur, çünkü ye ile câiz olduğu gibi vâv ile de câiz olmuştur. "Men amene billahi velyevmil ahiri” mübteda olarak mahallen merfû’dur, haberi de "felâ havfun aleyhim velahüm yahzenun"dur. Cümle de yukarıda geçtiği gibi "inne"nin haberidir ya da mübtedanın haberidir. Râci zamir de mahzûftur, yani men amene minhüm demektir. Ya da "inne"nin isminden ve ona atfedilenden bedel olarak mahallen mensûbtur. "Vessabiîne” de okunmuştur ki, zaten açıktır. Hemzeyi ye'ye kalp ederek "vessabiyune” de okunmuştur. Hemzenin hazfi ile de "vessabune” de okunmuştur. Hemzeyi elife ibdal etmekle saba'dan yahut sabevtü'den gelir. Çünkü onlar şehvetlerine uymakla sapmışlar ve ne şerîata ne de akla tâbi olmamışlardır. 70Yemin olsun ki, biz İsrâîl oğullarından sağlam söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman onlara bir peygamber hoşlarına gitmeyen bir şey getirdiyse, bir kısmım yalanladılar ve bir kısmını da öldürüyorlardı. "Yemin olsun ki, biz İsrâîl oğullarından sağlam söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik” onlara öğüt vermeleri ve onlara din işlerinin açıklamaları için. "Ne zaman onlara bir peygamber hoşlanmayacakları bir şey getirdiyse” isteklerine uymayan şerîat hükümleri ve zor teklifler gibi "bir kısmını yalanladılar ve bir kısmım da öldürüyorlardı” şartın cevabıdır. Cümle "rüsülen"in sıfatıdır, râci zamir de mahzûftur ki, rüsülen minhüm demektir. Şöyle de denilmiştir: Cevap mahzûftur, onu da bu göstermektedir. Bu da söz başıdır. Katelu yerine "yaktulune” getirilmesi, geçmiş hâli hikâye etmek ve onu zihinlerinde canlandırmak içindir. Bir de öldürmenin kötülüğünü gözler önüne sermek ve şunu da vurgulamak içindir ki, bu onların geçmişte ve gelecekte huylarıdır. Bir de bunda âyet sonlarına riayet edilmiştir. 71Fitne olmayacak sandılar. Kör ve sağır oldular. Sonra Allah tevbelerini kabul etti. Sonra içlerinden çokları yine kör ve sağır oldular. Allah yaptıklarını hakkıyla görmektedir. "Fitne olmayacak sandılar” yani peygamberleri öldürmek ve yalanlamakla başlarına belâ va azâp gelmeyecek zannettiler. Ebû Amr, Hamze, Kisâî ve Ya'kûb "en"in enne'den tahfif edilmiş olduğunu söyleyerek ref ile (tekunu) okumuşlardır. Aslı da ennehu lâ tekunu fitnetün'dür; ennehu tahfif edilmiş, zamir-i şe'n de hazfedilmiştir. Hisban (hasibe) fiilinin getirilmesi de gerçeklik için ve kalplerine yerleştiği için onu ilim yerine koymak maksadı iledir. "Enne” ve "en” mamulü ile beraber iki mef’ûlün yerini tutmuştur. "Feamu” dinden yahut delillerden veyahut hidâyeten kör oldular "ve samımı” hakkı duymaktan sağır oldular, nitekim buzağıya taparken de böyle olmuşlardı. "Sonra Allah tevbelerini kabul etti” yani sonra tevbe ettiler. Allah da onu kabul etti. "Sonra kör ve sağır oldular” bir daha. İkisinde de zamme ile (ummu ve summu) da okunmuştur ki, onları Allah kör ve sağır etti, yani körlüğü ve sağırlığı onlara attı demek olur. Yaygın lehçe ise a'mâ ve esamme'dir. (İçlerinden çokları) bu da zamirden yahut fâilden bedeldir, vâv da cemi alametidir, tıpkı ekelunu elberağisü (beni pireler yediler) sözünde olduğu gibi. Ya da mahzûf mübtedanın haberidir yani elumyu vessummu kesirün minhüm demektir. Kalilün de mübteda’dır, ondan önceki cümle de haberidir de denilmiş ise de zayıftır, çünkü bu gibi yerde haberin başa geçmesi imkânsızdır. "Allah yaptıklarını hakkıyla görmektedir” onlara amellerine göre ceza verecektir. 72Yemin olsun ki, "gerçekten Allah, Meryem Oğlu Îsa Mesih'tir", diyenler kâfir oldular. Mesih ise: Ey İsrâîl oğulları, henim de Rabbim, sizin de Rabhiniz olan Allah'a itâat edin. Çünkü kim Allah'a şirk koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti harâm etmiştir. Zâlimler için yardımcılar yoktur, demiştir. "Yemin olsun ki: Gerçekten Allah, Meryem Oğlu Îsa Mesih'tir, diyenler kâfir oldular. Mesih ise: Ey İsrâîl oğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibâdet edin, dedi” yani şüphesiz ben de sizin gibi Rabbin kuluyum; Binâenaleyh benim de yaradamma sizin de yaradanmıza ibâdet edin. "Çünkü kim Allah'a ortak koşarsa” yani ibâdetinde veya ona hâs olan sıfat ve fiillerinde "şüphesiz Allah ona cenneti harâm etmiştir” ona girmekten men edilir, tıpki harâmın haram edilen kimseye durumu gibi. Çünkü o Allah'ı bir bilenlerin yurdudur. "Onun yeri cehennemdir” çünkü o müşrikler için hazırlanmıştır. "Zâlimler için yardımcılar yoktur” yani onları cehennemden kurtaracak bir kimse yoktur. Zahirin yerine zamirin konulması şirk yüzünden zâlim olduklarını ve hak yolundan saptıklarını tescillemek içindir. Bunun Îsa aleyhisselâm’ın sözünün devamından olma ihtimali de vardır Allahü teâlâ'nın kelâmı olma ihtimali de vardır. Son duruma göre şuna dikkat çekmiş oluyor ki, onlar bunu Îsa'yı büyütmek ve ona yaklaşmak için demişlerdir. Hâlbuki o bu yüzden onlara düşman kesilmiş ve bunun için onlara hasım olmuştur. Artık başkası için ne düşünürsün! 73Yemin olsun ki: Gerçekten Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler de kâfir olmuşlardır. Bir tek Allah'tan başka ilâh yoktur. Eğer bu dediklerine son vermezlerse, içlerinden kâfir olanlara mutlaka acıklı bir azâp dokunacaktır. "Yemin olsun ki, gerçekten Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir olmuşlardır” yani üçün biridir diyenler. Bu da Nasturilerle Melkanilerin dediklerinin hikayesidir. Onlardan kimisi de üç uknumdan bahsedenlerdir. Geçen de birliği söyleyen Yakubilerin görüşüdür. "Bir tek ilâh'tan başka ilâh yoktur” varlıkta zâtı vâcip olup bütün mevcudatın başlangıcı olma itibarı ile ibâdete lâyık olan biri yoktur ancak vahdaniyet sıfatı ile muttasıf, şirki kabul etmeyen bir zât vardır. "Min ilâhin"deki min genelleme için zâittir. "Eğer bu dediklerine son vermezlerse” Allah'ı bir bilmezlerse "içlerinden kâfir olanlara mutlaka acıklı bir azâp dokunacaktır". Yani küfür üzerinde kalanlara dokunacaktır. Yahut Hıristiyanlardan kâfir olanlara dokunacaktır. Le-yemessehüm denilecek yerde leyemessennellezine keferu denilmesi İnkârlarına yapılan şahitliği tekrar etmek ve şuna da dikkat çekmek içindir ki, azâp küfre devam edip ondan vazgeçmeyenedir. Bunun içindir ki, arkasından: 74Allah'a tevbe edip ondan günahlarının bağışlanmasını dilemiyorlar mı? Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Allah'a tevbe edip ondan günahlarının bağışlanmasını dilemiyorlar mı?” buyurmuştur. Yani o boş inanç ve sözlere son vererek tevbe etmiyorlar mı? Bu tespit ve tehditten sonra onu birleyerek üçün birleşmesinden ve hululdan tenzih ile ondan bağışlanma dilemiyorlar mı? "Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” eğer tevbe ederlerse onları bağışlar ve onlara lütfundan verir. Bu soruda ısrarlarına şaşma vardır. 75Meryem oğlu Îsa Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. İkisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara âyetleri nasıl açıklıyoruz! Sonra nasıl döndürülüyorlar? "Meryem oğlu Îsa Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler geçmiştir". Yani o, kendinden önceki peygamberler gibi bir peygamberdir. Onlara nasıl özel mu'cizeler vermişse ona da özel mu'cizeler vermiştir. Eğer onun eliyle ölüleri diriltmişse, asayı da dirilmiş ve onu Mûsa aleyhisselâm’ın eliyle koşan bir yılana çevirmiştir. Bu ise ondan daha acayiptir. Eğer onu babasız yaratmışsa, Âdem'i de babasız ve anasız yaratmıştır ki, bu, daha gariptir. "Annesi çok doğru bir kadındı". Doğruluktan ayrılmayan diğer kadınlar gibi. Ya da peygamberleri tasdik eden kadınlar gibi. "O ikisi yemek yerlerdi” diğer canlılar gibi ona ihtiyaç duyarlardı. Önce o ikisinin en yüksek kemal derecelerini ve bunun onlar için İlâhlık gerektirmeyeceğini bildirdi. Çünkü birçok insanlar bu gibi şeylerde onlara ortaktır. Sonra da eksikliklerini nazara verdi ve Rabliğe aykırı fani şeylerden oluşan bileşiklerden olmasını gerektiren durumlarını açıkladı. Sonra da bu kadar açık delillerle birlikte onların ilâh olduklarını iddia edenlere şaşmamızı istedi ve: "Bak, onlara âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra da bak, nasıl döndürülüyorlar?” dedi. Hakkı dinlemekten ve onu düşünmekten nasıl çevriliyorlar? (Sonra) iki acayip şey arasında fark olduğunu göstermektedir. Yani âyetleri açıklamamız acayiptir, onların yan çizmeleri ise daha acayiptir. 76De ki: Allah'ı bırakıp da size zarar ve fayda veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Allah, evet o, hakkıyla işiten, her şeyi bilendir. "De ki: Allah'ı bırakıp da size zarar ve fayda vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz?” Yani Îsa her ne kadar Allah'ın ona sahip kıldırmasıyla buna sahip ise de ona zâtı itibarı ile sahip değildir. Allah'ın onunla zarar verdiği belâ ve musibetlere ve fayda verdiği sağlık ve bolluğa sahip değildir. (Men) yerine "mâ” kullanması Îsa'nın zatmdaki şeylere bakılmasındandır, onda doğrudan kudretin olmadığına hazırlık içindir. Bir de şuna dikkat çekmek içindir ki, bu cinsten olan ve aslında başkalarıyla benzerlik ve ortaklığı kabul eden kimse ilâhlıktan çok uzaktır. "Zarar"ın önce zikredilmesi de ondan sakınmanın yarardan önemli olmasındandır (tahliye (boşaltmak) tahliyeden (süslemeden) evladır). "Allah, evet o, hakkıyla işiten, her şeyi bilendir". Sözleri ve inançları bilir, ona göre karşılık verir; hayırsa hayır, şerse şer. 77De ki: Ey kitap ehli, dininizde haksız yere aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış ve çoklarım saptırmış ve doğru yoldan çıkmış bir kavmin heva ve heveslerine uymayın. "De ki: Ey ehl-i kitap, dininizde haksız yere aşırı gitmeyin". Yani bâtıl şekilde aşırı gidip de Îsa'yı yücelterek Hanlığını iddia etmeyin yahut onu küçülterek onun veled-i zina olduğunu iddia etmeyin. Hitabın özellikle Hıristiyanlar'a olduğu da söylenmiştir. "Daha önce sapmış bir kavmin heveslerine uymayın". Yani seleflerinin ve liderlerinin demektir ki, bunlar Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem gönderilmeden önce kendi şerîatlarında saptılar. "Birçoklarını da saptırdılar” bid'at ve sapıkhkhklarında onlara taraf olanları. "Ve doğru yoldan saptılar” işlek yol demektir ki, o da İslâm'dır. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem gönderildiği zaman onu yalanlamak ve ona saldırmakla. Şöyle de denilmiştir: Birincisi akim gereğinden sapmalarıdır, ikincisi de şerîatın getirdiğinden sapmalarıdır. 78İsrâîl oğullarından kâfir olanlar Dâvûd'un ve Meryem oğlu Îsa'nın dili ile lanetlendiler. Bu da isyan edip sınırı aşmalarındandır. "İsrâîl oğullarından kâfir olanlar, Dâvûd'un ve Meryem oğlu Îsa'nın dili ile lanetlendiler". Yani Allah onlara Zebûr'da ve İncil'de onların dili ile lâ'net etti. Şöyle de denilmiştir: Eyle halkı cumartesi tatilini ihlal edince Allahü teâlâ onları maymunlara çevirdi, sofra isteyenler de inkâr edince Îsa aleyhisselâm onlara beddua etti, onlara lâ'net etti. Onlar da sabahleyin domuza döndüler. Bunlar beş bin kişi idiler. "Bu da isyan edip sınırı aşmalarındandı” yani kötü ve suret değiştirmeyi gerektiren lâ'net, isyanları ve kendilerine haram edilen şeye tecâvüzleri sonucu idi. 79Onlar birbirlerini yaptıkları kötülükten men etmezlerdi. Yaptıkları şey ne kötüdür! "Onlar birbirini yaptıkları kötülükten men etmezlerdi. Yaptıkları şey ne kötüdür!” Yani birbirlerini yaptıkları kötü şeyi tekrardan yahut aynısını kendilerinin yaptığı şeyden veyahut yapmak istedikleri ve hazırlık yaptıkları kötülükten men etmezlerdi. Yahut da ondan vazgeçmezlerdi. Bu da tenaha anil emri deyiminden gelir ki, bir şeye son verip ondan çekinmektir. "Yaptıkları şey ne kötüdür!” Bu da kötü fiillerinden şaşmadır, kasemle te'kit edilmiştir. 80İçlerinden çoklarının kâfirlerle dostluk kurduklarım görürsün. Nefislerinin onlara takdim ettiği o Allah'ın onlara gazap etmesi ne kötüdür! Onlar azapta ebedî kalacaklardır. "İçlerinden çoklarını görürsün” ehl-i kitaptan çoklarını "kâfirlerle dostluk kurduklarını” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ve mü'minlere nefretlerinden müşriklerle dost olduklarını görürsün. "Nefislerinin onlara takdim ettiği şey ne kötüdür!” Kıyamet günü varmak için işledikleri şey ne kötüdür demektir. (Allah'ın onlara gazap etmesi ne kötüdür) bu da bi'se fiilinin mahsus bizzemmidir, Mana da şöyledir: Allah'ın gazabını ve azapta ebedî kalmayı icap eden şey ne kötüdür! Ya da zemmin illetidir, mahsus ise mahzûftur yani bu ne kötü şeydir, çünkü onlara gazabı ve cehennemde ebedî kalmayı kazandırmıştır. 81Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene îman etselerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat içlerinden çoğu fasık kimselerdir. "Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e îman etselerdi” yani kendi peygamberlerine demektir. Âyet her ne kadar münâfıklar hakkında ise de maksat Peygamberimiz aleyhisselâm'dır. "Ve ona indirilene, onları dostlar edinmezlerdi". Zira îman buna manidir. "Fakat içlerinden çoğu fasık kimselerdir". Dinlerinden çıkmışlardır yahut münâfıklıklarına devam etmektedirler. 82İnsanların mü'minlere en şiddetli düşmanlık edenlerinin Yahûdîlerle müşrikler olduklarını görürsün. Onların mü'minlere sevgi bakımından en yakın olanlarının da "bizler Hıristiyanlarız” diyenler olduğunu görürsün. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar kibirlenmezler de. "İnsanların mü'minlere en şiddetli düşmanlık edenlerinin Yahûdîlerle müşrikler olduklarını görürsün". Çünkü dirençleri kuvvetli, inkârları katmerlidir, hevaya dalmış, taklide meyletmiştir, haktan uzaklaşmış ve peygamberleri inkârda ve onlara düşmanlıkta eğitilmişlerdir. "Onların mü'minlere sevgi bakımından en yakın olanlarının da: Bizler Hıristiyanlarız, diyenler olduğunu görürsün". Çünkü mütevazıdırlar, kalpleri yumuşaktır, dünyaya karşı hırsları azdır ve ilim ve amele ilgileri çoktur. Buna şu kavli ile işâret etmiştir: "Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar kibirlenmezler". Bunda tevazuun, ilim ve amele yönelmenin ve şehvetlerden kaçınmanın kâfirden de olsa övülecek şeyler olduğuna delil vardır. 83Onlar Peygamber'e indirileni dinledikleri zaman hakkı tanımalarından dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. "Rabbimiz, îman ettik; artık bizi şahitlerle beraber yaz", derler. (Onlar Peygamber'e indirileni dinledikleri zaman gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün). Bu da lâ yestekbirun'e atıftır; onların kalplerinin inceliğini, aşırı derecede korkularını, hakkı kabule koşmalarını ve bundan çekinmediklerini açıklamaktadır. Âyette geçen feyz bir şeyin dolmaktan dolayı dökülmesidir. Dolma yerine konulması mübalağa içindir ya da gözleri aşırı ağlamaktan bizzat taşmış gibidir. (Hakkı tanımalarından dolayı). Birinci min ibtida içindir, ikincisi de tanıdıkları şeyi açıklamak (beyaniye) içindir. Ya da bazı manasınadır, çünkü o, hakkın bir kısmıdır. Mana da şöyledir: Onlar hakkın bir kısmını bildiler, bu da onları ağlattı, ya hepsini bilselerdi! "Rabbimiz, îman ettik, derler” buna veya Muhammed'e. "Artık bizi şahitlerle beraber yaz” onun hak olduğuna yahut peygamberliğine şahitlik edenlerle veyahut ümmetinden yaz ki, onlar kıyâmet gününde diğer ümmetlere şahittirler. 84Biz Rabbimizin bizi iyiler topluluğuna katmasını umarken niçin Allah'a ve bize gelen hakka îman etmeyelim! (Biz Rabbimizin bizi iyiler topluluğuna katmasını umarken niçin Allah'a ve bize gelen hakka îman etmeyelim?) Red manasına istifhamdır ve sebep varken îmanın olmamasını uzak görmedir. O sebep de iyilerin yoluna girmek ve onların vardığı yere varmaktır. Ya da birinin "niçin îman ettiniz?” sorusuna cevaptır. "Lâ nü'minü” zamirden hâl’dir, âmil de lâm'daki fiil manasıdır yani eyyü şeyin hasale lena gayra mü'minine billahi yani neden Allah'ın birliğine îman etmeyelim demektir? Çünkü onlar onun üç olduğuna inanıyorlardı. Ya da kitabına ve peygamberine niçin îman etmeyelim demektir? Çünkü bu ikisine îman ona gerçek îmandır. O zaman Allah'ın zikri hazırlık ve yüceltmek için olur. "Natmau” "nü'minü"nün üzerine atıftır yahut mahzûf mübtedanın haberidir. Vâv da hâl içindir yani ve nahnü natmau demektir. Onun âmili de bununla mukayyet olarak birincinin amilidir ya da nü'minü'dür. 85Allah da onlara bu dediklerine karşılık olarak altlarından ırmaklar akan içinde ebedî kalacakları cennetler verdi. İyilerin mükâfatı işte budur. (Allah da bu dediklerine karşılık onlara verdi) yani bu inanca karşılık demektir. Bu da, Hâza kavlu fülanin deyiminden gelir ki, onun görüşüdür manasınadır. "Altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler verdi. İyilerin mükâfatı budur". Güzel bakan ve iyi amel edenlerin demektir ya da bütün işlerinde iyiliği adet hâline getirenlerin demektir. Dört âyet rivâyete göre Necaşi ve adamları hakkında inmiştir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ona mektup gönderdi, o da okudu, sonra Cafer bin Ebi Talib'i ve beraberindeki Muhâcirleri çağırdı. Necaşi rahipleri ve keşişleri de hazır etti. Cafer'e onlara Kur'ân okumasını emretti. O da Meryem sûresini okudu. Ağladılar ve Kur'ân'a îman ettiler. Şöyle de denilmiştir. Bunlar onun kavminden otuz yahut yetmiş kişi hakkında indi. Bunlar Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e geldiler. Onlara Yasin sûresini okudu, onlar da ağlayıp îman ettiler. 86Kâfir olup âyetlerimize inanmayanlara gelince, işte onlar da cehennemin arkadaşlarıdır. (Kâfir olup da âyetlerimize inanmayanlara gelince, işte onlar da cehennemin arkadaşlarıdır). Allah'ın âyetlerine inanmayanları ondan bir bölüm olduğu hâlde küfre atfetmesi şunun içindir, çünkü maksat âyetlere inanmayanların hâllerini açıklamaktır. Onların zikredilmesi ise onları tasdik edenler münasebetiyledir. Böylece korkutma ve özendirme birleştirilmiş olur. 87Ey îman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri harâm etmeyin ve sının aşmayın. Şüphesiz Allah, sınırı aşanları sevmez. "Ey îman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri harâm etmeyin” yani hoş ve lezzetli şeyleri demektir. Sanki yukarıda geçenler Hıristiyanlan rahipliklerinden dolayı methedip de nefislerini kırmaya ve şehvetleri terk etmeye özendirince, arkasından bunda ileri gitmeyi ve helali harâm kılmakla Allah'ın sınırını aşmayı men etmiş ve: "Sınırı aşmayın. Şüphesiz Allah, sınırı aşanları sevmez” buyurmuştur. Bundan Allah'ın size helâl ettiklerinin hududunu aşıp da haram ettiklerine geçmeyin manasını anlamak da câizdir. O zaman âyet helali harâm etmekten ve haramı helâl etmekten men edip orta yola davet etmiş olur. Rivâyete göre Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem bir gün ashâbına kıyâmeti anlattı, onları aşırı derecede uyardı, onlar da korktular ve Osman bin Maz'un'un evinde toplandılar. Devamlı oruç tutmaya, namaz kılmaya, yatakta uyumamaya, et ve içyağı yememeye, kadınlara yaklaşmamaya, koku sürünmemeye, dünyayı terk edip çul giymeye, dervişler gibi diyar diyar gezmeye ve erkeklik organlarını kesmeye karar verdiler. Bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ulaştı. Onlara: Ben böyle şeyle emrolunmadım; nefislerinizin de sizde hakkı var; Binâenaleyh oruç tutun, bazen de tutmayın, gece namaz kılın, uyuyun da. Ben de gece namaz kılar ve uyurum. Oruç tutarım, tutmadığım da olur. Et ve yağ yerim, kadınlara yaklaşırım. Kim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir, dedi. Âyet de bunun üzerine indi. 88Allah'ın size rızık ettiklerinden helâl ve temiz olarak yiyin. O inandığınız Allah'tan korkun. "Allah'ın size rızık ettiklerinden helâl ve temiz olarak yiyin” yani size rızık ettiklerinden helâl ve temiz olanı yiyin demektir. O zaman "helalen” "külu"nûn mef'ûlu olur, "mimma razaka kümullahu” da hâl olur ve nekire olduğu için takaddüm etmiş olur. Min'in ibtidaiye olup "külu"ye mütaallik olması da câizdir, "külu"nûn mef'ûlu olması da câizdir. "Helalen” de Mevsûldan yahut mahzûf aitten hâl olur ya da mahzûf mastarın sıfatı olur. Bu ihtimallere göre eğer haram rızık sayılmazsa, helali zikretmenin fazla bir faydası olmaz. "O hâlde inandığınız Allah'tan korkun." 89Allah sizi boş yere ettiğiniz yeminlerden dolayı sorumlu tutmaz; ancak azmettiğiniz yeminlerden dolayı sorumlu tutar. Onun kefareti de ailenize yedirdiğinizin ortasından on yoksulu yedirmek yahut onları giydirmek veyahut bir köle azat etmektir. Kim bunları bulamazsa, üç gün oruç tutmaktır. İşte ant içtiğiniz zaman yeminlerinizin kefareti budur. Yeminlerinizi muhafaza edin. Allah âyetlerini size böyle açıklıyor ki, şükredesiniz diye. "Allah sizi boş yere ettiğiniz yeminlerden dolayı sorumlu tutmaz” bu da kişinin kasıtsız olarak ağzından çıkan şeydir. Meselâ adamın: Hayır vallahi, evet vallahi, demesi gibi. Şâfiî bu görüştedir. Şöyle de denilmiştir: Öyle olduğunu zannettiği hâlde yemin edip de öyle olmayandır. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh de buna kail olmuştur. "Fi eymaniküm” "yuahizükü mullahu"nûn yahut "ellağvi"nin sılasıdır. Çünkü o mastardır ya da ondan hâl’dir. "Ancak azmettiğiniz yeminlerden dolayı sorumlu tutar” kasıt ve niyetle sağlam yeminlerinizden sorumlu tutar. Mana da şöyledir: Sağlam yaptığınız yeminleri bozduğunuz zaman sorumlu tutar. Bozma bilindiği için zikredilmemiştir. Hamze, Kisâî ve İbn Ayyaş da Âsım'dan rivâyetle şeddesiz olarak "akattüm” okumuşlardır, İbn Âmir de İbn Zekvân rivâyetinde "âkattüm” okumuştur ki, o fâale'den gelir, faale manasınadır. "Fe-keffaretuhu” yani keffaretü niksihi demektir ki, günahını gideren ve onu kapatan şey demektir. Âyetin zahirini yemini bozmadan önce mal ile kefaretini vermenin câiz olduğuna delil getirmişlerdir. Bu da bize (Şâfiîlere) göredir. Hanefiler buna muhalefet ederler. Çünkü Efendimiz aleyhisselâm: Kim bir şeye yemin eder de başkasını daha hayırlı görürse yemininin kefaretini versin ve o hayırlı olanı yapsın, buyurmuştur. "Ailenize yedirdiğinizin ortasından” çeşit yahut miktar bakımından demektir ki, o da her yoksul için bize göre bir müd'dür, Hanefilere göre yarım sa'dır. "Min evsatı” mahallen mensûbtur, çünkü o mahzûf mef’ûlün sıfatıdır, takdiri şöyledir: En tutimu aşerete mesakine min evsatı mâ tutimune. Ya da ıt'amun'dan bedel olarak merfû’dur. Ehlun da erdun veznindedir. "Ehâliküm” şeklinde de okunmuştur ki, bu da ye'yi üç hâlde de elif gibi sâkin kılanlara göredir. Bu da ehlin çoğuludur, leyl'in çoğulu leyaliy ve ard'ın çoğulu aradıy gibi. Ehlat'ın çoğuludur da denilmiştir. "Ev kisvetühüm” bu da "it'amun” üzerine ya da "min evsatı"nın üzerine atıftır, eğer bedel kılınırsa. Kisvet (giyim) de avreti örtecek bir kumaştır. Geniş entaridir yahut rida'dır veyahut izar'dır da denilmiştir. Kâf’ın zammı ile (ev küsvetühüm) de okunmuştur ki, bu da lügattir, Meselâ kudvet ve kıdvet gibi. Ev kisvethüm, kemisli mâ tutimune ehliyküm demektir ki, israf veya dar şekilde ailenizinki ile eşit olarak demektir. Kâf da mahallen merfû’dur, takdiri de: İt'amuhum keüsvetühüm demektir. " Yahut bir köle azat etmektir” bir insanı hürriyetine kavuşturmaktır. Şâfiî bunda kölenin mü'min olmasını şart koşmuş, onu adam öldürme kefaretine kıyas etmiştir. "Ev” edatının manası da mutlak olarak bu üçten birini seçmektir, mükellefi seçimde muhayyer bırakmaktır. "Kim bulamazsa” bunlardan birini "üç gün oruç tutmaktır” bunun kefareti üç gün oruç tutmaktır. Ebû Hanîfe arka arkaya olmasını şart etmiştir, çünkü "selâete eyyamin mütetabiatin” şeklinde de okunmuştur. Bize göre şaz kırâat delil değildir, çünkü ne yazıya geçmiş, ne de sünnette rivâyet edilmiştir. (Bu) zikredilen "yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizin kefaretidir” yemininizi bozduğunuz zaman demektir. "Yeminlerinizi muhafaza edin” gelişi güzel davranmayın, olur olmaz yerlerde kullanmayın yahut da elinizden geldiği kadar yerine getirin, onu bir hayrı kaçırmaya vesile kılmayın ve bozduğunuz zaman kefaretini verin, demektir. "Kezâlike” bu açıklama gibi "Allah size âyetlerini açıklıyor” şerîatının alametlerini gösteriyor "ki, şükredesiniz diye” öğretme nimetine yahut şükrü vâcip olan nimetlerine. Çünkü bu gibi açıklama size çıkış yolunu kolaylaştırır. 90Ey îman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytanın işinden birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtulasınız. "Ey îman edenler, ancak içki, kumar dikili taşlar” yani ibâdet İçin dikilen putlar "ve fal okları” bunların tefsiri Sûrenin başında geçmiştir "pisliktir” akılların tiksineceği çirkeftir. Tekil olması "hamr"in haberi olmasındandır. Ma’tûfların haberi de mahzûftur. Ya da mahzûf muzâfm haberidir sanki şöyle buyurmuştur: İnnema teatil hamri velmeysiri. "Şeytanın işindendir” çünkü onun allayıp pullamasından meydana gelmiştir. (Ondan uzak durun) zamir rics'e aittir ya da zikredilene veyahut teatiye râcidir. "ki, kurtulasınız.” ondan uzak durmakla. Bil ki, Allahü teâlâ içki ve kumarın haramlığını bu Âyette çeşitli şekillerle te'kit etmiştir; Meselâ cümleyi "innema” hasr edatıyla başlatmış, onları putlar ve fal oklarıyla birlikte zikretmiş, onlara pislik demiş ve o ikisini şeytanın işinden saymıştır. Bundan da şuna dikkat çekmek istemiştir ki, bu ikisi ile meşgul olmak katışıksız pisliktir yahut pislik tarafı gâliptir. O ikisinin özünden uzak durmayı emretmiş ve bunu kurtuluşa umut kılmıştır. Sonra da bunların haram olmasını gerektiren dinî ve dünyevî kötülükleri açıklamış ve şöyle buyurmuştur: 91Ancak şeytan içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi? "Ancak şeytan içkide ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan alıkoymak ister". Bu ikisini özellikle tekrar zikretmesi ve bunlardaki vebali şerh etmesi, esas açıklanması istenenin bunlar olmasındandır. Dikili taşlarla fal oklarının zikredilmesi ise bunların da haramlık ve kötülükte o ikisi gibi olmasındandır. Çünkü aleyhisselâm Efendimiz: İçki içen puta tapan gibidir, buyurmuştur. Namazın özellikle ayrı olarak zikredilmesi de onu büyütmek ve şunu bildirmek içindir ki, namazdan yüz çeviren îmandan yüz çeviren gibidir. Çünkü o îmanın (dinin) direğidir. Îmanla küfrü ayırandır. Sonra da geçen çeşitli engellerin sonucu olarak bunlara son vermeyi de istifham siygasıyla teşvik etti ve: "Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?” dedi. Bununla da şunu bildirmek istedi ki, men ve uyarma durumu son noktasına varmış ve herhangi bir mazeret kalmamıştır. 92Allah'a da itâat edin, Peygamber'e de itâat edin ve kötülüklerden sakının. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, ancak Peygamberimize düşen açıkça tebliğ etmektir. "Allah'a da itâat edin, Peygambere de itâat edin” emrettikleri şeylerde "sakının” men ettikleri şeylerden yahut onlara muhalefet etmekten. "Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, ancak Peygamberimize düşen açıkça tebliğ etmektir". Yani bilin ki, sizler arkanızı dönmekle Resûlü aleyhisselâm'a zarar veremezsiniz. Onun görevi yalnız tebliğ etmektir, onu da etmiştir. Böylece ancak kendinize zarar verirsiniz. 93îman edip iyi işler yapanlara tattıklarından dolayı günah yoktur; sakınıp îman ettikleri ve iyi işler yaptıkları; sonra yine sakınıp îman ettikleri, sonra da sakınıp iyilik ettikleri takdirde. Allah iyilik edenleri sever. "Îman edip iyi işler yapanlara tattıklarından dolayı günah yoktur” onlara haram edilmeyen şeylerden, çünkü şöyle buyurmuştur: "Sakınıp îman ettikleri ve iyi işler yaptıkları takdirde". Yani harâmdan sakındıkları ve îmanda ve iyi amellerde sebat ettikleri takdirde, "sonra yine sakındıkları” sonradan kendilerine haram edilen şeylerden sakındıkları takdirde Meselâ içki gibi "îman ettikleri” onun hararnlığma "sonra sakındıkları” sonra devam edip haramlardan kaçınmaya sebat ettikleri "ve iyilik ettikleri takdirde” güzel amelleri araştırıp onlarla meşgul oldukları takdirde. Rivâyete göre içki yasağı indiği zaman ashap: Ya Resûlallah, içki içerek ve kumar için kesilen etten yiyerek ölen kardeşlerimiz ne olacak, dediler? Âyet bunun üzerine indi. Bu tekrarın üç vakit itibarı ile yahut üç hâl yani insanın takvayı îmanla kendi arasında, insanla kendi arasında ve Allah ile kendi arasında kullanması itibarı ile olması ihtimali de vardır. Bunun içindir ki, üçüncüde îmanı ihsanla değiştirmiş, Efendimiz'in ihsan tefsirine işâret etmek istemiştir. Ya da başlangıç, orta ve son mertebe itibarıyladırya da sakındığı şey itibarıyladır. Çünkü azaptan ve şüphelerden sakınmak, harama ve bazı mubahlara düşmekten kaçınmak ve nefsi adi şeylerden korumak ve onu tabiatın kirlerinden arındırmak için tekrar etmiştir. "Allah iyilik edenleri sever” onları hiçbir şeyle sorumlu tutmaz. Bunda şu da vardır ki, bunu yapan muhsin olur, Muhsin olan da Allah'ın sevgilisi olur. 94Ey îman edenler, Allah, görmeksizin kendisinden korkanları ayırt etmek için avdan ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği bir şeyle, yemin olsun ki, sizi imtihan edecektir. Kim bundan sonra aşırı giderse, ona pek acıklı bir azâp vardır. "Ey îman edenler, Allah görmeksizin kendisinden korkanları ayırt etmek için avdan ellerinizin erişebileceği bir şeyle sizi imtihan edecektir". Hûdeybiye seferi senesinde indi, Allah onları avla denedi, vahşi hayvanlar yüklerinin yanlarına kadar sokuluyordu. Öyle ki, ihramlı iken elleriyle ve mızraklanyla onları avlayabilirlerdi. "Bişey'in"deki azlık ve önemsizlik şuna vurgu yapmak içindir ki, bu mal ve can sarf etme gibi ayakları kaydıran büyük şeylerden olmadığı hâlde kim bu sırada yerinde duramazsa, bundan daha önemli şeylerde hiç duramaz. "Görmeksizin kendinden korkanı ayırt etmek için” îmanının kuvvetinden dolayı gâip olup da beklenen azaptan korkanla kalbi zayıf ve îmanı az olduğu için korkmayandan ayrılması için. İlmi zikretmiş ve bilineni ve açıklanmasını irâde etmiştir ya da ilmin taallukunu irâde etmiştir. "Kim bundan sonra aşırı giderse” bu avla denemeden sonra "onun için acıklı bir azâp vardır” tehdit ona ulaşacaktır. Çünkü bu gibi durumda metanetini koruyamayan ve Allah’ın bu husustaki hükmüne riayet edemeyen nefsin daha çok meyledeceği ve ona karşı daha çok hırs göstereceği şeylerde hiç koruyamaz. 95Ey îman edenler, ihramlı iken av öldürmeyin. Kim içinizden onu kasten öldürürse, öldürdüğü hayvan kadar bir ceza verir. Bunu da içinizden adalet sâhibi bir kimse Ka'be'ye ulaşmış bir kurban olarak takdim eder. Yahut bir kefarettir ki, o da bir yoksul doyumudur veyahut bunun değeri bir oruçtur. Tâ ki, ettiğinin vebalini tatsın. Allah geçmişi bağışladı. Kim de geriye dönerse Allah ondan intikâm alır. Allah mutlak gâlibtir, intikâm sâhibidir. "Ey îman edenler, ihramlı iken av öldürmeyin". Hurum ihramlı demektir ve haramın çoğuludur, radah ve ruduh gibi. Belki de boğazlama değil de öldürmeyi zikretmesi genelleme içindir (ne ile öldürürse öldürsün). Avdan da eti yeneni murat etmiştir, çünkü örfe göre gâlip olan odur. Efendimiz aleyhisselâm’ın şu sözü de bunu teyit eder: Beş hayvan helâl bölgede de haram bölgede de öldürülür: Çaylak, karga, akrep, fare ve kuduz köpek. Bir rivâyette akrebin yerine yılan buyurmuştur. Bununla beraber zarar veren her canlıyı öldürmenin câiz olduğuna dikkat çekmiştir. Şunda ise ihtilâf edilmiştir ki, bu yasak boğazlama hükmünü kaldırır mı ki, o zaman ihramlının boğazladığı ölü ve putperestin boğazladığı hükmüne mi girer yoksa kaldırmaz mı ki, o zamanda gasp edenin gasp edip boğazladığı koyun gibi mi olur? "Kim içinizden onu kasten öldürürse” ihramlı olduğunu hatırlayarak ve kendisine haram olduğunu ve öldürdüğü şeyi öldürmenin kendisine haram olduğunu bilerek. Çoğunluk bunu zikretmenin cezanın vücubunu kayıtlamak için olmadığı kanaatindedir. Çünkü kasten veya hataen yapanın telef etmesi tazminat gerektirmede birdir. Onu zikretmesi "kim dönerse Allah ondan intikâm alır” (Maide: 95) kavli içindir. Bir de âyet kasten öldüren hakkında inmiştir. Çünkü rivâyete göre Hûdeybiye umresinde karşılarına bir Zebra çıktı, Ebulyüsr ona bir mızrak atıp öldürdü. (Öldürdüğü hayvan kadar bir ceza verir) ceza ve misl merfû’dur. Kûfeli kurralarla Ya'kûb böyle okumuştur ki, manası fealeyhi ya da vacibuhu cezaün yümasilü mâ katele minen namai demektir. Bu okuyuşa göre câr cezaen'e taalluk etmez, çünkü aralarına sıfat girmiştir. Zira mastarın mütaallakı sıla gibidir, mevsûl ancak sılasıyla tamamlandıktan sonra sıfat alır. Câr ancak cezaen'in (ikinci) sıfatı olur. Ötekiler de mastarın mef’ûlüna muzâf ve "mislü"nün de zâit olmasıyla okumuşlardır. Meselâ: Misli lâ yekulu keza (benim gibi biri böyle demez) gibi. Mana da şöyledir: Fe aleyhi en yücza misle mâ katele. İkisinin de nasbi ile fecezaen misle mâ katele de okunmuştur ki, felyücze cezaen demektir ya da fealeyhi en yücza cezaen yümasilü mâ katele demektir. Fe cezauhu mislü mâ katele şeklinde de okunmuştur. Bu benzerlik de Mâlik ve Şâfiî'ye göre yaratılış ve şekil itibarı iledir; Ebû Hanîfe'ye göre de kıymet itibarı iledir. O: Av, avlandığı bölgede değerlendirilir; eğer kıymeti kurban fiyatına ulaşırsa, kıymetini hediye ederek yiyecek alıp her fakire yarım sa' buğday veya başkasından bir sa' vermekle her fakirin yiyeceği için bir gün oruç tutma arasında serbest bırakılır. Eğer o kıymete varmazsa yemek yedirmekle oruç tutmak arasında serbest bırakılır. Âyetin lâfzı birinci görüşe daha uygundur. "Yahkumu bihi zeva adlin minküm” bu da cezaen'in sıfatıdır, haberindeki zamirinden hâl olma ihtimali de vardır. Ya da cezaen'den hâl’dir, onu muzâf kıldığın yahut sıfat edip de "men” için takdir edilen haberle Merfû' ettiğin zaman. Avı değerlendirme gözlem ve içtihada ihtiyaç duyduğu gibi yaratılış ve şekilde benzerlik de bunlara ihtiyaç duyar. Çünkü türler birbirine çok benzer. "Zevu adlin” şeklinde de okunmuştur ki, cins yahut imâm (devlet büyüğü) murat edilmiş olur. "Hedyen” bihi'deki he'den yahut cezaen'den hâl’dir. Tenvinli olsa da böyledir, çünkü sıfat almakla özellik kazanmış (marifeye yaklaşmıştır) . Ya da "misl"den bedeldir, bu da ya mahalli itibarı iledir ya da nasb eden için lâfzı itibarı iledir. "Baliğal ka'beti” bu da "hedyen"in sıfatıdır, çünkü izafet lafzîdir (şekilden ibarettir). Ka'be'ye ulaşmasının manası da haremde boğazlanıp orada sadaka edilmesidir. Ebû Hanîfe ise: Harem'de boğazlar, istediği yerde sadaka eder buyurmuştur. "Ev keffaretün” bu da "cezaün” üzerine atıftır, eğer onu Merfû' okursan; eğer mensûb okursan mahzûf mübtedanın haberidir. "Taamu miskin” bu da ondan atıf beyan ya da bedeldir veyahut mahzûf mübtedanın haberidir yani hiye taamun demektir. Nâfi' ile İbn Âmir izafetle "keffaretü taamin” okumuşlar. İzafet beyaniyedir, tıpkı: Hatemü fıddatin (gümüş yüzük) gibi. Mana da Şâfiî'ye göre ev en yükeffire biitami mesakine mâ yüsavi kıymetel hedyi demektir ki, o memleket halkının genel gıda maddesinden her fakir için bir müd (bir ölçek) verir. ( Ya da bunun dengi oruç) yahut ona eşit gelecek kadar oruç; her yoksulun yemeği yerine bir gün bir oruç tutar. Adi aslında mastardır, burada ise mef'ûl için kullanılmıştır. Ayn'in kesri ile idi de okunmuştur ki, o da bir şeyin miktarı olarak dengi demektir, Meselâ yükün dengi gibi. Zâlike taama işâret etmektedir. Sıyamen de adlin temyizidir. (İşinin vebalini çeksin) bu da mahzûfa mütaalliktir yani fealeyhil cezau evittamu evissavmu demektir, bunlardan birini yapması gerekir ki, fiilinin ağırlığını çeksin ve ihram yasağım ihlal etmenin kötü sonucuna katlansın. Ya da Allah'ın emrine karşı gelmenin şiddetli ağırlığını çeksin. Vebl aslında ağırlıktır, ettaamul vebil de ağır yemek demektir. "Allah geçeni affetti” cahiliyede ihramlı iken yapılan avlanmayı yahut haramlıktan öncekini veyahut bu seferkini demektir. "Kim dönerse” bu gibi şeye "Allah ondan intikâm alır". Bunda bu işe tekrar dönenden kefaretin kalktığına dâir bir şey yoktur, nitekim İbn Abbâs ile Şüreyh'ten öyle nakledilmiştir. "Allah mutlak gâlibtir, intikâm sâhibidir” kendine isyanda devam edenden. 96Deniz avı ve yemeği; size ve yolculara bir fayda olmak üzere helâl kılındı. İhramlı bulunduğunuz sürece kara avı size haram kılındı. Huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun. "Deniz avı size helâl kılındı” o da ancak suda yaşayan şeylerden avlanılandır ki, hepsi helâldır, çünkü aleyhisselâm Efendimiz: Onun suyu temiz ve ölüsü helâldır, buyurmuştur. Ebû Hanîfe de: Ondan ancak balık helâldır, buyurmuştur. "Yemeği de” dışarı attığı veyahut çekilip de açıkta bıraktığıdır. Şöyle de denilmiştir: Taamuhu'nûn zamiri ava aittir, taamı da onu yemektir. (Faydanız için) metaan mef’ûlün leh olarak mensûb olmuştur. "Ve yolcular için” yani yolcularınız içindir ki, ondan pastırma olarak istifade ederler. "Kara avı size haram kılındı” yani onda avlanmak yahut ondaki av. Birinciye göre ihramlıya da ihramlı olmayanın avladıği harâmdır, ister ki, onda bir müdahalesi olmasın. Cumhur ise buna muhalefet eder, çünkü aleyhisselâm Efendimiz: Av eti size helâldır, onu siz avlamadıkça yahut sizin için avlanmadıkça, buyurmuştur. (İhramlı bulunduğunuz sürece) dâme yedamu'dan gelmek üzere dal'ın kesri ile (mâ dimtüm) de okunmuştur. "Huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun". 97Allah; Ka'be'yi, o Beyt-i harâm'ı, kurbanlıkları ve tasmalı kurbanlıkları insanlar için bir dayanak kıldı. Bu da Allah'ın göklerde ve yerde olanları hakkıyla bildiğini anlamanız içindir. Şunu da bilmeniz içindir ki, Allah her şeyi hakkı ile bilir. "Allah Ka'be'yi kıldı” Beytullah'a Ka'be denilmesi küp şeklinde / yüksek olmasındandır. "Beyt-i harâm'ı” bu da medih için ya da ikinci mef'ûl olarak atıf beyandır. (İnsanlar için bir dayanak olarak) din ve dünya işlerinin kalkınıp canlanması için; korkan ona sığınır, zayıf onda güven bulur, tüccar onda kazanç sağlar, hacılar ve umreciler ona yönelirler. Ya da din ve dünya işlerini ayakta tutan dayanak demektir. İbn Âmir "kıyemen” şeklinde okumuştur ki, o zaman şiba' gibi fial vezninde mastar olur ve aynel fiili de fiili gibi i'lal edilmiştir. Nasbi da mastar ya da hâl olmak üzeredir. "Haram ay'ı, kurbanlıkları ve tasmalı kurbanlıkları". Bunların da tefsiri yukarıda geçmiştir. Haram aydan maksat da içinde haccın eda edildiği aydır, çünkü yanındakilere o münasiptir (kurbanlıklar ve gerdanlıkh kurbanlıklara). Ay'ın cins (dört ay) olduğu da söylenmiştir. (Bu da) eyleme ya da zikredilen şeylere işarettir ki, onlar da ihrama ve diğer şeylere saygı göstermektir. "Allah'ın göklerde ve yerde olanları hakkıyla bildiğini anlamanız içindir". Çünkü ahkâmın meşru kılınması zararlı şeyleri gerçekleşmeden önce önlemek ve onlardan çıkacak sonuçları elde etmek içindir, bu da şerîat sâhibinin hikmetini ve ilminin mükemmelliğini gösterir. "Şunu da bilmeniz içindir ki, Allah her şeyi hakkı ile bilir” bu da özelden sonra genelleme için ve mutlak bıraktıktan sonra mübalağa içindir. 98Bilin ki, Allah'ın azâbı şiddetlidir ve Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Bilin ki, Allah'ın azâbı şiddetlidir ve Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir". Allah'ın haramlarını çiğneyenlere ve onları muhafaza edenlere vaat ve tehdittir ya da üzerinde ısrar edenlere ve onu söküp atanlara. 99Peygamberin görevi, sadece tebliğ etmektir. Allah açıkladıklarınızı ve gizlediklerinizi bilir. “ Peygamberin görevi, sadece tebliğ etmektir.” Peygamberin emrini şiddetle yerine getirmeyi vurgulamaktadır yani Peygamber tebliğ etmesi emredilen şeyleri yerine getirdi, sizin içinde onda kusur etmeye bir mazeret kalmadı. "Allah açıkladıklarınızı ve gizlediklerinizi bilir” tasdik ve yalanlama ve yapma ve azmetme gibi. 100De ki: Murdarla temiz bir olmaz; ister ki, murdarın çokluğu hoşuna gitsin. Öyleyse ey akl-ı selim sahipleri, Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz. "De ki: Murdarla temiz bir olmaz” Allah katında şahısların, amellerin ve malların kötüsü ile iyisinin bir olmayacağı hususunda genel hükümdür. Böylece iyi amele ve helâl mala teşvik etmiştir. "İster ki, murdarın çokluğu hoşuna gitsin” çünkü itibar kötülük ve iyiliğedir; azlık ve çokluğa değildir. Zira övülen az, yerilen çoktan hayırlıdır. Hitap ibret alan herkesedir, bunun içindir ki,. "Ey akl-ı selim sahipleri, Allah'tan korkun” buyurmuştur. Yani kötüyü araştırmada ondan korkun ister ki, kötü çok olsun, iyiyi tercih edin, ister ki, az olsun. "Kurtuluşa eresiniz.” Rivâyete göre âyet Yemame hacıları hakkında indi; Müslümanlar onlara saldırmak istediler, karşı taraf müşrik olsalar da bundan men edildiler. 101Ey îman edenler, size açıklamadığı takdirde sizi üzecek olan şeyleri sormayın. Eğer Kur'ân indirilirken onlardan sorarsanız size açıklanır. Allah onları affetmiştir. Allah çok bağışlayıcı, çok halîmdir. "Ey îman edenler, size açıklandığı takdirde sizi üzecek olan şeyleri sormayın. Eğer Kur'ân indirilirken onlardan sorarsanız size açıklanır". Âyette geçen şart cümlesi ve ona atfedilen "eşyaen"in iki sıfatıdır. Mana da şöyledir: Resûlüllah sallallahu. aleyhi ve sellem'den bazı şeyleri sormayın. Eğer onlar size açıklanırsa sizi üzer. Eğer onlardan vahiy zamanında sorarsanız size açıklanır. Bu iki cümle soru sormayı men neticesini veren iki öncül gibidir. O da bunların sizi üzecek olmasıdır. Akıllı kimse de kendini üzecek şeyi yapmaz. "Eşya” tarfâ vezninde ism-i cem'dir, ancak lamel fiili kalp edilmiş ve lef'â vezninde olmuştur. Şöyle de denilmiştir: O efilâ vezninde idi, şey'in cem'i olarak lamel fiili hazfedilmiştir. Aslı da şey'ün'dür, heynün gibi. Ya da şeyî'dir, sadîk gibi tahfif edilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Eşya efâl veznindedir, cemidir, değişmemiştir, Meselâ beyt ve ebyat gibi. Fakat gayri munsarif olması buna manidir. (Allah onları affetti) eşya'nın başka bir sıfatıdır, Allah onları affetmiş ve onlarla sorumlu tutmamıştır. Çünkü rivâyete göre "Beyt'i haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerinde hakkıdır” (Al- Ümran: 97) âyeti inince Süraka bin Mâlik: "Her sene mi?” dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem yüzünü çevirdi. O da üç defa sordu. O da: Hayır, eğer evet dese idim farz olurdu, Farz olsa idi de gücünüz yetmezdi. Ben sizi bıraktığım sürece siz de beni bırakın, dedi. Âyet bunun üzerine indi. Ya da bu, yeni söz başıdır yani Allah geçmiş sorularınızı affetti, bir daha böyle bir şey yapmayın, demektir. "Allah çok bağışlayıcı, çok halîmdir” kusurlarınızı acele ile cezalandırmaz, çoklarını da bağışlar. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan rivâyet edilmiştir: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bir gün hutbe okuyordu, lüzumsuz çok soru sordukları için öfkeli idi: Bana ne sorarsanız cevabını veririm, dedi. Bir adam: Benim babam nerede, dedi? O da: Cehennemde, dedi. Ötekisi de: Benim babam kimdir, dedi? O da: Huzafe, dedi, başka birisi olarak bilinirdi. 102Gerçekten sizden önce bir kavim onları sormuş, sonra da onu inkâr etmişlerdi. (Onları gerçekten bir kavim sormuştu) zamir "tes'elu"nûn gösterdiği meseleye gider, bunun içindir ki, "an” ile geçişli kılınmamıştır. Ya da "eşya"ya gider, câr hazf edilmiştir. "Min kabliküm” bu da seeleha'ya mütaalliktir, "kavm"in sıfatı değildir. Çünkü zaman zarfı nesneye sıfat olmaz, ondan hâl da olmaz, haber de olmaz. "Sonra da onu inkâr etmişlerdi” yani o sebeple demektir, çünkü sordukları ve istedikleri şeyi inatları yüzünden dinlememişlerdi. 103Allah; ne bahire ne şaibe ne vâsıle ne de ham diye bir şeyi meşru kılmadı. Ancak kâfirler Allah'a karşı yalan iftira ederler. Onların çoğu akıl erdiremezler. "Allah; ne bahire ne şaibe ne vâsıle ne de ham diye bir şeyi meşru kılmamıştır". Cahiliye halkının icat ettikleri şeyi reddetmektedir. Onlar dişi deve on karın doğurur da sonuncusu erkek olursa, kulağını fayda ve salıverirlerdi. Artık binilmez ve sütü sağılmazdı. Bir adam: Eğer hastalığımdan şifa bulursam devem serbesttir derdi, onu bahire gibi yapar ve ondan istifade etmezdi. Koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa ilâhlannmdı. Eğer böyle ikiz doğurursa, dişi, kardeşine ulaştı, der, o sebeple de erkek de boğazlanmazdı. Damızlık hayvan on batın aşılarsa sırtına binmeyi harâm eder, onu ottan ve sudan men etmezler: Sırtını korudu, derlerdi. Âyette geçen "mâ ceale"nin manası, meşru kılmadı, kanun koymadı demektir. Bunun içindir ki, bir mef'ule geçişli kılınmıştır, o da "bahire"dir, "min” de zâittir. "Ancak kâfirler Allah'a karşı yalan iftira ederler” onu haram kılıp Allah'a nisbet etmekle. "Onların çoğu akıl erdiremezler” yani helali harâmdan, mubah edeni harâm edenden ayıramazlar ya da emri yasaktan ayıramazlar, ancak büyüklerini taklit ederler. Bunda şu da vardır ki, onların içinde bunun bâtıl olduğunu bilen vardı fakat liderlik sevgisi ve atalarının taklidi bunu itirafa imkân vermiyordu. 104Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin” denildiği zaman, "atalarımızı onun üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve doğru yola girmiyorlarsa! "Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin” denildiği zaman "atalarımızı onun üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” derler. Bu da akıllarının kıtlığını, taklide dalmalarını ve bundan başka dayanakları olmadığını göstermektedir. (Ya ataları bir şey bilmiyor ve doğru yola gitmiyorlarsa!) Vâv hâl içindir, üzerine hemze bu hâlde fiili inkâr etmek için gelmiştir yani atalarını üzerinde buldukları şey onlara yeter mi, ya onlar câhil ve sapık idilerse! Mana da şöyledir. Birine uymak ancak bilgili ve doğru yolda olursa câizdir, bu da ancak delille bilinir. Öyleyse taklit yeterli değildir. 105Ey îman edenler, siz kendinize bakın. Siz doğru yolu bulduğunuz zaman, sapanlar size zarar vermezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verir. (Ey îman edenler, siz kendinize bakın) yani nefislerinizi koruyun ve onları düzeltmeye çalışın. Câr ve mecrûr (aleyküm) ilzemu manasına isim kılınmıştır, bunun için de enfüseküm'ü nasp etmiştir. Mübteda olarak Merfû' da okunmuştur. "Siz doğru yolu bulduğunuz zaman, sapanlar size zarar vermezler” siz hidâyette olursanız sapıklar size zarar vermez. Doğru olmanın gereği de kötü şeyi gücünün yettiği kadar önlemektir, nitekim aleyhisselâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Kim bir kötülük görür ve onu eliyle değiştirmeye gücü yeterse onu eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmezse dili ile değiştirsin, eğer buna da gücü yetmezse kalbi ile değiştirsin. Âyet mü'minler kâfirler adına üzülüp de îmanlarını temenni etmeleri üzerine inmiştir. Şöyle de denilmiştir: Adam Müslüman olduğu zaman ona: Sen atalarını aptal yerine koydun, derlerdi, âyet bunun üzerine indi. "Lâ yedurruküm” yeni cümle başı olarak merfû’dur. "Lâ yedıyrüküm” okunması da bunu teyit eder. Cevap yahut nehiy olarak cezm ile de okunmuştur, ancak ra idgam edilen ra'nın harekesinden dolayı Mazmûm olan dad için Mazmûm kılınmıştır. Feth ile ve dad’ın zammı ve kesri ile "lâ yedurraküm” ve "layedırküm” okuyanın kırâati da bunu destekler. Bu da daramı yıdiyruhu ve yediruhu'dan gelir. "Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verir” her iki grup için vaat ve gözdağıdır, hiç kimsenin başkasının günahını çekmeyeceğine tembihtir. 106Ey îman edenler birinize ölüm gelip çattığı zaman vasiyet ânında sizden iki adalet sâhibi şahitlik etsin yahut yeryüzünde sefer ettiniz de başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan iki başkası şahitlik etsin. Onların şahitliklerinden şüphe ederseniz, onları namazdan sonra alıkoyarsımz; "akraba da olsa ona (yemine) karşı bedel almayız, Allah'ın şahitliğini gizlemeyiz. Biz o takdirde günahkârlardan oluruz” diye Allah'a yemin ederler. "Ey îman edenler, aranızda şahitlik” yani aranızda şahitlik etmekle emrolunduğunuz şeylerde demektir. Şahitlikten maksat vasiyette şâhit tutmaktır. Onun zarfa (beyniküm) izafe edilmesi mecaz yolu iledir. Nasb ve tenvîn ile liyukim (yapsın) manasına (şahadeten) de okunmuştur. "Birinize ölüm gelip çattığı zaman” yaklaştığı, emareleri görüldüğü zaman demektir. İza edâtı da şahadetin zarfıdır. "Hiynel vasiyeti” bu da ondan bedeldir, onun bedel oluşunda şuna dikkat çekilmiştir ki, vasiyet gevşeklik edilmeyecek kadar ciddi bir şeydir. Ya da "hadara"nın zarfıdır. "İsnani” şahadet'in fâ'ilidir. Muzâfin hazfi ile haberi olması da câizdir. "Zeva adlin minküm” akrabalarınızdan veya Müslümanlardan adalet sâhibi iki kimse demektir. Bunlar da isnani'nin sıfatıdır. "Ev aharani min ğayriküm” bu da isnani'ye atıftır. Kim ğayr'i ehl-i zimmet ile tefsir ederse, onu mensûh kılmış olur; çünkü onun Müslümana karşı şahitliği icma ile dinlenilmez. "Eğer yeryüzünde sefer ederseniz” onda yolculuk ederseniz de "başınıza ölüm musibeti gelirse” yani ecele yaklaştmızsa "onları alıkoyarsınız” onları durdurur ve bekletirsiniz. Bu da aharani'nin sıfatıdır. Şart da "ev aharani min ğayriküm” kavlinin delâlet ettiği mahzûf cevabiyle ara cümledir. Faydası da şahitlerin sizden olmasına özen göstermektir. Eğer mümkün olmazsa Meselâ yolculukta olduğu gibi, başkasından olur. Ya da yeni söz başıdır sanki: Şahitlerden şüphe edersek ne yapalım, denilmiştir? O da: Onları tutarsınız, buyurmuştur. "Namazdan sonra” ikindi namazından sonra, çünkü o, insanların toplandığı ve gece melekleri ile gündüz meleklerinin karşılaştığı andır. Herhangi bir namazdır da denilmiştir. "Eğer şüphe ederseniz Allah'a yemin ederler.” içinizden mirasçı olan şüphe ederse demektir. "Ona karşı bedel satın almayız” bu da kasemin cevabıdır. "Eğer şüphe ederseniz” ara cümledir, kasemin şüphe anma mahsus olduğunu ifade eder. Mana da şöyledir: Yemini veya Allah'ı dünya malına değiştirmeyiz yani tamah edip de Allah'a yalan yemin etmeyiz, demektir. "Akraba olsa da” yemin edilen akrabamız olsa da. Bunun cevabı da mahzûftur yani satın almayız, demektir. "Allah'ın şahitliğini gizlemeyiz” yani yerine getirmemizi emrettiği şahitliği demektir. Şabi'den şöyle rivâyet edilmiştir. O şahadeh lâfzının üzerinde vakfetti. Sonra da Allah lâfzını kasemi hazfetmiş ve onun yerine istirham harfini getirmiş olarak med ile (âllahi) okumuştur, tstifhamsız okuduğu da rivâyet edilmiştir, Meselâ: Allahi leefalenne (vallahi yapacağım) gibi. "O takdirde zâlimlerden oluruz” yani gizlediğimiz zaman demektir. Hemzenin hazfi, harekesinin lâm'a nakli ve nûn'un da ona idgamı ile (leminellasimin) şeklinde de okunmuştur. 107Eğer o ikinin bir vebal hak ettikleri fark edilirse, hak terettüp eden ve ölüye daha yakın iki kişi onların yerlerine geçer; "muhakkak bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha doğrudur. Biz (hakkı) çiğnemedik; aksi takdirde zâlimlerden oluruz” diye yemin ederler. "Feinusira” eğer fark edilirse "alâ ennehümes tehakka ismen” günah getirecek bir şey yaptıkları, Meselâ değiştirme gibi "feaharani” başka iki şâhit "onlara hak terettüp edenlerden” mağdurlardan demektir ki, onlar da mirasçılardır. Hafs malum kalıbıyla istehakka okumuştur, fâili de evleyani'dir. Bunlar da akraba oldukları ve ölüyü bildikleri için şahitliğe daha lâyık olanlardır. Bu da mahzûf mübtedanın haberidir, o da hüma elevleyani demektir. Ya da "aharani"nin haberidir yahut onlardan veya "yekumani"nin zamirinden bedeldir. Hamze, Ya'kûb ve Ebû Bekir de Âsım'dan naklen evveleyni okumuşlardır ki, o da "ellezeyni"nin sıfatı yahut ondan bedel olur yani minellezines tuhikka aleyhim demek olur. Tesniye ve medh üzere mensûb olarak da "elevveleyni” de okunmuştur, "elevvelani” de okunmuştur ki, i'rabı evleyani gibidir. "Muhakkak bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha doğrudur” ve kabul edilmeye daha layıktır. (Biz hakkı çiğnemedik) onda hakka tecâvüz etmedik demektir. "Aksi takdirde zâlimlerden oluruz, diye yemin ederler". Bâtılı hakkın yerine koyanlardan yahut nefsimize zulmedenlerden oluruz. İki Âyetin manası şöyledir: Ölmek üzere olan bir kimse vasiyet etmek istediği zaman kendi soyundan yahut dîninden vasiyetine iki şâhit getirir. Yahut ihtiyaten onlara vasiyet eder. Eğer onları bulamazsa Meselâ seferde olması gibi başkalarından ikisi şahitlik ederler. Sonra eğer kargaşa ve şüphe çıkarsa dediklerinin doğru olduğuna dâir o vakitte ağır yemin ederler. Eğer bir emare ve zan ile yalan söyledikleri fark edilirse, ölünün yakınlarından başka ikisi yemin ederler. Eğer bu ikisi şâhit ise hüküm mensuhtur, çünkü şahide yemin ettirilmez, varisin yemini ile de karşı yemin ettirilmez. Eğer o ikisi vasi iseler hüküm sabittir ve yemin de mirasçılara iade ettirilir. Bu da ya iki vasinin hiyanetlerinin ortaya çıkmasındandır; çünkü vasinin yeminle tasdiki emin olduğu içindir ya da dava değiştiği içindir. Çünkü rivâyete göre Temim Dari ile Adiy bin Zeyd Şâm'a ticaret için çıktılar. İkisi de Hıristiyan idiler. Yanlarında da Anın bir As’ın azatlısı Büdeyl bin Varka vardı. O da Müslüman idi. Şâm'a vardıkları zaman Büdeyl hastalandı; yanındakileri bir sayfaya yazdı ve onu eşyasının içine attı. Bunu o ikisine haber vermedi. Onlara malını ailesine vermelerini vasiyet etti ve öldü. O ikisi malını araştırdılar, ondan gümüş bir kupa aldılar, üç yüz mıskal altınla yaldızlanmıştı. Onu sakladılar. Ailesi de sahifeyi buldu, o ikisinden gümüş vazoyu istedi. Onlar da inkâr ettiler. Davayı Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e götürdüler. "Ey îman edenler” âyeti bunun üzerine indi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem o ikisine ikindi namazından sonra minberin yanında yemin ettirdi. Sonra da onları serbest bıraktı. Sonra da kap ellerinde bulundu. Ölünün Sehm kabilesinden olan oğulları gelip vazoyu istediler. O ikisi de: Biz bunu ondan satın aldık, ancak şahidimiz olmadığı için onu ikrar etmek istemedik, dediler. O ikisini Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e götürdüler. "Fein usire” kısmı bunun üzerine indi. Sehm kabilesinden Amr bin As ile Muttalib bin Rifaa kalktılar, yemin ettiler. Belki de sayının belirtilmesi bu vakaya mahsustur. 108İşte bu, şahitliği lâyık olduğu veçhile eda etmelerine yahut yeminlerinden sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına daha yakındır. Allah'tan korkun ve dinleyin. Allah fâsıklar topluluğuna hidâyet etmez. "Bu” geçen hüküm yahut şahidin yemin ettirilmesi "şahitliği lâyık olduğu vech ile eda etmelerine daha yakındır” değiştirmeden ve hainlik etmeden yüklendikleri gibi eda etmelerine daha yakındır "yahut yeminlerinden sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına daha yakındır” dava edenler yemin ettikten sonra davaları reddedilirse hiyanet ve yalan yemin meydana çıktığı için rezil olurlar. Eymanihim şeklinde çoğul yapılması bütün hükümlere şamil olmasındandır. "Allah'tan korkun ve dinleyin” size vasiyet edileni can kulağı ile "Allah fâsıklar topluluğuna hidâyet etmez” yani onlara delil yahut cennet yolunu göstermez. Allahü teâlâ'nın: 109Allah'ın, peygamberleri topladığı günde: "Size ne cevap verildi?” der. Onlar da: "Bizim bilgimiz yok. Şüphesiz sen gâipleri çok iyi bilensin” derler. "Allah'ın, peygamberleri topladığı günde” kavli, bu hidâyet etmez kavlinin zarfıdır. "Vetteku"nûn mef’ûlündan bedel-i istimal ile bedeldir de, denilmiştir ya da muzâfın hazfi ile "vesmau"nûn mef'ûlüdür yani vesmau habere yevmi cemihim demektir. Ya da gizli "üzkür” ile mensûbtur. "Der” Peygamberlere "maza ücibtüm” eyye icabetin ücibtüm (size ne cevap verildi)? Bu durumda "maza” mastar yerinde olur yahut bieyyi şeyin ücibtüm denir ki, câr hazfedilmiş olur. Bu soru kavimlerini kınamak içindir, nitekim diri diri gömülen kız çocuğuna sorulan soru da böyledir. Bunun içindir ki, "bizim bilgimiz yok” demişlerdir. Yani senin bildiğini biz bilemeyiz demektir. "Şüphesiz sen gâipleri çok iyi bilensin” bize cevap verip de açıkladıklarından ve kalplerinde gizleyip de bilmediklerimizden ne varsa sen bilirsin. Bunda onlardan şikayet vardır ve onlardan çok çekmeleriyle işi ona havale etme vardır. Mana şöyledir de denilmiştir: Senin ilminin yanında bizim ilmimiz yoktur. Ya da bizden sonra yaptıkları şey hakkında ilmimiz yoktur; itibar sonucadır. Nasb ile "allâme” de okunmuştur ki, bu durumda söz "inneke ente"de bitmiş olur. Yani bilinen sıfatlarla mevsûf olan yalnız sensin. "Allâme” de ihtisas yahut nida olmak üzere mensûbtur. Ebû Bekir ile Hamze ğayn'in kesri ile nerede gelirse (ğiyub) okumuşlardır. 110O zaman Allah şöyle demişti: "Ey Meryem oğlu Îsa, senin ve annenin üzerindeki nimetimi hatırla; hani seni Rûhu'l - Kuds ile desteklemiştim. Sen beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Hani sen benim iznimle çamurdan kuş şekli gibi bir şey tasarlıyor ve ona üflüyordun; o da benim iznim ile kuş oluyordu. Benim iznimle anadan doğma körü ve abraşı iyi ediyordun. Hani benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Hani İsrâîl oğullarını senden çekmiştim. Hani sen onlara açık mu'cizeler getirmiştin de onlardan kâfirler: "Bu, ancak açık bir büyüdür” demişlerdi, (O zaman Allah şöyle demişti: "Ey Meryem oğlu Îsa, senin ve annenin üzerindeki nimetimi hatırla)” "yevme yecmau"den bedeldir, bu da "ve nada ashâbul cenneti” (Araf: 44) metodu üzeredir (gelecek geçmiş yerine konulmuştur). Mana da şöyledir: Allahü teâlâ o gün kâfirleri peygamberlere verdikleri cevapla ve onlara verdiği mu'cizeleri saymakla azarlayacak. Onlardan bir grup onları yalanladı ve onlara sihirbaz, dedi, bir grup da ileri gittiler; onları îlah edindiler. Ya da iz gizli "üzkür” ile mensûbtur. (Hani seni desteklemiştim) takviye etmiştim, bu da "nimetî"nin zarfıdır yahut ondan hâl’dir. "İz âyettüke” "biruhil kudüsi” şeklinde de okunmuştur ki, o Cebrâîl aleyhisselâm'dır ya da dini veya nefsi ebedî hayatla dirilten ve günahlardan arındıran kelâmla destekledim demektir. "Beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun” sözü de bunu destekler yani beşikte iken de orta yaşlı iken de konuşuyordun demektir. Mana da şöyledir: Sen bebek iken de yetişkin iken de aynı şekilde tutarlı konuşuyordun. Mana onun bebeklik hâlini mükemmel akıl ve konuşmada orta yaşla eşitlemektir. Bundan onun ahir zamanda gökten ineceği sonucu çıkarılmıştır. Çünkü o orta yaştan önce göğe kaldırılmıştı. "Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Hani sen benim iznimle çamurdan kuş şekli gibi bir şey tasarlıyor ve ona üflüyordun; o da benim iznimle kuş oluyordu. Benim iznimle anadan doğma körü ve abraşı iyi ediyordun. Hani benim iznimle ölüleri kabirlerinden hayata çıkarıyordun". Bunun tefsiri Al-i İmran sûresinde geçmiştir. Nâfi' ile Ya'kûb "tairen” okumuşlardır. Bakır gibi tekile de çoğula da ihtimali vardır. "Hani İsrâîl oğullarını senden çekmiştim” yani seni öldürmek isteyen Yahûdîleri demektir. (Hani sen onlara açık mu'cizeler getirmiştin). Bu da kefeftü'nün zarfıdır. "Onlardan kâfirler: Bu apaçık bir büyüdür, demişlerdi". Yani senin bu getirdiğin sihirden başka bir şey değildir demektir. Hamze ile Kisâî "illâ sahirün” okumuşlardır ki, Îsa aleyhisselâm'a işarettir. 111Hani Havarilere: "Bana ve peygamberime îman edin” diye vahyetmiştim, onlar da: "Îman ettik; şâhit ol ki, gerçekten bizler Müslümanlarız” demişlerdi. "Hani Havarilere vahyetmiştim” yani onlara elçilerimin dili ile emretmiştim (bana ve peygamberime îman edin, diye) "en"in mastariye olması da müfessire olması da muhtemeldir. "Onlar da: Îman ettik, şâhit ol ki, gerçekten bizler Müslümanlarız, demişlerdi". İhlaslı kimseleriz, demektir. 112O vakit Havariler: "Ey Meryem oğlu Îsa, Rabbin üzerimize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi, O da: Eğer mü'min kimseler iseniz Allah'tan korkun, demişti. "İz kalel havariyyune ya isabni meryeme” üzkür ile mensûbtur ya da "Kâlû"nûn zarfıdır. Bu durumda onların "Rabbin üzerimize gökten bir sofra indirebilir mi?” sözlerinde samimi olduklarını iddialarıyla birlikte îmanlarının henüz tahkik derecesine ulaşmadığına ve marifetlerinin henüz sağlamlaşmadığma dikkat çekmiş olur. Şöyle de denilmiştir: Bu güç yetme, hikmet ve irâde-i İlâhiye göredir; kudrete göre değildir. Mananın: Rabbin sana cevap verir mi demek olduğu da denilmiştir. İstetaa etaa manasınadır, tıpkı istecabe'nin ecabe manasına olduğu gibi. Kisâî: "Hel testetiu rabbeke” okumuştur ki, Rabbine sorabilir misin demektir? Yani ona bir şeyden çekinmeden sorabilir misin, demektir. Âyette geçen maide, üzerinde yemek olan masa demektir. Madel mau yemidü'den gelir ki, su kımıldamaktır ya da madehu'dan gelir ki, birine vermektir. Sanki takdim edilene bir şey veriyor gibidir. Bunun bir benzeri de: Şeceretün mutimeh sözüdür ki,rimli ağaç demektir. "O da: Allah'tan korkun, dedi” bu gibi sorulardan. "Eğer mü'min kimseler iseniz” onun kemal-i kudretine ve benim gerçek peygamberliğime, demektir ya da îman iddianızda doğru iseniz, demektir. 113Onlar da şöyle dediler: "Biz ondan yemek istiyoruz; kalplerimiz yatışsın; bize doğru söylediğini bilelim ve ona şâhitler olalım". "Onlar da şöyle dediler: Biz ondan yemek istiyoruz". Onları bu isteğe davet eden şeye hazırlık, mazeret ve açıklamadır; o da ondan yiyerek istifade etmeleridir. "Kalplerimiz yatışsın” kemal-i kudretine istidlal ilmine, müşahede ilminin eklenmesiyle. "Bize doğru söylediğini bilelim” peygamberlik iddiasında veya Allah'ın, davetini kabul edeceğinde. "Ve ona şâhitler olalım” bizi şâhit tuttuğun zaman yahut kulağımızla duyanlardan değil de gözlerimizle görenlerden olalım. 114Meryem oğlu Îsa şöyle dedi: Allah'ım, Rabbimiz, üzerimize gökten bir sofra indir de bizim için, ilkimiz ve sonumuz için bize bir mu'cize olsun. Bize rızık ver. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın. "Meryem oğlu Îsa da şöyle dedi” bu konuda doğru bir gerekçelerinin olduğunu veyahut bundan vazgeçmeyeceklerini görünce onları delille susturmak için dedi: "Allah'ım, Rabbimiz, üzerimize gökten bir sofra indir de bizim için bize bir bayram olsun” yani indiği gün hürmet edeceğimiz bir bayram olsun. Burada geçen iyd aid (devr eden) neşe demektir. Bunun içindir ki, bayrama iyd denilmiştir. Emrin cevabı olarak "tekün” de okunmuştur. (İlkimiz ve sonumuz için) "lena"dan amilin tekrarı ile bedeldir, yani geçmişimiz ve geleceğimiz için demektir. Rivâyete göre sofra Pazar günü indi, bunun içindir ki, Hıristiyanlar onu bayram edindiler. Ondan ilkimiz de sonumuz da yesin de denilmiştir. "Liulana ve uhrana” şeklinde de okunmuştur ki, ümmet yahut bölük demektir. "Ve ayeten” iyden'e atıftır "minke” onun sıfatıdır yani kemal-i kudretini, benim de gerçek peygamberliğimi gösteren bir mu'cize olsun. "Bize rızık et” sofrayı yahut ona şükrü "sen rızık verenlerin en hayırlısısın” çünkü rızkı yaratan ve karşılıksız veren sensin. 115Allah da şöyle dedi: Şüphesiz ben onu üstünüze indireceğim. Artık kim bundan sonra nankörlük ederse, şüphesiz ben ona dünyalardan hiçbir kimseye etmediğim azâbı edeceğim. (Allah da şöyle dedi: Onu üstünüze indireceğim) Nâfi', İbn Âmir ve Âsım şedde ile "münezzilüha” okumuşlardır. (Artık kim bundan sonra nankörlük ederse, şüphesiz ben ona azâp edeceğim) yani taziben demektir. Mecaz yolu ile mef'ûl kılmak da câizdir. "Lauazzibuhu” zamir mastara aittir yahut ondan mâ yuazzebu bihi murat edilirse harfi çerin hazfi ile azaba râcidir. "Dünyalardan hiçbir kimseye” yani zamanlarının alemlerinden yahut mutlak âlemlerden demektir. Çünkü onlar maymunlara ve domuzlara çevrildiler ve hiç kimseye onlarınki gibi azâp edilmedi. Rivâyete göre sofra iki kızıl bulutun arasında indi, onlar da ona bakıyorlardı. Geldi önlerine düştü. Îsa aleyhisselâm ağladı ve: Allah'ım, beni şükredenlerden eyle. Allah'ım, onu âlemlere rahmet eyle ve onu işkence ve azâp eyleme, dedi. Sonra kalktı, abdest aldı, namaz kıldı ve ağladı. Sonra örtüyü açtı, bismillahi hayrir razikin, dedi. Pişmiş kılçıksız balıklar gördü, yağı akıyordu. Başucunda tuz, kuyruğunun yanında da sirke vardı. Etrafında da pırasa hariç bütün yeşillikler vardı. Beş yufka ekmek vardı, birinin üzerinde zeytin, ikincinin üzerinde bal, üçüncünün üzerinde yağ, dördüncünün üzerinde peynir ve beşincinin üzerinde de pastırma vardı. Şemun: Ey Allah'ın rûhu, dünya taamından mıdır yoksa âhiret taamından mıdır, dedi? O da: İkisinden de değildir, ancak Allah onu kendi kudretiyle icat etti. İstediğinizden yiyin, şükredin ki, Allah arkasını getirsin, lütfunu artırsın, dedi. Onlar da: Ey Allah'ın Rûh'u, bize bundan başka mu'cize de göstersen, dediler, o da: Ey balık, Allah'ın izni ile canlan, dedi. Balık kıpırdadı, sonra ona eski hâline dön, dedi. O da kızarmış hâle geldi. Sonra sofra urtu. Sonra arkasından isyan ettiler, suretleri değişti. Şöyle de denilmiştir: Onlara birer gün ara ile kırk gün devam etti. Üzerinde fakirler, zenginler, küçükler ve büyükler toplanıyorlardı. Güneş dönünce uçuyordu. Onlar da gölgesinde iken bakıyorlardı. Ondan yiyen fakir ömrü boyunca zengin oldu, hasta iyileşti, bir daha hasta olmadı. Sonra Allahü teâlâ Îsa aleyhisselâm'a vahyetti, soframı fakirlere ve hastalara aç; zenginlere ve sağlara değil dedi. O zaman insanlar karıştı; onlardan seksen üç kişinin sureti değişti. Şöyle de denilmiştir: Allah onu bu şartlarla indireceğini söyleyince aflarını istediler ve: İstemiyoruz, dediler, sofra da inmedi. Mücâhid: Bu bir misaldir, Allah onu mu'cize isteyenlere getirmiştir, buyurmuştur. Sofilerden biri de şöyle buyurmuştur: Burada sofra gerçek marifetlerden ibarettir, çünkü o rûhun gıdasıdır, yiyeceklerin de bedenin gıdası olduğu gibi. Buna göre belki de durum şöyle idi: Onlar vakıf olamayacakları gerçekleri arzu edince Îsa aleyhisselâm onlara: Eğer îmanı kazanırsanız takvayı da kullanın ki, ona vakıf olma imkânını bulaşınız, dedi. Onlarsa istemekten vazgeçmediler, onda ısrar ettiler. O da ısrarlarından dolayı istedi. Allahü teâlâ da onu indirmenin kolay olduğunu fakat içinde risk ve sonuçta korku olduğunu bildirdi. Çünkü salike makamından daha yüksek şeyler keşif olursa, belki de onu kaldıramaz, sebat edemez; fena şekilde sapar gider. 116Hatırla, Allah: "Ey Meryem oğlu Îsa, insanlara sen mi: "Beni ve anamı Allah'tan başka iki ilâh edinin?” dedi, demişti. O da şöyle dedi: "Seni tenzih ederim. Benim için hakkım olmayan bir şey söylemek olmaz. Eğer onu demişsem, sen onu bilmişsindir. Sen benim içimdekini bilirsin; bense senin içindekini bilmem. Şüphesiz sen gâipleri çok iyi bilenin ta kendisisin". "Hatırla, Allah: Ey Meryem oğlu Îsa, insanlara sen mi "Beni ve anamı Allah'tan başka iki ilâh edinin?” dedin, demişti". Bununla kâfirleri tekdir etmek ve azarlamak istiyor. "Min dunillah” ilaheyn'in sıfatıdır yahut ittehizuni'nin sılasıdır. "Dun"un manası da ya benzememektir ki, onda şuna vurgu yapılmak istenmiş olur: Allah'a başkasıyla beraber ibâdet etmek etmemek gibidir; Binâenaleyh o ikisiyle birlikte Allah'a da ibâdet ederse, sanki onlara ibâdet etmiş ve ona ibâdet etmemiş gibi olur. Ya da dun'un manası kusur ve eksikliktir. Çünkü onlar o ikisine ibâdeti hak etmiş olarak tapmadılar; ancak onlara ibâdetin azîz ve celil olan Allah'a ibâdete götüreceğini iddia ettiler. Sanki şöyle denilmiş gibi oldu: Beni ve anamı iki ilâh edinin, bizim aracımızla Allah'a kavuşun. "O da: Seni tenzih ederim, dedi". Yani ünezzihüke tenzihen (seni ortağın olmaktan tenzih ve takdis ederim dedi). "Benim için hakkım olmayan bir şey söylemek olmaz” onu demek hakkım olmayan bir sözü söylemem uygun olmaz. "Eğer onu demişsem, sen onu bilmişsindir. Sen benim içimdekini bilirsin, bense senin içindekini bilmem” sen benim içimde gizlediğimi açıkladığım gibi bilirsin. Bense senin gizlediğin malumatları bilemem. "Fi nefsike” sözü diğerine şeklen benzemek içindir. Nefisten murat zattır da denilmiştir. "Şüphesiz sen gâipleri çok iyi bilenin ta kendisisin” bu da mana ve mefhum-ı muhâlif itibarı ile iki cümlenin ikrar ettirilmesidir. 117Ben onlara ancak bana: "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah'a ibâdet edin” diye emrettiğin şeyi dedim. Ben içlerinde bulunduğum sürece üzerlerinde bir şâhit oldum. Sen beni alınca onların üzerindeki gözcü sen idin. Sen her şeye şahitsin. "Ben onlara ancak bana emrettiğini dedim” bu da sorulan şeyi kapalı olarak takdim ettikten sonra olmadığını açıkça ifade etmektir. "Eni'budullahe rabbi ve rabbeküm” bu da bihi'deki zamirin atıf beyanıdır ya da ondan bedeldir. Mübdeli mutlak olarak atmak bedelin şartı değildir ki, bundan mevsûlün zamirsiz kalması lâzım gelsin. Ya da gizli mübtedanın haberidir (hüve gibi) ya da gizli fiilin mef'ûlüdür, Meselâ a'ni gibi. "Mîmma emerteni"den bedel olması câiz değildir; çünkü mastar kavl'in mef'ûlu olmaz. "En"in müfessire olması da câiz değildir; çünkü emir Allahü teâlâ'ya isnat edilmiştir, o ise: "benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah'a ibâdet edin” demez. Kavl maddesi tefsir etmez, bilâkis cümle kendinden sonrakini hikâye eder. Ancak kavl emirle te'vil edilirse olur. O zaman şöyle demiş gibi olur: Mâ emertühüm illâ misle mâ emerteni bihi eni'budullahae. "Ben içlerinde bulunduğum sürece üzerlerinde bir şâhit oldum” yani onlara gözcü oldum, onları böyle şeyler demekten veya böyle şeylere inanmaktan men ettim. Ya da küfür ve îman gibi hâllerini müşahede ettim, demektir. "Beni alınca” göğe kaldırmakla, çünkü "seni alacak ve kaldıracağım” (Al-i İmran: 55) buyurmuştur. Teveffi bir şeyi tam almaktır, ölüm de bunun çeşididir (ölüm tam almaktır, hastalık yarım almaktır). Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Allah canları ölürken alır, ölmeyeni de uykusunda alır” (Zümer: 42). "Onların üzerindeki gözcü sen oldun” hâllerini gözetleyen sen oldun. Böyle sözlerden korumak istediğini elçiler göndermek ve âyetler indirmekle deliller göstererek ve dikkatini çekerek kurtarırsın. "Sen her şeye şahitsin” haberdarsın, onları denetlersin. 118Eğer onlara azâp edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen mutlak gâlib, hikmet sâhibisin. "Eğer onlara azâp edersen şüphesiz onlar senin kullarındır” yani eğer onlara azâp edersen sen kullarına azâp etmiş olursun. Mutlak mal sâhibine mülkünde yaptığı şeylerden dolayı itiraz yoktur. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, onlar bu azâbı hak etmişlerdir; çünkü senin kulların oldukları hâlde senden başkasına ibâdet etmişlerdir. "Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen mutlak gâlib, hikmet sâhibisin". Acizlik de çirkinlik de söz konusu değildir. Çünkü sen sevaba da azaba da kâdirsin, ancak hikmet gereği ve doğru olanı yaparsın. Çünkü bağışlamak her suçlu için güzeldir; eğer azâp edersen adalettir, eğer bağışlarsan lütuftur. Şirkin affedilmemesi ise böyle bir va'din sonucudur; demek ki, onda bile bizahiti imkânsızlık yoktur ki, "in” edatının serbestlik ve talik fonksiyonu işlevsiz kalsın. 119Allah dedi: Bu, doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada sürekli olarak sonsuza kadar kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da ondan râzı olmuşlardır. İşte bu, büyük kurtuluştur. (Allah dedi: Bu, doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür). Nâfi' nasb ile "yevme” okumuştur ki, o zaman "Kâle"nin zarfı olur. "Hâza"nın haberi de mahzûftur. Ya da yevme zarfı müstekardır, haber düşmüştür. Mana da şöyledir: Îsa aleyhisselâmın geçen sözü fayda vereceği günde olacaktır. Şöyle de denilmiştir: O haberdir, ancak fiili muzâf olduğu için feth üzere mebni olmuştur. Fakat bu doğru değildir, çünkü muzâfunileyh mureptir. Doğruluktan maksat dünyadaki doğruluktur. Çünkü faydalı olan teklif geçerli iken olandır. "Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada sürekli olarak sonsuza kadar kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da ondan râzı olmuşlardır, İşte bu, büyük kurtuluştur". Bu da faydayı anlatmaktadır. 120Göklerin, yerin ve onlardaki şeylerin mülkü Allah'ındır. O, her şeye kâdirdir. "Göklerin, yerin ve onlardaki şeylerin mülkü Allah'ındır. O, her şeye kâdirdir” Hıristiyanların yalanlarına ve Mesih ve anası hakkında iddialarının bozukluğuna dikkat çekmektedir. Akıllıları genelleyerek "men fihinne” demeyip de akılsızları genelleyerek "vema fihinne” demesi akıllıların da rablik konusunda gayet kusurlu olduklarını göstermek ve onları mabuttuk derecesinden düşürmek içindir. Bir de onları horlamak içindir. Ayrıca uluhiyetle aralarında hiçbir benzerlik olmadığına vurgu yapmak içindir. Bir de bütün cinsleri içine alan mâ genellik ifade etmede men'den daha ileridir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim Maide sûresini okursa, ona on sevap verilir, on günahı silinir ve dünyada yaşayan her Yahûdî ve Hıristiyanın sayısınca derecesi on puan artırılır. |
﴾ 0 ﴿