6 / EN'ÂM SÛRESİMekke'de inmiştir. 165 âyettir. 1Övgü; gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. Sonra kâfirler, Rablerine eş koşuyorlar. "Övgü; gökleri ve yeri yaratan Allah'a mahsustur". Allahü teâlâ hamde lâyık olduğunu ve hamd edilse de edilmese de büyük nimetlerden dolayı hamdi hak ettiğini vurguladı ki, Rablerine eş koşanlara karşı bir delil olsun. Gökleri çoğul yapıp da yerler de onlar gibi olduğu hâlde onları çoğul yapmaması, göklerin tabakalarının bizzat farklı ve eser ve hareketierinin değişik olmasındandır. Onları şerefinden, yüceliğinden ve daha önce varlığından dolayı önce zikretti. "Karanlıkları ve aydınlığı var etti". O ikisini inşa etti, meydana getirdi. "Halaka” ile bir mef'ûl alan "caale"nin arasında şu fark vardır; halkta takdir manası vardır, ca’l’de bir şeyin içine girdirme manası vardır. Bunun içindir ki, nûr ve zulumat için ca'l maddesini kullanmıştır, bu da o ikisinin kendi başlarına kaim olamayacaklarını göstermek içindir, nitekim iki yaratıcıya inananlar böyle derler. Ya da zulumattan sapıklık, nurdan da hidâyet murat edilmesindendir. hidâyet birdir, sapıklık ise çoktur. Önce zulumatın zikredilmesi de yok etmenin melekelerden önce olmasındandır. Kim karanlığın nura zıt arızi bir şey lduğunu iddia ederse, bu âyeti delil getirmiş ve şunu bilmemiş olur ki, körlük gibi melekenin olmaması, sırf yokluk değildir ki, onun için ca'l maddesi kullanılmış olsun. "Sümmel lezine keferu birabbihim yadilun” bu da "elhamdü lillahi"ye (En'âm: 1) ma’tûftur. Mana da şöyledir: Allah kulları için nimet yarattığından dolayı hamde (övgüye) layıktır. Sonra da kâfirler ondan başkasına meylediyorlar. Bu durumda "birabbihim” lâfzı, bu şeylerin insanların oluşum ve geçimleri için yaratıldığına dikkat çekmek için zikredilmiş olur. Onun hakkı da hamd edilmektir, inkâr edilmek değil. Ya da "sümmellezine keferu” "halaka"ya atfedilmiştir, o zaman da mana şöyle olur: O, hiç kimsenin yaratamayacağı şeyleri yarattığı hâlde onlar bunlardan hiçbirini yaratmaya gücü yetmeyeni ona eş tutuyorlar. "Sümme"nin manası da bu açıklamadan sonra sapmalarını akıl dışı görmek içindir. Be edâtı birinciye göre "keferu"ya mütealliktir, "yadilun"un sılası mahzûftur yani ondan saparlar ki, inkâr o fî'lin üzerine yapılmış olsun. İkinciye göre de "yadilune"ye mütaalliktir, Mana da şöyledir: Kâfirler putları Rablerine eş koşuyorlar yani onları onunla eşit sayıyorlar. 2O ki, sizi çamurdan yarattı. Sonra da bir ecel takdir etti. Belli ecel ise, onun yanındadır. Sonra da siz şüphe ediyorsunuz. "O ki, sizi çamurdan yarattı” yani yaratılmanızı ondan başlattı, demektir. Çünkü ilk madde odur. İnsanlığın aslı olan Âdem ondan yaratılmıştır. Ya da "halka abaiküm” demektir ki, muzâf hazfedilmiş olur. "Sonra bir ecel takdir etti” ölüm ecelini. "Belli ecel ise onun yanındadır” kıyâmetin eceli (va'desi) demektir. Şöyle de denilmiştir: Birincisi yaratma ile ölüm arasıdır, ikincisi de ölümle yeniden diriltme arasıdır. Çünkü ecel sürenin sonuna denildiği gibi toplamı için de denilir. Şöyle denilmiştir: Birinci ecel uykudur, ikincisi de ölümdür. Şöyle de denilmiştir: Birincisi geçen içindir, ikincisi de kalan ve gelen içindir. "Ve ecelün” nekiredir, sıfatla tahsis edilmiştir. Bunun içindir ki, haberin takdimine gerek kalmamıştır. Söze onunla başlaması da onu büyütmek içindir. Bundan dolayı'da nekire kılınmış, müsemmen ile nitelenmiştir yani sâbit ve bellidir, değişimi kabul etmez demektir. Allah katında olmasından haber vermesi de başkasının ona ne ilimle ne de kudretle müdahale edememesinden, bir de açıklama istenenin o olmasındandır. "Sonra siz şüphe ediyorsunuz". Onların yaratıcıları, asıllarının yaratıcısı ve ecellerine kadar yaşatıcısı olduğu sâbit olduktan sonra şüphelerini asılsız görmektedir. Çünkü maddeleri yaratmaya, onları birleştirmeye, onlara hayat vermeye ve istediği kadar yaşatmaya gücü yetenin bu maddeleri İkinci kez toplamaya ve canlandırmaya daha çok gücü yeter. Birinci âyet tevhidin, ikincisi de yeniden diriltmenin delilidir. İmtira (yemterun) da şüphe demektir. Aslı mery'den gelir ki, o da sütü memeden çıkarmaktır. 3O, göklerde de yerde de Allah'tır. Gizlinizi ve açığınızı bilir. Kazandığınız şeyleri de bilir. (O Allah'tır) zamir Allah'a râcidir, "Allah” da haberidir. (Göklerde de yerde de) Allah ismine mütaalliktir, Mana da şöyledir: O, ikisinde de ibâdete layıktır, başkası değil, tıpkı şu âyet gibi "o gökte de İlâhtır, yerde de” (Zuhruf: 84). Ya da "yalemu sirreküm ve cehreküm” kavline mütaalliktir. Cümle ikinci haberdir ya da o haberdir, "Allah” da bedeldir. Zarfın sahih olması için bilinen şeyin o ikisinin içinde olması kafidir, Meselâ: Remeytüs sayde filharemi gibi, sen haremin dışında olup da avın içeride olduğu zaman "ava attım” sözün gibi. Ya da zarfı müstekardır, haber düşmüştür, Mana da şöyledir: Allahü teâlâ o ikisinde olanları en mükemmel şekilde bildiği için sanki onların içinde gibidir. Yalemu sirreküm ve cehreküm de onun açıklaması ve tespitidir, mastarın (sir ve cehrin) mütaallaki değildir, çünkü sılası ondan önce gelemez. "Kazandığınız şeyleri de bilir” hayır veya şerden, ona göre sevap veya ceza verir. Belki de gizli ve açıktan nefislerin görünmeyen görünen hâlleri, kazanılan şeylerden de organların amelleri murat edilmiştir. 4Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeye dursun, ancak ondan yüz çevirirler. (Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeye dursun) birinci "min” tümünü ifade etmek için zâittir, ikincisi de ba'z manasınadır. Yani onlara delillerden bir delil yahut mu'cizelerden bir mu'cize veyahut Kur'ân âyetlerinden bir âyet gelmeye görsün demektir. "Ancak ondan yüz çevirirler” ona bakmazlar, ona iltifat etmezler. 5Onlar hakkı kendilerine geldiği zaman yalanladılar. Yakında onlara alay ettikleri şeyin haberi gelecektir. "Onlar hakkı kendilerine geldiği zaman yalanladılar” yani Kur'ân'ı demektir. Bu da daha öncekinin lâzımı gibidir, sanki şöyle denilmiştir: Onlar bütün âyetlerden yüz çevirdikleri gibi kendilerine gelince onu da yalanladılar. Ya da ona delil gibidir ki, mana şöyledir: Onlar âyetlerin en büyüğü olan Kur'ân'dan yüz çevirip de onu yalanladılarsa, diğerlerinden nasıl yüz çevirmezler? Bunun içindir ki, arkasından fe edâtı ile takip etmiş ve (yakında onlara alay ettikleri şeyin haberleri gelecektir) buyurmuştur. Yani onlara dünyada yahut âhirette azâp geldiği ya da İslâm açığa çıkıp da yükseldiği zaman alay ettikleri şey onlara görünecektir. 6Kendilerinden önce nice nesiller helâk ettiğimizi görmediler mi? Onlara, size vermediğimiz imkânlar verdik. Gökten üzerlerine bol bol yağmur indirdik ve altlarından ırmaklar akıttık. Onları günahları ile helâk ettik ve arkalarından başka nesiller meydana getirdik. (Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi?) min karnin, min ehli zemanin demektir. Kam (karın) insan ömürlerinin en uzunudur, o da yetmiş yıldır. Seksen de denilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Karın peygamberi yahut ilimde büyüğü olan asır halkıdır, süre ister uzun olsun isterse kısa olsun. Karentü'den (deveyi deveye yaklaştırarak bağlamaktan) türetilmiştir. "Onlara yeryüzünde imkânlar verdik” onlara mekanlar verdik, orada yerleştirdik yahut onlara o kadar kuvvetler ve aletler verdik ki, o sayede çeşitli tasarruflarda bulundular. "Size vermediğimiz” ey Mekke halkı, size vermediğimiz bolluk ve uzun süre demektir ya da size vermediğimiz kuvvet, çok mal, sayı ve sebeplerden yararlanma gibi. "Üzerlerine gökten gönderdik” burada geçen sema yağmur yahut bulut yahut çark demektir, çünkü yağmur ondan başlar. "Midraren” bol demektir. "Altlarından ırmaklar akıttık” nehirler ve meyveler arasında bollukta ve verimli topraklar arasında yaşadılar. "Onları günahları ile helâk ettik” bunun da onlara hiçbir faydası olmadı. (Arkalarından başka nesiller meydana getirdik) onlara bedel olarak. Mana da şöyledir: Allahü teâlâ onlardan önce Âd ve Semûd gibi kavimleri helâk edip de yerlerine yurdunu imar edecek başkalarını getirmeye gücü yettiği gibi bunu size yapmaya da gücü yeter. 7Eğer sana kâğıtlar içinde bir kitap indirseydik de elleriyle ona dokunsalardı, yine de kâfirler: "Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir” derlerdi. "Eğer sana kâğıtlar içinde bir kitap indirseydik” kâğıda yazılmış "ona elleriyle dokunsalardı” temas etselerdi, özellikle el dokundurmayı zikretmesi onda sahteciliğin olmamasındandır. O zaman: Gözlerimiz boyandı, diyemezlerdi. Bir de dokunmak için önceden görmek lâzımdır. Ellerle demesi de mecazı def etmek içindir, çünkü bu bazen araştırma manasında da kullanılır, Meselâ "ve enna lemesnes semae” (Cin: 8) âyetinde olduğu gibi. "Yine de kâfirler: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir derlerdi” inat ve dik kafalılıklarından. 8"Ona bir melek indirilmeli değil miydi?” dediler. Eğer bur melek indirseydik, iş bitirilmiş olur, sonra da onlara süre tanınmazdı. "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?” dediler". Yanında bir melek indirilseydi de bize onun peygamber olduğunu söylese idi. Meselâ şu âyet gibi: "Ona bir melek indirilseydi de onunla beraber uyarıcı olsaydı” (Furkân: 7). "Eğer bir melek indirseydik iş bitirilmiş olurdu” sözlerinin cevabı ve tekliflerinin yerine getirilmemesinin engeli ve arızasıdır. Mana da şöyledir: Eğer onlara gözleriyle görecek şekilde bir melek indirilseydi helâki hak ederlerdi. Çünkü Allah'ın adeti onlardan öncekilerde böyle cereyan etmiştir. "Sonra da onlara süre tanınmazdı” indikten sonra göz kapatıp açacak kadar süre tanınmazdı. 9Eğer onu bir melek yapsaydık, elbette onu bir adam yapar ve onları düştükleri şüpheye yine düşürürdük. "Eğer onu bir melek yapsa idik, elbette onu bir adam yapar ve onları düştükleri şüpheye yine düşürürdük” ikinci cevaptır, eğer "caalnahu"daki zamiri istenen şeye gönderirsek. Eğer peygambere gönderirsek o da ikinci teklifin cevabıdır. Çünkü onlar bazen "ona bir melek indirilseydi” derler, bazen de "eğer Allah dileseydi melek indirirdi” (Mü'minun: 24) derlerdi. Mana da şöyledir: Eğer sana gözleriyle görecek yandaş bir melek verseydik yahut peygamberi bir melek yapsa idik, elbette onu insan suretinde yapardık. Meselâ Cebrâîl'in Dihyetül Kelbi suretinde gelmesi gibi. Çünkü insan gücü meleği aslî sureti ile görmeye tahammül edemez. Onları o hâlleriyle ancak bazı peygamberler kutsal (manevî) güçleriyle görürler. "Ve lelebesna” da mahzûf şartın cevabıdır yani onu bir erkek kılsa idik, yine eskisi gibi karıştırırlar ve: "Bu, sizin gibi bir insandan başka biri değil derlerdi” (Mü'minun: 23, 24). Tek lâm ile "lebesna” da okunmuştur. Mübalağa için şedde ile "lelebbesna” da okunmuştur. 10Yemin olsun, senden önce peygamberlerle alay edildi de onlarla alay edenleri dalga geçtikleri şeyler kuşattı. "Yemin olsun ki, senden önce de peygamberlerle alay edildi". Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e kavminden çektiği eziyet için tesellidir. "Onlarla alay edenleri dalga geçtikleri şeyler kuşattı” yani alay ettikleri şeyler onları sardı da o yüzden helâk edildiler yahut dalga geçmelerinin vebalini boyunlarıyla çektiler. 11De ki: Yeryüzünde dolaşın, sonra da yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir bakın. "De ki: Yeryüzünde dolaşın, sonra da yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir bakın". Allah köklerini kazıdıktan sonra onları nasıl helâk etmiş! İbret almak için buna bakın. Bununla "de ki: Yeryüzünde dolaşın, bakın” (Ankebut: 20) âyeti arasında şu fark vardır: Orada dolaşmak ibret içindir, burada ise öyle değildir (biraz daha geniştir). Bunun içindir ki, manası şöyledir denilmiştir: Ticaret vesaire için dolaşmak ve helâk olanların akibetlerini incelemek için bakmak mubahtır. 12De ki: Göklerde ve yerde olan şeyler kimindir? De ki: Allah'ındır. O, rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizi vukûunda şüphe olmayan kıyâmet gününde mutlaka toplayacaktır. Kendilerini ziyan edenler artık îman etmezler. "De ki: Göklerde ve yerde olan şeyler kimindir?” yaratılış ve mülk bakımından, bu da azarlama için bir sorudur. "De ki: Allah'ındır” onları ikrara zorlamadır ve şuna dikkat çekmektedir ki, bunun bundan başka cevabı yoktur, bu gibi durumda ondan başkasını hatırlamak mümkün değildir. "O, rahmeti kendi üzerine yazdı” lütuf ve kereminden dolayı bunu üstlendi. Rahmetten maksat, her iki dünyayı da kaplayan şeydir. Deliller getirmek, kitaplar indirmek ve kâfirlere süre tanımakla marifetine ermek ve tevhidini bilmek de bunlardandır. (Vallahi sizi vukûunda şüphe olmayan kıyâmet gününde mutlaka toplayacaktır). Yeni söz başıdır; şirklerine ve bakmaktan gafletlerine tehdit için kasemdir. Yani sizi kabirlerden toplayacak, kıyâmet meydanına gönderecektir. Şirkinize göre size ceza verecektir yahut kıyâmet gününde ceza verecektir. "İlâ” da "fî” manasınadır. Şöyle de denilmiştir: Rahmetten bedel-i ba’zdır, çünkü sizi yeniden diriltmesi ve size nimet vermesi de onun rahmetindendir. "Onda şüphe yoktur” günde veya toplamada. (Kendilerini ziyan edenler) sermayelerini kaybedenler, o da esas fıtrat ve akl-ı selimdir. "Ellezîne” zem ile mensûbtur yahut haber olarak merfû’dur yani entüm Ellezîne demektir. Yahut mübteda olarak merfû’dur, haber de "fehümlayü'minun"dur. Fe de îman etmemelerinin ziyanlarından kaynakladığım göstermek içindir. Çünkü duyulara ve evhama tâbi olmak, taklide dalmak ve nazardan gaflet etmek onları küfürde ısrara ve îmandan çekinmeye götürmüştür. 13Gecenin ve gündüzün içinde barınan şeyler onundur. O, hakkıyla işiten, gerçekten bilendir. (Onundur) Allah'a atıftır, (gece ve gündüzün içinde barınan) süknadan gelir, "fî” ile geçişli kılınmıştır, tıpkı: "Ve sekentüm fî mesakinil lezine zalemu enfüsehüm” (İbrâhîm: 45) âyetinde olduğu gibi. Mana da bu ikisinin içerdiği şeyler demektir. Ya da sükûndan gelir ki, o ikisinde sâkin duran demektir ya da hareket eden demektir ki, iki zıttan biriyle yetinilmiştir. "O hakkıyla işitendir” her işitilen şeyi, "gerçekten bilendir” her bilineni. Binâenaleyh ona hiçbir şey gizli kalmaz. Müşriklerin sözlerine ve fiillerine karşı tehdit olması da câizdir. 14De ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah'tan başkasını mı dost edineceğim? O ki, yedirir, kendisi yedirilmez. De ki: Şüphesiz ben Müslümanların ilki olmakla emrolundum. Sâkin, müşriklerden olma. (De ki: Allah'tan başkasını mı dost edineceğim?) Allah'tan başkasını dost edinmeyi reddir, dost edinmeyi red değildir. Bunun içindir ki, (Allah'tan başkası) başa alınmış ve başına hemze getirilmiştir. Veliden (dosttan) maksat da mabuttur, çünkü Efendimiz kendini şirke davet edeni reddetmiştir. (Gökleri ve yeri yaratan) İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben fatır’ın manasını bilmiyordum, nihayet bana iki bedevî geldi, bir kuyu üzerinde dava ediyorlardı, biri: Ene fatartuha, dedi, onu ben başlattım, demek istedi. Cerri de "Allahi"nin sıfatı olmasıyladır. Çünkü o mâzi manasınadır, bunun içindir ki, "fatara” şeklinde de okunmuştur. Medh üzere ref ve nasb ile de okunmuştur. (O ki, yedirir, kendisi yedirilmez) rızık verir, rızık almaz, özellikle yiyecekten bahsedilmesi ona şiddetle ihtiyaç duyulduğu içindir. Ye'nin fethi ile de "vela yat'amu” okunmuştur. Birinci okunuşun aksine de okunmuştur (önce meçhul, sonra malum kalıbı ile). O zaman zamir liğayrillah'a gider. Mana da şöyle olur: Hayvanlık derecesinden daha aşağı birini nasıl gökleri ve yeri yaratana ortak koşarım? İkisi de malum kalıbı ile okunmuştur, o zaman ikincisi at'ame'den gelir ki, istetame manasına olur ya da mana şöyle olur: O bazen yedirir, bazen de yedirmez. Meselâ: "Daraltır ve genişletir” (Bakara: 245) âyeti gibi. "De ki: Şüphesiz ben Müslümanların ilki olmakla emrolundum". Çünkü Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem ümmetinin öncüsüdür. "Sâkin müşriklerden olma” Bana: Sakın müşriklerden olma denildi. "Kul"un üzerine atfı da câizdir. 15De ki: Şüphesiz ben, eğer Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım. "De ki: Şüphesiz ben - eğer Rabbime isyan edersem - o büyük günün azabından korkarım". Bu da umutlarını kesmek için başka bir mübalağadır ve onların azâbı hak eden asiler olduğuna imadır. Şart da fiille mef’ûlünbihin arasına girmiştir, cevabı da mahzûftur, cümle onu andırmaktadır. 16Kim o gün ondan çevrilirse, gerçekten ona merhamet etmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur. (O gün kimden çevrilirse) yani azâp kimden çevrilirse demektir. Hamze, Kisâî, Ya'kûb ve Ebû Bekir de Âsımdan naklen "yasrif” okumuşlardır ki, zamir "Allah"a gider. O (Allah lâfzı) açık olarak da okunmuştur, mef’ûlün bih de mahzûftur ya da muzâfın hazfi ile yevmeizin'dir. "Allah gerçekten ona merhamet etmiştir” kurtarmış ve ona nimet vermiştir. "İşte apaçık kurtuluş budur” yani bu çevirme yahut merhamet demektir. 17Eğer Allah sana bir sıkıntı dokundurursa, ondan başka onu kaldıracak yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa o, her şeye kâdirdir. "Eğer Allah sana bir sıkıntı dokundurursa” hastalık ve fakirlik gibi bir belâ dokundurursa "onu kaldıracak yoktur” kaldırmaya gücü yeten yoktur "ancak o vardır. Eğer sana bir hayır dokundurursa” sağlık ve zenginlik gibi bir nimet dokundurursa "o her şeye kâdirdir". Onu muhafaza etmeye ve devam ettirmeye kâdirdir, başkası onu def edemez. Meselâ: "Onun lütfunu reddedecek yoktur” (Yûnus: 107) kavli gibi. 18O, kullarının üstünde güçlüdür. O, hikmet sâhibi, her şeyden haberdardır. "O, kullarının üstünde güçlüdür” gücünün ve yüceliğinin gâlibiyet ve kudretle tasviridir. "O hikmet sâhibidir” işinde ve idaresinde "haberdardır” kullarından ve gizli hâllerinden. 19De ki: Şahitlik bakımından en büyük kimdir? De ki: Allah, (o) benimle sizin aranızda şahittir. Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi ve kendisine ulaşan kimseleri uyarayım. Allah'ın yanında başka ilahlar olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz? De ki: Ben şahitlik etmem. O ancak tek bir İlâhtır ve ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım. "De ki: Şahitlik bakımından en büyük kimdir?” Âyet Kureyş şöyle dedikleri zaman indi: Ey Muhammed, biz seni Yahûdîlerden ve Hıristiyanlardan sorduk; kitaplarında adının ve sıfatının geçmediğini söylediler. Öyleyse bize Allah'ın Resûlü olduğuna şahitlik edecek birini getir, dediler. Âyette geçen şey lâfzı mevcut her varlığa denir. Bu hususta Bakara sûresinde söz geçmişti. "De ki: Allah” yani Allah şahitlik bakımından en büyüktür. Sonra yeni söze başladı: "Benimle sizin aranızda şahittir” dedi. Allahü şehidün'ün cevap olması da câizdir, çünkü Allah şâhit olunca şahitlik bakımından en büyük olmuş olur. "Bu Kur'ân bana vahyolundu ki, onunla sizi uyarayım” yani Kur'ân ile demektir. Uyarmakla yerinilmiş, müjdeleme zikredilmemiştir. "Ve men belağ” bu da "küm” muhatap zamirinin üzerine atıftır yani ey Mekke halkı, sizi ve diğer ulaştığı siyah ve beyaz herkesi yahut insanlarla cinleri uyarayım, demektir. Ya da: Ey şu anda var olanlar, sizi de kıyâmete kadar ulaştığı kimseleri de demektir. Bu da şuna delildir ki, Kur'ân'ın hükümleri indiği zaman var olanlara ve ondan sonrakilere şamildir, tebliğ ulaşmayanlar onlarla sorumlu değildir. "Allah'ın yanında başka İlâhlar olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?” red ve uzak görmekle beraber onları ikrara zorlamadır. "De ki: Ben şahitlik etmem” sizin şahitlik ettiğiniz şeylere. "De ki: O ancak bir tek İlâhtır” yani hayır, ben ancak ondan başka ilâh olmadığına şahitlik ederim. "Ve ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım” yani putlardan demektir. 20Kendilerine kitap verdiklerimiz onu çocuklarım tanır gibi tanırlar. Nefislerini hüsrana uğratanlar ise inanmazlar. "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu tanırlar” yani Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i Tevrat ve İncil'deki sıfatıyla tanırlar. "Kendi çocuklarını tanıdıkları gibi” özellikleriyle. "Nefislerini hüsrana uğratanlar ise” ehl-i kitap ve müşriklerden "onlar inanmazlar” çünkü îmanı kazandıracak şeyi kaybetmişlerdir. 21Allah'a karşı yalan uydurandan yahut onun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir? Şüphesiz zâlimler iflâh olmazlar. "Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir?” Meselâ; Meleklere Allah'ın kızlarıdır ve "Onlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir” (Yûnus: 18) demeleri gibi. Ya da onun âyetlerini yalanlayandan” Meselâ Kur'ân'ı ve mu'cizeleri yalanlamaları gibi ki, onlara sihir, dediler. Onlar her ikisini yaptıkları hâlde "ev” (ya da) terdit edatını kullanması, bu ikisinden her birinin nefse zulümde son kerteye varmış olmasındandır. "İnnehu” zamiri şe'n'dir (şu ki,) "şüphesiz zâlimler iflâh olmazlar” kaldı ki, en büyük zâlimler onlardır. 22O günde onların hepsini toplayacak, sonra da şirk koşanlara: "İddia ettiğiniz ortaklarınız bunlar mı?” diyeceğiz. (Onların hensini topladığımız günde) durumu daha da korkunç hâle getirmek için gizli fiille mensûbtur. "Sonra da şirk koşanlara: "Ortaklarınız nerede?” diyeceğiz". Yani Allah'a ortak koştuğunuz ilâhlarınız demektir? Ya'kûb ye ile "yahşürü ve yekulu” okumuştur. "İddia ettiğiniz (ortaklarınız)” yani tezumunehüm şürekae demektir ki, iki mef'ûl da hazfolunmuştur. Sorudan maksat onları azarlamaktır. Belki de o zaman onlarla ilâhlarının arasına engel konulur ki, en muhtaç oldukları bir anda onları arasınlar. Onları görmeleri de muhtemeldir ancak fayda veremedikleri için yok sayılmışlardır. 23Sonra onların mazeretleri sadece: "Allah'a ant içeriz ki, Rabbimiz, bizler şirk koşanlar değildik” demeleri oldu. (Sonra onların mazeretleri sadece şöyle demeleri oldu) fitne inkâr manasınadır maksat da sonu demektir. O sayede kurtulmayı hayal ettikleri mazeretleri de denilmiştir. Bu da fetentüz zehebe'den gelir ki, altını eritip hâlis hâle getirmektir. Cevapları da denilmiştir, ona fitne demesi, yalan olmasından yahut onunla kurtulmak istemelerindendir. İbn Kesîr, İbn Âmir ve Hafs te ile "lem tekün” okumuşlardır, "fitnetühüm” de kâne'nin ismi olarak merfû’dur. Nâfi', Ebû Amr ve Ebû Bekir de ondan (Âsım'dan) naklen te ile ve isim de en Kâlû olmak üzere nasb ile okumuşlardır. Müennes olması da haberden dolayıdır, Meselâ: Men kânet ümmeke (anan kim?) sözünde olduğu gibi. Diğerleri ise ye ve nasb ile okumuşlardır. "Allah'a ant içeriz ki, Rabbimiz, bizler şirk koşanlar değildik” demeleri oldu” kendilerine fayda vermeyeceğini bildikleri hâlde yalan söyler ve yemin ederler. Çünkü paniklemişler ve dehşete kapılmışlardır. Nitekim ebedî kalacaklarını kesin olarak bildikleri hâlde: "Rabbimiz, bizi buradan çıkar” (Mü'minun: 107) demişlerdir. Manası: Kendilerine göre müşrik değildik de denilmiştir ki: 24Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve uydurdukları şeyler onlardan nasıl kayboldu? "Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler” sözüne uymamaktadır. Yani şirki kendilerinden uzaklaştırdılar ve yalanı da dünyada söylediler demek zorlamadır, Kur'ân'ın nazmına halel getirir. Bunun bir benzeri de: "Allah hepsini dirilttiği gün size yemin ettikleri gibi ona da yemin ederler” (Mücadele: 18) sözüdür. Hamze ile Kisâî nida yahut medh üzere nasb ile "rabbena” okumuşlardır. "Ve uydurdukları şeyler onlardan nasıl saptı (kayboldu)". 25İçlerinden kimisi seni dinler: Onu anlamamaları için onların kalplerinin üzerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk. Eğer bütün mu'cizeyi görseler ona îman etmezler. Nihayet sana geldikleri zaman seninle tartışırlar. O kâfirler: "Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir” derler. "İçlerinden kimisi seni dinler” Kur'ân'ı okuduğun zaman. Maksat Ebû Süfyân, Nadr, Utbe, Şeybe, Ebû Cehil ve benzerleridir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i Kur'ân okurken dinlediler; Nadr'a: Ne diyor, dediler? O da: Şu karşımızdaki yapıyı Ev'i yapan Allah'a yemin ederim ki, ne dediğini anlamıyorum, ancak dilini kıpırdatıyor ve size anlattığım gibi eskilerin masallarını söylüyor, dedi. (Kalplerinin üzerine perdeler koyduk) ekinne perdeler demektir. Kinan’ın çoğuludur, o da bir şeyi örten nesnedir. "Enyefkahuhu” anlamalarını istemediğimiz için demektir. "Kulaklarında da ağırlık vardır” duymalarını engeller. Bunun incelenmesi de Bakara sûresinin başında geçmiştir. "Eğer bütün mu'cizeyi görseler ona îman etmezler” aşırı inatlarından ve içlerindeki taklidin sertliğinden. "Nihayet sana geldikleri zaman seninle tartışırlar” yani âyetleri yalanlamaları o aşamaya vardı ki, tartışmak için sana geldiler. Bu "hattâ” arkasındaki cümlenin amel etmediği hattâ'dır. Cümle de izâ ile cevabından ibarettir. O da "yekulüllezine keferu in Hâza illâ esatirül evvelin"dir. Çünkü sözlerin en doğrusunu öncekilerin masalları saymak, yalanlamanın son kertesidir. Yücadiluneke de gelmelerinden hâl’dir. Hatta'nın harf-i cer olup "izâ cauke"nin mahallen mecrûr olması da câizdir. "Yücadiluneke” hâl’dir, "yekulu” da onun tefsiridir. Esatir bâtıl şeylerdir, o da usture'nin yahut istare'nin çoğuludur ya da satr’ın çoğulu olan estar’ın cem'idir. Satırın aslı da çizgidir. 26Ondan (hem insanları) ondan men ederler hem de kendileri ondan uzaklaşırlar. Onlar kendilerinden başkalarım helâk etmezler; fakat bunu fark etmiyorlar. "Onlar ondan men ederler” yani insanları Kur'ân'dan yahut Resûlden ve ona îmandan men ederler "kendileri ise ondan uzak dururlar” bizzat uzak dururlar yahut Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e saldırıyı önlerler fakat ondan uzak dururlar, ona îman etmezler, Meselâ Ebû Talip gibi. "Helâk etmezler” bununla helâk etmezler "ancak kendilerini helâk ederler fakat bunu fark etmezler". Zararının başkalarına geçmeyip kendilerinde kalacağını bilmezler. 27Ateşin karşısında durdurulup da: "Keşke biz dünyaya döndürülseydik de Rabbimizin âyetlerini yalanlamayarak îman edenlerden olsaydık!” dediklerini bir görsen! (Ateşin karşısında durdurulduklarını bir görsen?) cevabı mahzûftur yani onları ateşin başında durduruldukları ve onu gözleriyle gördükleri yahut onlara gösterildiği yahut oraya girdirildikleri ve azabın miktarını öğrendikleri zaman görseydin, çok iğrenç bir durum görürdün. Malum kalıbı ile "vakam” okunmuştur ki, vakafa aleyhi vukuf en (bir şeye iyice vakıf olmak) deyiminden gelir. "Keşke dünyaya döndürülseydik, derler” dünyaya dönmeyi temenni ederler. "Rabbimizin âyetlerini yalanlamayarak îman edenlerden olsaydık". Bu da ispat tarzında yeni söz başıdır, Meselâ: Beni bırak, bıraksan da bırakmasan da o işe dönmem sözü gibi. Ya da "nüreddü"ye atıftır yahut ondaki zamirden hâl’dir. O zaman temenni durumunda olur ve "gerçekten onlar yalan söylüyorlar” (Enam: 28) kavli de temenninin içerdiği va'de râci olur. Hamze, Ya'kûb ve Âsım bu ikisini (nükezzibe ve nekune) vâv'dan sonra "en” gizleyerek ve onu fe yerine koyarak cevap olmak üzere mensûb okumuşlardır. İbn Âmir de birincisini atfederek ref ile ikincisini de cevap olarak nasb ile okumuştur. 28Hayır, daha önce gizledikleri şeyler kendilerine göründü. Eğer onlar dünyaya geri döndürülselerdi, men olundukları şeylere geri dönerlerdi. Şüphesiz onlar tam yalancılardır. "Hayır, daha önce gizledikleri şeyler kendilerine göründü". Temenniden anlaşılan îman irâdesinden dönmedir, Mana da şöyledir: Sakladıkları nifaklarından veyahut çirkin amellerinden gizledikleri şeyler açığa çıktı; dönselerdi îman edecekleri azminden değil de bundan sıkıldıkları için böyle temenni ettiler. "Eğer döndürülselerdi” cehennemi gördükten ve duruma vakıf olduktan sonra dünyaya döndürülselerdi, "men olundukları şeylere geri dönerlerdi” inkâr ve isyanlara. "Şüphesiz onlar tam yalancılardır” kendilerinden taraf verdikleri vaatte. 29Dediler: "Bu, dünya hayatımızdan başkası değildir ve biz diriltilecek de değiliz". (Dediler) bu da "leadu"nûn üzerine atıftır ya da "innehüm lekazibun"un ya da "nuhu"nûn üzerine atıftır. Ya da dünyada dediklerini zikretmekle yeni söz başıdır. (Bu, dünya hayatımızdan başkası değildir) zamir hayata râcidir. "Ve biz diriltilecekler de değiliz". 30Rablerinin huzurunda durdurulduklarını bir görsen! (Allah): "Bu, gerçek değil mi?” dedi. Onlar da: "Rabbimize yemin olsun, evet” derler. O da: "İnkâr ettiğinizden dolayı azâbı tadın” der. "Rablerinin huzurunda durdurulduklarını bir görsen” bu da soru sormak ve paylamak için hapisten mecazdır. Manası şöyledir de denilmiştir: Rablerinin hüküm vermesi yahut cezası için durdurulurlar ve onlara bu gereği gibi tarif edilir. (Allahü teâlâ: "Bu, gerçek değil mi?)” dedi". Sanki biri: O zaman Rableri onlara ne dedi, dedi? Hemze yalanlamadan dolayı azarlama içindir, Hâza işâreti de yeniden dirilmeye ve arkasından gelen mükâfat ve azabadır. "Onlar da: "Rabbimize yemin olsun, evet, derler” bu da durum tamamen açığa çıktığı için yeminle pekiştirilmiş ikrardır. "O da: inkâr ettiğinizden dolayı azâbı tadın, dedi". Küfrünüz sebebiyle yahut ona bedel olarak. 31Allah'ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar gerçekten ziyan etmişlerdir. Nihayet kıyâmet onlara ansızın geldiği zaman: "Onda kusur ettiğimizden dolayı eyvah bize!” derler. Onlar günahlarını sırtlarında taşırlar. Haberiniz olsun, taşıdıkları şey ne kötüdür! "Allah'ın huzuruna çıkmayı yalan sayanlar gerçekten ziyan etmişlerdir". Çünkü nimeti kaçırmışlar ve ebedî azâbı hak etmişlerdir. Allah'ın huzuruna çıkma da yeniden dirilme ve arkasından gelecek olanlardır. "Nihayet kıyâmet onlara geldiği zaman” "kezzebu"nûn sonudur "hasire"nin değil, çünkü hüsranlarının sonu yoktur. "Bağteten” ansızın demektir. Nasbi da ya hâl ya da mastar olmak üzeredir, çünkü o da bir nevi gelmedir. (Eyvah bize) ey hasretimiz gel, şimdi gelme zamanıdır "kusurumuzdan dolayı, onda” dünya hayatında demektir. Dünya hayatı zikredilmese de ona zamir gönderilmiştir, çünkü bilinmektedir ya da o saat (kıyâmet) hakkında demektir ki, o hususta ve ona îman konusunda demektir. "Onlar günahlarını sırtlarında taşırlar” bu da günahlarının ceremesini hak etmelerinin temsili (resmi)dir. "Haberiniz olsun, taşıdıkları şey ne kötüdür!” taşıdıkları günah ne kötüdür demektir. 32Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Elbette âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız? "Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir” yani onun işleri bir oyun ve eğlenceden ibarettir; insanları devamlı menfaatten ve gerçek zevkten alıkoyar. Bu da onların "hayat dünya hayatımızdan başkası değildir” (En'âm: 29) sözlerinin cevabıdır. (Elbette âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır) devamlı olduğu ve menfaatleri ve zevkleri sade olduğu için. "Lillezine yettekun” kavil şuna dikkat çekmektedir ki, müttekılerin amellerinden olmayan şey yun ve eğlenceden ibarettir. İbn Âmir "veledarul müttakin” şeklinde okumuştur. "Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız?” iki durumdan hangisinin hayırlı olduğunu düşünmeyecek misiniz? Nâfi', İbn Âmir ve Hafs da Âsım'dan naklen hitap siygasıyla ya da gâipleri de hazır sayarak te ile okumuşlardır. 33Pekiyi biliyoruz ki, gerçekten dedikleri o şey elbette seni üzüyor. Gerçekten onlar seni yalanlamıyorlar, o zâlimler ancak Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar. (Pekiyi biliyoruz ki, gerçekten dedikleri o şey elbette seni üzüyor) "Kad"in manası fili artırmak ve çoğaltmak içindir, Meselâ şu mısrada olduğu gibi: Fakat gerçekten malı sâhibi helâk eder. "İnnehu"daki he zamir-i şe'ndir. Ahzene'den getirerek "leyuhzinüke” şeklinde de okunmuştur. "Gerçekten onlar seni yalanlamıyorlar". Nâfi' ile Kisâî ekzebe'den getirerek "lâ yükzibuneke” okumuşlardır ki, birini yalancı bulmak yahut yalana nispet etmektir. "Ancak zâlimler Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar” fakat onlar Allah'ın âyetlerini reddediyorlar ya da onları yalanlıyorlar. "Zâlimin"in zamir yerine konulması onların İnkârlarından dolayı zulmettiklerini yahut zulümde kaşarlandıkları için inkâr ettiklerini göstermek içindir. Be de cuhud'un yalanlama manasını taşımasındandır. Rivâyete göre Ebû Cehil: Biz seni yalanlamıyoruz, sen bizim nazarımızda doğrusun, biz ancak getirdiğin şeyleri yalanlıyoruz, derdi. Âyet bunun üzerine indi. 34Yemin olsun, senden önceki peygamberler de yalanlanmış; yalanlandıkları o şeye sabretmiş ve eziyete uğramışlardı. Nihayet yardımımız onlara geldi. Allah'ın kelimelerini değiştirecek yoktur. Yemin olsun, sana peygamberlerin haberinden gelmiştir. "Yemin olsun, senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı". Bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i tesellidir. Bunda şuna delil vardır ki, "lâ yükezzibuneke” yalanlanmasını mutlak olarak bertaraf etmek için değildir (kısmen tekzip etmişlerdir). "Yalanladıkları o şeye sabrettiler ve eziyete uğradılar” yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler; öyleyse sen de onlara uy ve sabret. "Nihayet onlara yardımımız geldi” bunda sabredenlere yardım va'dine îma vardır. "Allah'ın kelimelerini değiştirecek yoktur". Vaatlarmı demektir Meselâ: "Yemin olsun ki, gönderilen kullarımız için kelimemiz geçmiştir” (Saffaî: 171) kavli gibi. "Yemin olsun, sana da peygamberlerin haberinden gelmiştir” kıssalarından ve kavimlerinden çektiklerinden. 35Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, eğer yerde bir tünel yahut gökte bir merdiven arayıp da onlara bir mu'cize getirebilirsen yap. Eğer Allah dileseydi onları hidâyet üzerinde toplardı. Öyleyse sâkin Câhillerden olma. "Eğer sana ağır geldiyse” büyük ve zor geldiyse "onların yüz çevirmeleri” senden ve getirdiğin şeylere îmandan "eğer yerde bir tünel yahut gökte bir merdiven arayıp da onlara bir mu'cize getirebilirsen yap". Yerin dibine gideceğin bir delik bulur da onlara getirecek bir mu'cize fark edersen yahut göğe çıkacak bir şey (asansör) bulur da ondan indirecek bir mu'cize bulursan demektir. "Filardı” nefakan'ın sıfatıdır, "fissemai” de "süllmen"in sıfatıdır. İkisinin de "tebteği"ye mutaallik olması veya ikisinin de gizli zamirden hâl olması câizdir. İkinci şartın cevabı da mahzûftur, takdiri de, if'al (yap) demektir. Cümle de birincinin cevabıdır. Maksat kavminin İslamma gösterdiği hırstır; yerin altından veyahut göğün üstünden getirebilseydi, îmanlarının hatırı için bunu yapardı. "Eğer Allah dileseydi onları hidâyet üzerinde toplardı". Yani Allah onları hidâyetin üzerinde birleştirmek istese idi, onları îmana muvaffak kılardı, sonunda onlar da îman ederlerdi. Ancak böyle dilemiştir; o sebeple kendini helâk etme. Mu'tezile bu âyeti şöyle te'vil etmiştir: Eğer Allah dileseydi onları hidâyet üzerinde toplardı yani onları zorlayacak bir mu'cize getirirdi, fakat hikmet dışı olduğu için istememiştir. "Öyleyse sakın Câhillerden olma” olmayacak şeye özen gösterme ile, sabredecek yerde de sızlanma ile. Çünkü bu, Câhillerin adetidir. 36Ancak dinleyenler davete icabet ederler. Ölüleri Allah diriltir. Sonra ona döndürülürler. "Ancak dinleyenler davete icabet ederler” burada geçen yestecibü yücibü manasınadır, ancak düşünerek taşınarak dinleyenler icabet eder demektir. Şu Âyette olduğu gibi: Ya da huzur-ı kalp ile kulak verenler” (Kafi 37). Bunlar ise duymayan ölüler gibidirler. "Ölüleri de Allah diriltir” îmanın fayda vermeyeceği yerde onlara öğretir. "Sonra ona döndürülürler” karşılık görmek için. 37Dediler: "Ona Rabbinden bir mu'cize indirilmeli değil miydi?” De ki: Şüphesiz Allah, mu'cize indirmeye kâdirdir; ancak onların çoğu bilmezler. "Dediler: Ona Rabbinden bir mu'cize indirilmeli değil miydi?” yani teklif ettiklerinden bir mu'cize yahut indirilen birçok mu'cizelerin dışında bir mu'cize demektir. Çünkü inatlarından inenlere itimat etmiyorlardı. "De ki: Şüphesiz Allah, mu'cize indirmeye kâdirdir” teklif ettiklerinden yahut onları îmana zorlayacak bir mu'cize, Meselâ dağın kaldırılması yahut inkâr ettikleri takdirde helâk olacakları bir mu'cize. "Fakat onların çoğu bilmiyorlar” ki, Allah onları indirmeye kâdirdir ve indirilmesi onlara belâ getirecektir: Hâlbuki inenlerin içinde onlara yetecek kadar vardır. İbn Kesîr şeddesiz olarak "en yünzile” okumuştur ki, mana birdir. 38Yeryüzünde bir hayvan ya da iki kanadı ile uçan bir kuş varsa, mutlaka sizin gibi bir ümmettir. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra ancak Rablerine toplanacaklar. "Yeryüzünde bir hayvan” debelenerek hareket eden (ya da bir kuş) mahallen Merfû' olarak ref ile tairün de okunmuştur "iki kanismiyle uçan” havada, böyle nitelenmesi sürat veya benzer manaya mecazı önlemek içindir. "Mutlaka sizin gibi bir ümmettir” durumu kontrol altına alınmış ve rızkı ve eceli takdir edilmiştir. Bundan maksat Allah'ın kemal-i kudretini, sonsuz ilmini ve geniş tedbirini gözler önüne sermektir. Bu da onun istenilen mu'cizeyi indirmeye kâdir olduğuna delil gibidir. Ümem kelimesinin cemi kılınması mana itibarı iledir. (Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık) yani Levh-i Mahfuzda demektir. Çünkü o alemde irili ufaklı ne varsa hepsini içine almıştır. Ne bir canlıyı ne de bir cansızı dışarıda bırakmamıştır. Ya da Kur'ân'da demektir, çünkü onda da din ile ilgili şeyler geniş veya özet olarak sıralanmıştır. "Min” zâittir, "şeyin” de mastar yerindedir, mef’ûlün bih değildir; çünkü farrata kelimesi kendiliğinden geçişli değildir, "kitab"a "fî” ile geçişli kılınmıştır. "Sonra yalnız Rablerine toplanacaklar". Yani bütün ümmetler demektir, aralarında adaletle hüküm verilecektir. Nitekim şöyle rivâyet edilmiştir: Boynuzsuz koyunun hakkı boynuzludan alınacaktır. İbn Abbâs da: Onların hasrolunması ölmesidir, buyurmuştur. 39Âyetlerimizi yalanlayanlar; karanlıklar içinde sağırlar ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse, onu şaşırtır, kimi de dilerse, onu doğru yola getirir. "Âyetlerimizi yalanlayanlar; karanlıklar içinde sağırlardır". Onun Rabliğini, mükemmel ilmini ve büyük kudretini gösteren bu gibi âyetleri duymazlar "ve dilsizlerdir” hakkı söylemezler. (Karanlıklar içinde) bu da üçüncü haberdir yani küfrün karanlıkları içinde tökezlerler ya da cahilliğin ve inadın karanlığı içinde ve taklidin karanlığı içinde. Bunun gizli zamirden hâl olması da câizdir. "Allah kimi dilerse, onu şaşırtır", kimi şaşırtmak isterse onu şaşırtır, bu da mutezileye karşı bizim için açık bir delildir. "Kimi de dilerse, onu doğru yola getirir” onu hidâyete irşat eder ve ona götürür. 40De ki: Bana haber verin, size Allah'ın azâbı gelse yahut kıyâmet gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız. Eğer doğru kimseler iseniz! (Bana haber verin) istifham ve şaşmadır, kâf hitap harfidir, onunla zamir te'kit edilmiştir, iraptan mahalli yoktur. Çünkü: Ereeyte zeyden mâ şe'nuhu (bana haber ver, Zeyd ne âlemdedir?) dersin. Eğer kâfi Kûfelilerin dediği gibi mef'ûl yaparsan fiile üç mef'ûl aldırmış olursun ve bundan da Âyette: Ereeytumuküm denmesi lâzım gelir. Hayır, öyle değildir, fiil amelden kamlaştır ya da mehil mahzûftur, takdiri: Ereeyteküm aliheteküm tenfaaküm iz teduneha demektir. Nâfi' "ereeyteküm” ve ereeyte ve efereeytüm ve fereeyte'yi ra'dan önce hemze olduğu takdirde ra'dan sonraki hemzeyi teshil (hemze sesi ile vâv sesi arasında) okumuştur. Kisâî tamamen hazfetmiştir. Kalanlar ise olduğu gibi bırakmışlardır. Hamze de tam vakıf olduğu yerde böyle yapmıştır. "Size Allah'ın azâbı gelse” sizden öncekilere geldiği gibi "yahut kıyâmet gelse” korkusu gelse ki, "Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız?” kavli bunu göstermektedir. Bu da onlar için tekdir'dir. "Eğer doğru kimseler iseniz” putların ilahlar olduğunda. Şartın cevabı da mahzûftur, o da fed'uhu (onu çağırın)dır. 41Hayır, yalnız ona yalvarırsınız. O da eğer dilerse, yalvardığınız şeyi açar; siz de ortak koştuklarınızı unutursunuz. "Hayır, yalnız ona yalvarırsınız” özellikle ona dua edersiniz, nitekim birçok yerlerde onlardan böyle hikâye edilmiştir. Mef’ûlün (iyyahu) başa alınması da hasr (Özellik) ifade etmesi içindir. "O da yalvardığınız şeyi açar” yani açmasını istediğiniz şeyi demektir "eğer dilerse” size lütfetmeyi, âhirette ise dilemez. "Siz de ortak koştuklarınızı unutursunuz” o vakit ilahlarınızı bırakırsınız, çünkü sıkıntıyı yalnız onun kaldıracağı içinize işlemiştir. Ya da durumun şiddet ve korkunçluğundan dolayı onu (ilahlarınıza dua etmeyi) unutursunuz. 42Yemin olsun, senden önce ümmetlere de peygamberler gönderdik. Olur ki, yalvarırlar diye onları şiddetli fakirlik ve sıkıntılarla yakaladık. "Yemin olsun, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik” "min kablike"deki min zâittir. "Onları yakaladık” yani inkâr ettiler ve elçileri yalanladılar; biz de onları yakaladık "bilbe'sai” şiddet ve fakirlikle "veddarrai” sıkıntı ve afetlerle. Be'sa ve darra müennes siygalardır, müzekkerleri yoktur. "Belki yalvarırlar diye” bize zillet gösterirler de günahlarından tevbe ederler diye. 43Azabımız geldiği zaman yalvarmak değiller miydi? Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yaptıkları şeyi süsledi. "Azabımız geldiği zaman yalvarmalı değiller miydi?” manası, gerekçe olduğu hâlde o vakitte yalvarmamalarıdır. "Fakat kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yaptıkları şeyi süsledi” manayı telâfi etmekte ve yalvarmanın engelini açıklamaktadır. Mani de kalplerinin katılaşması ve şeytanın süslediği amellerle gurur duymalarıdır. 44Ne zaman ki, kendilerine yapılan hatırlatmaları unuttular biz de üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenlerle ferahlayınca onları ansızın yakaladık. Birden ümitlerini kestiler. "Ne zaman ki, kendilerine yapılan hatırlatmaları unuttular” şiddet ve sıkıntıları unutup da ondan ibret almadılar "biz de üzerlerine her şeyin kapılarım açtık” çeşitli nimetlerin kapılarını onları dinlendirmek, aşama aşama azaba yaklaştırmak, onları bolluk ve darlıkla sınamak, delillerle susturmak ve mazeretlerini yok etmek için. Ya da onlara tuzak kurmak için, çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz burada: Ka'be'nin Rabbine yemin ederim ki, o kavim tuzağa düştü, buyurmuştur. İbn Âmir Kur' an'ın her yerinde şedde ile "fettahna” okumuştur, Ya'kûb da bunun ve A'raf'takinin dışında ona katılmıştır. "Nihayet ferahladıkları zaman” şımardıkları zaman "kendilerine verilenle” nimetlerle, şımararak ve nimetlerle meşgul olarak nimet vereni unutup da hakkını eda etmeyince "onları ansızın yakaladık. Birden ümitlerini kestiler". Üzüldüler, ümitsizliğe kapıldılar. 45Böylece zulmeden o kavmin arkası kesildi. Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun. "Böylece zulmeden o kavmin arkası kesildi” burada geçen dabir arka demektir, öyle ki, içlerinden bir kimse kalmadı. Deberehu debren ve duburen şeklinde çekimi yapılır ki, birini arkasından takip etmektir. "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun” onları helâk ettiği için. Çünkü kâfirlerin ve asilerin helâki yeryüzünü onların uğursuz itikat ve amellerinden kurtarması bakımından hamd edilmeye lâyık büyük bir nimettir. 46De ki: Bana haber verin, eğer Allah kulağınızı ve gözlerinizi alır ve kalplerinizi mühürlerse, Allah'tan başka size onu getirecek ilâh kimdir? Bak, âyetleri nasıl çeviriyoruz. Sonra onlar yüz çeviriyorlar. "De ki: Bana haber verin, eğer Allah kulağınızı ve gözlerinizi alsa” sizi sağır ve kör etse "ve kalplerinizi mühürlese” aklınızı ve fikrinizi alacak şekilde onları perdelese "Allah'tan başka size onu getirecek ilâh kimdir?” bunu yahut aldığını ve mühürlediğini yahut bu zikredilenlerden birini. "Bak, âyetleri nasıl çeviriyoruz?” onları bazen mantıki öncüller bakımından tekrar ediyoruz bazen korkutma ve özendirme bakımından bazen de geçmişlerin hâllerine dikkat çekerek ve onları hatırlatarak tekrar ediyoruz. "Sonra onlar yüz çeviriyorlar” bunlardan yan çiziyorlar. Sümme âyetlerin çevrilmesinden ve meydana çıkarılmasından sonra yüz çevirmeyi uzak görmek (anlamsız olduğunu bildirmek) içindir. 47De ki: Bana haber verin, eğer Allah'ın azâbı size ansızın yahut açıkça gelirse, zâlimler topluluğundan başkası mı helâk edilir? "De ki: Bana haber verin, eğer Allah'ın azâbı size ansızın gelse” bağteten önceden haber vermeden demektir. " Yahut açıkça gelse” geleceğine dâir önceden bir işâret verilse. Gece yahut gündüz de denilmiştir. Bu iki kelime beğateten ve cehereten de okunmuştur. "Helâk edilir mi?” yani gazap ve azâp manasına helâk edilmez, demektir, "zâlimler topluluğundan başkası". Bunun içindir ki, istisnanın (nefiy olmadığı hâlde) müferrağ olması câiz olmuştur. Ye'nin fethi ile "yehlikü” de okunmuştur. 48Biz, peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Öyleyse kim îman eder ve kendini düzeltirse, onlara korku yoktur. Onlar üzülmezler de. "Biz peygamberleri ancak müjdeciler olarak göndeririz” mü'minleri cennetle müjdelemek üzere "ve uyarıcılar olarak” kâfirleri cehennemle korkutmak üzere göndeririz; onlara olmaz teklifler yapılsın ve onlarla dalga geçilsin diye değil. "Öyleyse kim îman eder ve kendini düzeltirse” düzeltilmesi gerekeni şerîatın istediği şekilde ıslah ederse, "onlara korku yoktur” azâp korkusu yoktur "onlar üzülmezler de” sevabı kaçırmakla. 49Âyetlerimizi yalanlayanlara yaptıkları fasıklık yüzünden azâp dokunacaktır. "Âyetlerimizi yalanlayanlara yaptıkları fasıklık yüzünden azâp dokunacaktır” azâbı dokunur yapması sanki onları arar gibi kılmasıdır. El-Azâp lâm-ı ta'rif ile mâ'rife olduğu için sıfata ihtiyaç kalmamıştır. 50De ki: Size yanımda Allah'ın hazineleri var, demiyorum. Ben gaybi de bilmem. Size: Ben bir meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahyolunanlara tâbi olurum. De ki: Körle gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz? "De ki: Size yanımda Allah'ın hazineleri var, demiyorumAllah'ın kudretini gösteren şeyler yahut rızkının hazineleri. "Ben gaybi de bilmem” bana vahyedilmediği ve ona bir delil getirilmediği sürece. Bu da demesi istenen sözlerdendir. "Ben bir meleğim de demiyorum” melek cinsinden biri yahut onların güçlerinin yettiği şeye benim de gücüm yeter, demiyorum. "Ben ancak bana vahyolunanlara tâbi oluyorum". İlâhlık ve meleklik davasını bıraktı, insanî kemalâttan olan peygamberlik iddia etti; bunu da kendisinin davasını akla uzak görmelerini ve iddiasının bozuk olduğuna karar vermelerini reddetmek için yaptı. "De ki: Kör ile gören bir olur mu?” sapıkla hidâyette olanın misalidir yahut cahille alimin misalidir veyahut ilâhlık ve meleklik gibi imkânsızı iddia edenle peygamberlik gibi doğruluğu iddia edenin misalidir. "Hiç düşünmüyor musunuz?” ki, doğru yolu bulurdunuz yahut hak ile bâtılı iddia etmeyi ayırırdınız ya da vahye tâbi olmadan başka kaçacak bir yer olmadığını bilirdiniz. 51Onunla Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları uyar. Onlar için ondan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır. (Bunları açıklıyoruz ki,) sakınırlar diye. (Onunla uyar) zamir bana (ona) vahiy edilene râcidir "Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları". Onlar da amelde kusur eden mü'minlerdir yahut da haşri câiz görenlerdir, ister mü'min ister kâfir olsun, ister ikrar ister şüphe etsin. Çünkü uyarma bunlara kâr eder, imkânsız olduğuna karar veren boşboğazlara değil. “Onlar için ondan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi yoktur.” yuhşeru'dan hâl yerindedir, çünkü korkulan şey bu hâl üzere haşir olmaktır. (Bunları açıklıyoruz ki,) "sakınırlar diye” sakınmaları için. 52Sabah akşam Rablerine dua ederek cemalini dileyenleri kovma. Onların hesaplarından sana bir şey yoktur. Senin hesabından da onlara bir şey yoktur ki, onları kovup da zâlimlerden olasın. "Sabah akşam Rablerine dua edenleri kovma” muttaki olmayanları takva sahipleri olmaları için uyarmasını emrettikten sonra o müttekılere ikram etmesini ve Kureyş'i menınun etmek için onları kovmamasını emretti. Rivâyete göre onlar şöyle dediler: Eğer bu köleleri kovarsan - Ammar, Suhayb, Habbab ve Selman gibi fakir Müslümanları kastediyorlar - seninle oturur ve seninle konuşuruz, dediler. O da: Ben mü'minleri kovamam, dedi. Onlar da: Biz sana geldiğimiz zaman onları bizim için kaldır, dediler. O da: Peki, dedi. Rivâyete göre Hazret-i Ömer radıyallahü anh: Bunu yapsan da işin nereye varacağına baksan, dedi. O da kâğıt istedi ve yazması için Hazret-i Ali'yi çağırdı. Sabah akşamdan maksat devamlılıktır. Sabah ve ikindi namazlarıdır, da denilmiştir. İbn Âmir burada ve Kehf'te "bilğudveti” okumuştur. (Cemalini dileyerek) yed'une'den hâl’dir yani ihlâsla Rablerine dua ederlerken demektir. Duanın ihlâsla kayıtlanması işin özü olduğuna dikkat çekmek içindir. Yasağı ona bağlaması da onlara ikramın gerektiğini bildirmek ve uzaklaştırmanın akıldan çıkarılmasını vurgulamak içindir. "Onların hesabından sana bir şey yoktur, senin hesabından da onlara bir şey yoktur". Yani îmanlarının hesabı sana kalmış değildir. Belki de îmanları Allah katında faraza îman etselerdi bile onların îmanından daha büyüktür. Müttekıler suretinde görünüyorlar diye içlerini ve ihlâslarım yoklamak senin görevin değildir. Eğer müşriklerin dedikleri gibi ve dinlerine dil uzattıkları gibi içleri temiz olmasa bile hesapları kendilerinin üzerinedir, onlardan sana geçmez. Nitekim senin hesabın da senin üzerinedir, senden onlara geçmez. Şöyle de denilmiştir: Rızıklarının yani fakirliklerinin hesabı senin üzerine değildir. Şöyle de denilmiştir: Zamir müşriklere aittir, Mana da şöyledir: Sen onların hesabı ile sorumlu değilsin, onlar da senin hesabınla sorumlu değiller ki, îmanları seni ilgilendirsin de onlara tamah ederek mü'minleri kovasın. "Fe tatrüdehüm” onları uzaklaşmasın, bu da olumsuz şeyin cevabıdır. "Zâlimlerden olasın” bu da olumsuzun cevabıdır. Sebep mülahazası ile "fe tatrüdehüm"ün üzerine atfı da câizdir ki, pek anlamlı değildir. 53Böylece onların bazılarını bazıları ile denedik ki: Aramızdan Allah'ın onlara lütfettiği bunlar mı, desinler? Allah şükredenleri daha iyi bilen değil mi? (Bunun gibi onların bazılarını bazıları ile denedik) yani bu deneme gibi - ki, o da insanların dünya işlerinde farklı olmasıdır - bazılarını bazıları ile din işinde de denedik; bu zayıf kimseleri îmanda Kureyş eşrafının önüne geçirdik. "Ki, aramızda Allah'ın onlara lütfettiği bunlar mı?” desinler". Yani Allanın onları mesut etmek için hidâyet ve muvaffakiyetle nimet verdiği bizler değil de onlar mıdır, desinler. Onlar da yoksullar ve zayıflardır. Bu ise aralarından özellikle bunların hakkı yakalamada ve hayra koşmada seçilmesini reddir. Tıpkı: "Eğer bir hayır olsa idi bizi geçemezlerdi” (Ahkâf: 11) sözleri gibi. Liyekulu'daki lâm akibet (sonuç) yahut sebep bildirme içindir, bu durumda "fetenna” yardımsız bırakmak manasına gelmiş olur. "Allah şükredenleri daha iyi bilen değil mi?” îman ve şükrü gerçekleştirip de muvaffak kıldığı ve gerçekleştiremeyip de başarısız kıldığı kimseleri daha iyi bilmez mi? 54Âyetlerimize îman edenler sana geldiği zaman: Selâm size. Rabbiniz rahmeti kendi üzerine şöyle yazdı: İçinizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra da ardından tevbe ederse ve kendini ıslah ederse, şüphesiz o, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Âyetlerimize îman edenler sana geldiği zaman deki: Selâm size, Rabbiniz rahmeti kendi üzerine şöyle yazdı". Bunlar da Rablerine dua eden mü'minlerdir. Onları Kur'ân'a îman etmek ve delillere tâbi olmakla niteledi; daha önce de ibâdete devamla nitelemişti. Onlara önce kendisinin selâm vermesini veyahut Allah'ın selamını onlara ulaştırmasını ve onları geniş rahmet ve lütfü ile müjdelemesini emretti. Bunu da onları kovmaktan men ettikten sonra yapması bunların ilim ve amel faziletlerini birleştirmiş olmalarındandır. Kim de böyle olursa yaklaştırılmalıdır, uzaklaştırılmalı değil, itibar edilmelidir, horlanmak değil. Ve dünya ve âhirette selametle müjdelenmelidir. Şöyle de denilmiştir: Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e bir topluluk geldi: Bizler büyük günahlar işledik, dediler. Onlara bir cevap vermedi, onlar da gittiler. Âyet bunun üzerine indi. (İçinizden kim bir kötülük yaparsa) rahmeti tefsir eden yeni söz başıdır. Nâfi', İbn Âmir, Âsım ve Ya'kûb rahmetten bedel olmak üzere feth ile (ennehu) okumuşlardır. "Bicehaletin” hâl durumundadır yani arkasına düştüğü şeyin zarar ve kötülüklerini bilmeden bir günah işlerse, Meselâ Ömer radıyallahü anh'in beyan ettiği fikirde olduğu gibi yahut cahilliğe bulaşarak bir günah işlerse demektir. Çünkü zarara götürecek bir şeyi yapmak beyinsizlerin ve Câhillerin işidir. "Sonra ardından tevbe ederse” o işten ve kötülükten "kendini düzeltirse” yaptığını telâfi ederek ve bir daha o gibi şeye dönmemeye karar vererek (şüphesiz o çok bağışlayıcı, çok merhametlidir) Nâfi''nin dışında birinciyi fetheden bunu da gizli mübteda (men) ile fethetmiştir (ennehu okumuştur). Ya da haberdir yani feemruhu yahut fî'luhu ğufranuhu demektir. 55Böylece âyetleri açıklıyoruz ki, günahkârların yolu belli olsun. "Bunun gibi” bu geniş açıklama gibi "âyetleri açıklıyoruz” Kur'ân'ın ısrar edenlerden ve tevbe edenlerden itaatkârların ve günahkârların sıfatlarıyla ilgili âyetlerini açıklıyoruz (bir de günahkârların yolu belli olsun). Nâfi' te ile okumuş ve "essebile"yi de nasp etmiştir, Mana da şöyledir: Ey Muhammed, bunu yaptık ki, onların yollarım açıklayasın ve her birine lâyık olan muameleyi edesin. İbn Kesîr, İbn Âmir, Ebû Amr, Ya'kûb ve Hafs da Âsım'dan rivâyetle ref ile okumuşlar mana da şöyle olur: Velitestebine sebilühüm (yolları açığa çıksın). Diğerleri ise sebil'i müzekker sayarak ye ve ref ile (sebilü) okumuşlardır. Çünkü sebil müzekker de müennes de olur. Onun gizli bir illete atfı da câizdir yani âyetleri açıklıyoruz ki, hak meydana çıksın ve belli olsun demektir. 56De ki: Şüphesiz ben Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmekten men olundum. De ki: Ben sizin keyfinize tâbi olmam. O takdirde ben sapmış ve doğru yolu bulanlardan olmamış olurum. (De ki: Şüphesiz ben men olundum) tevhid hususunda bana verilen deliller ve bana indirilen âyetlerle çevrildim ve men edildim "Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmekten” Allah'tan başkasına çağırdıklarınıza ibâdet etmekten yahut ilâhlar diye ad verdiğiniz şeylere ibâdet etmekten. "De ki: Ben sizin keyiflerinize uymam” bu da beklentilerini kesmek için tekittir, yasağın gerekçesine işarettir, onlara uymaktan kaçınmanın sebebidir, onları câhil saymadır, sapıklıklarının başlangıcını ve üzerinde bulundukları şeyin hidâyet olmadığını açıklamadır, hakkı araştıranın delile tâbi olmasını ve taklit etmemesini vurgulamaktır. "O takdirde ben sapmış olurum” yani eğer keyiflerinize uyarsam gerçekten sapmış olurum. "Ve doğru yolu bulanlardan olmamış olurum” yani hidâyetle hiç alakam kalmaz, sonunda onlardan olmuş olurum. Bunda onların böyle olduklarına îma vardır. 57De ki: Şüphesiz ben Rabbimden açık bir delil üzerindeyim; siz ise onu yalanladınız. Acele istediğiniz (azâp) yanımda değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. Hakkı o haber verir. O, ayırt edenlerin en hayırlı sı dır. (De ki: Şüphesiz ben Rabbimden açık bir delil üzerindeyim). Arkasına düşülmesi câiz olmayanı açıkladıktan sonra düşülmesi gerekeni vurgulamaktadır. Beyyine hakkı bâtıldan ayıran delildir. Bundan Kur'ân yahut vahiy murat edilmiştir, denilmiştir. Yahut aklî deliller veya hepsi denilmiştir. (Rabbimden) onun marifetinden, o kendinden başkasının (masivanın) mabududur. Bunun beyyine'nin sıfatı olması da câizdir. (Sizse onu yalanladınız). Zamir "rabbi” lâfzına râcidir, yani onu yalanladınız çünkü başkasını ona ortak koştunuz. Ya da zamir beyyine'ye mana itibarı ile râcidir. "Acele istediğiniz yanımda değildir” yani: "Gökten başımıza taş yağdır yahut bize acıklı bir azâp getir” (Enfâl: 32) sözleriyle acele istedikleri azâp demektir. "Hüküm ancak Allah'ındır” azâbı acele veya tehir etmede. "Hakkı o haber verir” hak hükmü o haber verir yahut hakkı o yapar ve onu evirir çevirir. Bu da kadad dir'a sözünden gelir ki, zırhı yapmaktır, onu işlemektir. Acele veya tehir işini de o yapar demektir. Kada'nın aslı işi bitirmekle ayırıp atmaktır. Hükmün de aslı men etmektir, sanki onu bâtıldan men etmiş gibidir. İbn Kesîr, Nâfi' ve Âsım yekussu okumuşlardır ki, izi sürmek ve haberi aktarmaktır. "O ayırt edenlerin en hayırlısıdır” hüküm verenlerin demektir. 58De ki: Eğer acele ettiğiniz (azâp) yanımda olsa idi, benimle sizin aranızdaki iş bitirilmiş olurdu. Allah zâlimleri çok iyi bilir. "De ki: Eğer acele ettiğiniz yanımda olsa idi” acele ettiğiniz azâp "benimle sizin aranızdaki iş bitirilmiş olurdu” Allah adına sizi tez elden helâk ederdim ve aramızdaki münasebet kesilirdi. "Allah zâlimleri çok iyi bilir” bu da istidrak (telâfi) manasınadır; sanki şöyle buyurmuştur: Ancak emir Allah'ındır, o sorumlu tutulması lâzım geleni de onlardan ihmal edilmesi gerekeni de bilir. 59Gaybin anahtarları onun yanındadır. Onları ancak o bilir. Karada ve denizde olanları bilir. Düşen bir yaprağı da bilir. Yerin karanlıkları altındaki bir tane, ne yaş ne kuru varsa mutlaka hepsi apaçık bir kitaptadır. (Gaybin anahtarları onun yanındadır) hazineleri demektir ki, mim'in fethi ile meftah’ın çoğuludur, o da hazine demektir. Ya da gaybe ulaşmada aracı olan şey demektir ki, mefatih'ten istiare edilmiştir. O da kesr ile miftahın çoğuludur ki, anahtar demektir. "Mefatîh” şeklinde okunması da bunu destekler. Mana da ilminin kuşattığı gâiplere ulaşmaya vasıta olan şeyler demektir. "Onları ancak o bilir” onların vakitlerini ve onları acele ve tehir etmede saklı bulunan şeyleri de bilir ve onları hikmetinin gereğine ve dilemesinin sonucuna göre açığa çıkarır. Bunda Allahü teâlâ'nın eşyayı vukuundan önce bildiğine delil vardır. "Karada ve denizde olanları bilir” Allahü teâlâ'nın görünen şeylerle alakalı olan ilmini gâip şeylere hâs olan ilmine atfetmektedir. "Düşen bir yaprağı da bilir” bu da en ufak şeyleri bildiğine dâir mübalağadır. (Yerin karanlıkları altındaki bir tane (tohum) ne yaş ne kuru varsa) bunlar da varakatin'e ma’tûftur, (mutlaka hepsi apaçık bir kitaptadır). Bu da birinci istisnadan bedel-i kül olarak bedeldir, bunda kitab-ı mübin de Allah'ın ilmidir yahut ondan Levh-i Mahfûz murat edilirse bedel-i istimaldir. (Vela ratbin) "varakatin"in mahalline atfen ref ile (ratbun) de okunmuştur. Ya da Merfû' olma durumunda mübteda’dır, illâ fî kitabin mübin de haberdir. 60Gece sizi öldüren ve gündüz ne elde ettiğinizi bilen de O'dur. Sonra sizi onda uyandırır ki, belli ecel yerine getirilsin. Sonra dönüşünüz onadır. Sonra da yaptıklarınızı size haber verir. "Gece sizi öldüren O'dur” uyutur ve sizi gözetler. Ölüm manasına olan teveffi istiare yolu ile ölüm için kullanılmıştır; çünkü aralarında hissin ve iyiyle kötüyü ayırma duygusunun zevali gibi bir ortaklık vardır. Çünkü teveffinin aslı bir şeyi tam olarak almaktır. "Gündüz ne elde ettiğinizi bilen de odur” kazandığınızı demektir, geceye uykunun, gündüze de kazancın tahsis edilmesi normale binaendir. (Sonra sizi diriltir) sonra sizi uyandırır, ba's öldürmek için terşih (müşebbeh binin mülayimi) olarak kullanılmıştır. "Onda” yani gündüzün demektir. "Belli ecel yerine getirilsin” uyanan kişi dünyada kendisi için belirlenen ecelinin sonuna gelsin. "Sonra dönüşünüz onadır” ölümle. "Sonra da yaptıklarınızı size haber verir” karşılığını vermekle. Şöyle de denilmiştir: Âyet kâfirlere hitaptır, Mana da şöyledir: Sizler gece leş gibi yatağa atılıyorsunuz, gündüz de günahlar kazanıyorsunuz. Allahü teâlâ ise amellerinizden haberdardır. Gece uyumakla gündüz günah kazanmakla uğrunda ömürlerinizi tükettiğiniz şey için sizi kabirlerden çıkaracak ki, ölüleri diriltmek ve onları amellerine göre cezalandırmak üzere koyduğu belli ecel yerine getirilsin. Sonra hesap için ona döneceksiniz, sonra da size yaptıklarınızın karşılığını (sonucunu) bildirecektir. 61Kulları üstünde hükümdar O'dur. Üzerinize bekçi melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği zaman, elçilerimiz onun ruhunu alır. Onlar kusur işlemezler. "Kullarının üstünde hükümdar O'dur. Üzerinize bekçiler gönderir". Amellerinizi kaydeden melekler gönderir. Onlar da kiramen kâtibin melekleridir. Bundaki hikmet de şudur: Mükellef kişi amellerinin yazıldığını ve şahitlerin huzurunda ona arz edileceğini bilirse, günahlardan daha çok çekinir. Ve kul efendisinin müsamahasına güvenir af ve bağışlamasına itimat ederse, ondan durumundan haberdar olan hizmetçilerinden çekindiği kadar çekinmez. (Nihayet birinize ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını alır) ölüm meleği ve yardımcıları demektir. Hamze elifi imâle ederek "teveffeyhu” okumuştur. "Onlar kusur işlemezler” gevşeklik yapmak ve tehir etmekle. Şeddesiz (lâ yüfritun) da okunmuştur. Mana da şöyledir: Belirlenen görevlerini artırmak veya eksiltmekle haddi aşmazlar. 62Sonra Hak Mevlâları olan Allah'a döndürülürler. Bilin ki, hüküm onundur. O, hesap görenlerin en süratlisidir. "Sonra Allah'a döndürülürler” hüküm ve cezasına "Mevlâları olan Allah'a” işlerini gören demektir, (hak olan) ancak hak ile hükmeden âdil Mevlâlarına demektir. Medh üzere nasb ile (elhakka) da okunmuştur. "Bilin ki, hüküm onundur” o gün, başkasının hükmü yoktur. "O, hesap görenlerin en süratlisidir” mahlukatı bir koyun sağımı kadar zamanda hesaba çeker; birini hesap çekerken diğerini unutmaz. 63De ki: Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtaran kimdir? Ona açık ve gizli dua edersiniz: Eğer bizi bundan kurtarırsa elbette şükredenlerden oluruz. (De ki: Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtaran kimdir?) o ikisinin zorluklarından. Şiddet yerine istiare yoluyla zulmet'in kullanılması ikisinin de korkuda ve görme duyusunu köreltmede ortak olmasındandır. O sebeple şiddetli güne (dumandan etrafın görülmediği savaş gününe) yevmun muzlim ve yevmun zü kevakib denir. Ya da sizi karada yere batmaktan, denizde de boğulmaktan demektir. Ya'kûb şeddesiz olarak "yüncîküm” okumuştur, mana da birdir. "Ona açık ve gizli şöyle dua edersiniz” mu'linine ve müsirrine (hâl olarak) ya da i'lanen ve israren (mef'ûlu mutlak olarak). Kesre ile (hıfyeten) de okunmuştur. (Eğer bizi bundan (karanlıktan) kurtarırsan elbette şükredenlerden oluruz) burada kavl maddesi gizlidir, yani: Eğer bizi kurtarırsan, dersiniz. Kûfeliler "ted'unehu"ya uyması için "lein encana” okumuşlardır.” Hâzihi” de karanlığa işarettir. 64De ki: Sizi ondan ve bütün sıkıntılardan Allah kurtarır. Sonra da ona şirk koşarsınız. (De ki: Sizi ondan Allah kurtarır). Kûfelilerle Hişâm şedde ile, diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır. "Ve her sıkıntıdan” ondan başka bütün üzüntülerden kurtarır. "Sonra şirk koşarsınız” şirke dönersiniz ve sözünüzü tutmazsınız. Şükretmezsiniz denilecek yerde şirk koşarsınız denilmesi Allah'a ibâdette şirk koşânın direkt ibâdet etmemiş gibi olduğuna vurgu yapmak içindir. 65De ki: O; size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından azâp göndermeye yahut sizi gruplara katıp (ayırıp) birbirinize şiddetinizi tattırmaya kâdirdir. Bak, bunları anlarlar diye (anlamaları için) âyetleri nasıl açıklıyoruz. "De ki: O, size üstünüzden azâp göndermeye kâdirdir” Meselâ Nûh ve Lût kavmine ve ashâb-ı fil'e yaptığı gibi. "Yahut ayaklarınızın altından” nitekim Fir'avn'i suda boğmuş ve Kârun'u yerin dibine geçirmiştir. Şöyle de denilmiştir: Üstünüzden, büyüklerinizden ve idarecilerinizden demektir, ayaklarınızın altından da hizmetçilerinizden ve kölelerinizden demektir. ( Ya da sizi gruplara ayırmaya kâdirdir) sizi değişik görüşlere sahip fırkalara ayırırda da aranızda savaş çıkarır (lebs). Şâir de şöyle demiştir: Nice ordular vardır ki, onları diğeriyle karıştırdım, Sonunda iyice karışınca ellerimi silkeledim. "Birbirinize şiddetinizi tattırmaya” birbirinizi kırdırmaya. "Bak, bunları anlarlar diye (anlamaları için) âyetleri nasıl açıklıyoruz” vaat ve tehdit etmekle. 66O hak iken kavmin onu yalanladı. De ki: Ben sizin üzerinize bir vekil değilim. "Kavmin onu yalanladı” azâbı yahut Kur'ân'ı, "o hak iken” şüphesiz gerçek veya doğru iken demektir. "De ki: Ben sizin üzerinize bir vekil değilim” işinizle görevlendirilmiş bekçi değilim ki, sizi yalanlamadan men edeyim yahut sizi cezalandırayım. Ben ancak bir uyarıcıyım, bekçi Allah'tır. 67Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır. Yakında bilirsiniz. "Her haber için vardır” bundan ya azâbı murat etmiştir ya da tehdidi "kararlaştırılmış bir zaman” istikrar ve gerçekleşme zamanı "Yakında bilirsiniz” dünyada ve âhirette gerçekleştiği zaman bilirsiniz. 68Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman başka bir söze dalın caya kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra o zâlimler topluluğu ile oturma. "Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman” onlarla alay etmek ve onlara dil uzatmakla "onlardan yüz çevir” onlarla oturma, meclislerinden kalk. (Başka bir söze dalıncaya kadar) zamiri müzekker olarak tekrar etmesi mana itibarı iledir, çünkü onlar (âyetler) Kur'ân'dır. (Eğer sana unutturursa şeytan) seni vesvesesiyle meşgul eder de onları men etmeyi unutturursa, İbn Âmir şedde ile "yünsiyenneke” okumuştur. "Hatırladıktan sonra oturma” aklına geldikten sonra "o zâlimler topluluğu ile” yani onlarla beraber demektir. Zamir yerine zâhir olarak zâlimleri kullanması şunu göstermektedir ki, onlar tasdik edip hürmet gösterecek yerde yalanlayıp alay etmişlerdir. 69Allah’tan korkanlar için onların (alay adenlerin) hesabından sana bir şey (sorumluluk) yoktur, ancak bu bir hatırlatmadır ki, (günah işlemekten ve onlarla birarada olurken günaha düşmekten) sakınmaları gerekir. (Çünkü o zâlimler, Kur’ân ile alay etmektedirler.) "Korkanlara yoktur” onlarla oturan takva sahiplerine yoktur "onların hesabından bir şey” yani hesabını verecekleri çirkin iş ve sözlerinden demektir. "Ancak bir hatırlatma vardır” fakat onlara hatırlatmaları ve onları ondan diğer çirkin şeylere dalmaktan men etmeleri ve hoşnutsuzluklarını açığa vurmaları gerekir. "Zikra"nın mastar olarak nasba da velakin aleyhim zikra takdiri ile ref'e de ihtimali vardır. Onun "min şey'in"in mahalline atfı câiz değildir, çünkü "min hisabihim” buna müsaade etmez. Aynı sebepten dolayı "şey'in"in üzerine atfı da câiz değildir, bir de "min” müsbet cümlede zâit kılınmaz. (korkmaları ve sakınmaları gerekir) utandıklarından yahut kötü duruma düşmekten korktuklarından bundan çekinirler. Zamirin birinci yettekun'e râci olma ihtimali de vardır, o zaman mana şöyle olur: Belki takvalarında sebat ederler de onlarla oturmalarından kendilerine bir halel gelmez. Rivâyete göre Müslümanlar: Eğer Kur'ân ile her alay ettikleri zaman onlarla oturmayacak olursak, Mescid-i harâm'da oturmamız mümkün olmaz, dediler, âyet de bunun üzerine indi. 70Dinlerini oyuncak ve eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak. Onunla hatırlat ki, hiçbir nefis kazandığı ile helake atılmasın. Onun için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi yoktur. Her fidyeyi verse de ondan alınmaz. İşte onlar kazandıkları ile helake sürüklendiler. Onlar için inkârları yüzünden kaynar sudan bir içecek ve acıklı bir azâp vardır. "Dinlerini oyuncak ve eğlence edinenleri bırak” yani din işlerini heveslerinin üzerine kuran ve ne şimdi ne de gelecekte kendilerine bir menfaat temin etmeyen şeyleri din edinenleri bırak. Meselâ puta tapma, bahire ve saibe'yi harâm etme gibi ya da mükellef oldukları dinlerini onunla alay etmekle oyun ve eğlence edinenleri yahut ibâdet vakti olan bayramlarını oyun ve eğlence zamanı kılanları bırak demektir. Mana da şöyledir: Onlardan yüz çevir, işlerine ve sözlerine aldırma. Bunun onlar için tehdit olması da câizdir, Meselâ: "Beni yarattığım o kimse ile baş başa bırak” (Müddessir: 11) âyeti gibi. Kim bunu kılıç ayetiyle mensûh kılarsa, bunu onlardan uzaklaş ve onlara sataşmama manasına alır. "Dünya hayatı onları aldattı” sonunda yeniden dirilmeyi inkâr ettiler. "Onunla hatırlat” yani Kur'ân ile demektir. (Ki, hiçbir nefis kazandığı ile helake atılmasın) helake atılma ve kötü ameline karşılık rehin alınma korkusu ile. İbsal ve besi aslında men etmektir. Esedün basilün deyimi de bundan gelir, çünkü avı ondan kurtulamaz. Basil de yiğittir, çünkü hasmı ona yaklaşamaz. Hâza beselün aleyke de, bu sana haramdır, demektir. "Onun için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi yoktur” azâbı ondan savacak bir yardımcı yoktur. (Her fidyeyi verse de) her fidyeyi feda etse de, adi fidye demektir. Çünkü o, fidyesi verilen kimsenin dengidir. Burada ise fidye vermek manasınadır. "Külle” mastar olarak mensûbtur. "Lâ yü'haz minha” fiil minha'ya nispet edilmiştir, zamirine değil. Ama "lâ yü'hazü minha adlün” (Bakara: 48) kavli öyle değildir, çünkü o verilen fidyedir. "İşte onlar kazandıklurı ile helake sürüklendiler” yani çirkin amelleri ve bozuk itikatlarıyla azaba teslim edildiler demektir. "Onlar için kaynar sudan bir içecek ve acıklı bir azâp vardır” bu da onu te'kit etmekte ve açıklamaktadır. Mana da şöyledir: Karınlarında guruntu yapan kaynar su ile inkârları sebebiyle bedenlerinde tutuşan ateş arasındalar. 71De ki: Allah'ı bırakıp da bize fayda ve zarar vermeyen şeylere tapalım da, Allah bize hidâyet ettikten sonra ökçelerimizin üstünde geri döndürülelim de şeytanın yeryüzünde afallamış bir hâlde şaşırttığı, arkadaşlarının onu çağırıp doğru yola, bize gel dediği kimse gibi mi olalım? De ki: Şüphesiz Allah,'ın hidâyeti hidâyetin ta kendisidir. Biz, âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk. (De ki: Tapalım mı? Allah'ı bırakıp da bize fayda ve zarar vermeyen şeylere) bize fayda ve zarar verme gücüne sahip olmayan şeylere. "Ökçelerimizin üzerine döndürülelim de” şirke çevrilelim de "Allah bize hidâyet ettikten sonra” bizi ondan kurtardıktan ve bize İslâm'ı nasip ettikten sonra. (Şeytanların şaşırttığı gibi) azgın cinlerin onu uçsuz bucaksız çöllere götürdüğü (attığı) kimse gibi. İstehva heva yehvi hüviyyen’den istif’al babındandır ki, gitmek manasınadır. Hamze elif-i mümale ile "istehveyhi” şeklinde okumuştur. Kellezi'deki kâf mahallen mensûbtur, "nüreddü"nün fâ'ilinden hâl’dir yani şeytanların şaşırttığına benzeyerek demektir. Ya da mastar olarak mensûbtur, yani redden misle reddillezis tehvethü demektir. "Yeryüzünde şaşkın bir hâlde” yoldan sapmış bir vaziyette. "Onun da arkadaşları vardır” o şaşırtılan kimsenin yoldaşları vardır demektir, "onu doğru yola çağırıyorlar” ona doğru yolu gösteriyorlar. Doğru yola hidâyet demesi mastara mef'ûl manası verme babındandır. "İ'tina” ona: Bize gel, derler, "de ki: Şüphesiz Allah,'ın hidâyeti” ki, o İslâm'dır "hidâyetin ta kendisidir” bir tek o hidâyettir, onun dışındakiler sapıklıktır. (Biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk) bu da söylenecek sözlerdendir, inne hüdallahi'nin üzerine atıftır. Lâm da emrin illetidir yani teslim olmak için böyle emrolunduk, demektir. Lâm'ın be manasına olduğu da söylenmiştir. Zâit olduğu da söylenmiştir. 72(Bir de) namazı dosdoğru kılın ve ondan korkun (diye emrolunduk) . Huzuruna toplanacağınız Odur. "Veen ekımus salate vettekuhu” bu da "linüslime"ye atıftır. Yani İslâm olmak ve namazı kılmak için demektir. Ya da linüslime'nin yerine atıftır, sanki: Müslüman olmakla ve namaz kılmakla emrolunduk denilmiş gibidir. Rivâyete göre Ebû Bekir'in oğlu Abdurrahman, babasını putlara tapmaya davet etti, âyet de bunun üzerine indi. Buna göre Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in Ebû Bekir'in yerine böyle demekle emrolunması onun durumunu yüceltmek ve aralarındaki birliği açığa çıkarmak içindir. "Huzurunda toplanacağınız O'dur” kıyâmet gününde. 73O ki, gökleri ve yeri hak ile yarattı. O günde ki, "ol” dediği şey lur. Sözü haktır. Sûra üfürüleceği gün mülk onundur. Görünmeyeni ve görüneni bilendir. O hikmet sâhibidir, her şeyden haberdardır. "O ki, gökleri ve yeri hak ile yarattı” bilhakkı kaimen bilhakkı (hakla ayakta durur vaziyette yarattı) demektir. "Ve yevme yekulu kün feyekun, kavluhul hakku” isim cümlesidir, haber (yevme yekulu) takdim edilmiştir (kavluhu mübteda’dır, elhakku sıfatıdır). Yani hak sözü böyle (ol) dediği gündedir, demektir, tıpkı: el - kıtalu yevmel cumuati (savaş Cuma günüdür) sözü gibidir. Mana da şöyledir: O göklerin ve yerin Yaratıcı'sıdır, hak sözü de kâinatta geçerlidir. Şöyle de denilmiştir. Yevme essemavati'ye yahut vettekuhu'daki he'ye atfen mensûbtur ya da bilhakkı'nın gösterdiği mahzûf (yekumu) ile mensûbtur. Kavuhul hakku mübteda ve haberdir ya da (tâmme olan) yekunu'nûn fâ'ilidir, mana da hak sözü yani hükmünü belirttiği zaman hak sözü sâbit olur, demektir. Bundan murat edilen de eşyayı oluşturduğu ve icat ettiği yahut kıyâmet koptuğu gün demektir. O zaman oluşum ölüleri toplamak ya da onları diriltmektir. "Sûra üfürüldüğü gün mülk onundur” bu da: "Bugün mülk kimindir? Bir tek kahhar Allah'ındır” (Ğaflr: 26) kavli gibidir. "Görünmeyeni ve görüneni bilendir” yani o gaybi bilendir. "O hikmet sâhibidir, her şeyden haberdardır” bu da Âyetin özeti gibidir. 74Hani, İbralıim, babası Azer'e: "Putları ilâhlar mı ediniyorsun?” Şüphesiz ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti. "Hani, İbrâhîm, babası Azer'e demişti". Azer, ebihi'nin atıfbeyam'dır. Tarih kitaplarında ismi Tareh'tir. Şöyle de denilmiştir: Bu ikisi onun özel ismidir, Meselâ İsrâîl ve Ya'kûb gibi. Şöyle de denilmiştir: Tareh özel isimdir, Azer de lakaptır, manası da şeyh (yaşlı) yahut aksak demektir. Belki de Azer'in gayri munsarif olması yabancı olup vezin bakımından benzerlerine hamledilmesindendir. Ya da o nattir, izr ve vezr'den türetilmiştir. Çünkü o yabancıdır ve fâal veznindedir, Meselâ ğaber ve şâleh gibi. Taptığı putun ismidir de denilmiştir, ona devamlı ibâdet ettiği için ona lâkap olmuştur ya da ona muzâfın hazfi ile (âbid-i Azer) denilmiştir. Nasbi da maba'dinin tefsir ettiği gizli fiilledir, yani eta'büdü âzere (Azer'e mi ibâdet ediyorsun) demektir. Sonra da şöyle dedi: (Putları ilâhlar mı ediniyorsun?) tefsir yahut tespittir, hemzenin fethi ve kesri ile eezeren ve eizeren tettehihüzü asnamen okunması da bunu gösterir. Ya'kûb nida olarak zam ile (Azerü) okumuştur ki, bu da onun özel isim olduğunu gösterir. "Şüphesiz ben seni ve kavmini bir sapıklık için görüyorum” haktan sapıklık "apaçık” sapıklığı meydanda demektir. 75Böylece İbrâhîm'e, kesin inananlardan olması için, göklerin ve yerin mülkünü gösteriyorduk. (Böylece İbrâhîm'e gösteriyorduk) bu gösterme gibi ona gösteriyorduk demektir, bu da geçmiş zamanın hikayesidir. Te ile "tura” ve ref ile melekutu da okunmuştur rabbe ait delilleri ona gösteriyorduk demek olur. "Melekutüs semavati velard” bunların rabbe ait ve mülk oluşları demektir. Bunların harikaları ve eşsiz güzellikleri de denilmiştir. Melekut en büyük mülk demektir, ondaki te mübalağa içindir. "Liyekune minel mukinin” delil çıkarması ve kesin inananlardan olması için yahut bunu yaptık ki, böyle olsun diye. 76Üzerine gece bastırınca bir yıldız gördü. "İşte, Rabbim bu” dedi. Yıldız batınca: "Ben batanları sevmem” dedi. (Üzerine gece bastırınca) bu da onu açıklama ve izahtır. Şöyle de denilmiştir: "Kâle ibrahimü"ye atıftır, "ve Kezâlike nürî” de ara cümledir. Çünkü babası ve kavmi putlara ve yıldızlara taparlardı. Onları sapıklıklarından uyandırmak ve onlara bakış ve sonuç çıkarma yolu ile hakkı göstermek istedi. Cenne aleyhil leylü, gece karanlığı ile bastırmak demektir. Yıldız da Venüs gezegeni yahut Jüpiter idi. (Bu rabbimdir) sözü faraza, söz gelişi demektir. Çünkü bir görüşün yanlışlığına delil getiren kimse onu hasmının dediği şekilde aktarır, sonra da çürüterek ona hücum eder ya da görüş ve sonuç çıkarma bakımından demiştir. Bunu ergenlik çağında veyahut ilk buluğ anlarında demiştir. "Felemma efele” batıp da kaybolunca demektir "ben batanları sevmem, dedi". Kaldı ki, ibâdet edenleri, çünkü yer değiştirmek ve perdenin arkasına çekilmek mümkün ve sonradan olduğunu gösterir ve ilâhlıkla bağdaşmaz. 77Ay'ı doğarken görünce: İşte Rabbim bu” dedi. O da batınca: Yemin olsun, eğer Rabbim bana hidâyet etmezse, mutlaka ben sapanlar güruhundan olurum” dedi. "Felemma rael kamere baziğan” ay'ı doğarken görünce "işte Rabbim bu, dedi. O da batınca: Eğer Rabbim bana hidâyet etmezse, mutlaka ben sapanlardan olurum". Kendini aciz gördü ve gerçeği idrak etme hususunda Rabbinden yardım istedi. Çünkü ona ancak onun tevfiki ile ulaşabilir. Bir de şuna dikkat çekmek istemiştir ki, ay da değişken olduğu için ilâhlığa uygun değildir ve onu ilâh edinen sapıktır. 78Güneşi doğarken görünce: "İşte, Rabbim bu. Bu, daha büyüktür” dedi. O da batınca: "Ey kavmim, şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım” dedi. "Güneşi doğarken görünce: İşte Rabbim budur, dedi". İsmi işâret olan hâza'yı müzekker olarak kullanması haberin müzekker olmasından ve Rabbi dişilik endişesinden korumak içindir. "Bu daha büyüktür” onu büyük görmesi delil bakımından ve rakibinin şüphesini açığa çıkarmak düşüncesindendir. "O da batınca Ey kavmim, şüphesiz ben sizin taptığınız şeylerden uzağım, dedi". Kendilerini var eden ve onlara lâyık oldukları özellikleri veren birine muhtaç olan sonradan oluşan cisimlerden uzağım demektir. Onlardan elini çekince, bu mümkün varlıklarını gösterdiği yoktan var edene döndü. 79"Şüphesiz ben, bir muvahhit olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben şirk koşanlardan değilim. "Şüphesiz ben, bir muvahhit olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben şirk koşanlardan değilim". Neden batmayı delil getirdi de o da yer değiştirme manasına geldiği hâlde doğmayı getirmedi, çünkü batmada delil daha fazladır. Bir de o onlara delil getirmek istediği zaman taptıkları yıldızı göğün ortasında görmüştü. 80Kavmi onunla tartıştı. O da: "Bana doğru yolu göstermişken benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz? Ben ortak koştuğunuz şeylerden korkmuyorum; meğerki Rabbim bir şey dileye. Rabbim her şeyi kuşatmıştır. Düşünmüyor musunuz?” dedi. "Kavmi onunla tartıştı” tevhid konusunda mücadele ettiler. (O da: Benimle Allah hakkında mı tartışıyorsunuz, dedi?) yani birliği hakkında mı demektir. Nâfi' ile İbn Âmir şeddesiz okumuşlardır. "Beni doğru yola iletmişken?” yani onun birliğine "Ben ortak koştuğunuz şeylerden korkmuyorum” yani sizin mabutlarınızdan hiçbir zaman korkmuyorum, çünkü onlar kendiliklerinden zarar da fayda da veremez. "Meğerki Rabbim bir şey dileye” bana kendi tarafından bir kötülük etmeyi dileye. Belki de bu onların İbrâhîm'i kendi ilâhlarıyla korkutmalarına cevap ve onlar için Allah'ın azabıyla tehdittir. "Rabbim her şeyi ilmi ile kuşatmıştır” sanki bu, istisnanın illeti gibidir yani ilmi onu kuşatmıştır; onların tarafından da bana bir kötülük yapması ihtimal dışı değildir. "Düşünmüyor musunuz?” iyi ile kötüyü, güçlü ile acizi fark etmiyor musunuz? 81Sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım ki, siz; size hiç delil indirmediği şeyleri Allah'a şirk koştunuz. Eğer biliyorsanız, iki gruptan hangisi güvene daha layıktır? "Sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?” ki, hiçbir zararla ilişkileri yoktur. "Siz Allah'a şirk koşmaktan korkmuyorsunuz?” Hâlbuki tamamen korkulması gereken O'dur; çünkü sizin ettiğiniz yapanla yapılanı ortak etmektir; güçlü ile güçsüzü ve zararlı ile yararlıyı eşit tutmaktır. "Hiçbir delil indirmediği şeyleri” ortaklığına kitap indirmediği ve onun üzerine ortaya delil koymadığı şeyleri. "İki gruptan güvene hangisi daha layıktır?” muvahhitler mi müşrikler mi? Ben mi yoksa siz diyerek hangimiz dememesi de kendini tezkiye etmekten çekindiği içindir. "Eğer biliyorsanız?” korkulmayı hak edeni? 82Îman edip de îmanlarını haksızlıkla karıştırmayanlar için enıniyet vardır ve onlar doğru yolu bulmuşlardır. (Îman edip de îmanlarım zulümle (haksızlıkla) karıştırmayanlar için enıniyet vardır ve onlar doğru yolu bulmuşlardır)". Ondan (İbrâhîm'den) yahut Allahü teâlâ'dan yeni söz başıdır, sorulan şeye cevaptır. Burada zulümden maksat şirktir, çünkü rivâyete göre âyet indiği zaman bu ashâba zor geldi ve: Hangimiz nefsine zulmetmedi, dediler? aleyhis-salâtü ves-selâm da: Zannettiğiniz gibi değil, o, Lokman'ın, oğluna: "Ey ğulcuğum, Allah'a şirk koşma, şüphesiz Allah'a şirk koşmak muhakkak büyük bir zulümdür” dediği şeydir, dedi. Ona îman etmek; hikmet sâhibi bir yaratıcının varlığım kabul etmekle beraber bu tasdiki ona koşulan şirkle karıştırmak değildir. Şirkin isyan olduğu da söylenmiştir. 83İşte bu, İbrâhîm'e karşı verdiğimiz delilimizdir. Dilediğimizin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin hikmet sâhibidir, hakkıyla bilendir. (İşte bunlar) İbrâhîm'in (üzerine gece bastırınca)dan (En'âm: 76) (onlar doğru yolu bulanlardır) (En'âm: 82) kavlinden yahut "etuhâccûnnî (benimle tartışıyor musunuz)?” kavlinden buraya kadar kavmine karşı getirdiği delillere işarettir. "İbrâhîm'e verdiğimiz delillerdir” ona gösterdiğimiz ve ona öğrettiğimiz demektir. (Kavmine karşı) bu da "huccetüna"ya bağlıdır, eğer "tilke"nin haberi sayılırsa; mahzûfa bağlıdır, eğer bedeli sayılırsa, yani kavmine karşı İbrâhîm'e verdiğimiz delillerdir, demektir. (Dilediğimizin derecelerini yükseltiriz) ilim ve hikmette. Kûfelilerle Ya'kûb tenvinle (derecatin) okumuşlardır. "Şüphesiz Rabbin hikmet sâhibidir” yükseltmesinde ve alçaltmasında "hakkıyla bilendir” yükselttiğinin hâlini ve ona hazırladığı şeyleri. 84Ona İshak'ı ve Ya'kûb'u hibe ettik. Her birini hidâyete erdirdik. Daha önce Nûh'u da hidâyete erdirdik. Dâvûd, Süleyman, Eyyub, Yûsuf, Mûsa ve Hârûn da onun neslindendir. Biz iyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız. "Ona İshak'ı ve Ya'kûb'u hibe ettik. Her birini hidâyete erdirdik” yani o ikisinden her birini demektir. "Daha önce Nûh'u da” İbrâhîm'den önce, onu hidâyet etmesini İbrâhîm'e nimet saymıştır; çünkü onun atasıdır, atanın şerefi de evlada geçer. (Onun neslindendir). Zamir İbrâhîm'edir, çünkü söz onun hakkındadır. Nûh'adır da denilmiştir, çünkü o daha yakındır. Bir de Yûnus ile Lût, İbrâhîm'in neslinden değildir. Eğer İbrâhîm'e râci olsa idi, açıklama bu Âyette ve bundan sonrakinde sayılanlara hâs olur ve üçüncü Âyette zikredilenler de Nûh'a atfedilmiş olur. "Dâvûd, Süleyman, Eyyub” Eyyub bin îysâ bin İshak "Yûsuf, Mûsa ve Hârûn da (onun neslindendir). Biz iyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız” yani iyilik edenleri İbrâhîm'i mükâfatlandırdığımız gibi mükâfatlandırırız. Bunu da derecelerini yükseltmek, evlatlarım çoğaltmak ve peygamberliği onlara vermekle yapmıştık. 85Zekeriyya, Yahya, Îsa ve İlyas'ı da. Bunların hepsi iyi kimselerdendir. "Zekeriyya, Yahya, Îsa'yı” Meryem oğlu Îsa'yı (hidâyete erdirdik). Îsa'nın zikredilmesinde zürriyet lâfzının kızın çocuklarını da içine aldığına delil vardır. "İlyas'ı da” onun Nûh'un dedesi İdris olduğu söylenmiştir. O zaman açıklama birinci Âyette zikredilenlere mahsus olur. Onun Mûsa'nın kardeşi Hârûn'un torunlarından olduğu da söylenmiştir. "Bunların hepsi iyi kimselerdendir” salahı tam olanlardandır, salah da lâyık olanı yapmak, olmayandan da sakınmaktır. 86İsmâîl, Elyesa, Yûnus ve Lût'u da. Her birini dünyalara üstün kıldık. "İsmâîl, Elyesa'ı da (hidâyete erdirdik)". Elyesa Bin Uhtub'u. Hamze ile Kisâî "Elleysa” şeklinde okumuşlardır. Her iki okunuşa göre de yabancı isimdir, üzerine lâm getirilmiştir, tıpkı şu beyitte el - Yezid'deki lâm gibi: Velid bin el - Yezid'i mübarek gördüm, Hilafet yükünden omuzlarının çöktüğünü gördüm. "Yûnus"u da” o da Yûnus bin Mett'adır, "Lût'u da” o da İbrâhîm'in kardeşi oğlu Haran'ın oğludur. "Her birini dünyalara üstün kıldık” peygamberlikle. Bunda bunların diğer halktan üstün olduklarına delil vardır. 87Atalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden de (hidâyete erdirdik). Onları seçtik ve onları doğru yola ilettik. "Ve min abaihim ve zürriyyatihim ve ihvanihim” bu da "küllen” yahut "Nuhan"a atıftır. Yani bunların hepsini üstün kıldık yahut bunları hidâyet ettik yahut atalarının, nesillerinin ve kardeşlerinin bazılarını demektir; çünkü onlardan peygamber olmayan ve doğru yolda olmayan da vardır. (Onları seçtik) bu da faddalna yahut hedeyna'ya atıftır. "Onları doğru yola ilettik” nereye iletildiklerini açıklamak için tekrar edilmiştir. 88İşte bu, Allah'ın hidâyetidir. Onunla kullarından dilediğine hidâyet eder. Eğer şirk koşsalardı yaptıkları mutlaka boşa giderdi. (İşte bu, Allah'ın hidâyetidir) onların din edindikleri şeye işarettir "Onunla kullarından dilediğine hidâyet eder” bu da hidâyetin (mecburi değil) lütuf olduğuna delildir. (Eğer şirk koşsalardı) yani bu peygamberler üstünlüklerine ve şanlarının yüceliklerine rağmen şirk koşsalardı "yaptıkları mutlaka boşa giderdi” amellerinin sevabı boşa gitme bakımından diğerleri gibi olurlardı. 89İşte bunlar; kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiklerimizdir. Eğer onlar bunları inkâr ederlerse, gerçekten biz bunu inkâr etmeyen bir kavmi vekil kılmışızdır. "İşte bunlar; kendilerine kitap verdiklerimizdir” bundan kitap cinsi murat edilmiştir. "Hüküm” yani hikmet yahut davaları adaletle karara bağlama demektir. "Peygamberlik” elçilik. "Eğer bunları inkâr ederse” yani bu üçünü demektir, (onlar) yani Kureyş inkâr ederse, "biz de bunlara vekil etmişizdir” yani bunlara riayet etmeyi "gerçekten biz bunları inkâr etmeyen bir kavmi” onlar da adları geçen peygamberlerle onlara tâbi olanlardır. Şöyle de denilmiştir: Bunlar Ensâr ile Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in ashâbıdır yahut ona îman edenlerin hepsidir veyahut İranlılardır. Meleklerdir de denilmiştir. 90İşte onlar Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir; sen de onların hidâyetine uy. De ki: Sizden bunun için bir ücret istemiyorum. O, ancak âlemler için bir öğüttür. "İşte onlar Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir” zikri geçen peygamberleri murat ediyor. (Sen de onların hidâyetine uy). Özellikle onların yollarına uy demektir. hidâyetlerinden maksat da tevhidte ve usul-i dinde (itikatta) uzlaştıkları şeylerdir; fer'î ve ihtilaflı meseleler değildir. Çünkü onlar hepsine nispet edilen hidâyet değildir, tamamında onlara uymak da mümkün değildir. Bunda aleyhisselâm Efendimizin kendinden önceki şerîata uymakla mükellef olduğuna delil yoktur. "İktedih"teki zamir vakf içindir, kim onu okuma hâlinde isbat eder (seslendirirse) Meselâ İbn Kesîr, Nâfi', Ebû Amr ve Âsım gibi, vaslı vakfın yerine koymuş olur. Hamze ile Kisâî he’yi sadece vakfta hazf ederler; İbn Âmir de İbn Zekvân rivâyetinde onu ağzını doldurarak (hî) okur, onun mastardan (iktidadan) kinaye olduğunu söyler, Hişâm rivâyetinde de ağzını doldurmadan (işba etmeden) he'yi kesre ile okur. "De ki: Sizden bunun için” tebliği yahut Kur'ân için "ecren” sizden bir ücret istemiyorum, nitekim benden önceki peygamberler de istememişlerdir. Bu da onlara uyması istenen şeylerdendir (o değildir) yani tebliğ yahut Kur'ân veyahut gaye "ancak âlemler için bir öğüttür” bir hatırlatma ve onlar için bir nasihattir. 91Allah'ı hakkı ile takdir edemediler. Çünkü: "Allah bir insana hiçbir şey indirmedi” dediler. De ki: "Mûsa'nın insanlar için bir nûr ve hidâyet olarak getirdiği, kâğıtlar (tomarlar) hâline getirip onları açıkladığınız ve birçoğunu da gizlediğiniz o kitabı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretildi". "Allah” de, sonra da onları daldıkları şeyin içinde bırak oynasınlar. "Allah'ı hakkı ile takdir edemediler” rahmet ve kullara nimet hususunda onu hakkı ile tanıyamadılar. "Çünkü: Allah bir insana hiçbir şey indirmedi, dediler” böylelikle de vahyi ve elçiler gönderilmesini inkâr ettiler. Hâlbuki bunlar onun büyük rahmetlerinden ve yüce nimetlerindendir. Ya da onu kâfirlere gazabında ve onlara karşı şiddet uygulamasında gereği gibi takdir edemediler de bu gibi şeyleri söylemeye cesaret ettiler. Bunu söyleyenler de Yahûdîlerdir, bunu da Kur'ân'ın indirilmesini daha çok inkâr etmek için dediler. Bunların Yahûdîler olduğu da dediklerini reddetmek ve onları susturmak için şöyle demiş olmasıdır: "De ki: Mûsa'nın insanlar için bir nûr ve hidâyet olarak getirdiği, kâğıtlar hâline getirip onları açıkladığınız ve birçoğunu da gizlediğiniz o kitabı kim indirdi?” Çoğunluk te ile (tecalunehu, tübduneha, tuhfune) okumuşlardır. İbn Kesîr ile Ebû Arında "Kâlû” ve "vema kaderu"ya bakarak ye ile okumuşlardır. Bunların Yahûdîler olduğunun bir delili de bunun içinde Tevrat'ı kötü bilmeleri yüzünden onları kınaması ve onları Tevrat'ı parçalara ayırmaları yüzünden ayıplamasıdır. Çünkü onun bir kısmını seçip kâğıtlara geçirdiler, hoşlarına gitmeyeni de gizlediler. Rivâyete göre bu sözü Mâlik bin Dayf söylemiştir, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem onu kızdırdı, ona: Mûsa'ya Tevrat'ı indiren Allah için doğru söyle, onda "Allah karnı büyük alime gazap eder” cümlesini görüyor musun, dedi? O da: Evet, dedi. Efendimiz de: İşte o şişko âlim sensin, dedi. Onların müşrikler olduğu da söylenmiştir; onların Tevrat'ın indirilmesiyle susturulması ise şundandır; çünkü bu onlarca bilinen gayet yaygın şeylerdendi, bunun içindir ki, müşrikler: "Eğer bize kitap indirilseydi onlardan daha çok doğru yolda olurduk.” (En'âm; 157) demişlerdir. "Size öğretildi” Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in dili ile "ne sizin ne de atalarınızın bilmediği şeyler". Bunlar Tevrat'takine ilave şeylerdir ve sizden daha bilgili olan atalarınıza karışık gelen şeylerin açıklamasıdır. Bunun bir benzeri de şu âyettir: "Bu Kur'ân İsrâîl oğullarına ihtilâf ettikleri şeylerin çoğunu aktarmaktadır” (Neml: 76). Bunun Kureyş'ten îman edenlere hitap olduğu da söylenmiştir. "De ki: Allah” yani onu Allah indirdi. Onların yerine cevap vermesini emretti, bunda da şunu bildirmek istiyor ki, zaten cevap bellidir, başkası yoktur. Ayrıca cevap veremedikleri için şaşıp kaldıkları da vurgulanmak istenmiştir. "Sonra da onları daldıkları şeylerin içinde bırak” batıllarının içinde bırak, tebliğ ettikten ve onlara deliller getirdikten sonra yapacağın bir şey yoktur. (Oynasınlar) bu da birinci hüm'den hâl’dir, zarf (fî havdıhim) de zerhüm'ün yahut yelabun'un sılasıdır. Ya da mef’ûlündan ya da yelabun'un fâ'ilinden hâl’dir yahut ikinci minhüm'den hâl’dir, zarf da birinciye bağlıdır. 92Bu, Önündekini tasdik eden ve Mekke'yi ve çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Âhirete îman edenler ona inanırlar ve onlar namazlarına devam ederler. "Bu, indirdiğimiz mübarek bir kitaptır” fayda ve faydası çoktur, "önündekini tasdik eden” yani Tevrat'ı yahut kendinden önce geçen kitapları demektir. (Mekke'yi ve çevresindekileri uyarman için) mübarekün'den anlaşılan şeyin üzerine atıftır yani bu kitabı bereket için ve uyarmak için indirdik ya da mahzûfun illetidir yani velitünzire ehle ümmil kura enzelnahu demektir. Mekke'ye böyle denilmesi şehir halklarının kıblesi, hac mahalli, toplanma yeri ve kentlerin en önemlisi olmasındandır. Şöyle de denilmiştir: Çünkü yer onun altından genişleyip yayılmıştır. Ya da o insanlar için kurulan ilk evin yeridir. Ebû Bekir, Âsım’dan naklen ye ile liyünzirel kitabu (kitap korkutsun) şeklinde okumuştur. "Ve çevresindekileri” doğudaki ve batıdakileri. "Âhirete îman edenler ona inanırlar ve onlar namazlarına devam ederler". Çünkü âhireti tasdik eden kimse sonuçtan korkar, korku da onu enine boyuna düşünmeye götürür. Sonunda Peygambere ve kitaba îman eder. Zamirin ikisine de ihtimali vardır. Namazını kaçırmaz. Özellikle namazın zikredilmesi onun dinin direği ve îmanın alâmeti olmasındandır. 93Allah'a karşı yalan uydurandan ve kendisine bir şey vahyedilmediği hâlde: "Bana vahyedildi; ben de Allah'ın indirdiği gibi indireceğim” diyenden daha zâlim kim vardır? Zâlimleri ölüm sarhoşlukları içinde, melekler ellerini uzatmışlar: Canlarınızı çıkarın. Bugün Allah'a karşı hak dışı konuştuklarınızdan ve âyetlerinden kibirlendiklerinizden dolayı hakaret azabını tadın!” dediklerini bir görsen! "Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır?" Yalan uydurup da Allah'ın, kendisini peygamber gönderdiğini iddia edenden demektir. Meselâ Müseyleme ve Esved Anzî gibi. Ya da onun adına hükümler uydurandan demektir, Meselâ Amr bin Luhay ve yardakçıları gibi. Ya da kendisine bir şey vahyedilmediği hâlde bana vahyedildi diyenden?” Meselâ Abdullah bin Sa'd bin Ebi Serh gibi. Bu, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in vahiy kâtibi idi, "Yemin olsun ki, insanı bir çamur hulasasından yarattık” (Mü'minun: 12) âyeti inince "sonra onu başka bir yaratılışla meydana getirdik” (Mü'minun: 14) ayetine gelince Abdullah insanın yaratılışının genişçe anlatümasmdan taaccüp ederek: Fete barekallahu ahsenül hâlikın, dedi. Aleyhisselâm Efendimiz de: Onu da yaz, öyle indirildi, dedi. Abdullah şüphelendi ve: Eğer Muhammed doğru ise ona vahyolunduğu gibi bana da vahyolundu; eğer yalancı ise ben de onunki gibi dedim, dedi. "Ben de Allah'ın indirdiği gibi indireceğim” bunlar da: İstersek biz de bunun gibi deriz, diyen gibileridir. "Velev tera iziz zâlimune” mef'ûlu hazfedilmiştir, çünkü zarf ona delâlet etmektedir yani velev teraz zâlimine demektir. (Ölüm sarhoşlukları içinde) zorlukları içinde demektir, ğamerehul mau'dan gelir ki, su boylamaktır. "Melekler onlara ellerini uzatmışlar” canlarını almak için, Meselâ borçlunun yakasına yapışan alacaklı gibi yahut azâp etmek için "canlarınızı çıkarın” yani onlara: Canlarınızı cesetlerinizden çıkarın, derler. Bunu da azarlamak ve şiddet göstermek için derler. Ya da onları azaptan çıkarın ve onları ellerimizden kurtarın, derler. "Bugün” ölüm gününü yahut ölümden sonsuza kadar süren vakti murat ediyor. "Hakaret azabını tadın” içinde şiddet ve horluk barındıran azâbı demek istiyor. Azabın hun'a izafesi derinliğinden ve içine işlemiş olmasındandır. "Allah'a karşı hak dışı konuştuklarınızdan dolayı” Meselâ ona evlât iddia etmek, şirk koşmak gibi ve yalan yere peygamberlik ve vahiy iddia etmek gibi. "Ve âyetlerinden kibirlendiklerinizden dolayı". Onları düşünmüyor ve onlara inanmıyor musunuz? 94Yemin olsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi bize teker teker geldiniz ve size verdiklerimizi sırtlarınızın arkasında bıraktınız. Ortaklarınız olduğunu iddia ettiğiniz şefaatçileri de sizinle görmüyoruz. Gerçekten aranızdaki (bağ) kopmuş ve iddia ettiğiniz o şeyler sizden sapıp kaybolmuştur, "Yemin olsun, bize geldiniz” hesap ve ceza için (teker teker) mallardan, evlatlardan ve diğer tercih ettiğiniz dünyalıklardan yahut yardımcılardan ve şefaatçileriniz olduğunu iddia ettiğiniz putlardan ayrılarak demektir. Fürada ferd'in çoğuludur, elif de tenis içindir, küsala gibi. Rihal gibi firad, sülas gibi fürad ve sekra gibi ferda da okunmuştur. "Kema halaknaküm evvele merretin” ondan bedeldir yani doğduğunuz hâl gibi tek demektir ya da ikinci hâl’dir, eğer hâlin birden çok olması câiz görülürse. Ya da "fürada” daki zamirden hâl’dir yani müşebbehine ibtidae helkıküm uraten hufaten ğurlen bühmen (ilk defa ananızdan çıplak, yalın ayak, sünnetsiz ve yanında hiçbir şey lmayarak) demektir. Ya da "ci'tümuna"nın mastarının sıfatıdır yani mecien kema halaknaküm demektir. "Size verdiklerimizi sırtlarınızın arkasında bıraktınız” size dünyada ikram ettiğimiz şeyleri demektir ki, onlarla meşgul olup âhireti bıraktınız demektir. "Sırtlarınızın arkasında” onlardan hiçbir şeyi önden göndermediniz ve bir zırnık bile taşımadınız. "Ortaklarınız olduğunu iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de sizinle görmüyoruz” yani ilâhlıkta ve ibâdeti hak etmede Allah'a ortak koştuklarınız putları demektir. (Aranızdaki bağ kopmuştur) birliğiniz dağılmıştır. Beyn zıt anlamlı kelimelerdendir; kavuşma için de ayrılma için de kullanılır. Şöyle de denilmiştir: O zarftır, mecazen fiil ona isnat edilmiştir. Mana da aranıza kopukluk girdi demektir. Nâfi', Kisâî ve Hafs’ın da Âsım'dan naklen mâ-kabli delâlet ettiği için nasb ile okumaları da buna şahitlik eder. Ya da mevsûfunun yerine geçirilmiştir, aslı lekat tekattaa mâ beyneküm demektir. Böyle de okunmuştur. "Sizden sapmıştır” zâyi ve bâtıl olmuştur "iddia ettiğiniz şeyler” şefaatçileriniz olduğunu iddia ettiğiniz şeyler ya da yeniden dirilme de ceza da yoktur demeniz. 95Şüphesiz Allah,; tohumu ve çekirdeği yarandır. Ölüden diriyi çıkarır; diriden ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur; nasıl da çevriliyorsunuz? "Şüphesiz Allah,; tohumu ve çekirdeği yarandır” bitki ve ağaçla. Şöyle de denilmiştir: Bundan maksat buğday ve çekirdekteki yarıktır. "Diriyi çıkarır” bundan hayvan ve bitkiden büyüyen şey murat edilmiştir ki, öncekine mutabık düşsün. "Ölüden” büyümeyen şeyden Meselâ meni ve tohum gibi. (Diriden ölüyü çıkarandır) bunu hayvandan ve bitkiden çıkarır, muhric ism-i fâil kalıbını kullanması falikul habbi'ye nazarandır. Çünkü "yuhricül hayye” kavli onu açıklamak için söylenmiştir. "İşte Allah budur” yani öldüren ve dirilten, ibâdeti hak eden Allah budur. "Nasıl da çevriliyorsunuz?” ondan başkasına demektir. 96Sabahı yarandır. Geceyi dinlenme; güneşi ve ay'ı hesap için yaptı. İşte bu, mutlak gâlib ve her şeyi bilenin takdiridir. (Sabahı yarandır) sabah direğini gecenin karanlığından yarandır ya da gündüzün beyazlığından yarandır yahut sabah karanlığım yarandır. îsbah arkadan gelen kalıntıdır. Isbah aslında asbaha'nın mastarıdır, sabaha girmek manasınadır, sabaha isim olmuştur. Hemzenin fethi ile çoğul olarak asbah da okunmuştur. Medh üzere nasb ile "falıka” da okunmuştur. (Geceyi dinlenme yeri kıldı) gündüz yorulanlar istirahat etmek için onda dinlenirler. Sekene ileyhi deyiminden gelir ki, birinin yanında rahatlamak ve huzur bulmaktır. Ya da halk onda sâkin olur demektir, "liteskunu fini” (Yûnus: 63) kavlinde olduğu gibi. Sekenen'in nasbi da bir kırâata göre "cail"in delâlet ettiği fiil iledir, cail ile değildir. Çünkü o mâzi manasınadır, Kûfelilerin "ve caalel leyle” okumaları da bunu gösterir. Onlar ma’tûfun aleyhin manasını nazar-ı dikkate almışlardır. Çünkü falık felaka manasınadır. Bunun içindir ki, öyle de okunmuştur. Ya da sekenen cail ile mensûbtur, bundan maksat da çeşitli zamanlarda devam eden sürekliliktir. Buna göre "veşşemse vel kamere"nin leyl'in mahalline atfen mensûb olmaları da câiz olur. Onları cer ile okumak da buna şahitlik eder. En güzeli o ikisini mukadder caale ile nasb etmektir. Ya da (veşşemsü velkamerü) mübtedâ olarak Merfû' okunmuştur, haber de mahzûftur yani mec'ulani demektir, (hesap için kıldı). Çeşitli devirler ederler o ikisi ile vakitler bilinir. Onlar hesap üzerindedirler. Hüsban da feth ile hasebe'nin mastarıdır, nitekim hisban da kesr ile hasibe'nin mastarıdır. Şöyle de denilmiştir: Hüsban hisab’ın çoğuludur, tıpkı şihab ve şühban gibi. (Bu) onların hesap için yaratılmasına işarettir yani bu belli hesaba göre yaratma "mutlak gâlib Allah'ın takdiridir” o ki, onları kuvveti altına almış ve onları belli bir tarzda yürütmüştür. "Her şeyi bilen” onların idaresini bilen ve onları onlar için mümkün olan devirlerden en yararlısını bilen demektir. 97O ki, yıldızları karanın ve denizin karanlıkları içinde yol bulmanız için yaptı. Bilen bir topluluk için âyetleri gerçekten açıklamış bulunuyoruz. "O ki, yıldızları sizin için kıldı” yani onları sizin için yarattı, "karanın ve denizin karanlıkları içinde yol bulmanız için” karada ve denizde gecenin karanlığında demektir. Karanlığın bu ikisine izafe edilmesi, ilişkiden yahut yolların karışmasından dolayıdır. Yolların karışıklığına karanlıklar demesi istiare yolu iledir. Bu da özetle sizin için dedikten sonra bazı faydalarını zikretmektir. "Âyetleri açıkladık” onları teker teker açıkladık "bilen bir topluluk için". Çünkü ondan yararlanacak olanlar onlardır. 98O ki, sizi bir candan yarattı. (Sonra sizin için) bir karar yeri, bir de emanet yeri vardır. Anlayan bir topluluk için âyetleri gerçekten açıklamış bulunuyoruz. "O ki, sizi bir candan yarattı” o da Âdem aleyhisselâm'dır. "Sizin için bir karar yeri, bir de emanet yeri vardır". Yani sizin için sulplerde yahut yerin üzerinde istikrar vardır ve rahimlerde veya yerin altında emanet yeri vardır ya da karar ve emanet yeri vardır demektir. İbn Kesîr ile Basralılar kafin kesri ile ism-i fâil olarak müstakır okumuşlardır. Müstevda ise ism-i mef'ûl'dur yani kiminiz karar kılar, kiminiz de emanet yerindedir. Çünkü istikrar bizdendir, emanet yeri ise öyle değil. "Anlayan bir topluluk için âyetleri gerçekten açıklamış bulunuyoruz” yıldızlardan bahsederken bilmeyi ve âdemoğullarmın yaratılışından bahs ederken de anlamayı zikretmesi şunun içindir; çünkü bir tek nefisten yaratılmaları ve yaratılmak için çeşitli evrelerden geçmeleri kapalı bir şeydir, fikir yürütmeye ve ince gözlem yapmaya ihtiyaç duyar. 99O ki, gökten su indirdi. Onunla her şeyin bitkisini çıkardık. Ondan yeşillik çıkardık. Ondan sırt sırta binmiş taneler; hurmadan da tomurcuğundan yakın salkımlar; hem benzeyen hem de benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri çıkartıyoruz. Meyve verdiği zaman meyvesine ve olgunlaşmasına bakın. Şüphesiz bunda mü'min bir topluluk için âyetler vardır. "O ki, gökten su indirdi” buluttan yahut gök tarafından demektir, (ondan çıkardık) çeşitlilik için üslup değiştirmiştir, (onunla) su ile demektir, "her şeyin bitkisini” her sınıf bitkiyi. Mana da tek su ile sulanan şeyden çeşitli bitkiler çıkararak Allah'ın gücünü göstermektir. Şu Âyette olduğu gibi: "Bir su ile sulanır, kimisinin tadını daha hoş kılarız” (Rad; 4), "Ondan çıkardık” bitkiden yahut sudan "yeşillik” yeşil şeyler, ahdar ve hadr denir ki, a'ver ve avr gibidir. O da tohumdan dallanarak çıkan filizdir. "Ondan çıkarırız” yeşillikten "sırt sırta binmiş daneler” o da başaktır. "Hurmadan da tomurcuğundan yakın salkımlar” yani ve ahracna minen nahli nahlen min taliha kınvanun demektir. "Minennahl"in "kınvan"ın haberi olması ve "min taliha"nın da ondan bedel olması da câizdir. Mana da şöyledir: Hurmanın tomurcuğundan salkımlar vardır. Ona izk denir, kınvan kınv'ın çoğuludur, smvanın smvın çoğulu olması gibi. Kafin zammı ile de okunmuştur ki, zi'b ve zü'ban gibidir. Feth ile de ismi cemi olarak okunmuştur, çünkü cemi kalıpları içerisinde fâ'lan vezni yoktur. (Yakın) el uzanabilir ya da sarmaştır ki, birbirine yakın demektir. Yakın deyip de karşıtı olan uzaklıktan bahsedilmemesi bunun hem ona hem de fazlasına delâlet etmesindendir. (Üzümlerden bahçeler) bu da nebate külli şeyin'e atıftır. Mübteda olarak Merfû' da okunmuştur ki, leküm yahut semme cennatün yahut minel kermi cennatün demektir. "Kınvan"a atfı câiz değildir, zira üzüm (bağ) hurmadan çıkmaz. (Zeytin, nar) bunlar da "nebate” üzerine atıftır, ya da ihtisas üzere mensûbtur, çünkü bu ikisi tür olarak nadir bulunur. (Hem benzer hem benzemez) bu da rumman'dan yahut hepsinden hâl’dir yani bunların bir kısmı bir kısmına şekilde, miktarda, tatta ve renkte benzer, bir kısmına da benzemez demektir. "Unzuru ilâ semerini” yani her birinin meyvesine bakın, demektir. Hamze ile Kisâî, se'nin ve mim'in zammı ile (sümür) okumuşlardır ki, semere'nin çoğuludur, Meselâ hasebe ve huşub gibi ya da kitab ve kütüb gibi. "İza esmere” meyvesini çıkardığı zaman, nasıl da zayıf olarak meyve veriyor, neredeyse ondan istifade edilmez. "Ve yen'ihi” yani olgunluk hâline bakın demektir, nasıl bileşiyor, yararlı ve lezzetli hâle geliyor. Yen' aslında mastardır, yenaatis semerem denir ki, meyve olgunlaşmaktır. Yani'in cem'idir de denilmiştir ki, tacir ve tecr gibi. Zam ile (yün') okunmuştur ki, o da lügattir, yanihî de okunmuştur. "Şüphesiz bunda mü'min bir topluluk için âyetler vardır” hikmet sâhibinin varlığına ve birliğine âyetler vardır. Çünkü muhtelif cinslerin ve ayrı şeylerin bir kökten çıkması ve hâlden hâle geçmesi, ancak onların tafsilatlarını bilen ve çeşitli hâllerinden hikmetine uygun olanı tercih eden ve bir benzerinin yahut bir muhâlifinin engelleyemeyeceği güçlü birinin var etmesiyle olur. Bunun içindir ki, sonunda kendine şirk koşânı azarlamış ve reddederek şöyle buyurmuştur: 100Cinleri Allah'a ortak yaptılar. Halbuki onları da o yarattı. Bilmeden ona oğullar ve kızlar uydurdular. Onu tenzih ederiz. O, onların nitelediklerinden çok yücedir. "Cinleri Allah'a ortaklar yaptılar” yani melekleri demektir, onlara taptılar ve: Melekler Allah'ın kızlarıdır, dediler. Onlara cin demesi, göze görünmedikleri ve onları küçültmek içindir. Ya da şeytanları ortak koştular, çünkü onlara itâat ettiler, tıpkı Allahü teâlâ'ya itâat eder gibi yahut şeytanların süslemesiyle putlara taptılar ya da: Hayrın ve her iyiliğin yaratıcısı Allah'tır, kötülüğün ve her zararlının yaratıcısı da şeytandır, dediler, nitekim seneviyeler böyle inanırlar. Caalu'nûn iki mef'ûlu lillahi ile şürekae'dir, cin de şüreka'den bedeldir ya da iki mef'ûl şürekael cinne'dir, lillahi de şürekae'ye mütalliktir ya da ondan hâl’dir. Ref ile "elcinnü” de okunmuştur ki, sanki: Menhüm denilmiştir? El - cinnü, diye cevap verilmiştir. İzafet-i beyaniye olmak üzere elcinni de okunmuştur. "Ve halekahum” kad takdir edilerek hâl’dir, Mana da şöyledir: Gerçekten bilmişlerdir ki, onları yaratan Allah'tır, cinler değildir, yaratan yaratmayan gibi değildir. Elcinne'ye atfen "Ve halkahum” şeklinde de okunmuştur ki, yaptıkları putları da Allah'a ortaklar yaptılar demek olur. Ya da şürekae'ye ma’tûftur ki, yalan uydurmalarını ona nisbet ettiler demektir. "Ve haraku lehu” uydurdular, ona iftira ettiler. Nâfi' ra'nın şeddesi ile teksir için harraku okumuştur. "Harrefu” da okunmuştur ki, yalandan uydurdular demektir. "Oğlanlar ve kızlar” Yahûdîler: Üzeyr Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar: Îsa Mesih Allah'ın oğludur, dediler. Araplar: Melekler Allah'ın kızlarıdır, dediler. "Bilmeden” dediklerinin gerçeğini bilmeden ve ona bir delil getirmeden. "Biğayri ilm” cemi vâv'ından hâl yerindedir. Ya da mastardır yani harkan biğayri ilmin, demektir. "Onu tenzih ederiz. O, onların nitelediklerinden çok yücedir!” o da ortağı yahut çocuğu olmaktır. 101Göklerin ve yerin eşsiz yaratanıdır. Onun çocuğu nasıl olur ki, onun eşi (zevcesi) yoktur. Her şeyi o yarattı. O her şeyi hakkıyla bilendir. (Göklerinin ve yerinin eşi yoktur) sıfat-ı müşebbehe fâ'iline yahut zarfa muzâftır, Meselâ sebtül ğaderi (tehlikede sâbit duran) sözü gibi ki, bu ikisinde benzeri yoktur, demektir. Manası: Yaratıcıdır da denilmiştir. Yukarıda bu hususta söz geçmişti. Haber olarak merfû’dur, mübteda da mahzûftur yahut mübteda’dır, haberi de "enna yekunu lehu veledün"dür. Yani nereden yahut nasıl çocuğu olur? "Onun eşi yoktur” ondan çocuğu olacak eşi (karısı) yoktur demektir. Araya fasıla girdiği için ye ile "velem yekûn” de okunmuştur, kâne'nin ismi Allah'a giden zamirdir yahut zamir-i şe'n'dir. "Her şeyi o yarattı. O her şeyi hakkıyla bilendir” hiçbir şey na gizli kalmaz. Bikülli şey'in deyip de (zamirle) bihi dememesi birinci şeyin (imkânla) tahsis edilmesindendir (mümkün ve mümteni olanı bildiği için şey lâfzı yeniden zikredilmiştir). Âyette Allah'ın çocuğu olmayacağına birçok yönden delil vardır: Birincisi onun eşsiz yarattıklarından biri de göklerle yerdir, onlar ise doğacak cinsten olmakla beraber sürekli olduklarından ve müddetleri uzun olduğundan çocukları olmamıştır, öyle ise Allahü teâlâ'nın hiç olmaz. İkincisi makul olan çocuğun erkek ve dişi benzer iki cinsten doğmasıdır, Allahü teâlâ'nın ise cinsi yoktur. Üçüncüsü çocuk babanın benzeridir, Allah'ın ise iki cihetten benzeri yoktur: Birincisi ondan başka her şey mahlûk olduğu için ona benzemez. İkincisi o, bizatihi her bilineni bilir, ondan başkası ise ittifakla öyle değildir. 102İşte Rabbiniz Allah budur. Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse ona ibâdet edin. O her şeye vekildir. (İşte o) geçen sıfatlarla mevsûf olana işarettir, mübteda’dır, "Rabbiniz Allah'tır. Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır” bunlar arka arkaya haberlerdir. Bazısının bedel yahut sıfat, bazısının da haber olması câizdir. "Öyleyse ona ibâdet edin” bunların manasından çıkan sonuç bir hükümdür; çünkü bu sıfatları kendinde toplayan ibâdeti hak eder. "O her şeye vekildir". Yani o bu sıfatlarla beraber işlerinizi üzerine almıştır; siz de işlerinizi ona havale edin ve ihtiyaçlarınızı görmek için ibâdetini vesile kılın. Aynı zamanda amellerinizin gözcüsüdür, size onların karşılığını verecektir. 103Gözler onu görmez; o ise gözleri görür. O latiftir, her şeyden haberdardır. "Onu idrak etmez” yani onu kavrayamaz (gözler) basar’ın çoğuludur, o da görme duyuşudur. Göze de görmenin mahalli olması bakımından basar denir. Mu'tezile bunu Allah'ı görmenin imkânsız olduğuna delil getirmişlerdir. Bu zayıf bir delildir, çünkü idrak mutlak görmek değildir, olumsuzluk da bütün zamanlar için genel değildir, belki de bazı hâllere mahsustur, görme bütün şahıslar için de genel değildir. Çünkü bu, onu her göz idrak eder etmez deme manasınadır. Üstelik olumsuzluk imkânsızlığı gerektirmez. "O ise gözleri idrak eder” ilmi onları kuşatır. "O latiftir, her şeyden haberdardır” gözlerin idrak etmediğini idrak eder, Meselâ görme olayını idrak etmesi gibi. Bu durumda sırayla anlatma olur yani gözler onu idrak etmez, çünkü o latiftir, o ise gözleri idrak eder, çünkü her şeyden haberdardır. Bu durumda lâtif kesif karşılığında olur ki, duyu ile idrak edilmeyen ve duyudan etkilenmeyen demek olur. 104Gerçekten size Rabbinizden deliller geldi. Artık kim görürse, kendi lehinedir. Kim de kör olursa, kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde bekçi değilim. "Kad câeküm besairü min rabbiküm” besair, basiret'in çoğuludur, o da beden için göz ne ise nefis için de odur. Delalete basiret denilmesi, nefse hakkı açığa çıkarıp göstermesindendir. "Kim görürse” yani hakkı görür de ona îman ederse "kendi lehinedir” kendisi için görür, çünkü faydası kendinedir. "Kim de kör olursa” haktan kör olur da saparsa "kendi aleyhinedir” vebalini kendi çeker. "Ben sizin üzerinizde bekçi değilim". Ben ancak uyarıcıyım, bekçi Allah'tır; amellerinizi muhafaza eder ve size karşılıklarını verir. Bu Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in dili ile söylenmiş bir sözdür. 105İşte âyetleri bu şekilde açıklıyoruz ki, dersini görmüşsün desinler ve biz onu bir topluluğa açıklayalım. (İşte âyetleri bu şekilde açıklıyoruz) bu anlatma gibi âyetleri de anlatıyoruz. O da manayı arka arkaya gelen manalar içinde vermektir, sarftan gelir ki, bir şeyi bir hâlden başka bir hâle geçirmektir. "Veliyekulu dereste” yani açıklamamızın dersini görmüşsün, desinler. Lâm akibet lamıdır, ders de okumak ve öğrenmektir. İbn Kesîr ile Ebû Amr "dâreste” okumuşlardır ki, ehl-i kitaptan ders gördün ve onlarla müzakere ettin, demektir. İbn Âmir ile Ya'kûb da "dereste” okumuşlardır ki, durus'tan gelir yani bu âyetler eskimiş ve silinmiş demektir. Tıpkı "öncekilerin masalları” (Enam: 25) ve benzer âyetler gibi. Ra'nın zammı ile "derüset” de okunmuştur ki, dereset'in mübalağa kalıbıdır. Meçhul siygasıyla "düriset” de telâffuz edilmiş ki, okunmuş yahut silinmiş demektir. "Dâreste” de okunmuştur ki, dereste manasınadır ya da ey Muhammed, sen Yahûdîlerden ders gördün demektir. Burada Yahûdîleri daha önce geçmeseler de zamir olarak almak câizdir, çünkü ders durumları meşhurdur. "Deresne” de okunmuştur ki, afeven (silindi) demektir, "derese” de okunmuştur ki, Muhammed ders gördü demektir. "Darisatün” de okunmuştur ki, eski yahut ders sâhibi demektir, tıpkı "fî işetin radıyeh” (Hakka: 21) âyetinde olduğu gibi. "Ve linübeyyinehu” lâm da esas manasındadır, çünkü açıklamak âyetleri vermenin maksadıdır. Zamir mana itibarı ile âyetlere gitmektedir ya da Kur'ân'a râcidir, zikri geçmese de câizdir, çünkü bellidir, ya da mastara (tebyîn'e) gitmektedir. "Bilen bir topluluğa açıklayalım” çünkü ondan istifade edecek olanlar onlardır. 106Rabbinden sana vahyolunana tâbi ol. Ondan başka ilâh yoktur. Müşriklerden yüz çevir. "Rabbinden sana vahyolunana tâbi ol” onu din edinmekle, "ondan başka ilâh yoktur” ara cümledir, tâbi olmanın gerekliliği onunla te'kit edilmiştir ya da "min rabbike"den te'kit edici hâl’dir, tek ilâh olarak demektir. "Müşriklerden yüz çevir” keyiflerine uyma, fikirlerine iltifat etme. Kim bunu kılıç ayetiyle mensûh sayarsa, yüz çevirmeyi onlardan her şeyde uzak durma manasına alır. 107Eğer Allah dileseydi şirk koşmazlardı. Seni onların üzerine bekçi yapmadık. Sen onların üzerinde vekil de değilsin. "Eğer Allah dileseydi” kendini bir bilmelerini ve şirk koşmamalarını "şirk koşmazlardı". Bu da Allahü teâlâ'nın kâfirin îmanını dilemediğine ve muradının da mutlaka gerçekleşeceğine delildir. "Seni onların üzerine bekçi yapmadık” gözcü demektir. "Sen onların üzerinde vekil de değilsin” işlerine bakacak vekil demektir. 108Onların Allah'tan başka dua ettiklerine sövmeyin ki, sonra tecâvüz ederek cahillikle Allah'a söverler. Böylece her ümmete amelini süsledik. Sonra dönüşleri Rabb'lerinedir. O da onlara yaptıklarını haber verir. "Onların Allah'tan başka dua ettiklerine sövmeyin". Yani taptıkları ilâhlarını çirkin şeylerle anmayın (sonra tecâvüz ederek Allah'a söverler) haktan bâtıla geçerek "bilmeden” Allah'ı ve zikredilmesi gerekeni bilmeden. Ya'kûb "uduvven” okumuştur. Ada fülanün adven ve uduvven ve adaen ve udvanen şeklinde çekimi yapılır. Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz onların ilâhlarına dil uzatırdı, onlar da: Ya İlâhlarımıza sövmeyi bırakırsın ya da biz de senin ilahına kötü söyleriz, dediler. Âyet de bunun üzerine indi. Şöyle de denilmiştir: Müslümanlar onların ilâhlarına söverlerdi; sövmeleri Allah'a sövmeye sebep olmasın diye bundan men edildiler. Bunda şuna delil vardır ki, tâat daha çok isyana sebep olursa, onu terk etmek vâcip olur. Çünkü şerre götüren de serdir. "Böylece her ümmete amelini süsledik". Hayır ve şer, bunu da onlara imkân vermek ve onları başarıya ve başarısızlığa götürmekle yaptık. Ameli şerle ve her ümmeti de kâfirlerle belirlemek de câizdir. Çünkü söz onların hakkındadır. Müşebbeh bih Allah'a sövmelerinin onlara süslü gösterilmesidir. "Sonra dönüşleri Rabb'lerinedir. O da onlara yaptıklarını haber verir” onları hesaba çekmek ve onlara cezalarını vermekle. 109Yemin olsun, eğer kendilerine bir âyet gelirse, ona mutlaka inanacaklarına dâir Allah'a yemin ettiler. De ki: Âyetler ancak Allah karındadır. O geldiği zaman inanmayacaklarını size ne bildiriyor! "Ve aksemu billahi cehde eymanihim” cehde hâl yerinde mastardır. Onları bu yemine ve tekide götüren şey mu'cize istemede Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ısrar etmeleridir ve ondan gördüklerini küçümsemeleridir. "Eğer onlara bir mu'cize gelirse” teklif ettikleri cinsinden "ona mutlaka inanacaklardır. De ki: Âyetler ancak Allah kalındadır” onlara yalnız onun gücü yeter, onlardan dilediğini açığa çıkarır. Onlardan hiçbiri benim kudret ve irâdem dahilinde değildir. "Vema yüş'irüküm” size ne bildiriyor? Red manasına bir sorudur. "Enneha” yani o teklif edilen âyet "geldiği zaman inanmayacaklarını” yani onların inanmayacaklarını bilemezsiniz demektir. Sonucu daha mubalâgalı şekilde olumsuz kılmak için sebebi reddetmiştir. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, Allahü teâlâ o mu'cize geldiği zaman ona inanmayacaklarını bildiği için getirmemiştir. Lâ'nın zâit olduğu da söylenmiştir. "Enne"nin "lealle” manasına olduğu da söylenmiştir. İbn Kesîr, Ebû Amr, Ebû Bekir de - aksi bir rivâyet olmakla beraber -Âsım'dan naklen ve Ya'kûb kesre ile "inneha” okumuşlardır, sanki: Ve mâ yüş'irüküm mâ yekunu minhüm (onların ne yapacaklarını size ne bildirdi?) demiş gibi oldu, arkasından da onlardan bildiğini haber verdi. Hitap mü'minleredir, çünkü onlar îmanlarına tamah ederek Âyetin gelmesini temenni ediyorlardı. Âyet bunun üzerine indi. Hitap müşrikleredir de denilmiştir, çünkü İbn Âmir ile Hamze te ile (îman etmezsiniz) şeklinde okumuşlardır. "Vema yüş'irühüm ennaha izâ caethüm” şeklinde de okunmuştur ki, yeminleri red olur -yani onlar kalplerinin mühürlü olmayacağım ne biliyorlar da îman edecekler - nitekim Kur'ân ve diğer âyetler inerken öyle idi. 110Ona ilk sefer îman etmedikleri gibi kalplerini ve gözlerini çevirir ve onları taşkınlıkları içinde şaşkın şaşkın bocalamaya bırakırız. "Ve nukallibü efidetehüm ve ebsarehüm” bu da "lâ yü'minun"a atıftır, yani o zaman kalplerini haktan çevireceğimizi ve onu anlamayacaklarını, gözlerini çevirip onu görmeyeceklerini ve ona îman etmeyeceklerini ne biliyorsunuz, demektir. "Ona îman etmedikleri gibi” indirilen âyetlere, "ilk seferde. Ve onları taşkınlıkları içinde şaşkın şaşkın bocalamaya bırakırız” onları sersem bırakırız da mü'minler gibi hidâyet etmeyiz. Gâip sıygasıyla "yukallibü” ve "yezerühüm” de okunmuştur. Meçhul kalıbı ile "tukallebu” da okunmuştur ki, o zaman fiil gönüllere isnat edilir. 111Eğer onlara melekleri indirsek, onlara ölüler konuşsa ve her şeyi kefiller olarak grup grup başlarına toplasa idik, Allah dilemedikçe yine de îman etmezlerdi. Fakat onların çokları cahillik ediyorlar. "Eğer onlara melekleri indirsek, onlara ölüler konuşsa ve her şeyi kefiller olarak grup grup başlarına toplasa idik". Nitekim böyle teklif ettiler ve şöyle dediler: Bize melekler indirilse idi, bize atalarımızı getirin ya da Allah'ı ve melekleri önümüze getir. Âyette geçen kubulen kabîl'in çoğuludur, kefil manasınadır yani müjdelendikleri ve uyarıldıkları şeye kefil olarak demektir. Ya da kabile manasına kabil'in çoğuludur ki, cemâatler olarak demektir. Ya da mastardır, karşılıklı manasınadır, kıbelen gibi. Nâfi' ile İbn Âmir'in kırâati da öyledir. Bu ihtimallere göre "külle"den hâl’dir, genellik ifade ettiği için de câiz olmuştur. "Yine de îman etmezlerdi” çünkü kaderlerinde küfür geçmiştir. (Allah dilemedikçe) bu da en geniş hâlden istisnadır yani hiçbir hâlde îman etmezler, ancak Allah'ın îmanlarım dilemesi hâli hariçtir demektir. Bu da Mu'tezile'nin aleyhine açık bir delildir. "Fakat onların çoğu cahillik ediyorlar” çünkü onlara bütün âyetler getirilse idi îman etmezlerdi. Bilmeyerek Allah'a ağır yemin ediyorlar. Bunun içindir ki, cahillik çoklarına isnat edilmiştir. Halbuki mutlak cahillik hepsini içine alır. Ya da Müslümanların çoğu onların îman etmeyeceklerini bilmezler. Bunun için îmanlarına tamah ederek Âyetin inmesini temenni ederler. 112Böylece her peygamber için insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunların bazısı bazılarına aldatmak için yaldızlı sözler telkin eder. Eğer Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak. "Böylece her peygamber için bir düşman kıldık” yani sana bir düşman kıldığımız gibi geçmiş her peygamber için de bir düşman kıldık. Bu da kâfirlerin peygamberlere düşmanlığının Allah'ın yapması ve yaratması ile olduğuna delildir. "İnsan ve cin şeytanlarını” iki grubun azgınlarını demektir. Bu da "adüvven"den bedeldir ya da "caalna"nın birinci mef'ûlüdür. İkincisi de "adüvven"dir. "Likülli” de ona mütaalliktir ya da ondan hâl’dir. "Bazıları bazılarına telkin eder” cin şeytanları insan şeytanlarına vesvese verir. Ya da bazı cinler bazılarına, bazı insanlar da bazılarına demektir. (Yaldızlı sözü) bâtıl sahte sözü demektir. Bu da zahrefehu'dan gelir ki, süslemektir. (Aldatmak için) bu da mef'ûlu lehtir ya da hâl yerinde mastardır. "Eğer Rabbin dilese idi” îmanlarını (bunu yapmazlardı) peygamberlere düşmanlığı ve yaldızlı söz telkinini. Zamirin telkine yahut zuhrufe yahut gurura gitmesi de câizdir. Bu da yukarıdaki gibi Mutezilenin aleyhine delildir. "Onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak” İnkârlarıyla demektir. 113Bunu da âhirete îman etmeyenlerin gönülleri meyletsin, ondan râzı olsunlar ve irtikâp ettiklerini irtikâp etsinler diye yaparlar. (Âhirete îman etmeyenlerin gönülleri ona (süslü söze) meyletsin) bu da "gurura"nın üzerine atıftır, eğer illet kabul edilirse yahut mahzûfa mütaaliktir yani bunun olması için her peygambere bir düşman yarattık demektir. Mu'tezile zor durumda kalınca: Lâm akibet içindir ya da kasem lamıdır, fiil nûn ile te'kit edilmediği için meksûr kılınmıştır, dediler ki, bunun da zayıf olduğu açıktır. Âyette geçen sağv eğilimdir. Zamir de "faaluhu"daki zamirin râci olduğu yerlere râcidir. "Veliyerdavhu” ondan nefisleri için râzı olsunlar "ve liyakterifu” kazansınlar "irtikâp ettiklerini” yani günahları demektir. 114Allah'tan başkasını mı hakem olarak arayacağım? O ki, size kitabı açıklanmış olarak indirdi. Kendilerine kitap verdiklerimiz şüphesiz onun Rabbinden bir hak ile indirildiğini bilerler. Artık sâkin şüphe edenlerden olma. (Allah'tan başkasını mı hakem olarak arayacağım?) Burada kavl maddesi gizlidir yani ey Muhammed, onlara de ki: Allah'tan başkasını mı aramızda hüküm verecek ve içimizden haklıyı, haksızı ayıracak hakem mi tutacağım? Gayra, ebteği'nin mef'ûlüdür, "hakemen” de ondan hâl’dir. Tersi de mümkündür. Hakem, hakimden daha mubalâgalıdır, onun içindir ki, adaletli olmayan onunla sıfatlandırılmaz. "O ki, size kitabı indirdi” insan ve cinleri aciz bırakan Kur'ân'ı demektir. "Açıklanmış olarak” içinde hak ile bâtıl ayrılmış olarak, öyle ki, onda karışıklık ve benzerlik yoktur. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, Kur'ân i'caz ve anlatımıyla diğer mu'cizelere yer bırakmamıştır. "Kendilerine kitap verdiklerimiz şüphesiz onun Rabbinden hak ile indirildiğini bilirler” bu da Kur'ân mu'cizeliğini te'kit etmektedir, şöyle ki, o Allah katından indirilmiştir, ehl-i kitap da onu bilirler. Çünkü yanlarındaki kitabı tasdik etmektedir. Kaldı ki, aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz onların kitaplarını okumamış, alimleriyle karışmamıştır. Hepsinin bildiğini söylemesi çokların bilmelerindendir. Bilmeyen de az bir düşünme ile o duruma gelebilir. Şöyle de denilmiştir: Bunlardan murat edilen ehl-i kitabın mü'minleridir. İbn Âmir, Hafs da Âsım'dan rivâyetle şedde ile "münezzehin” okumuşlardır. "Artık sâkin şüphe edenlerden olma” onların bunu bildiğinde yahut onun indirilmiş olduğunda. Ve çoklarının onu inkâr etmelerinde. Bu da tahrik babından olur, Meselâ: "O müşriklerden değildi” (Al-i fmran: 67) âyeti ve diğer âyetler gibi. Ya da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e hitap, ümmetine hitaptır. Şöyle de denilmiştir: Hitap herkesedir, Mana da şöyledir: Deliller onun sağlam olduğunda birleşince hiç kimse onda şüphe etmemelidir. 115Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamlandı. Onun kelimelerini değiştirecek yoktur. O, hakkıyla işiten, her şeyi bilendir. "Rabbinin kelimesi tamam oldu” haberleri, hükümleri ve vaatları son raddesine ulaştı, "doğruluk bakımından” haberler ve vaatlarda "ve adalet bakımından” davalar ve kararlarda. "Sıdkan ile adlen"in nasbları temyize, hâle ve mef'ûlu leh'e muhtemeldir. "Onun kelimelerini değiştirecek yoktur” hiç kimse onlardan daha doğrusunu ve daha âdilini getirerek bir şey değiştiremez. Ya da hiç kimse onu Tevrat'ta olduğu gibi şayi ve yaygın olarak değiştiremez. Ya da bundan maksat Kur'ân'dır; bu da Allah'ın onu koruyacağına dâir garanti olur, Meselâ: "Şüphesiz onu koruyacak olan elbette biziz” (Yûsuf: 12) âyeti ve diğerleri gibi. Ya da ondan sonra onu nesh edecek ve hükümlerini değiştirecek ne bir peygamber ne de bir kitap yoktur. Kûfelilerle Ya'kûb "kelimetü rabbike” okumuşlardır ki, onun konuştuğu yahut Kur'ân demektir. "O, hakkıyla işitendir” dediklerini "bilendir” gizlediklerini; Binâenaleyh onları ihmal etmez. 116Eğer yeryüzündekilerin çoğuna itâat edersen, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar ancakzanna tâbi olurlar ve onlar sadece yalan söylerler. "Eğer yeryüzündekilerin çoğuna itâat edersen” yani insanların çoğuna demektir, bundan kâfirleri yahut Câhilleri veyahut nefislerine uyanları murat etmiştir. Şöyle de denilmiştir: Yeryüzü Mekke demektir. "Seni Allah'ın yolundan saptırırlar” ona ulaştıran yoldan; çünkü sapan kimse genellikle ancak içinde sapıklık olan şeyi yapar. "Onlar ancak zanna tâbi olurlar” o da atalarının doğru yolda olduğu zamandır yahut cahilliklerine ve bozuk fikirlerine tâbi olurlar demektir. Çünkü zan ilim karşıtına da denilir. "Ve onlar sadece yalan söylerler” Allah'a nispet ettikleri şeylerde Meselâ evlât edinmek, putlara tapmayı ona ulaşmak için aracı kılmak, ölü etini helâl bilmek ve bahire ve şaibe gibi şeyleri helâl etmek gibi. Ya da kendilerini bir şey sananlar gibi. Âyette geçen hars zan ve tahmin ile söylenen şeydir. 117Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları pekiyi bilir ve o, doğru yolda olanları da pekiyi bilir. "Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları pekiyi bilir ve o, doğru yolda olanları da pekiyi bilir". Yani iki grubu da demektir. Âyette geçen "men” mevsûledir ya da mevsûfedir, "a'lemu” fiilinin delâlet ettiği fiille mahallen mensûbtur. Onunla değil. Çünkü ef'al kalıbı bu gibi yerlerde zâhir ismi nasb etmez. Ya da "men” istifhamiyedir, mübteda olarak merfû’dur, haber de "yedıllü"dür. Cümlede takdir edilen fiil amelden düşmüştür. "Men yudıllü” de okunmuştur ki, Allah onu saptırır demektir. O zaman "men” mukadder fiille mensûb olur. Ya da "a'lemu"nûn izafe edilmesiyle mecrûrdur yani a'lemul mudilline demektir. O da: "Ve yudlilullahu” (Nisa: 88) yahut adleltuhu'dan gelir ki, birini yoldan çıkmış bulmaktır. İlimde üstün olmak çoklukla ve ilmin taalluk ettiği şeyleri kavramakla, devamlılığı ile bizatihi olup da dolayısıyla olmamakla olur. 118Öyleyse eğer onun âyetlerine inanıyorsanız üzerine onun admın anıldığı şeylerden yiyin. "Öyleyse eğer onun âyetlerine inanıyorsanız üzerine onun adının anıldığı şeylerden yiyin” bu da helali harâm ve haramı helâl eden saptırıcıların yolunu reddetmenin sonucudur. Mana da şöyledir: Boğazlanırken Allah'ın admın anıldığı şeylerden yiyin; başkasının adının anıldığı yahut kendi başına ölenden değil. "Eğer onun âyetlerine inanıyorsanız” çünkü onlara îman Allah'ın helâl ettiğini mubah saymayı ve haram, ettiğinden de uzak durmayı gerektirir. 119Neden üzerine Allah'ın adının anıldığı şeylerden yemiyorsunuz? Halbuki mecbur kalmadıkça size haram ettiğini açıklamıştır. Şüphesiz çokları bilmeden keyiflerine uyarak (insanları) gerçekten saptırırlar. Şüphesiz Rabbin haddi aşanları pekiyi bilendir. "Neden üzerine Allah'ın adının anıldığı şeylerden yemiyorsunuz?” onu yemekten sakınmanız için ne maksadınız var ve sizi ondan men eden nedir? "Halbuki size haram ettiğini açıklamıştır” haram etmediklerinden, o da: "Size ölü haram kılındı...” (Maide:3) âyetinde belirtilmiştir. İbn Kesîr, Ebû Amr ve İbn Âmir meçhul kalıbı ile "fussıle” okumuşlardır. Nâfi', Ya'kûb ve Hafs da malum kalıbı ile "haneme” okumuşlardır. "Ancak mecbur kaldığınız hariç” yani size haram edilenlerden demektir ki, o da zaruret durumunda helâldır. "Şüphesiz çokları gerçekten saptırırlar” haramı helâl ve helali harâm etmekle. Kûfe'liler ye'nin zammı ile "leyudıllune” okumuşlardır; kalanlar ise feth ile (yedıllune) okumuşlardır. "Keyiflerine uyarak bilmeksizin” ilim kazandıran delile uymadan heveslerine uymakla "Şüphesiz Rabbin haddi aşanları pekiyi bilendir” hakkı aşıp bâtıla ve helali aşıp harama varanları. 120Günahın açığını da gizlisini de bırakın. Şüphesiz günah kazananlar kazandıkları şeyin cezasını çekeceklerdir. "Günahın açığım da gizlisini de bırakın” ilan edileni ve gizleneni ya da organlarla ve kalp ile yapılanı. Şöyle de denilmiştir: Genelevlerde zina etmek ve dost tutmak. "Şüphesiz günah kazananlar kazandıkları şeyin cezasını çekeceklerdir” yaptıkları şeyin demektir. 121Üzerine Allah'ın adının aııılmadığı şeylerden yemeyin. Şüphesiz o. yoldan çıkmadır. Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmek için kendi dostlarına telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz elbette müşriklersiniz. "Üzerine Allah'ın adının anılmadığı şeylerden yemeyin” kasten veya unutarak besmele çekilmeyenin haram olduğunu açıkça göstermektedir. Dâvûd Zahirî buna kail olmuştur, İmâm Ahmed'den de aynısı rivâyet edilmiştir. Mâlik ile Şâfiî buna muhalefet ederler. Çünkü aleyhisselâm Efendimiz: Müslümanın kestiği helâldır, ister ki, üzerine Allah'ın adını anmasın, buyurmuştur. Ebû Hanîfe ise kasıtlı ile unutma arasında fark görmüştür. Hepsi bunu ölü ile yahut üzerine Allah'tan başkasının adının anıldığı şeyle te'vil etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ: "Şüphesiz o yoldan çıkmadır” buyurmuştur. Çünkü Âyette geçen fisk üzerine Allah'tan başkasının ismi anılan demektir. Zamir de "mâ"ya râcidir. "Gerçekten şeytanlar telkin ederler” vesvese verirler "dostlarına” kâfir dostlarına "sizinle mücadele etmek için” şöyle derler: Siz kendi öldürdüğünüzü ve aletle kestiğinizi yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğünü yemiyorsunuz. Bu da ölü ile te'vili destekler. "Eğer onlara uyarsanız” haramı helâl etmede "şüphesiz elbette müşriklersiniz". Çünkü kim Allah'a itâati terk eder de onun dinine tâbi olursa, gerçekten şirk koşmuştur. Burada fe'nin hazfedilmesi güzel düşmüştür, çünkü şart mâzi lâfzı iledir. 122Hiç ölü olup da kendisini dirilttiğimiz ve kendisine onunla insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp da hiçbir zaman ondan çıkamayan kimse gibi midir? İşte kâfirlere yaptıkları şeyler böyle süslü gösterilmiştir. (Hiç ölü olup da kendisini dirilttiğimiz ve kendisine onunla insanlar arasında yürüyeceği bir nûr verdiğimiz bir olur mu?) Bu; Allahü teâlâ'nın hidâyet ettiği, sapıklıklıktan kurtardığı, kendisine delillerin ve âyetlerin nûrunu verdiği ve onunla eşya üzerinde düşünüp hak ile bâtıl arasında ve haklı ile haksız arasında ayrım yapan kimsenin misalidir. Nâfi' ile Ya'kûb aslı üzere "meyten” okumuşlardır, "kemen meseluhu” da onun sıfatıdır, o mübteda’dır, haberi de "fizzulumati"dir. "Leyse biharicin minha” da zarfta saklı şeyden hâl’dir, "meseluhu” daki zamirden değildir. Bu da sapıklıkta kalıp da ondan hiçbir şekilde ayrılamayan kimsenin misalidir. (Bunun gibi) mü'mine îmanı süslü gösterildiği gibi "kâfirlere de yaptıkları şeyler süslü gösterilmiştir". Âyet Hazret-i Hamza ile Ebû Cehil hakkında inmiştir. Hazret-i Ömer yahut Ammar ile Ebû Cehil hakkında inmiştir de denilmiştir. 123İşte böyle, her kentte ekâbir günahkârlar yaptık ki, orada hile etsinler. Hileyi ancak kendilerine ederler de bunun farkında değiller. "İşte böyle, her kentte ekâbir günahkârlar kıldık ki, orada hile yapsınlar” yani Mekke'de hile yapsınlar diye ekâbirler kıldığımız gibi her kentte de ekâbirler kıldık ki, orada hile yapsınlar. "Caalna” sayyerna (kıldık) demektir. Onun iki mef'ûlu da "ekâbire mücrimine"dır, ikinci mef'ûl öne alınmıştır ya da "fikülli karyetin” mef'ûlüdür, "mücrimîha” da ondan bedeldir. "Mücrimîha"nın ekâbire'nin muzâfun ileyhi olması da câizdir. Eğer küma eylemi imkân verme ile tefsir edilirse. İsm-i tafdilin muzâf olduğu zaman müfret olması da muzâfun ileyhe mutabık olması da câizdir. Bunun içindir ki, "ekbere mücrimîha” da okunmuştur. Özellikle ekâbirin zikredilmesi bunların halkı daha kolay arkalarına düşürmelerinden ve onlara daha rahat tuzak kurmalarmdandır. "Hileyi ancak kendilerine yaparlar” çünkü vebali kendilerine döner "bunun da farkında değiller". 124Onlara bir âyet geldiği zaman: "Allah'ın peygamberlerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe asla îman etmeyiz” derler. Allah, elçiliğini kime koyacağını (vereceğini) pekiyi bilir. Cürüm işleyenlerin başına yaptıkları hile yüzünden Allah katında bir horluk ve şiddetli bir azâp gelecektir. "Onlara bir âyet geldiği zaman, "Allah'ın peygamberlerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe asla îman etmeyiz” derler". Bunlardan Kureyş kâfirlerini murat ediyor, çünkü rivâyete göre Ebû Cehil: Biz Abdimenaf oğulları ile şeref mücadelesi verdik, nihayet yarış atları gibi yan yana giderken: Bizden bir peygamber vardır, ona vahyolunuyor, dediler. Allah'a yemin ederim ki, ona geldiği gibi bize vahiy gelmedikçe bunu kabul etmeyiz, dedi. Âyet de bunun üzerine indi. "Allah elçiliğini kime vereceğini pekiyi bilendir". Bu da onları reddeden yeni söz başıdır, peygamberliğin soy ve mal ile olmadığım; onun ancak Allah'ın dilediği kullarına tahsis edeceği öze ait faziletlerle ilgili olduğunu bildirmektedir. Allah elçiliği için ona uygun bildiğini seçer. O onu en iyi şekilde nereye koyacağını bilir. İbn Kesîr, Hafs da Âsım'dan rivâyetle "risaletehu” okumuşlardır. "Cürüm işleyenlerin başına horluk gelecektir” yaşlandıktan sonra zillet ve hakaret gelecektir "Allah katında” kıyâmet gününde. Allah katından da denilmiştir. "Yaptıkları hile yüzünden şiddetli bir azâp gelecektir” hileleri sebebiyle ve hilelerine karşılık olarak. 125Allah kimi hidâyete erdirmek dilerse onun göğsünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak dilerse, sanki göğe çıkıyormuş gibi onun göğsünü daraltır. İşte Allah böylece inanmayanların üzerine azâp / pislik atar. "Allah kimi hidâyete erdirmek dilerse” ona hak yolu göstermek ve onu îmana muvaffak kılmak isterse, "göğsünü İslâm'a açar” o da bolalır ve alanı genişler. Bu nefsin hakkı kabulünde, içine girmesi için hazır olmasından kinayedir. O zaman nefis kendine mani olan şeylerden arınmış olur. Aleyhisselâm Efendimiz, kendisine bu sorulunca: O Allahü teâlâ'nın mü'minin kalbine koyduğu nurdur; bundan açılır ve genişler, dedi. Bunun tanınacağı bir emaresi var mı, dediler? O da: Evet, ebediyet yurduna dönmek, aldatıcı yurttan yüz çevirmek ve gelmeden önce ölüme hazırlanmaktır, dedi. "Kimi de saptırmak dilerse, onun göğsünü daraltır, sıkıntılı kılar” öyle ki, hakkı kabul etmez, ona îman girmez. İbn Kesîr şeddesiz olarak "daykan” okumuştur. Nâfi', Ebû Bekir de Âsım'dan rivâyetle kesre ile "haricen” okumuşlardır ki, çok dar demektir. Kalanlar da mastarla vasıf olarak feth ile okumuşlardır. "Sanki göğe çıkıyormuş gibi” göğsünün darlığını mübalağa ederek onu altından kalkamayacağı bir işe giren kimsenin sıkılmasına benzetmiştir. Çünkü göğe çıkmak gücünün olmadığını temsil etmektedir. Bununla şuna da dikkat çekmiştir ki, o kişi nasıl göğe çıkamazsa îman da edemez. Mananın şöyle olduğu da söylenmiştir: O haktan uzaklaşarak ve ondan kaçarak göğe çıkmış gibi olur. Yessa'adü'nün aslı yetesa'adü'dür, İbn Kesîr "yes'adü” okumuştur, Ebû Bekir de Âsım rivâyetinde "yessa'adü” okumuştur ki, yetesaadü manasınadır. (Bunun gibi) yani onun göğsü daralıp kalbi haktan uzaklaştığı gibi "Allah inanmayanların üzerine pislik atar” azâp eder yahut onları perişan eder. Zamir yerine zâhir isim koyması illeti göstermek içindir. 126İşte Rabbinin dosdoğru yolu budur. Öğüt alacak bir topluluk için âyetleri açıklamış bulunuyoruz. (İşte bu) Kur'ân'ın getirdiği açıklamaya yahut İslama veyahut geçen başarı ve başarısızlığa işarettir. "Rabbinin yoludur” beğendiği çizgisidir yahut hikmetinin gerektirdiği adeti ve yoludur. (Dosdoğru) onda eğrilik yoktur yahut düz ve biteviyedir. Bu da te'kit eden hâl’dir Meselâ "ve hüvel hakku musaddikan” (Bakara: 91) âyeti gibi. Ya da kayıtlayan hâl’dir, âmili de ism-i işaretteki manadır. "Öğüt alacak bir topluluk için âyetleri açıklamış bulunuyoruz” Allah'ın bir olduğunu, hayır veya şer her meydana gelenin onun kaza ve kaderiyle olduğunu ve onun kulların hâllerini bildiğini, yaptığı şeylerde hikmet sâhibi ve âdil olduğunu bilen bir topluluk için demektir. 127Onlar için Rableri katında selamet yurdu vardır. O, yaptıkları şeylerden dolayı onların dostlarıdır. (Onlar için selamet yurdu vardır). Selâm olan Allah'ın evi demektir. Cenneti nefsine izafe etmesi onu büyütmek içindir. Ya da kötülüklerden selamette olan yurt demektir veyahut selamlanacakları ev demektir. "Rableri katında” onun garantisinde demektir ya da onlar için bir azıktır ki, aslım ondan başkası bilmez. "Vehüve veliyyühüm” onların dostları yahut yardımcısı demektir. "Yaptıkları şeylerden dolayı” amelleri sebebiyle ya da karşılığını vermekle görevlidir; onu onlara ulaştırır. 128Hatırla o günü ki, Allah onların hepsini toplar: Ey cin topluluğu, insanlarla çok uğraştınız der. Onların insanlardan dostları da: Rabbîmiz, bazımız bazımızla yararlandı ve biz bize takdir ettiğin vademize ulaştık, dediler. O da: Karargahınız ateştir, içinde ebedî kalmak üzere. Ancak Allah'ın diledikleri hariç, dedi. Şüphesiz Rabbin hikmet sâhibidir, hakkıyla bilendir. "Ve yevme yahşürühüm cemian” yevme gizli (hatırla) emir fiiliyle yahut "ekulu” ile mensûbtur. Hüm zamiri de insan ve cinlerden toplanacaklara râcidir. Hafs, Âsım rivâyetinde, Ravh da Ya'kûb rivâyetinde ye ile "yahşuruhum” okumuşlardır. "Ey cin topluluğu” şeytanlar demektir, "kadisteksertüm minelinsi” insanları çok azdırdınız ve şaşırttınız yahut onlardan çok yaptınız yani onları arkanıza düşürdünüz, onlar da sizinle beraber mahşerde toplandılar demektir. Bu da istekserel emirü deyiminden gelir ki, kral ordusunu çoğalttı demektir. "İnsanlardan dostları dediler” kendilerine itâat edenlerden "Rabbimiz, bazımız bazımızdan yararlandı” yani insanlar cinlerden yararlandı. Bu da onları şehvetlere ve onlara ulaşacak şeylere salmakla olur. Cinler de insanlardan yararlandılar, bu da onlara itâat etmek ve arzularını yerine getirmekle olur. Şöyle de denilmiştir: İnsanların onlardan yararlanması şöyledir: Onlar ıssız yabanlarda onlara sığınırlardı. Onların da insanlardan yararlanması, onları kurtarmaya güçlerinin yettiğini itiraf etmeleridir. "Bize takdir ettiğin va'demize ulaştık” yani yeniden dirildik. Bu da şeytana uymalarını, nefsi arzularının ardına düşmelerini, yeniden dirilmeyi yalanlamalarını itiraftır ve kendi hâllerine üzülmedir. "O da: Karargahınız ateştir, dedi” yeriniz yahut ikametgahınız demektir. (Orada ebedî kalmak üzere) hâl’dir, âmili de mesvaküm'dür, eğer mastar kabul edilirse, izafetin manasıdır, eğer mesva ism-i mekan kabul edilirse. "Ancak Allah'ın dilediği hariç” ancak ateşten soğuğa taşınma vakitleri hariç. Şöyle de denilmiştir: Ancak girmeden önce dilediği hariç, sanki şöyle denilmiştir: Ateş barmağmızdır ancak size verdiği süre hariç. "Şüphesiz Rabbin hikmet sâhibidir” fiillerinde "hakkıyla bilendir” insan ve cinlerin amel ve hâllerini. 129Böylece kazandıkları şeyler yüzünden zâlimlerin bazısını bazısının başına getiririz. "Böylece zâlimlerin bazısını bazısının başına getiririz” bazısını bazısına havale ederiz. Yahut bazısını bazısının üzerine salarız, onları azdırırlar. Yahut bazılarının dostlarını ve yakınlarını azapta üzerlerine salarız demektir ki, dünyada olduğu gibi yan yana gelirler. "Kazandıkları şeyler yüzünden” inkâr ve isyanlar yüzünden demektir. 130Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size âyetlerimi okuyacak ve sizi bugününüze çatacağınızdan kurtaracak peygamberler gelmedi mi? Onlar da: Kendi aleyhimize şahitlik ettik, dediler. Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dâir kendi aleyhlerine şahitlik ettiler. "Ey cin ve insan topluluğu, size içinizden elçiler gelmedi mi?” özellikle insanlardan elçiler demektir, ancak hitapta cinlerle bir araya gelince bu doğru oldu. Bunun bir benzeri de: "O iki sudan inci ve mercan çıkar” (Rahmân: 22) ayetidir. Mercan ancak tuzludan çıkar, tatlıdan değil. Bir zümre bunun zahirine sarılarak: İnsanlara da cinlere de kendi cinslerinden peygamberler gönderilmiştir, dediler. Şöyle de denilmiştir: Cinlerden elçiler, insan elçilerinin elçilerindendir, Meselâ şu âyet gibi "cinler uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler” (Ahkâf: 29). "İçinizden size âyetlerimi okuyacak ve sizi bugününüze çatacağınızdan korkutacak” bugünden kıyâmet gününden demektir. "Dediler” cevap olarak "kendi aleyhimize şahitlik ettik” cürüm ve isyanla o da küfürlerini ve azâbı hak ettiklerini itiraf etmeleridir. "Dünya hayatı onları aldattı ve kâfir olduklarına dâir kendi aleyhlerine şahitlik ettiler” onları karamsar bakışlarından ve yanlış görüşlerinden dolayı kınamadır. Çünkü onlar dünya hayatına ve yarım zevklerine aldandılar ve âhiretten tamamen yüz çevirdiler. Sonunda kafirliklerini ve sonsuz azâbı hak ettiklerini kabullenmek zorunda kaldılar. Bu da dinleyicileri onlar gibi olmaktan uyarmak içindir. 131Çünkü Rabbin, halkı gâfil olan kentleri zulüm ile helâk edecek değildir. (Bu) elçiler göndermeye işarettir, bu mahzûf mübtedanın haberidir, el - emrü Zâlike (durum böyledir) demektir. (Çünkü Rabbin, halkı gâfil olan kentleri zulüm ile helâk edecek değildir) hükmün illetidir, "en” de mastariyedir yahut sakileden tahfif edilmiştir, yani durum böyledir demektir. Çünkü Rabbin böyle yapmaz ya da durum şöyledir ki, Rabbin ettikleri zulüm sebebiyle yahut zulme bulaşmış olarak yahut ya da bir peygamber ile uyarılmadan zâlim olarak böyle yapacak değildir, demektir. Ya da enlemyekün "Zâlike"den bedeldir. 132Herkesin yaptıkları şeylerden dolayı dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından gâfil değildir. "Herkesin” mükelleflerin "dereceleri vardır” mertebeleri vardır "yaptıkları şeylerden dolayı” amellerinden yahut karşılığından veyahut onun için demektir. "Rabbin onların yaptıklarından gâfil değildir” ona hiçbir amel yahut sevap veya azaptan hak edilecek bir miktar ona gizli kalmaz demektir. 133Rabbin zengindir, rahmet sâhibidir. Eğer dilerse sizi götürür ve ardınızdan sizi başka bir kavmin neslinden meydana getirdiği gibi dilediklerini getirir. "Rabbin zengindir” kullara ve ibâdetlerine ihtiyacı yoktur "rahmet sâhibidir” onlara acır; teklifi onları kemala erdirmek için yapar ve isyanlarına karşı onlara süre tanır. Bunda şuna dikkat çekmiştir ki, yukarıda geçen peygamber gönderme, kendi menfaati için değildir; bilâkis kullara merhamet ettiği içindir ve az sonra gelecek olana zemin hazırlamak içindir, o da "dilerse sizi götürür” kavlidir yani size ihtiyacı yoktur, ey asiler, isterse sizi götürür "ve ardınızdan dilediğini yerinize getirir” istediği halktan. "Nitekim sizi de başka kavimlerin neslinden meydana getirmiştir". Yani çağ çağ demektir, ancak acıdığı için sizi yerinizde bırakmıştır. 134Gerçekten size va'dedilen mutlaka gelecektir ve siz (bizi) engelleyemezsiniz. "Gerçekten size va'dolunan” yeniden dirilme ve çeşitli hâlleri "mutlaka gelecektir” her hâl-u kârda gelecektir "ve siz engelleyemezsiniz” sizden bunu isteyeni. 135De ki: Ey kavmim, elinizden geleni yapın. Şüphesiz ben de yapıyorum. İleride hidâyet yurdunun iyi sonucu kimin olacağını bileceksiniz. Muhakkak zâlimler iflâh olmazlar. (De ki: Ey kavmim, elinizden geleni yapın) imkân ve gücünüzü kullanın. Meküne mekaneten denir ki, imkanı en son sınırına varmak demektir ya da üzerinde bulunduğunuz istikamet ve hâl üzerinden amel edin demektir. Bu da mekân ve mekânet kavlinden gelir, makam ve makamet gibi. Ebû Bekir, Âsım rivâyetinde Kur'ân'ın her yerinde cemi sigasıyla "mekanatiküm” okumuştur ki, bu da tehdit emridir. Mana da: Küfür ve düşmanlığınızda devam edin şeklindedir. "Şüphesiz ben de yapıyorum” durumuma sabrediyor ve İslâm'da sebat ediyorum. Emir sigasıyla yapılan tehdit daha etkilidir, sanki tehdit eden ona kararlılıkla azâp etmek istiyor; emirle de onu vardırmak istediği şeye sürüklüyor. Bu aynı zamanda şunu da tescil etmektedir ki, tehdit eden kötülükten başka bir şey yapamaz, sanki bu onun karakterinde vardır. (İleride âhiret yurdunun iyi sonucunun kimin olacağım bileceksiniz). Eğer "men” istifhamiye kılınırsa mana şöyle olur: Allahü teâlâ'nın bu yurdu onun için yarattığı güzel sonuç hangimizin olacaktır? O zaman men mahallen Merfû' olur, alime fiili de amel etmez. Eğer men haberiye kılımrsa "talemun” ile mensûb olur yani yurdun sonucu kimin olacakmış ileride bilirsiniz demektir. Bunda korkutmakla beraber sözde ve güzel terbiyede insaflı davranıldığına işâret ve uyarıcının kendine güvenine vurgu vardır. Hamze ile Kisâî ye ile (yalemun) okumuşlardır. Çünkü akibet lâfzının müennesliği hakiki değildir. "Muhakkak zâlimler iflâh olmazlar” kâfirler denilecek yerde zâlimler denilmesi, bunun daha genel ve daha faydalı olmasındandır. 136Allah'a yarattığı ekinden ve davarlardan bir pay ayırdılar, "bu, Allah'ın, şu da ortaklarımızın” dediler. Ortaklarının olan Allah'a ulaşmaz da Allah'ın olan ortaklarına ulaşır. Ne kötü hüküm veriyorlar! (Allah için yaptılar, ayırdılar) yani Arap müşrikleri demektir, "yarattığı ekinden ve hayvanlardan bir pay ayırdılar, kendi iddialarınca, "bu, Allah'ın, şu da ortaklarımızın” dediler. Ortaklarının olan Allah'a ulaşmaz da Allah'ın olan ortaklarına ulaşır". Rivâyete göre onlar ekinden ve davardan Allah'a bazı şeyler ayırır ve onu misafirlere ve yoksullara harcarlardı. Bunlardan bazı şeyleri de ilâhlarına ayırırlardı. Onu da onlara hizmet edenlere harcarlar ve onların yanında kurban keserlerdi. Sonra eğer Allah'a ayırdıklarım daha gelişmiş ve artmış görürlerse, onu ilâhlarmınki ile değiştirirlerdi. Eğer ilâhlarmkinin daha gelişmiş olduğunu görürlerse, ilâhlarını sevdikleri için onu öyle bırakırlardı. "Mîmma zeree” ifadesinde onların aşırı cahilliklerine vurgu vardır. Çünkü onlar hâlika halk ettiği ve hiçbir şeye gücü yetmeyen cansızları şirk koştular. Sonra da artanı ona (cansıza) vermekle onu Allah'a tercih ederlerdi. "Bizamihim” ifadesinde onların bunu kendiliklerinden uydurduklarına ve bunu Allah'ın emretmediğine vurgu vardır. Kisâî iki yerde de zam ile (zu'mihim) okumuştur ki, bu da lügattir, yine vidd gibi kesr ile (zi'mihim) de okunmuştur. "Ne kötü hüküm veriyorlar!” yani bu hükümleri ne kötüdür, demektir. 137Böylece birçok müşriklere ortakları onları helâk etmek ve onlara dinlerini karıştırmak için evlatlarını öldürmeyi süsledi. Eğer Allah dileseydi onu yapmazlardı. Sen de onları uydurdukları o şeyle baş başa bırak. "Ve Kezâlike” Allah'a yaklaşmak için yapılan şeylerin taksimi gibi "birçok müşriklere ortakları evlatlarını öldürmeyi süslü gösterdi". Diri diri gömmek ve onları ilâhlarına kurban etmekle. "Şürekauhum” cinlerden yahut mabet hizmetçilerinden demektir. Bu da zeyyene'nin fâ'ilidir. İbn Âmir meçhul kalıbı ile züyyine okumuştur ki, süslü gösterilen şey çocukları öldürmedir. Evlade'yi de nasb ile ve şürekae'yi de katli ona muzâf kılarak ve arasım mef'ûlu ile açarak nasb ile okumuştur ki, bu Arapça'da zayıftır, zarurat-ı şiiriye'den sayılır. Meselâ şöyle: (Dişi deveye mızrağı dürttüm Ebû Mezade adlı şahsa dürttüğüm gibi). Meçhul kalıbı ve evladihim'in cerri ve züyyine'nin gösterdiği gizli fille şürekauhum'un ref'i ile de okunmuştur. "Liyurduhum” onları vesveseyle helâk etmek için "ve dinlerini karıştırmak için” üzerinde bulundukları İsmâîl dinini yahut din edinmeleri gerekli olan şeyi karıştırmak için. Lâm talil içindir, eğer süsleme şeytandan olursa, akibet içindir, eğer mabet hizmetçilerinden olursa. "Eğer Allah dileseydi onu yapmazlardı” yani müşrikler kendileri için süsletilen şeyleri yapmazlardı. Yahut ortaklar süslemeyi yapmazlardı yahut da iki taraf bunların hiçbirini yapmazlardı. "Onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak". İftiraları ile yahut uydurdukları yalanla demektir. 138Kendi zanları ile şöyle dediler: Bu davarlar ve ekinler yasaktır; onları ancak bizim istediğimiz kimseler yerler. Öyle davarlar davardır ki, sırtlari harâm edilmiştir. Öyle davarlar davardır ki, O'na iftira ederek onların üzerine Allah'ın adını anmazlar. Allah onlara iftira ettikleri şeyin cezasını verecektir. "Dediler: Bunlar” ilâhlarına ayrılan şeylere işarettir, "bu davarlar ve ekinler yasaktır” haramdır, burada geçen hicr fiil vezninde ism-i mef'ûl manasınadır, Meselâ zibh gibi. Onda tek ve çok, erkek ve dişi birdir. Zam ile "hucr” okunmuştur. Hircün de okunmuştur ki, daraltılmış demektir. "Onları ancak bizim istediğimiz kimseler yerler” bundan putların hizmetçilerini ve kadınları değil de erkekleri kastediyorlar. "Kendi iddialarınca” bir delil getirmeksizin. "Öyle davarlar da vardır ki, sırtları haram edilmiştir” bunlardan bahire, şaibe ve ham dediklerini kastediyorlar. "Öyle hayvanlar da vardır ki, üzerlerine Allah'ın adını anmazlar” keserken, sadece putların adlarım anarlar. Sırtlarına binerek hacca gitmezler de denilmiştir. "İftiraen aleyhi” mastar olarak mensûbtur, çünkü dedikleri de Allah'a karşı iftiradır. "Aleyhi” harf-i ceri "Kâlû"ya yahut mahzûfa mütaalliktir ki, o da onun sıfatıdır. Ya da hâl olarak veyahut mef’ûlün leh olarak mensûbtur, câr da ona veyahut mahzûfa mütaaliktir. "Allah onlara iftira ettikleri şeyin cezasını verecektir” o sebepten yahut onun yerine demektir. 139Ve şöyle dediler: "Şu davarların karınlarındakiler erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır". Eğer o, ölü olursa onlar onda ortaktırlar. Allah onları vasıfları ile cezalandıracaktır. Şüphesiz O, hikmet sâhibi, hakkıyla bilendir. "Ve şöyle dediler: Şu davarların karınlarındakiler” bundan bahire ve şaibelerin karmlarındaki ceninleri kastediyorlar. "Erkeklerimize helâl, kadınlarımıza haramdır” özellikle erkeklere helâldır, kadınlara değil, eğer diri olarak doğarsa. Çünkü "eğer o, ölü olursa onlar onda ortaktırlar” buyurmuştur. Binâenaleyh erkekler ve dişiler onda eşittir. Hâlisatün lâfzının müennes olması manasından dolayıdır. Çünkü "mâ” edâtı ecinne (ceninler) manasınadır. Bunun içindir ki, Âsım, Ebû Bekir rivâyetinde "Tekunu"nûn te ile olmasında İbn Âmir'e katılmıştır. O ve İbn Kesîr "meyte” kelimesinde ona muhalefet edip diğerleri gibi nasb etmişlerdir. Ondaki te mübalağa içindir, tıpkı raviyetüş şüara kavlinde olduğu gibi. Yahut mastardır afiyet gibi, hâlis'in yerine düşmüştür. Müekket mastar olarak nasb ile de okunmuştur, Haber ise "lizükürina"dır yahut hâlisaten zarftaki zamirden hâl’dir "zükurina"dakinden de değil, zükur'dan da değil. Çünkü o manevî amilin üzerine de mecrûr zilhâlin üzerine de geçemez. Ref ile hâlisun da okunmuştur, yine ref ile ve zamire izafetle hafisuhu da okunmuştur. O zaman "mâ"dan bedel olur yahut ikinci mübteda’dır. Bundan maksat da canlı olandır. "Fihi"nin müzekker olması, ölünün erkeğe de dişiye şamil olmasındandır; o sebeple erkek gâlip sayılmıştır. "Allah onların vasıflarının cezasını verecektir” yani helâl ve haram etmede yalan nitelemelerinin cezasını verecektir. Bu da "dilleri yalan nitelemektedir” (Nahl: 62) kavlinde geçmektedir. "Şüphesiz o, hikmet sâhibidir, hakkıyla bilendir". 140Çocuklarını beyinsizce bilgisizce öldürenler mutlaka ziyan etmiş ve Allah’a iftira ederek Allah'ın verdiği rızki harâm etmişlerdir. Şüphesiz sapmışlar ve hidâyeti de bulamamışlardır. "Çocuklarını beyinsizce bilgisizce öldürenler mutlaka ziyan etmişlerdir” bunlardan kızlarını kaçırılma ve fakirlik korkusuyla öldüren Arapları kastetmektedir. İbn Kesîr ile İbn Âmir şedde ile teksir manasına "kattelu” okumuşlardır. "Bilgisizce” çünkü akılları kıttı ve kendilerine ve evlatlarına rızık verenin kendileri değil de Allah olduğunu bilmiyorlardı. Sefehen'in hâl yahut mastar olarak nasbi câizdir. "Allah'ın verdiği rızkı haram etmişlerdir” bahire ve benzerleri gibi. "İftiraen alallah” bu da yukarıda anlatıldığı gibi aynı ihtimallere sahiptir. "Şüphesiz sapmışlar ve hidâyeti de bulamamışlardır” yani hakkı ve doğruyu demektir. 141O ki, çardaklı ve çardaksız bahçeler, ürünleri farklı hurmalar ve ekinler ve birbirine benzer ve benzemez zeytinler ve narlar yarattı. Meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Hasat günü hakkını verin, israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez. "O ki, bahçeler yarattı” asmalardan "çardaklı” direkler üzerine kaldırılmış "ve çardaksız” yere serilmiş. Şöyle de denilmiştir: Çardaklı insanların dikip çardak yaptıklarıdır, çardaksız da dağlarda ve kırlarda bitendir. "Ürünleri farklı hurmalar ve ekinler” yenen meyvesi şekil ve nitelik bakımından farklı. "Üküluhu"nûn zamiri ekine gitmektedir, diğerleri de ona kıyastır ya da hurmaya râcidir, ekin onun hükmündedir, çünkü ona ma’tûftur. Ya da hepsine râcidir, takdiri de ükülü Zâlike yahut o ikisinden her birinedir. Muhtelifen ise mukadder (ileride olacak) hâl’dir, çünkü yaratma ânında yoktu. "Birbirine benzer ve benzemez zeytinler ve narlar” bazı fertleri renkte ve tatta birbirine benzer, bazısı da benzemez. "Meyvesinden yiyin” her birinin meyvesinden "meyve verdiği zaman” henüz yetişmeyip olgunlaşmasa da. Şöyle denilmiştir: Bunun faydası mal sâhibinin ondan Allah'ın hakkını eda etmeden önce yemesine izin verilmesidir. "Hasat günü hakkını verin” bundan hasat günü sadaka edilen kastedilmiştir, miktarı belli zekât değildir. Çünkü o Medînede farz kılınmıştır, âyet ise Mekkîdir. Şöyle denilmiştir: Bu zekattır, âyet de Medîne'de inmiştir. Hasat günü verilmesi emri ona önem verilmesi içindir, Tâ ki, eda vaktinden geri kalmasın, bir de bilinmelidir ki, zekât yetişmekle vâcip olur, ayıklamakla değil. İbn Kesîr, Nâfi', Hamze ve Kisâî ha'nın kesri ile "hisadihi” okumuşlardır ki, bu da lügattir. "İsraf etmeyin” sadaka vermede, "elini büsbütün açma” (İsra: 29) âyeti gibi. "Çünkü o, israf edenleri sevmez” yaptıklarından râzı olmaz. 142Hayvanlardan yük taşıyacak ve tüyünden döşek yapılacak olanları da o yarattı. Allah'ın size rızık ettiği o şeylerden yiyin; şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. (Hayvanlardan yük taşıyacak ve (tüylerinden) döşek yapılacak olanları da o yarattı). Bu da "cennatin"e atıftır yani hayvanlardan da ağırlıklar taşıyacak ve kesmek için yere yatırılacak olanları yahut dokunan kılından, yününden ve yapağısından yere serilenlerden yarattı demektir. Şöyle de denilmiştir: Büyükler yük taşımaya uygun olanlar, küçükler de yere yakın olanlardır ki, yere serilmiş döşek gibidir (postu hatırlayın). "Allah'ın size rızık ettiği o şeylerden yiyin” onlardan size helâl ettiğinden yiyin. "Şeytanın adımlarını izlemeyin” kendiliğinizden helâl ve haram ederek. "Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır” düşmanlığı açıktır. 143(Allah) sekiz çift yarattı: Koyundan iki, keçiden iki. De ki: İki erkeği mi harâm etti, yoksa iki dişiyi mi; ya da iki dişinin rahimlerinin bürüdüğünü mü? Eğer doğru kimseler iseniz bana ilimle haber verin. (Sekiz çift yarattı) bu da hamuleten'den bedeldir ya da külu'nûn mef'ûlüdür. Vela tettebiu da ara cümledir ya da külu'nûn delâlet ettiği fiilin mef'ûlüdür yahut da çeşitli veyahut çok manasına gelen madan hâl’dir. Zevç yanında kendi cinsinden benzer biri olan tektir bazen ikisinin toplamına da denir. Burada murat edilen birincisidir. (Koyundan iki) iki çift, koç ve dişi koyun. Bu da semaniyeteden bedeldir. Mübteda olarak "isnani” de okunmuştur. Da'n cins ismidir, ibl gibi, çoğulu dahidir ya da şain'in çoğuludur, tacir ve tecr gibi. Hemzenin fethi ile de okunmuştur ki, o da lügattir. (Keçiden de iki) teke ve dişi keçi. İbn Kesîr, Ebû Amr, İbn Âmir ve Ya'kûb feth ile (mâ'z) okumuşlardır ki, o da maiz'in çoğuludur, sahib ve sahb, haris ve hars gibi. Mi'za şeklinde de okunmuştur. "De ki: İki erkeği mi?” koyunun erkeği ile keçinin erkeği mi "haram etti, yoksa iki dişiyi mi?” zekereyni ve ünseyeyni'nin nasbi harreme iledir. Ya da iki dişinin rahimlerinin bürüdüğünü mü?” yahut iki cinsin dişilerinin erkek olsun dişi olsun taşıdığım mı? Mana Allahü teâlâ'nın koyun cinsinden hiçbir şeyi harâm etmiş olmasını reddir. "Bana ilimle haber verin” Allah'ın bunu haram ettiğini gösterecek belli bir şeyle "eğer doğru kimseler iseniz” Allah'ın haram ettiği davasında. 144Deveden iki ve sığırdan da iki (çift yarattı). De ki: İki erkeği mi harâm etti, yoksa iki dişiyi mi; ya da iki dişinin rahimlerinin bürüdüğünü mü? Allah bunu size tavsiye ederken orada şâhitler mi idiniz? Bilgisizce insanları saptırmak için Allah'a yalan iftira edenden daha zâlim kimdir? Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez. "Deveden iki ve sığırdan da iki (çift yarattı). De ki: İki erkeği mi harâm etti, yoksa iki dişiyi mi; ya da iki dişinin rahimlerinin bürüdüğünü mü?” Yukarıda geçtiği gibidir, mana da Allah'ın bu dört cinsten haram etmesinin reddedilmesidir, ister erkek ister dişi olsun yahut dişilerin taşıdığı olsun. Bu da onları reddetmek içindir. Çünkü bazen davarların erkeklerini harâm ederlerdi bazen dişilerini, bazen de rast gele yavrularıni harâm ederlerdi. Bunları da Allah'ın haram ettiğini iddia ederlerdi. "Şâhitler mi idiniz?” Yoksa orada hazır şâhitler mi idiniz "Allah size bunu tavsiye ederken". Çünkü siz bir peygambere îman etmiyorsunuz, öyleyse bu gibi şeyleri bilmenize imkân yoktur, ancak görmek ve duymak vardır. "Allah'a yalan iftira edenden daha zâlim kimdir?” haram etmediği şeyleri harâm etti diye ona nispet edenden. Bundan bunu onaylayan büyükleri yahut bunu başlatan Amr bin Luhay bin Kamia murat edilmiştir. "Bilgisizce insanları saptırmak için. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez". 145Deki: Bana vahyedilenler arasında yiyen birine haram edilmiş olarak ancak şunları buluyorum: Ölü yahut akıcı kan veyahut domuz eti - çünkü o, pistir - veyahut da Allah'tan başkası için boğazlanmış bir fîsk. Artık kim saldırmadan ve tecâvüz etmeden darda kalırsa, şüphesiz Rabbin çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "De ki: Bana vahyedilenler arasında ancak şunları buluyorum” yani Kur'ân'da yahut mutlak olarak bana vahyedilenler arasında. Burada şuna dikkat çekilmiştir ki, haram etmek ancak vahiy ile bilinir; keyfilikle değil. "Haram edilmiş” haram edilmiş yiyecek olarak (ancak şunları buluyorum: Ölü). İbn Kesîr ile Hamze te ile (en tekune) okumuşlardır, çünkü haber müennestir. İbn Âmir'in okuyuşu da kâne'yi tamme kabul ederek ye iledir (en yekune) "meytetün” de merfû’dur. ( Yahut akıcı kan) bu da mâ ile etrafındakilere ma’tûftur yani illâ vücude meytetin ev demen mesfuhan demektir. Mesfuhan da dökülen, akan manasınadır ki, damarlarda dolaşan kan gibidir; karaciğer ve dalak gibi değildir. " Yahut domuz eti, çünkü o pistir” zira domuz yahut eti tiksindiricidir, çünkü necaset yemeyi adet edinmiştir ya da bizatihi kötüdür. "Ev fişkan” bu da lahme hınzire atıftır, ikisinin arasındaki de illet bildiren itiraz cümlesidir. (Allah'tan başkasına boğazlanmış) bu da açıklayıcı sıfattır. Put adına kesilene fisk denilmesi bunda ileri gitmiş olmasındandır. Fiskan’ın "ühille"nin mef'ûlu lehi olması da câizdir. Bu da "yekune"ye atıftır, ondaki gizli zamir "yukune"deki gizli zamirle aynı yere râcidir. "Kim darda kalırsa” kimi zaruret bunlardan bir şey yemeğe zorlarsa, "saldırmadan” kendi gibi başka darda kalmış birine "tecâvüz etmeden” zaruret miktarını "şüphesiz Rabbin çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” onu sorumlu tutmaz. Âyet muhkemdir, çünkü şu ana kadar kendine vahyedilenler arasında bunlardan başka haram olmadığını göstermektir. Bu da ileride başka bir şeyin haram edilmesine mani değildir. Bunu kitabın haber-i vahidle neshine ve başka şeylerin ancak istishab esasına (eskinin devamına) göre haram edildiğine delil getirmek doğru değildir. 146Yahûdîlere de bütün tırnaklılari harâm ettik. Sığırdan ve koyundan da iç yağlarını (haram ettik). Ancak bu ikisinin sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan yahut kemiğe karışan müstesna. Onları zulümlerinden dolayı böyle cezalandırdık. Ve bizler elbette doğrularız. "Yahûdîlere de bütün tırnaklılari harâm ettik” bütün parmağı olanları Meselâ deve, canavarlar ve kuşlar gibi. Şöyle de denilmiştir: Bütün pençelileri ve toynaklıları. Toynağa tırnak denilmesi mecazîdir. Belki de zulmün neticesi harâmlığm genel olmasını icap etmiştir. "Sığırdan ve koyundan da iç yağlarıni harâm ettik” zar hâlindeki yağları ve böbrek yağlarını. Şuhum'un zamire izafesi aradaki bağın kuvvetindendir. "Ancak bu ikisinin sırtlarına yapışık olan müstesna” yahut bağırsaklarına. Havaya, haviye'nin yahut hâviyâ'nın çoğuludur Meselâ kasıa ve kavaıs' gibi yahut haviyye'nin çoğuludur, sefine ve sefain gibi. Bunun şuhumehuma'ya ma’tûf olduğu ve ev edatının da vâv manasına olduğu da söylenmiştir. Ya da kemiğe karışan” bu da kuyruk yağıdır ki, o da kuyruk sokumuna bitişiktir. "Zâlike” bu haram kılma yahut ceza verme "zulümlerinden dolayıdır ve bizler elbette doğrularız” vaat ve tehdidi haber vermede. 147Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: Rabbiniz geniş rahmet sâhibidir. Azâbı günahkârlar topluluğundan geri çevrilmez. "Eğer seni yalanlarlarsa de ki: Rabbiniz geniş rahmet sâhibidir” inanmamanıza rağmen size mühlet verir, onun mühlet vermesine aldanmayın, çünkü o ihmal etmez. (Azâbı günahkârlar topluluğundan geri çevrilmez) indiği zaman ya da itâat edenlere geniş rahmet sâhibidir ve günah işleyenlere de şiddetli azâp sâhibidir. Bu son cümlenin yerine "vela yuraddu be'suhu"yu koymuştur, çünkü şöyle bir şey içermektedir, onlara uygulanan şiddet yakalarına sarılmıştır, onlardan reddi mümkün değildir. 148Şirk koşanlar şöyle diyecekler: "Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız şirk koşmaz ne de hiçbir şeyi harâm etmezdik". Kendilerinden öncekiler de böyle yalanladılar; sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bir bilgi var mı; onu bize çıkarsanız? Siz zandan başka bir şeye tâbi olmuyorsunuz ve siz ancak yalan söylüyorsunuz. "Şirk koşanlar şöyle diyecekler” bu da gelecekten haberdir, aslının çıkması onun mu'cize olduğunu gösterir. "Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız şirk koşmaz ne de hiçbir şeyi harâm etmezdik". Yani bunun aksini rıza manasına dileseydi demektir. Meselâ "eğer dileseydi hepinizi mutlaka hidâyet ederdi” (En'âm: 149) âyeti gibi. Eğer dileseydi ne biz ne de atalarımız böyle yapmazdık. Bundan kendilerinin haklı olduklarını ve Allah’ın buna râzı olduğunu demek istiyorlar; bu çirkin şeyleri Allah'ın dilemesinden dolayı yaptıkları için özür dilemek istemiyorlar ki, kınanmaları Mu'tezile için delil olsun. Bunu "kendilerinden öncekiler de böyle yalanladılar” kavli de desteklemektedir. Yani Allahü teâlâ şirki men etti ve kendilerinin haram ettiği şeyi harâm etmedi tarzındaki yalanlamaları gibi kendilerinden öncekiler de elçileri yalanladılar. "Abauna"nın "eşrekna"daki zamire te'kit edilmeksizin atfı "lâ” ile ayrılmalarındandır. "Sonunda azabımızı tattılar” yalanlamaları yüzünden üzerlerine indirdiğimiz azabımızı demektir. "De ki: Yanınızda bir bilgi var mı?” iddianızı destekleyecek sağlam bir bilgi "onu bize çıkarsanız” da bize gösterseniz. "Siz zandan başka bir şeye tâbi olmuyorsunuz” ancak zanna tâbi oluyorsunuz "ve siz sadece yalan söylüyorsunuz” Allah'a karşı asılsız şey söylüyorsunuz. Bunda özellikle İtikat konularında zanna uymanın yasaklığına delil vardır. Belki bu, kesin bir delille çürütülmesindendir. Çünkü âyet bu konudadır (zan hakkındadır). 149De ki: Tam delil Allah'ındır. Eğer dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. (De ki: Tam delil Allah'ındır) açık, sağlamlıkta ve isbata kuvvette son dereceye varan delil ya da sâhibinin o sayede davasını en sağlam şekilde müdafaa ettiği delil demektir ki, hac kökünden gelir. O da kastetmektir. Sanki o hükmü ispat etmeyi kastetmiş ve onu istemiştir. "Eğer dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi” ona hidâyet etmek ve ona götürmekle, fakat o, bir toplumun hidâyetini, diğerlerinin de sapıklığını istemiştir. 150De ki: Şüphesiz Allah,'ın bunu haram ettiğine dâir şahitlik edecek şahitlerinizi getirin. Eğer şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme. Âyetlerimizi yalanlayanların ve Allah’a denk tuttukları hâlde âhirete îman etmeyenlerin keyiflerine uyma. "Kul helümme şühedaeküm” şahitlerinizi hazır edin. Helümme ism-i fiildir, Hicazlılara göre çekimi yapılmaz. Temim oğullarına göre ise müennes kılman ve cemi yapılan bir fiildir. Aslı Basralılara göre "halümme"dir. Kastetmek manasınadır, elifi hazfedilmiştir, çünkü lâm'mın sâkin olduğu takdir edilmiştir, asıl olan odur (ülmüm). Kûfelilere göre ise aslı "hel ümme"dir, hemze harekesi lâm'a nakledilmekle hazfedilmiştir. Bu akla uzaktır. Çünkü "hel” emrin başına gelmez. Bu Âyette olduğu gibi geçişli olur, "helümme ileyna” (Ahzab: 18) âyetinde olduğu gibi lâzım da olur. "Allah'ın bunu haram ettiğine dâir” yani bunda önderlerini demek istiyor. Onları hazır etmelerini istedi ki, delile karşı diyecekleri bir şey lmasın ve seslerini çıkarmamakla sapıklıkları ortaya çıksın. Bir de onların taklitçiler gibi delilleri olmadığı bilinsin. Bunun içindir ki, izafetle şahitlerinizi demiş ve onların da bildikleri kimselerden olmalarını istemiştir. "Eğer şahitlik ederlerse sen de onlarla beraber şahitlik etme” onları tasdik etme ve bozukluklarını açığa çıkar. Çünkü onları kabullenmek bâtıl şahitlikte onları tasdik manasına gelir. "Âyetlerimizi yalanlayanların keyiflerine uyma” zamirin yerine zahirin konulması, âyetleri yalanlayanların başka değil keyiflerine uyanlar olduğunu göstermek ve delile uymanın da onu mutlaka tasdik etmekle olacağını göstermek içindir. "Ve âhirete inanmayanların” Meselâ putlara tapanlar gibi. "Onlar Rablerine denk tutarlar” ona eş koşarlar. 151De ki: Gelin size Rabbinizin neleri harâm ettiğini okuyayım: Ona hiçbir şeyi şirk koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızıklarımzı biz veriyoruz. Çirkin şeylerin görünenine ve görünmeyenine yaklaşmayın. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmeyin. Aklınızı çalıştırırsınız diye Allah size bunları tavsiye etmiştir. (De ki: Gelin) tealev teali'den emirdir, aslı yukarıdaki birinin aşağıdaki birine böyle seslenmesidir, sonradan anlam genişletilmiştir. "Etlü” okuyayım, "mâ harreme rabbüküm” bu da "etlü” ile mensûbtur, "mâ"nın haberiye (mevsûl) ve mastariye olma ihtimali vardır. İstifhamiye olup "harreme” ile mensûb olma ihtimali de vardır, mâ harreme cümlesi de "etlü"nün mef'ûlüdür, çünkü: Rabbiniz size neyi harâm etti, manasınadır? "Aleyküm” "hareme"ye yahut "etlü"ye mütaalliktir. "Ella tüşriku bihi” ona şirk koşmayın demektir. Bu da emrin ona atfı düzgün olması içindir. Tefsir eden fiilin harreme'ye bağlı olması buna mani değildir. Çünkü emirlerle haram kılmak zıddına râcidir (yapmayın demektir). Kim en'i nasb edâtı yaparsa, o da "aleyküm” ile mahallen mensûbtur ve iğra olmuş olur. Ya da "mâ"dan veyahut mahzûf aidinden bedeldir, o zaman lâ zâit olmuş olur. Ya da mukadder lâm ile mahallen mecrûrdur ya da merfû’dur, takdiri de elmetlüvvü enla tüşriku dur yahut elmuharremu entüşriku'dur. "Şeyen” bunun da mastara da memla da ihtimali vardır. "Ve bilvalideyni ihsana” yani ahsinu bihima ihsana (onlara adam akıllı iyilik edin) demektir. Onu kötülük yapmayın yerine koyması, mübalağa içindir ve onlara kötülük yapmamanın yeterli olmaması içindir, ama diğerlerine öyle değildir. "Çocuklarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin” fakirlik için ve korkusundan demektir, "haşyete imlak” (İsra: 31) âyeti gibi. "Sizin de onların da rızıklarım biz veriyoruz” yapmamaları gereken şeyin sebebidir ve karşı delildir. "Çirkin şeylere yaklaşmayın” büyük günahlara yahut zinaya "mâ zahara minha vema batane” fevahişten bedeldir, "zahirel ismi ve batıneh” (En'âm: 120) âyeti gibidir. "Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmeyin” hak da kısas, mürtedin öldürülmesi ve evlinin zina etmesi gibi şeylerdir. (Bunlar) geniş olarak anlatılanlara işarettir "Allah'ın size” muhafaza etmekle "tavsiye ettiği şeylerdir, aklınızı çalıştırırsınız diye” irşat olursunuz, çünkü aklın kemali irşat olmaktır. 152Yetimin malına, en güzeli dışında, erginliğine varıncaya kadar yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. Biz hiç kimseye gücünün yetmediğini teklif etmeyiz. Söz söylediğiniz zaman âdil olun, ister ki, akraba olsun. Allah'ın sözünü yerine getirin. İşte Allah, size bunları öğüt almanız için buyurmaktadır. "Yetimin malına, en güzeli dışında yaklaşmayın” malına yapılan en güzel iş dışında demektir ki, bu da onu muhafaza etmek ve çalıştırmak gibi şeylerdir. "Erginliğine varıncaya kadar” buluğa erinceye kadar. Eşüdd şiddet'in çoğuludur, ni'met ve en'üm gibi yahut şidd'in çoğuludur, sırr ve esurr gibi. Bunun enükk gibi müfret olduğu da söylenmiştir. "Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın” doğru ve eşit yapın. "Biz hiç kimseye gücünün yetmediğini teklif etmeyiz” ancak gücünün yettiğini ve ona zor gelmeyen şeyi teklif ederiz. Emirden sonra böyle demesinin manası şudur: Gerçekten hakkı yerine getirmek zordur, siz gücünüzün yettiğini yapın, gerisi affedilmiştir. "Söz söylediğiniz zaman” hüküm ve benzeri şeylerde "âdil olun” onda "ister ki, akraba olsun” ister ki, lehinde ve aleyhinde konuştuğunuz akrabanızdan olsun. "Allah'ın sözünü yerine getirin” yani adaleti elden bırakmama ve şer'î hükümleri yerine getirme gibi sizden istediği şeyleri demektir. "İşte Allah size bunları öğüt almanız için buyurmaktadır.” nasihatini dinlersiniz. Hamze, Hafs ve Kisâî geçtiği her yerde te ile olursa zal'ı şeddesiz olarak, diğerleri ise şeddeli olarak okumuşlardır. 153Bu benim doğru yolumdur, siz de ona tâbi olun; aykırı yollara tâbi olmayın ki, sonra sizi onun yolundan ayırır. İşte Allah, kötülükten sakınasınız diye, size bunları emretti. (Bu, benim doğru yolumdur) işâret sûrede zikredilenleredir; çünkü o tamamen Allah'ın birliğini, peygamberliği ispat etme ve şerîatı açıklama hakkındadır. Hamze ile Kisâî yeni cümle başı olması sebebiyle "inne” okumuşlardır. İbn Âmir ile Ya'kûb şeddesiz ve fetha ile (en) okumuşlardır. Kalanlar da lâm takdir ederek böyle ve şeddeli okumuşlardır. O zaman bu "ona tâbi olun” kavlinin illeti olur. İbn Âmir ye'nin fethi le "sıratıye” okumuştur. "Ve Hâza sıratıy” "ve Hâza sıratu rabbiküm” "ve Hâza sıratü reabbike” de okunmuştur. "Aykırı yollara tâbi olmayın (gitmeyin)” değişik dinlere veya nefsanî arzuyu ön plana çıkaran yollara demektir. Çünkü delilin sonucu (doğru) birdir; keyfin gerekleri ise tabiat ve adetlerin farklılığından dolayı çoktur. "Sonra sizi ayırır” dağıtır ve sizi yerinizden eder "kendi yolundan” vahye tâbi olmayı ve delili takip etmeyi simgeleyen yolundan demektir. (İşte bu) tâbi olma "İşte Allah, sakınasınız diye, size bunları emretti.” sapıklıktan ve haktan ayrılmaktan. 154Sonra Mûsa'ya o kitabı iyilik edene (nimetimizi) tamamlamak ve her şeyi açıklamak için bir hidâyet ve rahmet olarak verdik ki, Rablerine kavuşacaklarına îman etsinler diye. "Sümme ateynel kitabe” bu da "vassaküm"e atıftır, "sümme” de haberde geriliği yahut rütbede farklılığı göstermek içindir, sanki şöyle denilmiştir: Bu size eskiden ve yeniden tavsiye ettiği şeydir, sonra bundan daha büyüğü Mûsa'ya o kitabı ikramı ve nimeti tamamlamak için vermiş olmamızdır. "İyilik eden kimseye” onu güzelce yerine getirene demektir. "Alellezine ahsenu” yahut "alellezi ahsene tebliğahu” okunması da bunu teyit eder ki, o da Muşadır. Yahut "temamen alâ mâ ahsenehu” okunmuştur ki, onu ilim ve şerîatlarla güzel yapan demektir, daha açıkçası onu tamamlamak için ilmini artırmak üzere demektir. Mahzûf mübtedanın haberi olarak şöyle Merfû' da okunmuştur: Alellezi hüve ahsenü yahut alel vechillezi hüve ahsenu mâ yekunu aleyhil kütübü (en güzel tarzda yahut bir kitap için en güzel olacak şekilde) demektir. "Ve her şeyi açıklamak için” dinde ihtiyaç duyulan her şeyi beyan etmek için. Bu da "tamamen"e atıftır, ikisinin nasbi da illete, hâle ve mastara da ihtimallidir. "hidâyet ve rahmet olarak verdik ki,” İsrâîl oğulları "Rablerine kavuşacaklarına îman etsinler diye” amellerinin karşılığını görsünler diye. 155Bu da indirdiğimiz mübarek bir kitaptır; ona tâbi olun ve sakının. Tâ ki, merhamet olunasınız. "Bu” yani Kur'ân "indirdiğimiz mübarek bir kitaptır” faydası çoktur, "ona tâbi olun ve sakının, Tâ ki, merhamet olunasınız". Ona tâbi olmakla. O da onunla amel etmektir. 156"En tekûlu” demeyesiniz diye. Bu kitabı da indirdik ki: Kitap ancak bizden önceki iki zümreye indirildi. Biz, onların okumalarından gerçekten gâfildik, demeyesiniz. "En tekûlu” demeyesiniz diye” bu da O'nun indirilme gerekçesidir. "Kitap ancak bizden önce iki zümreye indirildi". Onlar da Yahûdîlerle Hıristiyanlardır. Belki de "innema” hasr edatındaki özellik, o zamanda kalan meşhur kitapların kendilerininki olup başka kalmamasındandır. "Ve in künna” "in” şeddeli (inne)den tahfif edilmiştir, bunun içindir ki, "kâne"nin haberine lâm-ı fârika dahil olmuştur. İnnehu künna (gerçekten biz idik) "onların okumalarından gerçekten gâfiller idik” o nedir yahut onun gibisini bilmiyorduk demektir. 157Yahut: "Eğer bize kitap indirilse idi, mutlaka onlardan daha doğru yolda olurduk” demeyesiniz. İşte size Rabbinizden açık bir delil, bir hidâyet ve bir rahmet gelmiştir. Allah'ın âyetlerini yalan sayandan ve onlardan yüz çevirenden daha zâlim kimdir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirdikleri şeyden dolayı en kötü azapla cezalandıracağız. (Dememeniz için) birinciye atıftır, "eğer bize kitap indirilse idi, mutlaka onlardan daha doğru yolda olurduk". Çünkü bizim zihinlerimiz daha keskin, anlayışımız daha derindir. Bunun içindir ki, bizler ümmi olmamıza rağmen ilimden çeşitli dallar almışızdır, Meselâ hikaye, şiir ve hitabet gibi. "İşte size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir” bildiğiniz kesin bir delil "bir hidâyet ve bir rahmet” üzerinde düşünen ve onunla amel eden için. "Allah'ın âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir?” onların doğruluklarını bildikten yahut onları tanıma imkânı bulduktan sonra. "Yüz çevirenden” yahut insanları "ondan döndürenden” sapıp ve saptırandan daha zâlim kim vardır? "Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirdikleri şeyden dolayı en kötü azapla cezalandıracağız” yüz çevirmeleri veya insanları ondan döndürmeleri sebebiyle. 158Onlar kendilerine meleklerin gelmesini mi yahut Rabbinin gelmesini mi veyahut Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin bazı âyetleri geldiği gün hiç kimseye, eğer daha önce îman etmemiş veyahut îmanında bir hayır kazanmamışsa, îmanı fayda vermez. De ki: Bekleyin, çünkü biz de bekliyoruz. "Bekliyorlar mı?” yani Mekke halkı beklemiyorlar. Onlar bunu beklemiyorlardı, ancak bekler gibi başlarına geleceği için bekleyenlere benzetildiler. "Ancak meleklerin gelmesini” ölüm yahut azâp meleklerinin gelmesini. Hamze ile Kisâî burada ve Nahl'de ye ile "ye'tiyehüm” okumuşlardır. " Yahut Rabbinin gelmesini” yani azâp emrinin yahut bütün âyetlerinin yani kıyâmet, azâp ve tüm helâk gibi bütün âyetlerinin gelmesini "yahut bazı âyetlerinin gelmesini” yani kıyâmet alametlerini demektir. Huzeyfe ile Bera bin Azib radıyallahü anhuma'dan şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Biz kıyâmetten bahs ediyorduk, birden Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem yanımıza çıkageldi: "Ne konuşuyorsunuz?” dedi. Biz de kıyâmeti müzakere ediyoruz, dedik. O da şöyle buyurdu: Ondan önce on alâmet görmedikçe kıyâmet kopmaz: Duman, dabbetülarz, doğuda yere batma, batıda yere batma, Arabistan yarımadasında yere batma, deccal, güneşin doğudan doğması, Ye'cûc ve Me'cûc, Îsa'nın inişi ve Aden'den çıkacak bir ateş. "Rabbinin bazı âyetleri geldiği gün hiç kimseye îmanı fayda vermez” Meselâ can çekişen gibi durum gözünün önüne geldiği, îman da ispatlanmış olduğu zaman. Te ile "tenfeu” da okunmuştur, çünkü îman müennes zamire muzâf olmuştur. Lemtekün "daha önce îman etmemişse” bu da nefsen'in sıfatıdır. "Veyahut îmanında bir hayır kazanmamışsa” bu da amenet'e atıftır, Mana da şöyledir: O zaman önce îman etmeyen yahut önce îman etmiş de îmanında hayır kazanmamışsa, demektir. Bu da amelsiz îmana itibar etmeyenin delilidir. İtibar edenin de o hükmü o güne hâs kılma ve terdidi (ev edatını) yararlanmanın iki şarttan birine bağlama hakkı vardır, şu manaya ki, eğer bir nefis o ikisini de yapmamışsa îmanından yararlanamaz. Yine o kimsenin lemtekün üzerine atfetme hakkı da vardır, yani kişinin o anda yaptığı amel ona fayda vermez ister ki, îmanında bir hayır kazanmış olsun. "De ki: Bekleyin, biz de beklemekteyiz” bu da onlar için tehdittir, yani bu üçten birinin gelmesini bekleyin; çünkü biz de onu beklemekteyiz. O zaman kurtuluş bizim, ziyan da sizin olacaktır. 159Şüphesiz dinlerini parça parça edenler ve fırkalara ayrılanlardan sen hiçbir şeyde değilsin. Ancak onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra onlara neler yaptıklarını haber verir. "Şüphesiz dinlerini parça parça edenler” onu ayırıp da bir kısmına îman edip bir kısmını inkâr edenler yahut onda ayrılığa düşenler demektir. Aleyhisselat vesselam Efendimiz şöyle buyurmuştur: Yahûdîler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar, hepsi Haviye cehennemindedir, ancak biri hariç. Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrıldılar, hepsi Haviye cehennemindedir, ancak biri hariç. Ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, hepsi Haviye cehennemindedir, ancak biri hariç. Hamze ile Kisâî burada ve Rum sûresinde "fâraku” okumuşlardır. (Fırkalara ayrıldılar) her fırka bir imamın ardına düştü "sen onlardan hiçbir şeyde değilsin” yani onların ayrılıklarından yahut azaplarından sorulmazsın yahut onlardan berisin. Şöyle de denilmiştir: Bu onlara saldırmayı yasak etmiştir, kılıç ayetiyle mensuhtur. "Ancak onların işi Allah'a kalmıştır” cezalarını o verir. "Sonra onlara neler yaptıklarını haber verir” azaplarını demektir. 160Kim iyilikle gelirse, ona onun on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse, ancak misli ile cezalanır. Onlar haksızlığa uğramazlar. (Kim iyilikle gelirse ona on katı vardır) yani Allah'tan lütuf olarak onun on katı vardır. Ya'kûb tenvinle "aşren” ve sıfat olarak da ref ile "emsuluha” okumuştur. Bu da katların en azıdır. Yetmiş, yedi yüz ve hesapsız olarak kat vaatle gelmiştir. Bunun içindir ki, ondan maksat çokluktur, sayı değildir, denilmiştir. "Kim de kötülükle gelirse ancak misli ile cezalanır” adaletin hükmü gereği. "Onlar haksızlığa uğratılmazlar” sevabın eksilmesi ve azabın artması ile. 161De ki: Şüphesiz beni Rabbim doğru bir yola, hakka yönelen İbrâhîm'in dimdik ayakta duran dinine hidâyet etti. O, müşriklerden değildi. "De ki: Şüphesiz beni Rabbim doğru bir yola hidâyet etti” vahiy ile koyduğu delillere irşat etmekle. "Dinen” "Sırât"ın mahallinden bedeldir, çünkü mana: Hedani sıratan demektir, "sizi doğru bir yola hidâyet eder” (Feth: 20) âyeti gibi. Ya da melfuzun delâlet ettiği gizli bir fiilin mef'ûlüdür. "Kıyemen (kayyimen)” karneden fey'il veznindedir, sadeden seyyid gibi. Bu da vezin bakımından müstakimden daha mübalağalıdır, müstakim de siyga bakımından ondan daha mübalağalıdır. İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Kisâî mastarı sıfat yaparak kıyemen okumuşlardır, kıyası "kıvamen"dir, ivaz gibi; fiilinin ilanından dolayı kıyam gibi i'lal edilmiştir. "Millete ibrahime” bu da dinen'in atıf beyanıdır. "Hanifen” de İbrâhîm'den hâl’dir. (O, müşriklerden değildi) bu da ona atıftır. 162De ki: Şüphesiz namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir. "De ki: Şüphesiz namazım, ibâdetlerim” bütün ibâdetlerim yahut kurbanım veyahut haccım "Ve mahyaye ve memati” hayatım ve ölümüm, hayatımda üzerinde bulunduğum ve üzerinde öldüğüm îman ve tâat yahut hayatın taatları ve ölüme bağlı hayırlar, Meselâ vasiyet, arkadan köle azat etme gibi yahut bizzat hayat ve memat. Nâfi' ye'nin sükûnu ile "mahyay” okumuştur, vaslı vakf yerine koymuştur. "Âlemlerin Rabbi Allah içindir. 163Onun ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim. "Onun ortağı yoktur” ona hâstır, bunlarda başkasını ona ortak koşmam. "Ben bununla” bu söz ve ihlâsla "emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim". Çünkü her peygamberin Müslümanlığı ümmetinin Müslümanlığından öncedir. 164De ki: Allah'tan başka Rabb mi arayacağım. O ki, her şeyin rabbidir. Her nefis ancak kendi aleyhine kazanır. Bir günahkâr bir başkasının günahını taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir; ihtilâf ettiğiniz şeyleri size haber verir. "De ki: Allah'tan başka Rabb mi arayacağım?” Onu ibâdetime ortak edeyim. Bu da aleyhisselâm Efendimizi ilâhlarına ibâdete davetlerine cevaptır. (O ki, her şeyin Rabbidir) illet yerinde hâl’dir, onu red ve ona delildir yani ondan başka her şey benim gibi Rabbin kuludur, Rabb olamaz. "Her nefis ancak kendi aleyhine kazanır” sizin bu hâliniz bana ondan başka Rabb aramada bir fayda vermez. "Bir günahkâr bir başkasının günahını taşımaz". Bu da "yolumuza tâbi ol; günahlarını taşıyalım” (Ankebut: 12) sözlerinin cevabıdır. "Sonra dönüşünüz Rabbinizedir” kıyâmet gününde "ihtilâf ettiğiniz şeyleri size haber verecektir” doğruyu eğriden seçecek ve haklı ile haksızı ayıracaktır. 165O ki, sizi yeryüzünde hâlifeler kıldı ve kiminizi kiminizin üstüne derecelerle yükseltti ki,rdiklerinde sizi denesin. Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir. Şüphesiz o, elbette çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "O ki, sizi yeryüzünde hâlifeler kıldı” birbirinizin yerine geçersiniz yahut yeryüzünde Allah'ın hâlifeleri kıldı, onda tasarruf edersiniz. Bu durumda hitap geneldir yahut geçmiş ümmetlerin hâlifeleri kıldı, bu durumda hitap mü'minleredir. "Ve kiminizi kiminizin üstüne derecelerle yükseltti” şeref ve zenginlikte "ki,rdiği şeyde sizi denesin” mevki ve malda "Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir” zira gelecek olan yakındır ya da o isterse çabuk yapar. "Şüphesiz o, elbette çok bağışlayıcı, çok merhametlidir". Onu azapla niteledi, onu nefsine izafe etmedi, zâtını bağışlamakla niteledi, ona ise rahmet sıfatını verdi ve mübalağa kalıbını ve te'kit lâm'ını kullandı. Bunu da kendisinin doğrudan bağışlayıcı ve dolaylı olarak azâp edici olduğunu ve rahmetinin çok ve mübalağalı, azabının az ve o hususta müsamahalı olduğunu vurguladı. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: En'âm sûresi bana bir seferde indirildi. Onu yetmiş bin melek uğurluyordu. Tesbih ve tahmid ile seslerini yükseltiyorlardı. Binâenaleyh kim En'âm sûresini okursa o yetmiş bin melek ona gündüz ve gece En'âm sûresinin âyetleri sayısınca rahmet okurlar. |
﴾ 0 ﴿