7 / A'RÂF SÛRESİ

Mekke'de inmiştir. 206 âyettir.

Mekke'de inmiştir, ancak "ves'elhüm” den başlayan "veiz neteknel cebele"ye kadar devam eden sekiz âyet hariç.

"Ve-a'rıd ani'l-câhilîn” âyeti hariçtir de, denilmiştir. 205 yahut 206 âyettir.

1

 Elif. Lâm. Mîm. Sâd.

2

Bu, Sana indirilen bir kitaptır. Göğsünde ondan bir sıkıntı olmasın. Onunla (insanları) uyarman ve mü'minlere bir öğüt için.

"Elif. Lâm. Mîm. Sâd” bu gibi harfler hakkında yukarıda bilgi geçmiştir.

"Kitabun” mahzûf mübtedanın haberidir yani hüve kitabın demektir.

Yahut elif lâm mim sad'ın haberidir. Ondan maksat da sûre yahut Kur'ân'dır "ünzile ileyke” de sıfatıdır.

"Göğsünde ondan bir sıkıntı olmasın” şüphe demektir. Çünkü şüphe edenin göğsünde sıkıntı vardır ya da o hususta yalanlanmak yahut hakkını tam eda edememek korkusuyla kalbi sıkışıktır. Yasağın ona yönlendirilmesi mübalağa içindir: Seni orada görmeyeyim, türündendir. Felatekün'deki fe'nin atfa da cevaba da ihtimali vardır. Sanki şöyle denilmiştir: İza ünzile ileyke litünzire bihi falayahric sadruke (onunla uyarman için sana kitap indirilince göğsünde sıkıntı olmasın).

"Litünzire bihi” bu da "ünzile"ye yahut "layekün"e mütaalliktir. Çünkü onun Allah katından olduğuna kesin inanırsa uyarmaya cesaret eder. Onlardan korkmadığı yahut onu tebliğde muvaffak olacağını bildiği zaman da öyle olur.

"Ve zikra lilmü'minin” fiilinin gizlenmesiyle nasba ihtimali vardır yani litünzire velitüzekkire zikra demektir, çünkü o da tezkir manasınadır.

"Litünzire"nin mahalline atıfla cerre ve "kitabun"e atıf ile de ref'e ihtimali vardır ya da mahzûf mübtedanın haberidir.

3

 Rabbinizden size indirilene tâbi olun. Ondan başka dostlara tâbi olmayın. Ne de az öğüt alıyorsunuz.

"Rabbinizden size indirilene tâbi olun” yani Kur'ân ve sünnete demektir. Çünkü Allahü teâlâ:

"O, hevesine göre konuşmaz; o ancak kendine indirilen vahiydir” (Necm: 3, 4) buyurmuştur. (Ondan başka dostlara tâbi olmayın) sizi azdıracak insan ve cinlerden demektir.

"Min dunihi"deki zamirin indirilen şeye râci olduğu da söylenmiştir, yani Allah'tan, Allah'ın dîninden başka şeylere tâbi olmayın demektir. (Aramayın) şeklinde de okunmuştur.

(Ne de az öğüt alıyorsunuz) az öğüt yahut az zaman (kısa) demektir. Çünkü Allah'ın dinini bırakıyor ve başkasına tâbi oluyorsunuz.

"Mâ” azlığı te'kit etmek için ziyade kılınmıştır, eğer mastariye kabul edilirse kalilen, tezekkerun ile nasb edilmez. Hamze, Kisâî ve Âsım da Hafs rivâyetinde te'nin birini hazf ederek "tezekkerun” okumuşlardır. İbn Âmir de "tetezekkerun” okumuştur ki, o zaman hitap hepsinde Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem ile yanındakilere olur.

4

 Nice kentleri helâk ettik de onlara azabımız geceleyin veyahut öğle uykusunda iken geldi.

"Ve kem min. karyetin” birçok kentlerin "ehleknaha” halkını helâk etmek istedik yahut onları perişan ederek helâk ettik, demektir.

"Onlara geldi” halkına geldi "be'süna” azabımız "beyaten” geceleyin demektir, Meselâ Lût kavmi gibi.

Ya da beyaten mastardır, hâl yerine düşmüştür.

"Ev hüm kailun” bu da ona atıftır yani kailine, öğle uykusuna yatarlarken demektir, Meselâ Şuayb kavmi gibi. Hâl vâv'ının hazf edilmesi iki atıf harfinin (ev ile vâv'm) dile ağır gelmesindendir, çünkü o (hâl vâv'ı) da atıf vâv'ıdır, vasi için getirilmiştir, yoksa zamirle yetinildiği için değil, çünkü o fasih değildir. İki tabirde de gafletlerini ve azâbı akıllarına getirmemelerini abartma vardır. Bunun içindir ki, özellikle o iki vakit zikredilmiştir. Bir de o ikisi dinlenme ve istirahat vaktidir. O zaman azabın bu iki vakitte gelmesi daha feci olur.

5

 Duaları olmadı. Azâp onlara geldiği zaman sözleri:

"Şüphesiz biz zâlim insanlar idik” demekten başka bir şey lmadı.

(Duaları olmadı) duaları yahut yakarışları yahut iddia ettikleri dinleri olmadı "şüphesiz biz zâlimler idik demeleri oldu” üzerinde bulundukları şeyde zâlimliklerini ve bâtıl olduğunu iddia etmeleri oldu.

6

 Mutlaka kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız ve mutlaka gönderilen peygamberlere de soracağız.

"Mutlaka kendilerine peygamberler gönderilenlere de soracağız” risaleti kabullerini ve peygamberlere cevaplarını "ve mutlaka gönderilen peygamberlere de soracağız” kendilerine ne cevap verildiğini. Bu sorudan maksat kâfirleri azarlamak ve onları paylamaktır.

"Suçlular günahlarından sorulmazlar” (Kasas:78) kavlinde reddedilen ise bilgi edinme sormasıdır; ya da birincisi hesap yerindedir, bu ise azâbı hak etmeleri üzerinedir.

7

 Mutlaka onlara bilerek anlatacağız. Bizler gâlipler değiliz.

"Mutlaka onlara bilerek anlatacağız” peygamberlere,

"Bizim bilgimiz yoktur, şüphesiz sen gâipleri çok iyi bilensin” (Maide: 109) demeleri üzerine anlatacağız ya da peygamberlere ve kendilerine peygamberler gönderilenlere durumlarını anlatacağız,

"bilimin” dışlarını ve içlerini bilerek yahut onlardan bildiklerimizi.

"Bizler gâipler değildik” onlardan ki, hâllerinden bir şey bize gizli kalsın.

8

 O gün tartı haktır. Kimin tartıları ağır gelirse, işte kurtulanlar onlardır.

"Tartı” yani hüküm yahut amellerin tartılması ki, o da karşılığını vermektir. Cumhur şu görüştedir: Amel defterleri dili ve iki kefesi olan bir terazi ile tartılacaktır. Halk da ona bakacaktır. Bu da adaleti ortaya çıkarmak ve mazereti kaldırmak içindir. Nitekim onlara amellerinden de soracaktır. Dilleri onları itiraf edecek ve organları onları söyleyecektir. Şu rivâyet de bunu desteklemektedir: Terazinin başına bir adam getirilir, doksan dokuz sicili açılır, her sicil gözün gördüğü yer kadardır. Onun için bir pusula çıkartılır, içinde kelime-i şahadet vardır; siciller bir göze konulur, pusula da bir göze konulur. Siciller havaya kalkar, pusula ağır basar. Şahısların tartılacağı da söylenmiştir; çünkü aleyhisselâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Kıyamet gününde iri ve şişman adam getirilir, Allah katında bir sivrisineğin kanadını çekmez.

"Yevmeizin” mübtedanın haberidir, o da elvezndir.

"Elhakku” da veznin sıfatıdır ya da mahzûf mübtedanın haberidir. Manası da doğru ve düzgün tartı demektir.

"Kimin tartıları ağır gelirse” iyilikleri ya da iyiliklerinin tartıldığı şey demektir. Çoğul olması tartılan şeylerin değişik ve tartının da çok olmasındandır. O mevzun'un yahut mizan’ın çoğuludur.

"İşte kurtulanlar onlardır” kurtuluşa ve sevaba erenler onlardır.

9

 Kimin de tartıları hafif gelirse, işte âyetlerimizi inkâr etmeleri sebebiyle kendilerini ziyan edenler onlardır.

"Kimin de tartıları hafif gelirse, işte kendilerini ziyan edenler onlardır” yaratıldıkları fıtrat-ı selimeyi zâyi etmek ve Allah’ın azâp için gösterdiklerini yapmakla.

"Âyetlerimizi inkâr etmeleri sebebiyle” doğrulayacak yerde inkâr ederler.

10

 Yemin olsun, sizi yeryüzüne yerleştirdik ve sizin için orada geçimlikler kıldık. Ne de az şükrediyorsunuz!"

"Yemin olsun, sizi yeryüzüne yerleştirdik” oturmanıza, ekip biçmeye ve tasarruf etmenize imkân verdik demektir.

"Ve sizin için orada geçimlikler kıldık” hayat sebepleri yarattık. Maayiş, maişet'in cem'idir, Nâfi’den onu ye'si zâit olana benzeterek hemze ile (maaiş) okuduğu rivâyet edilmiştir, Meselâ sahaif gibi.

"Ne de az şükrediyorsunuz!” size yaptığım şeylerde.

11

 Yemin olsun, sizi yarattık, sonra size şekil verdik. Meleklere:

"Âdem'e secde edin” dedik. Onlar da secde ettiler. Ancak İblis secde edenlerden olmadı.

"Yemin olsun, sizi yarattık, sonra size şekil verdik” yani atanız Âdem'i topraktan şekilsiz olarak yarattık, sonra da ona şekil verdik. Onu yaratmasını ve şekillendirmesini bütün insanları yaratma ve şekillendirme yerine koymuştur.

Ya da sizi önce yarattık, sonra şekillendirdik, demektir, bu da Âdem'i yaratıp sonra onu şekillendirmekle oldu.

"Sonra meleklere: Âdem'e secde edin, dedik". Burada geçen sümme edâtı haber vermede sonraya bırakma için denilmiştir.

"Onlar da secde ettiler. Ancak İblis secde edenlerden olmadı” Âdem'e secde edenlerden demektir.

12

 Allah dedi: Sana emrettiğim zaman seni secde etmekten ne men etti? (İblis) dedi: Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.

"Kâle mâ meneake eüa tescüde” en tescüde demektir, zâittir, liella yaleme'de olduğu gibi. Başına geçtiği fiili te'kit için getirilmiştir ve azarlamayı gerektiren şeyin secdeyi terk etmek olduğunu vurgulamaktadır.

Şöyle de denilmiştir: Bir şeyden men edilen kimse aksini yapmak zorundadır, sanki: Seni secde etmemeye ne zorladı denilmiştir?

"Sana emrettiğim zaman” bu da mutlak emrin derhal vücup için olduğunu göstermektedir.

"Ben ondan hayırlıyım, dedi". Bu da mana bakımından cevaptır, yani söz başıdır; kendi gibisinin Âdem gibisine secde etmekle memur olmasını yadırgamaktadır. Sanki şöyle denilmiştir: Mani şudur ki, ben ondan daha hayırlıyım; üstün olanın da alttakine secde etmesi hoş olmaz. Böyle emredilmesi nasıl hoş olur? Böylece tekebbürü ilk adet eden o oldu, aklına dayanarak güzel ve çirkini iddia eden o oldu.

"Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” bu da ondan üstün olduğunun gerekçesidir. Bu konuda yanılmıştır; çünkü faziletin esas madde itibarı ile olduğunu görmüş, yapan itibariyle olandan gaflet etmiştir. Nitekim Allahü teâlâ:

"İki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni ne men etti?” (Sad: 75) buyurmuştur. Yani vasıtasız olarak demektir. Ve İblis şekil itibarı ile olandan da gaflet etmiştir; nitekim Allahü teâlâ ona da:

"Ben ona kendi ruhumdan üfledim; ona secdeye kapanın” (Hicr:29) buyurmuştur. Gaye itibarı ile olandan da gaflet etmiştir ki, işin esası odur. Bunun içindir ki, onlardan daha âlim olduğunu ve onda başkalarında olmayan özellikler bulunduğunu açıklayarak secde etmelerini emretmiştir. Âyet maddenin sonunda bozulacağım ve şeytanların da maddelerden mürekkep cisimler olduğunu göstermektedir. Belki insanın topraktan ve şeytanın ateşten yaratılması ağır basan madde tarafları itibarı iledir.

13

 Allah dedi: İn oradan; senin için orada kibirlenme olamaz. Hemen oradan çık; çünkü sen alçaklardansın.

 "Allah dedi: İn oradan” gökten yahut cennetten "senin için orada kibirlenme olamaz” ve isyan etme; çünkü orası Allah'tan korkanın ve itâat edenin yeridir. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, kibir göstermek cennet halkına yaraşmaz; Allahü teâlâ da onu sırf isyanından dolayı değil kibrinden dolayı kovmuş ve indirmiştir.

"Çık oradan, çünkü sen alçaklardansın” Allah'ın, kibrinden dolayı hor ettiği kimselerdensin. Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz de şöyle buyurmuştur: Kim tevâzu gösterirse Allah onu yükseltir, kim de kibir gösterirse Allah onu alçaltır.

14

İblis dedi: Bana diriltilecekleri güne kadar süre ver.

"İblis dedi: Bana dirilecekleri güne kadar süre ver” kıyâmet gününe kadar mühlet ver de beni öldürme yahut bana daha önce azâp etme.

15

 Allah dedi: Şüphesiz sen süre verilenlerdensin.

"Allah dedi: Şüphesiz sen süre verilenlerdensin". Bu ifade zahirine bakılırsa ona isteğinin verildiğini gösterir ancak "belli vaktin gününe kadar” (Sad: 81) kavli ile mukayyettir. O da ilk sûra kadardır ya da sonunu Allah'ın bildiği eceline kadardır. İsteğinin yerine getirilmesinde kulların imtihanına ve ona muhalefet etmekle de sevap kazanacaklarına îma vardır.

16

 İblis dedi: Beni azdırdığın şeye ant içerim ki, onlar için elbette doğru yolun başına oturacağım.

"İblis dedi: Beni azdırdığın şeye ant içerim ki,” yani mademki bana süre verdin, ben de hangi yolla olursa olsun onları azdırmaya gayret edeceğim. Beni onlar için azdırman sebebiyle ya da beni azmaya sürüklemen sebebiyle ya da onun için azdığım şeyle beni mükellef kılman sebebiyle ben de onları elimden geldiği kadarıyla yoldan çıkarmaya çalışacağım. Febima ağveyteni'deki ba mahzûf kasem fiiline mütaalliktir,

"leakudenne” fiiline değil. Çünkü lâm buna manidir. Be'nin kasem için olduğu da söylenmiştir.

"Ben de onlar için elbette oturacağım” yol kesenin oturup da yolcuları gözlediği gibi, (doğru yolunun başına) İslâm yoluna. Sırât zarf olarak mensûbtur, şurada olduğu gibi:

Mızrak elde o kadar yumuşak ki, kıvrılır

Tilkinin yolda kıvrıldığı gibi.

Bunun: Alâ sıratike takdirinde olduğu da söylenmiştir. Meselâ: Darebezeydün ezzahra velbatna kavlinde olduğu gibi (alezzahri velbatni).

17

 Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından mutlaka geleceğim. Sen de çoklarını şükredenler (olarak) bulmazsın.

"Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim” yani dört taraftan demektir. Onları mümkün olduğu şekilde ayartma ve saptırmasını düşmanın dört bir yandan gelmesine benzetmiştir. Bunun içindir ki, üstlerinden ve altlarından dememiştir.

Şöyle de denilmiştir: Üstlerinden demedi; çünkü üstten rahmet iner. Altlarından da demedi; çünkü alttan gelmek de insanları ürkütür. İbn Abbâs şöyle buyurmuştur: Önlerinden âhiret tarafından demektir, arkalarından da dünya tarafından demektir. Sağlarından ve sollarından da iyilik ve kötülükleri tarafından demektir. Şöyle demek de ihtimal dahilindedir: Önlerinden bildikleri taraftan ve sakınmaları mümkün olan tarafından demektir. Arkalarından da bilmedikleri ve güçlerinin yetmediği taraftan demektir. Sağlarından ve sollarından da bilmeleri ve sakınmaları mümkün olup da uyanık ve ihtiyatlı olmamalarından dolayı başaramadıkları demektir. İlk iki fiilin iptida harfi olan min ile geçişli kılınması, onlara o ikisinden taraf gelmesindendir. Son ikinin de mücaveze harfi olan an ile geçişli kılınması da onlardan gelenin sanki aykırı yola gider gibi sapma emaresi göstermesindendir. Bunun bir benzeri de: Celestü an yeminini (sağma oturdum) sözüdür.

"Çoklarını şükredenler olarak bulmazsın” itâat edenler olarak demektir. Bunu demesi de "Yemin olsun ki, İblis onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı” (Sebe': 20) sözünden dolayıdır. Çünkü onlardaki şer kaynağının çok, hayır kaynağının ise tek olduğunu görmüştür. O ise ilhama mazhar bir melektir. Onu meleklerden işittiği de söylenmiştir.

18

 Allah dedi: Ondan hor ve kovulmuş olarak çık. Yemin ederim ki, kim sana uyarsa, cehennemi bütün sizden elbette dolduracağım.

 (Oradan hor ve kovulmuş olarak çık, dedi) mezmûmen demektir ki, zeemeden gelir, o da kınamak manasınadır. Mes'ûl yerine mesul ve mekîl yerine mekûl gibi "mezûmen” de okunmuştur. Zamehu yezimuhu zeymen şeklinde çekimi yapılır ki, birini çok ayıplamaktır.

"Medhuren” de kovulmuş olarak demektir. (Yemin ederim ki, kim sana uyarsa) buradaki lâm kaseme hazırlık içindir, cevabı da "leemleenne cehenneme minküm ecmain"dir. Bu da şartın cevabı yerinde kullanılmıştır. Lâm'ın kesri ile "limen” de okunmuştur ki, mana bakımından leemleenne'nin cevabıdır, çünkü mana, limen tebiake hazal vaidü demektir.

Ya da "uhruc"un illetidir, leemleenne de mahzûf kasemin cevabıdır.

"Minküm"ün de manası minke ve minhüm (senden ve onlardan) demektir. Muhatap çok kabul edilmiştir.

19

 Ey Adem, sen ve zevcen cennete yerleş, istediğiniz yerden yiyin. Şu ağaca yaklaşmayın; sonra zâlimlerden olursunuz.

"Ey Adem” yani: Ey Adem dedik,

"sen ve zevcen cennete yerleş istediğiniz yerden yiyin. Şu ağaca yaklaşmayın". Âyette geçen "hazihi” "haziy” şeklinde de okunmuştur, aslı da budur, çünkü tasgiri ziya'dır, he ye'den bedeldir.

"Sonra zâlimlerden olursunuz” nefislerine zulmedenlerden demektir.

"Tekuna"nın da atıf olarak cezme de cevap olarak nasba da ihtimali vardır.

20

 Şeytan, kapanan ayıp yerlerini açığa çıkarmak için o ikisine vesvese verdi ve: Rabbiniz sizi bu ağaçtan men etmedi ancak iki melek olursunuz yahut ölümsüz olursunuz diye men etti, dedi.

 (Şeytan onlara vesvese verdi) yani o kişi için vesvese yaptı. Vesvese aslında gizli sestir, heyneme (mırıltı) ve haşhaşe (hışırtı) gibi. Vesvesel huliyyü de bundandır ki, takının ses çıkarmasıdır. Nasıl vesvese verdiği de Bakara sûresinde geçmiştir.

"Açığa çıkarmak için” lâm akibet içindir ya da illet içindir,svese vererek avret yerlerini açmakla onları üzmek istedi demektir. Bunun içindir ki, avret yerine sev'et buyurmuştur. Bunda şuna delil vardır ki, yalnızken yahut eşin yanında iken avret yerini gerek yokken açmak tabiat icabı çirkindir.

"Mavuriye anhüma min sev'âtihima” kapalı avret yerlerini demektir. Onlar kendilerinkini de birbirlerininkini de görmüyorlardı. Meşhur kırâata göre vuriyede Mazmûm hemzenin vâv'a kalp olunmaması -hâlbuki "vâsıl"ın tasğiri olan üveysıl’da olmuştur - ikincisinin med olmasındandır. Hemzenin hazfi, harekesinin vâv'a verilmesi, vâv'a kalbi ve sâkin vâv'ın da ona idgamı ile "sevâtihima” da okunmuştur.

"Rabbiniz sizi bu ağaçtan men etmedi ancak iki melek olursunuz yahut ölümsüz olursunuz diye men etti". Ölmeyenlerden yahut cennette ebedî kalanlardan olursunuz diye men etti. Bundan meleklerin insanlardan üstün oldukları sonucu çıkarılmıştır. Cevabı da şöyledir: Malumdur ki, gerçekler değişmez, o ikisinin arzusu kendilerinin de melekler gibi fıtraten mükemmelliğe erişip yeme ve içme kaydından kurtulmaları idi. Bu da onların mutlak olarak insanlardan üstün olduklarım göstermez.

21

 Onlara. Ben şüphesiz sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim, diye yemin etti.

 (Onlara yemin etti) bunu müfaale babından getirmesi mübalağa içindir.

Şöyle de denilmiştir: O ikisi de onu kabul edeceklerine dâir yemin ettiler.

Şöyle de denilmiştir: O ikisi ondan iyi niyetli olduğuna dâir yemin etmesini istediler, o da öyle yemin etti. Böylece karşılıklı yemin etmiş oldular.

22

 Aldatarak onları düşürdü. O ikisi ağaçtan tadınca, onlara ayıp yerleri göründü; üzerlerine cennet yapraklarından yapıştırmaya başladılar. Rabbi onlara:

"Ben sizi, ikinizi bu ağaçtan men etmedim mi? Ve size: Muhakkak şeytan sizin için apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi.

"Onları düşürdü” onları o ağaçtan yemeğe tenezzül ettirdi. Burada şuna dikkat çekmek istiyor ki, o ikisini yüksek dereceden aşağı dereceye indirdi, çünkü tedliye ve idla lâfızları bir şeyi yukarıdan aşağıya sarkıtmaktır.

"Biğurur” yemini ile onları aldatarak demektir. Çünkü onlar hiç kimsenin Allah'a karşı yalan yemin etmeyeceğini zannetmişlerdi.

Ya da onlar aldanarak demektir.

"O ikisi ağaçtan tadınca, onlara ayıp yerleri göründü” yani ondan yemeğe başlayıp da tadını alınca, onları azâp ve isyanın uğursuzluğu tuttu; elbiseleri üzerinden düştü ve onlara avret yerleri göründü. Ağaçta ihtilâf edilmiş; buğday mıdır yahut üzüm müdür veyahut başka mıdır, elbise de nûr mu idi yahut hülle mi idi veyahut tırnak mı idi diye ihtilâf edilmiştir.

"Ve tafika yahsifani aleyhima” yaprakları üzerlerine yamamaya ve üst üste yapıştırmaya başladılar "cennet yapraklarından". Bunun incir yaprağı olduğu söylenmiştir. Ahsafe'den "yuhsıfani” de okunmuştur ki, kendilerine bunu yaptırdılar demektir. Hassafeden yuhassıfani ve yehıssıfani de okunmuştur ki, aslı yahtesıfani demektir.

"Rabbi onlara: Ben sizi bu ağaçtan men etmedim mi ve size:

"Muhakkak şeytan sizin için apaçık bir düşmandır, demedim mi ?” diye seslendi". Bu da yasağa karşı gelmekten dolayı sitem ve düşmanın sözüne aldanmadan dolayı da kınamadır. Bunda mutlak yasağın tahrim için olduğuna delil vardır.

23

 İkisi dediler: Ey Rabbimiz, biz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyan edenlerden olacağız.

"İkisi dediler: Ey Rabbimiz, biz kendimize yazık ettik” zelle işlemek ve cennetten çıkmaya maruz bırakmakla zarar verdik.

"Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyan edenlerden olacağız". Bu da küçük günahların bağışlanmadığı takdirde ceza getireceğine delildir. Mu'tezile: Büyüklerden sakınıldığı takdirde onlardan dolayı azâp câiz değildir, demişlerdir. Bunun içindir ki: O ikisi bunu Allah'a yakın kimselerin adeti üzere küçük günahları büyük ve büyük hasenatı da küçük görerek söylediler, demişlerdir.

24

 Allah dedi: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar yerleşmek ve istifade etmek var.

 "Allah dedi: İnin” Hazret-i Âdem ile Havva'ya ve zürriyetlerine hitaptır.

Yahut o ikisi ile İblis'e hitaptır. İblis'e ikinci kez emir etmesi, onların sonsuza kadar birbirlerine yakın olacaklarını bilmesi içindir ve onlara dediğini de ayrı ayrı haber vermiştir.

"Ba'adukum liba'dm adüv” hâl yerindedir yani birbirinize düşman olarak demektir.

"Veleküm filardı müstekarrün” yeryüzünde sizin için istikrar yahut istikrar yeri vardır "ve bir süreye kadar istifade etmek vardır” ecelleriniz gelinceye kadar.

25

 Allah dedi: Orada yaşarsınız, orada ölürsünüz ve orada dirilip (kabirlerinizden) çıkarılırsınız.

"Allah dedi: Orada yaşarsınız, orada ölürsünüz ve oradan kabirlerinizden çıkarılırsınız” amellerinizin karşılığını görmek için. Hamze, Kisâî ve İbn Zekvân te'nin fethi ve ra'nın zammı ile "ve minha tahrucun” ve Zuhruf sûresinde de "ve kazalike tahrucun” okumuşlardır.

26

 Ey âdemoğulları, üzerinize çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve bir süs indirdik. Takva elbisesi, o daha hayırlıdır. Bunlar, iyi düşünmeleri için Allah'ın âyetlerindendir.

"Ey âdemoğulları size elbise indirdik” yani onu göğün tedbirleri ve inen sebeplerle demektir. Bunun bir benzeri de şudur:

"Size davarlardan indirdi” (Zümer: 6) "Demiri indirdik” (Hadid:25). "Çirkin yerlerinizi örtecek” şeytanın göstermek istediği çirkin yerlerinizi örtecek ve sizi yaprak yamamaktan kurtaracak elbise demektir.

Rivâyete göre Araplar, Beytullah'ı çıplak tavaf eder ve: Biz Allah'a isyan ettiğimiz elbiselerimizle tavaf etmeyiz, derlerdi. Âyet bunun üzerine indi. Belki de Hazret-i Âdem kıssası buna bir hazırlıktır, Tâ ki, bilinsin ki, avret yerinin açılması insana şeytandan gelen ilk musibettir ve o ebeveynlerini azdırdığı gibi onları da o hususta azdıracaktır.

"Ve rîşa” süsleneceğiniz elbise demektir. Buna mal da denilmiştir. Bundan dolayı tereyyeşer recülü denir ki, adam tüylendi (palazlandı) denir.

"Riyaş” şeklinde de okunmuştur ki, rîş'in çoğulu olur, şi'b ve şiab gibi. (Takva elbisesi) Allah korkusu. Buna îmandır da, güzel ahlaktır da savaş elbisesidir de denilmiştir. Libas mübteda olarak merfû’dur, haberi de "Zâlike hayr"dır.

Ya da haberdir,

"Zâlike” sıfatıdır. Sanki şöyle denilmiştir: Ve libasüttakva el müşarü ileyhi hayrun. Nâfi', İbn Âmir ve Kisâî,

"libasen"e atfen nasb ile "velibaset takva” okumuşlardır. (Bu) yani indirme "Allah'ın âyetlerindendir” lütuf ve rahmetini gösteren âyetlerindendir.

"iyi düşünürleri için” nimetini bilirler yahut öğüt alırlar da çirkin şeylerden kaçınırlar.

27

 Ey âdemoğulları, şeytan sizi saptırmasın; nitekim ebeveyninizi de onlara ayıp yerlerini göstermek için onlardan elbiselerini soyarak cennetten çıkarmıştı. Çünkü o ve kabilesinden olanlar sizi onları görmediğiniz yerlerden görürler. Muhakkak biz şeytanları îman etmeyenler için dostlar kıldık.

"Ey âdemoğulları, şeytan sizi saptırmasın” azdırmasıyla sizi cennete girmekten alıkoymasın.

"Nitekim ebeveyninizi de cennetten çıkarmıştı". Ebeveyninizi ondan çıkarmakla mihnete düşürdüğü gibi. Yasak şeklen şeytanadır, mana olarak ona uymaktan ve fitnesine kapılmaktandır. (Onlardan elbiselerini soyarak) bu da ebeveykümden yahut ahrece'nin fâ'ilinden hâl’dir, soymanın ona nispet edilmesi sebep olmasındandır.

"Çünkü o ve kabilesinden olanlar sizi onları görmediğiniz yerlerden görürler” bu da yasağın gerekçesidir ve fitnesinden sakınmak için tekittir.

"Kabiluhu” askerleri demektir. Biz onları görmeden onların bizi görmeleri hiçbir zaman görünmeyeceklerini ve şekle bürünmeyeceklerini gerektirmez.

"Muhakkak biz şeytanları îman etmeyenler için dostlar kıldık” aralarına ilişki koymakla yahut üzerlerine göndermek ve onları perişan etmek için imkân vermek ve onları yaldızladıkları şeylere sürüklemekle. Âyet kıssanın hissesidir ve hikâyenin özetidir.

28

 Onlar çirkin bir şey yaptıkları zaman: Atalarımızı bunun üzerinde bulduk ve bunu bize Allah emretti, derler. De ki: Şüphesiz Allah, çirkin şeyleri emretmez. Bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?

"Onlar çirkin bir şey yaptıkları zaman” son derece çirkin bir şey yaptıkları zaman Meselâ puta tapmak ve tavaf ta avret yerini açmak gibi,

"atalarımızı bunun üzerinde bulduk ve bunu bize Allah emretti, derler". Özür diler ve iki şeyi delil getirirler: Atalarını taklit etmek ve Allah’a iftira etmek. Allah birincisinden yüz çevirdi, çünkü kötü olduğu açıktır, ikincisini de:

"De ki: Şüphesiz Allah, çirkin şeyleri emretmez” sözüyle reddetti. Çünkü Allahü teâlâ'nın adeti güzel şeyleri emretmek ve güzel ahlaka delâlet etmek üzere süregelmiştir. Bunda çirkin fiilin ileride kınanmayı gerektirecek şekilde kötü olduğunun aklen bilineceğine dâir bir ipucu yoktur. Çünkü fâhiş şeyden maksat normal yaratılışh insanların ondan nefret edeceği ve mükemmel aklın onu hoş görmeyeceği şeydir.

Şöyle de denilmiştir: Bu ikisi arka arkaya iki sorunun cevabıdır, sanki bunu yaptıkları zaman onlara: Niçin yaptınız denildi, onlar da: Atalarımızı bunun üzerinde bulduk, demişlerdir. Tekrar: Atalarınız bunu nereden aldı, denilmiş, onlar da: Bunları bize Allah emretti, demişlerdir. Her iki itibarla da taklit hilafına delil bulunduğu zaman men edilir, mutlak olarak değil.

"Bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?” bu da Allah'a karşı yalan söylemeyi men eden bir reddir.

29

 De ki: Rabbim adaleti emretti. Her mescitte yüzlerinizi doğrultun. Dini ona hâs kılarak ona dua edin. Sizi ilkin başlattığı gibi ona döneceksiniz.

"De ki: Rabbim adaleti emretti” o da ifrat ve tefrit arasındaki orta yoldur.

"Yüzlerinizi doğrultun” yüzlerinizi onun ibâdetine doğrultun, başkasına sapmayın yahut onları kıbleye çevirin demektir.

"İnde külli mescidin” her secde vaktinde yahut yerinde demektir o da namazdır ya da namaz size hangi mescitte geldi ise orada kılın, kendi mescitlerinize tehir etmeyin demektir.

"Ona dua edin” ona ibâdet edin "dini ona hâs kılarak” taatı hâs kılarak demektir. Çünkü dönüşünüz yalnız onadır.

"Sizi başlattığı gibi” sizi önceden yarattığı gibi "ona dönersiniz” sizi tekrar yaratır ve amellerinizin karşılığını verir; öyleyse ona ihlâsla ibâdet edin. Tekrarı başlatmaya benzetmesi mümkün olmasından ve ona gücünün yetmesindendir.

Şöyle de denilmiştir: Sizi topraktan başlattığı gibi ona dönersiniz.

Şöyle de denilmiştir: Sizi yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz başlattığı gibi.

Şöyle de denilmiştir: Sizi mü'min ve kâfir olarak başlattığı gibi ona dönersiniz.

30

Allah bir kısmına hidâyet etti ve bir kısmına da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'tan başka şeytanları dostlar edindiler ve kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar.

"Allah bir kısmına hidâyet etti” onları îmana muvaffak kılmakla "bir kısmına da sapıklık hak oldu” geçmişteki takdiri ile. Ferikan’ın mensûb olması arkasındaki fiil iledir yani hazele ferikan (bir kısmını da başarısız kıldı) demektir.

"Çünkü onlar Allah'tan başka şeytanları dostlar edindiler” bu da başarısızlıklarının gerekçesidir ya da sapıklıkları ispattır.

"Onlar kendilerinin doğru yolda olduğunu sanıyorlar” bu da şunu göstermektedir ki, hata eden ile bilerek yapan kınamayı hak etmede birdir. Aralarında fark olduğunu söyleyen de, hata edenle kusurlu araştıran birdir, der.

31

Ey âdemoğulları, her mescit yanında ziynetinizi alın. Yiyin, için; israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez.

"Ey âdemoğulları, ziynetinizi alın” avret yerlerinizi kapatan giysilerinizi alın,

"her mescit yanında” tavaf yahut namaz için. Kişinin namaz için en güzel elbisesini alması sünnettir. Bunda namazda avret mahallini kapatmanın farz olduğuna delil vardır.

"Yiyin, için” sizin için helâl ve hoş olanları.

Rivâyete göre Amir oğulları hac günlerinde ancak ölmeyecek kadar yerlerdi. Yağ da yemezlerdi; böylece haclarına saygı gösterirlerdi. Müslümanlar da böyle yapmak istediler, âyet bunun üzerine indi.

"İsraf etmeyin” helali harâm etmekle yahut haram'a tecâvüz etmekle ya da aşırı yemek ve oburlukla. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Sende israf ve kibir bulunmadıkça istediğini ye ve istediğini giy. Ali bin Hüseyn bin Vakıd da şöyle demiştir: Allahü teâlâ tıb ilmini yarım Âyette toplamış,

"yiyin, için, israf etmeyin” buyurmuştur.

"Çünkü O, israf edenleri sevmez” yani yaptıklarından râzı olmaz.

32

De ki: Allah'ın, kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram etti? De ki: Onlar kıyâmette kendilerine mahsus olmak üzere dünya hayatında îman edenler içindir. İşte bilmeyen bir topluma âyetleri böyle açıklıyoruz.

"De ki: Allah'ın ziynetini kim haram etti?” elbise ve diğer süslenecek şeyleri "kulları için çıkardığı” bitkilerden pamuk ve keten gibi, hayvanlardan ipek ve yün gibi, madenlerden de zırhlar gibi.

"Temiz rızıkları” lezzetli yiyecek ve içecekleri. Bunda şuna delil vardır ki, yiyecek ve içeceklerde, çeşitli süslenmelerde esas olan ibahadır, serbestliktir. Çünkü "men” edatındaki soru red manasınadır.

"De ki: Onlar dünya hayatında îman edenleredir” asaleten onlaradır; kâfirler de onlara ortak olsalar da dolayısı iledir.

"Kıyamet gününde onlara mahsus olarak” onlara başkaları katılmaz. Hâlisaten hâl onlara mensûbtur. Nâfi' ikinci haber olarak ref ile (hâlisatün) okumuştur.

"İşte bilen bir topluma âyetleri böyle açıklıyoruz” yani bu hükmü açıkladığımız gibi onlar için diğer hükümleri de açıklıyoruz.

33

De ki: Rabbim ancak açık ve gizli çirkin şeyleri, günahı, haksız yere saldırıyı, bir delil indirmediği şeyleri Allah'a şirk koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allah'a demenizi harâm etti.

"De ki: Rabbim ancak çirkin (fâhiş) şeyleri harâm etti". Fâhiş aşırı çirkin demektir. Cinsellikle ilgili şeylerdir de denilmiştir. (Açıkve gizli olanları) açığını gizlisini.

"Günahı” günah kazandıran şeyi, bu da genellemeden sonra özeldir. İçki içmektir de denilmiştir. (Saldırıyı) zulmü yahut kibri. Onu ayrı.olarak zikretmesi abartmak içindir. (Haksız yere) bağy'e bağlıdır ve mana bakımından onu pekiştirmektedir.

"Ve bir delil indirmediği şeyleri Allah'a şirk koşmanızı” bu da müşriklerle alay etmektir ve şunu vurgulamaktadır ki, delille sâbit olmayan şeye tâbi olmak haramdır.

"Bilmediğiniz şeyleri Allah'a demenizi harâm etti” sıfatlarında ileri gitmek ve: Bunları bize Allah emretti, diyerek ona iftira etmek gibi.

34

Her ümmet için bir ecel vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler,

"Her ümmet için bir ecel vardır” onlara azabın İnmesi için bir müddet yahut vakit vardır. Bu, Mekke halkı için tehdittir.

"Ecelleri geldiği zaman” süreleri bittiği yahut vakitleri yaklaştığı zaman "ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler” az bir zaman dahi geri kalmaz ve ileri gitmezler.

Ya da şiddetli korkularından dolayı geri kalmayı ve ileri gitmeyi istemezler demektir.

35

Ey âdemoğulları, eğer size içinizden peygamberler gelir de âyetlerimi anlatırlarsa, kim sakınır ve ıslah ederse, onlara korku yoktur. Onlar üzülmezler de.

"Ey âdemoğulları, eğer size içinizden peygamberler gelir de size âyetlerimi anlatırlarsa” inma ye'tiyenneküm şartının tereddüt harfi "in” ile zikredilmesi, peygamberlerin gelmesinin câiz olup bazılarının zannettiği gibi vâcip olmadığına dikkat çekmek içindir. Şart manasını te'kit etmek için de ona "mâ” eklenmiştir. Bunun içindir ki, 'li nûn ile te'kit edilmiştir (ye'tiyenneküm). Cevabı da "kim sakınır ve ıslah ederse, onlara korku yoktur. Onlar üzülmezler de."

36

Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar, işte onlar ateşin yaranıdır. Onlar orada ebedî kalıcılar.

"Âyetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlar, işte onlar ateşin yaranıdır. Onlar orada ebedî kalıcılar” kavlidir.

Mana da şöyledir: İçinizden kim yalanlamaktan sakınır ve amelini düzeltirse ve içinizden kim âyetlerimizi inkâr ederse. Fe'nin birinci habere getirilip de ikinciye getirilmemesi vaatta mübalağa ve tehditte müsamaha içindir.

37

Öyleyse Allah'a yalan iftira edenden yahut âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir. İşte onlara yazgıdan nasipleri erişecektir. Nihayet onlara elçilerimiz geldiği zaman canlarını alırlar.

"Allah'tan başka ibâdet ettikleriniz nerede?” derler. Onlar da: Bizden kayboldular, derler ve kâfir olduklarına dâir aleyhlerine şahitlik ederler.

"Öyleyse Allah'a yalan iftira edenden yahut âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kimdir?” Kim demediğini Allah'a derse veyahut dediğini yalanlarsa,

"İşte onlara yazgıdan nasipleri erişecektir". Onlar için yazılan rızık ve ecelden.

Şöyle de denilmiştir: Levtı-i Mahfuzda onlar için tesbit edilenden. (Nihayet onlara elçilerimiz geldiği zaman canlarını alırlar). Yeteveffevnehüm rüsülenden hâl’dir, hatta edâtı gayet içindir, o da kendinden sonra gelen kelâmın başıdır.

"Kâlû” bu da izâ'nın cevabıdır, (Allah'tan başka ibâdet etlikleriniz nerede?) yani taptığınız ilâhlar nerede, derler?

"Mâ” edâtı Mushaf hattında "eyne” edatına bitiştirilmiştir, normali ayrı yazılmaktır, çünkü o mevsûledir.

"Onlar da: Bizden kayboldular, derler” saptılar,

"ve kâfir olduklarına dâir aleyhlerine şahitlik ederler” üzerinde bulundukları şeyde sapık olduklarını itiraf ederler.

38

Allah: Sizden önce cin ve insanlardan geçen ümmetler arasında girin, dedi. Ne zaman bir ümmet (ateşe) girse, hemşiresine (ortağına) 'net eder. Nihayet hepsi orada buluştukları zaman sonları ilklerine: Rabbimiz, işte onlar bizi saptırdılar. Sen de onlara ateşten bir azâp ver, der. Allah da: Herkes için bir kat (azâp) vardır. Fakat bilmezsiniz, der.

"Allah: Girin, dedi” yani Allahü teâlâ onlara kıyâmet gününde dedi yahut meleklerden biri dedi,

"sizden önceki ümmetlerin içinde” kıyâmet gününde diğer ümmetlere katılarak girin "cinlerden ve insanlardan” yani iki nev'iden geçmiş milletlerin kâfirleri arasında (ateşe) bu da udhulu'ya mütaalliktir.

"Ne zaman bir ümmet girse” yani ateşe "ortağına lâ'net eder” yani ona uymakla saptığı ortağına.

"Nihayet hepsi orada buluştukları zaman” birleştikleri ve ateşte bir araya geldikleri zaman "sonları der” girme yahut derece bakımından geri olanlar ki, onlar da kendilerine tâbi olanlardır "ilklerine” yani ilkleri hakkında demektir. Çünkü hitap Allah'adır, onlara değildir.

"Rabbimiz, işte bizi bunlar saptırdılar” sapıklığı bize onlar yol yaptılar; "sen de onlara ateşten bir kat azâp ver, der". Çünkü onlar saptılar ve saptırdılar.

"Allah dedi: Herkes için bir kat azâp vardır". Liderler için küfürlerinden ve saptırmalarından, halkları için de küfürlerinden ve onları taklit etmelerinden dolayı.

"Fakat bilmezsiniz” sizin için yahut her fırka için ne olduğunu. Âsım, Ebû Bekir rivâyetinde ümmetin hitabından ayrı olarak ye ile (layalemun) okumuştur.

39

Öncekiler sonrakilere: Sizin bizim üzerimizde bir üstünlüğünüz yoktu. O hâlde kazandığınız şeyler yüzünden azâbı tadın, der.

"Öncekiler sonrakilere: Sizin bizim üzerimizde bir üstünlüğünüz yoktu, dedi". Sözlerini Allahü teâlâ'nın sonlarına cevabı üzerine atfettiler ve ona dayadılar yani sizin bizden üstün olmadığınız ve bizimle sizin sapıklıkta ve azâbı hak etmede eşit olduğumuz meydana çıkmıştır.

"O hâlde kazandığınız şeyler yüzünden azâbı tadın” bu da ya liderlerin sözlerindendir ya da Allah'ın iki gruba sözlerindendir.

40

Şüphesiz âyetlerimizi yalanlayanlara ve onlara karşı büyüklük taslayanlara, göğün kapıları açılmaz, deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete giremezler. İşte günahkârları böyle cezalandırırız".

"Şüphesiz âyetlerimizi yalanlayanlara ve onlara karşı büyüklük taslayanlara” onlara îman etmeyi kibirlerine sığdıramayanlara "göğün kapıları açılmaz” dualarına ve amellerine yahut ruhlarına -mü'minlerin amellerine açıldığı gibi - yahut meleklere yetişmesi için ruhlarına açılmaz.

"Tüfettehü"deki te ebvab'ın müennes olmasındandır, şeddesi de çokluk içindir. Ebû Amr şeddesiz, Hamze ile Kisâî de öyle ve ye ile (yüftehu) okumuşlardır, çünkü semanın müennesliği hakiki değildir, fiil de takaddüm etmiştir (ebvab faildir). Malum kalıbı ve ebvabe de mensûb olarak te ile okunmuştur ki, o zaman fiil âyetlere ait olur, ye ile de okunmuştur ki, fiil Allah'a ait olur.

"Deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete giremezler” irilikte misal olan deve darlıkta misal olan iğne deliğine girinceye kadar demektir. Bu da olmayacak bir şeydir, ona bağlı olan şey de olmaz. Kummel gibi "cümmel", nuğar gibi cümel, kufi gibi cüml, nusub gibi cümül, habl gibi de cemi de okunmuştur. O da kalın kınnap ipidir. Gemi halatıdır da denilmiştir. Sümm de zamme ve kesre (simm) ile okunmuştur,

"semmil mihyat” da okunmuştur, mihyat da dikmiş dikilen şeydir, hizam ve mihzem gibi.

"İşte böyle” bu ağır ceza gibi "günahkârları cezalandırırız".

41

Onlar için cehennemden bir döşek, üstlerinden de örtüler (yorganlar) vardır. İşte zâlimleri böyle cezalandırırız.

"Onlar için cehennemden bir döşek, üstlerinden de örtüler vardır". Ğavaşindeki tenvîn Sîbeveyh'e göre i'laldan dolayıdır, başkasına göre de munsarıflıktan dolayıdır. Mahzûfun atılmasına (tamamen unutulmasına) göre ref ile ğavaşun da okunmuştur.

"İşte zâlimleri böyle cezalandırırız” onları bir defa günahkâr olarak, bir defa da zâlimler olarak ifade etmesi, onların âyetleri yalanlamalarından dolayı bu kötü sıfatla nitelendiklerini bildirmek içindir. Cennetten mahrumiyetin yanında günahın zikredilmesi, ateşle azabın yanında da zulmün zikredilmesi, bunun günahların en büyüğü olmasındandır.

42

Îman edip iyi şeyler yapanlara gelince - ki, biz hiç kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi yüklemeyiz - işte onlar cennetin arkadaşlarıdır. Orada ebedî kalacaklar.

"Îman edip iyi şeyler yapanlara gelince - ki, biz hiç kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi yüklemeyiz - işte onlar cennetin arkadaşlarıdır. Orada ebedî kalacaklar". Allahü teâlâ adeti üzere tehditle vadi birleştirir.

"Hiç kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi yüklemeyiz” kavli mübteda ile haberin arasına girmiştir. Bu da teşvik içindir ve sonsuz nimetin kendi imkânları ile elde edileceğini bildirmek içindir. tükellefü nefsün şeklinde de okunmuştur.

43

Göğüslerindeki kinden ne varsa söktük. Altlarından ırmaklar akar.

"Bizi buna kavuşturan Allah'a hamdolsun. Eğer o bize hidâyet etmeseydi, biz hidâyete erecek değildik. Yemin olsun, Rabbinizin elçileri bize gerçeği getirmiş, derler. Onlara: İşte yaptıklarınıza karşılık mirasçı kılındığınız cennet budur, diye seslenilir.

"Göğüslerinde kinden ne varsa söktük” yani kalplerinde kin sebeplerinden ne varsa çıkarıyoruz yahut ondan arındırıyoruz ki, aralarında sevgiden başka bir şey lmasın. Hazret-i Ali kerremallahu veche'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Umarım ben, Osman, Talha ve Zübeyr onlardanız.

"Altlarından ırmaklar akar” bu da zevk ve neşelerini artırmak içindir.

"Bizi buna kavuşturan Allah'a hamd olsun, dediler” böyle bir mükâfata "eğer o bize hidâyet etmeseydi” eğer Allah'ın hidâyet ve muvaffakiyeti olmasaydı demektir. Linehtediye'deki, lâm nefyi te'kit içindir,

"levla"nın cevabı da mahzûftur, mâ-kabli onu göstermektedir. İbn Âmir vâv'sız olarak "mâ künna” okumuştur, bu da onun birinciyi açıkladığım gösterir.

"Yemin olsun, Rabbimizin elçileri bize gerçeği getirdi, derler". Biz de onların irşatlarıyla doğruyu bulduk. Bunu dünyada yakın olarak bildikleri şeyin âhirette aynelyakîn olarak bilmeleri üzerine derler.

"Onlara: İşte yaptıklarınıza karşılık cennet budur, diye seslenilir” onu uzaktan gördükleri yahut girdikten sonra böyle denilir. Bizzat seslenmeye sebep olan da "işte yaptıklarınıza karşılık mirasçılar kılındığınız cennet budur” cümlesidir. O size amelleriniz sebebiyle verildi demektir. Bu da cennetten hâl’dir, âmili de işaretin manasıdır.

Ya da haberdir "elcennetü” de "tilkümu"nûn sıfatıdır.

"En” de beş yerde de ya muhaffefedir ya da müfessiredir. Çünkü nida ile te'zin söz (kavi) manasınadır.

44

Cennet yaram ateş yaranına seslendi: Biz, Rabbimizin bize vadini hak olarak bulduk. Siz de Rabbinizin va'dettiğini hak olarak bildiniz mi? Onlar da: Evet, dediler. Aralarında bir ünleyici şöyle imledi: Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.

"Cennet yaranı ateş yaranına seslendi: Biz Rabbimizin bize va'dini hak olarak bulduk. Siz de Rabbinizin va'dettiğini hak olarak buldunuz mu?” Bunu da hâllerinden menınun oldukları, cehennemdekilere şamata etmek (düşmana gülmek) ve onları daha çok üzmek için dediler.

"Mavaadena” dediği gibi "mavaadeküm” dememesi de va'dedilen şeylerden onları üzenin tümüyle özel olarak onlara va'dedilmediği içindir, Meselâ yeniden dirilme, hesap ve cennet halkının nimeti gibi. (Onlar da: Evet, dediler) Kisâî ayn'in kesri ile (naim) okumuştur ki, ikisi de geçerli lügattir.

"Bir ünleyici ünledi” bunun sur ile görevli (İsrafil) olduğu söylenmiştir.

"Aralarında” iki bölüğün arasında (Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir) İbn Kesîr, İbn Âmir, Hamze ve Kisâî şedde ve nasb ile "enne lanetallahi” okumuşlardır. Kavl maddesi takdir edilerek yahut ezzene'yi kâle yerine koyarak kesre ile "inne” de okunmuştur.

45

Ki, onlar insanları Allah'ın yolundan çevirirler ve ona bir eğrilik isterler. Onlar âhireti de inkâr ederler.

 (Ki, onlar insanları Allah'ın yolundan çevirirler) bu da zâlimlerin açıklayıcı sıfatıdır yahut zem’dir merfû’dur yahut mensûbtur. (Onda bir eğrilik isterler) olduğu durumdan sapma beklerler, kesr ile ivec maddî ve manevî şeylerde dik olmayan nesneler için kullanılır, feth ile avec ise dik duran şeyler için kullanılır, Meselâ duvar ve mızrak gibi.

"Onlar âhireti de inkâr ederler".

46

Aralarında bir perde vardır. A'raf'ın üzerinde de birtakım adamlar vardır; (cennet ve cehennemdekilerin) her birini simalarından tanırlar. Cennet yaranına:

"Selâm size", derler. Ona henüz girmediler, fakat onu umut ediyorlar.

"Aralarında bir perde vardır” yani iki bölüğün arasında demektir, Meselâ şu âyet gibi.

"Aralarına bir sur çekildi” (Hadid: 13) ve cennetle cehennem arasında, bu da birbirlerine etki etmemeleri içindir.

"A'raf'ın üzerinde de” perdenin a'raf'ı yani yüksek yerlerinin üzerinde demektir o da aralarına çekilen surdur. A'raf urf'un çoğuludur, o da istiare yolu ile urful feres'ten (atın yelesinden) alınmış bir deyimdir. Urf'un yerden yüksekte olan şeye denildiği de söylenmiştir, çünkü o, görünmesiyle başkasından daha çok tanınır. (Birtakım adamlar vardır) amelde kusur edip cennetle cehennem arasında Allah hüküm verinceye kadar hapsedilen insanlardır. Dereceleri yüksek bir topluluk olduğu da söylenmiştir, Meselâ peygamberler yahut şehitler yahut mü'minlerin iyileri ve alimleri veyahut erkek insanlar suretinde görünen melekler gibidir de denilmiştir.

"Her birini tanırlar” cennet ve cehennem halkından "simalarıyla” Allah'ın bildirdiği alametleriyle Meselâ yüzün aklığı veya karalığı gibi.

"Sıma” fî' veznindedir, same ibilehu deyiminden gelir ki, deveyi işaretleyerek meraya salmaktır ya da veseme alel kalbi (kalbe damga vurmak)tan gelir ki,ch kökünden câh gibi (vesm, sevm, sîma). Bunu da ilhamla ya da meleklerin öğretmesiyle bilirler.

"Cennet yaranma: Selâm size, derler” yani onlara baktıkları zaman onlara selâm verirler. (Henüz oraya girmediler fakat onu umut ediyorlar). Bu da birinci mülahazaya göre (kusurlu mü'minler) nadev'in vâv'mdan hâl’dir,

ikinciye göre de ashâbel cenneti'den hâl’dir.

47

Gözleri cehennem yaranı tarafındakilere çevrilince:

"Rabbimiz, bizi zâlimler topluluğu ile beraber kılma” derler.

"Gözleri cehennem yaranı tarafına çevrilince, derler” Allah'a sığınarak "Rabbimiz, bizi zâlimler topluluğu ile beraber kılma".

48

A'raf yaranları, simalarından tanıdıkları adamlara seslendiler:

"çokluğunuz ve kibirlenmeniz size fayda vermedi"A'raf yaranları, simalarından tanıdıkları adamlara seslendiler” kâfirlerin ileri gelenlerinden tanıdıklarına "mâ ağna anküm cem'uküm” çokluğunuz yahut mal toplamanız size fayda vermedi "ve kibirlenmeniz” haktan yahut halka karşı demektir. Kesret kökünden "testeksirun” da okunmuştur.

49

"Kendilerini Allah'ın hiçbir rahmete erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz bunlar mı?” Cennete girin. Size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de.

"Kendilerini Allah'ın hiçbir rahmetine erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz bunlar mı?” bu da o erkeklerin sözlerinin devamındandır. Haulai işâreti de cennet halkının zayıflarmadır ki, kâfirler bunları dünyada hor görürler ve Allah, bunları cennete girdirmez diye yemin ederlerdi.

"Cennete girin, size korku yoktur. Sizler üzülmeyeceksiniz de” yani cennet halkına döndüler ve onlara: Girin dediler. Bu, yüksek dereceli kimseler görüşüne daha uygundur.

Ya da A’raf’takilere: Allah'ın lütfü ile cennete girin denilmiştir, çünkü onlar hapsedilmişler ve her iki bölüğü de görmüş ve tanımışlar ve onlara diyeceklerini demişlerdi.

Şöyle de denilmiştir: Cehennemlikleri ayıplayınca onlar da A'raf'takilerin cennete girmeyeceklerine yemin ettiler; Allah yahut meleklerden biri:

"Yemin ettikleriniz bunlar mıdır?” dedi. Yeni söz başı olarak "edhilu” ve "dehalu” olarak da okunmuştur ki, takdiri: Cennete girdiler, onlara da: Size korku yoktur, denildi, şeklindedir.

50

Ateş yaranları, cennet yaranlarına:

"Üzerimize sudan yahut Allah'ın size rızık ettiğinden atın, diye seslendi. Onlar da: Allah bu ikisini kâfirlere haram etti, dediler.

"Ateş yaranları, cennet yaranlarına: Üzerimize sudan dökün, diye seslendiler” aktarın. Bu da cennetin cehennemin üstünde olduğuna delildir.

"

Yahut Allah'ın size rızık ettiğinden” diğer içeceklerden demektir ki, dökmeye uygun olsun ya da yemeklerden demektir, Meselâ Aleftüha tibnen ve maen barida (ata yem olarak saman ve soğuk verdim) kavli gibi (soğuk su içirdim demektir). "Onlar da: Allah bu ikisini kâfirlere haram etti, dediler". Bu ikisini mükellefe haram edilmiş şey gibi harâm etti.

51

Ki, onlar dinlerini bir eğlence ve bir oyun edindiler. Dünya hayatı onları aldattı. Onlar da nasıl bugünlerini unuttular ve âyetlerimizi inkâr ettilerse, biz de bugün onları unutacağız.

"Ki, onlar dinlerini bir eğlence ve bir oyun edindiler” Meselâ bahireyi harâm etmeleri, Beyt'in etrafında el çırpıp ıslık çalmaları gibi. Âyette geçen lehv düşünceyi düşünülmesi hoş olmayan şeye sarf etmektir. Oyun da istenmesi hoş olmayan şeyden neşe beklemektir.

"Dünya hayatı onları aldattı, biz de onları unutacağız” onlara unutmuş gibi muamele edeceğiz, onları ateşte bırakacağız.

"Tıpkı onların da bugünlerine kavuşmayı unutmaları gibi” unuttular, hiç akıllarına gelmedi ve ona hazırlık yapmadılar.

"Ve âyetlerimizi inkâr ettikleri gibi” onların Allah katından olduğunu kabul etmedikleri gibi.

52

Yemin olsun, biz onlara bilerek açıkladığımız ve îman eden bir topluluğa hidâyet ve rahmet olan bir kitap getirdik.

"Yemin olsun, biz onlara açıkladığımız bir kitap getirdik” akaide, ahkâma ve vaazlara ait manalarını açıkladığımız demektir.

"Bilerek” açıklama yolunu bilerek demektir ki, o sebeple hikmetli olarak gelmiştir. Bunda Allah'ın ilimle bildiğine delil vardır.

Ya da bilerek, içine ilmi alarak demektir ki, o zaman mefuldan (kitaptan) hâl olur.

"Faddalnahu” da okunmuştur ki, onu diğer kitaplara üstün kıldık, buna da lâyık olduğunu biliyoruz demektir.

"Îman eden bir topluluğa hidâyet ve rahmet olarak” bu da hu zamirinden hâl’dir.

53

Onun te'vilini mi bekliyorlar? Onun te'vili geldiği gün, onu daha önceden unutanlar:

"Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdir. Bizim için şefaatçiler var mı ki, bize şefaat etsin; yahut dünyaya döndürülelim de yaptıklarımızdan başka ameller yapalım", der. Bunlar kendilerine yazık etmişlerdir. Uydurdukları şeyler de onlardan kaybolmuştur.

"Bekliyorlar mı?” sonunda doğruluğunun meydana çıkacağını? Bu da dile getirdiği vaat ve tehditlerin açığa çıkmasıyla olacaktır.

"Onun te'vili geldiği gün, onu daha önceden unutanlar der” onu unutmuş gibi terk edenler:

"Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdir” gerçeği getirdikleri açığa çıkmıştır.

"Bizim için şefaatçiler var mı ki, bize şefaat etsinler” bugün (yahut dünyaya döndürülelim de) "feyeşfeu"ya atfedilerek yahut "ev” ilâ en manasına olarak nasb ile "nüredde” okunmuştur.

Birinciye göre istenen şey iki durumdan biridir: Şefaat yahut dünyaya döndürülmeleri.

İkinciye göre ise şefaatçilerinin olmasıdır; bu da ya iki durumdan biri içindir yahut biri içindir ki, o da dünyaya döndürülmektir. (Yaptıklarımızdan başka amel edelim) bu da ikinci sorunun cevabıdır. Ref ile de okunmuştur fenahnu namelü demektir.

"Bunlar kendilerine yazık etmişlerdir” amellerini küfre sarf etmekle.

"Uydurdukları şeyler de onlardan kaybolmuştur” iptal olmuştur, onlara faydası dokunmamıştır.

54

Şüphesiz Rabbimiz gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş'e hükümran oldu. Geceyi onu durmadan arayan (kovalayan) gündüzün üzerine örter. Güneşi, ayı ve yıldızları da emrine amade olarak (o yarattı). Bilin ki, yaratma ve emretme onundur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!

"Şüphesiz Rabbin gökleri ve yeri altı günde yarattı” yani altı vakitte demektir, Meselâ,

"kim o gün arkasını dönerse” (Enfâl: 16) âyetinde olduğu gibi yahut altı gün miktarında demektir. Çünkü bilinen gün güneşin doğuşundan batışına kadar olan zamandır. O zaman (gün) yoktu. Allah'ın eşyayı bir defada yaratmaya gücü yettiği hâlde aşamalı olarak yaratması irâdesine delildir, bakanlar için ibrettir ve işlerde ağır davranmaya teşviktir.

"Sonra da Arş'a hükümran oldu” onun idaresini ele aldı yahut istila etti demektir. Arkadaşlarımızdan Arş'a istivanın Allah'ın niteliksiz sıfatı olduğu nakledilmiştir.

Mana da şöyledir: Allah nasıl istemişse Arş'a öyle istiva etmiştir, üzerine oturmaktan ve mekan tutmaktan münezzehtir. Arş diğer cisimleri kuşatan cisimdir, ona böyle denilmesi yüksekliğindendir ya da kralın tahtına benzemesindendir. Çünkü işler ve idareleri ondan iner. Ona mülktür de denilmiştir.

(Geceyi gündüzün üzerine örten) bürüyen demektir. Aksini söylememesi bilindiği içindir ya da lâfzın ona da muhtemel olmasındandır. Bunun içindir ki, leyl'in nasbi ve nahar’ın da refi ile "yağşel leylen naharu” da okunmuştur. Hamze, Kisâî, Ya'kûb ve Ebû Bekir de Âsım'dan rivâyetle burada ve Ra'd'de tekrara delâlet etmesi için şedde ile okumuşlardır.

"Yathıbuhu hasisa” onu arıyormuş gibi hızla takip eder, aralarına bir şey girmez. Burada geçen hasis hâs'den gelir fâil veznindedir, o da mahzûf mastarın sıfatıdır yahut fâilden hâl’dir, hassen demektir veyahut mefuldan hâl’dir mahsusen demektir.

(Güneşi, ayı ve yıldızları da emrine amade olarak yarattı) hükmü ve irâdesiyle demektir. Nasbi da semavata atıf iledir, müsahharatinin nasbi da hâl üzeredir. İbn Âmir hepsini mübteda ve haber olarak ref ile okumuştur.

"Bilin ki, yaratma ve emretme onundur” çünkü icat eden ve tasarruf eden O'dur.

"Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir” Hanlıkta teklikle yücedir, Rabb'likte de birlikle büyüktür. Allah bilir ya âyetten çıkan gerçek şudur: Kâfirler çeşitli ilâhlar edinince onlara Rabb'liği hak edenin bir olduğunu beyan etti ki, o da Allahü teâlâ'dır. Çünkü yaratma da emir de onundur. Zira Allahü teâlâ âlemi düzgün bir sıraya ve hikmetli bir idareye göre yarattı. Felekleri yoktan var etti, sonra onları yıldızlarla süsledi, nitekim "onları iki günde yedi gök yaptı” (Fussilet: 12) kavli ile buna işâret etmiştir. Sonra aşağıdaki nesneleri icat etmeye yöneldi; değişik şekilleri ve farklı durumları kabul eden bir cisim yarattı. Sonra onu eser ve fiilleri biribirine zıt çeşitli suretlere ayırdı. Buna da:

"Yeri iki günde yarattı” (Fussilet: 9) ayetiyle işâret etti. Yani aşağıdakileri iki günde yarattı demektir. Sonra üç unsuru var etti, Önce maddelerini terkip ederek, sonra da tasvir ederek, nitekim:

"Yeri iki günde yarattı” dedikten sonra "ona üstünden dağlar attı, ona bereket verdi ve onda rızıklarını dört günde takdir etti” (Fussilet: 10) buyurmuştur. Yani ilk iki günle beraber demektir. Çünkü Allahü teâlâ Secde sûresinde:

"Allah odur ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yarattı” (Secde: 4) buyurmuştur. Sonra mülk âlemi tamamlanınca, onları idare etmeye yöneldi, tıpkı memleketi idare etmek için tahtında oturan Padişah gibi. Felekleri hareket ettirmek, yıldızları yürütmek ve gece ile gündüzü dürmekle işi gökten yere doğru idare etti. Sonra da bu anlatılanların özet ve sonucunu açıklayarak:

"Bilin ki, yaratma da emir de onundur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” dedi. Sonra da ona tevâzu ve ihlâs ile dua etmelerini buyurarak şöyle dedi:

55

Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü o, haddi aşanları sevmez.

"Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin” çünkü gizlilik ihlâsın delilidir.

"O, haddi aşanları sevmez” duada ve diğer şeylerde haddi aşmayı sevmez. Böylelikle dua edenin kendine lâyık olmayan şeyi istemesinin uygun olmadığına dikkat çekmiştir, Meselâ peygamberlik istemek ve göğe çıkmak gibi.

Şöyle de denilmiştir: O duada bağırıp çağırmaktır ve uzun etmektir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir kavim gelecektir ki, duada haddi aşacaklardır. Şöyle demeleri onlara yeter: Allah'ım, senden cenneti ve ona yaklaştıracak söz ve ameli istiyorum; cehennemden ve ona yaklaştıracak söz ve amelden de sana sığmıyorum. Efendimiz sonra da "çünkü o, haddi aşanları sevmez” ayetini okumuştur.

56

Islah ettikten sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın. Ona korkarak ve umarak dua edin. Şüphesiz Allah,'ın rahmeti iyilik edenlere yakındır.

"Yeryüzünde fesat çıkarmayın” küfür ve isyan ile "ıslah ettikten sonra” peygamberler göndermek ve ahkâmlar meşru kılmakla.

"Ona korkarak ve umarak dua edin” eksik amellerinizden, hak etmemenizden korkarak, aşırı rahmetinden dolayı lütuf ve insanıyla icabetini umarak.

"Şüphesiz Allah,'ın rahmeti iyilik edenlere yakındır (karîb'tir)umudun sebebini göstermekte ve icabete vesile olacak şeye vurgu yapmaktadır. Karîb'in müzekker olması rahmetin rahm manasına olmasındandır.

Ya da mahzûfun sıfatı olmasındandır yani emrün karibün demektir.

Ya da mef'ûl manasına olan faîl'e benzediği içindir ya da nakîd gibi mastara benzediği içindir ya da soy yakınlığı ile başka yakınlığı birbirinden ayırmak içindir.

57

O ki, rüzgârları rahmetinin önünde bir müjdeci olarak gönderir. Nihayet ağır bulutları yüklendiği zaman biz onu ölü bir toprağa göndeririz. Onunla su indiririz; onunla bütün ürünlerden çıkarırız. Ölüleri de böyle çıkarırız (diriltiriz) ki, ibret alasınız diye (bunları açıklıyoruz).

"Hüvellezi yürsilür riyaha büşran (nüşran)".

İbn Kesîr, Hamze ve Kisâî tekil olarak "nüşren” okumuşlardır ki, neşur'un çoğuludur ve naşir manasınadır.

İbn Âmir nerede olursa sükûn ile "nüşren”

Hamze ile Kisâî de nerede olursa nun'un fethi ile "neşren” okumuşlar, onu hâl yerinde mastar kabul etmişlerdir, naşiratin manasınadır yahut mef'ûlu mutlaktır. Çünkü irsal ile neşr birbirine yakındır.

Âsım da sükûn ile "büşren” okumuştur ki, aslı büşür'dür, beşir manasınadır. Böyle okunduğu gibi be'nin fethi ile "beşren” de okunmuştur ki, beşerehu'nun mastarıdır, manası da başiratin yahut lil-beşareti demektir. Büşra şeklinde de okunmuştur.

"Rahmetinin önünde” rahmetinin önü sıra demektir ki, yağmuru kastediyor. Çünkü saba rüzgârı bulutu kaldırır, kuzey toplar, güney yağdırır ve batı rüzgârı da dağıtır. (Nihayet ağır bulutları yüklendiği zaman) ekallet kılletten türemedir, çünkü bir şeyi kaldıran onu az görür, ona az gibi gelir. (Ağır bulutları) su ile ağırlaşmış bulutları, sikalen'in cemi yapılması sehab’ın sahaib manasına cemi olmasındandır. (Onu göndeririz) yani bulutu. Zamirin müfret olması lâfız itibarı iledir.

"Li-beledin meyyitin” ölü toprak için yahut onu diriltmek için yahut onu sulamak için,

"meytin” şeklinde de okunmuştur. (Onunla suyu indiririz) toprağa yahut bulutla yahut gönderme ile veyahut rüzgârla demektir.

"Feahrecna bihi” de öyledir. Zamirin suya râci olma ihtimali de vardır. Beled'e râci olursa be birincide ilsak için olur, ikincide de zarfiyet için olur. Eğer başkasına râci olursa sebebiyet içindir.

"Bütün ürünlerden” her çeşitinden demektir.

"Ölüleri de böyle çıkarırız” işâret ürünlerin çıkarılmasınadır yahut ölü toprağın canlandırılmasmadır yani toprağı onda büyüme kuvveti ihdas etmek ve çeşitli bitki ve ürünlerle nemlendirmekle onu dirilttiğimiz gibi ölüleri de sinlerinden (kabirlerinden) öyle çıkarır ve ruhlarını bedenlerine iade etmekle diriltiriz. Maddelerini toplar ve onları kuvvet ve hislerlerle yumuşatırız.

“ ibret alasınız diye (bunları açıklıyoruz.)” buna gücü yetenin ona da gücünün yettiğini bilirsiniz.

58

Güzel memleketin (toprağın) bitkisi, Rabbinin izni ile bol çıkar. Kötü olanın ise ancak az ve yararsız çıkar. Şükreden bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.

"Güzel toprağın” verimli yerin "bitkisi Rabbinin izni ile çıkar” dilemesi ve kolaylaştırması ile çıkar. Bitkinin çokluğu, güzelliği ve yararı böyle ifade edilmesi aşağıdakine karşılık içindir.

"Kötü olanın ise” taşlık ve çoraklık gibi (ancak az ve yararsız çıkar) nekiden hâl olarak mensûbtur. Kelâmın takdiri şöyledir: Velbeledüllezi habüse layahrucu nebatuhu illâ nekida. Muzâf hazfedilmiş, muzâfun ileyh onun yerine geçirilmiştir. O da Merfû' ve müstetir olmuştur.

"Yuhracu” şeklinde de okunmuştur ki, yuhricuhul beledü demek olur ve nekiden de mef'ûl olur. Nekiden ise mastardır, za rıekidin demektir, nekd ve nekid şeklinde okunmuştur.

"Âyetleri böyle çeviriyoruz” döndürüyor ve tekrar ediyoruz.

"Şükreden bir topluluk için". Allah'ın nimetine şükreder, üzerinde düşünürler de ondan ibret alırlar. Âyet âyetleri düşünüp de onlardan ibret alanla onlara başını çevirip bakmayan ve onlardan etkilenmeyen için misaldir.

59

Yemin olsun Nûh'u kavmine gönderdik.

"Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum” dedi.

"Lekad erselna nuhan ilâ kavmihi” mahzûf kasemin cevabıdır, bu lâm neredeyse "kad"siz kullanılmaz. Çünkü lâm beklenti olabilecek yerde kullanılır. Zira muhatap onu duyduğu zaman başına geçtiği cümlenin gerçekleşmesini bekler. Nûh bin Lemek bin Müteveşlah bin İdris'tir ki, Allah onu İdris'ten sonra ilk peygamber gönderdi. Elli yahut kırk yaşında idi.

"Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, dedi". Yalnız ona ibâdet edin, çünkü Allahü teâlâ:

"Sizin için ondan başka ilâh yoktur” buyurmuştur, Kisâî kesr ile na't yahut lâfzan bedel olarak nerede gelirse ilahtan önce cer harfinin olması hâlinde "gayrini” okumuştur. Müstesna olarak nasb ile (ğayrahu) da okunmuştur.

"Sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum” îman etmediğiniz takdirde. Bu da tehdittir ve ibâdetine sebep için açıklamadır. Gün de kıyâmet günüdür yahut Tufan'ın olduğu gündür.

60

Kavminden ileri gelenler:

"Şüphesiz biz elbette seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler.

"Kavminden ileri gelenler, dedi” yani eşraftan olanlar ki, bakıldığı zaman gözü dolduran kişiler demektir.

"Şüphesiz biz elbette seni bir sapıklık içinde görüyoruz” haktan uzaklık içinde "apaçık” aşikâr demektir.

61

Ey kavmim, bende hiçbir delilik yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbinden bir peygamberim” dedi.

"O da: Ey kavmim, bende hiçbir sapıklık yoktur, dedi". Onlar ne kadar sapıklık tespit etmek ve ona öyle sataşmak istedilerse, o da aynı şekilde menfi cevap verdi.

"Ancak ben âlemlerin Rabbinden bir peygamberim” bundan lâzım gelen şeyle açığı kapattı, o da doğru yolda olmasıdır. Sanki: Ben gayet doğru yoldayım, çünkü ben Allah'tan gelen bir peygamberim, buyurmuştur.

63

(Allah'ın azabından) sakınıp rahmete kavuşmanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam (Peygamber) vasıtasıyla size bir zikir (Kitap) gelmesine şaştınız mı?”

 (Taaccüp mü ettiniz/şaştınız mı?) hemze inkâr içindir vâv da mahzûfa atıf içindir yani yalanladınız ve şaştınız mı demektir?

"Encâeküm” size gelmesinden "Rabbinizden bir zikir” vahiy yahut nasihat,

"bir adama” bir adamın diliyle (içinizden) aranızdan yahut cinsinizden demektir. Çünkü onlar bir insanın peygamber gönderilmesine şaşıyor ve:

"Eğer Allah dileseydi elbette melekler indirirdi. Biz ilk atalarımızda bunu duymadık” (Mü'minun: 24) derlerdi.

"Sizi uyarması için” inkâr ve isyanın akibetinden "ve sakınmanız için” uyarma sebebiyle bu ikisinden.

"merhamet olunasınız diye.” takva ile. Reca harfi olan lealle'nin kullanılması şunu vurgulamaktadır ki, takva mûcip sebep değildir, Allah'ın rahmeti lütuftur. Ve takva sâhibi öyle olmalıdır ki, takvasına güvenmemelidir ve Allah’ın azabından emin olmamalıdır.

62

Size Rabbimin sözlerini tebliğ ediyorum. Sizin bilmediklerinizi Allah'tan biliyorum.

 (Size Rabbimin mesajlarım tebliğ ediyorum ve size öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah'tan biliyorum). Bu da Resûlün sıfatıdır yahut yeni söz başıdır. Her iki itibara göre de maksat onun peygamber olduğunu açıklamaktır. Ebû Amr şeddesiz olarak (übliğukum) ve risalat'ı da cemi olarak okumuştur, çünkü vakitleri farklıdır yahut manaları değişiktir Meselâ akaitler, vaazlar ve ahkâmlar gibi.

Ya da onlardan maksat ona ve ondan önceki peygamberlere gönderilen vahiylerdir Meselâ Şît'in ve İdris'in suhufları gibi.

"Leküm"deki lamın ziyade kılınması onlara samimi olarak nasihat etmesindendir.

"Allah'tan biliyorum” ifadesinin manası da ettiği vaadi kabul ettirmektir. Çünkü bunun manası, onun kudretinden ve şiddetli yakalamasından biliyorum ya da vahyinden dolayı sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum, demektir.

64

Derken onu yalanladılar; biz de onu ve gemide onunla beraber olanları kurtardık. Âyetlerimizi inkâr edenleri de suda boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idiler.

"Derken onu yalanladılar; biz de onu ve yanındakileri kurtardık” bunlar da kendisine îman edenlerdir, kırk erkek ve kırk kadın idiler.

Şöyle de denilmiştir: Dokuz kişi idiler; oğulları Sam, Ham ve Yafes, altı da ona îman edenlerden.

"Gemide” bu da "maahu"ya yahut enceynahu'ya mütaalliktir ya da Mevsûldan yahut "maahu"daki zamirden hâl’dir.

"Âyetlerimizi inkâr edenleri suda boğduk” Tufan ile. (Çünkü onlar kör bir kavim idiler) kalpleri kör, basiretsiz idiler. Aslı amiyyîn'dir, tahfif edilmiştir.

"Âmîn” şeklinde de okunmuştur ki, birincisi daha mubalâgalıdır. Çünkü sebata delâlet etmektedir.

65

Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik.

"Ey kavmim, Allah'a ihadet edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Korkmuyor musunuz?” dedi.

(Âd'e gönderdik) bu da "Nûh an ilâ kavmihi” kavline atıftır, (Hûd'u) bu da ehahüm'den atıf beyandır. Bundan maksat da içlerinden biri olmasıdır. Ya ahal arab sözü gibi ki, Arap kardeş, demektir. Çünkü Hûd'un sülalesi şöyledir: Hûd bin Abdullah bin Rebah bin Câlûd bin Âd bin İvas bin İrem bin Sam bin Nûh .

Şöyle de denilmiştir: Hûd bin Şaleh bin Erfahşez bin Sam bin Nûh.

Şöyle de denilmiştir: Hûd bin Şaleh bin Erfahşez bin Sam, bin Am Ebi Âd. Onlardan olması sözünü daha iyi anlamaları, hâlini daha iyi bilmeleri ve ona uymayı daha çok istemelerindendir.

"Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur". Yeni söz başıdır, yukarıya atıf yapılmamıştır. Sanki biri: Onlara gönderildiği zaman ne dedi, diye sormuş, o da böyle cevap vermiştir.

"Korkmuyor musunuz?” Allah'ın azabından, sanki kavmi, Nûh kavmine çok yakın idiler, bunun içindir ki:

66

Kavminden ileri gelenler:

"Şüphesiz elbette seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve biz seni elbette yalancılardan sanıyoruz” dediler.

"Kavminden ileri gelenler şöyle demişlerdir". Çünkü ona îman eden onların eşrafından idi, Meselâ Mersed bin Sa'd gibi.

"Şüphesiz biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz” hafif akıllılıkta mekan tutmuş, onda iyice yerleşmiş görüyoruz; çünkü kavminin dîninden ayrıldın.

"Ve biz seni elbette yalancılardan sanıyoruz” dediler.

67

"O da: Ey kavmim, bende beyinsizlik yoktur. Ben ancak âlemlerin Rabbinden bir peygamberim” dedi.

"O da: Ey kavmim, bende beyinsizlik yoktur. Ben ancak âlemlerin Rabbinden bir peygamberim, dedi".

68

Size Rabbimin sözlerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçıyım.

69

Sizi uyarmak için içinizden bir adamla Rabbinizden size bir öğüt gelmesine mi taaccüp ettiniz? Hatırlayın ki, sizi Nûh kavminden sonra hâlifeler kıldı ve size yaratılışta kuvvetçe onlardan fazla verdi, Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, kurtuluşa eresiniz.

Sizi uyarmak için içinizden bir adamla Rabbinizden size bir nasihat gelmesine mi taaccüp ettiniz?” Tefsiri yukarıda geçti. Peygamberlerin - onlara salât ve selâm olsun - kâfirlerin ahmakça sözlerine verdikleri cevapta ve onlara yüz vermemelerinde mükemmel bir nasihat örneği, nefsi kırma ve güzel mücadele vardır. Bütün davetçilerin böyle olması lâzımdır.

"Ben sizin için güvenilir bir nasihatçıyım “ kavlinde onu bu iki özellikle tanıdıklarına dikkat çekilmiştir. Ebû Amr bu sûrede iki yerde ve Ahkâf'ta şeddesiz olarak "übliğuküm” okumuştur.

"Hatırlayın ki, sizi Nûh kavminden sonra hâlifeler kıldı". Yani yerlerine geçirdi yahut sizleri krallar kıldı. Çünkü Şeddad bin Âd, Alic kumluğundan Uman denizine kadar olan yerlere hâkim oldu. Onları Allah'ın azabından korkuttu. Sonra da onlara nimetlerini hatırlattı.

"Ve size yaratılışta kuvvetçe onlardan fazla verdi” boy pos ve kuvvet verdi.

"Allah'ın nimetlerini hatırlayın” bu da özellemeden sonra genellemedir.

"ki kurtuluşa eresiniz” nimetlerini hatırlamak sizi şükre, o da kurtuluşa götürür.

70

Dediler:

"Bize bir tek Allah'a ibâdet etmemiz ve atalarımızın ibâdet ettiklerini bırakmamız için mi geldin? Öyleyse eğer doğru söyleyenlerden isen tehdit ettiğin şeyi bize getir".

"Dediler: Bize bir tek Allah'a ibâdet etmemiz ve atalarımızın ibâdet ettiklerini bırakmamız için mi geldin?” Özellikle Allah'a tapmayı ve atalarının şirk koştukları şeylerden yüz çevirmeyi yadırgadılar. Bunu sırf taklit etmek ve geleneklerini bırakmamak için yaptılar.

"Eci'tena"daki gelmenin manası ya kavminden ayrıldığı bir yerden gelmektir ya da alay yollu gökten gelmektir yahut mecazen kastetmektir, Meselâ zehebe yesübbüni (bana sövmeye gitti) gibi.

"Öyleyse tehdit ettiğin şeyi bize getir” "korkmuyor musunuz?” kavlinin delâlet ettiği azâbı demektir.

"Eğer doğru söyleyenlerden isen” bu hususta.

71

Dedi: Size Rabbinizden bir azâp ve gazap hak oldu. Sizin ve atalarınızın ad taktığınız ve Allah'ın, onlara hiçbir delil indirmediği bazı kimseler hakkında mı benimle mücadele ediyorsunuz? Bekleyin; şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.

Biz de onu ve beraberindekileri bizden bir rahmetle kurtardık. Âyetlerimizi inkâr edenlerin ve inanmayanların kökünü kestik.

"Kâle kad vakaa” vâcip ve hak oldu.

"Size” yahut üzerinize indi, bu da beklenen olmuş gibi kabilindendir "Rabbinizden bir azâp” burada geçen rics azâp demektir ki, sarsılma manasına olan irticas'tan gelir "ve gazap” intikâm arzusu demektir.

"Sizin ve atalarınızın ad taktığınız ve Allah’ın onlara hiçbir delil indirmediği isimler hakkında mı benimle mücadele ediyorsunuz?” Yani ilâhlar diye isim verdiğiniz ve kendilerinde ilâhlık manası bulunmayan şeyler hakkında demektir. Çünkü bizzat ibâdete müstahak olan her şeyi icat eden Allah'tır. Eğer onlar hak etseler bile Allah'ın yapmasıyla hak ederler. Bu da ya bir âyet indirme ile veya bir delil getirme ile olur. Böylece şunu açıklamış oluyor ki, onların son kanıtları ve dayanakları putlara bunu hak ettiklerine dâir bir delil olmadan ilâhlar demeleridir. Bunu da sözlerine itibar edilmeyenlere nispet etmesi gayet cahilliklerini ve aşırı ahmaklıklarını göstermek içindir. Bundan isimle müsemmanın aynı şey ve dillerin tevkifi! (Allah tarafından öğretilmiş) olduğu sonucu çıkarılmıştır. Çünkü öyle olmasa idi kınanmazlar ve bunların Allah'ın bir delil indirmediği uydurma isimler olduğu iptal edilmek istenmezdi. Fakat ikisinin de zayıf olduğu açıktır.

"Bekleyin” hak meydana çıkıp da siz de inatta ısrar edince size azabın inmesini bekleyin.

"Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.

72

Biz de onu ve beraberindekileri bizden bir rahmetle kurtardık. Âyetlerimizi inkâr edenlerin ve inanmayanların kökünü kestik.

Biz de onu ve beraberindekileri kurtardık” dinde beraberindekileri "bizden bir rahmetle” onlara rahmetle "ve âyetlerimizi inkâr edenlerin kökünü kestik” köklerini kuruttuk "ve inanmayanların” bu da onlardan îman edenlere imadır ve şunu haber vermektedir ki, kurtulanla helâk olan arasındaki fark îmandır.

Rivâyete göre onlar putlara taparlardı. Allah onlara Hûd'u gönderdi. Onu yalanladılar ve çok ileri gittiler. Allah da onların yağmurlarını üç yıl durdurdu, perişan oldular. O zaman insanların müslümanı ve müşriki başlarına bir belâ geldiği zaman Beytullah'a gider, Allah'tan onu kaldırmasını isterlerdi. Onlar da Kayl bin Anz ile Mersed bin Sad'i yetmiş kişiyle Ka'be'ye gönderdiler. Bunlar eşraftan idiler. O zaman Mekke'de Amalkalılar otururlardı. Bunlar İmlik bin Lavez bin Sam evlatlarından idiler. Reisleri Muaviye bin Bekir idi. Bunlar ona geldiklerinde o Mekke'nin dışında idi. Onları konuk etti ve onları ağırladı. Onun dayıları ve hısımları idiler. Yanında bir ay kaldılar, içki içiyorlardı. Cerade denen iki cariye de onlara şarkılar söylüyorlardı. Onların görevlerini ihmal edip de eğlenceye dalarak gafletlerini görünce buna üzüldü ve onlara bundan hoşlanmadığını hissettirmemek için de bir şey diyemedi. Sonunda iki cariyeye şu beyitleri öğretti:

Ey Kayl, uyarı, yazıklar olsun sana, kalk Allah'a dua et,

Belki Allah bulutlardan bizeyağmur indirir.

Âd toprağını sular, çünkü Âd kavmi

Artık konuşamaz hâle geldiler.

Cariyeler bu şiirleri şarkı hâlinde okudular. Onlar da bundan rahatsız oldular. Mersed: Allah'a yemin ederim ki, duanızla yağmur yağmaz, ancak Peygamberinize itâat eder ve Allah’a tevbe ederseniz Allah size yağmur verir, dedi. Onlar da Muaviye'ye: Onu yanında tut, bizimle Mekke'ye gelmesin, çünkü o, Hûd'un dinine girdi, bizim dinimizi bıraktı, dediler. Sonra Mekke'ye girdiler. Kayl: Allah'ım, Âd'e nasıl yağmur vereceksen öyle ver, dedi. Allahü teâlâ da üç bulut peyda etti: Biri beyaz, biri kızıl, biri de kara idi. Sonra ona gökten bir ses geldi: Ey Kayl, kendin ve kavmin için seç, dedi. O da: Ben karasını seçtim, çünkü onun suyu daha çoktur, dedi. Bulut Muğis vadisinden Âd kavmine göründü, ona sevindiler ve: İşte bize yağmur yağdıracak bulut, dediler! Ondan öyle kısır bir rüzgâr geldi ki, onları helâk etti. Hûd ve yanındaki mü'minler kurtuldular. Mekke'ye geldiler, ölünceye kadar orada Allah'a ibâdet ettiler.

73

Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik. Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir mu'cize gelmiştir. İşte size bir mu'cize olarak Allah'ın dişi devesi. Bırakın onu, Allah'ın arzında yesin. Ona bir kötülükle dokunmayın. Sonra sizi acıklı bir azâp yakalar, dedi.

"Semûd'a gönderdik” bu da Araplardan başka bir kabiledir, onlara büyük ataları Semûd bin Âd bin İrem bin Sam bin Nûh'un ismi verilmişti.

Şöyle de denilmiştir: Onlara Semûd denilmesi, semed'den gelir ki, o da az su demektir. Hayy te'vili ile yahut kök itibarı ile munsarıf olarak (semudin) okunmuştur. Yurtları Hicazla Şâm arasında Vadilkura'ya kadar uzanan Hicr bölgesi idi.

"Kardeşleri Sâlih'i” Sâlih bin Ubeyd bin Asef bin Masen bin Atîd bin Hazer bin Semûd'u.

"Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Size Rabbinizden açık bir mu'cize getirdim". Peygamberliğinin doğruluğunu ispat eden açık bir mu'cize demektir. (İşte size bir mu'cize olarak Allah'ın dişi devesi). Bu da mu'cizeyi anlatmak için yeni söz başıdır.

"Ayeten” de hâl olarak mensûbtur, âmili de işaretin manasıdır, (size) de mu'cizenin kim için olduğunu beyan etmektedir. Nakatullah’ın bedel yahut atıfbeyan olması,

"leküm"ün de "âyet"e âmil olması da câizdir. Naka'nın Allah'a izafesi onu büyütmek içindir ya da Allah katından vasıtasız ve sebepsiz olarak gelmesindendir. Bunun içindir ki, mu'cize olmuştur.

"Bırakın onu, Allah'ın arzından yesin” otları yesin,

"ona kötülükle dokunmayın” dokunmayı men etmektedir ki, o eziyetlerin hepsini toplayan kötülük yapmanın başlangıcıdır. Bu da emri abartmak ve mazereti ortadan kaldırmak içindir.

"Sonra sizi acıklı bir azâp yakalar". Bu da nehyin cevabıdır.

74

Hatırlayın ki, Allah sizi Âd kavminden sonra hâlifeler kılmış ve sizi yeryüzüne yerleştirmişti. Ovalarından köşkler edinir ve dağlardan evler yontarsınız. Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde bozgunculuk etmeyin.

"Hatırlayın ki, Allah sizi Âd kavminden sonra hâlifeler kılmış ve sizi yeryüzüne yerleştirmişti” Hicr toprağına.

"Ovalarından köşkler edinir ve dağlardan evler yontarsınız” ovalarında binalar kurarsınız yahut yumuşak topraklarından yapı malzemesi olarak kerpiç ve tuğla imal edersiniz.

"Ve tenhitunel cibale büyüten” feth ile "tenhatuna” ve işba (fethayi uzatarak) "tenhâtune” de okunmuştur.

"Büyüten” mukadder (ileride olacak) hâl olarak mensûbtur yahut büyüten minel cibali takdirinde mef'ûl olarak mensûbtur.

Ya da tenhitune tettehizune manasınadır.

"Öyleyse Allah'ın nimetlerini hatırlayın ve yeryüzünde bozgunculuk etmeyin".

75

Kavminden büyüklük taslayanlar, içlerinden îman eden hor görülenlere:

"Sâlih'in gerçekten Rabbinden gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?” dediler. Onlar da: Biz, onunla gönderilen şeylere inanıyoruz, dediler.

"Büyüklük taslayanlar dedi” îmandan büyüklük taslayanlar "kavminden hor görülenlere” yani zayıf ve hor gördüklerine (onlardan îman edenlere) bu da "enezine üstüdifu"dan bedel-i küldür, eğer zamir kavme giderse; bedel-i ba'zdır, eğer "lülezine"ye giderse. İbn Âmir vâv ile "ve kalel melevu” okumuştur.

"Sâlih'in gerçekten Rabbinden gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?” Bunu alay etmek için dediler.

"Onlar da: Biz, onunla gönderilen şeylere inanıyoruz, dediler". Böyle demekle, evet şeklinde cevap vermekten kaçındılar, şuna dikkat çekmek istiyorlar ki, onun gönderilmiş olduğu, bir akıllının şüphe etmeyeceği ve bir görüş sâhibinin tereddüt etmeyeceği kadar açıktır. Bunun içindir ki, şöyle buyurmuştur:

76

Büyüklük taslayanlar: Biz, sizin îman ettiğiniz şeyleri inkâr ediyoruz, dediler.

"Büyüklük taslayanlar biz sizin îman ettiğiniz şeyleri inkâr ediyoruz, dediler". Bunu onların sözlerine karşılık dediler.

"Amentüm bihi"yi "ürsile bihi"nin yerine koyması onların belli ve herkes tarafından kabul edilecek sandıkları şeyi reddetmek içindir.

77

Derken o dişi deveyi kestiler ve Rablerinin emrinden uzaklaştılar. Ey Sâlih, eğer sen gönderilenlerden isen, tehdit ettiğin şeyi bize getir, dediler.

 (Derken dişi deveyi kestiler) bazılarının işinin hepsine isnat edilmesi, ilişkiden dolayıdır ya da ona rızalarından dolayıdır.

"Rablerinin emrinden uzaklaştılar” onu yerine getirmeyi kibirlerine sığdıranı âdil ar. O da Sâlih aleyhisselâm’ın "onu bırakın” sözü ile tebliğ ettiği şeydir.

"Ey Sâlih, eğer gönderilenlerden isen, tehdit ettiğin şeyi bize getir, dediler".

78

Bunun üzerine onları o sarsıntı tuttu; yurtlarında diz çökenler oldular.

"Bunun üzerine onları o sarsıntı tuttu” yani zelzele demektir.

"Yurtlarında diz çöküp kaldılar” sessiz ölüler olarak.

Rivâyete göre onlar Âd kavminden sonra yurtlarını imar ettiler, çoğaldılar, uzun ömürler sürdüler. Öyle ki, binalar buna yetmedi, onlar da dağlardan kaya evler edindiler. Bolluk ve refah içinde idiler. Taşkınlık ettiler, yeryüzünde bozgunculuk ettiler ve putlara taptılar. Allah da onlara eşraflarından Sâlih'i gönderdi; onları uyardı, ondan mu'cize istediler, o da: Nasıl bir mu'cize istiyorsunuz, dedi? Onlar da: Bizimle beraber bayrama çık, sen kendi İlâhına dua edersin, biz de kendi İlâhlarımıza dua ederiz, kiminki kabul olunursa, onun arkasına düşelim, dediler. Onlarla beraber çıktı, onlar putlarına dua ettiler, putlar cevap vermediler. Sonra başkanları Cunda' bin Amr tek duran el - Kâzibe dedikleri bir kayaya işâret ederek: Bu kayadan iri, karnı büyük ve tüylü bir dişi deve çıkar. Eğer bunu yaparsan seni tasdik ederiz, dedi. Sâlih de onlardan sağlam söz aldı. Eğer bunu yaparsam mutlaka îman eder misiniz, dedi? Onlar da: Evet, dediler. Sâlih namaz kıldı, Rabbine dua etti, kaya doğum yapan anne gibi sancılandı. İçinden tam istedikleri gibi on aylık gebe karnı büyük ve tüylü bir dişi deve (maya) çıktı. Onlar da buna bakıyorlardı. Sonra kendi gibi iri bir potuk doğurdu. Cunda' bir bölük insanla beraber ona îman etti. Diğerlerini ise Zuab, putlarla görevli Habbab ve kâhinleri Rebab bin Sam'ar îman etmekten alıkoydular.

Deve yavrusuyla beraber ağaçlardan otluyor ve gün aşırı suya geliyordu. Başını kuyudan kaldırmadan suyun hepsini içiyordu. Sonra bacaklarının arasını açıyordu. Ondan istedikleri kadar süt sağıyorlardı. Kaplarını dolduruyor, içiyor ve artanını kaldırıyorlardı. Yazın vadinin eteğinde yaşıyor, davarları ondan derenin yatağına kaçıyordu. Kışın da dere yatağında yatıyor, davarları yamaçlara kaçıyordu. Bu onlara zor geldi, Uneyze Ümmü Ğanem ile Sadaka bint Muhtar adlarında iki kadın deveyi kesmelerini önerdiler. Onlar da deveyi kestiler, etini bölüştüler. Yavrusu da Faret adında bir dağa çıktı, üç defa köpürdü. Sâlih onlara: Yavruya yetişin, belki üzerinizden azâp kaldırılır, dedi. Onlar da yetişemediler. Kaya yarıldı, o da içine girdi. Sâlih onlara: Sabahleyin yüzleriniz sararacak, yarından sonra kızaracak, üçüncü günde de kararacak, sonra da size azâp gelecek, dedi. Alametleri görünce Sâlih'i öldürmek istediler, Allah onu Filistin toprağına atarak kurtardı. Dördüncü günün sabahı olunca ölü kokusu süründüler, deriden kefenlere sarındılar. Gökten bir ses geldi, kalplerini paramparça etti, böylece helâk oldular.

79

O da onlardan yüz çevirdi: Ey kavmim, gerçekten size Rabbimin mesajını tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz, dedi.

"O da onlardan yüz çevirdi... Fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz". Dıştan göründüğü kadarıyla onlardan yüz çevirmesi, onları diz çökmüş olarak görmesinden sonradır. Belki de onlara helâklerinden sonra Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellerriin Bedir kuyularına atılanlara hitap etmesi gibi hitap etmiştir.

"Şüphesiz biz Rabbimizin bize vadettiğini hak bulduk, siz de Rabbinizin size vadettiğini hak buldunuz mu?” demişti.

Ya da (Sâlih aleyhisselâm) bunu onlara üzüldüğü için söylemiştir.

80

Lût'u da gönderdik; hani kavmine: Sizden önce dünyalardan kimsenin yapmadığı o çirkin hareketi mi yapıyorsunuz, demişti?

"Ve lutan” Lût'u gönderdik, demektir "iz kâle likavmihi” onlara dediği vakit yahut (Lût'u hatırla) demektir ki, iz edâtı ondan bedeldir.

"O çirkin harekete mi varıyorsunuz?” bu da çirkinliği son raddeye varan o fiilden dolayı kınama ve azarlamadır. (Dünyalardan hiç kimsenin yapmadığı) sizden önce kimsenin yapmadığı o çirkin hareketi demektir. Biha'da be ta'diye (geçişlilik) içindir, birinci "min” olumsuzluğu te'kit etmek ve genellemek içindir, ikincisi de ba' manasınadır. Cümle yeni söz başıdır, reddi onaylatmak içindir, sanki onları önce o fâhiş hereketi yapmakla sonra da ilk icat edenler olmakla kınamıştır. Çünkü o çok kötü bir şeydir.

81

Şüphesiz sizler, kadınları bırakarak erkeklere şehvetle varıyorsunuz. Muhakkak ki, siz haddi aşan bir kavimsiniz.

"Şüphesiz sizler kadınları bırakarak erkeklere şehvetle yanaşıyorsunuz” bu da "o çirkin harekete mi varıyorsunuz?” kavlinin açıklamasıdır. Bu, red ve azarlama bakımından daha etkilidir.

Nâfi' ile Hafs yeni haber verme olarak "inneküm” okumuşlardır.

"Şehveten” de mef’ûlün leh'tir yahut hâl yerine geçmiş mastardır. Erkeklerden bahsedilmesi onları tam bir hayvanlıkla nitelemek ve şunu vurgulamak içindir ki, akıllı bir kimse şehvetini çocuk kazanmak ve insan neslini devam ettirmek için kullanmalıdır; ihtiyaç görmek için değil.

(Muhakkak ki, siz haddi aşan bir kavimsiniz) bu da redten onları bu gibi şeye sürükleyen hâllerinden haber vermeye geçiştir. O da her şeyde israfı alışkanlık hâline getirmektir ya da redten bütün ayıplara karşı kınamağa geçiştir ya da hazf edilen şeyden reddir ki, o da sizin bunda mazeretiniz yoktur, bilâkis siz israfı alışkanlık hâline getirmiş bir topluluksunuz demektir.

82

Kavminin cevabı; "Onları kentinizden çıkarın; çünkü onlar iyice temizlenen insanlar!” dediler.

"Kavminin cevabı: Onları kentinizden çıkarın, oldu". Yani ona gerçek cevap veremediler, ancak nasihatma karşılık onu kendisine îman edenlerle beraber kentten çıkarmakla karşılık verdiler ve onlarla alay ettiler:

"Çünkü onlar iyice temizlenen insanlar!” dediler". Yani çirkin şeylerden uzak duran kimseler demektir.

83

Biz de onu ve ailesini kurtardık, ancak karısı hariç. Çünkü o, azapta kalanlardan oldu.

"Biz de onu ve ailesini kurtardık” yani ona îman edenlerden "ancak karısı hariç” bu da ailesinden istisnadır, çünkü o, içinde kafirlik gizliyordu.

"Kalanlardan oldu” yurtlarında kalıp da helâk olanlardan demektir.

"El - ğabirin” şeklinde müzekker olması erkeklerin sayıca çok kabul edilmesindendir.

84

Üzerlerine bir yağmur yağdırdık ki,! Bak, günahkârların akıbeti nasıl oldu?

"Üzerlerine bir yağmur yağdırdık ki,!” yani değişik ve acayip bir yağmur idi. Bu da şöyle açıklanmıştır:

"Üzerlerine pişmiş çamurdan taşlar yağdırdık” (Hûd: 82, Hicr: 74). "Bak günahkârların akıbetleri nasıl oldu?”

Rivâyete göre Lût bin Haran bin Tarah, amcası İbrâhîm aleyhisselâm ile Şâm'a hicret edince, Ürdün'e indi. Allah onu Sodom halkına gönderdi. Allah'a davet etmesi ve onları icat ettikleri fâhiş hareketten men etmesi için. Onlarsa vazgeçmediler; Allah da üzerlerine taş yağdırdı, helâk oldular.

Şöyle de denilmiştir: Orada kalanlar yere batırıldı, yola çıkanların da üzerlerine taş yağdırıldı.

85

Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i gönderdik.

"Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. Size Rabbinizden bir mu'cize geldi; ölçüyü, tartıyı tam yapın. Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. Eğer mü'min kimseler iseniz bu, sizin için daha hayırlıdır” dedi.

"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i gönderdik". Onlar da Medyen bin İbrâhîm Şuayb bin Mikyel bin Yeşcür bin Medyen'dir. Ona kavmi ile güzel konuşmasından dolayı Peygamberlerin Hatib'i denilmiştir.

"Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur". Size Rabbinizden bir mu'cize geldi". Bir mu'cizesini kastediyor ki, Kur'ân'da ne olduğu belirtilmemiştir.

Rivâyete göre Mûsa'ya verdiği asanın ejderha ile mücadelesi, Mûsa'ya verdiği koyunların ve doğacak yavrularının ona ait olduğunu söylediği ve doğanların özellikle kara başlı ve ak gövdeli olması ve yedi seferde de Âdem'in asasının eline geçmesi gibi mu'cizeler, bu konuşmadan sonradır. Bunların Mûsa'nın kerameti olması yahut peygamberliğine irhas (ön bilgi) olması da câizdir. (Ölçüyü tam yapın) ölçü aletini demektir ki, bu durumda muzâf hazfedilmiş olur. Ölçüye (mikyal'e) keyl denilmesi maaş'a ayş denilmesi gibidir. Çünkü (teraziyi) buyurmuştur, nitekim Hûd sûresinde de:

"Evful mikyale velmizane” (Hûd: 85) buyurmuştur.

Yahut evful keyle ve veznel mizani demektir. Mizan’ın miâd gibi mastar olması da câizdir.

"İnsanların eşyasını kısmayın” haklarını eksik vermeyin. Genel olarak "eşyaehüm” demesi, onların önemli ve önemsiz, az ve çok kıstıklarım vurgulamak içindir.

Şöyle de denilmiştir: Onlar aşarcı idiler, aşarını almadan hiçbir şeyi bırakmazlardı.

"Yeryüzünde bozgunculuk etmeyin” küfür ve zulüm ile "ıslah edilmesinden sonra” durumunu ve halkını peygamberler ve onlara tâbi olanlar şerîatlarla ıslah ettikten sonra yahut orada ıslahat yapmalarından sonra. Buradaki izafet "bel mekrül leyli vennehari” (Sebe': 33) deki izafet gibidir.

"Eğer mü'min kimseler iseniz bu, sizin için daha hayırlıdır". Emrettiği ve men ettiği şeylerle amel etmeye işarettir. Hayırlı olmasının manası da ya mutlak fazlalıktır ya insaniyette, güzel sanda (şöhrette) ve mal biriktirmededir.

86

Ona îman edenleri tehdit ederek ve onları Allah'ın yolundan çevirerek her yola oturmayın ve onun eğrilmesini istemeyin. Hatırlayın, hani siz az idiniz de sizi çoğaltmıştı. Bakın, bozguncuların sonu nasıl oldu!

"Tehdit ederek her yola oturmayın” din yollarından her yola şeytan gibi oturmayın. Hak yolu her ne kadar tek ise de ancak marifetler, hudutlar ve ahkâmlar gibi dallara ayrılır. Onlar bunlardan birine koşan birini gördükleri zaman onu men ederlerdi.

Şöyle de denilmiştir: Gözetleme noktalarına oturur, Şuayb'e gitmek isteyene: O yalancıdır, sâkin seni dîninden çevirmesin, derler ve ona inananı tehdit ederlerdi. Yol kestikleri de söylenmiştir.

"Allah'ın yolundan çevirerek” yani Allah'ın yolunda oturanları demektir. Zamirin yerine zahirin konulması her yolu açıklamak, çevirdikleri şeyin büyüklüğünü göstermek ve hâllerini kötülemek içindir.

Ya da Allah'a îmandan çevirerek demektir.

"Men amene bihi” Allah'a îman edeni ya da birinciye (üzerine oturdukları din yoluna) göre her yola îman edeni demektir.

"Men” yakını amel ettirme kuralına göre "tesuddune"nin mef'ûlüdür. Eğer "Tuidune"nin mefultı olsa idi, tesuddunehüm derdi. Tuidune de üzerine atfedilenlerle beraber takudu'daki zamirden hâl’dir.

"Eğriliğini arayarak” Allah yolunun eğriliğini arayarak demektir ki, o da içine şüphe atmakla yahut insanlara eğri olduğunu söylemekledir.

"Hatırlayın, hani siz az idiniz” adediniz yahut hazırlığınız "sizi çoğalttı” nesile ve mala bereket vermekle.

"Bakın, bozguncuların sonu ne oldu” sizden önceki ümmetlerin sonu, onlardan ibret alın.

87

Eğer içinizden bir grup bana gönderilenlere îman etti ve bir grup da îman etmedi ise, Allah aramızda hüküm verinceye kadar sabredin. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.

"Eğer içinizden bir grup bana gönderilenlere îman etti ve bir grup da îman etmedi ise, sabredin” bekleyin,

"Allah aramızda hükmedinceye kadar” yani iki fırka arasında haksızlara karşı haklılara yardım etmekle. Bu da mü'minlere vaat ve kâfirlere gözdağıdır.

"O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır” çünkü hükmünü irdeleyecek yoktur, onda da haksızlık yoktur.

88

Kavminden büyüklük taslayanlar:

"Ey Şuayb, elbette seni ve seninle beraber îman edenleri mutlaka çıkaracağız yahut dinimize dönersiniz” dediler. O da: İstemesek de mi? dedi?

"Kavminden büyüklük taslayanlar: Ey Şuayb, elbette seni ve seninle beraber îman edenleri mutlaka çıkaracağız yahut dinimize dönersiniz, dediler” yani muhakkak bu iki durumdan biri olacaktır ya kentten çıkarılmanız ya da küfre dönmeniz. Şuayb aleyhisselâm hiçbir zaman onların dîninden olmadı; çünkü peygamberler için mutlak olarak küfür (inkâr) câiz değildir. Ancak cemâat teke baskın kılınarak ona ve kavmine böyle hitap edilmiştir. Cevap da "istemesek de mi?” şeklinde böyle verilmiştir. Yani ona nasıl döneriz ki, biz ondan ikrah ediyoruz yahut istemediğimiz hâlde bizi ona döndürecek misiniz, demektir?

89

Eğer Allah bizi ondan kurtardığı hâlde sizin dininize dönersek, Allah’a yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemedikçe bizim ona dönmemiz olamaz. Rabbimiz her şeyi ilimce kaplamıştır. Yalnız Allah'a tevekkül ettik. Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.

"Gerçekten Allah'a yalan uydurmuş oluruz” ona yalan isnat etmiş oluruz "Allah bizi ondan kurtardığı hâlde eğer ona dönersek". Şarttır, cevabı da mahzûftur, delili de "kadifterayna"dır. Bu da müstakbel manasınadır, çünkü gerçekleşmemiştir ancak mübalağa için gerçekleşmiş gibi kabul edilmiş ve hâle yaklaştırmak için üzerine "kad” getirilmiştir. Yani kurtulduktan sonra ona şimdi dönmeyi düşünürsek iftira etmiş oluruz. Çünkü o zaman Allah'ın eşi olduğunu, yolumuzun bâtıl olduğunu ve sizin yolunuzun da hak olduğunu iddia etmiş oluruz.

Şöyle de denilmiştir: Bu, kasemin cevabıdır, takdiri de: Vallahi lekad iftereyna, demektir.

"Bizim için olmaz” doğru olmaz "ona dönmek, ancak Rabbimiz Allah'ın dilemesi hariç” başarısızlığımızı ve dinden dönmemizi. Bunda küfrün Allah'ın dilemesiyle olduğuna delil vardır.

Şöyle de denilmiştir: Bundan, olmayacak şeye bağlamakla dönme umutlarını kesmek dilemiştir.

"Rabbimiz her şeyi ilimce kaplamıştır” yani ilmi olmuş ve olacak, sizden ve bizden ne varsa hepsini kuşatmıştır.

"Yalnız Allah'a tevekkül ettik” îmanda bize sebat vermesi ve bizi kötülerden koruması için. (Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet). Bizimle onların arasında karar ver. Fettah kadıdır, futaha da karardır.

Ya da durumumuzu açığa çıkar ki, onlarla aramızdakiler açığa çıksın ve haklı ile haksız belli olsun. Bu da fetehal müşkile'den gelir ki, müşkülü halletmektir.

"Sen hükmedenlerin en hayırlısısın” iki manaya göre de.

90

Kavminden kâfir olan ileri gelenler: Eğer Şuayb'e tâbi olursanız, şüphesiz siz, o takdirde kesinlikle ziyan edenlerdensiniz, dediler.

"Kavminden kâfir olanlar: Eğer Şuayb'e tâbi olursanız” ve kendi dininizi terk ederseniz "şüphesiz siz, o takdirde kesinlikle ziyan edenlersiniz, dediler". Doğru yolunuzu onun sapıklığı ile değiştirmenizden yahut eksik ölçüp tartmakla kazanacağınızı kaçırmanızdan dolayı. Bu da şartın ve lâm'dan kaynaklanan kasemin cevabı yerindedir.

91

Derken onları o sarsıntı tuttu; sabahleyin yurtlarında diz çökenler oldular.

"Derken onları o sarsıntı tuttu” deprem tuttu, Hicr sûresinde:

"Derken onları o ses tuttu” denilmiştir; belki de öyle başlamıştı.

"Sabahleyin yurtlarında diz çökenler (helâk olanlar) oldular” şehirlerinde.

"Ellezîne kezzebu şuayben” mübteda’dır, haberi de "keen lem yağnev fiha"dır. Yani kökleri kazıldı, sanki orada ikamet etmemiş gibi oldular. Mağna menzil ve konak demektir.

92

Şuayb'i yalanlayan kimseler, hiç orada ikamet etmemiş gibi oldular. Şuayb'i yalanlayanlar ziyan edenlerin ta kendileri oldular.

(Şuayb'i yalanlayanlar ziyan edenlerin ta kendileri oldular) din ve dünya bakımından; onların iddia ettikleri gibi onu tasdik edip arkasına düşenler ise öyle olmadılar, çünkü onlar iki yurtta da kazandılar. Buna dikkat çekmek ve mübalağa etmek için mevsûl tekrar edilmiş, yeniden iki cümleye başlanmış ve onlar da isim cümleleri olarak getirilmiştir.

93

Şuayb onlardan yüz çevirdi ve: Ey kavmim, yemin olsun, gerçekten ben size Rabbimin mesajlarım ulaştırdım ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme nasıl üzülürüm, dedi!

"Onlardan yüz çevirdi ve: Ey kavmim, yemin olsun gerçekten ben size Rabbimin sözlerini ulaştırdım ve size öğüt verdim, dedi” bunu da onlara çok üzüldüğü için söyledi. Sonra da kendini reddederek:

"Artık kâfir bir kavme nasıl üzülürüm!” dedi. Onlar üzülmeye değmezler, çünkü İnkârlarından dolayı başlarına geleni hak ettiler.

Ya da bunu pek üzülmediği için özür mahiyetinde buyurmuştur.

Mana da şöyledir: Ben tebliğde ve uyarmada aşırı çaba gösterdim, öğüt vermek ve size acımak için elimden geleni yaptım siz ise sözümü dinlemediniz. Artık size nasıl üzüleyim! "Âsâ” lâfzı iki hemzenin de imalesiyle "eysey” şeklinde de okunmuştur.

94

Bir memlekete hiçbir peygamber göndermedik ki, (karşı çıkmaktan vazgeçip) yalvarıp yakarsınlar diye ora halkını yoksulluk ve sıkıntıya uğratmış olmayalım.

95

Sonra kötülüğün yerine iyilik getirdik. Nihayet çoğaldılar ve: Atalarımıza keder / yoksulluk ve sevinç dokunmuştu, dediler. Biz de onları farkında olmadan ansızın yakaladık.

"Sonra kötülüğün yerine iyilik getirdik” yani onlara içinde bulundukları belâ ve sıkıntının yerine esenlik ve bolluk verdik, onları ikisiyle de denemek istedik. (Nihayet çoğaldılar) sonunda sayıları ve hazırlıkları arttı. Afen-nebatü denir ki, ot çoğalmaktır. İ'faul lihye (sakal bırakma) da bundan gelir.

"Atalarımıza keder ve sevinç dokunmuştu, dediler” Allah'ın nimetine nankörlük etmek, onun zikrini unutmak için, bir de şuna inanır ve zaman insanları keder ve kıvanç arasında cezalandırır. Bizim başımıza gelenlerin aynısı atalarımızın da başına gelmişti, derlerdi.

"Biz de onları ansızın yakaladık” birdenbire "farkında olmadan” azabın indiğinin.

96

Eğer kentler halkı îman etseler ve sakınsalardı, üzerlerine gökten ve yerden kesinlikle bereketler açardık. Ancak onlar yalanladılar; biz de onları kazandıkları şeyle yakaladık.

"Eğer kentler halkı” yani "ne zaman bir memlekete bir peygamber gönderdikse” kavlinin gösterdiği kentleri kastediyor. Bunun Mekke ve çevresi olduğu da söylenmiştir.

"Îman etseler ve sakınsalardı” inkâr ve isyan edecek yerde "üzerlerine gökten ve yerden kesinlikle bereketler açardık” onlara bol hayır verir ve her taraftan ona muvaffak kılardık. Bundan yağmur ve bitki murat edilmiştir de denilmiştir. İbn Âmir şedde ile "lefettahna” okumuştur.

"Ancak onlar yalanladılar; biz de onları kazandıkları şeyle yakaladık” inkâr ve isyanlarıyla demektir.

97

Kentler halkı azabımızın kendilerine geceleyin uyurlarken gelmesinden emin mi oldular?

"Efeemine ehlül kura” bu da "feehaznahüm bağteten vehüm lâ yeşurun” kavline atıftır, aralarındaki de itiraziye cümlesidir, mana da kentler halkı bunlardan sonra emin mi oldular, demektir?

"Azabımızın kendilerine geceleyin gelmesinden” beyaten, tebyîten demektir yahut vakte beyatin yahut mübeyyeten veyahut mübeyyetîn demektir. Beyaten aslında mastardır, gecelemek manasınadır. Selâm teslim manasına geldiği gibi bu da tebyît manasına gelir.

"Vehüm naimun” uyurlarken demektir ki, açık hüm zamirinden yahut "beyaten"deki gizli zamirden hâl’dir.

98

Kentler halkı azabımızın kendilerine kuşluk vakti oynarlarken gelmesinden emin mi oldular?

"Eve emine ehlül kura” İbn Kesîr, Nâfi' ve İbn Âmir sükûn ile tereddüt edâtı olarak "ev” okumuşlardır.

"Kentler halkı azabımızın kendilerine kuşluk vakti gelmesinden emin oldular?” güneşin sıcağında demektir. Dahve aslında yükselen güneşin ışığıdır.

"Oynarlarken” aşırı gafletten eğlenirlerken yahut faydasız şeylerle oyalanırken, demektir.

99

Allah'ın tuzağından emin mi oldular? Allah'ın tuzağından ziyan eden topluluktan başkası emin olmaz.

"Allah'ın tuzağından emin mi oldular?” bu da "efe emine ehlül kura” kavlinin onayıdır. Allah'ın tuzağı kulu yavaş yavaş ummadığı yerden azaba yaklaştırmasından istiaredir.

"Allah'ın tuzağından ziyan eden topluluktan başkası emin olmaz". Onlar da inkâr, olanı biteni gözlemlememek ve ibret almamak gibi şeylerle ziyan edenlerdir.

100

Yeryüzüne eski halkından sonra mirasçı olanlar için belli olmadı mı ki, eğer biz istese idik, onlara günahları yüzünden musibet verirdik. Kalplerinin üzerine mühür basarız da artık onlar işitmezler.

 (Yeryüzüne eski halkından sonra mirasçı olanlar için belli olmadı mı) yani kendilerinden önce geçenlerin yerine gelenler ve yurtlarına mirasçı olanlar için demektir.

"Yehdi” fiilinin lâm ile geçişli kılınması yübeyyinü manasına olmasındandır. (Eğer biz istese idik, onlara günahları yüzünden musibet verirdik). Yani durum şudur ki, eğer istese idik onlardan öncekilere musibet verdiğimiz gibi onlara da musibet verirdik demektir.

"En” "yehdi"nin fâ'ilidir, kim onu nûn ile (nehdi) okursa onu mef'ûl kılar.

"Ve natbau alâ kulubihim” bu da "evelem yehdi"nin gösterdiği şeyin üzerine atıftır. Kalplerini mühürleriz de hidâyetten gaflet ederler demektir.

Ya da atıf değil de ondan ayrıdır: Nahnü natbau (biz mühürleriz) demektir.

"Esabnahüm"ü tabba'na manasına alarak onun üzerine atfetmek câiz değildir, çünkü o,

"lev"e cevap durumundadır. Bu sebeple câiz değildir, çünkü o durumda kalplerini mühürlemeyiz manasına götürür.

"Artık onlar işitmezler” anlama ve ibret alma manasında işitme ile.

101

İşte bu kentlerin haberlerinden sana anlatıyoruz. Yemin olsun, onlara peygamberleri mu'cizeler getirmişti. Daha önce yalanladıklarına îman edecek değillerdi. İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler.

(İşte bu kentlerin) yani bahisleri geçen ümmet kentlerinin (haberlerinden sana anlatıyoruz). Nekussu hâl’dir, eğer "el - kura” haber kıhnırsa, isim cümlesinin faydası da bu anlatımla temin edilmiş olur. Nekussu haberdir, eğer kura sıfat kıhnırsa. İki haber olmaları da câizdir.

"Min” bazı manasınadır, yani bazı haberlerini anlatıyoruz, onların anlatmadığımız haberleri de var demektir.

"Yemin olsun, onlara peygamberleri mu'cizeler getirmişti, îman edecek değillerdi” onları getirdikleri zaman "daha önce yalanladıklarına” peygamberlerden önce yalanlamış olmaları ve yalanlamaya devam etmeleri sebebiyle. Yani daha önce yalanlamaları sebebiyle peygamberler onları getirince ömür boyu îman edecek değillerdi. Peygamberlerin uzun davetleri ve arka arkaya gelen mu'cizeleri onlara tesir etmedi.

"Li-yü'minu"daki lâm olumsuzluğu te'kit etmek ve onların îman etmeye uygun olmadıklarım göstermek içindir. Küfre karar verdikleri ve kalpleri mühürlendiği için îman onlara uymamaktadır.

"İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler". Dirençleri mu'cize ve uyarılarla gevşemez.

102

Çokları için ahde vefa bulmadık. Gerçekten çoklarını fâsıklar olarak bulduk.

"Çokları için bulmadık” insanların çokları için demektir. Âyet itiraz cümlesidir.

Ya da zikredilen ümmetlerden çokları için demektir.

"Min ahd” ahde vefa demektir. Çünkü çokları âyetlerin indirilmesi ve delillerin ortaya konulması ile îman ve takvaya dâir Allah'a verdikleri sözü bozdular.

Ya da sıkıntı ve korku içinde iken verdikleri sözü bozdular demektir. Meselâ "yemin olsun ki, eğer bizi bundan kurtarırsan, muhakkak şükredenlerden oluruz” (Yûnus: 22) demişlerdi.

"Ve in vecedna ekserehüm lefasikîn” çoklarını fâsıklar bulduk, bildik demektir. Bu da vecettü zeyden zelhifazi kavlinden gelir ki, Zeyd'i sözüne sahip, muhafazakâr buldum, demektir. Bu da "in” muhaffefeden ve bunu gösteren lâm'dan anlaşılmaktadır. Bu ancak mübteda ve haberde yahut bu ikisine dahil olan fiillerde câiz olur. Kûfelilere göre ise "in” olumsuzluk edatıdır, lâm da illâ manasınadır.

103

Sonra arkalarından Mûsa'yı mu'cizelerle Fir'avn'e ve ileri gelenlerine gönderdik. Onlara haksızlık ettiler. Bak, bozguncuların sonucu nasıl oldu?

"Sümme ba'asna min ba'dihim musa” zamir "velekad caethüm rüsülühüm” kavlinde geçen rusül'e yahut ümmetlere râcidir.

"Biayatina” mu'cizelerle gönderdik, demektir.

"Fir'avn'e ve ileri gelen adamlarına, onlara haksızlık ettiler” îman edecekleri yerde mu'cizeleri inkâr ettiler, halbuki o kadar açık idi ki, hakları îman etmekti. Bunun içindir ki, keferû yerine "zalemû” gelmiştir. Fir'avn Mısır kralının unvanıdır, tıpkı Kisra'nın Fürs kralına unvan olduğu gibi. İsmi Kaabus idi. Velid bin Mus'ab bin Reyyan olduğu da söylenmiştir.

"Bak, bozguncuların sonu nasıl oldu?"

104

Mûsa: Ey Fir'avn, şüphesiz ben, âlemlerin Rabbinden bir peygamberim, dedi.

"Mûsa: Ey Fir'avn şüphesiz ben, âlemlerin Rabbinden sana gönderilen bir peygamberim, dedi".

105

Bana Allah'a karşı ancak hakkı söylemek yaraşır. Ben size Rabbinizden bir mu'cize getirdim; İsrâîl oğullarını benimle beraber gönder.

 (Bana Allah'a karşı ancak hakkı söylemek yaraşır). Belki de bu onun elçilik savını yalanlamasına cevaptır. Onu zikretmemesi "Onlara haksızlık ettiler” kavlinden anlaşılmasındandır. Aslı hakikun aleyye en ekuledir, nitekim Nâfi' de öyle okumuştur. Karışıklıktan emin olunduğu için yer değişmiştir,

Meselâ şu mısrada olduğu gibi:

(Şişkolar kızıl kanlı mızraklarla bedbaht olur).

(Ve teşkad dayatıratü diyecek yerde ve teşkarrimahu demiştir).

Ya da seni bırakmayanı sen de onu bırakmamış gibi olur.

Ya da doğruluğunu abartmak için böyle demiştir.

Mana da şöyledir: Hak sözü söyle: mek benim boynumun borcudur. Benim gibisi onu söylemeden rahat edemez.

Ya da hakikun lâfzı harisun manasınadır yahut be'nin yerine alâ edâtı kullanılmıştır, Meselâ remeytü alel kavsi ve ci'tü alâ haletin hasenetin gibi. Übey'in be ile okuması da bunu destekler. Alâ'yı atarak "hakikün en lâ ekule” de okunmuştur.

"Ben size Rabbinizden bir mu'cize getirdim; İsrâîl oğullarını benimle gönder". Onları serbest bırak, benimle beraber kutsal topraklara dönsünler. Orası onların ata yurtlarıdır. Fir'avn onları köleleştirmiş ve onları ağır işlerde kullanmıştı.

106

Firavn dedi: Eğer bir mu'cize getirdi isen, eğer doğrulardan isen onu getir.

"Fir'avn dedi: Eğer bir mu'cize getirdi isen” seni gönderenin yanından "onu getir” onu önüme koy ki, doğruluğun meydana çıksın "eğer doğrulardan isen” davada.

107

O da asasını attı; bir de ne görsünler, o, apaçık büyük bir yılan.

"O da asasını attı; bir de ne görsünler; o apaçık büyük bir yılan” öyle açık ki, kimse onun büyük bir yılan yani ejderha olduğunda şüphe etmez.

Rivâyete göre onu atınca kıllı ve ağzı açık büyük bir yılana döndü. İki çenesinin arası seksen arşın idi. Alt çenesini yere. üst çenesini de saray surunun üzerine koydu, sonra Fir'avn'e doğru ilerledi. Fir'avn kaçtı ve altını kirletti. Öyle bir izdiham oldu ki, yirmi beş bin insan öldü. Fir'avn haykırdı: Ey Mûsa, seni gönderen Allah adına, onu tut, sana îman edeceğim ve İsrâîl oğullarını seninle göndereceğim, dedi. O da tuttu, tekrar asaya döndü.

108

Elini çıkardı; bir de ne görsünler, o, bakanlar için bembeyaz!

"Elini çıkardı” yakasından yahut koltuğunun altından "bir de ne görsünler; o, bakanlar için bembeyaz!” yani normalin dışında bir beyaz. Bakanların kabul edeceği bir beyazlık yahut bakanlar için demektir, çünkü aslında beyaz değildi.

Rivâyete göre Mûsa aleyhisselâm çok esmer idi. Elini koynuna yahut koltuğunun altına soktu, sonra da çıkardı, bembeyaz nurani olduğunu ve ışığı güneş ışığım bastırdığını gördüler.

109

Fir'avn'in kavminden ileri gelenler: Şüphesiz bu, elbette bilgili bir sihirbazdır, dediler.

"Fir'avn kavminden ileri gelenler: Şüphesiz bu gerçekten bilgili bir sihirbazdır, dediler". Bunu kendisi ve kavminin eşrafından ileri gelenler durumunu görüşme mahiyetinde demişlerdir. Şuarâ' sûresinde onlardan, burada da bunlardan nakledilmiştir.

110

Sizi toprağınızdan çıkarmak istiyor.

"Fir'avn: Ne dersiniz, dedi?"

"Sizi toprağınızdan çıkarmak istiyor, ne dersiniz?” ne yapmamızı tavsiye edersiniz?

111

 Onlar da: Onu ve kardeşini alıkoy ve şehirlere toplayıcılar gönder,

"Kâlû ercih” sanki fikir birliği ettiler ve bunu Fir'avn'e sundular. İrca tehir etmektir, yani onu ve kardeşini tecil et, dediler.

Aslı "erci'hü"dür, nitekim Ebû Amr, Ebû Bekir ve Ya'kûb erce'tü babından okumuşlardır.

"Erci'hû” da öyledir, bu da İbn Kesîr ile Hişâm'ın İbn Amrdan rivâyetidir, zamirde normal okunuştur. Erceytüden "ercihî” de okunmuştur ki, Nâfi' Verş kırâatin da, İsmâîl ve Kisâî böyle okumuşlardır. Ama onun Kalım kırâati ye'nin hazfi ve onun yerine kesre ile yetinerek "ercihi"dir.

Hamze ile Hafs'ın kırâati da he'nin sükûnu ile "ercih"dir, bunda munfasıl muttasıla benzetilmiş ve cihi ortasının sâkinliğinde ibil'e benzetilmiştir (yani cihi her ne kadar bihi'ye benziyorsa da aslı "erci'hüolduğu için kelimenin lamı atılmış, he onun yerine getirilmiş, sükûnu ona giydirilmiştir).

İbn Âmir'in hemze ve he'nin de kesri ile "erciehi” okuyuşunu nahiv alimleri beğenmemişlerdir, çünkü he ancak mâ-kabli meksûr olursa yahut mâkablinde sâkin ye bulunursa olur. Bunun izahı da şöyledir: Hemze ye'ye kalb olununca onun gibi kabul edilmiştir.

112

Bütün bilgili sihirbazları sana getirsinler, dediler.

Hamze ile Kisâî burada ve Yûnus sûresinde "bikülli sehhârin” okumuşlardır. Şuarâ' sûresinde bunun üzerinde ittifakları da bunu teyit eder.

113

 Sihirbazlar Fir'avn'a gelip: Eğer biz gâlip olursak, gerçekten bize bir ücret var mı, dediler?

"Sihirbazlar Fir'avn'e geldiler” onları getirmek üzere zaptiyeleri gönderdikten sonra.

"Eğer biz gâlip gelirsek, bize bir ücret var mı, dediler?” Bu, yeni söz başıdır, sanki biri şöyle sormuş: Geldikleri zaman ne dediler? Onlar da böyle demişlerdir. İbn Kesîr, Nâfi', Hafs da Âsımdan naklen haber tarzında ve kesin ücret isteyerek:

"inne lena leecren” okumuşlardır ki, mutlaka ücret isteriz, demektir. Ecren'in nekire oluşu da büyütmek içindir.

114

O da: Evet, şüphesiz siz bana yaklaştırılanlardan olursunuz, dedi.

"O da: Evet, dedi” şüphesiz sizin için ücret vardır,

"şüphesiz bana yaklaştırılanlardan olacaksınız” "Evet” ile demek istenen ve cevaptan fazlası da onları teşvik için atfedilmiştir.

115

 Sihirbazlar: Ey Mûsa, sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım, dediler?

"Sihirbazlar: Ey Mûsa, sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” Edebe riayet ederek ve yiğitlik göstererek Mûsa'yı serbest bıraktılar. Ancak niyetleri önce kendileri atmak idi. Daha beliğ bir ifadeye geçerek, haberi mâ'rife kılarak, araya fasıla koyarak ve muttasıl zamirlerini munfasıl zamirle te'kit ederek buna vurgu yaptılar. Bunun içindir ki, Mûsa da ikram olarak, tolerans göstererek, onlarla alay ederek ve kendine güvenerek:

116

O da: Siz atın, dedi. Onlar atınca, insanların gözlerini büyülediler ve onları korkutmak için ortaya büyük bir sihir koydular.

"O da: Siz atın” dedi.

"Onlar atınca insanların gözlerini boyadılar” hayali gerçek gibi göstererek "onları korkutmak istediler” bunu istermişçesine onları fena hâlde korkuttular.

"Ortaya büyük bir sihir koydular” sihir sanatında demektir.

Rivâyete göre onlar kalın ipler ve uzun sırıklar attılar; bunlar yılan gibi göründü, öyle ki, vadi doldu ve birbirinin üstüne çıktılar.

117

 Mûsa'ya: Asânı at, diye vahyettik. Bir de gördüler ki, o, onların uydurduklarını yutuyor.

"Mûsa'ya: Asânı at, diye vahyettik” attı, o da bir yılan oldu.

"Bir de gördüler ki, onların uydurduklarını yutuyor". Ye'fikun ifk'ten gelir ki, o da uydurmak, bir şeyi ters yüz etmektir.

"Mâ"nın mastariye olması da câizdir ki, fiiliyle beraber mef'ûl manasınadır.

Rivâyete göre onların iplerini, sopalarını tamamen yuttu, sonra da seyircilerin üzerine döndü. Onlar da kaçtılar, büyük bir kalabalık helâk oldu. Sonra Mûsa onu tuttu, o da eskisi gibi asa oldu. Sihirbazlar: Eğer bu sihir olsa idi iplerimiz ve sopalarımız olduğu gibi kalırdı, dediler. Hafs Âsım'dan rivâyet ederek burada, Tâhâ'da ve Şuarâ''da "telkaf” okumuştur.

"Uydurdukları hiç oldu” sihir ve karşılık vermek istedikleri şeyler demektir.

118

Böylece hak gerçekleşti, yaptıkları da bâtıl (hiç) oldu.

119

 Orada mağlup oldular ve küçülerek döndüler.

"Orada mağlup oldular ve küçülerek döndüler” hor oldular, şaşırdılar yahut şehre ezik ve yenik olarak döndüler. Zamir Fir'avn'e ve kavmine râcidir.

120

 Sihirbazlar secdeye kapandılar.

"Sihirbazlar secdeye kapandılar” yüzleri üstü atıldılar. Bu da hakkın gözlerini kamaştırdığını ve onları secdeye zorladığını göstermektir. Öyleki kendilerine sahip olamadılar ya da onlara bunu Allah ilham etti ve ona sürükledi ki, Fir'avn Mûsa'yı kırmak istediği şey ile kırılsın, iş başına (ters) dönsün ya da bu, hızla ve şiddetle yere kapanmalarım göstermek içindir.

121

Bizler âlemlerin Rabbine îman ettik, dediler. (Mûsa ile Hârûn'un Rabbine.)

Biz âlemlerin Rabbine îman ettik, dediler, (Mûsa ile Hârûn'un Rabbine). İkinci rabbi birinciden bedel yaptılar ki, bundan Fir'avn'i kastettikleri akla gelmesin.

122

 (Bizler âlemlerin Rabbine îman ettik, dediler.) Mûsa ile Hârûn'un Rabbine.

 (Biz âlemlerin Rabbine îman ettik, dediler,) Mûsa ile Hârûn'un Rabbine). İkinci rabbi birinciden bedel yaptılar ki, bundan Fir'avn'i kastettikleri akla gelmesin.

123

 Fir'avn: Ben size izin vermeden ona îman ettiniz. Şüphesiz bu, şehirde halkını ondan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Yakında bilirsiniz, dedi!

"Fir’avn: Ona îman ettiniz, dedi” Allah'a yahut Mûsa'ya. İstifham İnkâridir, Hamze, Kisâî, Ebû Bekir de Âsım'dan, Ravh da Ya'kûb'tan rivâyetle ve Hişâm asıl üzere iki hemzeyi de göstererek (eâmentüm) okumuşlardır. Hafs ise haber tarzında "âmentüm bihi” okumuştur.

"Ben size izin vermeden, şüphesiz bu, kurduğunuz bir tuzaktır” gerçekten bu yaptığınız, sizin ve Mûsa'nın düzdüğü bir hiledir.

"Şehirde” Mısır'da bayram yerine çıkmadan önce "halkını ondan çıkarmanız için” yani Kıptileri demektir, Onlar çıksın da şehir size ve İsrâîl oğullarına kalsın.

"Yakında bilirsiniz” yaptığınızın sonucunu. Bu da kapalı bir tehdittir. Açılımı da şudur:

124

Elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da sizi, hepinizi mutlaka asacağım.

"Elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim” her taraftan birini,

"sonra da sizi, hepinizi asacağım” sizi rezil etmek ve sizin gibilere ibret olmak için. Şöyle denilmiştir: Böyle yapmayı ilk adet eden odur, Allah da yol kesenlere suçlarını kötü göstermek için aynı cezayı meşru kıldı. Bunun içindir ki, ona Allah ve Resûlü ile savaşmaktır, denilmiştir. Ancak bu sırasıyla yapılır. Bu da kullarına çok merhamet ettiği içindir.

125

Sihirbazlar: Gerçekten biz, Rabbimize döneceğiz.

"Sihirbazlar da: Gerçekten biz, Rabbimize döneceğiz” ölmekle, bunda şüphe yoktur, senin tehdidine kulak asmıyoruz.

Yahut biz Rabbimizin sevabına döneceğiz, eğer bize bunu yaparsan. Sanki onlar Allah'a kavuşmayı özlediklerinden bunu hoş görmüşlerdir.

Ya da biz de sen de Rabbimize döneceğiz, aramızda hüküm verecektir.

126

 Seni bizden hoşlanmaman, sadece Rabbimizin bize gelen âyetlerine îman ettiğimiz içindir. Rabbimiz, üzerimize sabır aktar ve bizi Müslümanlar olarak öldür.

"Senin bizden hoşlanmaman, sadece Rabbimizin bize gelen âyetlerine îman etmemiz içindir” o (îman) amellerin en hayırlısıdır ve bütün menkıbelerin aslıdır, senin rızan için ondan dönecek değiliz. Sonra Allah'a yalvardılar ve.

"Rabbimiz, üzerimize sabır aktar” dediler. Üzerimize sabır dök, bizi su gibi boylasın yahut üzerimize bizi günahlardan arındıracak şey dök, o da Fir'avn'in tehdidine karşı sabırdır.

"Bizleri Müslümanlar olarak öldür” İslâm'da sebat ederek.

Şöyle de denilmiştir: Onlara bu tehdidini yaptı.

Şöyle de denilmiştir: Bunu yapamadı, çünkü Allahü teâlâ:

"ikiniz ve size tâbi olanlar gâliplersiniz” (Kasas: 35) buyurmuştur.

127

 Fir'avn kavminden ileri gelenler:

"Mûsa'yı ve kavmini, bu topraklarda bozgunculuk etmeleri ve seni ve ilâhlarını bırakmaları için terk mi edeceksin?” dediler. O da: Oğullarını öldüreceğiz ve kızlarını sağ bırakacağız. Şüphesiz biz, onların üstünde ezicileriz, dedi.

"Fir'avn kavminden ileri gelenler: Mûsa'yrve kavmini, bu topraklarda bozgunculuk etsinler diye terk mi edeceksin, dediler?” Halkı sana kışkırtmak ve onları sana karşı gelmeye davet etmekle "ve yezereke” bu da "liyüfsidu"ya atıftır yahut istifhamın vâv ile cevabıdır, şurada olduğu gibi.

Ben sizin komşunuz değil miyim ve aramızda yok mu

Sizinle benim aramızda sevgi ve kardeşlik?

(Veyeku beyni).

Âyetin manası da şöyledir: Sen Mûsa'yı terk edecek misin? O da seni terk edecek mi?

"Etezerü"nün üzerine atıfla yahut yeni söz başı veya hâl olarak ref ile "veyezerüke” de okunmuştur. Sükûn ile "veyezerke” de okunmuştur ki, sanki: Yüfsidu ve yezerke demek olur. Cenab-ı Allah'ın:

"Feessaddeka veekün” (Münâfıkun: 10) kavli gibi.

"Vealiheteke” ve ilâhlarını. Onun yıldızlara taptığı da söylenmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Kavmi için putlar yapmış ve kendisine yaklaşmaları için onlara tapmalarını emretmişti. Bunun içindir ki,. "En büyük ilâhnız benim!” (Naziat: 24) demişti. İlâheteke de okunmuştur sana tapmaya demektir.

"Firavn dedi: Oğullarını öldüreceğiz ve kızlarını sağ bırakacağız” daha önce yaptığımız gibi, Tâ ki, onlara karşı ne kadar güçlü ve gâlip olduğumuz bilinsin ve müneccim ve kâhinlerin mülkümüzün eliyle gideceği çocuk o olduğu akla gelmesin. İbn Kesîr ile Nâfi' hafif olarak "senaktülü” okumuşlardır.

"Şüphesiz biz onların üstünde ezicileriz” galibiz, onlar mağluplar, yumruğumuzla ezilmişlerdir.

128

 Mûsa, kavmine: Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. Ona kullarından dilediklerini mirasçı kılar. Sonuç müttekılerin, dedi.

"Mûsa, kavmine: Allah'tan yardım isteyin ve sabredin, dedi".

Fir'avn'in dediklerini duyup da bundan rahatsız olunca onları teskin etmek için böyle dedi.

"Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. Ona kullarından dilediklerini mirasçı kılar". Onları teselli etmek, Allah'tan yardım isteme emrini iyice anlatmak ve kafalarına yerleştirmek için böyle dedi.

"Sonuç müttekılerindir” bu da onlar için zafer vadidir. Kıptilerin helâk olup yurtlarım onlara miras edeceğine ve bunu gerçekleştireceğine dâir bir hatırlatmadır. Nasb ile "inne"nin ismine atfedilerek de "velakibete” şeklinde de okunmuştur. El- ard'daki lâm-ı tarifin ahde de cinse de ihtimali vardır.

129

 Onlar da: Biz sen bize gelmeden önce de, bize geldikten sonra da eziyet çektik, dediler. O da: Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı helâk eder ve bu yerde onların yerine geçirir de nasıl yaptıklarınıza bakar, dedi.

"Onlar da: Biz sen bize gelmeden önce de eziyet çektik, dediler” risaletle gelmeden önce demektir ki, oğullarımızın öldürülmesiyle eziyet çektik "bize geldikten sonra da” onun tekrar edilmesiyle de.

"O da: Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı helâk eder ve sizi onların yerine geçirir, dedi". Daha önce kinaye yollu söylediğini açıklayarak böyle dedi, çünkü bundan teselli olmadıklarım gördü. Umulur ki, diyerek lealle fiilini kullanması bizzat onların mı, yoksa evlatlarının mı, o topraklara mirasçı olacaklarını kestiremediği içindir.

Rivâyete göre Mısır'ı ancak Dâvûd aleyhisselâm zamanında fethetmişlerdir.

"Nasıl yaptıklarınıza bakar” yaptığınız şükür, nankörlük, itâat ve isyanı görür de sizi ortaya koyduğunuz şeylerle hesaba çeker.

130

Yemin olsun, Fir'avn hanedanını, ibret alsınlar diye kıtlıkla ve ürün eksikliği ile yakaladık (cezalandırdık).

"Yemin olsun, Fir'avn hanedanım kıtlıkla yakaladık” yağmur ve su azlığından dolayı kuraklıkla demektir. Burada geçen sene (yıl) tabiri genellikle kıtlık yılı için kullanılır, çünkü çok söylenir ve tarih düşülür. Sonra ondan fiil türetilmiş ve esentil kavmu denilmiştir ki, kıtlık patlak vermektir.

"Ürün eksikliği ile” afetlerin çok olması ile

"ibret alsınlar diye” küfür ve isyanlarının uğursuzluğundan uyanırlar da öğüt alırlar yahut şiddetlerden kalpleri sızlar da Allah'a sığınır ve ondan isterler diye.

131

Onlara iyilik geldiği zaman: Bu bize aittir, derler. Eğer başlarına bir musibet gelirse, Mûsa'ya ve yanındakilere uğursuzluk yüklerler. Bilin ki, onların uğursuzlukları Allah kalındadır; ancak çokları bilmezler.

"Onlara iyilik geldiği zaman” bolluk ve rahatlık gibi "bu bize aittir, derler” bizim yüzümüzdendir ve biz bunu hak ettik, derler.

"Eğer başlarına bir musibet gelirse” kıtlık ve belâ gibi "Mûsa'ya ve yanındakilere uğursuzluk yüklerler” ve: Onların uğursuzluklarından başımıza geldi, derler. Bu da onların gayet aptal ve katı kalpli olduklarını gösterir. Çünkü zorluklar kalpleri yumuşatır, mizaçları normalleştirir ve tutuculuğu ortadan kaldırır, Özellikle mu'cizeleri gördükten sonra. Ama bunlar onlara tesir etmedi bilâkis azgınlık ve taşkınlıklarını artırdı. Elhasenet diye mâ'rife edip inne tahkik edatıyla zikretmesi onun çok gerçekleşmesinden ve meydana gelmesi için irâdenin gerekmesindendir. Seyyieyi nekire yapıp tereddüt harfi olan "in"den sonra getirmesi ise az olduğundan ve gerçekleşme için irâde sarf edilmemesindendir.

"Bilin ki, onların uğursuzlukları Allah katındadır” yani onların hayır ve serleri Allah'ın yanındadır, onun hikmet ve dilemesiyledir. Ya.da uğursuzluk sebepleri Allah yanında demektir ki, o da ezelde yazılı amelleridir. Çünkü onları kendilerini üzen şeye sevk eden onlardır (bahtlarının karalığıdır). "Înnema tayruhum” da okunmuştur ki, o ism-i cemidir. Onun cemi olduğu da söylenmiştir.

"Ancak çokları bilmezler” başlarına gelenin Allah'tan olduğunu yahut kötü amellerinden kaynaklandığını.

132

Dediler: Bizi büyülemek için bize her ne zaman mu'cize getirsen, biz sana inanmayız.

 (Her ne zaman, dediler) aslı şart edâtı olan "mâ"dır, ona te'kit için fazla bir ilave edilmiştir, sonra da tekrar dile ağır geleceğinden elifi he'ye çevrilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: O def etmek isteyen kimsenin çıkardığı "meh” sesi ile ceza edâtı olan "mâ"dan oluşmuştur. Mübteda olarak mahallen mensûbtur yahut tefsir eden bir fiille mensûbtur.

"Te'tina bih” yani ne zaman bize getirmek için bir şey hazırlarsan demektir.

"Mu'cizeden” bu da "mehmayı” açıklamaktadır. Ona mu'cize demeleri Mûsa'nın iddiasına göredir, onların itikatlarına göre değildir. Bunun içindir ki,

"bizi büyülemek için getirirsen, sana inanmayız” dediler. Yani gözlerimizi büyülemek ve aklımızı karıştırmak için demektir.

"Bini"deki zamir mehma'ya râcidir, açıklamadan önce lâfız itibarı ile onu müzekker, mana itibarı ile de müennes kılmıştır.

133

Biz de onların üzerine tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kanı ayrı ayrı mu'cizeler olarak gönderdik. Onlar da kibir tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular.

"Biz de onların üzerine tufan gönderdik” onları dolaşan, yurtlarını ve ekinlerini kaplayan yağmur ve sel demektir. Çiçek hastalığı da denilmiştir. Kanadı bitmeyen çekirge de denilmiştir.

"Çekirge, haşerat” kummelin iri kene olduğu söylenmiştir.

"Kurbağalar ve kan”

rivâyete göre üç gün şiddetli karanlık içinde yağmur yağdı, kimse evinden çıkamadı. Su evlerine girdi, öyleki köprücük kemiklerine kadar çıktı. İsrâîl oğullarının evleriyle onların evleri karışık idi, onların evlerine bir damla düşmedi. Su tarlalarının üzerinde durup kaldı, ekin ekemediler, hiçbir şey yapamadılar. Bu bir hafta sürdü. Kalkıp Mûsa'ya: Bizim için Rabbine dua et, bunu üzerimizden kaldırsın, biz de sana îman ederiz, dediler. O da dua etti, sıkıntıları def oldu, görülmedik şekilde otları ve ekinleri bitti, yine îman etmediler. Bu sefer de Allah onlara çekirge gönderdi; ekinlerini ve meyvelerini yedi. Sonra kapıları, çatıları ve elbiseleri yemeğe başladı. Ona ikinci kez başvurdular, o da dua etti, kıra çıktı, asasıyla doğuya ve batıya doğru işâret etti, çekirgeler de geldikleri yere döndüler. Yine îman etmediler. Bu sefer de Allah onlara kımılı musallat etti, çekirgelerin bıraktığını yediler. Yemeklerinin içine düşüyordu, elbiselerinin içine giriyordu, derilerine yapışıp kanlarını emiyordu. Mûsa'ya dahalet ettiler, sıkıntıları kaldırıldı, o zaman: İyice bildik ki, sen sihirbazsın, dediler. Sonra Allah onlara kurbağaları gönderdi, öyle ki, elbiselerini ve yiyeceklerini açtıkları zaman içinde kurbağa buluyorlardı. Yatakları onlarla dolu idi. Kaynayan tencerelerine sıçrıyor, konuşurlarken ağızlarına giriyordu. Mûsa'ya sığındılar, yalvardılar, o da onlardan söz aldı ve dua etti. Allah onları def etti, onlarsa sözlerini bozdular. Sonra Allah onlara kan gönderdi; suları kan oldu, öyle ki, Kıpti ile İsrâîlli bir kabın üzerinde bir araya gelirlerdi; onun tarafındaki kan olur, İsrâîllinin tarafındaki ise su olurdu.

İsrâîllinin ağzından su emerdi de ağzında kan olurdu.

Şöyle de denilmiştir: Allah onlara burun kanamasını musallat, etti. (Mu'cizeler olarak) hâl olarak mensûbtur.

"Mufassalatin” açık demektir. Hiçbir akıllı onların mu'cize ve Allah’ın gazabı olduğunda şüphe etmezdi.

Ya da hâllerini açıklayan mu'cizeler demektir ki, her mu'cize arasında bir ay vardı. Her biri de bir hafta devam ederdi. Şöyle denilmiştir: Mûsa sihirbazları yendikten sonra aralarında yirmi yıl kaldı, bu mu'cizeleri onlara zaman zaman gösterdi.

"Onlarsa kibir tasladılar” îman etmekten.

"Günahkâr bir kavim oldular".

134

Üzerlerine azâp çökünce: Ey Mûsa, Rabbinin sana verdiği söz hürmetine, bizim için dua et. Eğer bizden azâbı kaldırırsan, mutlaka sana îman edeceğiz ve mutlaka İsrâîl oğullarını seninle göndereceğiz, dediler.

"Velemma vakaa aleyhimür riczü” yani üzerlerine açıklanan azâp yahut Allah'ın bunun ardından gönderdiği tufan çökünce "ey Mûsa, Rabbinin sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et, dediler". Verdiği söz de peygamberliktir yahut dua ettiğin takdirde kabul edeceğini bildirdiği sözü hakkı için, elemektir, nitekim mu'cizelerinde de duanı kabul etmişti.

"Bima ahide” "ud'u"ya bağlıdır yahut ondaki zamirden hâl’dir,

Mana da şöyledir: Sana verdiği sözü vesile kılarak Allah'a dua et.

Ya da isteklerinin delâlet ettiği mahzûf bir fiile bağlıdır Meselâ es'ifna ilâ natlubu (sana verdiği söz hürmetine ihtiyacımızı gör demektir) ya da kasemdir ki, cevabı da "eğer bizden azâbı kaidırırsan mutlaka sana îman edeceğiz ve mutlaka İsrâîl oğullarım seninle göndereceğiz” kavlidir. Yani Allah'ın sana verdiği söze yemin ederiz ki, eğer azâbı bizden kaidırırsan sana mutlaka îman ederiz ve İsrâîl oğullarını da göndeririz.

135

Onlardan azâbı ulaşacakları bir süreye kadar kaldırınca, birden yeminlerini bozdular.

"Onlardan azâbı ulaşacakları bir süreye kadar kaldırınca” ulaşabilecekleri ve onda azâp görecekleri veya helâk olacakları bir süreye kadar demektir ki, o da suya boğulma veya ölme vaktidir. Îman etmeleri için belirlenen süreye kadar da denilmiştir.

"Birden yeminlerini bozdular” bu da Lemmâ'nın cevabıdır. Yani onlardan azâbı kaldırınca düşünmeden ve duraksamadan yeminlerini bozdular.

136

Biz de onlardan intikâm aldık; âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil olmaları sebebiyle onları denizde boğduk.

"Biz de onlardan intikâm aldık” onlardan intikâm almak istedik "onları denizde boğduk” yani derinliği bilinmeyen deryada demektir.

"Âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil olmaları sebebiyle” yani denizde boğulmaları âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlar üzerinde düşünmemelerinden idi, öyle ki, onlardan gâfil olmuşlardı. Anha zamirinin "fentekanına"dan anlaşılan gazaba râci olduğu da söylenmiştir.

137

Zayıf görülen o kavmi de bereket verdiğimiz o yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrâîl oğullarına güzel kelimeleri, sabretmeleri sebebiyle tamam oldu. Fir'avn ve kavminin yaptıkları ve yükselttikleri şeyleri ise helâk ettik.

"Zayıf görülen o kavmi de mirasçı kıldık” kölelikle, zayıflarının erkek çocuklarım kesmekle "o yerin doğularını ve batılarını” yani Şâm'ın ve Mısır'ın demektir. Firavunlardan ve Amalikalılardan sonra oraya İsrâîl oğulları sahip oldular ve çevrelerine yerleştiler.

"Bereket verdiğimiz” bolluk ve geçim rahatlık verdiğimiz, demektir.

"Rabbinin İsrâîl oğullarına güzel kelimeleri tamam oldu” gerçeklik kazandı ve onlara zafer ve îman vaadi yerine geldi. O da:

"onlara lütufta bulunmak, düşmanlarına da korktukları şeyi göstermek istiyoruz” (Kasas: 4-5) âyetleridir. Çoğul olarak "kelimâtü rabbike” de okunmuştur, çünkü vaatlar birden çoktur.

"Sabırları sebebiyle” şiddetlere gösterdikleri sabır sebebiyle.

"Demmerna” tahrip ettik,

"Fir'avn ve kavminin yaptıklarını” saray ve binalarını "ve yükselttiklerini” bahçelerini yahut binalarını demektir ki, Haman'ın kulesi gibi. İbn Âmir ile Ebû Bekir burada ve Nahl sûresinde zamme ile "yaruşun” okumuşlardır. Fir'avn ve kavminin kıssası burada bitti.

138

İsrâîl oğullarını denizden geçirdik. putlarına ibâdet eden bir kavme geldiler.

"Ey Mûsa, onların ilâhsı gibi bize de bir ilâh yap” dediler. O da: Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz, dedi.

"İsrâîl oğullarını denizden geçirdik” bundan sonrası İsrâîl oğullarının yaptıkları iğrenç işlerdir. Halbuki Allah onlara büyük nimetler ihsan etmiş ve onlara büyük mu'cizeler göstermişti. Bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e tesellidir, mü'minler için de bir uyarmadır. Tâ ki, kendilerini hesaba çekmekten ve hâllerini göz önüne almaktan gâfil kalmasınlar.

Rivâyete göre Mûsa aleyhisselâm onları Aşure günü Fir'avn ve kavmi helâk olduktan sonra denizden geçirdi. O gün şükür için oruç tuttular.

"Bir kavme geldiler” yanlarından geçtiler,

"putlarına ibâdet ediyorlardı” ona sürekli tapıyorlardı.

Şöyle de denilmiştir: Onlar sığır heykelleri idi, bu da buzağıya tapma olayının başıdır. O kavim Mûsa'nın savaşmalarını emrettiği Amalikalılar idi. Lahm kabilesi oldukları söylenmiştir. Hamze ile Kisâî, kesre ile "yakifune” okumuşlardır.

"Ey Mûsa, bize de bir ilâh yap, dediler” ibâdet etmemiz için bir put yap, dediler.

"Onların ilâhsı gibi” taptıkları İlâhsı gibi. Kema'daki kef’i amelden düşürmek içindir.

"O da: Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz, dedi". Onları mutlak cahillikle niteledi, onu da inne harfi ile te'kit etti. Çünkü bu kadar büyük mu'cizeler gördükten sonra yaptıkları şey akıldan uzaktı.

139

Şüphe yok ki, bunların içinde bulundukları şey helâk olmuştur ve yaptıkları da bâtıldır.

"Şüphe yok ki, bunlar” o kavme işarettir,

"helâk olmuştur” kırılmış, tahrip olmuştur "içinde bulundukları şey” yani Allahü teâlâ onların yaşamakta oldukları dinlerini yıkacak, putlarını kıracak ve onları paramparça edecektir.

"Yaptıkları da bâtıldır” ibâdetleri, ister ki, Allahü teâlâ'ya yaklaşmak istesinler. Bu sözde birkaç yönden mübalağaya gitti, bunu da haulai'yi inne'nin ismi yapmak, içinde bulundukları şeyin helâk ve yaptıkları şeyin bâtıl olduğunu haber vermekle yaptı. Her iki cümlede "inne"nin haberinin takdim edilmesi, şunu vurgulamak içindir ki, helâk onlara ulaşacaktır, bunda da şüphe yoktur. Geçmiş her şeyleri de yok olacaktır, bunu da istedikleri şeyden nefret ettirmek ve sakındırmak için yapmıştır.

140

Dedi: Allah'tan başkasını mı size ilâh olarak arayayım? O ki, sizi âlemlere üstün kılmıştır.

"Dedi:

"Allah'tan başkasını mı size bir ilâh olarak arayayım?” size mâbut olarak arayayım,

"o ki, sizi âlemlere üstün kılmıştır". Size öyle nimetler vermiştir ki, başkalarına vermemiştir. Bunda kötü karşılık vermelerine dikkat çekilmiştir, şöyle ki, Allahü teâlâ hak etmedikleri hâlde lütuf ve kereminden dolayı onlara özel olarak verdiği nimetini mahlukatının en düşüğünü ona şirk koşmakla karşıladılar.

141

Hani, sizi Fir'avn hanedanından kurtarmıştık. Size azabın kötüsünü reva görüyorlardı. Oğullarınızı öldürüyor ve kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda da Rabbinizden size büyük bir belâ vardı.

"Hani, sizi Fir'avn hanedanından kurtarmıştık” Allah'ın size o vakitte yaptığını hatırlayın. İbn Âmir "encaküm” okumuştur. (Size azabın en kötüsünü reva görüyorlardı). Kurtardığı şeyi açıklamak için yeni söz başıdır ya da muhataplardan hâl’dir veyahut Fir'avn ailesinden veya ikisinden hâl’dir.

"Oğullarınızı öldürüyor ve kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı” bu da onu açıklayan bedeldir.

"Bunda da Rabbinizden size büyük belâ vardı” kurtarmada yahut azapta bir nimet veyahut büyük bir işkence vardı.

142

Mûsa ile otuz gece sözleştik ve onu on ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin edilen vakti kırk gece olarak tamam oldu. Mûsa, kardeşi Hârûn'a:

"Kavmimde hâlifem ol, ıslah et ve bozguncuların yoluna gitme” dedi.

"Mûsa ile otuz gece sözleştik” o da zilkade ayıdır. Ebû Amr ile Ya'kûb "vevaadna” okumuşlardır.

"Onu on ile tamamladık” zühicceden on gece ile.

"Böylece Rabbinin tayin edilen vakti kırk gece olarak tamam oldu". Kırk geceye çıktı.

Rivâyete göre Mûsa aleyhisselâm İsrâîl oğullarına Mısır'da Fir'avn helâk olduktan sonra Allah'tan bir kitap getireceğini vaat etti. İçinde her şey lacaktı. Fir'avn helâk olunca Mûsa, Rabbinden bunu istedi. O da otuz gün oruç tutmasını emretti. Otuz günü tamamlayınca ağız kokusunu beğenmedi, misvak kullandı. Melekler: Biz senden misk kokusu alıyorduk, onu misvakle bozdun, dediler. Allahü teâlâ da ona on gün ilave etmesini emretti.

Şöyle de denilmiştir: Otuz gün oruç tutmak ve ibâdet etmekle halvete çekilmesini emretti. Sonra Allah ona on günde Tevrat'ı indirdi ve onunla konuştu.

"Mûsa, kardeşi Hârûn'a:

"Kavmimde hâlifem ol, ıslah et” içlerinden ıslah edilmesi gerekeni ıslah et yahut ıslahatçı ol "bozguncuların yoluna gitme". Bozguncuların yoluna gidenlerin ardına düşme ve seni ona çağırana itâat etme, dedi.

143

Mûsa, tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi onunla konuşunca:

"Rabbim, bana görün; sana bakayım” dedi. O da: Sen beni göremezsin. Ancak dağa bak; eğer yerinde durursa, sen de beni görürsün, dedi. Rabbi dağa tecelli edince, onu paramparça etti ve Mûsa baygın düştü. Aydınca:

"Seni tenzih ederim. Sana tevbe ettim ve ben mü'minlerin ilkiyim, dedi.

 (Mûsa tayin ettiğimiz vakitte gelince) belirttiğimiz vakitte demektir. Lâm ihtisas içindir yani bize gelmesi için tahsis edilen vakitte demektir.

"Rabbi onunla konuşunca” aracısız, tıpkı meleklerle konuştuğu gibi.

Rivâyete göre Mûsa aleyhisselâm bu kelâmı her taraftan işitiyordu. Şuna dikkat edilmelidir ki, onun kadîm kelâmını işitmek sonradan olanların kelâmı cinsinden değildir.

"Dedi: Rabbim, bana görün, sana bakayım". Kendini bana göster, bana seni görme imkanı ver yahut bana tecelli et, sana bakayım ve seni göreyim. Bu da onu görmenin bazı vakitlerde câiz olduğuna delildir. Çünkü peygamberlerin imkânsız bir şeyi istemesi mümkün değildir, hele Allah'a karşı cahillik sayılacak şeyde asla! Bunun içindir ki,

"Beni asla göremezsin” (Araf: 143) kavli ile reddetmiş,

"ben görünmem” yahut "sana asla göstermem” veyahut "bana bakamazsın” dememiştir. Bu da şunu göstermektedir ki, onu görmek için kusurludur, çünkü onu görmek bakanda bazı hazırlıklara bağlıdır; o ise henüz mevcut değildir. Mûsa'nın bunu istemesini, kavminden:

"Allah'ı bize açıkça göster” (Nisa: 153) diyenleri susturmak içindir demek, hatadır. Çünkü eğer imkânsız olsa idi, onları cahillikle niteler ve şüphelerini giderirdi, nitekim onlar:

"Bize bir ilâh yap” (A'raf: 138) dedikleri zaman öyle yapmıştı ve yollarına gitmezdi, nitekim kardeşine de:

"Bozguncuların yollarına gitme” (A'raf. 132) demişti. Âyeti görmenin muhal olduğuna delil getirmek daha büyük hatadır, çünkü Allah'ı göremeyeceğini haber vermek ebediyen böyle olacağı ve kimsenin onu göremeyeceği manasına gelmez. Hele imkânsız olduğu manasına hiç gelmez. Bunda görünecek şeyin karşıda olma zorunluluğu iddiası ise inattır yahut görme gerçeğini bilmemektir.

"O da: Sen beni asla göremezsin. Ancak dağa bak; eğer yerinde durursa, sen de beni görürsün” bu da istidraktir (düzeltmedir) buna gücünün yetmeyeceğini demek istiyor. Görmenin dağın yerinde durmasına dayamada bile câiz olduğuna delil vardır; çünkü mümkün bir şeye dayalı olan da mümkündür. Dağın Zebîr dağı olduğu da söylenmiştir.

"Rabbi dağa tecelli edince” ona büyüklüğü görünüp de gücü ve emri karşısına çıkınca demektir.

Şöyle de denilmiştir: Allah ona hayat ve görme verdi, o da onu gördü.

"Onu paramparça etti” un ufak etti demektir. Dek ile dak kardeştir; şek ile şak gibi. Hamze ile Kisâî "dekkâe” okumuşlardır ki, düz yer demektir. Nakatün dekkâü de bundan gelir ki, hörgücü olmayan deve demektir.

"Dükken” de okunmuştur kıatan dükken demektir, o da şedde ile dekkâe'nin çoğuludur.

"Mûsa baygın düştü” gördüğü şeyin korkunçluğundan aklı başından gitti.

"Aydınca dedi:” gördüğü şeyi ta'zîm ederek:

"Seni tenzih ederim, sana tevbe ettim” izinsiz soru sormaya cesaret edip atıldığım için.

"Ben mü'minlerin ilkiyim” bunun da tefsiri yukarıda geçmiştir.

Manası şöyledir de denilmiştir: Ben senin dünyada görülmeyeceğine îman edenlerin ilkiyim.

144

Dedi: Ey Mûsa, şüphesiz ben, seni mesajlarımla ve kelâmımla insanların üzerine seçtim. O hâlde sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.

"Dedi: Ey Mûsa, ben seni seçtim” tercih ettim "insanların üzerine” yani senin zamanında mevcut olanların üzerine demektir. Hârûn da her ne kadar peygamber idiyse de ona tâbi olmakla memur idi, Allah ile konuşmamıştı ve ayrı bir şerîat sâhibi değildi. (Mesajlarımla) yani Tevrat'ın bölümleriyle. İbn Kesîr "birisaleti” okumuştur.

"Ve seninle konuşmakla, o hâlde sana verdiğimi tut” verdiğim elçiliği "ve şükredenlerden ol” ondaki nimete.

Rivâyete göre görme isteği Arefe günü olmuştu. Tevrat da Kurban günü verildi.

145

Biz onun için levhalarda bir öğüt ve her şey için bir açıklama olmak üzere her şeyden yazdık. Öyleyse sen de onları sıkı tut ve kavmine- en güzelini almalarını emret. Size fâsıkların yurdunu göstereceğim.

"Biz onun için levhalarda her şeyden yazdık” din işlerinden ihtiyaç duydukları her şeyden demektir (bir öğüt ve her şeyden bir açıklama olmak üzere) bu da câr ve mecrûrdan (min külli şey'in'den) bedeldir. Yani öğütlerden ve açık hükümlerden her şeyi yazdık demektir. Şunda ihtilâf edilmiştir: Levhalar yedi mi idi on mu idi? Zümrütten mi idi, zebercetten mi idi yoksa yakuttan mı idi?

Yahut da som mermerden mi idi. Allah onu Mûsa aleyhisselâm için yumuşattı, o da onu parmaklarıyla kesti. Onda Tevrat vardı, başkası da var mıydı?

"Fehuzha” bunda kavl maddesi gizlidir (tut, dedik) "ketebna” lâfzına atıftır ya da "fehuz mâ ateytüke” (Araf: 144) kavlinden bedeldir. Ha zamiri de "elvah"a râcidir yahut "likülli şey"e râcidir. Çünkü o da eşya manasınadır ya da "risalât"a râcidir. (Sıkıca) ciddiyet ve kararlılıkla demektir.

"Kavmine, en güzelini almalarını emret” içindekinin en güzelini demektir, Meselâ sabır ve af gibi, öc alma ve kısas yapmaya karşılık. Bu da menduptur, daha faziletlidir, çünkü Allahü teâlâ.

"Size Rabbinizden indirilenin en güzeline tâbi olun” (Zümer: 55) buyurmuştur.

Ya da vaciplerine demektir; çünkü vâcip diğerinden daha güzeldir. En güzelden mutlak güzeli anlamak da mümkündür, başkasına nisbetle daha güzel olanı demek değildir ki, o da emredilen demektir. Meselâ: Yaz kıştan daha sıcaktır gibi (maksat yazın sıcaklığı kışın soğukluğundan daha baskındır demektir). "Size fâsıkların yurdunu göstereceğim” Fir'avn'in ve kavminin Mısır'da çatıları üzerine çökmüş yurtlarını ya da Âd, Semûd ve benzerlerinin konaklarını ibret almanız için göstereceğim. Öyle ise fasıldık etmeyin (itaattan çıkmayın) ya da âhiretteki yurtlarını demektir ki, o da cehennemdir.

"Seûrîküm” de okunmuştur ki, size açıklayacağım, demektir. Bu da evreytüz zende (çakmaktan ateş çıkardım) deyiminden gelir. Seûrisüküm de okunmuştur ki, şu âyet de bunu destekler:

"Zayıf sayılan kavmi yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık” (A'raf: 137).

146

Yeryüzünde haksızyere kibir gösterenlerden âyetlerimi çevireceğim. Eğer bütün âyetleri görseler, onlara îman etmezler. Eğer doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Eğer sapıklık yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu böyle; çünkü onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar ve onlardan gâfil oldular.

"Âyetlerimden çevireceğim” dışta ve içte görülen âyetlerimi "yeryüzünde kibir gösterenlerden” kalplerinin mühürlenme siyle, artık onların üzerinde düşünmez ve onlardan ibret almazlar.

Şöyle de denilmiştir: Ne kadar çalışsalar da onları iptal etmelerinden çevireceğim, nitekim Fir'avn de öyle yapmıştı da âyetler yükseltilmekle veyahut onlar helâk edilmekle vebali kendilerine dönmüştü. (Haksız yere) bu da "yetekebberune"ye bağlıdır yani hak olmayan şeyle kibir gösterirler demektir ki, o da bâtıl dinleridir.

Ya da onun fâ'ilinden hâl’dir.

"Ve in yerev külle Âyetin” indirilen her âyeti veya her mu'cizeyi görseler,

"onlara îman etmezler” inatlarından ve akıllarının karışıklığından dolayı. Zira nefislerinin isteklerine ve taklide dalmışlardır. Bu da birinci görüşü (kalplerinin mühürlenmesini) teyit etmektedir. Hamze ile Kisâî iki fetha ile "reşed” okumuşlardır. Reşâd da okunmuştur ki, üçü de lügattir; sükm, sekam ve sikam gibi.

"Eğer sapıklık yolunu görseler onu yol edinirler. Bu böyle; çünkü onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar ve onlardan gâfil oldular". Bu çevirme âyetleri yalanlamaları ve onlar üzerinde düşünmemelerindendir. Zâlike'nin mastar olarak da mensûb olması câizdir yani seasrifu zalikes sarfe bisebebihima demektir.

147

Âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar yaptıklarından başkasının mı cezasını çekecekler?

"Âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanların” kendilerinin âhirete kavuşmalarını yahut Allah'ın âhirette vadettiğini yalanlayanların demektir "amelleri boşa gitmiştir” onlardan istifade edemezler.

"Onlar yaptıklarından başkasının mı cezasını çekecekler?” amellerinden başkasının mı cezasını demektir.

148

Mûsa'nın kavmi onun ardından ziynet takımlarından böğürmesi olan bir buzağı heykeli edindiler. Onun kendileri ile konuşmadığını ve onlara yol göstermediğini görmediler mi? Onu edinmekle zâlim oldular.

"Mûsa'nın kavmi onun ardından edindi” randevusuna gittikten sonra (zinet takımlarından) Mısırdan çıkmak istedikleri zaman Kıptilerden ödünç aldıkları şeylerden. Zinetlerin onlara isnat edilmesi ellerinde olmasından yahut helâklerinden sonra onlara sahip olmalarındandır. Huliy haly'in cem'idir, sedy ve südiy gibi. Hamze ile Kisâî lâm'ın kesresini dikkate alarak "hıliyyihim” okumuşlardır, diliy gibi, Ya'kûb da müfret olarak "halyihim” okumuştur.

"İçlen ceseden” eti ve kanı olan bir öküz cesedi demektir.

Ya da altından ruhsuz bir ceset demektir. Nasbi da bedel olmak üzeredir. (Böğürmesi olan) yani sığır sesi çıkaran demektir.

Rivâyete göre Samiri buzağıyı kalıba dökünce onun ağzına Cebrâîl'in atının ayağının bastığı yerden toprak alıp buzağının ağzına attı. O da canlandı.

Şöyle de denilmiştir: Onu öyle mekanik bir şekilde kalıba döktü ki, içine rüzgâr girer, ses yapardı. Edinme Samiri'nin fiili olduğu hâlde onlara nispet edilmesi ya ona râzı olmalarındandır ya da maksat onu ilâh edinmeleridir. Lehu cuarun şeklinde de okunmuştur ki, ses çıkaran demektir.

"Onun kendileri ile konuşmadığını ve onlara yol göstermediğini görmediler mi?” Bu da aşırı sapıklıklarından ve doğru bakışı ihlal etmelerinden dolayı onlar için bir azarlamadır.

Mana da şöyledir: Onu ilâh edindikleri zaman konuşamadığını ve sıradan bir insan gibi yol gösteremediğim görmedilerde mi onun cisimleri, kuvvetleri ve kudretleri yaratan (Allah) olduğunu zannettiler?

"Onu edindiler” kınamak için tekrar edilmiştir yani onu ilâh edindiler "ve zâlim idiler” eşyayı konması gereken yere koyamadılar; bu sebeple buzağıyı ilâh edinmeleri onlar için şaşılacak bir şey değildir.

149

Buna pişman olup da kendilerinin saptıklarını görünce: Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, mutlaka ziyan edenlerden oluruz, dediler.

 (Pişman olup da) bu da aşırı şekilde pişman olmalarından kinayedir, çünkü pişman olan kimse üzüntüsünden elini ısırır, eline düşülmüş olur. Malum kalıbı ile "sakata” da okunmuştur ki, ısırma ellerine düşünce demek olur. Manası da içlerinden pişmanlık duymaktır.

"Görüp de” bilip de demektir "şüphesiz saptıklarını” buzağıyı ilâh edinmekle "dediler: (Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez)tevbemizi kabul etmekle "ve bizi bağışlamazsa” hatalarımızdan geçmekle "mutlaka ziyan edenlerden oluruz". Hamze ile Kisâî bu iki fiili te ile (terhanına ve tağfiıiena) ve "Rabbena"yı da nida olarak mensûb okumuşlardır.

150

Mûsa, kavmine öfkeli ve üzgün olarak dönünce:

"Arkamdan ne kötü hâlifelik ettiniz. Rabbinizin emrini acele mi ettiniz?” dedi ve levhaları atarak kardeşinin başından tutup kendisine doğru çekti. Kardeşi:

"Anamın oğlu, kavim beni zayıf gördüler, neredeyse beni öldüreceklerdi. Düşmanları bana güldürme ve beni zâlimler kavmi ile bir tutma” dedi.

"Mûsa kavmine öfkeli ve üzgün dönünce” çok öfkeli demektir. Esifen hazinen manasınadır da denilmiştir.

"Arkamdan ne kötü hâlifelik ettiniz” çünkü buzağıya taptınız. Hitap tapanlaradır.

Ya da yerime geçtiniz, buzağıya tapanlara mani olmadınız, demektir, hitap da Hârûn'a ve yanındaki mü'minleredir.

"Bi'sema"daki "mâ” nekire-i mevsûfedir,

"bi'se"deki gizli zamiri tefsir etmektedir. Mahsus bizzem de mahzûftur, takdiri: Bi'se hilafetün haleftumuniha min badi hilafetüküm, demektir.

"Benden sonra” gitmemden sonra yahut benim Allah'ı birlediğimi, onu tenzih ettiğimi, ona davet ettiğimi ve ona aykırı şeylerden men ettiğimi gördükten sonra demektir.

"Eaciltüm emre rabbiküm” Rabbinizin emrini yarım mı bıraktınız? Sanki acile’ye sebeka manası vermiş ve onun gibi geçişli kılmıştır.

Ya da Rabbinizin bana va'dettiği kırk geceyi acele mi ettiniz, benim öldüğümü sandınız ve benden sonra işleri değiştirdiniz, tıpkı peygamberlerden sonra ümmetlerinin değiştirdiği gibi.

"Ve levhaları attı” din namına aşırı öfkesinden ve içi sıkıldığından onları attı.

Rivâyete göre Tevrat yedi levhada yedi bölüm idi, onları atınca kırıldı; yedide altısı kaldırıldı. Onlarda her şeyin açıklaması vardı. Geriye yedide biri kaldı, onun içinde de öğütler ve hükümler vardır.

"Kardeşinin başından tuttu” saçından tuttu "kendine doğru çekerek” onları önlemede kusur ettiğini sanarak. Hârûn ondan üç yaş büyüktü, tahammüllü ve yumuşak idi. Bunun içindir ki, İsrâîl oğulları onu daha çok severler.

"Hârûn: Anamın oğlu dedi” anasını anması onu acındırmak içindir, yoksa ana baba bir kardeş idiler. İbn Âmir, Hamze, Kisâî ve Ebû Bekir de Âsım'dan naklen burada ve Tâhâ'da kesre ile "yebne ümmi” okumuşlardır. Aslı ise ye ile "yebne ümmî"dir. Hafif olması için kesre ile yetinilerek ye atılmıştır, tıpkı ye'ye muzâf olan münâda gibi. Kalanlar ise daha da hafif olması için fetha ile "ümme” okumuşlardır. Çünkü çok uzamıştır ya da hamsete aşere terkibine benzetmiştir.

"Kavim beni zayıf gördüler, neredeyse beni öldüreceklerdi". Hârûn kendi hakkında kusur vehmini kaldırmak istedi. Demek istiyor ki, onları çevirmek için elimden geleni yaptım, sonunda beni yendiler, beni horsundular ve beni öldürmeye yeltendiler.

"Düşmanları bana güldürme” onları güldürecek bir şey yapma.

"Beni zâlimler kavmi ile bir tutma” beni sorumlu tutarak veya kusurlu bularak onlardan sayma.

151

Mûsa: Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla. Bizi rahmetine girdir. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin, dedi.

"Mûsa: Rabbim, beni bağışla, dedi” kardeşime yaptığım şeyi "kardeşimi de” eğer onları önlemede kusur etmişse. Onu menınun etmek ve düşmanı güldürmemek için onu kendi bağışlanmasına kattı.

"Bizi rahmetine girdir” bize daha çok nimet vermekle.

"Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin” sen bize kendimizden daha çok merhametlisin.

152

Şüphesiz buzağıyı ilâh edinenlere Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir horluk erişecektir. İşte biz, iftiracıları böyle cezalandırırız.

"Şüphesiz buzağıyı ilâh edinenlere Rablerinden bir gazap erişecektir” o da kendilerini öldürme emridir.

"Dünya hayatında bir horluk” o da yurtlarından çıkmalarıdır. Cizye de denilmiştir.

"İşte biz, iftiracıları böyle cezalandırırız” Allah'a iftira edenleri, onların iftirasından daha büyüğü yoktur, o da "işte sizin de ilâhnız, Mûsa'nın da ilâhsı budur” (Taka: 88) demeleridir. Belki de onlardan önce de onlardan sonra da kimse böyle bir iftira etmemiştir.

153

Kötülükleri yapıp da sonra arkasından tevbe ve îman edenler var ya, şüphesiz Rabbin bunların ardından elbette çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

"Kötülükleri yapıp da” küfür ve isyanları "sonra arkasından tevbe edenlere” kötülüklerin ardından "ve îman edenlere” îmanla ve onun gereği olan iyi amellerle meşgul olanlara "şüphesiz Rabbin bunun ardından” tevbenin arkasından "elbette çok bağışlayıcı, çok merhametlidir". Günah ne kadar büyük olursa olsun, buzağıya tapanlarınki gibi ve cürüm ne kadar çok olursa olsun, İsrâîl oğullarının cürümleri gibi.

154

Mûsa'nın öfkesi dinince, levhaları aldı. Bir nüshasında: hidâyet ve rahmet Rablerinden korkanlar içindir, yazılı idi.

 (Dinince) sekene de okunmuştur "Mûsa'nın öfkesi” Hârûn'un özür dilemesi yahut tevbe etmeleriyle. Bu sözde birkaç açıdan mübalağa ve belagat vardır; şöyle ki, onu yaptıkları şeylere sürükleyen öfke amir ve teşvik edici gibi kılınmış, Öyle ki, sükûnundan sükut ile tabir edilmiştir.

"Sükkite” yahut "üskite” şeklinde de okunmuştur ki, sükut ettiren Allahü teâlâ yahut kardeşi veyahut tevbe edenler olur.

"Levhaları aldı” attığı levhaları "bir nüshasında” yani içinde yazılı olanda, demektir. Nüsha ftı'le veznindedir, mef'ûl manasınadır, hutbe gibi.

Şöyle de denilmiştir; Onlardan yani kırılan levhalardan yazılanlar arasında şu vardır "hidâyet” hakkın açıklanması "ve rahmet” iyiyi gösterme "Rablerinden korkanlar içindir". Mef'ule (lirabbihim) lâm'ın girmesi fiilin geri kalmakla zayıflamasındandır ya da mef'ûl hazfedilmiş tir, lâm da talil içindir, takdir de şöyledir: Yerhebune maasillahi lirabbihim.

155

Mûsa o belli vaktimiz için kavminden yetmiş adam seçti. Onları sarsıntı tutunca:

"Rabbim, eğer isteseydin bunları ve beni daha önce helâk ederdin. Bizi içimizden beyinsizlerin yaptığı yüzünden mi helâk edeceksin? Bu, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırır ve dilediğini doğru yola iletirsin. Sâhibimiz sensin. Bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısm", dedi.

 (Mûsa kavminden seçti) yani min kavmini demektir ki, câr hazfedilmiş, fiil ona yanaştırılmıştır.

"Yetmiş adam, o belli vaktimiz için. Onları sarsıntı tutunca”

rivâyete göre Allahü teâlâ ona İsrâîl oğullarından yetmiş kişi seçmesini emretti. O da her kabileden altı kişi seçti, iki kişi arttı: İçinizden iki kişi geri çekilsin, dedi. Onlar da birbirlerine girdiler, Mûsa da: Geri çekilen de çıkmış gibidir, dedi. Bunun üzerine Kaleb ile Yuşa geri çekildiler. Mûsa da ötekilerle gitti. Dağa yaklaşınca onları bir bulut bürüdü. Mûsa onlarla beraber bulutun içine girdi. Onlar secdeye kapandılar, Mûsa'nın Allah ile konuştuğunu işittiler. Ona emirler ve yasaklar veriyordu. Sonra bulut açıldı, ona döndüler: Allah'ı bize açıkça göstermedikçe sana inanmayız, dediler. Onları sarsıntı tuttu yani yıldırım çarptı yahut dağ sarsıldı, onlar da bayıldılar.

"Mûsa dedi. Rabbim, eğer isteseydin bunları ve beni daha önce helâk ederdin” bu gördüklerini görmeden önce. Onların ve kendisinin helâkini istedi yahut başka bir sebepten dolayı.

Ya da bundan şunu kastetti: Sen onları bundan önce de öldürebilirdin, onları helâk etmek için Fir'avn'i göndermek, onları denizde boğmak ve başka şeyle de yapabilirdin. Onları kurtararak onlara merhamet ettin. Eğer onlara bir daha merhamet edersen senin bol ihsanından umulur.

"Bizi içimizden beyinsizlerin yaptığı yüzünden mi helâk edeceksin?” inat etmelerinden ve görme isteğine cesaret etmelerinden, bunu da bazıları demişti. Şöyle denilmiştir: Beyinsizlerin yaptığından maksat buzağıya tapmalarıdır. Bu yetmiş kişiyi Mûsa buzağıya tapmadan tevbe için seçmişti. Onları bir heybet tuttu, bundan telaşa kapıldılar, sarsıldılar. Öyle ki, organları kopacaktı, ölüme yaklaştılar. Mûsa onlar için korktu, ağladı, dua etti, Allah da bunu onlardan def etti.

"Bu senin imtihanından başkası değildir” onlara kelâmını işittirdin, onlar da seni görme umuduna kapıldılar.

Ya da buzağıda böğürme yarattın, onlar da buna bakarak saptılar.

"Onunla dilediğini saptırırsın” haddini aşmakla yahut hülyalara kapılmakla sapıklığını istediğini "dilediğini de doğru yola iletirsin” o sayede îmanı kuvvetlenir.

"Sâhibimiz sensin” işimizi gören "bizi bağışla” irtikâp ettiklerimizi silmekle "bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın” kötülüğü bağışlar, onu iyiliğe çevirirsin.

156

Bize bu dünyada da iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana döndük. (Allah) buyurdu: Azabımı dilediklerime dokundururum. Rahmetim ise her şeyi kaplamıştır. Onu da sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerime iman edenlere yazacağım.

"Bize bu dünyada da iyilik yaz” güzel geçim "âhirette de” cenneti yaz. (Şüphesiz biz sana döndük) sana tevbe ettik, bu da hade yehududen gelir ki, tevbe etmektir. Kesre ile hade yehidü de okunmuştur ki, meylettirmektir. Malum ve meçhul olma ihtimalleri vardır, o zaman biz kendimizi meylettirdik yahut sana meylettirildik olur. Mazmûm olan hade yehudu'nûn da meçhul olma ihtimali vardır ki, bu da udel meridü (hasta ziyaret edildi) kabilinden olur.

"Allah buyurdu: Azabımı dilediklerime dokundururum” azâp edilmelerini dilediğime demektir "rahmetim ise her şeyi kaplamıştır” dünyada mü'mini ve kafiri hatta mükellefi ve olmayanı da.

"Onu da yazacağım” onu âhirette tespit edeceğim yahut ey İsrâîl oğulları, onu sizin için özel olarak yazıp tespit edeceğim "sakınanlar için” küfür ve isyanlardan sakınanlar için.

"Zekâtı verenler için” onu özellikle zikretmesi yüceliğindendir, bir de en zorlarından olmasındandır.

"Ve âyetlerimize iman edenlere yazacağım” onlardan hiçbirini inkâr etmeyenlere.

157

Onlar ki, ümmi Peygamber Resûl'e uyarlar. Onu yanlarındaki Tevrat ve İncilde yazılı bulurlar. Kendilerine iyiliği emreder ve onlara temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri de haram eder. Ağır yüklerini ve üzerlerindeki zincirleri onlardan atar. Ona îman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve onunla beraber indirilen nura tâbi olanlar var ya, işte onlar kurtulanların ta kendileridir.

"Ellezîne yettebiuner Resûlen nebiyye” mübteda’dır, haberi de "ye'muruhum"dur yahut mahzûf mübtedanın haberidir, takdiri de hümüllezinedir.

Ya da "Ellezîne yettekune"den bedel-i ba'zdır yahut bedel-i küldür. Maksat onlardan Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e îman edenlerdir. Ona Resûl demesi Allahü teâlâ'ya nispetledir, nebi demesi de kullara nisbetledir.

"Ümmi” o da okuyup yazmayandır. Böyle nitelemesi, bu hâliyle beraber ilminin mükemmel oluşu onun bir mu'cize olduğunu vurgulamak içindir.

"Onu yanlarındaki Tevrat ve İncilde yazılı bulurlar” ismini ve sıfatını.

"Onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder ve onlara temiz şeyleri helâl eder” onlara haram edilenlerden, Meselâ içyağı gibi.

"Onlara kötü şeyleri de haram eder” kan ve domuz eti gibi yahut faiz ve rüşvet gibi.

"Ağır yüklerini ve üzerlerindeki zincirleri onlardan atar” zor mükellefiyetlerini hafifletir, Meselâ amden ve hataen öldürmelerde kısas, günah işleyen organın kesilmesi, necaset mahallinin makasla alınması gibi. Âyette geçen ısr'ın aslı ağır yüktür ki, sâhibini hareketten akkor. İbn Âmir "âsârahum” okumuştur.

"Ona îman edenler, ona saygı gösterenler” onu takviye etmekle ta'zîm edenler. Şeddesiz olarak (azeruhu) da okunmuştur, aslı men etmektir, tazir de ondan gelir.

"Ona yardım edenler” benim adıma "onunla beraber indirilen nura tâbi olanlar var ya yani peygamberliği ile beraber demektir o da Kur'ândır. Ona nûr demesi icazının zâhir olup başkasını açığa çıkarmasındandır.

Ya da gerçekleri keşfetmesinden ve onları açığa çıkarmasındandır.

"Maahu"nûn "ittebeu"ya mütaallik olması câizdir yani Peygamber'e tâbi olmakla beraber indirilen nura da tâbi olanlar demek olur. O zaman işâret kitap ve sünnete yapılmış olur.

"İşte onlar kurtulanların ta kendileridir” ebedî rahmeti kazananların ta kendileridir. Âyetin muhtevası Mûsa aleyhisselâm'ın duasına cevap olmasıdır.

158

De ki: Ey insanlar, şüphesiz ben, sizin hepinize gönderilen Allah'ın peygamberiyim. O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü onundur. Ondan başka ilâh yoktur. Diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah'a ve O’nun kelimelerine îman eden o ümmi peygambere îman edin ve Ona tâbi olun ki, doğru yolu bulasınız.

"Ey insanlar, şüphesiz ben, sizin hepinize gönderilen Allah'ın peygamberiyim” hitap geneldir, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir; diğer peygamberler ise kendi kavimlerine gönderilmiştir. (Hepinize) ileyküm'den hâl’dir.

"O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü onundur” bu da Allah'ın sıfatıdır, araya muzâfın mütaallakı olan (ileyküm) girmişse de câizdir, çünkü o, ondan önce gibidir.

Ya da mensûb veya Merfû' medihtir ya da mübteda’dır, haberi de "lâilahe illâ hu"dur. Bu, ilk vecihlere göre mâkablinin açıklamasıdır. Çünkü âleme sahip olan İlâhtır, ondan başka ilâh yoktur (son mübtedave haber vechinde beyan değildir). "Diriltir ve öldürür” İlâhlığın kendine hâs olmasının daha çok izahıdır.

"Öyleyse Allah'a ve Allah, kelimelerine îman eden o ümmi peygambere îman edin". Allah'ın kelimeleri ona ve diğer peygamberlere indirilen kitaplar ve vahiydir.

"Ve kelimem” da okunmuştur ki, bütün kelimeleri demektir ya da Kur'ân'dır yahut Îsa aleyhisselâm'dır. Bunda da Yahûdîlere sataşma vardır. Ve şuna da dikkat çekilmiştir ki, ona îman etmeyenin îmanına itibar edilmez. Mütekellim üslubundan gâip üslubuna geçilmesi ona îmana ve ona tâbi olmaya götüren bu sıfatları ona vermek içindir.

"Ona tâbi olun ki, hidâyete eresiniz” hidâyet umudunu o iki durumun arkasına koyması şunu vurgulamak içindir ki, onu tasdik etmekle beraber şerîatını üstlenerek ona tâbi olmayan da sapıklık çizgisinin içindedir.

159

Mûsa kavminden de hakkı gösteren ve onunla adalet eden bir cemâat vardır.

"Mûsa kavminden” yani İsrâîl oğullarından "hakkı gösteren bir cemâat vardır” insanlara hidâyeti gösteren, haklı olan veyahut hak kelimesiyle "onunla” hak ile "adalet eden bir cemâat vardır” aralarında adaletle hüküm veren demektir. Bunlardan maksat da onun zamanındakilerden îmanda sebat ederek hakkın üzerinde duranlardır. Kur'ân'ın adeti üzere zıtlarını zikrettikten sonra bunları zikretmesi, şunu vurgulamak içindir ki, hayırla şerrin çatışması, hak ehli ile bâtıl ehlinin itişmesi süregelen bir durumdur.

Şöyle de denilmiştir: Onlar ehl-i kitab'ın mü'minleridir.

Şöyle de denilmiştir: Bunlar Çin'in ötesinde bir kavimdir, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem miraç gecesinde onları gördü, onlar da kendisine îman ettiler.

160

Onları on iki ümmet kabilelere ayırdık. Mûsa'ya da, kavmi kendinden su istedikleri zaman,

"asanı taşa vur” diye vahyettik. Ondan on iki pınar fışkırdı. Her grup su içecek yerlerini bildi. Bulutu onlara gölgelik yaptık ve üzerlerine kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik.

"Size rızık ettiklerimizin temizlerinden yiyin” dedik. Onlar bize zulmetmediler; ancak kendilerine zulmediyorlardı.

"Onları ayırdık” yani Mûsa kavmini demektir, onları parça parça yaptık, birbirinden ayırdık,

"isnetey aşrete” kattaa'nın ikinci mef'ûlüdür, çünkü sayyere manasını yüklenmiştir ya da hâl’dir. Müennesliği de ümmet veya kıta manasına geldiği içindir.

"Esbatan” ondan bedeldir, bunun içindir ki, çoğul yapılmıştır ya da onun temyizidir, on ikiden her biri esbat demektir, sanki: On iki kabile denilmiştir. Şin'in kesri ve sükûnu ile de okunmuştur,

"ümemen”

birinciye göre bedel bade bedeldir ya da "esbatan"in sıfatıdır,

ikinciye göre de "esbatan"dan bedeldir.

"Mûsa'ya da kavmi kendisinden” tih çölünde "su istediği zaman "asanı taşa vur” diye vahyettik, fışkırdı” yani vurdu, ondan da fışkırdı, bunu atması şunu îma ediyor ki, Mûsa aleyhisselâm emri yerine getirmede duraklamadı ve vurması da fiilin ona bağlı olduğunu gösterecek şekilde etkili değildi.

"Ondan on iki pınar. Her grup su içecek yerlerini bildi” her sıbt (kabile). "Onlara bulutu gölgelik ettik” onları güneşin sıcağından koruması için "üzerlerine kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik". Onlara dedik "size rızık ettiklerimizin temizlerinden yiyin. Bize zulmetmediler, ancak kendilerine zulmediyorlardı". Bunun tefsiri Bakara sûresinin başında geçmiştir.

161

Hatırla o zamanı ki, onlara:

"Şu memlekete yerleşin. Ondan istediğiniz yerden yiyin.

"Hıtta” deyin. Kapıdan secde ederek girin ki, hatalarınızı bağışlayalım. İyilik edenlere daha fazla vereceğiz” dedik.

"Hatırla o zamanı ki, onlara: Şu memlekete yerleşin denilmişti” burada üzkür (hatırla) emri gizlidir. Şehir de Beytülmukaddes'tir.

"Ondan istediğiniz yerden yiyin.

"Hıtta” deyin. Kapıdan secde ederek girin". Mana Bakara sûresinde olduğu gibidir, ancak orada fe ile "fekülu” geçmiştir, bu da yerleşme sebebinin ondan yemek olduğunu gösterir. Orada zikredildiği veya durumdan anlaşıldığı için burada ayrıca temas etmemiştir. Ama "kûlu"nûn "vedhulu"dan önce gelmesinin manada bir etkisi yoktur, çünkü tertip için değildir. Aralarındaki atıf vâv'ı da öyledir.

"Hatalarınızı bağışlayalım. İyilik edenlere daha fazla vereceğiz” bağışlamayı, arkasından da daha fazla sevap vereceğini va'detmiştir. İkinciyi yeni söz başı şeklinde vermesi onun sadece lütuf olup emredilen şeye karşılık olmadığını göstermek içindir. Nâfi', İbn Âmir ve Ya'kûb te ile ve meçhul kalıbında (tuğfer) cemi ve ref ile de "hatiâtüküm” okumuşlardır. Ancak İbn Âmir müfret okumuştur. Ebû Amr da "hatayaküm” okumuştur.

162

İçlerinden zâlim olanlar, o sözü kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler. Biz de ettikleri zulüm yüzünden üzerlerine gökten azâp gönderdik.

"İçlerinden zâlim olanlar, o sözü kendilerine denenden başkası ile değiştirdiler. Biz de ettikleri zulüm yüzünden üzerlerine gökten bir azâp indirdik". Tefsiri orada geçmiştir.

163

Onları deniz kıyısındaki o kentten sor. Hani Cumartesi günü haddi aşıyorlardı. Çünkü Cumartesi tatili yaptıkları gün balıkları akın akın geliyor, tatil yapmadıkları günde gelmiyorlardı, işte ettikleri fasıklık yüzünden onları böyle imtihan ederiz.

"Onlara sor” bu sorma eski küfür ve isyanlarım ikrar ettirip azarlamak içindir ve ancak öğretme ve vahiy ile bilinecek bilgileri onlara bildirmek içindir. Böylece Efendimiz için mu'cize olur.

"O kentten” o kentin haberinden ve halkına ne olduğundan ."Deniz kıyısındaki o kentten” ona yakın demektir, o da Medyen ile Tûr arasında deniz kıyısında bir kenttir. Medyen olduğu ve Taberiye olduğu da söylenmiştir.

"Cumartesi günü haddi aşıyorlardı” Cumartesi günü avlanmakla Allah'ın hududunu çiğniyorlardı.

"İz” "kânet"in yahut hadıra'nın zarfıdır ya da mahzûf muzâfm zarfıdır yahut ondan bedel-i istimal ile bedeldir.

"İz te'tihim hitanuhum” bu da "ya'dune"nin zarfıdır yahut bedel bade bediidir.

"Yeaddune” de okunmuştur ki, aslı yatedune'dir, yuiddune de okunmuştur ki, o da i'dad'dan yani cumartesi günü av malzemeleri hazırlamaktan gelir. Halbuki o gün ibâdetten başka bir şeyle uğraşmaktan men olunmuşlardı.

"Cumartesi tatili yaptıkları gün akın akın gelirdi” Cumartesi tatiline riayet ettikleri gün. Sebt sebetetil yahudu deyiminden gelir ki, Yahûdî cumartesi tatil yapıp ibâdete soyunmaktır.

Şöyle de denilmiştir: Sebt o günün adıdır, onlara nispet edilmesi o günde özel olarak yapacakları hükümler bulunmasındandır. Yevme isbatihim okunuşu da birinciyi teyit eder.

"Ve yevme la-yesbitune lâ te'tihim” esbeteden "la-yüsbitune” ve meçhul kalıbı ile la-yüsbetune de okunmuştur ki, Cumartesine girmektir.

"Şurraan” da hitandan hâl’dir, manası balıkların suyun yüzünde gelmesidir. Şeraa aleyna'dan gelir ki, yaklaşmak ve tepeden bakmaktır.

"İşte ettikleri fasıklık yüzünden onları böyle deneriz” o şiddetli deneme gibi onları da fasıklıkları yüzünden deneriz.

Şöyle de denilmiştir: Kezâlike yukarıya bağlıdır yani cumartesi geldikleri gibi gelmezler demektir. Be de "ya'dune” fiiline mütaalliktir.

164

Hani, içlerinden bir cemâat:

"Allah'ın helâk edeceği veyahut şiddetle azâp edeceği bir topluma niçin öğüt veriyorsunuz?” demişlerdi. Onlar da: "Rabbinize, hiç değilse bir özür beyan edebilmemiz içindir, belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar” dediler.

"Ve iz kalet” bu da "iz yadune"nin üzerine atıftır,

"ümmettin minhüm” şehir halkından bir cemâat demektir. Yani iyileri, onlar da onlara ciddi şekilde öğüt verenlerdir. Sonunda öğüt almalarından ümitlerini kestiler "Allah'ın helâk edeceği bir topluma niçin öğüt veriyorsunuz, demişlerdi?” köklerini kazıyacağı ve yeryüzünü onlardan temizleyeceği demektir "veyahut şiddetli bir azâp edeceği” isyanlarına devam ettikleri için âhirette azâp edeceği. Bunu öğüdün onlara fayda vermeyeceğini abartmak veyahut öğüdün ve faydasının sebebini sormak için dediler. Sanki aralarında böyle konuşmuşlardır.

Ya da öğütten pişmanlık duyanların duymayanlara sözüdür.

Şöyle de denilmiştir: Maksat helâk olan toplumdan öğüt verenlere böyle cevap verenlerdir ki, bunu onlarla alay etmek ve onları reddetmek için demişlerdir.

"Onlar da: Rabbinize mazeret için demişlerdi” bu da sorunun cevabıdır yani öğüt vermemiz Allah katında mazur olmamız içindir ki, kötülükten mende kötü bir puan almayalım.

Hafs mastar yahut illet olarak nasb üzere "mazireten “ okumuştur ki, i'tezerna mazireten yahut vaaznahüm mazireten demektir.

“ belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar “ çünkü umut ancak helâk olmaları ile kesilir.

165

Onlar kendilerine verilen öğüdü unutunca, kötülükten men edenleri kurtardık ve zulmedenleri fasıklıkları yüzünden şiddetli bir azapla yakaladık.

"Ne zaman ki, unuttular” unutan gibi terk ettiler "kendilerine verilen öğütleri” iyilerinin verdiği vaazı "kötülükten men edenleri kurtardık ve zulmedenleri yakaladık” tecâvüz edip Allah'ın emrine karşı gelmeleri yüzünden (şiddetli bir azapla). Beîs şiddetli demektir, beuse yebusu bu'sen'den gelir ki, şiddetli olmaktır. Ebû Bekir, dayğam gibi fey'al vezninde bey'es okumuştur. İbn Âmir de beis manasına be'nin kesri ve hemzenin sükûnu ile "bi'sin” okumuştur, harekesi faulfi'le nakledilmekle tahfif edilmiştir, kebid kibd örneğinde olduğu gibi. Nâfi' ise hemzeyi ye'ye kalb ederek "bîsin” okumuştur, tıpkı zîb'te olduğu gibi.

Ya da o zem fiilidir, sıfat yapılmış ve isim kılınmıştır. Reyyis vezninde "beyyis” de okunmuştur ki, hemzesi ye'ye kalb edilmiş, sonra da idgam edilmiştir. Hafifçe heyn gibi "beysin” de okunmuştur. Fâil vezninde bais de okunmuştur. (Fasıklıkları yüzünden).

166

Men edildikleri şeye karşı kibirlik edince, onlara: Aşağılık maymunlar olun, dedik.

"Men edildikleri şeye karşı kibirlik edince” yasaklandıkları şeyi terk etmekten kibir gösterince, Meselâ:

"Rablerinin emrinden kibir gösterdiler” (Zariyat; 44) âyetinde olduğu gibi,

"onlara: Aşağılık maymunlar olun, dedik". Bu da:

"Murat ettiğimiz bir şeye diyecek sözümüz sadece "ol” demektir. O da hemen oluverir” (Nahl; 40) âyeti gibidir. Zahiri öyle gösteriyor ki, Allahü teâlâ onlara önce azâp etmiş, bunun ardından haddi aşınca onların suretlerini değiştirmiştir. İkinci Âyetin birincinin tesbiti ve açıklaması olması da câizdir.

Rivâyete göre men edenler hadlerini aşanların öğüt almalarından ümitlerini kesince, onlarla birlikte oturmak istemediler. Kenti bir duvarla ikiye böldüler. Duvara bir de kapı koydular. Bir sabah kalktıkları zaman haddi aşanlardan kimsenin çıkmadığım gördüler: Muhakkak başlarına bir şey gelmiştir, dediler. Yanlarına girdiler, birden onların maymunlara çevrilmiş olduklarını gördüler. Kendileri hısımlarım tanımadılar, fakat maymunlar onları tanıyordu. Hısımlarına geliyor; elbiselerini kokluyor ve etraflarında ağlayarak dönüyorlardı. Üç gün sonra öldüler. Mücâhid de, bedenleri değil kalpleri çevrildi, buyurmuştur.

167

Hani, Rabbin, yemin olsun ki, onların üzerlerine kıyâmet gününe kadar onlara azabın kötüsünü reva görecek kimseleri göndereceğim, diye bildirmişti. Şüphesiz Rabbin cezayı gerçekten çabuk verendir. Şüphesiz o, pek bağışlayıcı, çok merhametlidir.

"Ve iz teezzene rabbüke” yani bildirdi demektir ki, îzan'dan gelir aynı manayadır, teva'ud ve îad gibi ya da azmetti demektir, zira bir şeye azm eden onu yapmayı kendine bildirir. Kasem fiili yerine kullanılmıştır, Meselâ alimallahu ve şehidallahu gibi. Bunun içindir ki, onun cevabıyla cevap verilmiştir, o da "leyebasenne aleyhim ilâ yevmil kıyâmeti"dir.

Mana da şöyledir: Hani Rabbin, Yahûdîlerin üzerine göndereceğini kendine vâcip kıldı "onlara azabın kötüsünü reva görecek kimseleri” meselâ onları hor etmek ve üzerlerine cizye vergisi koymak gibi. Allah onların üzerine Süleyman aleyhisselâm'dan sonra Buhtunassar'ı musallat etti. Yurtlarını harap etti, savaşanlarını öldürdü, kadınlarını ve çocuklarını esir etti. Kalanlara da cizye vergisi yükledi. Daha önce Mecûsîlere verirlerdi. Sonunda Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i gönderdi. O da onlara yapacağım yaptı. Sonra da onlara cizye vergisini yükledi. Zamanın sonuna kadar da devam edecektir.

"Şüphesiz Rabbin cezayı gerçekten çabuk verendir” onlara dünyada ceza verdi.

"Şüphesiz o, pek bağışlayıcı, çok merhametlidir” îman edip tevbe edenleri.

168

Onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık, içlerinde iyiler de vardır, bunun altında olanlar da vardır. Onları hakka dönsünler diye iyiliklerle ve kötülüklerle denedik.

 (Onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık) paramparça ettik, öyle ki, bulunmadıkları bir bölge yoktur. Bu da şanslarını kırmak içindir ki, hiçbir zaman güçleri olmasın.

"Ümemen” ikinci mef'ûldur yahut hâl’dir. (İçlerinden iyiler de vardır) sıfattır ya da ondan bedeldir. Bunlar da Medînede îman edenler ve benzerleridir. (Bunun altında olanlar da vardır) takdiri: Veminhüm nasun dune Zâlike demektir ki, iyilikte geri kalanlar manasınadır. Onlar da kâfirleri ve fâsıklarıdır.

"Onları iyiliklerle ve kötülüklerle denedik” nimetlerle azaplarla

"dönsünler diye” uyanırlar da üzerinde bulundukları şeyden dönerler diye.

169

Onların artlarından kitaba mirasçı olan kötü bir nesil geldi. Onlar bu en adi dünyanın metaım alır ve:

"Yaptıklarımız bağışlanır” derler. Eğer onlara benzeri bir meta gelirse, onu aürlar. Kendilerinden, Allah'a karşı hak olmayan şeyi söylemeyeceklerine dâir kitabın sözü alınmadı mı? Onlardaki şeyleri okumamışlar mıydı? Hâlbuki âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Akıl etmiyorlar mı?

"Onların artlarından geldi” zikri geçenlerin artlarından "halfün” kötü bir nesil. Half mastardır, sıfat yapılmıştır. Bunun içindir ki, teke de çoğa da denilir. Bunun çoğul olduğu ve serde yaygın olduğu, fethi ile half'in hayırda kullanıldığı da söylenmiştir. Bunlardan maksat Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in asrında olanlardır.

"Kitaba mirasçı oldular” Tevrat'a seleflerinden mirasçı oldular, onu okurlar ve içindekine vakıf olurlar.

"Onlar bu en adi dünyanın metaım alırlar” yani dünya hayatının kırıntılarını alırlar demektir. Edna dünüv'den yahut denaet'ten gelir ki, o da hüküm verirken aldıkları rüşvettir. Cümle cemi vavından hâl’dir.

"Yaptıklarımız bağışlanır, derler” Allah bizi ondan sorumlu tutmaz ve ondan geçer, derler. Bunun atfa da hâle de ihtimali vardır. Fiil câr ile mecrûra ya da ye'huzune'nin mastarına isnat edilmiştir.

"Vein ye'tihim aradun misluhu” bu da "lena” zamirinden hâl’dir yani bağışlanmayı umarlar, günaha devam ve ısrar ederler, ondan tevbe etmezler.

"Onlardan kitabın sözü alınmadı mı?” yani kitaptaki söz demektir.

"Allah'a karşı hak olmayan şeyi söylemeyeceklerine dâir” bu da misale1 ın atıf beyanıdır ya da ona mütaalıktır, ella yekulu da bienla yekulu demektir. Maksat tevbe etmemekle beraber kesin bağışlanacaklarını söyledikleri için azarlamadır. Kaldı ki, bu Allah'a iftiradır ve kitabın sözünden çıkmadır.

"Deresu mafıhi” bu da mana bakımından "elemyu'haz"a atıftır, çünkü onu tesbittir ya da "verisu"ya atıftır ki, o da itiraz cümlesidir.

"Halbuki âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır” onların aldıklarından "akıl etmiyorlar mı?” o zaman bunu bilirler de azaba götürecek kötüsünü, en kötüsünü sonsuz cennetle değiştirmezler. Nâfi', İbn Âmir, Hafs ve Ya'kûb hitapta çeşitlilik için te ile ta'kılun okumuşlardır.

170

Kitaba sarılıp namazı dosdoğru kılanlara gelince, şüphesiz biz, ıslah edenlerin mükâfatını zâyi etmeyiz.

"Vellezine yümessikune bilkitabi ve ekamus salate” bu da "lillezine yettekun"e atıftır.

"Efela takılun” da itiraz cümlesidir ya da mübteda’dır, haberi de "inna lâ nudiu ecrel muslihin"dir. Burada da minhüm zamirdir mukadderdir ya da zamirin yerine zâhir konulmuştur ki, ıslahat ecrin zâyi olmasına manidir. Ebû Bekir şeddesiz olarak "yümsikune” okumuştur. Namazı tek başına zikretmesi onun diğer tutulacak şeylerden yüksek olmasındandır.

171

Hani biz dağı sanki bir gölgelik gibi üstlerine kaldırmıştık da onun üstlerine düşeceğini iyice anlamışlardı.

"Size verdiklerimizi kuvvetli tutun ve ondakini hatırlayın ki kötülüklerden sakınasınız” demiştik.

"Hani biz dağı üstlerine kaldırmıştık” yerinden söküp kaldırmiştik, burada geçen netk çekmek demektir.

"Sanki bir gölgelik gibi” her gölge yapana zulle denir.

"Zannu” kesin bildiler "üstlerine düşeceğini” çünkü dağ havada durmaz, bir de onlara böyle tehdit edilmişti. Zan fiili kullanması da düşmenin bağlı olduğu şeyin gerçekleşmemesindendir. Çünkü onlar Tevrat'ın hükümlerini ağır buldukları için kabul etmek istemediler, Allah da Tûr'u tepelerine kaldırdı, onlara: Eğer içindekileri kabul etmezseniz dağı üzerinize bırakırız, denildi.

"Tutun” yani onlara: Tutun, dedik,

"Size verdiklerimizi” kitaptan verdiklerimizi "kuvvetle” zorluklarına katlanmak üzere ciddiyet ve kararlılıkla demektir. Bu da huzu'daki fâil vavından hâl’dir.

"Ondakini hatırlayın” onunla amel ederek, onu unutulmuş şey gibi terk etmeyin.

“ ki kötülüklerden sakınasınız” çirkin amellerden ve rezil ahlaklardan.

172

Hani, Rabbin âdemogutlarından, bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhit tutmuş:

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da:

"Evet, şâhit olduk” demişlerdi. (Bunu yapması) kıyâmet gününde:

"Gerçekten biz bundan gâfildik” dememeniz içindir.

 (Hani, Rabbin âdemoğullarından, bellerinden zürriyetlerini almış) yani karın karın gelecek nesülerini bellerinden çıkarmıştı.

"Min zuhurihim” "beni adem"den bedel-i ba'zdır. Nâfi', Ebû Amr, İbn Âmir ve Ya'kûb "zürriyyatihim” okumuşlardır.

"Onları kendilerine şâhit tutmuş:

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti". Yani onlar için Rablik delillerini dikmiş ve akıllarına onları ikrara davet edecek şeyler yerleştirmişti. Öyle ki, onlara "ben sizin Rabbiniz değil miyim?” denilmiş gibi oldular. Onlara verdiği ilim imkânım ve içlerine yerleşmesini onları şâhit tutma ve temsil yolu ile itiraf etme yerine koydu.

"Evet, şâhit olduk” demeleri de bunu gösterir.

"Bunu yapması, kıyâmet gününde demeniz” yani demenizi istemediği içindir "gerçekten biz bundan gâfildik” bir delille buna ikaz edilmedik dememeniz içindir.

173

Yahut:

"Sadece atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik. Bâtıla sapanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?” dememeniz için.

"Ev tekulu” bu da "en tukulu"ya atıftır. Ebû Amr her ikisini de ye ile (yekulu) okumuştur. Çünkü sözün başı gâip kalıbındadır.

"

Yahut sadece atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik” onlara uyduk dememeniz içindir. Çünkü taklit, delil varken ve ilim imkanı mevcut iken mazeret olmaz.

"Bâtıla sapanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?” Şirki kuran bâtıl atalarını kastediyorlar.

Şöyle de denilmiştir: Allahü teâlâ Âdem'i yaratınca belinden zürriyetini küçük karıncalar gibi çıkardı ve onları diriltti. Onlara akıl ve konuşma verdi ve onlara bunu ilham etti. Çünkü Hazret-i Ömer radıyallahü anh'in rivâyet ettiği böyle bir hadis vardır. Ben de bunu Kitabu'l - Mesabih'e yazdığım şerhte izah ettim. Bu kelâmın burada zikredilmesinden maksat onları genel söz verme ile susturmaktır, daha önce de onları kendilerine verdiği özel söz ve aklî ve naklî delillerle susturmuş; onları taklitten men etmiş ve onları fikir ve istidlale zorlamıştı. Nitekim şöyle buyurmuştur:

174

İşte âyetleri böyle açıklıyoruz ki, (küfürden tevhide) dönerler diye.

"İşte âyetleri böyle açıklıyoruz ki, dönerler diye” yani (küfrü) taklitten ve batılın arkasına takılmaktan dönsünler diye .

175

Onlara, kendisine âyetlerimizi verip de onlardan sıyrılan, şeytanın kendisini peşine taktığı için azgınlardan olan kimsenin haberini anlat.

"Onlara oku” yani Yahûdîlere oku "kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberini” o da İsrâîl oğulları alimlerinden biridir yahut Ümeyye bin Ebissalt'tır. Çünkü o kitapları okumuş ve Allahü teâlâ'nın o zamanlarda bir peygamber göndereceğini öğrenmişti. Bunun da kendisi olacağını ummuştu. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem gönderilince onu kıskandı ve onu inkâr etti.

Ya da Kenanlılardan Belam bin Baura idi ki, ona da Allah'ın bazı kitaplarındaki ilim verilmişti.

"Onlardan sıyrıldı” âyetlerden sıyrıldı, onları inkâr etti ve onlardan yüz çevirdi.

"Şeytan onu peşine taktı” o da şeytana yetişti ve arkadaşı oldu. Arkasına düşmesini istedi de denilmiştir.

"Azgınlardan oldu” sapıklardan oldu.

Rivâyete göre kavmi ondan Mûsa'ya ve yanındakilere beddua etmesini istedi, o da: Yanında meleklerin olduğu bir kimseye nasıl beddua ederim, dedi? lsrar ettiler, o da onlara beddua etti. Onlar da Tih çölünde kaldılar.

176

Eğer istese idik, bunlar vasıtasıyla onu elbette yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve keyfîne uydu. Onun hâli köpeğin hâli gibidir; ona saldırsan da solur yahut bir aksan da solur. İşte âyetlerimizi inkâr eden o kavmin hâli budur. İyice düşünmeleri için bu kıssayı anlat.

"Eğer istese idik onu elbette yükseltirdik” o âyetler ve onlara sarılmasıyla büyük âlimlerin derecelerine yükseltirdik.

"Ancak o yere saplandı” dünyaya yahut sefalete meyletti.

"Hevesine uydu” dünyayı tercih etmede ve kavminin rızâsını istemede. Böylece âyetlerin gereğinden saptı. Neden onun yükseltilmesi Allahü teâlâ'nın dilemesine bağlanmış, sonra da ondan vazgeçilmiş ve o kulun fiiline talik edilmiştir, çünkü dileme yükseltilmesini gerektiren fiilin sebebidir ve olmaması da onun olmamasına delildir. Bu da sebep olmadığı için sonucun da olmamasındandır. Ve şunu da göstermektedir ki, gerçek sebep dilemedir, bu bizim gördüğümüz sebepler sonucun meydana gelmesi için dikkate alınmış şeylerdir. Çünkü dileme de ona bu şekilde taalluk etmiştir. Sözün akışına göre velakinnehu a'rada anha demeli idi; onun yerine "ahlede ilelardı vettebaa hevahu” dedi, bu da onu sürükleyen şeye dikkat çekmek ve dünya sevgisinin bütün hataların başı olduğunu vurgulamak içindir.

"Onun hâli” onun adilikte misal olmuş sıfatı "köpeğin hâli gibidir” en adi durumundaki hâli gibidir o da "ona saldırsan da solur veya bıraksan da solur” olmasıdır. Yani daima solur; ister azarlamak ve kovmakla ona saldırılsın isterse hâli üzere terk edilsin ve ona sataşılmasın. Diğer hayvanlar ise öyle değildir. Çünkü köpeğin kalbi gayet zayıftır. Âyette geçen lehs hızlı nefes almadan dolayı dilin çıkmasıdır. Şart cümlesi hâl yerindedir, mana da lahisen filhaleteyni demektir. Temsil, terkibin lâzımı yerine konulmuştur, o da yükseltmenin olmaması ve derecenin düşürülmesidir. Bu da abartmak ve açıklamak içindir.

Şöyle de denilmiştir: Mûsa'ya beddua edince dili çıktı, göğsünün üstüne düştü ve köpek gibi solumaya başladı.

"İşte âyetlerimizi inkâr eden o kavmin hâli budur. Sen kıssayı anlat” Yahûdîlere anlatılan kıssayı, çünkü o da kendi kıssaları gibidir.

"Belki düşünürler” öğüt almaya gidecek şekilde düşünürler.

177

Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden gruhun hâli ne kötüdür!

"O güruhun hâli ne kötüdür” yani o kavmin demektir. Mahsus bizzemmin hazfi ile "sae mesul kavmi” şeklinde de okunmuştur.

"Âyetlerimizi yalanlayan” delille sâbit olduktan ve onları bildikten sonra.

"Ve kendilerine zulmeden güruhun hâli". Bu cümle ya "kezzebu"ya atfedilerek sılaya dahildir,

Mana da şöyledir: Onlar ki, hem âyetleri yalanladılar hem de kendilerine zulmettiler ya da ondan (sıladan) ayrıdır,

Mana da şöyledir: Yalanlamakla ancak kendilerine zulmettiler, çünkü vebali onları geçmez. Bunun içindir ki, mef'ûl başa alınmıştır.

178

Allah kime hidâyet ederse o, doğru yolu bulur. Kimi de saptarsa, işte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir.

"Allah kime hidâyet ederse o, doğru yolu bulur. Kimi de saptarsa, işte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir". Şunu açıklamaktadır ki, hidâyet ve sapıklık Allah'tandır ve Allah’ın hidâyeti hepsine değil bazısınadır. Doğru yolu bulmayı gerektiren de odur. Birincide müfret, ikincide cemi kullanması lâfız itibarı iledir. Mana da şuna vurgu yapmaktadır ki, hidâyete erenler tek gibidir, çünkü yolları birdir; sapıklar ise öyle değildir ve Allah’ın hidâyetinin hidâyeti bulanlara ait olduğunu haber vermek, hidâyetin şânını büyütmek içindir. Ve şuna dikkat çekmektedir ki, o bizatihi büyük bir şeydir, faydası ona göredir. Öyle ki, başka bir şey lmasa bile o yeter. Ve gelecekte nimetleri kazandıran da odur ve onun adresidir.

179

Yemin olsun, gerçekten cinden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri var, onlarla anlamazlar; gözleri var, onlarla görmezler; kulakları var, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gâfillerin ta kendileridir.

"Yemin olsun, gerçekten cinden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık". Yani Allahü teâlâ'nın ilminde küfürde ısrar edenleri demektir.

"Onların kalpleri var, onlarla anlamazlar” onları hakkı tanımada ve delillerine bakmada kullanmazlar.

"Gözleri var, onlarla görmezler” yani onlarla Allah'ın yarattıklarına ibret nazarı ile bakmazlar.

"Kulakları var, onlarla dinlemezler” âyetleri ve öğütleri düşünce ve ibret dinlemesi ile dinlemezler.

"İşte onlar hayvanlar gibidir” anlamamada ve ibret nazarı ile bakmayıp düşünmek için dinlememede ya da onların duygu ve kabiliyetleri geçim sebepleri ile sınırlıdır.

"Hatta daha da sapıktırlar” çünkü hayvan fayda ve zararını idrak eder. Onları çekmek ve itmek için bütün gayretini sarf eder. Bunlar ise öyle değildirler, bilâkis çokları muannit olduğunu bildiği hâlde ateşe atılır.

"İşte onlar gâfillerin ta kendileridir” tam gafildirler.

180

En güzel isimler Allah'ındır; ona onlarla dua edin. Onun isimlerinde sapanları bırakın. Onlar yaptıkları o şeyle cezalanacaklar.

"En güzel isimler Allah'ındır” çünkü onlar en güzel manalara gelirler. Bunlardan maksat lâfızlardır. Sıfatlardır da denilmiştir.

"Ona onlarla dua edin” onu o isimlerle isimlendirin.

"İsimlerinde sapanları bırakın” sapıkların isimlendirmelerini terk edin, çünkü onlar dinî bir temele dayandırmazlar. Çoğu zaman akla kötü mana getirir, Meselâ ya ebel mekârim (ey asil davranışların babası), ya ebyadal vech (ey yüzü en ak) gibi.

Ya da Allah'ın kendine verdiği isimleri inkâr edenlere aldırmayın demektir, Meselâ biz Yemame'nin Rahmân'mdan başkasını bilmeyiz, demeleri gibi.

Ya da isimlerini putlara vermelerini ve isimlerinden onlara isim türetmeleri gibi, Meselâ Allah'tan Lat, Azîz'den Uzza gibi. Bunlarda onlara uymayın.

Yahut onlardan yüz çevirin, çünkü Allah onların cezasını verecektir. Nitekim "onlar yaptıkları o şeylerle cezalanacaklar” buyurmuştur. Hamze burada ve Fussilet sûresinde fetha ile "yelhadune” okumuştur. Lehade ve elhade denilir ki, hedeften sapmaktır.

181

Yarattıklarımızdan bir ümmet vardır ki, hakkı gösterir ve onunla adalet ederler.

"Yarattıklarımızdan bir ümmet vardır ki, hakkı gösterir ve onunla adalet ederler". Bunu cehennem için haktan sapan bir bölüğü açıkladıktan sonra zikretti ki, cennet için de hakkı gözeten âdil bir bölük yarattığım göstersin. Bunu icmaın doğruluğuna delil getirmişlerdir; çünkü bundan maksat her çağda bu sıfatta bir grubun olacağını bildirmektir. Çünkü sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz:

"Allah'ın emri gelinceye kadar bu ümmette hak üzerinde olan bir grup olacaktır", buyurmuştur. Eğer bu Resûlüllah’ın zamanına veya başkasına hâs olsa idi bunda bir fayda olmazdı, çünkü o, bilinen bir şeydir.

182

Âyetlerimizi yalanlayanları ise bilmedikleri yerden yavaş yavaş yakalarız.

"Âyetlerimizi yalanlayanları ise yavaş yavaş yaklaştıracağız” azar azar helake yaklaştıracağız. Burada geçen istidrac’ın aslı derece derece yukarı çıkarmak yahut aşağı indirmektir.

"Bilmedikleri yerden” onlara yapmak istediğimizi böyle yaparız. Bu da nimetin onlara arka arkaya gelmesiyle olur, onlar da bunun Allah'ın lütfundan olduğunu sanırlar. Şımarıklıklarını ve azgınlıklarını artırırlar. Sonunda azâp sözünü hak ederler.

183

Ben onlara süre tanıyorum. Şüphesiz benim tuzağım sağlamdır.

 (Ben onlara süre tanıyorum) bu da senestedricühüm üzerine atıftır,

"şüphesiz benim tuzağım sağlamdır” yakalamam serttir. Ona tuzak demesi dışının ihsan, içinin perişanlık olmasındandır.

184

Arkadaşlarında herhangi bir delilik olmadığını düşünmediler mi? O, apaçık bir uyarıcıdan başkası değildir.

"Arkadaşlarında olmadığını düşünmediler mi?” Yani Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'de "herhangi bir delilik” akıl hastalığı.

Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz Safa tepesine çıktı, onları boy boy çağırdı; Allah'ın azabından korkuttu. İçlerinden biri: Arkadaşınız (adamınız) sabaha kadar bağırdı, dedi. Âyet bunun üzerine indi.

"O, apaçık bir uyarıcıdan başkası değildir” uyarması açıktır, öyle bir ses tonuyla seslenir ki, hiç kimseye durumu gizli kalmaz.

185

Göklerin ve yerin mülküne, Allah'ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olacağına bakmadılar mı? Artık ondan sonra hangi söze îman edecekler?

"Bakmadılar mı?” sonuç çıkaracak şekilde "göklerin ve yerin mülküne, Allah'ın yarattığı şeylerde” şey denecek cinslere ki, bunların sayıları yoktur, bunlar saniin (yaratıcının) sonsuz kudretini, yoktan var edenin birliğini, sâhibinin ve idarecisinin büyüklüğünü gösterir. O zaman davet edildikleri şeyin doğruluğunu anlarlar. (Ve ecellerinin yaklaşmış olacağına). Bu da melekut'un üzerine atıftır,

"en” mastariyedir yahut enne'den tahfif edilmiştir. İsmi de zamir-i şandır, yekunu'nûn ismi de öyledir.

Mana da şöyledir: Ecellerinin yaklaştığına ve vadesinin geldiğine bakmadılar mı ki, ölüm bastırmadan ve azâp inmeden önce hakkı aramaya ve kendilerini kurtaracak şeye yönelmeye koşsunlar.

"Artık ondan sonra hangi söze” yani Kur'ândan sonra demektir "îman edecekler?” ona îman etmiyorlarsa. Bu da açıklamanın son kertesidir, sanki delil karşısında sustuktan, hakkı gösteren işâret karşısında şaşkın kaldıktan sonra kalplerinin mühürlendiğini ve küfre azm ettiklerini haber vermektedir.

"Febieyyi"nin "asâ en yekune” kavline bağlı olduğu da söylenmiştir ki, sanki şöyle denilmiştir: Belki de ecelleri yaklaşmıştır; neden Kur'ân'a îman etmeye koşmuyorlar, bu kadar açığa çıktıktan sonra neyi bekliyorlar? Eğer ona îman etmezlerse ondan daha gerçek hangi söze îman etmeyi istiyorlar?

186

Allah kimi saptırırsa, ona hidâyet edecek yoktur. Onları taşkınlıkları içinde bocalamaya bırakır.

"Allah kimi saptırırsa ona hidâyet edecek yoktur” sözü de bunu ikrar ve gerekçesini tespit gibidir. (Onları taşkınlıkları içerisinde bocalamağa bırakır). Merfû' olarak söz başıdır. Ebû Amr, Âsım ve Ya'kûb ye ile okumuşlardır, çünkü yukarısında "vemen yudlilullahu” buyurmuştur. Hamze ile Kisâî de "felâ hadiye leh"in mahalline atfen cezm ile (veyezerhüm) okumuşlardır. Sanki layehdihi ğayruhu ve yezerhüm denilmiştir.

"Ya'mehun” da hümden hâl’dir.

187

Sana kıyâmetten, ne zaman gerçekleşeceğinden soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Allah katındadır. Onu vaktinde ancak o açıklar. O, göklerde ve yerde ağır basmıştır. Size ancak ansızın gelir. Sanki sen onu tam manasıyla biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Allah kalındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.

 (Sana kıyâmetten soruyorlar) saat sonradan kıyâmete isim olmuştur. Ona böyle denilmesi ansızın gelmesindendir ya da hesabının hızlı olmasındandır yahut da o kadar uzun olmasına rağmen Allah katında bir saat gibi olmasındandır. (Ne zaman gerçekleşeceğinden) durma ve istikrarından demektir. Rusuvvüşşey durmak ve karar kılmaktır. Resel cebelü (dağ durdu) ve erses sefinete de gemiyi demirlemektir. Eyyane de eyyü'den türemiştir, çünkü manası o ne vakittir, demektir. O da aveytü ileyhi'den gelir, çünkü parça bütüne doğru hareket eder.

"De ki: Onun ilmi ancak Allah kalındadır” ilmini kendine saklamıştır, ne bir yakın meleğe ne de gönderilmiş bir peygambere vermemiştir.

"Onu vaktinde açıklamaz” durumunu vaktinde belirtmez "ancak o belirtir”

Mana da şöyledir: Onun gizliliği kopacağı zamana kadar başkasına saklıdır. Livaktiha'daki lâm da vakit içindir, tıpkı "ekımis salate lidülukiş şemsi” (hra: 78) âyetinde olduğu gibidir.

"O, göklerde de yerde de ağır basmıştır” halkı olan meleklere, insan ve cinlere ağır gelmiştir. Sanki gizliliğindeki hikmete işâret eder gibidir.

"Size ancak ansızın gelir” sizi gâfil avlar, nitekim aleyhisselâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Kıyamet insanları bastırdığı zaman adam vardır havuzunu tamir etmektedir, adam vardır davarını sulamaktadır, adam vardır pazarda eşyasını reklam etmektedir, adam vardır terazisini indirip kaldırmaktadır.

(Sanki sen onu tam manasıyla biliyormuşsun gibi sana soruyorlar). Hafiy, hafiye anişşey'i'den gelir ki, bir şeyi sormaktır. Çünkü bir şeyi fazla soran ve onu araştıran onu sağlama almış gibidir. Bunun içindir ki, an edâtı ile geçişli kılınmıştır. Bunun "yeseluneke"ye bağlı olduğu da söylenmiştir. Bunun hafavetten geldiği de söylenmiştir ki, acımak manasınadır. Çünkü Kureyşliler ona: Seninle aramızda akrabalık vardır; bize kıyâmetin ne zaman kopacağını söyle dediler.

Mana da şöyledir: Sana ondan soruyorlar, sanki sen onlara yakın olduğun için onlara özel bilgi verecekmişsin gibi.

Şöyle de denilmiştir: Bu, hafiye bişşey'i'den gelir ki, sevinmek manasınadır, anlamı da şöyledir: Sanki sen bu sorudan hoşlanıyormuşsun gibi sana soruyorlar, hâlbuki sen ondan ikrah ediyorsun. Çünkü o yalnız Allah'ın bildiği gâip şeylerdendir.

"De ki: Onun ilmi ancak Allah katındadır” bunu tekrar etmesi,

"yeseluneke"nin tekrar edilmesindendir, çünkü bunda bu ilave ve mubalâga vardır.

"Fakat insanların çoğu bilmezler” Allahü teâlâ'nın onun ilmini halkından bir kimseye vermediğini.

188

De ki: Allah dilemedikçe ben kendime ne bir fayda ne de bir zarar vermeye sahip değilim. Eğer ben gaybi bilse idim, mutlaka hayrı çoğaltırdım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben îman edecek bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.

"De ki: Ben kendime ne bir fayda ne de bir zarar vermeye sahip değilim” . Bu kulluğu açıklama ve gaybi bilme iddiasından elini çekmedir.

"Allah dilemedikçe” bunlardan bir şey dilemedikçe, o zaman bana ilham eder ve beni ona muvaffak kılar.

"Eğer ben gaybi bilse idim, mutlaka hayrı çoğaltırdım ve bana kötülük de dokunmazdı” eğer ben gaybi bilse idim şimdiki durumumu değiştirir; daha çok fayda sağlar ve zararlardan uzak dururdum, öyle ki, bana kötülük dokunmazdı.

"Ben sadece bir uyarıcı ve bir müjdeciyim” ben uyarmak ve müjdelemek için gönderilen bir kul peygamberim.

"Îman edecek bir kavim için". Çünkü bunlardan istifade edecek olan onlardır.

"Likavmin yü'minun"un beşir'e mütaallik olup nezir'in mütaallikinin de mahzûf olması da câizdir.

189

O ki, sizi bir tek candan yarattı ve ondan da alışsın diye eşini yarattı. Onu bürüyünce hafif bir yük yüklendi de onunla geçti. Ağırlaşınca, ikisi Rableri Allah'a (şöyle) dua ettiler: Eğer bize sağlam bir çocuk verirsen, mutlaka şükredenlerden olacağız.

"O ki, sizi bir tek candan yarattı” o da Âdemdir,

"ondan da yarattı” o canın (nefsin) cesedinden, eğelerinden birinden veyahut kendi cinsinden yarattı, Meselâ:

"Size kendi nefislerinizden eşler yarattı” (Nahl: 72) âyeti gibi.

"Eşini” o da Havvadır.

"Ona alışsın diye” ona ısınsın, onda huzur bulsun, bir şeyin kendi parçasına veya cinsine alışması gibi. Zamirin müzekker olması (liyesküne) manaya gidildiği içindir ve "felemma teğaşşaha” ifadesine de uyması içindir. Yani onunla birleşince demektir.

"Hafif bir yük yüklendi” yük ona hafif geldi, genellikle diğer kadınların duyduğu rahatsızlığı duymadı, o sebeple aldırmadı yahut hafif bir hamule taşıdı ki, o da menidir.

"Onunla geçti” onunla devam etti, oturup kalktı. Şeddesiz "femeret” ve "festemeret” ve "femaret” de okunmuştur ki, mevr kökündendir, o da gelip gitmektir yahut miryedendir, o da hamile kaldığım zannetti ve ondan şüphe etti, demektir. (Ağırlaşınca) karnında çocuğun büyümesiyle ağırlaşınca, meçhul kalıbı ile üskılet de okunmuştur ki, yükü onu ağırlaştırmca demek olur.

"Rableri Allah'a: Eğer bize sağlam bir çocuk verirsen, diye dua ettiler” eli yüzü düzgün, bedeni sağlam bir çocuk "mutlaka şükredenlerden oluruz” yenilenen bu nimetin için.

190

Onlara sağlam bir çocuk verince, kendilerine verdiği şeyde ona ortaklar koşmaya başladılar. Allah, onların ortak koştukları şeylerden yücedir!

"Onlara sağlam bir çocuk verince, kendilerinde verdiği o şeyde ona ortaklar koşmaya başladılar” yani cuile evladühuma (evlatlarına verdiği şeyde evlatları ona ortak kılındı) demektir ki, ona Abdüluzza, Abdimenaf adını verdiler. Burada görüldüğü gibi muzâf hazfedilmiş ve muzâfunileyh onun yerine geçirilmiştir.

"Allah onların ortak koştukları şeylerden yücedir!” kavli ile "bir şey yaratmayan ve kendileri yaratılanları mı ortak koşuyorlar” ifadeleri de bunu gösterir (şirkkoşanlar sonraki çocuklarıdır).

191

Bir şey yaratmayan ve kendileri yaratılanları mı ortak koşuyorlar?

"Bir şey yaratmayan ve kendileri yaratılanı mı ortak koşuyorlar?” Putları kastediyor. Şöyle denilmiştir: Havva hamile kalınca İblis ona bir erkek donunda (sıfatında) geldi: Karnındakinin ne olduğunu biliyor musun, belki bir hayvandır, belki de bir köpektir, dedi? Nereden çıkacağını biliyor musun, dedi? O da bundan korktu, bunu Âdem'e anlattı. Onlar da bundan üzüldüler. Sonra İblis Havva'ya döndü: Benim Allah katında iyi bir yerim var, eğer Allah'a dua edersem onu senin gibi yapar, çıkmasını sana kolaylaştırır; sen de ona Abdülharis adını koy, dedi. Onun da ismi meleklerin arasında Abdülharis idi. O da kabul etti. Doğurunca ona Abdülharis adını koydular. Bu gibi rivâyetler peygamberlere yaraşmaz.

"Sizi yarattı” (Araf: 189) hitabının Kureyş'ten Kusay ailesine olma ihtimali de vardır. Çünkü onlar Kusay'ın nefsinden yaratıldılar. Onun kendi cinsinden Arap ve Kureyşli bir eşi vardı. O ikisi Allah'tan bir çocuk istediler. Allah da onlara dört oğlan verdi. Onlara Abdimenaf, Abdişems, Abdikusay ve Abdüddar adlarım verdiler. O zaman "yüşrikun"daki zamir o ikisi ile evlatlarına ait olur. Nâfi' ile Ebû Bekir "sirken” yani şirketen okumuşlardır ki, onda başkasını ona şirk koştular demek olur yahut zeviy şirkin demek olur ki, onlar da ortaklardır.

"Hûm” zamiri putlara râcidir, onlara ilâh dedikleri için getirilmiştir.

192

Bunlar ne onlara yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler.

"Onlara yardım edemezler” yani kendilerine tapanlara demektir,

"kendi nefislerine de yardım edemezler” başlarına gelen kötülüğü def edemezler.

193

Eğer onları doğru yola çağırırsanız, size uymazlar. Onları davet etmeniz de davet etmeyip susmanız da sizin için birdir.

"Eğer onları çağırırsanız” yani müşrikleri "doğru yola” İslâm'a (size uymazlar). Nah şeddesiz ve be'nin fethi ile (layetbeukum) okumuştur. Hitabın müşriklere "hüm” zamirinin de putlara râci olduğu da söylenmiştir ki, onları sizi hidâyet etmeye çağırırsanız muradınızı yerine getirmezler, Allah'ın cevap verdiği gibi cevap veremezler, demek olur. (Onları davet etseniz de davet etmeyip sussanız da sizin için birdir) em samüttüm dememesi, duanın fayda vermeyeceğini mübalağalı şekilde ifade etmek içindir. Çünkü susmakla eşit kılınmıştır.

Ya da onlara ihtiyaçlarını görmek için dua etmemelerindendir, sanki şöyle denilmiştir: Onlara yeniden dua etmeniz de dua etmeyip susmanız da birdir.

194

Şüphesiz Allah,'tan başka dua ettikleriniz de sizin gibi kullardır. Öyleyse onları çağırın da, eğer doğru söylüyorsanız size cevap versinler.

"Şüphesiz Allah,'tan başka dua ettikleriniz” ibâdet edip de ilâh adlarını verdikleriniz "sizin gibi kullardır” çünkü onlar da emir altındadır.

"Öyleyse onları çağırın da, eğer doğru söylüyorsanız size cevap versinler” ilâh olduklarına dâir. Şu da muhtemeldir ki, onları insan suretinde yonttukları zaman onlara dedi ki: Onların son arzuları sizler gibi akıllı canlılar olmaktır. Bazılarınız ibâdeti hak edemediği gibi onlar da hak edemezler. Sonra iddialarını çürüterek dedi ki:

195

Onların yürüyecekleri ayakları var mı?

Yahut onların tutacakları elleri var mı?

Yahut onların görecekleri gözleri var mı?

Yahut onların işitecekleri kulakları var mı? De ki: Ortaklarınızı çağırın, sonra da bana tuzak kurun, beni bekletmeyin.

"Onların yürüyecek ayaklan var mı?

Yahut onların tutacak elleri var mı?

Yahut onların görecek gözleri var mı?

Yahut onların işitecek kulakları var mı?". İnne tahfif edilerek "in” "ibade” de nasb ile "mâ"i Hicaziye şeklinde de okunmuştur ki, böyle bir şey sâbit değildir. Burada, Kasas ve Duhan'da zam ile "yubtışune” okumuşlardır.

"De ki: Ortaklarınızı çağırın” bana düşmanlıkta onlardan yardım isteyin "sonra da bana tuzak kurun” siz ve ortaklarınız bana kötülük için elinizden geleni ardınıza koymayın "beni bekletmeyin” bana süre vermeyin. Çünkü ben sizi aldırmıyorum; ben Allah'ın dostluğuna ve muhafazasına güveniyorum.

196

Şüphesiz benim velim; kitabı indiren Allah'tır. O, iyilere velilik eder.

"Şüphesiz benim velim; kitabı indiren Allah'tır” Kur'ân'ı indiren.

"O iyilere de velilik eder". Peygamberlerine etmekten öte iyi kullarına velilik etmek de onun adetidir.

197

Ondan başka taptıklarınız, size yardım edemezler, ne de kendilerine yardım ederler.

"Ondan başka taptıklarınız, size yardım edemezler ne de kendilerine yardım ederler". Bu da Efendimizin onlara kulak asmamasının tamamlayıcı sebebidir.

198

Eğer doğru yola çağırırsanız, duymazlar. Onların sana baktıklarını görürsün, halbuki onlar görmezler.

"Eğer onları doğru yola çağırırsanız duymazlar. Onların sana baktıklarını görürsün halbuki onlar görmezler". Sana bakıyorlar gibi görünürler, çünkü karşısındakine bakar vaziyette tasvir edilmişlerdir.

199

Sen affı tut, iyiliği emret ve Câhillerden yüz çevir.

"Huzil afve” yani insanların işinden sana kolay geleni al, onlara rahat davran, onlardan zor şey isteme. Bu, çabanın zıddı olan af'tır.

Ya da suçluları affetmeyi al yahut sadakalarından fazlasını veya kolay gelenini al demektir ki, bu da zekât farz kılınmadan önce idi. (İyiliği emret) iyilik güzel işler demektir.

"Câhillerden yüz çevir” onlarla tartışma, kötülüklerine karşılık verme. Bu âyet güzel ahlâkı toplamakta, Resûlüne de bunları yaşamakla emretmektedir.

200

Eğer seni şeytandan bir fit dürterse, Allah'a sığın. Çünkü o, hakkıyla işiten, her şeyi bilendir.

 (Eğer seni şeytandan bir fit dürterse) yani bir vesvese seni emrolunduğun şeyin tersini yapmaya zorlarsa, Meselâ öfke ve düşünce gibi. Nezğ, nesğ ve nahs dürtmedir. Onun insanları isyanlara teşvik etmek ve rahatsız etmek için vesvesesi sürücünün sürdüğü şeye dürtmesine benzetilmiştir.

"Allah'a sığın. Çünkü o, hakkıyla işitentir” sığınmayı işitir "her şeyi bilendir” iyiliğinin nerede olduğunu bilir; seni ona götürür.

Ya da sana eziyet edenlerin sözlerini işitir ve yaptıklarını bilir. Ona göre ceza verir. Seni intikâm almaktan ve şeytana uymaktan kurtarır.

201

Şüphesiz sakınan kimselere şeytandan bir fit dokunursa, iyice düşünürler; hemen onlar gerçeği görürler.

"Şüphesiz sakınan kimselere şeytandan bir fit / vesvese dokunursa". Âyette geçen Tâif tafe yutufudan ism-i faildir. Sanki etraflarını dolaşmış da onlara etki edememiştir.

Ya da tafe bihil hayalü tayfenden hayal ve slüet demektir. İbn Kesîr, Ebû Amr, Kisâî ve Ya'kûb "tayfun” okumuşlardır ki, ya mastardır ya da leyyin ve heyyin gibi tayyif'in tahfif edilmiş şeklidir. Şeytandan maksat şeytan cinsidir, bunun içindir ki, zamiri (ve ihvanuhum) cemi kılınmıştır.

"İyice düşünürler” Allah'ın emir ve yasak ettiğini "hemen onlar gerçeği görürler” hata yerlerini ve şeytanların hilelerini düşünmekle; onlardan sakınırlar, bunlarda arkasına düşmezler. Âyet mâkablini te'kit etmektedir. Şu âyet de öyledir:

202

Onların kardeşleri onları sapıklığa çekerler, sonra da bırakmazlar.

"Onların kardeşleri onları sapıkhğa çekerler” yani şeytanların kötülükten çekinmeyen kardeşleri "sapıklığa çekerler” süslemek ve ona sürüklemekle.

"Yümiddunehüm” de okunmuştur ki, emeddeden gelir; yumâddunehüm de okunmuştur ki, kolaylaştırarak ve teşvik ederek onlara yardım ederler: Bunlar da arkalarına düşmek ve emirlerini yerine getirmekle onlara yardım ederler.

"Sonra da bırakmazlar” onları azdırmaktan geri kalmazlar. Sonunda onları helâk ederler. (Layukassırun)daki zamirin ihvan'a gitmesi de câizdir ki, takva sahipleri gibi sapıklıktan çekinmezler demek olur. İhvandan şeytanları murat etmek de câizdir ki, o zaman zamir Câhillere râci olur, haber de (lâfzan ve manen) kiminse onun olur.

203

Onlara bir mu'cize getirmediğin zaman:

"Onu (sağdan soldan) derleseydin ya” derler. De ki: Ben ancak bana Rabbimden vahyedilene uyarım. Bu, Rabbinizden kanıtlar ve îman eden bir toplum için de bir hidâyet ve bir rahmettir.

"Onlara bir mu'cize getirmediğin zaman” Kur'ân'dan yahut onların teklif ettiklerinden "onu sen derleseydin ya, derler” onu diğer okuduğun şeyler gibi kendiliğinden toplasaydm yahut Allah'tan isteseydin ya, derler.

"De ki: Ben ancak bana Rabbimden vahyedilene uyarım” ben âyetleri uyduracak değilim yahut onları teklif edecek değilim.

"Bu, Rabbinizden basiretlerdir” bu Kur'ân kalpler için basiretlerdir; hak onlarla görülür ve doğru onlarla idrak edilir.

"Ve îman eden bir toplum için de bir hidâyet ve bir rahmettir". Tefsiri yukarıda geçmiştir.

204

Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız.

"Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız ". Namaz hakkında indi; onlar namazda konuşurlardı; İmamın kırâatim dinlemek ve susmakla emrolundular. Lâfzın zahirinden nerede Kur'ân okunursa bu ikisinin vâcip olduğu anlaşılmaktadır. Ulemanın çoğunluğu ise namaz dışında müstehap olduğu görüşündedir. Bu, imamın arkasında okumanın vâcip olmadığına delil getirilmiştir ki, zayıftır.

205

Rabbini içinden yalvararak, korkarak ve açık ve yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret. Gâfillerden olma.

"Rabbini içinden zikret” Kur'ân okuma, dua ve diğerleri gibi zikirler için geneldir.

Ya da imâm kırâatini bitirdikten sonra cemâatin içinden okuması için emirdir. Nitekim Şâfiî radıyallahü anh'in mezhebi böyledir.

"Yalvararak ve korkarak” tazarru ve niyaz ederek.

"Ve açık ve yüksek olmayan bir sesle” gizlinin üzerinde, açığın altında bir tarzla konuş (dua et)çünkü bu, huşu ve ihlâs için daha etkilidir.

"Sabah akşam” erken ve geç vakitlerde. îysâl şeklinde de okunmuştur ki, asala fiilinin mastarıdır, asil vaktine girdi demektir ki, ğuduv ile aynı manayadır.

"Gâfillerden olma” Allah'ın zikrinden gâfillerden olma.

206

Rabbinin katındakiler ona kulluktan kibirlenmezler, onu tesbih ederler ve ona secde ederler.

"Rabbinin katındakiler” yani yüksek melekler kurulundakiler "ona kulluktan kibirlenmezler, onu tesbih ederler ve ona secde ederler". Yalnız ona ibâdet eder, ona zillet gösterir ve başkasını ona ortak koşmazlar. Bu da onlardan başka mükelleflere imadır. Bunun içindir ki, bu âyet okunduğu zaman secde emredilmiştir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle rivâyet edilmiştir: Âdemoğlu secde ayetini okur da secde ederse, şeytan ondan ağlayarak uzaklaşır ve: Eyvanlar olsun bana, bu, secde etmekle emredildi; secde etti; onun için cennet vardır. Ben secde etmekle emrolundum; isyan ettim; benim için ateş vardır, der. Yine aleyhisselâm Efendimiz'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim A'raf sûresini okursa, Allah onunla İblis'in arasına bir perde çeker ve Âdem aleyhisselâm ona şefaatçi olur.

0 ﴿