8 / ENFÂL SÛRESİ

Medîne'de inmiştir. 75 âyettir.

1

 Sana ganimetlerden sorarlar. De ki: Ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür. Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer mü'minler iseniz, Allah'a ve Resûlüne itâat edin.

 (Sana ganimetlerden sorarlar) yani ganimetlerin hükmünden demektir. Ganimete nefl denilmesi, Allah'tan bir vergi ve bir lütuf olmasındandır. Nitekim devlet başkanının kendini tehlikeye atana hissesinden fazla olarak söz verdiği büyük ödüle de nefl denilmiştir.

"De ki: Ganimetler Allah'ın ve Resûlünündür". Yani onun durumu bu ikisine hâstır; Peygamber onu Allah'ın emrettiği gibi taksim eder demektir. Âyetin iniş sebebi Müslümanların Bedir ganimetlerinde nasıl taksim edilecek, kimlere taksim edilecek, Muhâcirlere mi yoksa Ensâr'lara mı diye ihtilâf etmeleridir. Şöyle denilmiştir: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ilgisi olanlara elde ettiği ganimetin kendine ait olacağını haber verdi. Gençler de koştular, yetmiş düşman öldürdüler, yetmiş de esir aldılar. Sonra da ganimetlerini istediler. Mal da az idi. Bayrakların yanında duran yaşlılar ve ileri gelenler: Biz sizin yardımcınız idik, dönüp bize gelecektiniz, dediler. Âyet bunun üzerine indi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de onu aralarında eşit olarak bölüştürdü. Bunun içindir ki: Devlet başkanının verdiği sözü tutması lâzım gelmez, denilmiştir. Bu Şâfiî rahmetüllahi aleyhin görüşüdür.

Sa'd bin Ebi Vakkas radıyallahü anh'ten şöyle dediği rivâyet edilmistir: Bedir savaşı başlayınca kardeşim Umeyr öldürüldü. Ben de Said bin el - As'ı öldürdüm ve kılıcını aldım. Onu Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e getirdim, bana bağışlamasını istedim: Bu bana da sana da ait değildir; onu malların arasına at, dedi. Ben de attım, üzerimde öyle bir hâlet-i rûhiyye vardı ki, ancak Allah bilir; kardeşim öldürülmüş ve özel ganimetim elimden alınmıştı. Az gitmiştim ki, Enfâl sûresi indi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bana: Benden kılıcı istedin; benim değildi. Şimdi ise benim oldu, git onu al, dedi. Hemzenin hazfi, harekesinin lâm'a nakli ve an'in nûn'unun ona idgamı ile "allenefali” okunmuştur. Ve "yeselunekel Enfâle” de okunmuştur ki, gençler onlara karşı ileri sürdüğün şartlardan sorarlar demek olur.

"Allah'tan korkun” ihtilâf edip tartışmada.

"Ve aranızı düzeltin” aranızdaki durumu yardımlaşma Allah'ın verdiği rızıkta fedakarlıkla ve işi Allah ve Resûlüne havale etmekle.

"Allah'a ve Resûlüne itâat edin” o hususta "eğer mü'minler iseniz". Çünkü îman bunu gerektirir ya da îmanınız kamil ise. Zira kamil îman da bu üçü ile olur: Emirlere itâat etmek, günahlardan kaçınmak ve arayı adalet ve iyilikle ıslah etmek.

2

 Mü'minler, ancak o kimselerdir ki, Allah zikredildiği zaman kalpleri ürperir. Onlara âyetleri okunduğu zaman, îmanlarını artırır ve onlar, Rablerine güvenirler.

"Mü'minler ancak o kimselerdir ki,” yani kamil mü'minler o kimselerdir ki,

"Allah zikredildiği zaman kalpleri ürperir” onu büyütmelerinden ve celalinden duydukları heybetten dolayı zikrine koşarlar.

Şöyle de denilmiştir: Bu o adamdır ki, ona: Allah'tan kork, denildiği zaman onun azabından korkarak hemen onu bırakıverir. Fetha ile "vecelet” de okunmuştur ki, o da lügattir.

"Ferikat” de okunmuştur hafet (korkmak) manasınadır.

"Onlara âyetleri okunduğu zaman îmanlarını artırır” inanacak şeyler arttığı için ya da delillerin desteklemesi ile yahut gereğine göre amel etmekle nefsin tatmin olup yakînin yerleşmesi ile. Bu da: Îman taatla artar, masiyetle azalır, dolayısıyla amel îmana dahildir diyenlerin görüşüdür.

"Rablerine güvenirler” işlerini ona ısmarlar, ondan başkasından korkup çekinmezler.

3

Onlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık ettiğimizden harcarlar.

4

 İşte onlar, gerçek mü'minlerdir. Onlar için Rableri katında dereceler, bağış ve tükenmez bir rızık vardır.

İşte onlar gerçek mü'minlerdir". Çünkü îmanlarına korku; ihlâs ve tevekkül gibi ileri kalp amellerini ve namaz ve sadakanın mihenk taşı olan organlarla yapılan güzel amelleri ilave ettikleri için tahkiki îman derecesine çıkmışlardır.

"Hakkan” da mahzûf mastarın sıfatıdır yahut te'kit edici mastardır, Meselâ: (O, Allah'ın gerçek kuludur) (Maide:24) sözü gibi.

"Onlar için Rableri katında dereceler vardır” ikramlar ve yüksek makamlar vardır.

Şöyle de denilmiştir: Amelleriyle çıkacakları cennet dereceleri vardır,

"bağış vardır” kusurları için "ve tükenmez bir rızık vardır” cennette hazırlanmıştır ki, sayısı bitmez, sonu gelmez demektir.

5

 Nitekim seni Rabbin evinden hak ile çıkardığı zaman da (durum böyleydi). Hâlbuki mü'minlerden bir grup isteksizdir.

 (Nitekim seni Rabbin evinden hak ile çıkardığı zaman da durum böyleydi). Mahzûf mübtedanın haberidir, takdiri şöyledir: (Hoşlanmadıkları bu durum seni evinden çıkardığı an hoşlanmadıkları durum gibidir).

Ya da "lillahi velirResûli” (Enfâl: 1) kavlinde mukadder fiilin mastarının sıfatıdır yani (ganimetler Allah ve Resûlü için sabittir, tıpkı evinden çıkmanın sâbit olması gibi). Evi de Medîne'dir, çünkü orası hicret yurdu ve meskenidir ya da oradaki evinden demektir.

(Hâlbuki mü'minlerden bir grup isteksizdirler) hâl yerindedir yani seni çıkarmasından memnun değiller demektir. Şöyle ki: Kureyş'in kervanı Şâm'dan geldi, çok kıymetli ticaret malı taşıyordu. Muhafız olarak kırk atlı vardı. Ebû Süfyân, Amr bin As, Mahreme bin Nevfel ve Amr bin Hişâm da başlarında idi. Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e haber verdi, o da Müslümanlara haber verdi. Onlar mal çok olduğu ve adamları da az olduğu için onu karşılamak istediler. Bunlar çıkınca Mekke'ye haber ulaştı. Ebû Cehil Ka'be'nin üzerine çıkıp bağırdı: Ey Mekke halkı, hemen bulduğunuz bineklere binin, kervanınızı ve mallarınızı kurtarın. Eğer onları Muhammed ele geçirirse, bir daha asla belinizi doğrultamazsmız, dedi.

Bundan üç gün önce de Abdülmuttalib'in kızı Atike bir rüya görmüştü. Gökten bir melek indi, dağdan bir kaya parçası aldı, sonra onu havada birkaç defa döndürdükten sonra attı, Mekke'de içine ondan bir parça girmeyen ev kalmadı. Bunu da Abbâs'a anlattı. Bu da Ebû Cehil'e ulaştı: Erkeklerinin kehanet yaptığı yetmedi de mi? şimdi de kadınları yapmaya başladı, dedi.

Ebû Cehil bütün Mekke halkı ile beraber çıktı, onları Bedir mevkiine götürdü. Orası bir subaşı idi, Araplar yılda bir defa orada panayır kurarlardı. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de Zefran vâdisinde idi. Cebrâîl aleyhisselâm iki gruptan, kervan yahut Kureyş'ten birinin kendilerinin olacağı vaadini getirdi. Ashâbı ile istişare etti. Bazıları: Bize savaşı söyleseydin de hazırlık yapsaydık, biz kervan için çıktık, dediler. Onlara cevap verdi ve: Kervan deniz sahiline geçti, işte Ebû Cehil karşımzdadır, dedi. Onlar da: Ya Resûlallah, sen kervanı takip et, düşmanı bırak, dediler. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem kızdı. Ebû Bekir ile Ömer radıyallahü anhuma kalktdar, güzel konuştular. Sonra Sa'd bin Ubade kalktı: Sen kendi işine bak, devam et, Allah'a yemin ederim ki, Aden-i Ebyen'e gitsen Ensâr'dan bir kişi geri kalmaz, dedi. Sonra Mikdad bin Amr kalktı: Allah sana ne emrediyorsa ona devam et, biz ne istersen seninle beraberiz. Çünkü biz, İsrâîl oğullarının Mûsa'ya "sen ve Rabbin gidin, savaşın, biz burada oturacağız” (Maide: 24) dedikleri gibi demeyiz. Fakat sen ve Rabbin gidin, savaşın, biz seninle beraber savaşacağız, dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem sevindi, sonra da: Ey insanlar, siz de fikrinizi söyleyin, dedi. Bundan Ensâr'ı kastediyordu. Çünkü onlar çoğunluk idiler. Akabe'de ona biat ederken sadece ona Medîne'de düşmanla savaşırsa yardım edeceklerini vaat etmişlerdi.

Sa'd bin Muaz kalktı: Ya Resûlallah, sanki bize îma ediyorsun, dedi. O da: Evet, dedi. Sa'd de: Biz sana îman ettik, seni tasdik ettik ve getirdiğin şeyin hak olduğuna şahitlik ettik. Bunun için sana söz verdik. Emrini dinleyip itâat edeceğimize ant içtik. Ya Resûlallah, ne istersen yap. Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, denize dalmamızı emretsen seninle beraber dalarız. İçimizden bir tek kimse de geri kalmaz. Düşmanla karşılaşmaktan korkmayız, bizler savaş ânında sabırlı, düşmanla karşılaştığımız zaman sadık kimseleriz. Belki Allah sana menınun olacağın şeyi gösterecektir. Bizi Allah'ın bereketi ile yürüt, dedi. Efendimizi neşelendirdi. O da: Allah'ın bereketi ile yürüyün, müjde, Allah bana iki bölükten birini va'detti. Allah'a yemin ederim ki, onların ölecekleri yerleri görür gibiyim, dedi. Şöyle denilmiştir: Aieyhissalat vesselam Efendimiz Bedir savaşı bittikten sonra ona: Kervanı takip et, dediler. Elleri bağlı ve esir olan Abbâs: Uygun değildir, dedi. Niçin, dedi? O da: Çünkü Allah sana iki bölükten birini va'detti, onu da yerine getirdi, dedi. Bazıları onun bu sözünden hoşlanmadılar.

6

 Hak açığa çıktıktan sonra seninle mücadele ediyorlar. Sanki göz göre göre ölüme sevk ediliyorlar.

"Seninle hak hususunda mücadele ediyorlar” cihadı tercih ettiğin için, halbuki onlar kervanla karşılaşmayı tercih etmişlerdi.

"Ortaya çıktıktan sonra” hangi tarafa yönelirlerse yardım görecekleri belli olduktan sonra, çünkü aleyhisselâm Efendimiz öyle bildirmişti.

"Sanki göz göre göre ölüme sevk ediliyorlar” yani sebeplerini görmekle ölüme gönderilen gibi ölümden hoşlanmıyorlar. Bunun da sebebi sayılarının az ve hazırlıklarının olmaması idi. Çünkü

rivâyete göre onlar yaya (piyade) idiler, sadece içlerinde iki atlı vardı. Burada şuna îma ediliyor ki, tartışmaları şiddetli korkularından ve telaşlarından idi.

7

 Hani, Rabbin iki bölükten birinin şüphesiz sizin olacağını va'dediyordu. Siz de dikensizin (silâhsızın) sizin olmasını istiyordunuz. Allah ise kelimeleri ile hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu.

"Ve-iz ye'idükümüllahu ihdet Tâifeteyni” burada gizli (hatırla) kavli vardır,

"Enneah leküm” kavli de "ihdet Tâifeteyn"den bedeli istimaldir.

"Siz ise dikensizin sizin olmasını istiyordunuz” yani kervanın demektir. Çünkü onda sadece kırk afh vardı. Bunun içindir ki, onu istemiş; sayıları ve hazırlıkları fazla olan ordu ile karşılaşmak istememişlerdi.

"Şevket” sivrilik demektir ki, istiaredir, tekili şevke'dir.

"Allah ise hakkı gerçekleştirmek istiyor” onu sâbit ve yüce kılmak istiyor.

"Kelimeleriyle” bu durumla ilgili vahiyleriyle yahut meleklere imdat etmeleri emriyle.

"Bikelimetihi” olarak tekil de okunmuştur.

"Ve kâfirlerin köklerini kesmek istiyor” köklerini koparmak istiyor.

Mana da şöyledir: Siz ise mal istiyorsunuz, kötü bir şeyle karşılaşmak istemiyorsunuz. Allah ise dini yüceltmek, hakkı ve size iki dünyayı kazandıracak şeyi açığa çıkarmak istiyor.

8

Tâ ki, hakkı gerçekleştirsin ve bâtılı iptal etsin. Günahkârlar istemese de!

"Tâ ki, hakkı gerçekleştirsin ve bâtılı iptal etsin” yani yapacağını yapsın. Burada tekrar yoktur; çünkü birincisi maksadı beyan içindir, iki maksat arasında da çok fark vardır.

İkincisi ise Peygamberi dikensiz kervanı tercih etmeye ve ona karşı zafer kazandırmaya sürükleyen şeyi beyan etmek içindir.

"Günahkârlar istemese de” bunu.

9

 Hani, Rabbinizden yardım istiyordunuz da sizin için, birbiri ardınca size bin melekle yardım edeceğim, diye kabul etmişti.

"İz testeğisune” "iz yeidüküm"den bedeldir yahut "liyühikkal hakka” kavline mütealliktir ya da gizli üzkür vardır. Yardım istemeleri de savaşın kaçınılmaz olmasındandır. Ey Rabbimiz, düşmanına karşı bize yardım et, ey imdat isteyenlerin medetkârı, bize yardım et, demeye başladılar. Hazret-i Ömer radıyallahü anh'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Aleyhisselâm Efendimiz, müşriklere baktı. Bin kişi idiler. Ashâbına da baktı, üç yüz kişi idiler. Kıbleye döndü, ellerini uzattı şöyle dua etti: Allah'ım, bana ettiğin va'di yerine getir. Allah'ım, eğer bu birliği helâk edersen, yeryüzünde ibâdet edilmezsin. Bunu o kadar tekrar etti ki, ridası omzundan düştü. Ebû Bekir radıyallahü anh: Ey Allah'ın Nebisi, Rabbine yakarışın yeter, o sana ettiği va'di muhakkak yerine getirecektir, dedi. (Size yardım edeceğim diye cevap verdi) bienni mümiddüküm demektir.

Câr hazfedilmiş, fiil ona yanaştırılmıştır. Ebû Amr kavl maddesini gizleyerek ya da istecabe'yi kâle yerine koyarak kesr ile (inni) okumuştur. Çünkü icabet de sözden sayılır.

"Birbiri ardınca bin melekle” mü'minlerin ardınca yahut birbiri ardınca demektir. Erdeftuhu'dan gelir ki, arkasından gelmektir.

Ya da mürdifine baduhum badan demektir ya da mü'minleri artlarına düşürerek demektir ki, erdeftuhu iyyahu feredifehu manasınadır. Nâfi' ile Ya'kûb dal’ın fethi ile "mürdefin” okumuşlardır ki, müttebein ya da mütbein demektir. Mana da onlar ordunun önünde yahut arkasındalar demektir. Ra'nın kesri ve zammı ile "müriddifin” (mürüddifin) de okunmuştur ki, aslı mürtedifin demektir; te dal'a idgam edilmiş, iki sâkin yan yana gelmiştir, o sebeple ra aslına bakılarak kesre ile harekelenmiş ya da mime uyularak zamme ile harekelenmiştir. Ai-i İmran'dakine uyması için "bialafin” de okunmuştur. Bununla meşhur kırâat şöyle uzlaştırılır: Binden maksat öncü veya artçı kuvvetlerde olandır yahut ileri gelenler ve belli meleklerdir yahut onlardan savaşanlardır. Bunu gösteren haberler de rivâyet edilmiştir.

10

 Allah onu ancak bir müjde ve kalplerinizi rahatlatmak için yapmıştı. Zafer ancak Allah katındandır. Şüphesiz Allah, mutlak gâlib, hikmet sâhibidir.

"Allah kılmadı bunu” yani yardımı "illâ büşra” leküm demektir, zafer müjdesi için yaptı.

"Kalpleriniz onunla rahatlasın diye” azlığınızdan ve değersizliğinden dolayı onlardaki korku gitsin diye.

"Zafer ancak Allah katındandır. Şüphesiz Allah, mutlak gâlib, hikmet sâhibidir” meleklerin imdadı, sayı ve malzeme çokluğu vasıtadır, tesiri yoktur. Öyleyse zaferi onlardan sanmayın ve o olmadığı zaman ye'se düşmeyin.

11

 Hatırla ki, kendisinden bir güven olarak size uykuyu buruyor ve sizi temizlemek, sizden şeytanın murdarlığını gidermek, kalplerinizi kuvvetlendirmek ve onunla ayakları sağlamlaştırmak için gökten üzerinize su indiriyordu.

"İz yuğaşşikümün nuase” bu da "iz yeidüküm"den ikinci bedeldir, üçüncü nimeti açıklamak içindir ya da nasr'a veyahut indillah'taki fiile yahut ca’l’e mütaalliktir yahut gizli "üzkür” vardır. Nâfi' şeddesiz olarak "yuğşiküm” okumuştur, ağşeytuhuş şey'eden gelir ki, bürümektir. Fâil de iki kırâata göre de Allahü teâlâdır. İbn Kesîr ile Ebû Amr da ref ile "yağşakümün nuasu” okumuşlardır. (Kendisinden bir güven olarak) Allah'tan bir enıniyet olarak demektir. Bu da mana mülahazası ile mef’ûlün leh'tir. Çünkü "yuğaşşikümün nuase” ten'asune manasınadır, yağşaküm de o manayadır. Emeneten de (ten'asune'nin) fâ'ilinin fiilidir (ondan sadır olmuştur). Bundan îman murat etmek de câizdir ki, o zaman bürüyenin fiili olur. Son okuyuşa göre mecaz olarak uyuklayanların fiili olur, çünkü o da sahiplerine aittir.

Ya da onun hakkı onları bürümemesi idi, çünkü korku şiddetli idi, bürüyünce sanki Allah'tan bir güven olmuştur. Eğer öyle olmasa idi onları bürümezdi. Şu şiirde olduğu gibi;

Uyku senden korkan gözlerden korkar,

Onlardan kaçar, uzaklara gider.

Rahmet vezninde "emnet” de okunmuştur ki, o da lügattir.

"Ve sizi temizlemek için gökten üzerinize su indiriyor” sizi abdestsizlik ve cenabetten temizlemek için "sizden şeytanın murdarlığını gidermek için” cünüplüğü kastediyor, çünkü o şeytanın hayale daldırmasından yahut vesvese ile onları susuzluktan korkutmasındandır.

Rivâyete göre onlar çok topraklı bir tepeye konakladılar. Ayaklan gömülüyordu, su da yoktu. Uyudular, çokları düş azdı. Müşrikler de subaşmı tutmuşlardı, şeytan Müslümanlara vesvese verdi: Nasıl zafer beklersiniz ki, suyu elden kaçırdınız, namazı abdestsiz ve cünüp olarak kılıyorsunuz. Ve de Allah'ın dostları olduklarınızı ve Resûlüllah'ın da aranızda olduğunu iddia ediyorsunuz, dedi. Müslümanlar korktular, Allah da gece bir yağmur indirdi, dere aktı, dere kıyısında havuzlar yaptılar, binekleri suladılar, gusül ettiler, abdest aldılar. Düşmanla aralarındaki tepe de sertleşti, ayakları batmadı, kalplerindeki vesvese gitti.

"Kalplerinizi kuvvetlendirmek için” Allah'ın kendilerine olan lütfüne güvenmekle "ve ayakları onunla sağlamlaştırmak için” yani yağmurla demektir. Tâ ki, ayaklar kuma gömülmesin ya da kalplerini sağlamlaştırdı ki, savaşta sâbit dursun.

12

 Hani, Rabbin meleklere, şüphesiz ben sizinleyim; îman edenlere sebat verin. Kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Boyunların üzerine vurun, vurun onların her parmak uçlarına, diye vahye diyordu.

"Hani Rabbin meleklere vahyediyordu” bu da üçüncü bedeldir ya da "yüsebbitü"ye mütealliktir.

"Meleklere, şüphesiz ben sizinleyim diye” onların yardımındadır, onları sağlamlaştırmaktadır. Bu da "yuhi"nin mef'ûlüdür. Gizli kavl maddesi ile yahut vahiy de ondan sayılmakla kesre ile "inni” de okunmuştur.

"Îman edenlere sebat verin” müjdelemekle yahut sayılarını artırmakla veyahut düşmanları ile savaşmakla. O zaman "kâfirlerin kalplerine korku salacağım” kavli,

"şüphesiz ben sizinleyim, sebat verin” kavlinin tefsiri gibi olur. Bunda meleklerin savaştıklarına delil vardır. Bunu kabul etmeyen de hitabı mü'minlere yapar, bu da ya üslup değiştirmekle olur ya da "seulki"den "külle benan” kavline kadar olanların meleklerin mü'minlere sebat vermeleri için telkin olur. Sanki onlara şöyle buyurmuştur:

"Boyunların üzerine vurun” yani yukarısına demektir ki, o da boğazlama yerleridir veyahut başlardır.

"Vurun onların her parmak uçlarına” parmaklarına demektir yani boyunlarını kesin ve ellerini kollarını koparın.

13

 Zira onlar Allah'a ve Resûlüne karşı geldiler. Kim Allah'a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz Allah'ın cezası ağırdır.

"Zâlike zira bu” vurmaya veyahut emrine işarettir. Hitap Peygambere veyahut daha önce geçen herkesedir. (Zira onlar Allah'a ve Resûlüne karşı geldiler). Şık'tan türemiştir, çünkü iki düşmandan her biri diğerinin öbür yanına düşer Meselâ muadatın udveden, muhasamenin husm'dan gelmesi gibi ki, yan demektir.

"Kim Allah'a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz Allah'ın cezası ağırdır” bu da illeti kabul ettirmektir ya da dünyada çektikten sonra âhirette kendileri için hazırlanan şeyle tehdittir.

14

 İşte onu tadın. Ve şüphesiz kâfirler için cehennem azâbı vardır.

 (İşte bunu) hitap üslup değişikliği ile beraber Müslümanlara ise de aslında kâfirleredir. Mahallen merfû’dur yani el-emrü zaliküm yahut zaliküm vakıundur yahut "fezuku"nûn gösterdiği fiille veyahut başiru veyahut aleyküm gibi başkası ile mensûbtur. Bu da fe'nin atıf edâtı olması için lâzımdır. (Şüphesiz kâfirler için cehennem azâbı vardır) bu da "zaliküm"e atıftır ya da mef'ûlu maah olarak mensûbtur.

Mana da şöyledir: âhirette sizi bekleyen şeyin yanı sıra dünyada peşin verilen azâbı tadın. Zamirin yerine zahirin (kafirin'in) konulması, ilerideki azaba yahut her ikisine de küfrün sebep olduğunu göstermek içindir. Yeni söz başı olarak da kesre ile "inne” okunmuştur.

15

 Ey îman edenler, kâfirlerle topluca ilerlerken karşılaştığınız zaman onlara arkalarınızı dönmeyin.

"Ey îman edenler, kâfirlerle topluca ilerlerken karşılaştığınız zaman” zahfen çok demektir, öyle ki, kalabalıklarından sürünür gibi görünürler. O mastardır, zahafes sabiyyüden gelir ki, bebek poposunun üzerinde yavaş yavaş sürünmektir. Çoğulu da zuhuftur. Hâl olarak mensûbtur.

"Arkalarınızı dönmeyin” onlara yenilmekle, hele sizin kadar veyahut az iseler hiç olmaz. Öyle görünüyor ki, âyet muhkemdir, ancak "mü'minleri savaşa teşvik et” (Enfâl: 65) ayetiyle tahsis edilmiştir. Zahfen'in fâilden veyahut mefuldan hâl olarak mensûb olması câizdir yani sürünür gibi size yaklaştıklarını gördüğünüz zaman yenilmeyin demektir.

Yahut yalnız fâilden hâl olması da câizdir ki, o zaman Huneynde on iki bin kişi iken arka döneceklerine îma olur.

16

 Kim o gün savaşmak için çekilmek veyahut bir takıma katılmak için olmaksızın onlara arkasını dönerse, gerçekten Allah'ın gazabına uğramıştır. Onun yeri cehennemdir. Orası ne kötü dönüş yeridir!

"Kim o gün savaşmak için olmazsa” kaçtıktan sonra tekrar saldırmak veyahut düşmanı yanıltmak için olmazsa ki, bu, savaş taktiklerindendir "veyahut bir takıma katılmak için olmazsa” yardım istemek için yakındaki Müslümanlara katılmak için. Kimileri yakın kaydını dikkate almamıştır. Çünkü

rivâyete göre İbn Ömer radıyallahü anh, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in gönderdiği bir birlikte idi. Birkaç kişi kaçarak Medîne'ye geldiler: Ya Resûlallah, bizler asker kaçaklarıyız, dedim. O da: Hayır, sizler tekrar dönenlersiniz, bana katıldınız, dedi.

"Müteharrifen” ve "mütehayyizen” hâl olarak mensûbtur, yoksa lağv olur amel etmez.

Ya da dönenlerden hâl’dir ki, illâ recülen müteharrifen veya mütehayyizen demek olur. Mütehayyiz'in vezni mütefeyü'dir, mütefe'il değildir; eğer öyle olmasa idi mütehevvizen olurdu, çünkü o haze yahuzu kökündendir.

"Gerçekten Allah'ın gazabına uğramıştır. Orası ne kötü yerdir!” bu da düşman bir kat fazla olmadığı takdirdedir. Çünkü Allahü teâlâ:

"Allah şimdi sizden hafifletti” (Enfâl: 66) buyurmuştur.

Şöyle de denilmiştir: Âyet Efendimizin ehl-i beytine ve savaşta yanında bulunanlara mahsustur.

17

 Onları siz öldürmediniz; onları ancak Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın; ancak Allah attı. Bunu da mü'minleri kendinden güzel bir deneme ile denemek için yaptı. Şüphesiz Allah, hakkıyla işiten, her şeyi bilendir.

"Onları öldürmediniz” kendi kuvvetinizle "onları ancak Allah öldürdü” size yardım etmek, sizi üzerlerine salmak ve kalplerine korku düşürmekle.

Rivâyete göre Kureyşler Akankal tepesinden görününce aleyhissselam Efendimiz: İşte Kureyşler, bütün kibir ve gururuyla senin Resûlünü yalanlıyorlar. Allah'ım, bana va'dettiklerini istiyorum, dedi. Ona Cebrâîl geldi: Bir avuç toprak al, onlara at, dedi. İki ordu birleşince yerden bir avuç toprak aldı, onlara doğru attı: Yüzleri kara olsun, dedi! Bundan gözüne girmedik bir müşrik kalmadı. Mağlup oldular, mü'minler arkalarına düşüp onları öldürdüler, esir ettiler. Sonra çekilince gururlandılar, adam: Ben öldürdüm, ben esir ettim, dedi. Âyet bunun üzerine indi. Felem taktüluhum'deki fe mahzûf şartın cevabıdır: İniftehartüm bikatlihim felem taktüluhum velakinnallahe katelehüm (eğer onları öldürmekle iftihar ediyorsanız, onları siz öldürmediniz; fakat Allah öldürdü) demektir.

"Sen atmadın” ey Muhammed, onu gözlerine ulaştırmadın, buna gücün de yetmez "attığın zaman” yani sen atıcı suretinde göründün "ancak Allah attı” son atan ve hepsinin gözlerine ulaştıran O'dur. Sonunda yenildiler, siz de köklerini kesebildiniz. Bildiğin gibi lâfız müsemmaya da kemaline ve ondan kastedilene de denilir (bkz. Bakara: 13. Müsemma olarak atan Resûlüllah'tır, gerçek atan ise Allah'tır).

Şöyle de denilmiştir: Taş attığın zaman kalplerine korkuyu sen atmadın fakat kalplerine korkuyu Allah attı.

Şöyle de denilmiştir: Bu, Uhut'ta Übey bin Halefe atılan ve delip geçmeyen bir mızrak hakkında indi. Bağıra bağıra canı çıktı.

Ya da Huneyn savaşında attığı bir ok hakkında indi; yatağında yatan İbn Ebi'l - Hukayk'a isabet etti. Cumhur birinci görüştedir. İbn Âmir, Hamze ve Kisâî şeddesiz "velakin” ve maba'dinini de iki yerde de ref'i ile okumuşlardır.

"Mü'minleri kendinden güzel bir denemek için yaptı” onlara yardım etmek, ganimet vermek ve mu'cizeler göstermekle büyük nimet vermek için yaptı.

"Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir” yalvarmalarını ve dualarını,

"her şeyi bilendir” niyetlerini ve hâllerini.

18

 İşte böyle. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağım bozacaktır.

 (İşte bu) güzel denemeye veya öldürmeye veya atmaya işarettir, mahallen merfû’dur yani elmaksudu veya elemrü zaliküm demektir.

"Ve ennallaha muhinü keydil kafirin” yani maksat mü'minleri imtihan etmek, kâfirlerin tuzağını bozmak ve hilelerini iptal etmektir. İbn Kesîr, Nâfi' ve Ebû Amr şedde ile "müvehhinü", Hafs da şeddesiz ve izafetle "muhinü keydi” okumuştur.

19

 Eğer fetih istiyorsanız, işte size fetih gelmiştir. Eğer vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer siz dönerseniz biz de döneriz. Kalabalığınız, çok olsa da size hiçbir şekilde fayda vermez. Şüphesiz Allah, mü'minlerle beraberdir.

"Eğer fetih istiyorsanız, işte size fetih gelmiştir” Mekke'lilere alay yollu hitaptır, zira onlar savaşa çıkmak istedikleri zaman Ka'be'nin örtüsüne sarıldılar ve: Allah'ım, iki askerden üstün olana yardım et, iki bölükten doğru yolda olana yardım et ve iki partiden saygılı olana yardım et, dediler.

"Eğer vazgeçerseniz” küfürden ve Peygambere düşmanlıktan "bu sizin için daha hayırlıdır” çünkü içinde iki yurdun esenliğini ve iki konağın hayrını barındırıyor.

"Eğer dönerseniz” onunla savaşmaya "biz de döneriz” size karşı ona yardım etmeye.

"Fayda vermez” defetmez "sizden kalabalığınız” topluluğunuz "hiçbir şeyle” hiçbir fayda vermez ve hiçbir zarar def etmez "ister ki, çok olsun” kalabalığınız.

"Şüphesiz Allah, mü'minlerle beraberdir” yardım etmek ve desteklemekle. Nâfi', İbn Âmir ve Hafs ve liennallahe maal mü'mine kâne zalik (bir de Allah mü'minlerle beraber olduğu için bu gâlibiyet olmuştur) şeklinde okumuşlardır.

Şöyle de denilmiştir: Hitap mü'minleredir,

Mana da şöyledir: Eğer yardım istiyorsanız size yardım gelmiştir. Eğer savaşta tembellikten ve Peygamberin kendine ayırdığı şeyi istemekten vazgeçerseniz, sizin için daha hayırlıdır. Eğer dönerseniz biz de döneriz, reddetmeye ve düşmanı üzerinize kışkırtmaya. O zaman kalabalığınız size fayda vermez. Eğer Allah yardımı ile sizinle beraber değilse. Çünkü o, îmanı kamil olanlarla beraberdir. Şu da bunu te'kit eder:

20

 Ey îman edenler, Allah'a ve Resûlüne itâat edin. Kur'ân'ı dinlediğiniz hâlde ondan yüz çevirmeyin.

"Ey îman edenler, Allah'a ve Resûlüne itâat edin, ondan yüz çevirmeyin” yani Peygamberden yüz çevirmeyin demektir. Çünkü âyetten maksat ona itâati emretmek ve ondan yüz çevirmeyi men etmektir. Allah'a itâatin zikredilmesi ona hazırlık ve şuna dikkat çekmek içindir ki, Allah'a itâat etmek Resûl'e itaattedir. Çünkü Allahü teâlâ:

"Kim Peygambere itâat ederse Allah'a itâat etmiştir” (Nisa: 80) buyurmuştur.

Şöyle de denilmiştir: Anhu zamiri cihada yahut taatin delâlet ettiği duruma gitmektedir.

21

 İşitmedikleri hâlde, işittik, diyenler gibi olmayın.

"Dinlediğiniz hâlde” Kur'ân'ı ve öğütleri anlama ve tasdik etmede.

"İşittik, diyenler gibi olmayın” işittiklerini iddia eden kâfirler ve münâfıklar gibi "işitmedikleri hâlde” yararlanacak şekilde; çünkü onlar ona başlarını bile kaldırmazlar.

22

 Allah katında hayvanların en kötüsü, (hakkı) akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.

 "Allah katında hayvanların en kötüsü, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir” yeryüzünde hareket edenlerin yahut hayvanların en şerlisi demektir.

"Sağırlar” haktan sağır olanlar "akıl etmeyen dilsizlerdir” onu (hakkı). Onları hayvanlardan saydı, sonra da onların en kötüleri kıldı, çünkü imtiyazlarını ve fazilet sebeplerini kaybetmişlerdir.

23

Eğer Allah, onlarda bir hayır görseydi, onlara mutlaka işittirirdi. Eğer işittirseydi yine de yüz çevirerek arkalarını dönerlerdi.

"Eğer Allah, onlarda bir hayır görseydi” onlar için yazılan bir seâdet yahut âyetler(e iman yönün)den yararlanma (âyetlerle bildirilenlerin doğruluğunu tasdik etme)

"onlara mutlaka işittirirdi” anlama işitmesi ile.

"Eğer işittirseydi” onlarda hayır olmadığını bildiği hâlde

"arkalarını dönerlerdi” ondan yararlanmaz ve tasdik ve kabul ettikten sonra dahi dinden dönerlerdi.

"Onlar yüz çevirenlerdir” inatlarından dolayı.

Şöyle de denilmiştir: Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e: Bize Kusay'ı dirilt, çünkü o, mübarek bir ihtiyar idi, sana şahitlik etsin, biz de sana îman edelim, derlerdi.

Mana da şöyledir: Onlara Kusay'ın dediklerini işittirirdi.

24

 Ey îman edenler, Allah ve Resûlü sizi hayat verecek bir şeye davet ettiği zaman, ona icabet edin. Bilin ki, Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Şüphesiz siz, sonunda onun huzurunda toplanacaksınız.

"Ey îman edenler, Allah'a ve Resûl'e icabet edin” itâat etmekle (sizi çağırdığı zaman) zamiri tekil yapması daha önce geçtiği içindir, bir de Allah'ın daveti Resûl'den işitilir.

Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz Ebû Said el - Hûdri'ye rastladı, o da namaz kılıyordu: onu çağırdı. O da acele edip namazını bitirdi, sonra da geldi. Efendimiz: Neden bana icabet etmedin, dedi? O da: Namaz kılıyordum, dedi. O da: Bana gelen "Allah ve Resûlüne icabet edin” vahyinden haberin yok mu, dedi?

Bunda ihtilâf edilmiş, şöyle denilmiştir: Çünkü ona icabet etmek, namazı bozmaz, zira namaz da icabettir.

Şöyle de denilmiştir: Onun çağırması, tehiri mümkün olmayan bir durum için idi. Namaz kılanın da o gibi şey için namazı bozması câizdir. Hadisin zahiri birinciye münasiptir.

"Size hayat verecek şeye” dinî ilimlere, çünkü onlar kalbin hayatıdır, cahillik de ölümüdür. Şâir şöyle demiştir:

Câhilîn takım elbisesi hoşuna gitmesin;

O ölüdür, elbisesi de kefenidir.

Ya da size sürekli nimet içinde size ebedî hayat kazandıracak itikat ve amellere demektir.

Ya da cihada demektir, çünkü o da devamınızın sebebidir. Çünkü onu terk ederlerse, düşmanlar onları mağlup eder ve onları öldürürler ya da şehitliğe demektir, çünkü Allahü teâlâ:

"bilâkis onlar, Rableri katında diridirler” (Al-i İmran: 169) buyurmuştur.

"Bilin ki, Allah kişi ile kalbi araşma girer". Bu da kuluna çok yakın olmasının misalidir. Şu âyet gibi:

"Biz ona şahdamarından daha yakınız” (Kaf- 16) Ve şuna dikkat çekmektedir ki, Allah onun kalbinde olan, belki de sâhibinin bile farkında olmadığı şeylerden haberdardır.

Ya da kalpleri ihlâs ile doldurup arıtmaya teşvik etmektedir, çünkü olur ki, Allah onunla kalbi arasına ölümle veya başka bir şeyle girer.

Ya da kulun kalbine sahip olmasını tasvir edip hayal ettirmek içindir, o zaman hiçbir şeye karar veremez, maksatlarına ulaşamaz. Eğer mutluluğunu isterse kulla İnkârın arasına girer ve bedbahtlığını isterse onunla îmanın arasına girer.

"Yehulu beynel mer'i” meni de okunmuştur ki, o zaman hemze hazfedilmiş, harekesi ra'ya atılmış ve vasi durumu vakf durumu gibi sayılmış olur. Bu da vakf durumunda şedde yapanlara göredir.

"Şüphesiz siz yalnız ona toplanacaksınız” amellerinizin karşılığını verecektir.

25

 Bir fitneden sakının ki, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmaz. Bilin ki, Allah'ın azâbı çok çetindir.

"Bir fitneden sakının ki, içinizden yalnız zulmedenlere dokunmaz” tesiri hepinize ulaşan bir günahtan sakının demektir, Meselâ aranızda kötü bir şeyin onaylanması, iyiliği emirde yağcılık etmek, ayrımcılık yapmak, bid'atların görülmesi ve cihâdta tembellik gibi. Bu durumda "latusibenne” kavli ya emrin cevabıdır, mana da, in eşabetküm tusibüz zâlimine minküm (eğer size dokunursa içinizden sadece zâlimlere dokunmaz, bilâkis hepinizi kaplar) demektir. Bunda şu mahzur vardır ki, şartın cevabı kesin değildir, bu sebeple te'kit nûn'unun getirilmesi uygun düşmez. Ancak nehiy manasını içerdiği için câiz görülmüştür. Meselâ Allahü teâlâ'nın.

"Üdhulu mesakineküm layahtımenneküm” (Neml: 18) âyetinde olduğu gibi.

"Lâ” da nefyi te'kit etmek içindir, bu da şazdır, çünkü nûn kasem dışında menfiye girmez.

Ya da lâm nehiy içindir, kavl maddesi gizlidir, şu beyitte olduğu gibi:

Nihayet karanlık bastırıp da karışınca

Bir açık ayran getirdiler ki: Hiç kurt gördün mü denecek cinsten

(Kurt rengi kadar açık).

Ya da mahzûf kasemin cevabıdır, Meselâ letusibenne okuyanlar gibi. Manada farklı olsalar da (nefiy ve nehiy şeklinde). Günahtan sakınma emrinden sonra zulme yanaşmadan nehiy de olabilir. Çünkü vebali yalnız ona dokunur ve ona döner.

"Minkürri"deki min ilk mülahazalara göre beyaniyedir. Faydası da sizin zulmetmeniz başkalarından daha çirkindir mantığına dikkat çekmektir.

"Bilin ki, Allah'ın azâbı çok çetindir".

26

 Hatırlayın o zamanı ki, siz, az idiniz, yeryüzünde aciz tanınıyor ve insanların sizi kapıp kaçırmalarından korkuyordunuz da sizi barındırdı, sizi yardımı ile destekledi ve size temiz şeylerden rızık verdi ki, şükredesiniz.

"Hatırlayın o zamanı ki, siz, az idiniz ve yeryüzünde aciz tanınıyor idiniz” Mekke toprağında demektir ki, Kureyşliler onları zayıf kabul ediyordu. Hitap Muhâcirleredir. Bütün Araplaradır da denilmiştir. Çünkü onlar İranlılarla Rumların ellerinde hor idiler.

"İnsanların sizi kapıp kaçırmalarından korkuyordunuz” Kureyş kâfirlerinin yahut başkalarının; çünkü onların hepsi düşman ve karşıt idiler.

"Sizi barındırdı” Medîne'de yahut size düşmanlardan korunacağınız barınaklar kıldı.

"Sizi yardımı ile destekledi” kâfirlere karşı ya da Ensâr’ın sırt vermesiyle yahut Bedir'de meleklerin imdadı ile.

"Size temiz şeylerden rızık verdi” ganimetlerden "ki, şükredesiniz” bu nimetlere.

27

 Ey îman edenler, Allah'a ve Resûl'e hainlik etmeyin ki, bilerek emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz.

"Ey îman edenler, Allah'a ve Resûl'e hainlik etmeyin” farzları ve sünnetleri durdurmakla ya da açıkladığınızın tersini içinizde saklamakla ya da ganimetlerde çapulculuk etmekle.

Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz, Yahûdî Kurayza oğullarını yirmi bir gün kuşattı, onlar da Nadiyr oğulları gibi sulh istediler. Şâm toprağında Ezruat ve Eriha'daki soydaşlarının yanlarına gitmek istediler. O da Sa'd bin Muaz'ın hakemliğini kabul etmelerini istedi. Onlar da kabul etmediler ve: Bize Ebû Lübabe'yi gönder, dediler. Çünkü o, kendileri için iyi şeyler düşünüyordu ve ailesi ve malı da onların ellerinde idi. Gönderdi, onlar da: Ne dersin, Sa'd bin Muaz’ın hakemliğini kabul edelim mi, dediler? O da elini boğazına götürdü, bunun boğazlanma olduğuna işâret etti. Ebû Lübabe diyor ki: Daha adımımı atmamıştım ki, Allah'a ve Resûlüne hainlik ettiğimi anladım. Âyet de bunun üzerine indi. Kendisini mescidin sütunlarından birine bağladı ve: Allah'a yemin ederim ki, ölünceye ya da Allah tevbemi kabul edinceye kadar yemek tatmayacak ve su içmeyeceğim, dedi. Yedi gün öyle kaldı, sonunda bayılıp düştü. Sonra Allah tevbesini kabul etti. Ona: Tevben kabul edildi, kendini çöz, dediler. O da: Hayır vallahi, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem çözmedikçe çıkmam, dedi. O da geldi, eliyle çözdü. O da: Tevbemin tamamlanması için yurttaşlarımı ve içinde günah işlediğim malımı terk edeyim, dedi. Aleyhisselâm Efendimiz: Üçte birini sadaka etmen sana yeter, dedi. Âyette geçen havn (hiyanet) maddesi aslında eksiltmektir, nitekim zıddı olan vefa da tamamlamaktır. Emanetin tersi olarak kullanılması da o manayı içermesindendir.

"Ve tehunu emanatiküm” kendi aranızdaki emanetlere de hiyanet etmiş olursunuz. Bu da birinciye atıfla meczumdur yahut vâv ile cevap olarak mensûbtur.

"Bilerek” hainlik ettiğinizi yahut iyiyi kötülüğü ayırdığınızı bilerek demektir.

28

 Bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız ancak bir imtihandır ve şüphesiz Allah katında büyük bir mükâfat vardır.

"Bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız ancak bir imtihandır". Çünkü onlar günaha düşme sebepleridir.

Ya da sizi denemek için Allah'tan bir imtihandır. Öyle ise onların sevgisi sizi Ebû Lübabe gibi hainliğe götürmesin.

"Şüphesiz Allah, katında büyük bir mükâfat vardır” Allah'ın rızâsını onlara tercih edenlere ve onlar hakkındaki hududuna riayet edenlere. Artık bütün düşüncenizi sizi ona götürecek şeye yoğunlaştırın.

29

 Ey îman edenler, Allah'tan korkarsanız, size (iyiyi kötüyü) ayırma gücü verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sâhibidir.

"Ey îman edenler, Allah'tan korkarsanız, size (iyiyi kötüyü) ayırma gücü verir” kalplerinize bir hidâyet koyar ki, onunla hak ile bâtılı ayırırsınız ya da size bir yardım eder ki, haklı ile haksızı ayırırsınız; bunu da mü'minleri azîz ve kâfirleri hor etmekle yapar ya da size şüphelerden çıkış yerlerini gösterir yahut iki dünyada sakındığınız şeylerden kurtuluşu gösterir ya da öyle bir görüntü verir ki, işinizi teşhir eder, ününüzü etrafa yayar. Bu da bittü efalü keza hatta sataal Furkânu (gece hep şöyle yaptım, sonunda Furkân ışığı çıktı) yani sabaha kadar öyle yaptım, sözünden gelir.

"Suçlarınızı örter” kapatır "ve sizi bağışlar” sizden geçmekle.

Şöyle de denilmiştir; Âyette geçen seyyiat küçük günahlardır, zünub da büyük günahlardır.

Şöyle de denilmiştir: Maksat geçmiş ve gelecek bütün günahlardır, çünkü bu Bedir gazileri hakkındadır ki, Allah o ikisini de bağışlamıştır.

"Allah büyük lütuf sâhibidir” şuna dikkat çekmektedir ki, onlara takva üzerine va'dedilen şey nun lütfü ve ihsanıdır, takvalarının zorunlu bir sonucu değildir; Meselâ efendinin kölesine bir işten dolayı vaatte bulunması gibi.

30

Hani, kâfirler seni hapsetmeleri yahut seni öldürmeleri veyahut seni sürmeleri için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.

"Hani, kâfirler senin için tuzak kuruyorlardı” Kureyşlilerin Mekke'de iken ona tuzak kurduklarını hatırlatmadır. Tâ ki, onların tuzaklarından kurtulması ve onlara hâkim olması sebebiyle şükretsin.

Mana da şöyledir: Hatırla o zamanı ki, sana tuzak kuruyorlardı "seni hapsetmeleri için” bağlamakla veya hapse atmakla veyahut yaralayıp kımıldatmamakla. Bu da darabeuh hatta esbetehu deyiminden gelir ki, kımıldatmayacak şekilde darp etmektir. Şedde ile liyüsebbituke ve beyat'tan liyübeyyituke ve liyükayyiduke de okunmuştur.

"

Yahut seni öldürmeleri” kılıçlarıyla.

"

Yahut seni çıkarmaları için” Mekke'den, şöyle ki: Onlar Ensâr'ın Müslüman olup da arkasına düştüklerini duyunca, onun hakkında istişare etmek için Darünnedvede toplandılar, İblis yanlarına yaşlı bir ihtiyar suretinde girdi: Ben Necidli bir ihtiyarım, toplandığınızı duydum, yanınızda bulunmak istedim; görüş ve öğütlerimden mahrum kalmamanızı istedim, dedi. Ebulbahteri: Görüşüm şöyledir: Onu bir evde hapsedin, bir delik dışında menfezlerini tıkayın, ona yiyecek ve içeceğini ondan atın, ölünceye kadar öyle kalsın, dedi. İhtiyar: Ne kötü görüştür; kavminden onun adına savaşmak isteyenler gelir, sizin elinizden kurtarırlar, dedi. Hişâm bin Amr: Benim görüşüm de şöyledir: Onu bir deveye bindirin, onu toprağınızdan çıkarın, yaptığı size zarar vermez, dedi. O da: Bu da kötü bir görüştür; başkalarını size kışkırtır ve sizinle savaşırlar, dedi. Ebû Cehil de şöyle dedi: Benim görüşüm de şöyledir: Her oymaktan bir genç alırsınız, eline keskin bir kılıç verirsiniz; ona birden bir darbe indirirler, o zaman kanı kabilelere dağılır. Hâşim oğulları da bütün Kureyşle savaşamaz. Diyet isterlerse veririz, dedi. İhtiyar: Bu genç doğru konuştu, dedi. Onun görüşü üzerine ayrıldılar. Cebrâîl Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e geldi, ona durumu haber verdi ve hicret etmesini söyledi. O da Hazret-i Ali radıyallahü anh'i kendi yatağında yatırdı, Ebû Bekir radıyallahü anh ile beraber mağaraya çıktı.

"Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzak kuruyordu” tuzaklarını başlarına çevirmek yahut o yüzden onları cezalandırmak veyahut onlara tuzak muamelesi ederek onları Bedir savaşına çıkarmakla. Müslümanları da onların gözüne az gösterdi ki, saldırsınlar da öldürülsünler.

"Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır” çünkü onların tuzağına itibar edilmez, ama Allah'ınla öyle değildir. Bu şeyleri Allah'a isnat etmek ancak karşılık verme itibarı ile hoş olur. Doğrudan söylemek câiz değildir, çünkü akla kötü şey getirir.

31

Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman:

"Gerçekten işittik; eğer istersek biz de bunun gibi (bir söz) söyleriz. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir” derler.

"Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman:

"Gerçekten işittik; eğer istersek biz de bunun gibi (bir söz) söyleriz, dediler". Bu, Nadr bin Haris'in sözüdür. Hepsine isnat edilmesi, reisleri olması hasebiyledir, çünkü kadıları idi ya da Efendimiz aleyhisselâm hakkında fikirlerini beyan edenlerin sözüdür. Bu da gayet dik kafalı ve aşırı şekilde inatçı olduklarını gösteriyor. Çünkü buna güçleri yetse idi istemeleri için ne manileri vardı? Onlara on sene meydan okudu ve başlarına vurdu. Sonra da onlara kılıç çekti. Özellikle söz söyleme sanatında mağlup olunca o kadar gurur ve kibirlerine rağmen karşılık veremediler.

"Bu, öncekilerin kıssalarından başka bir şey değildir” öncekilerin anlattığı masallardan ibarettir, dediler.

32

Hani, şöyle demişlerdi:

"Ey Allah; eğer o, senin katından gelmiş bir hak ise, üzerimize gökten taş yağdır yahut bize acıklı bir azâp getir.

"Hani, şöyle demişlerdi: Ey Allah; eğer o, senin katından gelmiş bir hak ise, üzerimize gökten taş yağdır yahut bize acıklı bir azâp getir". Bu da sözü söyleyenin kelâmındandır, İnkârda daha da ileri gitmiştir.

Rivâyete göre Nadr: Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir, dediği zaman Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem ona: Yazıklar olsun sana, bu Allah kelâmıdır, dedi! O da bunu dedi (taş yağmasını istedi).

Mana da şöyledir: Eğer bu Kur'ân indirilmiş bir gerçek ise İnkârımıza karşılık başımıza taş yağdır ya da bize bundan başka acıklı bir azâp getir. Bundan maksatları alay etmek, bâtıl olduğunda kesin kararlı olduklarını göstermektir. Ref ile "elhakku” da okunmuştur ki, o zaman "hüve” fasıla olmaksızın mübteda olur. Haberin mâ'rife olması şunu temin etmiş olur ki, ona bağlı olan şey Peygamberin iddia ettiği gibi gerçektir. O da indirilmesidir yoksa mutlak hak olması değildir. Çünkü öncekilerin masalları gibi indirilmediği hâlde gerçek olduğunu câiz görebilirlerdi.

33

Sen içlerinde olduğun sürece Allah onlara azâp edecek değildir ve onlar istiğfar ettikleri hâlde onlara azâp edecek değildir.

"Sen içlerinde olduğun sürece Allah onlara azâp edecek değildir ve onlar istiğfar ettikleri hâlde Allah onlara azâp edecek değildir". Onlara süre verilmesinin ve dualarının kabul olunmamasının açıklamasıdır.

"Liyüazzibehüm"deki lâm nefyi te'kit içindir ve şuna delâlet etmek içindir ki, Peygamber aralarında iken köklerinin kazılması şeklindeki azâp Allah'ın adeti dışındadır ve hükmü için doğru değildir. İstiğfarlarından maksat ya kalan mü'minlerinin istiğfarıdır ya da: Allah'ım, bağışını dileriz sözleridir ya da farazi olmasıdır ki, istiğfar ederlerse azâp olunmazlar, demektir. Şu Âyette olduğu gibi:

"Allah halkı temiz olan kentleri zulüm ile helâk edecek değildir” (Hûd: 117).

34

Allah onlara neden azâp etmesin ki, onlar, (insanları) Mescid-i harâm'dan çeviriyorlar. Halbuki onlar onun mütevellileri değiller. Onun mütevellileri ancak müttekılerdir. Fakat onların çoğu bilmezler.

"Allah onlara neden azâp etmesin ki,” azaplarına mani olacak neleri var, bu ne zaman ortadan kalktı, nasıl azâp olunmayacaklar?

"Ki, onlar insanları Mescid-i harâm'dan çeviriyorlar” hâlleri böyledir. Çevirmelerinden biri de Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i ve mü'minleri hicrete zorlayıp Hûdeybiye seferinde mahsur bırakmalarıdır.

"Halbuki onlar onun mütevellileri değiller” şirkleriyle birlikte velayet hakları yoktur. Bu da onların: Bizler Beyt'in ve Harem'in idarecileriyiz, istediklerimizi çevirir, istediklerimizi sokarız, sözlerini reddir.

"Onun mütevellileri ancak müttekılerdir” şirkten sakınıp orada Allah'tan başkasına ibâdet etmeyenlerdir. İki zamirin de Allah'a ait olduğu da söylenmiştir.

"Fakat onların çoğu bilmezler” onların orada bir yetkilerinin olmadığını. Sanki çokları demekle içlerinden bazılarının da bildiklerine ve inat ettiklerine dikkat çekilmiştir.

Ya da bundan hepsi murat edilmiştir, tıpkı azlıktan tamamen yokluk murat edildiği gibi.

35

Onların Beytullah'ın huzurunda namazları ancak ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan ibarettir. Öyleyse İnkârınız yüzünden azâbı tadın.

"Onların Beytullah'ın huzurunda namazları değildir” yani duaları yahut namaz dedikleri veyahut onun yerine koydukları şey (ancak ıslık çalmaktan ibarettir). Mükâ' ıslık demektir, fuâl veznindedir, mekâ yemku'dan gelir ki, ıslık çalmaktır. Medsiz mükâ şeklinde de okunmuştur. (El çırpmaktan ibarettir) bu da sady kökünden yahut iki mudaaf harfin birini ye'ye değiştirerek sadd kökünden gelmektedir. Nasb ile "salatehüm” de okunmuştur ki, o zaman mukaddem haber olur. Sözün gelişi azâbı hak etmelerini yahut Mescid-i harâm’ın idarecilik işini hak etmemelerini onaylatmak içindir.

Rivâyete göre onlar kadınlı erkekli çıplak tavaf eder, parmaklarını birleştirerek ağızlarına götürür, ıslık çalar ve el çaparlardı. Şöyle denilmiştir: Bunu Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem namaz kılmak istediği zaman yaparlardı. Kendileri de namaz kılıyor görüntüsü verirlerdi.

"Öyleyse azâbı tadın” yani Bedirde öldürülmeyi ve esir edilmeyi. Âhiret azabını da denilmiştir. O zaman lâm'in ahd için olma ihtimali vardır, ahd de "bize acıklı azâbı getir” (Enfâl: 32) cümlesinde ismi geçen azaptır.

"İnkârınız yüzünden” inanç ve amel bakımından.

36

Şüphesiz kâfirler mallarını (insanları) Allah yolundan çevirmek için harcarlar. Onu harcayacaklar, sonra da onlara yürek yangısı olacak, daha sonra da mağlup edilecekler. Kâfirler cehenneme sürülecekler.

"Şüphesiz kâfirler mallarını insanları Allah yolundan çevirmek için harcarlar". Bedir savaşında yemek yediren orduyu besleyenler hakkında indi. Bunlar Kureyş'ten on iki kişi idiler, her biri günde on iki deve keserdi. Ebû Süfyân hakkında da inmiştir ki, o da Uhut'ta Arap askerlerinin dışında iki bin paralı asker tutmuş ve onlara günlük kırk okka vermiştir.

Ya da kervan sahipleri hakkında inmiştir ki, Kureyş Bedirde isabet alınca onlara: Bu malı Muhammed'le savaşmak için ayırın, belki ondan intikâmımızı alırız, denildi. Onlar da öyle yaptılar. Allah yolundan maksat dinidir ve Resûlüne tâbi olmaktır.

"Onu harcayacaklar” tamamıyla, belki de birincisi o durumdaki harcamalarıdır, o da Bedir harcamasıdır.

İkincisi de gelecekte harcamalarıdır, o da Uhut harcamasıdır. İkisinden tek şey murat etmek de mümkündür, o da birincisi harcamanın maksadını açıklamaktadır, ikincisi de sonunu açıklamaktadır ki, o da henüz gerçekleşmemiştir.

"Sonra da onlara yürek yangısı olacak” pişmanlık ve keder bakımından, çünkü gereksiz yere gitmiştir, kendisi yürek yangısı kabul edilmiştir, bu da harcamanın sonucudur ki, bunda mübalağa vardır.

"Kâfirler” yani içlerinden küfürde sebat edenler demektir, çünkü bazıları Müslüman oldular "cehenneme sürüklenecekler” sevk edilecekler.

37

Tâ ki, Allah murdarı temizden ayırsın. Murdarın kimini kiminin üzerine koysun da hepsini yığıp cehenneme atsın. İşte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir.

 (Tâ ki, Allah murdarı temizden ayırsın) kafiri mü'mindenyahut bozuğu düzgünden. Lâm "yuhşerun"e veya "yuğlebun"e bağlı olur ya da müşriklerin Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in düşmanlığına harcadıklarını Müslümanların da ona yardıma harcadıklarından ayırsın. O zaman da lâm "sümme tekunu aleyhim hasreten” kavline mütaallik olur. Hamze, Kisâî ve Ya'kûb temyiz kökünden "liyümeyyize” okumuşlardır, bu meyzden daha mübalağalıdır.

"Murdarın kimini kiminin üstüne koysun da hepsini yığıp” toplayıp birbirine eklesin de aşırı kalabalıktan dolayı birbirinin üzerine binsin ya da kafire harcadığını eklesin de azâbı hazine malı saklayanlarınki gibi artsın.

"Onu cehenneme atsın” hepsini.

"İşte onlar” murdara işarettir, çünkü o, murdar grupla özdeşleşmiştir ya da harcayanlara işarettir "ziyan edenlerin ta kendileridir". Tam ziyan edenler, çünkü hem canlarını hem de mallarım ziyan etmişlerdir.

38

Kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, geçmiş şeyleri bağışlanacaktır. Eğer dönerlerse, Öncekilerin kanunu geçmiştir.

"Kâfirlere de ki:” yani Ebû Süfyân ve arkadaşlarına, mana da: Onlar için de ki, demektir.

"Eğer vazgeçerlerse” İslâm'a girmekle Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e düşmanlıktan "geçmiş şeyleri bağışlanacaktır” günahları. Te ile (tuğfer) ve kâf ile (leküm) okunmuştur, Malum kalıbı ile yağfir de okunmuştur ki, bağışlayan Allah olur.

"Eğer dönerlerse” onunla savaşmaya "öncekilerin kanunu geçmiştir” Peygamberlere karşı çıkanların helâk kanunu demektir, Meselâ Bedir'de olduğu gibi. Öyleyse o gibi şeylere hazırlıklı olsunlar.

39

Onlarla savaşın, Tâ ki, fitne kalmasın ve dinin hepsi Allah'ın olsun. Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz Allah yaptıklarını hakkıyla görmektedir.

"Onlarla savaşın, Tâ ki, fitne kalmasın” onlarda şirk bulunmasın "ve dinin hepsi Allah'ın olsun” bâtıl dinleri eriyip bitsin.

"Eğer vazgeçerlerse” küfürden "şüphesiz Allah yaptıklarını hakkıyla görmektedir". Ondan vazgeçtikleri ve İslâm'a girdikleri için Allah onlara mükâfatlarını verir. Ya'kûb te ile "tamelun” okumuştur ki, mana, Allah onların cihâd, İslâm'a davet ve küfrün karanlığından îmanın nuruna çıkma gibi yaptıklarını görür ve onlara mükâfatını verir. O zaman küfre son vermeye bağlanması son verenleri doğrudan mükâfatlandırdığı gibi onlarla savaşanları da dolaylı olarak mükâfatlandırır.

40

Eğer yüz çevirirlerse, bilin ki, şüphesiz Allah sizin Mevlâ'nızdır. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.

"Eğer yüz çevirirlerse” son vermezlerse "bilin ki, şüphesiz Allah sizin Mevlâ'mzdır” yardımcımzdır. Ona güvenin, onların düşmanlığına aldırmayın.

"O ne güzel Mevlâ"dır, kendisine sarılanları zâyi etmez.

"Ne güzel yardımcıdır” yardım ettiği mağlup olmaz.

41

Bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz bir şeyin beşte biri Allah'ın, Resûlün, akrabaların, yetimlerin, yoksulların ve yolcularındır; eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün kulumuza indirdiğimize îman ettinizse. Allah her şeye kâdirdir.

"Bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz” kâfirlerden zorla aldığınız "bir şeyin” şey denecek bir nesnenin hatta bir ipliğin (beşte biri Allah'ındır) mübteda’dır, haberi mahzûftur yani fesabitün enne lillahi humusehu demektir. Kesre ile "feinne” de okunmuştur. Cumhur Allah'ın adının ta'zîm için zikredildiği görüşündedir, tıpkı "vallahu ve Resûlü ehakku en yurdunu” (Tevbe: 62) kavlinde olduğu gibi. Ve Maksat da beşte birin taksimi de atfedilen beşedir.

"Resûlün, akrabaların, yetimlerin, yoksulların ve yolcularındır” Sanki şöyle buyurmuştur: Beşte biri Allah'a aittir, özellikle bunlara sarf edilir. Bunun hükmü de bakidir, ancak Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in hissesi o zamanki gibi Müslümanların menfaatlerine sarf edilir. Nitekim Şeyhayn (Ebû Bekir ile Ömer) radıyallahü anhuma da öyle yapmışlardı.

Şöyle de denilmiştir: O, devlet başkanına verilir. Dört sınıfa verileceği de söylenmiştir. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh de: Onun hissesi ve akrabaların hissesi de vefatıyla düşmüştür, hepsi kalan üçe sarf edilir. İmâm-ı Mâlik radıyallahü anh'ten de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Durum burada devlet başkanına bırakılmıştır. Onu önemli bulduğu yerlere sarf eder. Ebu'l-Âliyye de Âyetin zahirini almış ve: Altıya bölünür, Allah'ın hissesi Ka'be'ye sarf edilir, buyurmuştur. Çünkü

rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz ganimetten bir pençe alır, onu Ka'be için kaldırır, sonra da kalanı beşe bölerdi.

Şöyle de denilmiştir: Allah'ın hissesi beytülmale aittir.

Şöyle de denilmiştir: O Resûlün hissesine ilave edilir.

Akrabalar da Hâşim oğulları ile Muttalib oğullarıdır, çünkü

rivâyete göre aleyhissalatü vesselam Efendimiz akrabaların hissesini onlara taksim etti, Osman ile Cübeyr bin Mut'im: Bu Hâşim oğulları senin kardeşlerindir, faziletlerini inkâr etmiyoruz, çünkü Allah seni onlardan getirmiştir. Ya kardeşlerimiz Muttalib oğullarına ne dersin, onlara verdin, bizi mahrum bıraktın, halbuki biz onlarla aynı derecedeyiz, dediler. Aleyhissalatü vesselam da: Şüphesiz onlar ne cahiliyede ne de İslâm'da bizden ayrılmadılar, dedi ve parmaklarını birbirine geçirdi. Bunlar yalnız Hâşim oğullarıdır da denilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Bunlar Kureyş'in hepsidir, bunda zenginle fakir birdir.

Şöyle de denilmiştir: O, yolcu hissesi gibi fakirlerine mahsustur. Beşte birin hepsi onların da denilmiştir. Yetimlerden, miskinlerden ve yolculardan maksat da onlardan olanlardır. Atıf da akrabaları bu üç sınıfa tahsis etmek içindir, denilmiştir. Âyet de Bedir'de inmiştir. Şöyle denilmiştir: Beşte bir meselesi ilk defa Kaynuka gazasında oldu, bu da Bedir'den bir ay üç gün sonra Şaban'ın on beşinde ve hicretten yirmi ay sonra gerçekleşti.

(Eğer Allah'a îman ettinizse) mahzûfa mütealliktir, bunu da va'lemu göstermektedir yani Allah'a îman ettinizsebilin ki, o beşte biri bunlara tahsis etmiştir. Siz de onlara teslim edin ve kalan beşte dördü alın. Çünkü amele ait ilim emredildiği zaman ondan kuru ilim murat edilmez, çünkü o, dolaylı maksuttur, doğrudan olan murat edilir o da ameldir. (Kulumuza indirdiğimize) Muhammed'e indirdiğimiz âyetlere, meleklere ve yardıma. İki zamme ile "ubudina” da okunmuştur Resûl'e ve mü'minlere demektir.

"Hak ile batılın ayrıldığı gün” Bedir savaşı günüdür, çünkü onda hak ile bâtıl birbirinden ayrıldı.

"İki ordunun karşılaştığı gün” Müslümanlarla kâfirler.

"Allah her şeye kâdirdir” çoğa karşı aza ve meleklerle yardım etmeye kâdirdir.

42

Hani siz vadinin yakın kenarında, onlar uzak kenarında idiniz ve kervan da sizden aşağıda idi. Eğer sözleşse idiniz, belirtilen yerde elbette ihtilâf ederdiniz. Ancak Allah böyle yaptı ki, yapılması gereken bir işi yerine getirsin, helâk olan delille helâk olsun ve yaşayan da delille yaşasın. Şüphesiz Allah, elbette hakkıyla işiten, her şeyi bilendir.

"İz entüm biludvetid dünya” bu "yevmel Furkân"dan bedeldir. Udve üç hareke ile (idve ve adve) dere kenarıdır. Bu üçü ile de okunmuştur. Meşhur olan zamme ve kesredir. O da İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ya'kûb kırâatidir.

"Vehüm biluvetil kusva” onlar Medîne'nin uzak kenarında idiler, kusva aksa'nın müennesidir. Kıyası isimle sıfatı ayırmak için vâv'ın ye'ye kalbi idi, Meselâ dünya ve ulya gibi; o ise aslı üzere geldi, kaved gibi (vâv elife kalp olunmamıştır). Bu, kusya'dan daha çok kullanılır,

"verrekbü” yani kervan veya muhafızları (sizden aşağıdadır) bulunduğunuz mekândan daha aşağıdadır, yani sahildedir. Esfele zarf olarak mensûbtur, haber yerine düşmüştür. Cümle ise kendinden önceki zarftan hâl’dir. Faydası da; düşmanın gücünü, korumalardan yararlandığını, onun için savaşa istekli olduklarını ve yerlerini bırakmamaya kararlı olduklarını, bütün gayretlerini sarf edeceklerini, Müslümanların durumunun zayıf olduğunu, onların durumlarının karışık olup normalde galibiyeti uzak görmelerini gözler önüne sermek içindir. İşte iki grubun merkezlerini zikretmesi bunun içindir. Çünkü Medîne tarafına düşen kıyı yumuşak idi, ayak batıyordu, ancak zorlukla yürünüyordu. O tarafta su da yoktu. Uzak (Öteki) taraf ise öyle değildi.

"Eğer sözleşse idiniz belirtilen yerde ihtilâf ederdiniz” kavli de öyledir. Yani eğer siz ve onlar savaş için sözleşse idiniz de sonra hâlinizi ve onların hâlini öğrense idiniz, onlardan çekindiğiniz ve zaferden ümidinizi kestiğiniz için belirtilen yerde elbette ihtilâf ederdiniz. İşte durumu anlatmanın bir faydası da şunu gerçekten bilmeleri içindi ki, tesadüfen elde ettikleri fetih Allah'ın işinden ve harikulade bir şeyden başkası değildir. Bu da îmanları ve şükürleri artması içindi.

"Ancak” sizi sözleşmediğiniz hâlde bu durumda birleştirdi ki,

"Allah yapılması gereken bir işi yerine getirsin". O da dostlarına yardım etmek ve düşmanlarını kahretmektir.

(Helâk olan delille helâk olsun ve yaşayan da delille yaşasın) bu da ondan (liyakdıye'den...) bedeldir ya da "mef'ulen” kavline mütealliktir.

Mana da şöyledir: Ölen gözüyle gördüğü delilden ölsün, yaşayan da müşahede ettiği kanıttan yaşasın ki, ileri süreceği bir delili ve mazereti olmasın. Çünkü Bedir olayı açık mu'cizelerden biridir.

Ya da inkâr edenin inkârı ve îman edenin îmanı açık delil sonucu sadır olsun. Burada helâk ve hayat istiare yolu ile küfür ve İslâm için kullanılmıştır. Helâk olandan ve yaşayandan maksat helake ve hayata yaklaşan demektir ya da hâli Allah'ın ilim ve takdirinde böyle olan demektir. Lâm'ın fethi ile "liyehleke” de okunmuştur. İbn Kesîr, Nâfi', Ebû Bekir ve Ya'kûb muzariini dikkate alarak idgamsız "men hayiye” okumuşlardır.

"Şüphesiz Allah, elbette hakkıyla işiten, her şeyi bilendir” inkâr edenin inkâr ve azabını, îman edenin de îman ve sevabını bilendir. Belki de iki sıfatın (işitme ve bilmenin) birleştirilmesi iki durumun (îman ve küfrün) de söze ve itikada dayanmasındandır.

43

Hatırla o zamanı ki, Allah rüyanda onları sana az gösteriyordu. Eğer çok gösterse idi elbette korkardınız ve iş hakkında elbette çekişirdiniz. Ancak Allah kurtardı. Çünkü o, göğüslerin özünü (içindekini) hakkıyla bilendir.

"İz yürikehumullahu fî menamike kalilen” burada gizli bir "hatırla” vardır.

Ya da yevmel Furkân'dan ikinci bedeldir yahut alîm'e mütealliktir. Yani o kullarının menfatini bilir, çünkü onları rüyanda senin gözüne az gösteriyordu. Sebebi de bunu ashâbına haber verip sâbit durmaları ve düşmana karşı cesur olmaları içindi.

"Eğer çok gösterse idi elbette korkardınız ve iş hakkında elbette çekişirdiniz” yani savaş hakkında demektir ki, o zaman fikirleriniz dayanmakla kaçmak arasında gider gelirdi.

"Ancak Allah kurtardı” bozulmaktan ve çekişmekten selamet vermekle.

"Çünkü o, göğüslerin özünü hakkıyla bilendir” İleride onlarda ne olacağını ve onları nelerin değiştireceğini bilir.

44

Hatırla o zamanı ki, karşılaştığınız zaman onları sizin gözünüzde az gösteriyor ve sizi de onların gözünde az gösteriyordu ki, Allah yapılması gereken bir işi yerine getirsin. İşler yalnız Allah'a döndürülür.

 (Hatırla o zamanı ki, karşılaştığınız zaman onlan sizin gözünüzde az gösteriyordu) iki zamir de yüri'nin mef'ûlüdür, kalilen de ikinciden hâl’dir. O kadar az göstermişti ki, İbn Mes'ud radıyallahü anh, yanındakine: Onlar yetmiş kadar varlar mı, dedi? O da: Sanırım yüz kadarlar, dedi. Bu da onlara sebat vermek ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in rüyasını doğru çıkarmak içindi.

"Sizi de onların gözlerinde az gösteriyordu” hatta Ebû Cehil: Muhammed ve ashâbı bir deveyi yiyenler (bir avuç) kadarlar, dedi. Onları savaştan önce gözlerine az gösterdi ki, onlara karşı cesaretleri artsın ve onlar için hazırlık yapmasınlar. Sonra da onları (Müslümanları) iki kat gibi çok gösterdi ki, şaşırsmlar, ödleri kopsun. Bu da o vakanın büyük mu'cizelerindendir. Çünkü göz her ne kadar bazen çoğu az ve azı çok görürse de ancak bu öyle değildi ve o çapta değildi. Bu ancak şartlar eşit olduğu hâlde Allahü teâlâ'nın gözlerin önüne perde çekmesiyle olur.

"Ki, Allah yapılması gereken şeyi yerine getirsin” bunu tekrar etmesi gerekçenin değişmesindendir ya da yukarıda yapılması gereken şey anlatılanla yetinmek idi, burada ise İslâm'ın ve Müslümanların azîz kılınıp şirkin ve taraftarlarının hor edilmesidir.

"İşler yalnız Allah'a döndürülür".

45

Ey îman edenler, bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok zikredin ki, felâh bulasınız.

"Ey îman edenler, bir toplulukla karşılaştığınız zaman” bir birlikle savaştığınız zaman, demektir. Onları nitelemedi, çünkü mü'minler hep kâfirlerle karşılaşıyorlardı. Karşılaşmak da genellikle savaşta olur.

"Sebat edin” onlarla karşılaşmakla "Allah'ı çok zikredin” savaş meydanlarında dua ederek, zikrinden yardım isteyerek ve zaferi bekleyerek "ki, felâh bulaşınız” zafer ve sevap gibi muradınıza nâil olasınız. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, kul hiçbir şeyle Allah'ın zikrinden geri kalmamalıdır, şiddet anlarında ona sığmmalıdır. Bütün varlığı ile ona yönelmeli, kalbinde ondan başka bir şey lmamalı ve hiçbir hâlde lütfunun ondan ayrılmayacağına güvenmelidir.

46

Allah'a ve Resûlüne itâat edin, çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız ve rüzgârınız (havanız, gücünüz) gider. Sabredin, şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.

"Allah'a ve Resûlüne itâat edin, çekişmeyin” değişik fikirler ileri sürerek, Bedirde veya Uhut'ta ettiğiniz gibi. (Korkuya kapılırsınız) bu da nehyin cevabıdır. Ona atıftır da denilmiştir. Bunun içindir ki, cezm ile "vetezheb rihuküm” okunmuştur. Rîh (rüzgâr) istiare ile devlet yerine kullanılmıştır. Çünkü devletin yürümesi ve nüfuzu rüzgârın esmesine ve nüfuzuna benzetilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Bundan gerçekten rüzgâr murat edilmiştir, çünkü zafer ancak Allah'ın gönderdiği bir rüzgârla olur. Hadiste şöyle denilmiştir: Bana saba rüzgârıyla zafer verildi, Âd kavmi de batı rüzgârıyla helâk edildi.

"Sabredin şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir” koruması ve yardımı ile.

47

Yurtlarından şımararak, insanlara gösteriş ve Allah’ın yolundan çevirmek için çıkanlar gibi olmayın. Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır.

"Yurtlarından çıkanlar gibi olmayın” kervanı korumak için çıkan Mekke halkım kastediyor "bataran” şımararak "ve insanlara gösteriş yaparak” yiğitlik ve cömertlikle övülmeleri için, şöyle ki, bunlar Cuhfe'ye ulaşınca Ebû Süfyân'ın elçisi onlara yetişti: Dönün, kervanınız kurtuldu, dedi. Ebû Cehil: Hayır vallahi, Bedir'e gideceğiz, orada içki içeceğiz, cariyeler bize şarkı söyleyecek, orada bizimle bulunan Araplara yemek yedireceğiz, dedi. Oraya geldiler, ancak ölüm bardağını içtiler, ağıtçı kadınlar onlara ağladı. Allah mü'minleri de onlar gibi şımarık ve gösterişçi olmaktan men etti, onlara takva ve ihlâs sâhibi olmalarını emretti. Çünkü bir şeyden men edilmek, zıddı ile emredilmektir. (Allah'ın yolundan men ederler) bu da "bataran"a ma’tûftur, eğer hâl yerinde mastar kabul edilirse. Mef’ûlün leh kabul edilirse de öyledir. Ancak müevvel mastar olmak kaydıyla.

"Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır” size ona göre karşılık verecektir.

48

O zaman şeytan onlara amellerini süslemiş ve "bugün insanlardan sizi yenecek yoktur ve ben sizin yardımcimzim” demişti. İki ordu birbirini görünce, Ökçesi üzerinde döndü ve "şüphesiz ben sizden uzağım. Çünkü ben sizin görmediğinizi görüyorum, şüphesiz ben Allah'tan korkarım. Allah azâbı çetin olandır” dedi.

 (Hatırla, şeytan onlara süslemişti) gizli "üzkür” vardır,

"amellerini” Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e düşmanlık vb. amellerini, bunu da vesvese vererek yapmıştı.

"Bugün insanlardan sizi yenecek yoktur ve ben sizin yardımcimzim, demişti” bunu da içlerinden geçirterek yapmıştı.

Mana da şöyledir: Sayıları ve savaş malzemeleri çok olduğu için içlerine mağlup olmayacaklarını ve kendilerine güç yetmeyeceğini düşürdü. Ve onlara şu kuruntuyu verdi ki, kendine uymak onlar için ibâdettir ve kendisi de onları koruyacaktır. Onlar da buna kanarak: Allah'ım, iki bölükten hangisi doğru yolda ise ve iki dinden hangisi üstün ise ona yardım et, dediler.

"Leküm” lağalibe'nin haberidir yahut sıfatıdır, sılası (müteallakı) değildir, yoksa mensûb olurdu, Meselâ: Ladariben zeyden indena gibi.

"İki ordu birbirini görünce” yani iki bölük karşılaşınca "ökçesi üzerinde döndü” geri döndü yani kendilerini kurtaracağı hayali suya düştü ve:

"Şüphesiz ben sizden uzağım. Çünkü sizin görmediğinizi görüyorum. Şüphesiz ben Allah'tan korkarım, dedi". Yani onlardan elini çekti, onlar için korktu ve hâllerinden ümit kesti, çünkü Allah'ın Müslümanlara meleklerle imdat ettiğini gördü.

Şöyle de denilmiştir: Kureyş Medîne'nin üzerine yürümeye karar verince, Kinane oğulları ile aralarındaki kan davasını hatırladı, neredeyse geri döneceklerdi. Şeytan Süraka bin Mâlik el - Kinani donuna (sıfatına) girdi ve: Bugün sizi yenecek yoktur, ben sizi Kinane oğullarından koruyacağım, dedi. Melekleri görünce geri döndü, o sırada eli de Haris bin Hişâm’ın elinde idi. Haris ona: Nereye, bizi bu hâlde yalnız mı bırakıyorsun, dedi? O da: Ben sizin görmediğinizi görüyorum, dedi ve Haris'i göğsünden itip gitti. Onlar da mağlup oldular.

Mekke'ye varınca: Ordumuzu Süraka hezimete uğrattı, dediler. Bu da ona ulaşınca: Allah'a yemin ederim ki, ben yenildiğinizi duyuncaya kadar yürüyüşünüzü duymadım, dedi. Müslüman olunca bunun şeytan olduğunu anladılar. Buna göre "şüphesiz ben Allah'tan korkarım” kavlinin manası, bana melekler aracılığı ile kötü bir şey değmesinden veyahut beni helâk etmesinden ve belirtilen vaktin gelmiş olmasından korkarım, demektir. Çünkü daha önce görmediğini o zaman görmüştü. Birinci görüş Hasen Basri'nindir, İbn Bahr de onu tercih etmiştir.

"Allah azâbı çetin olandır” bunun şeytanın sözünden olma ihtimali de vardır, yeni söz başı olma ihtimali de vardır.

49

O zaman münâfıklar ve kalplerinde hastalık olanlar:

"Bunları dinleri aldattı” diyordu. Kim Allah'a güvenirse, şüphesiz Allah mutlak gâlib, hikmet sâhibidir.

"O zaman münâfıklar ve kalplerinde hastalık olanlar diyordu” henüz îmanla tatmin olmayıp kalplerinde şüphe kalanlar. Bunların müşrikler olduğu söylenmiştir. Münâfıklar oldukları da söylenmiştir. Atıf da iki sıfat farklı olduğu için câiz görülmüştür.

"Bunları aldattı” mü'minleri kastediyorlar "dinleri” çünkü güçleri yetmeyecek bir orduya karşı çıktılar. Onlar üç yüz on kişi idiler, karşı taraf ise bin kadar idiler.

"Kim Allah'a güvenirse” bu da onlara cevaptır,

"şüphesiz Allah mutlak gâlibtir” ona sığınanlar sayıları az da olsa hor olmazlar "hikmet sâhibidir” üstün hikmeti ile akla sığmayan ve idrak edilmeyen şeyleri yapar.

50

Kâfirleri, melekler yüzlerine ve arkalanna vurarak ve: Yangın azabını tadın, diyerek canlarını aldığı zaman görsen!

"Velev tera” velev raeyte demektir, çünkü lev "in"in tersine maziyi müzariye çevirir.

"Melekler canlarını aldığı zaman” Bedir'de,

"iz” tera'nın zarfıdır, mef'ûl da mahzûftur, yani velev teral keferete yahut halehüm hiyneizin demektir. VelMelâiketü de yeteveffa'nın fâ'ilidir. İbn Âmir'in te ile (teteveffa) kırâati da bunu gösterir. Fâilin Allah'a râci zamir olması da câizdir. O (Melâike) mübteda’dır, haberi de "yadribune vücuhehüm” dür, cümle de Ellezîne keferu'dan hâl’dir. Zamir olduğu için vâv'a gerek kalmamıştır. O,

birinciye göre onlardan veya Melâike'den hâl’dir yahut zamirlerini içine aldığı için ikisinden de hâl’dir.

"Ve edbarehüm” sırtlarına ya da kalçalarına demektir. Belki de maksat her taraflarına vurmaktır yani önlerine ve arkalarına demektir.

"Zuku azabel harikı” bu da gizli kavl maddesi ile "yadribune"ye atıftır yani onlara müjde mahiyetinde âhiret azabını tadın, denilir.

Şöyle de denilmiştir: Meleklerin yanlarında demir topuzlar vardır, her vurdukça ondan ateş çıkar.

"Lev"in cevabı mahzûftur, bu da durumu daha feci ve daha korkunç hâle getirmek içindir.

51

İşte bu, ellerinin öne sürdüğü şeydendir ve Allah, şüphesiz kullara zulmedici değildir.

 (İşte bu) vurma ve azâp "ellerinizin öne sürdüğü şey iledir” kazandığınız küfür ve isyan sebebiyledir. Bu da Zâlike'nin haberidir, (ve Allah’ın, kullara zulüm etmemesindendir) bu da bima kaddemet'e atıftır, onun sebep olmasının bunun ilave edilmesiyle olduğunu göstermek içindir. Zira Allah kullara zulmedici olmasa idi onlara günahları olmadan da azâp etmesi mümkün olurdu, günahlarıyla azâp etmemesi değil. Çünkü hak edene azâp etmemek ne şer'an ne de aklen zulüm değildir ki, zulmün olmaması azaba sebep olsun. Zallam da kullar çok olduğu için teksir ifade etmektedir.

52

Bunların gidişi Fir'avn hanedanının ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler; Allah da onları günahları ile yakaladı. Şüphesiz Allah, çok güçlüdür, cezası çetindir.

"Bunların gidişi Fir'avn hanedanının gidişi gibidir” o da devam ettikleri amel ve yollarıdır.

"Ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir” Fir'avn hanedanından öncekilerin demektir.

"Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler” bu da gidişatlarını tefsir etmektedir.

"Allah da onları günahları ile yakaladı” ötekileri yakaladığı gibi.

"Şüphesiz Allah, çok güçlüdür, cezası çetindir” onu def etmek için hiçbir şey mağlup edemez.

53

Sebebi şu ki, Allah bir topluma lütfettiği bir nimeti onlar kendilerindeki o şeyi değiştirmedikçe değiştirmez. Şüphesiz Allah, hakkıyla işiten, her şeyi bilendir.

 (İşte bu) başlarına gelen şeye işarettir,

"Allah bir kavme lütfettiği bir nimeti değiştirecek değildir” onu gazaba çevirecek değildir "Tâ ki, kendilerindeki o şeyi değiştirmedikçe” kendilerindeki o hâli daha kötü bir hâle değiştirmedikçe. Meselâ Kureyş'in sıla-i rahim yapmayı ve âyet ve peygamberlere sataşmayı terk etmeyi Peygambere ve ona tâbi olanlara düşmanlıkla değiştirmeleri, kanlarını akıtmaları, Allah’ın âyetlerini yalanlayıp onlarla alay etmeye ve onun gönderilmesinden sonra icat ettikleri şeylere çevirmeleri gibi. Sebep hâllerini değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmemesi değil, bilâkis bundan anlaşılan şeydir, o da Allahü teâlâ'nın onlar ne zaman hâllerini değiştirirlerse onu değiştirme adetinin öyle devam etmesidir. Âyette geçen "yekü"nün aslı yekunu idi; cezm'den dolayı hareke hazf edildi, sonra da iki sâkin birleştiği için vâv hazf edildi. Sonra da yumuşak harflere benzediği için hafiflik gayesiyle nûn da hazfedildi.

"Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir” dediklerini "bilendir” yaptıklarını.

54

(Bunların gidişi) Fir'avn hanedanının ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar Rablerinin âyetlerini yalanladılar; biz de onları günahları ile helâk ettik. Fir'avn hanedanını suda boğduk. Hepsi zâlimler idiler.

"Bunların gidişi Fir'avn hanedanının ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar Rablerinin âyetlerini yalanladılar; biz de onları günahları ile helâk ettik. Fir'avn hanedanım suda boğduk". Te'kit için ve "Rablerinin âyetlerini yalanladılar” demekle nankörlüklerini gösteren yeni bilgi verdiği için bir de Fir'avn hanedanının niçin yakalandığını açıklamak için tekrar edilmiştir.

Şöyle de denilmiştir:

Birincisi küfrü ve onunla yakalamayı benzetmek içindir, ikincisi ise nefislerindeki şeyi değiştirmekle nimetteki değişikliği benzetmek içindir.

"Hepsi” yalanlayan gruplardan yahut Kıptilerden boğulanlarla Kureyş'ten öldürülenler "zâlimler idiler” zulüm ve isyan ederek nefislerine haksızlık edenler idiler.

55

Allah katında hayvanların en kötüsü kâfirlerdir. Artık onlar îman etmezler.

"Allah katında hayvanların en kötüsü kâfirlerdir” küfürde ısrar edip ayak diretenlerdir. (Artık onlar îman etmezler) onlardan îman beklenmez. Fe atıf içindir ve ma’tûfun aleyhin gerçekleşmesinin ma’tûfun da gerçekleşmesini istediği içindir.

56

Onlar; senin sözleştiğin, sonra da sözlerini her seferde bozan kimselerdir. Onlar sakınmazlar.

 (Onlar senin sözleştiğin, sonra da her seferinde sözlerini bozan kimselerdir). Bu da Ellezîne keferu'yu açıklamak ve tahsis etmek için bedel-i ba'zdır. Onlar da Kurayza Yahûdîleridir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem kendisine karşı düşmana yardım etmemek üzere andlaşma yaptı; onlarsa müşriklere silâh yardımı yaptılar ve: Unuttuk, dediler. Sonra onlarla yine andlaşma yaptı; bu sefer de bozdular ve Hendek'te düşmanlarına yardım ettiler. Ka'b bin Eşref hayvanına binip Mekke'ye gitti, onlarla ittifak kurdu.

"Minhüm” andlaşmaya tutma manası verildiğindendir. Seferden maksat andlaşma veya savaşma seferidir,

"onlar sakınmazlar” gaddarlığın arından ve sonucundan ya da o hususta Allah'tan sakınmazlar ya da mü'minlere yardımından ve onları üzerlerine salacağından sakınmazlar.

57

Eğer onları savaşta yakalarsan, arkalarındakilere ibret olacak şekilde, onları darmadağın et.

"Feimma teskafennehüm” onlara tesadüf eder ve onları ele geçirirsen "savaşta, onlarrı dağıt” karşına dikilmesinler ve onları öldürerek ve zarar vererek bastır. (Arkalarındakini) arkalarındaki kâfirleri. Âyette geçen teşrid sarsarak dağıtmaktır. Noktalı zal ile "şerriz” de okunmuştur, sanki o şezr'in ters dönmüş hâlidir. Min halfihim de okunmuştur ki, mana birdir. Çünkü arkalarındakini ürkütürse arkadan ürkütmüş olur.

İbret alsınlar diye” Dağıtılanlar söz dinlesinler diye.

58

Eğer bir kavmin hainliğinden korkarsan, onlara (anlaşmayı bozduğunu) aynı şekilde onlara at (bildir). Çünkü Allah hainleri sevmez.

"Eğer bir kavimden korkarsan” andlaşma yapanlardan "hainliğinden” sözleşmeyi bozacağından beliren emarelerle korkarsan "onlara at / bildir” sözleşmelerini onlara at,

"alâ sevain” adalet üzere ve düşmanlıkta ılımlılık üzere. Onlara hemen savaş açma; çünkü hiyanet etmiş olursun ya da andlaşmayı bozmada korku veya bilgide eşit olarak demektir. Bu da birinci mülahazaya göre atandan hâl’dir yani sabiten alâ tarikin seviyyin (doğru yolda sâbit durarak) demektir.

Ya da öteki mülahazaya göre atandan yahut atılanlardan veyahut ikisinden hâl’dir.

"Çünkü Allah hainleri sevmez". Bu da atma emrinin ve durumdan anlaşılan savaş açma yasağının gerekçesi ve yeni söz başıdır.

59

Kâfirlerin asla geçeceklerini / kurtulacaklarını sanma. Çünkü onlar bizi aciz bırakamazlar.

 (Sanma) Peygamber aleyhis-salâtü ves-selâm'a hitaptır,

"Ellezîne keferu” da onun iki mef'ûlüdür. İbn Âmir, Hamze ve Hafs ye ile "vela yahsebenne” okumuşlardır ki, fâil "ahad"e yahut "men halfehüm"e veyahut "Ellezîne keferu"ya giden zamirdir. Birinci mef'ûl da "enfüsehüm"dür, tekrar için ya da "en sebeku” takdiri ile hazf edilmiştir ki, zayıftır. Çünkü mastar manasına gelen "en” mevsûl gibidir hazfedilmez.

Ya da fiilin fetha ile "ennehüm lâ yu'cizun"un başına gelmesiyle hazf edilmiştir. Bu da İbn Âmir'in okuyuşudur. Bu durumda layu'cizun'daki sıladır (zâittir), "sebeku” da sabikine yani müflitine demektir. Açık olan innehüm layu'cizun'un yasağın illeti olmasıdır yani onların kurtulduklarını sanmayın; çünkü onlar Allah'ın elinden kurtulamazlar ya da taliplerini onlara yetişmekten aciz bulamazlar, demektir.

"İnne” meksûr okunursa da durum böyledir, ancak o zaman yeni söz başı olarak illet olur. Belki de âyet andlaşmanın atılması ve düşmanın ikazı gibi meydana gelecek mahzurların ortadan kalktığım bildirmektedir. Âyetin kılıç artığı müşrikler hakkında indiği de söylenmiştir.

60

Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (savaş için) bağlanan atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanlarını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah'ın bildiği diğerlerini korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız, size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.

"Hazırlayın” ey mü'minler "onlar için” andlaşmayı bozanlar yahut kâfirler için "elinizden gelen kuvveti” savaşta kuvvet kazanılacak her şeyi. Ukbe bin Amir, aleyhis-salâtü ves-selâm'dan minberde: Bilin ki, kuvvet atmaktır, dediğini işittiğini söylemiştir. Onu özellikle zikretmesi en kuvvetlisi olmasındandır.

"Ve min ribatıl hayli” bu Allah yolunda bağlanan atlardır. Ribat fial veznindedir, mef'ûl manasınadır ya da mastardır, isim olmuştur. Rabata rabtan ve ribatan, rabata murabatatan ve ribaten şeklinde çekimi yapılır.

Ya da rebit'in çoğuludur, fasil ve fisal gibi. Be'nin zammı ve sükûnu ile "rubutul / rubtul hayli” de okunmuştur ki, ribat'ın çoğulu olur. Onun kuvvetin üzerine atfı Cebrâîl ile Mikail'in meleklerin üzerine atfı gibidir.

"Türhibune bihi” onunla korkutursunuz, Ya'kûb'tan şedde ile "türehhibune” okuduğu rivâyet edilmiştir. Zamir de elinizden gelene ve hazırlığa gider.

"Allah'ın düşmanını ve sizin düşmanınızı” yani Mekke kâfirlerini demektir. Onların Yahûdîler olduğu; Münâfıklar olduğu; İranlılar olduğu da söylenmiştir, (onlardan başka diğerlerini) diğer kâfirlerden onların Yahûdîler olduğu söylenmiştir, münâfıklar olduğu söylenmiştir, İranlılar olduğu söylenmiştir.

"Onları bilemezsiniz” onları bizzat bilemezsiniz "onları Allah bilir” tanır.

"Allah yolunda ne harcarsanız size tam olarak ödenir". Karşılığı.

"Size zulmedilmez” ameli zâyi etmek veya sevabı azaltmakla.

61

Eğer onlar barışa meylederlerse, sen de meylet ve Allah’a güven. Şüphesiz o, hakkıyla işiten, her şeyi bilendir.

"Ve in cenehu” eğer meylederlerse, cenah (kanat) da bundan gelir ki, lâm ve ilâ ile geçişli kılınır (barışa) sulh ve teslimiyete, kesre ile (silm) de okunmuştur. (Sen de meylet) onlarla beraber andlaşma yap. Zamirin müennes olması silm'i zıddı olan barışla beraber mütalaa etmekten dolayıdır. Şâir şöyle demiştir:

Barıştan istediğini alırsın;

Savaştan ise ancak yudum yudum alırsın.

Zamme ile fecnuh da okunmuştur.

"Allah'a güven” içlerinde aldatma saklamalarından korkma; çünkü Allah seni onların tuzağından koruyacak, hilelerini başlarına geçirecektir.

"Şüphesiz o, hakkıyla işitendir” sözlerini,

"bilendir” niyetlerini. Âyet ehl-i kitap hakkındadır, çünkü kıssaları ile teması vardır. Genel olduğu ve kılıç ayetiyle neshedildiği de söylenmiştir.

62

Eğer seni aldatmak isterlerse, şüphesiz Allah sana yeter. O ki, seni yardımı ile ve mü'minlerle destekledi.

"Eğer seni aldatmak isterlerse, şüphesiz Allah sana yeter” Allah sana kafidir, Şâir Cerir şöyle demiştir:

Sizde asalet olarak ipek giymenizi ve

Doyuncaya kadar yemenizi gördüm.

(Bununla yetinmişsinizdir).

"O ki, seni yardımı ile ve mü'minlerle destekledi” hepsi ile.

63

Onların kalplerini uzlaştırdı. Eğer yeryüzündeki şeylerin hepsini verseydin, kalplerini uzlaştıramazdm. Ancak onların aralarını Allah uzlaştırdı. Çünkü o, mutlak gâlib, hikmet sâhibidir.

"Onların kalplerini uzlaştırdı” o kadar asabiyet ve kinlerine ve gözlerini kırpmadan intikâm arzusuna rağmen. Öyle ki, iki kişi bir araya gelmezdi. Sonunda tek nefis gibi oldular. Bu da sallallahü aleyhi ve sellem'in mu'cizesi idi. Açıklaması da şöyledir:

"Eğer yeryüzündeki şeylerin hepsini verseydin, kalplerini uzlaştıramazdm” yani düşmanlıkları o kerteye varmıştı ki, biri aralarını bulmak için yeryüzündeki malları harcasa idi, onları ısındıramaz ve barıştıramazdı.

"Ancak onların arasını Allah uzlaştırdı". Sonsuz kudreti ile. Çünkü o kalplere sahiptir; onları istediği gibi döndürür.

"Şüphesiz o azîzdir” sonsuz güçlü ve mutlak gâlibtir, istediği önlenemez.

"Hikmet sâhibidir” istediğini nasıl yapacağını bilir.

Şöyle de denilmiştir: Âyet Evs ile Hazreç kabileleri hakkında indi, aralarında bitmez tükenmez kin ve nefret vardı. Birçok olay olmuş, ileri gelenleri telef olmuştu. Allah bunu onlara unutturdu, kalplerini İslâm sayesinde uzlaştırdı. Sonunda içlerindeki nefret gitti, Ensâr (İslâm'ın yardımcıları) oldular.

64

Ey Peygamber, Allah ve sana tâbi olan mü'minler sana yeter.

 (Ey Peygamber, Allah sana yeter) kafidir (ve sana tâbi olan mü'minler) bu da ya mef'ûlu maah olmak üzere mahallen mensûbtur, şu şiirde olduğu gibi:

Savaş olup da mızraklar birbirine girdiği zaman

Sana yeter Dahhak ile keskin Hint kılıcı.

Ya da Kûfe ekolüne göre hasbüke'nin zamirine atfen mahallen mecrûrdur ya da Allah ismine atfen merfû’dur yani sana Allah ve mü'minler yeter demektir. Âyet Bedirde kırsalda indi.

Şöyle de denilmiştir: Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem ile beraber otuz üç erkek ve altı kadın Müslüman oldu, sonra da Hazret-i Ömer radıyallahü anh Müslüman oldu, âyet bunun üzerine indi. Bunun içindir ki, İbn Abbâs radıyallahü anhuma: Âyet Hazret-i Ömer'in Müslümanlığı hakkında indi, buyurmuştur.

65

Ey Peygamber, mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi olursa, iki yüz kişiyi yenerler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü onlar, anlamaz bir topluluktur.

"Ey Peygamberim, mü'minleri savaşa teşvik et". Onları aşırı şekilde savaşa kışkırt. Hard aslında hastalıktan zayıf düşüp ölüme yaklaşmaktır.

"Harris” de okunmuştur ki, hırstan gelir.

"Eğer sizden sabırlı yirmi kişi olursa, iki yüz kişiyi yenerler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiyi yenerler". Şarttır, bir kişinin on kişiye sabretmesi manasında emirdir. Sabrettikleri takdirde Allah'ın yardım ve desteği ile gâlip geleceklerine vaattır. İbn Kesîr, Nâfi' ve İbn Âmir iki Âyette de te ile "tekün” okumuşlardır. İki Basralı kurra (Ebû Amr ile Ya'kûb) da "fein tekün minküm sabiretün” âyetinde onlara katılmışlardır.

"Çünkü onlar anlamaz bir topluluktur” sebebi şu ki, onlar öldürseler de öldürülseler de Allah'ı ve âhiret gününü bilmezler, mü'minler gibi sevap ve yüksek dereceler umarak sebat etmezler. Allah'tan horluk ve başarısızlıktan başka bir şey hak etmezler.

66

Allah şimdi sizden (yükü) hafifletti ve sizde zayıflık olduğunu bildi. Eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa, iki yüz kişiyi yenerler. Eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izni ile iki bin kişiyi yenerler. Allah sabredenlerle beraberdir.

"Allah şimdi sizden yükü hafifletti ve sizde zayıflık olduğunu bildi. Eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa, iki yüz kişiyi yenerler. Eğer sizden bin kişi olursa, Allah'ın izni ile iki bin kişiyi yenerler". Bir kişinin on kişiye dayanmasını ve onlara sebat etmesini emredip de bu da onlara ağır gelince, bir kişinin iki kişiye mukavemeti ile hafifletti.

Şöyle de denilmiştir: O zaman az idiler, böyle emrolundular. Çoğalınca hafifletildi. Bir mananın orantılı sayılarla tekrar edilmesi azın hükmü ile çoğun hükmünün bir olduğunu göstermek içindir. Zayıflık da beden zayıflığıdır. Basiret zayıflığı olduğu da söylenmiştir. Onlar bu hususta farklı idiler. Onda iki lügat vardır; feth (da'f) Âsım ile Hamze kırâatidir, zam (du'f) da kalanların kırâatidir.

"Allah sabredenlerle beraberdir” yardım ve desteği ile artık nasıl gâlip gelmezler.

67

Bir peygamber için yeryüzünde düşmanları iyice sindirinceye kadar esirler olmaz. Sizler dünya metaını istiyorsunuz. Allah ise âhireti istiyor. Allah mutlak gâlib, hikmet sâhibidir.

 (Bir peygamber için olmadı) ahd lâm'ı ile linnebiyyi de okunmuştur. (Esirleri olması) Basralı iki kurra (Ebû Amr ile Ya'kûb) te ile (en iekune) okumuşlardır.

"Yeryüzünde düşmanları sindirinceye kadar” çok öldürüp ileri giderek küfrü hor edinceye, fırkasını/taraftarlarını azaltıncaya, İslâm'ı azîz edinceye ve Müslümanlar her tarafı istila edinceye kadar. Bu eshanehül maradu deyiminden gelir ki, hastalık ağırlaşmaktır. Aslı sehanet'tlr. Mübalağa için şedde ile "yüsahhine” de okunmuştur.

"Dünya metaını istiyorsunuz” fidye almakla onun kırıntısını istiyorsunuz.

"Allah ise âhireti istiyor” Allah ise size âhiretin sevabını veya âhiret sevabına ulaşma sebebini arıyor, bu da dinini azîz etmek ve düşmanlarım bastırmakla olur. Muzâf takdir edilerek "âhireti” şeklinde cer ile de okunmuştur, şu beyitte olduğu gibi:

Sen her adamı adam mı sanırsın?

Gece yanan ateşi de (ateş mi sanırsın)?

"Allah mutlak gâlibtir” dostlarını düşmanlarına gâlip getirir "hikmet sâhibidir” her duruma lâyık ve özgü olanı bilir. Meselâ müşrikler güçlü iken düşmanı sindirmeyi ve fidye almamayı emretmiştir; durum ters döndüğü ve Müslümanlar gâlip geldiği zaman da fidye almakla ikram etmeyi serbest bırakmıştır.

Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz'e Bedir'de yetmiş esir getirildi, içlerinde Abbâs ile Akil bin Ebi Talib de vardı. Onların hakkında istişare etti; Ebû Bekir radıyallahü anh: Onlar senin aşiretin ve ailendir; onları hayatta bırak, umulur ki, Allah tevbelerini kabul eder. Onlardan fidye al, ashâbını takviye edersin, dedi. Ömer radıyallahü anh de: Boyunlarını vur, çünkü onlar küfrün liderleridir, Allah seni fidyeye muhtaç kılmayacaktır. Bana fırsat ver, filanca hışmımın boynunu vurayım. Ali ile Hamza'ya da fırsat ver, kardeşlerinin boyunlarını vursunlar, dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bunu beğenmedi ve şöyle dedi: Allah bazı adamların kalplerini yumuşatıyor, öyle ki, ipekten daha yumuşak oluyor. Bazılarınkini de sertleştiriyor, öyle ki, taştan daha sert oluyor. Ey Ebû Bekir, sen İbrâhîm aleyhisselâm'a benzersin, o:

"Kim bana tâbi olursa şüphesiz bendendir. Kim de bana isyan ederse şüphesiz sen çok bağışlayan ve çok merhamet edensin” (İbrâhîm: 36) demişti. Ey Ömer, sen de Nûh gibisin, o da:

"Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bırakma” (Nûh: 26) demişti. Bunun üzerine ashâbını serbest bıraktı. Onlar da fidye aldılar. Âyet de bunun üzerine indi. Ömer radıyallahü anh Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in huzuruna girdi, baktı ki, o ve Ebû Bekir ağlıyorlar: Ya Resûlallah, bana da söyle, eğer ağlayabilirsem ağlarım, yoksa ağlar gibi yaparım, dedi. O da: Fidye aldıkları için arkadaşlarına ağla, bana azapları şu ağaçtan daha yakm gösterildi, dedi ve yakındaki bir ağaca işâret etti. Âyet peygamberlerin de ictihad edeceklerine delildir. Onlara salât ve selâm olsun. Bazen de hata olabilir, Allah onları hata üzerinde bırakmaz.

68

Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınız şeyden dolayı size elbette büyük bir azâp dokunurdu.

"Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasa idi” eğer Allah'ın Levh-i Mahfuzda tespit edilmiş hükmü olmasa idi - ki, o da içtihadında yanılanın ceza görmeyeceğidir yahut Bedir gazilerinin azâp görmeyeceğidir yahut adları bildirilmeyen bir kavmin azâp görmeyeceğidir ya da aldıkları fidyenin kendilerine yakında helâl olacağıdır - "elbette size dokunurdu” size ulaşırdı "aldığınız şey için” fidye için "büyük bir azâp".

Rivâyete göre aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: Eğer azâp inse idi, Ömer ile Sa'd bin Muaz'dan başkası kurtulmazdı. Çünkü her ikisi de düşmanın sindirilmesini işâret etmişti.

69

Artık elde ettiğiniz ganimetlerden helâl u hoş olarak yiyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

"Artık elde ettiğiniz ganimetlerden yiyin” fidyeden, çünkü o da ganimetlere dahildir.

Şöyle de denilmiştir: Onlar ganimetten çekildiler, âyet de bunun üzerine indi.

"Fekülu"daki fe sebep içindir, sebep de mahzûftur, takdiri şöyledir: Ebahtü lekümül ğanaime fekülu. Bazıları, bu ve bunun gibi şeylere sarılarak yasaktan sonra gelen emrin ibaha için olduğunu söylemişlerdir,

"halalen” elde edilen ganimetten hâl’dir ya da mastarın sıfatıdır yani eklen halalen demektir. Faydası da o sitem sebebiyle içlerine düşen şeyden veya öncekilere haram edilmiş olması sebebiyle çekincenin ortadan kaldırılmasıdır. Bunun içindir ki, onu "helâl ve hoş olarak” nitelemiştir.

"Allah'tan korkun” ona muhalefet etmekten.

"Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır” günahlarınızı bağışladı "çok merhametlidir” size aldığınız şeyi mubah kıldı.

70

Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah kalplerinizde bir hayır bilirse size, sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

"Ey Peygamberim, ellerinizdeki esirlere de ki:” Ebû Amr "minel üsar"a okumuştur.

"Eğer Allah kalplerinizde bir hayır bilirse” îman veya ihlâs "size sizden almandan daha hayırlısını verir” alınan fidyeden.

Rivâyete göre Abbâs hakkında inmiştir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem onu kendi nefsinin fidyesiyle beraber iki yeğeni Akil bin Ebi Talib ile Nevfel bin Haris'in de fidyelerini vermeye zorladı, o da: Ya Muhammed, sen beni yaşadığım sürece Kureyş'e avuç açacak vaziyette bıraktın, dedi. O da: Evinden çıkarken Ümmülfadl'a verdiğin ve ona: Başıma ne geleceğini bilmiyorum; eğer bana bir şey lursa bu senin, Abdullah'ın, Ubeydullah'ın, Fadl'ın ve Kusem'indir, dediğin altınların nerede, dedi? O da: Bunu nereden biliyorsun, dedi? O da: Bunu bana Rabbim teâlâ haber verdi, dedi. O da: Şahadet ederim ki, sen doğrusun, Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen onun Resûlüsün. Allah'a yemin ederim ki, bundan Allah'tan başka kimsenin haberi yoktur. Ben ona gecenin karanlığında vermiştim, dedi. Abbâs diyor ki: Allah bana ondan daha hayırlısını verdi; şimdi yirmi kölem vardır, en azı yirmi bin dirhemle ticaret yapmaktadır. Bana Zemzem'i verdi ki, onu bütün Mekkelilerin malına değişmem. Ben Rabbimden "Ve sizi bağışlar, Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” va'dini de bekliyorum.

71

Eğer onlar sana hiyanet etmek isterlerse, daha önce Allah'a da hainlik etmişlerdi de onlara karşı sana imkân vermişti. Allah hakkıyla bilen, hikmet sâhibidir.

"Eğer isterlerse” yani esirler "sana hiyanet etmek” sana verdikleri sözü bozmak isterlerse "Allah'a da hainlik etmişlerdi” inkâr etmek ve akılla alınan sözü bozmakla.

"Daha önce. Onlardan imkân vermişti” yani onlara karşı sana imkân vermişti, nitekim Bedir'de yaptığı gibi. Eğer tekrar hiyanet ederlerse, yine sana imkân verecektir.

"Allah hakkıyla bilendir, hikmet sâhibidir".

72

Şüphesiz îman edenler, hicret edenler, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler, Muhâcirleri barındıranlar ve yardım edenler var ya, işte onların kimileri kimilerinin dostlarıdır. Onlar ki, îman edip de hicret etmediler, onlar hicret edinceye kadar sizin onlar için hiçbir velayetiniz yoktur. Eğer sizden dinde yardım isterlerse, size onlara yardım etmek düşer. Ancak sizinle onların arasında andlaşma olan bir kavim hariç. Allah yaptıklarınızı pekiyi görendir.

"Şüphesiz îman edenler, hicret edenler” vatanlarından ayrılanlar, bunlar da Allah ve Resûlü sevgisi için yurtlarını terk eden Muhâcirlerdir "mallarıyla cihâd edenler” onları ata ve silâha sarf edenler ve muhtaçlara harcayanlar "ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler” bizzat savaşa katılanlar,

"Muhâcirleri barındırıp yardım edenler” bunlar da Ensâr'dır ki, Muhâcirleri kendi yurtlarında barındırdılar ve düşmanlarına karşı onlara yardım ettiler "işte onların kimileri kimilerinin dostlarıdır” mirasta. Muhâcirlerle Ensâr hicret ve yardım sebebiyle birbirlerine mirasçı olurlardı, akrabaları olmazdı. Sonunda "akrabalar birbirlerinin velileridir” (Enfâl: 75) ayetiyle nesh edildi.

Ya da yardım ve desteklemede birbirlerinin dostlarıdır.

"Onlar ki, îman edip de hicret etmediler, onlar hicret edinceye kadar sizin onlar için hiçbir velayetiniz yoktur” yani miraslaşma hususunda demektir. Hamze kesre ile "vilayetinim” okumuştur ki, bunu işe ve sanata benzetmiştir, Meselâ kitabet ve imaret gibi. Sanki arkadaşının velisi olmakla onun işini yapıyor gibidir.

"Eğer sizden dinde yardım isterlerse, size onlara yardım etmek düşer” müşriklere karşı onlara yardım etmek size vâciptir.

"Ancak sizinle onların arasında andlaşma olan bir kavim müstesna” aleyhlerine yardım etmekle andlaşmaları bozulmaz.

"Allah yaptıklarınızı pekiyi görendir".

73

Kâfirler ise, onların kimileri kimilerinin velileridir. Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.

"Kâfirlerin ise onların kimileri kimilerinin velileridir” mirasta yahut yardımlaşmada. Bu da mefhum-ı muhâlifi ile onlarla Müslümanlar arasında miraslaşmanın ve yardımlaşmanın câiz olmadığını gösterir.

"Eğer bunu yapmazsanız” birbirinizle ilişki kurmayı, mirasta bile birbirinize veli olmayı ve sizinle kâfirler arasında alakayı kesmeyi yapmazsanız "yeryüzünde bir fitne olur” büyük bir fitne meydana gelir ki, o da îmanın zayıflayıp küfrün açığa çıkmasıdır "ve büyük bir fesat olur” dinde. Son kelime "kesir” şeklinde de okunmuştur.

74

Îman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihâd edenler ve Muhâcirleri barındırıp yardım edenler, işte onlar gerçek mü'minlerdir. Onlar için bağış ve tükenmez rızık vardır.

"Îman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihâd edenler ve Muhâcirleri barındırıp yardım edenler, işte onlar gerçek mü'minlerdir". Mü'minleri üçe ayırınca, onlardan imâm kamil olanları bunun gereğini yerine getirenler olduğunu açıkladı; bu da hicret etmek, cihâd etmek, hakka yardım etmektir ve bunlara bol vaatte bulundu:

"Onlar için bağış ve tükenmez rızık vardır” dedi. Yorgunluk ve minnet olmayan rızık demektir. Sonra da iki şeyde arkadan gelip kendilerine katılanları ve damgalarıyla damgalananları isimlendirip şöyle dedi.

75

Sonradan îman edenler ve sizinle beraber cihâd edenler, işte onlar sizdendir. Akrabalar ise Allah'ın kitabında birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, her şeyi pekiyi bilendir.

"Sonradan îman edenler ve sizinle beraber cihâd edenler, işte onlar da sizdendir” dedi. Yani ey Muhâcir ve Ensâr, onlar da sizlerdendir demektir.

"Akrabalar ise birbirlerine daha yakındırlar” mirasta yabancılardan daha yakındırlar "Allah'ın kitabında” hükmünde yahut Levh-i Mahfuzda yahut Kur'ânda. Bu, akrabaların birbirine mirasçı olacaklarına delil getirilmiştir.

"Şüphesiz Allah, her şeyi pekiyi bilendir” miras meselelerini ve onun önce İslâm'a ve yardımlaşmaya, sonradan da akrabalığa dayandırılmasındaki hikmeti çok iyi bilendir.

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim Enfâl ve Beraet sûrelerini okursa, ben ona kıyâmet gününde şefaat ederim. Onun münâfıklıktan uzak olduğuna şahitlik ederim ve ona her erkek ve kadın münâfık sayısınca onar iyilik verilir. Arş ve onu taşıyanlar hayatı boyunca ona istiğfar ederler.

0 ﴿