9 / TEVBE sûresiMedîne'de inmiştir. 129 âyettir. Medînede inmiştir, ancak: "Lekad câeküm Resûlün"den itibaren iki Âyetin Mekke'de indiği ve onların da son inen âyetler olduğu söylenmiştir. Sûrenin başka isimleri de vardır: Mukaşkışe, buhus, müba'sire, münakkıra, müşire, hafire, muhziye, fadıha, münekkile, müşerride, müdemdime ve azâp sûresi gibi. Çünkü onda mü'minlerin tevbeleri vardır. "Kaşkaşa minen nifak” münâfıklıktan beri olmaktır. "Buhus” münâfıkların hâllerinin araştırılmasıdır. "Müşire” haberi yaymaktır. "Hafire” kazıyıp açığa çıkarmaktır. "Muhziye” onları rezil etmektir, "fadıha” da öyledir. "Münekkile” onları sindirmek, "müşerride” onları dağıtmak, "müdemdime” helâk etmektir. Yüz otuz âyettir. Yüz yirmi dokuz da denilmiştir. Besmelenin terk edilmesi, aman’ın kaldırılmasındandır; besmele ise aman'dır. Şöyle de denilmiştir: Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem üzerine bir sûre veya âyet indiği zaman yerini belirtirdi. Vefat ettiğinde bunun yerini belirtmedi. Anlattığı kıssa da Enfâl'ınkine benziyordu ve aralarında münasebet vardı. Çünkü Enfâl'da andlaşmalar, Beraet'te ise bozulmaları anlatılıyordu. O sebeple ona eklendi. Şöyle de denilmiştir: Ashap bu ikisi bir sûre mi - ki, bu da yedi uzun Sûrenin yedincisidir - yahut iki sûre mi diye ihtilâf edince, aralarına biraz boşluk konuldu ve bismillah yazılmadı. 1Allah ve Resûlünden kendileriyle antlaştığınız müşriklere ültimatomdur! "Beraetün minallahi ve Resûlihi” yani hazihi beraetün minallahi demektir. "Min” iptidaiyedir, mahzûfa mütealliktir, takdiri de vâsıletün minallahi ve Resûlihi demektir. Beraetün'ün mübteda olması da câizdir, nekire olsa da sıfatı ile tahassüs etmiştir, haber de "ilellezine ahettüm minel müşrikin"dir. İsmeu beraeten takdirinde nasb ile de okunmuştur. Mana da şöyledir: Allah ve Resûlü müşriklerle yaptığınız andlaşmadan beridirler. Beraetin Allah ve Resûlüne, anüaşmanın da Müslümanlara bağlanması, müşriklerle yapılan andlaşmaların onlara iade edilmesinin vâcip olduğunu göstermek içindir. Her ne kadar o Allahü teâlâ'nın izni ve Resûlün ittifakı ile olmuşsa da o ikisi ondan beridirler. Çünkü Müslümanlar Arap müşrikleriyle andlaşma yaptılar, Damre ve Kinane oğulları gibi bazıları hariç, andlaşmayı bozdular. Allah da onlara bozanlara ayniyle mukabele etmelerini emretti ve müşriklere de istedikleri yere gitmeleri için dört ay süre tanıdı. 2Yeryüzünde dört ay dolaşın. Bilin ki, siz, Allah'ı aciz bırakamazsınız. Şüphesiz Allah, kâfirleri perişan edecektir. "Yeryüzünde dört ay dolaşın” dedi. Bu da şevval, zilkade, zilhicce ve muharrem aylarıdır. Çünkü sûre şevval ayında indi. Şöyle de denilmiştir: Bunlar zilhicce, muharrem, safer, rebiülevvel ve rebiülahirden de on gündür. Çünkü tebliğ kurban günü yapılmıştı. Zira rivâyete göre sûre inince Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Hazret-i Ali radıyallahü anh'i Adba adlı devesine bindirdi, onu o mevsim hacılarına okuması için gönderdi. Ebû Bekir radıyallahü anh'i de hac emiri olarak göndermişti. Ona: Emirnameyi Ebû Bekir'e gönderseydin, dediler, o da: Onu ancak benden olan biri yerine getirir, dedi. Ali radıyallahü anh yaklaşınca, Ebû Bekir devenin ağzından çıkardığı sesi duydu, durdu ve: Bu, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in devesinin sesidir, dedi. Ali yetişince: Amir mi yoksa memur olarak mı geldin, dedi? O da: Memur olarak, dedi. Tevriye günü olunca Ebû Bekir radıyallahü anh hutbe verdi ve onlara hac usullerinden bahsetti. Ali radıyallahü anh de kurban bayramı günü kalktı Akabe cemresinin yanında: Ey insanlar, ben Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in elçisinin elçisiyim, dedi. Onlar da: Mesajın nedir, dediler? O da onlara otuz ya da kırk âyet okudu. Sonra da şöyle dedi: Bana dört şey emredildi: Bu yıldan sonra Beytullah'a hiçbir müşrik yaklaşmayacak, Beyt'i çıplak tavaf etmeyecek, cennete ancak îman eden nefis girecek ve andlaşma yapılanlara sürelerinin sonuna kadar mühlet verilecek. Belki de Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in: Ancak benden biri bunu eda eder, demesi, genel değildir. Çünkü aleyhisselâm Efendimiz kendi adına mesaj iletmesi için çoklarım gönderdi, onlar kendi yakınlarından değildi. Belki bu, andlaşmalara hâs bir durumdur, çünkü Araplarda bir adet vardı; andlaşmayı veya bozmayı ancak kabileden biri yapardı. Bazı rivâyetlerde: Bunu ancak ailemden birinin yapması uygun olur, demesi de bunu gösterir. "Bilin ki, siz, Allah'ı aciz bırakamazsınız” size süre verse de elinden kaçamazsınız. "Şüphesiz Allah, kâfirleri perişan edecektir” dünyada öldürmek ve esaretle, âhirette de azapla. 3Allah ve Resûlünden hacc-ı ekber günü insanlara duyurudur: Şüphesiz Allah, ve Resûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz o, sizin için daha hayırlıdır. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, siz Allah'ı aciz bırakamazsınız. Kâfirleri acıklı bir azapla müjdele. "Ve ezanün minallahi” ezan i'lâm (bildirme) manasınadır, feal veznindedir, if'al manasınadır; eman ve ata gibi, Merfuluğu da her iki mülahazaya göre beraetün lâfzının ref'i gibidir. (En büyük hac gününde) yani bayram gününde demektir. Çünkü hac ve büyük kısmı onda tamamlanmıştır, bir de bildiri o günde idi. Ayrıca aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz veda haccında kurban günü cemrelerin yanında durdu: Bu, en büyük hac günüdür, dedi. Arefe günü olduğu da söylenmiştir. Çünkü aleyhissselam Efendimiz: Hac arefedir, buyurmuştur. Haccı en büyüğü diye nitelemesi, umrenin de küçük hac olmasındandır. Yahut haçtan murat edilenin o gün yapılan işler olmasındandır. Çünkü o, kalan işlerden daha çoktur. Ya da o haçta Müslümanlar ve müşrikler toplanmışlar ve bayramları ehl-i kitabın bayramlarına denk gelmişti. Ya da o günde Müslümanların izzeti ve müşriklerin zilleti görülmüştü. "Ennallahe” bienallahe demektir. "Allah müşriklerden uzaktır” yani andlaşmalarından demektir, "ve Resûlünü” da "beriün"de saklı zamire ya da "enne"nin isminin mahalline atfen merfû’dur. Bu ezanı kavl yerine koyarak kesre ile inne okuyanlara göredir. "Enne"nin ismine atfen ya da vâv'ı maa manasına alarak nasb ile de okunmuştur, tekrar da yoktur. Çünkü beraetün minallahi beraetin varlığını haber vermektedir, bu (ezanun) ise bunu bildirmenin vâcip olduğunu haber vermektedir. Bunun içindir ki, insanlarla ilişkilendirilmiş, andlaşma yapanlara özgü kılınmamıştır. "Eğer tevbe ederseniz” küfürden ve anlaşmayı bozmaktan "o” tevbe "sizin için daha hayırlıdır. Eğer yüz çevirirseniz” tevbeden ya da İslâm'a yan çizmek ve ahde vefa etmekten dönmede sebat ederseniz "bilin ki, siz Allah'ı aciz bırakamazsınız” aramasından kurtulamazsınız, kaçmakla da onu dünyada aciz bırakamazsınız. "Kâfirleri acıklı bir azapla müjdele” âhirette. 4Ancak antlaştığımz, sonra da size karşı hiçbir şeyi eksik bırakmayan ve size karşı hiçbir kimseye yardım etmeyenler müstesna. Onlara andlaşmalarım sürelerine kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah, müttekıleri sever. "İllellezine ahettüm minelmüşrikin” birinci müşrikinden istisna-i muttasıldır, ya da rnunkatıdır. Sanki Müslümanlara ahitlerini bozanlara ahitlerini atma ile emredildikten sonra: Ancak, ahitleştiğiniz "sonra da size karşı hiçbir şeyi eksik bırakmayanlar müstesna” denilmiş gibidir. Andlaşma şartlarından hiçbirini eksik bırakmayıp bozamayan yahut adamlarınızı öldürmeyen ve size asla zarar vermeyenler demektir. "Ve size karşı hiçbir kimseye yardım etmeyenler” düşmanlarınıza yardım etmeyenler müstesna. "Onlara anüaşmalarını sürelerine kadar tamamlayın” sürelerinin sonuna kadar tamamlayın, onları ahdi bozanlar yerine koymayın. "Şüphesiz Allah, müttekıleri sever". Bu da illetidir ve ahdi tamamlamanın takvadan olduğuna vurgudur. 5Haram aylar geçince (çıkınca) müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları hapsedin ve bütün geçitlerini tutun. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirlerse, yollarını açın. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. (Çıktığızaman) bittiği zaman demektir, insilâh'ın aslı bir şeyin ilişik olduğu şeyden çıkmasıdır, selehaş şate'den (koyunu yüzmekten) gelir. "Haram aylar” ahitlerin! bozanların gitmelerine izin verilen aylar. Bunların recep, zilkade, zilhicce ve muharrem olduğu söylenmiştir. Bu ise Kur'ân'ın nazmına aykırı ve icmaa muhâliftir. Çünkü bu, haram aylara saygının devam etmesini gerektirir. Halbuki sonradan inen âyetlerde bunu nesh eden bir şey yoktur. "Müşrikleri öldürün” ahitlerini bozanları "bulduğunuz yerde” helâl ve haram bölgede. (Onları yakalayın) esir alın, ahîz esir demektir. "Onları hapsedin” yahut Mescid-i harâm'a girmelerine engel olun "ve bütün geçitlerini tutun” ki, ülkeye yayılmasınlar. Külle marsad'in nasbi zarf olmak hasebiyledir. "Eğer tevbe ederlerse” îman ederek şirkten "ve namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirlerse” tevbe ve îmanlarını tasdik etmek için "yollarını açın” onları bırakın, onlara hiçbir şekilde sataşmayın. Bunda namaz kılmayanın ve zekât vermeyenin bırakılmayacağına delil vardır. "Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir” bu da emrin gerekçesidir yani onları serbest bırakın, zira Allah onlar için çok bağışlayıcıdır, geçmişlerini bağışlamış ve onlara tevbe etmekle sevap vaat etmiştir. 6Eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, ona aman ver. Tâ ki, Allah'ın kelâmını dinlesin. Sonra da onu güven duyacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilmeyen bir kavimdir. (Eğer müşriklerden biri) saldırmakla emrolunduklannızdan biri "senden aman dilerse” yakınına gelmek isterse "ona aman ver” güven ver "Tâ ki, Allah'ın kelâmını dinlesin” onu iyice düşünsün ve gerçek durumu fark etsin. "Sonra da onu güven duyacağı yere ulaştır” eğer Müslüman olmazsa. Ahadün arkasından kendini tefsir eden fiille merfû’dur, mübteda olarak değil. Çünkü "in” fiilin amillerindendir. (Bu) güven veya durum "onların bilmeyen bir kavim olmasındandır” îman nedir ve davet ettiğin şeyin aslı nedir bilmezler. Öyleyse onlara dinleyecek ve düşünecek kadar aman verilmelidir. 7Müşrikler için Allah katında ve Resûlü katında nasıl bir andlaşma olabilir? Ancak Mescid-i harâm yanında andlaşma yaptıklarınız hariç. Onlar size dürüst davrandıkları sürece siz de onlara dürüst davranın. Şüphesiz Allah, müttekıleri sever. (Müşrikler için Allah katında ve Resûlü katında nasıl bir andlaşma olabilir?) istifham red manasınadır ve içlerindeki o kadar kine rağmen söz verip de bozmamalarını akla uzak görmektedir. Ya da onlar bozmuşken Allah ve Resûlünün ifa etmelerini uzak görmektedir. "Yekunu"nûn haberi "keyfe"dir, istifhamdan dolayı başa geçmiştir. Ya da "lilmüşrikine"dir ya "indallahi"dir. O (indallahi) de ilk ikiye göre ahd'in sıfatıdır yahut zarfıdır yahut "yekunu"nûn zarfıdır. "Keyfe” de son iki mülahazaya göre "aht"ten hâl’dir. "Müşrikin” de eğer haber olmazsa açıklamadır. "İllellezine ahettüm” bunlar da daha önce istisna edilenlerdir, mahalli de istisna olarak mensûbtur ya da bedel olarak çerdir ya da istisna-i munkatı olarak ref'tir yani velakinnellezine ahettüm minhiüm indel mescidil harami, demektir. (Onlar size dürüst davrandıkları sürece siz de onlara dürüst davranın) yani durumlarını gözleyin; eğer andlaşma üzerinde doğru dururlarsa siz de vefakarlık ederek onlara karşı dürüst davranın. Şu âyet de bunun gibidir: "Andlaşmalarını onlara tamamlayın” (Tevbe: 4). Ancak o mutlaktır, bu ise mukayyettir. "Mâ"nın şarta da mastara da ihtimali vardır. "Şüphesiz Allah, müttekıleri sever". Bunun açıklaması da yukarıda geçmiştir. 8Nasıl (andlaşma olabilir) ki, eğer size karşı zafer elde ederlerse, sizin hakkınızda ne akrabalık ne de bir vecibe gözetmezler. Sizi ağızlarıyla menınun eder, kalpleri ise bunu kabul etmez. Onların çoğu fâsıklardır. (Nasıl) andlaşmanın üzerinde durmalarını yahut hükmünün devamını uzak görmektedir, üstelik illete de vurgu yapmaktadır. Fiilin hazfi de bilindiği içindir, şurada olduğu gibi: Bana ölümün köylerde olduğunu haber verdiniz; Nasıl olur, burası yaylak ve sulaktır. Nasıl öldü, demektir. "Eğer size karşı zafer elde ederlerse” yani zafer hâlini yakalarlarsa "sizin hakkınızda gözetmezler” sizin için riayet etmezler "illen” yemine, akrabalığa da denilmiştir. Şâir Hassan bin Sâbit şöyle demiştir: Hayatına yemin ederim ki, senin Kureyş'e akrabalığın Deve yavrusunun devekuşu yavrusuna akrabalığı gibidir. Terbiyeye riayet etmezler de denilmiştir; belki bu ell’den türetilmistir ki, o da ses çıkarmaktır. Çünkü onlar yeminleştikleri zaman seslerini yükseltir ve bunu teşhir ederlerdi. Sonra istiare yolu ile akrabalığa denildi; çünkü o akrabalar arasında yeminin yapmadığı bağlantıyı kurar, sonra rububiyet ve terbiyeye denildi. Şöyle de denilmiştir; o elleleş şey'eden türemiştir ki, keskinleştirmektir yahut ellel berkudan türemiştir ki, şimşek çakmaktır. Şöyle de denilmiştir: O İbranicedir, ilâh manasınadır, çünkü o "iylâ” şeklinde okunmuştur, cebreil ve cebreiyl gibi. "Vela zimmeten” bir andlaşmaya yahut ihmalinden dolayı ayıplanan hakka riayet etmezler demektir. (Sizi ağızlarıyla menınun ederler) bu da sebatlarına aykırı hâllerini açıklamak için yeni söz başıdır, zafer ânında hiçbir şey gözetmeyeceklerine götüren andlaşmaya zıt hâllerini açıklayan demektir. Bunun "lâ yerkubu"nûn fâ'ilinden hâl kümması câiz değildir, çünkü onlar üste çıktıktan sonra menınun etmezler. Bir de maksat şudur: Şimdi îman, itâat ve ahde vefa vadi ve içlerinde küfür ve inadı gizlemekle mü'minleri râzı etmelerini ispattır, öyle ki, muzâffer olsalar onlara acımazlar. Halbuki cümlenin hâl olması buna aykırıdır. "Kalpleri ise kabul etmez” ağızlarından çıkanı. "Onların çoğu fâsıklardır” inattırlar; onları çevirecek bir itikatları ve önleyecek bir şahsiyetleri yoktur. Çokları diye tahsis etmesi, bazı kâfirlerin vefasızlıktan sakınmaları ve haklarında kötü konuşmalar çıkacağı için o gibi şeylerden çekinmeleri içindir. 9Allah'ın âyetlerini az bir pahaya satıp insanları onun yolundan çevirdiler. Hakikaten onların yaptıkları ne kötüdür! "Allah'ın âyetlerini sattılar” Kur'ân'ı değiştirdiler "az pahaya” basit bir karşılığa demektir ki, o da heveslerine ve şehvetlerine uymaktır. "Allah'ın yolundan çevirdiler” ona götüren dîninden yahut hacıları ve umrecileri engellemekle Beyt'inin yolundan demektir. "Fesaddu"daki fe bu satın almalarının onları Allah yolundan çevirmeye götürdüğünü göstermek içindir. "Hakikaten onların yaptıkları ne kötüdür!” O da bu amelleridir, ya da: 10Onlar, bir mü'min hakkında ne akrabalık, ne de bir vecibe gözetirler. İşte onlar, mütecâvizlerin ta kendileridir. "Bir mü'min hakkında ne akrabalık, ne de bir vecibe gözetirler” sözünün gösterdiği şeydir. Bu da tefsirdir, tekrar değildir. Şöyle de denilmiştir: Birincisi münâfıklar için geneldir, bu ise satın alanlara hâstır ki, onlar da Yahûdîlerdir ya da Ebû Süfyân’ın devşirdiği ve yedirdiği bedevîlerdir. "İşte onlar mütecavizlerin ta kendileridir” kötülükte ileri gidenlerin. 11Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirlerse, din kardeşlerinizdir. Bilen bir toplum için âyetleri açıklıyoruz. "Eğer tevbe ederlerse” küfürden "ve namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirlerse kardeşlerinizdir” fehüm ihvanüküm "dinde” sizin için hak ve vecibeler onlar için de geçerlidir. "Bilen bir toplum için âyetleri açıklıyoruz” andlaşma yapanların hükümleri veya sebat edenlerin hâlleri ile açıklanan şeyleri düşünmeye teşvik eden ara cümledir. 12Eğer andlaşmalarından sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, küfrün önderleri ile savaşın. Çünkü onların yeminleri yoktur. Belki vazgeçerler. "Eğer andlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlarsa” yeminler yahut ahde vefa gibi ettikleri biatlerden sonra bunları bozarlar "ve dininize dil uzatırlarsa” açık yalanlama ve hükümleri çirkin bulmakla "küfrün önderleri ile savaşın” yani onlarla savaşın demektir. Küfrün önderlerini zamir yerine (zâhir isim olarak) koyması onların bu vesile ile riyaset sahipleri ve küfürde ileri olduklarını ve öldürülmeyi hak ettiklerini göstermek içindir. Şöyle de denilmiştir: Önderlerden maksat müşriklerin reisleridir, böyle özel zikredilmeleri ya öldürülmelerinin önemli ve çok haklı olduğunu göstermek içindir ya da Müslüman olacakları ihtimali ile beklememek içindir. Âsım, İbn Âmir, Hamze, Kisâî ve Rûh da Ya'kûb'tan rivâyetle iki hemzeyi de aslı üzere bırakarak "eimmete” okumuşlardır. Ye'yi açıkça okumak irap hatasıdır. "Çünkü onların yeminleri yoktur” yani gerçek olarak onların yeminleri yoktur demektir. Öyle olmasa idi dine dil uzatmaz ve andlaşmalarını bozmazlardı. Bunda şuna delil vardır ki, zimmi İslâm'a dil uzatırsa, andlaşmayı bozmuş olur. Hanefiler bunu kafirin yemini olmayacağına delil getirmişlerdir ki, zayıftır; çünkü maksat yeminlerine güven yoktur demektir, yeminleri yoktur demek değildir. Çünkü Allahü teâlâ: "Eğer yeminlerini bozarlarsa” buyurmuştur. İbn Âmir "lâ îmane” okumuştur ki, îman yahut İslâm yoktur manasınadır. Mürtedin tevbesini kabul etmeyen de bunu delil olarak almıştır, bu da zayıftır. Çünkü belli bir topluluktan haber vermek üzere îman etmezler manasına gelmesi câizdir. Yahut onların îmanı yoktur ki, o sebeple gözetlensinler demektir. "Belki vazgeçerler” "Katilu"ya bağlıdır yani onlarla savaşmaktan maksadınız onları vazgeçirmek olmalıdır yoksa onlara eziyet etmek olmamalıdır. Nitekim eziyet edenlerin çoğu öyle yaparlar. 13Yeminlerini bozan ve Peygamberi çıkarmayı tasarlayan, üstelik sizinle savaşa ilk defa kendileri başlayan bir toplulukla savaşmaz mısınız? Allah korkulmaya daha layıktır, eğer mü'minlerseniz. (Savaşmaz mısınız bir toplulukla ki,) bu da savaşa teşviktir, çünkü hemze nefyin üzerine red için girmiş; fiilde mübalağa meydana getirmiştir. "Yeminlerini bozdular” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ve mü'minlerle karşıtlarına yemin etmeyeceklerine ant içtiler; Huzaa'ya karşı Bekir oğullarına yardım ettiler. "Peygamberi çıkarmayı tasarladılar” işin başında darunnedvede onun hakkında istişare ettikleri zaman. Bu da: "Hani kâfirler senin için tuzak kuruyorlardı” (Enfâl: 30) âyetinde geçmiştir. Şöyle de denilmiştir: Onlar Yahûdîlerdir; Resûl ile yaptıkları andlaşmayı bozdular, onu Medîne'den çıkarmayı düşündüler. "Size ilk defa savaş başlattılar” düşmanlık ve harp ile, çünkü aleyhisselâm Efendimiz önce onları davet etmek, kitaptan delil getirmek ve meydan okumakla başladı. Onlarsa buna karşılık verecekleri yerde düşmanlığa ve savaşmaya saptılar. Öyleyse onlara karşı çıkmaktan ve onlarla çatışmaktan sizi ne men ediyor? "Onlardan korkuyor musunuz?” Size bir kötülük ederler diye onlarla savaşmayı bırakacak mısınız? "Kendisinden en çok korkmanız gereken Allah'tır” Artık onun düşmanları ile savaşın, onun emrini bırakmayın. "Eğer mü'minler iseniz” Çünkü îman davası ancak ondan korkmayı gerektirir. 14Onlarla savaşın ki, Allah onlara sizin ellerinizle azâp etsin, onları perişan etsin, onlara karşı size yardım etsin ve mü'min bir kavmin göğüslerine şifa versin (yüreklerini soğutsun). "Onlarla savaşın ki,” gereğini açıkladıktan ve terkine karşı azarlayıp tehdit savurduktan sonra savaş emridir "Allah onlara sizin ellerinizle azâp etsin, onları perişan etsin, onlara karşı size yardım etsin". Savaştıkları takdirde onlara yardım edeceğine ve onları öldürüp hor edeceğine dâir vaattir. "Ve mü'min bir kavmin yüreklerini soğutsun". Bundan Huzaa oğullarını kastediyor. Şöyle de denilmiştir: Yemen'den ve Saba'dan gelen boylan kastediyor. Bunlar Mekke'ye gelip Müslüman oldular, halkından çok eziyet gördüler; bunu Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e şikayet ettiler. O da: Müjde, aydınlık yakındır, dedi! 15Kalplerindeki kini gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah hakkıyla bilen, hikmet sâhibidir. "Kalplerindeki kini gidersin” onlardan gördükleri şeye karşı, Allah da onlara vadettiğini gerçekleştirdi. Âyet mu'cizelerdendir. "Allah dilediğinin tevbesini kabul eder” bazılarının küfründen döneceğini doğrudan haber vermektedir, bu da olmuştur. "Yetube” şeklinde nasb ile de okunmuştur ki, gizli "en” vardır, bu da emrin cevaplarındandır. Çünkü savaş bir topluluğun azabına sebep olduğu gibi başka bir kavmin de tevbesine sebep olmuştur. "Allah hakkıyla bilendir” olmuşu ve olacağı, "hikmet sâhibidir” ancak hikmete göre yapar ve hüküm verir. 16Allah henüz içinizden cihâd edenleri ve ne Allah'tan ne Resûlünden ne de mü'minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri bilmeden bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır. "Sandınız mı” hitap savaştan hoşlanmayan mü'minleredir, münâfıklaradır da denilmiştir, "em” edâtı da munkatıadır. Bundaki hemzenin manası o sanıya karşı tekdirdir. "Allah içinizden cihâd edenleri bilmeden bırakılacağınızı?” içinizden cihâd eden samimiler başkalarından ayrılmadıkça. İlmi nefy edip malumun nefyini murat etmesi mübalağa içindir, sanki ona delil gibi olmuştur. Çünkü Allah'ın ilmi, taalluk ettiği şeyin gerçekleşmesi sonucunu verir. "Velem yettehizu” bu da "cahedu"ya atıftır, sılaya dahildir, "ne Allah'tan ne Resûlünden ne de mü'minlerden başkasını sırdaş edilmeyenleri bilmeden". Burada geçen velice dostluk kurdukları ve onlara sırlarını verdikleri arkadaş demektir. "Lemmâ"daki beklenti manası onun gerçekleşeceğini vurgulamaktadır. "Allah yaptıklarınızdan haberdardır” ondan maksadınızı bilir. Bu da "Henüz Allah bilmeden” kavlinin zahirinden akla gelen şeyi izale edici gibidir. 17Müşrikler için, kâfir olduklarına dâir şahitlik edip dururlarken Allah'ın mescitlerini imar etmeleri olmaz. İşte onların amelleri boşa gitmiştir. Ve onlar ateşte ebedî kalıcılardır. "Müşrikler için olmadı” doğru değildir "Allah'ın mescitlerini imar etmeleri” herhangi bir mescidi, kaldı ki, Mescid-i harâm'ı. Şöyle de denilmiştir: Maksat odur, cemi yapılması mescitlerin kıblesi ve imamı olmasındandır. Onu imar eden hepsini imar etmiş gibi olur. İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ya'kûb'un tekil okumaları da onu gösterir. (Kâfir olduklarına şahitlik edip dururlarken) şirki açıklamak ve Resûlü yalanlamakla. Bu da en yamuru'daki vavdan hâl’dir. Mana da: Birbirine zıt iki durumu birleştirdikleri sürece ki, onlar da beytullah'ı imar edip Allah'tan başkasına tapmaktır. Rivâyete göre Abbâs esir alınınca Müslümanlar onu şirk koşmak ve sıla-i rahmi terk etmekle ayıplayıp da Hazret-i Ali radıyallahü anh de ona ağır konuşunca şöyle dedi: Kötülüklerimizi anlatıyorsunuz, iyiliklerimizi gizliyorsunuz; bizler Mescid-i harâm'ı imar eder, Ka'be'ye hizmet eder, hacılara su verir ve esirleri bırakırız, dedi. Âyet bunun üzerine indi. "İşte onların amelleri boşa gitmiştir” şirkle karışık övündükleri amelleri. "Ve onlar ateşte ebedî kalıcılardır” o sebeple. 18Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe îman eden, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur. (Allah’ın dilemesine kalmıştır.) "Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe îman eden, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder". Yani onları ancak ilmî ve amelî kemalatları toplayanlar imar eder. Onları yaygılarla süslemek, kandillerle aydınlatmak, içinde devamlı ibâdet etmek, zikir etmek, ders okumak ve onları yapılma maksatlarının dışında kullanmamak Meselâ dünya kelâmı etmek gibi, onları imar etmektendir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Şüphesiz yeryüzünde benim evlerim mescitlerdir. Orada ziyaretçilerim de onları imar edenlerdir. Ne mutlu o kula ki, evinde temizlenir, beni kendi evimde ziyaret eder. Ev sâhibinin de ziyaretçiye ikram etmesi haktır. Peygambere îmanı zikretmemesi de bilindiği içindir ki, îmanın ayrılmaz parçasıdır ve onun tamamlayıcısıdır. Bir de "namazı kılan ve zekâtı veren” ona delâlet etmektedir. "Allah'tan başkasından korkmayan” yani din işlerinde demektir; zira mahzurlu şeylerden korkmak doğaldır, akıllı bir kimse o gibi durumda kendine sahip olamaz. "İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur. (Allah’ın dilemesine kalmıştır.)” Bunu” ümit” siygası” asâ” ile zikretmesi müşriklerin hidâyet ve amellerinden yararlanma umudunu kırmak ve kesinlikle doğru oldukları iddialarından dolayı onları azarlamak içindir. Çünkü mü'minler bu kadar kemalâtla beraber inşallah ve maşallah'a bağlı olursa, artık taban tabana zıt olanlara ne denir! Bir de mü'minleri hâllerine mağrur olup ona güvenmekten men etmek içindir. 19Siz; hacılara su vermeyi ve Mescid-i harâm'ı imar etmeyi Allah'a ve âhiret gününe îman eden ve Allah yolunda cihâd eden kimselerin ameli gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında bir olmazlar. Allah zâlimler topluluğuna hidâyet etmez. (Siz; hacılara su vermeyi ve Mescid-i harâm'ı imar etmeyi Allah'a ve âhiret gününe îman eden ve Allah yolunda cihâd eden kimselerin ameli gibi mi tuttunuz?) şikayet ve imaret seka ile amere'nin mastarlarıdır. Bunlar somut şeylere benzetilmez; mutlaka bir şey takdir etmek lâzımdır, Meselâ: Ecealtüm sikayetel hacci kemen amene yahut ecealtüm şikayeti hacci keîmani men amene, gibi. Birinciyi sakatel hacci ve amaretel mescidi okuyuşu destekler. Mana da müşriklerin ve boşa gitmiş amellerinin mü'minlere ve sağlama alınmış amellerine benzetilmişidir. Sonra da bunu "bunlar Allah katında bir olmazlar” kavli ile onaylattı. Ve eşit olmadıklarım da "Allah zâlimler topluluğuna hidâyet etmez” sözü ile açıkladı. Yani kâfirler şirk ve peygamber düşmanlığı ile zâlimlerdir, boyları beraber sapıklığa dalmışlardır. Artık Allah'ın hidâyet ettiği ve onları hakka ve gerçeğe muvaffak kıldığı kimselerle nasıl bir olurlar? Şöyle de denilmiştir: Zâlimlerden maksat onları mü'minlerle bir tutanlardır. 20Îman edenlerin, hicret edenlerin ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihâd edenlerin, Allah katındaki dereceleri daha büyüktür. Ve işte onlar başaranların ta kendileridir. "Îman edenlerin, hicret edenlerin ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihâd edenlerin, Allah katındaki dereceleri daha büyüktür” mertebeleri daha yüksektir, ikramları bu sıfatları bulundurmayanlardan daha çoktur. Ya da sizin katınızda hacılara su verenlerden ve mescidi imar edenlerden daha yüksektir, demektir. "İşte onlar başaranların ta kendileridir” sevaba ve Allah katındaki güzelliğe nâil olmayı başaranlar onlardır, siz değilsiniz. 21Rableri onları kendinden bir rahmet, rıza ve içinde tükenmez nimetler bulunan cennetlerle müjdeliyor. "Rableri onları kendinden bir rahmet, rıza ve cennetlerle müjdeler. Onlar için vardır orada” o cennetlerde "tükenmez nimetler” devamlı nimetler vardır. Hamze şeddesiz olarak yebşürühüm okumuştur. Müjdesi verilen nimetlerin nekire oluşu onların tayin ve tarifin ötesinde olmasındandır. 22Orada devamlı olarak ebedî kalacaklardır. Şüphesiz Allah,'ın yanında büyük bir mükâfat vardır. (Orada ebedî kalacaklardır) hulûdu ebedî sıfatıyla te'kit etmesi de hulûdun bazen uzun sûre kalmak manasına olmasındandır. "Şüphesiz Allah,'ın yanında büyük bir mükâfat vardır” onun yanında hak ettikleri küçük görülür ya da dünya nimetleri demektir. 23Ey îman edenler, babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer küfrü îmana tercih ederlerse, dostlar edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. "Ey îman edenler...” Muhâcirler hakkında indi; çünkü onlar hicret etmekle emrolununca: Eğer hicret edersek, atalarımızdan, oğullarımızdan ve aşiretlerimizden koparız, ticaretimiz yok olur ve ziyan içinde kalırız, dediler. Şöyle de denilmiştir: Âyet dinden dönüp de Mekkelilere katılan dokuz kişi ile dostluk kurmaktan men için inmiştir. Mana da şöyledir: Onları dostlar edinmeyin; sonra sizleri îmandan men ederler ve sizleri taattan çevirirler, çünkü Allahü teâlâ: "Küfrü îmana tercih ederlerse” buyurmuştur. Eğer onu seçer ve ona teşvik ederlerse. "İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir” dostluğu yerine koymamakla. 24De ki: Eğer babalarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, ele geçirdiğiniz mallar, durgunluğundan korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, Resûlünden ve onun yolunda cihâdtan daha sevgili ise, Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet etmez. "De ki: Eğer babalarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız” aşiret akraba demektir. İşretten alınmıştır. Şöyle de denilmiştir: Aşere (on sayısından) alınmıştır; çünkü aşiret bir andlaşmaya gider, tıpkı onluktaki akit gibi. Ebû Bekir çoğul siygasıyla "ve aşiratüküm” okumuştur. "Ve aşairüküm” de okunmuştur. "Kazandığınız mallar ve durgunluğundan korktuğunuz ticaret” sürüm vaktinin geçmesinden korktuğunuz "ve hoşlandığınız evler, size Allah'tan, Resûlünden ve onun yolunda cihâdtan daha sevgili ise” bu sevgi elde olan sevgidir, doğal olan değildir. Çünkü o, kontrol edilerek teklif altına alınmaz. "Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin” bu da cevap ve tehdittir. Emir de ya acele gelecektir ya da sonradan. Bunun Mekke'nin fethi olduğu da söylenmiştir. "Allah fâsıklar topluluğuna hidâyet etmez” onları doğruya irşat etmez. Âyette öyle bir şiddet vardır ki, ondan pek azı kurtulur. 25Yemin olsun ki, Allah, size birçok yerde ve Huneyn savaşı gününde yardım etmişti. Hani çokluğunuz sizi şımartmış, fakat sizden hiçbir şeyi gidermemiş ve yeryüzü bütün genişliği ile size dar gelmişti. Sonra da yenilerek arkanızı dönmüştünüz. (Yemin olsun ki, Allah, size birçok yerde yardım etmişti) yani savaş meydanlarında, savaşın olduğu yerlerde demektir. "Ve Huneyn gününde” Huneyn meydanında. Fi eyyami mevatıni takdir etmek yahut mevtini vakitle tefsir etmek de câizdir Meselâ maktilil hüseyn (Hazret-i Hüseyn'in öldürüldüğü gün) gibi "İz a'cebetküm kesretüküm” kavlinin yevme huneyn'den bedel edilip yevme huneyn'in de fimevatmi'nin mahalline atfına mani değildir. Çünkü bu, ikisinin ma’tûfa izafe edilen şeyde (çoklukta) ortak olmasını gerektirmez ki, çoklukları ve ondan şımarmaları her yerde oldu denilsin. Huneyn Mekke - Tâif arasında bir vadidir. Orada Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ve Müslümanlar Hevâzin ve Sakif kabileleri ile savaştılar. Kendileri on iki bin kişi idiler. On bini Mekke'nin fethinde hazır bulunanlar, iki bini de serbest bırakılanlardan onlara katılanlardan idi. Onlar da (Hevazinliler de) dört bin idiler. Bunlar karşılaşınca Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem yahut Ebû Bekir yahut Müslümanlardan biri, kalabalıklarını beğenerek: Bugün azlıktan mağlup olmayız, dedi. Şiddetle savaştılar, Müslümanlar kendilerini beğenmenin ve kalabalıklarına güvenmenin cezasını çektiler ve yenildiler. Öyle ki, kılıç artıkları Mekke'ye yetişti. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem merkezde yalnız kaldı. Yanında ancak amcası Abbâs vardı, atının yularından tutmuştu, bir de amcası oğlu Ebû Süfyân bin Hâris vardı. Bu da onun ne kadar yiğit olduğunu gösterir. Sesi yüksek olan Abbâs'a: İnsanlara seslen, dedi. O da: Ey Allah'ın kulları, ey ağaç altında biat edenler, ey Bakara sûresini bilenler, diye seslendi. Onlar da boyunlarını uzatıp: Buyur, buyur, dediler. Melekler de indi. Müşriklerle karşılaştılar, aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: İşte savaş şimdi kızıştı, dedi! Sonra bir avuç toprak aldı, onlara attı, sonra da: Ka'be'nin Rabbine yemin ederim ki, yenildiler, dedi. Onlar da yenildiler. "Size fayda vermemişti” çokluğunuz "hiçbir şeyden” faydadan yahut düşmanın durumundan demektir. "Yeryüzü bütün genişliği ile size dar gelmişti” kaçacak, şiddetli korkudan dinlenecek bir yer bulamamıştınız ya da yerine sığmayan gibi yerinizde duramıyordunuz. "Sonra da arkanızı döndünüz” kâfirlere "müdbirin” yenilerek. İdbar arkaya gitmektir, ikbalin zıddıdır. 26Sonra Allah sükûnetim Resûlünün ve mü'minlerin üzerine indirdi. Görmediğiniz askerler indirdi. Kâfirlere de azâp etti. İşte kâfirlerin cezası budur. "Sonra Allah sükûnetini indirdi” teskin ve emin oldukları rahmetini indirdi, "Peygamberinin ve mü'minlerin üzerine” yenilen mü'minlerin. Alâ harf-i cer'inin tekrar edilmesi hâllerinin farklı olduğunu göstermek içindir. Şöyle de denilmiştir: Onlar Resûl aleyhisselâm ile sebat edip firar etmeyenlerdir. "Görmediğiniz askerler indirdi” gözlerinizle görmediğiniz, bunlar beş bin yahut sekiz yahut on altı (bin) idiler, çeşitli rivâyetler vardır. "Kâfirlere de azâp etti” öldürmek, esir edip tutsak kılmakla. "İşte kâfirlerin cezası budur” yani onlara yaptığı dünyada İnkârlarının cezasıdır. 27Sonra bunun ardından Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Sonra bunun ardından Allah dilediğinin tevbesini kabul eder” içlerinden kimini İslâm'a muvaffak kılmakla. "Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” onlardan geçer ve onlara lütfeder. Rivâyete göre içlerinden bazı kimseler Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e geldiler, Müslüman oldular. Ya Resûlallah, sen insanların en hayırlısı ve en iyisisin. Ailelerimiz ve evlatlarımız esir edildi, mallarımız alındı, dediler. O gün altı bin esir alındı, sayısız da deve ve koyun alındı. Sallallahü aleyhi ve sellem de: Ya esirlerinizi ya da mallarınızı seçin, dedi. Onlar da çocuklarımızı hiçbir şeye değişmeyiz, dediler. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem kalktı: Bunlar Müslümanlar olarak geldiler, biz de onları çocukları ile malları arasında serbest bıraktık, çocuklarını tercih ettiler. Artık kimin elinde esir varsa, gönlü de hoş olursa onu iade etsin. Kim de kabul etmezse bize versin, üzerimizde ödünç olsun. Elimize bir şey geçtiği zaman veririz, dedi. Onlar da: Râzı olduk, dediler ve ellerindekini teslim ettiler. O da: Bilmiyorum, belki de içinizde menınun olmayan vardır, çavuşlarınıza söyleyin, durumu bize ulaştırsınlar, dedi. Onlar da râzı olduklarını ilettiler. 28Ey îman edenler, müşrikler ancak necistir. Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, yakında Allah dilerse, sizi lütfünden zengin eder. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilen, hikmet sâhibidir. "Ey îman edenler, müşrikler ancak necistir” çünkü içleri pistir ya da necislerden sakınmak lâzım geldiği gibi onlardan da sakınmak vâciptir ya da çünkü onlar temizlenmezler, necislerden uzak durmazlar, genellikle kirlidirler. Bunda çoğu necis olanın necis olduğuna delil vardır. İbn Abbâs radıyallahü anhuma: Onların maddeleri köpekler gibi necistir, buyurmuştur. Sükûn ve nunun kesri ile "nicsün” de okunmuştur, tıpkı kebidde kibd denilmesi gibi. Genellikle rics'ten sonra böyle denir. "Artık Mescid-i harâm'a yaklaşmasınlar” necis oldukları için. Yaklaşmamaları ya abartmak içindir ya da harem bölgesine girmelerini yasak etmek içindir. Şöyle de denilmiştir: Bundan maksat hac ve umreden yasak edilmeleridir, mutlak olarak girmeleri değildir. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh de buna kail olmuştur. Mâlik de diğer mescitleri yasakta Mescid-i harâm'a kıyas etmiştir. Bunda kâfirlerin fer'î ahkâmla muhatap olduklarına delil vardır. "Bu yıllarından sonra” yani Beraet senesinden sonra demektir ki, o da dokuzuncu yıldır. Bunun Veda Haccı senesi olduğu da söylenmiştir. "Eğer fakirlikten korkarsanız” haremden men edilmeleri ve gelmemeleri ile kazanç ve azıkların kesileceğinden korkarsanız "yakında Allah dilerse sizi lütfünden zengin eder” vergisinden yahut başka bir yönden ihsanından. Onu da yerine getirdi; gökten bol bol yağmur indirdi ve Tebale ve Cüreş halklarını muvaffak kıldı, onlar da Müslüman oldular ve onlara erzak getirdiler. Sonra da onlara memleketleri fethetti, ganimetler verdi. İnsanlar her taraftan onlara yöneldiler "aileten” de okunmuştur, afiyet gibi mastardır yahut hâl’dir. "Eğer dilerse” dileme kaydını koyması ümitlerin Allah'a bağlanması içindir ve lütfü verenin Allah olduğunu, zenginliğin bazılarına hâs olacağını ve bir yıl olup diğer yıl olmayacağını vurgulamak içindir. "Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir” hâllerinizi "hikmet sâhibidir” verip vermediği şeylerde. 29Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyen, Allah ve Resûlünün haram ettiklerini harâm etmeyen ve hak dini, din edinmeyen kitap ehli ile, cizyeyi elden ve küçülerek vermedikçe savaşın. "Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyenle savaşın” yani bu ikisine gereği gibi îman etmeyenlerle demektir. Nitekim bunu Bakara'nın başında anlatmış bulunuyoruz, çünkü onların îmanı sanki îman gibi değildir. "Allah ve Resûlünün haram ettiklerini” haramlığı kitap ve sünnet ile sâbit olanı. Şöyle de denilmiştir: Resûlü, tâbi olduklarını iddia ettikleri Resûlü demektir. Mana da şöyledir: Onlar itikat ve amel bakımından mensûh olan kendi dinlerine bile muhalefet ederler. "Hak dini din edinmezler” sâbit olup diğer dinleri nesh ve iptal eden hak dini "minellezine ütül kitabe” bu da îman etmeyenleri açıklamaktadır. "Cizyeyi verinceye kadar” vermeleri kararlaştırılanı verinceye kadar. Cizye, ceza deynehu'dan türetilmiştir ki, borcunu ödemektir. (Elden) bu da yu'tudaki zamirden hâl’dir yani itaatla demektir yani elleriyle teslim ederek, başkalarıyla göndererek değil. Bunun içindir ki, onda vekalet kabul edilmemiştir. Ya da zengin olarak demektir ki, fakirden alınmaz ya da üstün elden demektir ki, aciz ve hor olarak demektir ya da onlara nimet olarak demektir. Çünkü cizye vererek hayatta kalmaları onlar için büyük bir nimettir. Ya da "an yedin” cizye'den hâl’dir peşin olarak elden ele demektir. (Küçülerek) hor olarak. İbn Abbâs radıyallahü anhuma: Onlardan cizye alınır ve boyunları burulur, buyurmuştur. Âyetin anlamı cizyenin ehl-i kitaba hâs olduğunu göstermektedir. Bunu şu da teyit eder ki, Ömer radıyallahü anh Mecûsîlerden cizye almazdı, sonunda Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh Peygamber aleyhisselâm’ın onu Hecer Mecûsîlerinden aldığına şahitlik etti ve: Onları ehl-i sünnet yerine koyun, dediğini söyledi. Çünkü onlar ehl-i kitaba benzerler, o sebeple iki ehl-i kitaba katıldılar. Diğer kâfirlere gelince bize göre onlardan cizye alınmaz. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyhe göre ise onlardan alınır, ancak Arap müşriklerinden alınmaz. Çünkü Zühri'nin rivâyetine göre aleyhisselâm Efendimiz putlara tapanlarla andlaşma yaptı, bunlardan Arapları ayırdı. Mâlik rahmetüllahi aleyh'e göre mürtet hariç bütün kâfirlerden alınır. En azı yılda bir dinardır, bunda da zenginle fakir birdir. Ebû Hanîfe rahmetüllahi aleyh ise: Zengin kırk sekiz dirhem, orta halli bunun yarısını, kazancı olan fakir de dörtte birini verir. Kazancı olmayan fakire bir şey yoktur, buyurmuştur. 30Yahûdîler, "Uzeyr, Allah'ın oğludur” dediler, Hıristiyanlar, "Mesih Allah'ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızları ile söyledikleri sözdür. Daha önceki kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da döndürülüyorlar? "Yahûdîler: Uzeyr Allah'ın oğludur, dediler” bunu ancak geçmişlerinden bazıları ya da Medîne'de olanlar, buyurmuştur. Bunu demelerinin sebebi şudur; çünkü Buhtunassar olayından sonra onlarda Tevrat'ı ezbere bilen yoktu. Allah onu yüz yıl öldürdükten sonra diriltince onlara Tevrat'ı ezberinden yazdırdı. Buna şaşakaldılar ve: Bunu ancak Allah'ın oğlu olduğu için yapabildi, dediler. Bu sözün onlarda olduğunun delili şudur ki, âyet inip de onlar okununca itiraz etmediler, halbuki onu yalanlamak için her çareye baş vuruyorlardı. Âsım, Kisâî ve Ya'kûb tenvinle "uzeyrun” okumuşlardır. Bunu da Arapça kabul etmişler ve ibn'le sıfatlamamışlardır. Öteki okuyuşta tenvinin atılması ya ucmelik ve marifelikten dolayı gayri munsarif olduğu içindir ya da iki sâkin cem olduğu içindir, bunda da nûn yumuşak harflere benzetilmiştir ya da ibn sıfattır, haber de mahzûftur Meselâ mabuduna yahut sahibuna gibi. Bu da bâtıldır, çünkü nesebi kabul etmeye ve takdir edilen haberi inkâr etmeye götürür. "Hıristiyanlar. Mesih Allah'ın oğludur, dediler” bu da bazılarının sözüdür, bunu demeleri babasız birinin olmayacağı içindir ya da gözsüzü ve abraş hastalığını Allah olmayan birinin iyi edemeyeceği içindir. "Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri sözdür". Bu da ya bu sözün onlara nispetini tekittir ya da câiz olmasını reddir ya da bunun delilsiz söylenmiş olmasındandır. Ağızdan düşünülmeden çıkan ve gerçekte karşılığı olmayan söze benzetilmiştir. (Kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar) yani yudahi kavluhum kavlellezine keferu (sözleri kâfirlerin sözlerine benzemektedir); muzâf hazfedilmiş, muzâfun ileyh onun yerine geçirilmiştir. "Daha önce” kendilerinden önce demektir. Maksat eskileridir, mana da küfrün onlarda eski olmasıdır. Ya da melekler Allah'ın kızlarıdır, diyen müşriklerdir ya da Yahûdîlerdir. O zaman zamir Hıristiyanlara gider. Mudahat benzemektir, hemzeli şekli de lügattir. Âsım öyle okumuştur. İmreetün dahyeü kavli de ondandır ki, erkeğe benzeyen hayız görmeyen kadın demektir. "Allah onları kahretsin” helâk olmaları için bedduadır, çünkü Allah'ın savaştığı kimse helâk olur ya da sözlerinin çirkinliğinden taaccüptür. "Nasıl da döndürülüyorlar?” haktan bâtıla nasıl da çevriliyorlar? 31Hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Îsa'yı Allah'tan başka İlâhlar edindiler. Halbuki sadece bir tek ilâh'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilâh yoktur. O, onların koştukları şirkten münezzehtir. "Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka ilâhlar edindiler” Allah'ın helâl ettiğini harâm etmek ve Allah’ın haram ettiğini helâl etmekle yahut onlara secde etmekle. "Ve Meryem oğlu Îsa'yı” onu da Allah'ın oğlu kılmakla. "Halbuki emrolunmamışlardı” edinenler yahut ilâh edinilenler demektir. Bu da öyle edinmenin bâtıl olduğuna delil gibidir. "Ancak ibâdet etmeleri için emrolunmuşlardı” itâat etmeleri "bir tek İlâha” o da Allah'tır. Peygamberlere ve Allah’ın itâat edilmesini emrettiği diğer kimselere itâat, aslında Allah'a itaattir. "Ondan başka ilâh yoktur” ikinci sıfattır yahut tevhidi tespit eden yeni söz başıdır. "Onu şirk koştukları şeylerden tenzih ederiz” bu da ortağı olmaktan onu tenzih etmektir. 32Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Allah ise nûrunu tamamlamaktan başka bir şey istemiyor. Kâfirler hoş görmese de. "Allah'ın nûrunu söndürmek istiyorlar” birliğine ve evlattan münezzeh olduğuna delâlet eden kanıtım söndürmek istiyorlar ya da Kur'ân'ı yahut da Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in peygamberliğini. "Ağızlarıyla” şirkleriyle yahut yalanlamalarıyla "Allah ise istemiyor” râzı olmuyor "nûrunu tamamlamaktan başka bir şeye” tevhidi yüceltmek ve İslâm'ı azîz kılmakla. Şöyle de denilmiştir: Bu; Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in peygamberliğini inkâr etmekle iptal isteklerini ufka yayılmış ve Allah’ın da artırmak istediği nûru üflemeleriyle söndürmek isteyenlere benzetmedir. Fiil müsbet olduğu hâlde istisna-i müferrağm sahih olması, menfi manasına olmasındandır. "Kâfirler istemese de” cevabı mahzûftur, çünkü mâ-kabli ona delâlet etmektir. 33O ki, Peygamberini hidâyet ve hak din ile gönderdi ki, onu bütün dinlerden üstün kılsın. Müşrikler hoşlanmasa da. "O ki, Peygamberini hidâyet ve hak din ile gönderdi ki, onu bütün dinlerden üstün kılsın” bu da "Allah nûrunu tamamlamaktan başka bir şey istemiyor” kavlinin açıklaması gibidir. Onun içindir ki, tekrar edilmiştir. "Müşrikler istemese de” ancak şu kadar var ki, müşrikler kâfirlerin yerine konulmuştur, bu da onların Peygamberi inkârı Allah'ı şirke ilave ettiklerini göstermek içindir. "Liyuzhirehu"daki zamir "hak dine” ya da Resûl aleyhisselâm'a râcidir. "Eddin"deki lâm da cins içindir yani diğer dinlerin üzerine çıkarıp onları nesh etmesi ya da mensuplarının üzerine çıkarıp onları perişan etmesi içindir. 34Ey îman edenler, hahamlardan ve papazlardan çoğu, insanların mallarım bâtılla yer ve insanları Allah'ın yolundan çevirirler. Altını ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanları, onları acıklı bir azapla müjdele. "Ey îman edenler, hahamlardan ve papazlardan çoğu, insanların mallarını bâtılla yerler” onları verdikleri hükümlerde rüşvet olarak alırlar. Mal almaya yeme demesi, büyük maksadının o olmasındandır. "Allah'ın yolundan çevirirler” dîninden. "Altım ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanları” bundan haham ve rahiplerin çoğunu anlamak câizdir. O zaman mala düşkünlükleri ve ona karşı cimrilikleri mübalağa edilmiş olur. Bundan malı toplayıp, biriktirip de hakkını eda etmeyen Müslümanları anlamak da câizdir. O zaman rüşvet alan ehl-i kitapla beraber zikredilmeleri işin vehametini göstermek için olur. Şu da bunu gösterir ki, bu indiği zaman Müslümanlara ağır geldi. Ömer radıyallahü anh bunu Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e anlattı, o da: Allah zekâtı kalan mallarınızı temizlemek için farz kıldı, dedi. Bir de şöyle bir hadis vardır: Zekâtı verilen mal yığılmış mal değildir yani hakkında tehdit varit olan mal değildir. Çünkü tehdit Allah'ın harcanmasını emrettiği yerlere harcamamakla beraber biriktirilen mal hakkındadır. Ama. "Kim altın veya gümüş bırakırsa onunla dağlanır” hadisi ve benzerlerinden maksat hakkı verilemeyen maldır. Çünkü Buharı ile Müslim'in rivâyet ettikleri Ebû Hureyre hadisinde şöyle denilmiştir: Bir kimsenin altın ve gümüşü olur da hakkını eda etmezse, o mal kıyâmet gününde ateşten levhalara (plakalara) ayrılır, onunla alnı, yanları ve sırtı dağlanır. "Onları acıklı bir azapla müjdele". O da onlarla dağlanmasıdır. 35O gündeki onlar cehennem ateşinin içinde kızdırılır ve onlarla alınları, yanları ve sırtları dağlanır. Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir. Biriktirdiğiniz şeyleri tadın (denilir). (O günde ki, onlar cehennem ateşinin içinde kızdırılır) yani onların üzerine şiddetli ateş tutuşturulur, demektir. Aslı tuhma binnari demektir, kızdırılma mübalağa için ateşe verilmiştir, sonra da ateş hazfedilmiş fiil câr ile mecrûra isnat edilmiştir, bu da maksadı vurgulamak içindir. O zaman tenis siygasından tezkir siygasına geçilmiştir. Zikredilen şey iki tane olduğu hâlde "aleyha” demesi ise o ikisinden murat edilenin çok altın ve gümüş olmasındandır. Nitekim Hazret-i Ali radıyallahü anh şöyle buyurmuştur: Dört bin ve aşağısı nafakadır, üstü ise hazinedir. "Onu harcamazlar” (Tevbe: 34) kavli de böyledir. Şöyle de denilmiştir: Bu ikisindeki zamir kenzlere yahut mallara râcidir. Çünkü hüküm geneldir, özellikle o ikisinin zikredilmesi onların mal edinmenin kanunu (temeli) olmasındandır. Ya da zamir gümüşe râcidir, ona tahsis edilmesi yakın olduğu içindir ve şuna da delâlet etmektedir ki, bu hükme altın haydi haydi tabidir. "Onlarla alınları, yanları ve arkaları dağlanır” çünkü onu toplamaları ve tutmaları zenginlikle vecahet (itibar) kazanmak, lezzetli taamlar yemek ve kıymetli elbiseler giymek içindi. Ya da dilenciden yüz çevirip ona arkalarım dönmelerindendir. Ya da bunlar dış organların en şereflileri olmalarındandır; çünkü bunlar temel organları içine alırlar Meselâ beyin, kalp ve karaciğer gibi. Ya da bunlar bedenin önü, arkası ve yanlan olmak hasebiyle dört cihetin aslı olmasındandır. "İşte bu biriktirdiğiniz şeydir” denilir, "kendiniz için” menfaatiniz için, şimdi ise zararın ta kendisi ve azabın sebebi oldu. "Biriktirdiğiniz şeyleri tadın” yani biriktirdiğiniz şeylerin vebalini çekin, demektir. Nûn'un zammı ile "teknuzune” de okunmuştur. 36Muhakkak Allah katında ayların sayısı, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki kitabında on ikidir. Onlardan dördü haram aylardır. İşte doğru din budur. Öyleyse bunlarda kendinize haksızlık etmeyin ve müşriklerle sizinle topyekûn savaştıkları gibi siz de onlarla topyekûn savaşın. Bilin ki, şüphesiz Allah müttekılerle beraberdir. (Muhakkak ayların sayısı) tüm adedi (Allah katında) bu da iddete'nin mamulüdür, çünkü mastardır. "Allah'ın kitabında on ikidir” Levh-i Mahfuzda yahut onun hükmünde, bu isna aşere'nin sıfatıdır. "Yevme halekas semavati velarda” ondaki sübut manasına mütealliktir ya da mastar kabul edildiği takdirde kitaba mütealliktir. Mana da şöyledir: Bu durum bizatihi Allah'ın gök cisimlerini ve zamanlan yarattığı günde sabittir. "Onlardan dördü tektir", o da receptir. Üçü de arka arkayadır, onlar da zilkade, zilhicce ve muharremdir. "İşte bu doğru dindir” yani dört ayın haram edilmesi sağlam dindir; İbrâhîm ile İsmâîl'in dinidir. Allah o ikisine selâm etsin. Araplar da bunu onlardan miras almışlardır. "Öyleyse bunlarda kendinize haksızlık etmeyin” onlara saygısızlık etmekle ve haramlarını yapmakla. Cumhur bunlarda savaşmanın menstıh olduğu görüşündedir. Zulmü de onlarda günah işlemekle te'vil etmişlerdir. Çünkü o büyük günahtır. Haremde ve ihram hâlindeyken işlenmiş gibidir. Ata'dan şöyle rivâyet edilmiştir: İnsanlar için haremde yahut haram aylarda savaşmak helâl değildir, meğerki kendilerine savaş açıla. Birinciyi aleyhisselâm Efendimiz'in şevval ve zilkade aylarında Tâif'i muhasere edip Hevâzin'le savaşması teyit eder. "Müşriklerle sizinle topyekûn savaştıkları gibi siz de onlarla topyekûn savaşın” kâffeten topluca demektir. Mastardır, kefe anişşey'den gelir ki, toplu bir şey fazlalıktan men edilmiştir ve hâl yerindedir. "Bilin ki, şüphesiz Allah müttekılerle beraberdir” bu da onlara zaferin takvaları sebebiyle verildiğine müjde ve garantidir. 37Haram ayı geciktirmek küfürde bir artırmadır ki, onunla kâfirler saptırılır. Allah'ın haram ettiğinin sayısını denkleştirsinler de Allah'ın haram ettiğini helâl etsinler. Onlara kötü amelleri süslü gösterildi. Allah kâfirler topluluğuna hidâyet etmez. (Haram ayı geciktirmek) yani ayın haramlığım başka bir aya ertelemek demektir. Onlar savaşırlarken haram ay geldiği zaman onu helâl eder, yerine başka bir ayi harâm ederlerdi. Sonunda ayların hususiyetlerini terk ettiler ve kuru sayıya itibar ettiler. Nâfi''den Verş kırâatında hemzeyi ye'ye kalb ederek ye'yi ye'ye idgam ederek "innemen nesiyyü” okuduğu rivâyet edilmiştir. Hemze'nin hazfi ile "ennesyü” vennesîü,nnesaü de okunmuştur. Üçü de mastardır, nesseehu'dan gelir ki, ertelemek manasınadır. "Küfürde bir artırmadır” çünkü Allah'ın helâl ettiğini harâm etme ve haram ettiğini helâl etmedir, bu da kendi küfürlerine ilave ettikleri ayrı bir küfürdür. "Onunla kâfirler saptırılır” fazladan saptırılır. Hamze, Kisâî ve Hafs meçhul kalıbı ile "yudallu” okumuşlardır. Ya'kûb'tan da "yudıllu” okuduğu rivâyet etmiştir ki, saptıran Allah olur. "Onu bir sene helâl ederler” Haram aylardan erteleneni bir yıl helâl ederler, onun yerine de başka bir ayi harâm ederler. "Onu bir yıl haram ederler” eskisi gibi harâm olarak bırakırlar. Şöyle de denilmiştir: Bunu ilk icat eden Cünade bin Avf el - Kinani'dir. Hac mevsiminde bir devenin üzerinde durur: Şüphesiz ilâhlarınız size muharremi helâl etti, siz de onu helâl edin, derdi. Sonra da ertesi sene: Şüphesiz ilahlarınız size muharremi harâm etti, siz de onu haram bilin, derdi. İki cümle sapıklığın tefsiridir yahut hâl’dir. "Allah'ın haram ettiğinin sayısını denkleştirmek için” yani harâm dört ayın sayısını tutturmak için. Livatıu'daki lâm "yuharrimunehu"ya ya da toplam iki fiilin gösterdiği şeye mütealliktir. "Allah'ın haram ettiğini helâl etmeleri için” sadece sayıyı gözetirler, vakte riayet etmezler. "Onlara kötü amelleri süslü gösterildi". Malum kalıbı ile (zeyyene) de okunmuştur ki, süsleyen Allah olur. Mana da şöyledir: Allah onları perişan etti ve saptırdı, öyle ki, çirkin amellerini güzel sandılar. "Allah kâfirler topluluğuna hidâyet etmez” doğru yolu bulacak şekilde hidâyet etmez. 38Ey îman edenler, size ne oluyor ki, size: "Allah yolunda seferber olun” denildiği zaman yere ağdınız, âhirete karşılık dünya hayatına mı râzı oldunuz? Dünya zevki âhirete nispetle pek azdır. "Ey îman edenler, size ne oluyor ki, size: Allah yolunda seferber olun, denildiği zaman ağdınız” ağırlaşânız. Bu kelime aslına göre "tesakaltüm” okunmuştur, istifham olarak azarlamak için "essakaltüm” de okunmuştur (ağırlaştınız mı demektir?) "İlelardı” issakaltüme mütealliktir, sanki içinde ihlad ve meyil manası olduğu için "ilâ” ile geçişli kılınmıştır. Bu da Tebuk seferinde idi, Tâif'ten zor ve sıcak bir zamanda döndüklerinde olmuştu. Mesafe de uzaktı, düşman da çoktu. O sebeple onlara zor geldi. "Dünya hayatına mı râzı oldunuz?” onun aldatmasına mı râzı oldunuz, "filâhireti” âhirete bedel olarak. "Dünya metaı değildir” (âhiretin yanında) ona nisbetle "ancak pek azdır” önemsizdir. 39Eğer seferber olmazsanız size acıklı bir azâp eder ve sizin yerinize sizden başka bir topluluk getirir. Ona hiçbir şeyle de zarar veremezsiniz. Allah her şeye kâdirdir. "Eğer seferber olmazsanız” çağrıldığınız şeye katılmazsanız "size acıklı bir azâp eder” feci bir sebeple Meselâ kıtlık ve düşman istilası gibi. "Ve yerinize sizden başka bir topluluk getirir” sizi başka itâatkâr kimselerle değiştirir Meselâ Yemen halkı ve İran yurttaşları gibi. "Ona hiçbir şekilde zarar veremezsiniz” dinine yardımda ağır davranmanız ona hiçbir şekilde zarar veremez, çünkü onun hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Zamirin Resûl aleyhisselâm'a gittiği de söylenmiştir, yani ona zarar veremezsiniz, çünkü Allah onu koruyacağını ve ona zafer vereceğini va'detmiştir. Onun vadi de haktır. "Allah her şeye kâdirdir” değiştirmeye, sebepleri dönüştürmeye ve imdat gelmeden yardım etmeye, nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: 40Eğer ona yardım etmezseniz, Allah ona kâfirler onu ikinin ikincisi olarak çıkardıkları zaman onlar mağarada iken yardım etmişti. O zaman arkadaşına; Üzülme, şüphesiz Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona sükûnetini indirdi ve onu görmediğiniz askerlerle destekledi. Kâfirlerin sözünü alçaktı. Allah'ın sözü ise o, en yüksektir. Allah mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir. "Eğer ona yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir” yani eğer ona yardım etmezseniz, ona Allah yardım eder, nitekim ona yardım etmiştir "kâfirler onu ikinin ikincisi olarak çıkardığı zaman". Yanında da ancak bir adam vardı. Ceza hazf edilmiş ve delili gibi olan şey de onun yerine geçirilmiştir. Ya da ona yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmeyi kendine vâcip kılmıştır, öyle ki, ona o gibi vakitte yardım etmiş; onu başkasına muhtaç bırakmamıştır. Çıkarmanın kâfirlere isnat edilmesi, çıkarma veya öldürme isteklerinin Allah'ın ona çıkma izni vermesine sebep olmasındandır. Sükûn ile "sanisneyni” de okunmuştur, bu da mankusu irapta maksurun yerine koyanların metoduna göredir. Nasbi da hâl olmasındandır. (O ikisi mağarada iken) bu da "iz ahracehu"dan bedel-i ba'zdır. Çünkü bundan geniş bir zaman murat edilmiştir. Gar Sevr dağının tepesinde bir oyuktur (mağaradır). O da Mekke'nin sağında bir saatlik mesafededir. İkisi orada üç gün kaldılar. (O vakit diyordu) bu da ikinci bedeldir ya da sani'nin zarfıdır. "Arkadaşına” o da Ebû Bekir radıyallahü anh'tir. "Üzülme, şüphesiz Allah bizimledir” koruma ve yardımı ile. Rivâyete göre müşrikler mağaranın üzerine çıktılar, Ebû Bekir radıyallahü anh Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem için korktu. Aleyhisselâm ona: "Üçüncüleri Allah olan iki kimse için ne düşünüyorsun?” dedi. Allah da müşrikleri kör etti, mağaranın etrafında dolaşülar da onu göremediler. Şöyle de denilmiştir: O ikisi mağaraya girince Allah iki güvercin gönderdi, giriş kısmında yumurtladılar, bir de örümcek gönderdi, o da kapısına ağ ördü. "Bunun üzerine Allah sükûnetini indirdi” kalplerin teskin olacağı enıniyetini indirdi "ona” Peygamber'e yahut arkadaşına. Bu daha açıktır, çünkü telaş eden o idi. "Ve onu görmediğiniz askerlerle destekledi” yani meleklerle demektir. Onu mağarada korumak için indirmişti. Ya da ona Bedirde, Ahzap'ta ve Huneyn'de düşmanlarına karşı yardım etmek için indirmişti. O zaman cümle "Allah ona yardım etti” kavline ma’tûf olur. "Kâfirlerin sözünü alçalttı” yani şirki veya küfre daveti demektir. "Allah'ın sözü ise o, en yüksektir". Yani tevhid ve İslâm daveti demektir. Mana da şöyledir: Bu da Resûl sallallahü aleyhi ve sellem'i kâfirlerin ellerinden kurtarıp Medîne'ye ulaştırması ile oldu. Çünkü orası kendisi için başlangıçtır ya da onu bu gibi yerlerde melekleri ile desteklemesi ile veyahut nerede bulunursa orada muhafaza ve yardımı ile oldu. Ya'kûb nasb ile "kelimetallahi” okumuş ve onu "kelimetellezine keferu"nûn üzerine atfetmiştir. Ref daha beliğdir, çünkü onda şu bildirilmiştir ki, Allah'ın kelimesi bizatihi yüksektir, başkası onun üzerine çıksa da onun çıkışında sebat yoktur, ona itibar edilmez. Bunun içindir ki, araya fasıla girmiştir. "Allah mutiak gâlip, hikmet sâhibidir” işinde ve tedbirinde. 41Hafif ve ağır olarak seferber olun ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihâd edin. Bu, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır. "Hafif olarak seferber olun” onu istediğiniz için "ve ağır olarak” size zor geldiği için yahut ailenizin az ve çok olduğu için yahut binekli ve yaya olarak yahut hafif ve ağır silâhlı olarak yahut sağlıklı ve hasta olarak demektir. Bunun içindir ki, İbn Ümmi Mektum, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e: "Bana seferberlik var mı?” dedi. O da: Evet dedi. Sonunda "Köre sorumluluk yoktur” (Nûr: 61) âyeti indi. "Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihâd edin” bu ikisinden mümkün olan ikisiyle yahut birisiyle. "Bu, sizin için daha hayırlıdır” onu terk etmekten "eğer bilirseniz” hayrı, bunun hayırlı olduğunu bilirsiniz yahut onun hayırlı olduğunu. Çünkü Allah'ın onu haber vermesi doğrudur, öyleyse ona koşun. 42Eğer davet olundukları şey yakın bir menfaat ve orta bir sefer olsaydı, elbette sana uyarlardı. Fakat meşakkatli sefer onlara uzak geldi. Eğer gücümüz yetseydi her hâlde sizinle çıkardık, diye yemin edeceklerdir. Kendilerini helâk ediyorlar. Allah biliyor ki, şüphesiz onlar muhakkak yalancılardır. "Eğer bir menfaat olsaydı” yani davet edildikleri şey dünyalık bir menfaat olsaydı (yakın) el uzatacak kadar "ve orta bir sefer, elbette sana uyarlardı” sana katılırlardı. "Fakat meşakkatli sefer onlara uzak geldi” eşşukka meşakkatle kat edilecek mesafe demektir. Ayn'in ve şin'in kesri ile de (baidet, şikkat) okunmuştur. "Allah'a yemin edecekler” yani geri kalanlar, sen Tebuk'ten döndüğün zaman özür dileyerek "eğer gücümüz yetseydi” yani: Eğer hazırlılık olarak ve bedenen gücümüz yetseydi, derler. Vâv’ın zammı ile "levüstetana” da okunmuştur, bu da onu "işterevud dalâlete” (Bakara: 16) ayetindeki vâv'a benzeterek yapılmıştır. (Herhâlde sizinle çıkardık) bu da kasemle şartın cevaplarının yerini tutmuştur. Bu da mu'cizelerdendir, çünkü bir şeyi olmadan önce haber vermiştir. (Kendilerini helâk ediyorlar) azaba atmakla. Bu da "seyahlifune"den bedeldir. Çünkü yalan yemin nefsi helake atmaktır ya da fâ'ilinden hâl’dir. "Allah biliyor ki, şüphesiz onlar muhakkak yalancılardır” bu hususta, çünkü onların savaşa çıkacak güçleri vardır. 43Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana belli oluncaya ve yalancıları da sen bilinceye kadar onlara niçin izin verdin. "Allah seni affetsin” bu da izin vermedeki hatasından kinayedir, çünkü af hata ile eşanlamlıdır. "Onlara niçin izin verdin” afla ve ona karşı sitemle kinaye yollu söylenen şeyi açıklamaktadır. Mana da şöyledir: Savaşa çıkmamaları için senden izin istedikleri ve yalan bahaneler uydurdukları zaman neden izin verdin, biraz bekleseydin! "Doğru söyleyenler sana belli oluncaya kadar” özürlerinde "ve yalancıları bilinceye kadar” o konuda. Şöyle denilmiştir: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ancak emredilmeden iki şey yaptı: Fidye alması ve münâfıklara izin vermesi. Allah bu ikisi için ona sitem etti. 44Allah'a ve âhiret gününe îman edenler, mallarıyla, canlarıyla cihâd etmeleri için senden izin istemez. Allah müttekıleri pekiyi bilir. "Allah'a ve âhiret gününe îman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihâd etmek için senden izin istemezler” yani cihâd etmek için izin istemek mü'minlerin adetlerinden değildir. Çünkü hâlis mü'minler ona hemen koşarlar, onu izne bağlamazlar, hele gitmemek için hiç izin istemezler ya da cihâdtan hoşlanmadıkları için geri kalmakta izin istemezler demektir. "Allah müttekıleri pekiyi bilendir” onların takvalarına şahitliktir ve sevaplarına vaattir. 45Senden ancak Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyen, kalpleri şüphe edip de şüphelerinin içinde bocalayanlar izin isterler. "Senden ancak izin ister” savaşa çıkmamada "Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyenler” iki yerde de îmanı Allah'a ve âhiret gününe tahsis etmesi, cihada teşvik edenin ve cihâdtan alıkoyanın bu ikisine îman etmenin ve etmemenin sebep olmasındandır. "Kalpleri şüphe etti, onlar şüphelerinin içinde bocalarlar” şaşıp kalırlar. 46Eğer cihada çıkmak isteselerdi, onun için mutlaka bir hazırlık yaparlardı. Ancak Allah onların davranmalarını istemedi de onları geri koydu ve: Oturanlarla beraber oturun, denildi. "Eğer çıkmak isteselerdi onun için mutlaka bir hazırlık yaparlardı". "Uddeten” izafetanında te’nin hazfi ile okunmuştur, şu mısrada olduğu gibi: Sana ettikleri vaatte durmadılar. Ayn’ın kesri ile muzâf olarak te'siz iddehu ve izafetsiz de te ile iddetün okunmuştur. (Ancak Allah onların davranmalarını istemedi) bu da "eğer çıkmak isteselerdi” kavlinin mefhumundan istidraktir (düzeltmedir), sanki şöyle buyurmuştur: Çıkmadılar, ancak geri kaldılar. Çünkü Allahü teâlâ davranmalarım yani çıkmak için kalkmalarını istemedi. "Onları geri koydu” onları korkaklık ve tembellikle oturttu. (Oturanlarla beraber oturun, denildi) bu da Allah'ın, kalplerine çıkma isteksizliği atmasının ya da şeytanın oturun diye verdiği vesvesenin temsilidir ya da birbirlerine böyle demelerinin ya da Resûl aleyhisselâm'ın onlara izin vermesinin hikayesidir. "Elkaidin"in mazur olanlara da başkalarına da ihtimali vardır. Her iki mülahazaya göre de kınamaktan hâli değildir. 47Eğer sizinle çıksalardı, bozgununuzu artırmaktan başka bir şey yapmazlar ve sizi fitneye düşürmek isteyerek aranıza koşarlardı. İçinizde onları dinleyenler vardır. Allah o zâlimleri çok iyi bilir. "Eğer sizinle çıksalardı sizin artırmazlardı” çıkmalarıyla hiçbir şeyinizi "illâ habalen” ancak bozgununuzu ve kötülüğünüzü artırırlardı, bu da onların (ashâbın) bozgunculukları olmasını ve münâfıklar savaşa çıktıkları takdirde bunu artırmalarını gerektirmez, çünkü artırmak en geniş anlamı ile söylenmiş ve ondan istisna edilmiştir. Bu anlayış sebebiyle de istisna munkatı kılınmıştır. Öyle değildir, çünkü istisnai munkatı müferrağ olamaz (istisna muttasıldır). "Veleevdau hüaleküm” bineklerini koşturur, aranıza kovuculuk ve zarar yahut yenilgi ve perişanlık getirirlerdi. Bu da vadaal baire vad'an deyiminden gelir ki, deveyi hızlandırmaktır. (Sizi fitneye düşürmek isterler) aranıza ihtilâf veya kalplerinize korku sokmakla sizi fitneye düşürmek isterler. Cümle "evdau"daki zamirden hâl’dir. "İçinizde onları dinleyenler vardır” zayıf insanlar vardır, dediklerini dinlerler ve onlara itâat ederler ya da kovucular vardır ki, sizin konuşmalarınızı dinler, onlara ulaştırırlar. "Allah o zâlimleri çok iyi bilir” onların içlerini ve onlardan ne hasıl olacağını bilir. 48Yemin olsun, bundan önce de fitne çıkarmak istemiş ve senin için birtakım işler çevirmişlerdi. Sonunda hak geldi ve onların hoşlanmamasına rağmen Allah'ın emri üstün geldi. "Yemin olsun, onlar fitneyi aramışlardı” işini dağıtmak ve ashâbını ayırmak istemişlerdi, "daha önce” yani Uhut'ta demektir. Çünkü İbn Übeyy ve adamları Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile Veda tepesinin aşağısındaki Cüdde'ye kadar çıktıktan sonra Tebuk'ten geri kaldıkları gibi Uhut'ta da geri dönmüşlerdi. "Sana işler çevirmişlerdi” durumunu iptal etmek için tuzaklar kurmuş ve hileler yapmışlardı. "Sonunda hak geldi” zafer ve İlâhî destek geldi "Allah'ın emri açığa çıktı” dini yüceldi "onlar ise hoşlanmıyorlardı". Yani onlara rağmen yükseldi. İki âyet de Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile mü'minleri onların geri kalmaları karşısında teselli etmekte ve Allah’ın onları niçin geri koyduğunu ve çıkmalarından hoşlanmamasını açıklamaktadır. Sırlarını ifşa etmekte ve mazeretlerini geçersiz kılmaktadır. Bu da Resûl aleyhisselâm’ın hemen izin vermekle kaçırdığı ve o sebeple sitem edildiği şeyi telâfi etmektedir. 49Onlardan kimi: Bana izin ver, beni fitneye düşürme, der. Bilin ki, onlar fitneye düşmüşlerdir ve cehennem kâfirleri gerçekten kuşatmıştır. "Onlardan kimi: Bana izin ver, der” savaşa çıkmamak için, "beni fitneye düşürme” yani izin vermemekle isyana ve muhalefete düşürme demektir. Bunda şunu bildirmektedir ki, o, izin verilse de verilmese de geri kalacaktır. Ya da malı ve aileyi zâyi etmekle beni fitneye düşürme, çünkü benden sonra onlara bakacak yoktur, demektir ya da Rum kadınlarına aşık yapma demektir. Çünkü rivâyete göre Cüd bin Kays: Ensâr benim kadınlara düşkün olduğumu bilir, beni onların kızlarıyla karşı karşıya getirme, ben sana malımla yardım edeyim, beni bırak, demektir. "Bilin onlar fitneye düşmüşlerdir” yani onların içine düştükleri fitne savaştan geri kalma fitnesidir yahut münâfıklıklarının açığa çıkmasıdır, yoksa sakındıkları şey değildir. "Gerçekten cehennem kâfirleri kuşatmıştır” onları kıyâmet gününde ya da şimdi toplayacaktır. Çünkü sebepleri etraflarını sarmıştır. 50Eğer sana bir iyilik gelirse, onları üzer. Eğer sana bir musibet gelirse, "biz gerçekten işimizi (tedbirimizi) önceden aldık", derler ve sevinerek döner giderler. "Eğer sana dokunursa” bazı savaşlarında "bir iyilik” zafer ve ganimet "onları üzer” aşırı hasetlerinden dolayı. "Eğer sana bir musibet dokunursa” kırılma veya şiddet gibi, nitekim Uhut'ta dokunmuştu "biz gerçekten tedbirimizi önceden aldık, derler” çekilmelerine sevinirler ve geri kalma fikirleri ile övünürler. "Dönerler” bunu konuştukları ve toplandıkları yerden yahut Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den "sevinerek” neşe duyarak. 51De ki: Başımıza asla Allah'ın yazdığından başka bir şey gelmez. O; Mevlâ'mızdır. Mü'minler yalnız Allah'a tevekkül etsinler. (De ki: Başımıza asla Allah'ın yazdığından başka bir şey gelmez) bize tahsis ettiği ve bize söz verdiği yardım yahut şehitlik veyahut bizim için Levh-i Mahfûz'da yazdığı şeyden başkası demektir ki, o sizin katılmanız veya katılmamanızla değişmez. İstifham edatıyla "hel yusubibena” da okunmuştur. "Hel yusayyibüna” da okunmuştur ki, bu, fey'ale'den gelir, faale'den değil, çünkü bu lâfız vâv'lı kelimelerdendir, çünkü sabes sehmü yesbu denir. Savab'tan türetilmiştir, o da hedefi vurmaktır. Bunun savb'ten (misafir olmaktan) geldiği de söylenmiştir. "O, Mevlâ'mızdır” yardımcımızdır,limizdir. "Mü'minler yalnız Allah'a güvensinler” çünkü başkasına güvenmemek onların hakkıdır. 52De ki: Bizim için iki güzellikten birini mi bekliyorsunuz? Bizse Allah'ın, kendi katından yahut bizim elimizle başınıza bir azâp getirmesini bekliyoruz. Siz bekleyin; biz de sizinle beraber beklemekteyiz. "De ki: Bizim için iki güzellikten birisini mi bekliyorsunuz?” iki sonuçtan birini mi ki, onlardan her birinin akıbeti güzeldir, onlar da zafer ve şehitliktir. "Bizse sizin için bekliyoruz” iki kötülükten birini: "Allah'ın kendi katından bir azâp getirmesini” gökten bir afet "yahut bizim ellerimizle” yahut ellerimizle bir azâp ki, o da küfür üzere öldürmektir. "Bekleyin” akibetimizi "biz de sizinle beraber bekliyoruz” akibetinizi. 53De ki: İster isteyerek ister istemeyerek harcayın; sizden asla kabul olunmayacak. Çünkü siz gerçekten bir fâsıklar topluluğu oldunuz. "De ki: İster isteyerek ister istemeyerek harcayın; sizden asla kabul olunmaz” emirdir, haber manasınadır yani harcamanız kabul olunmayacaktır, ister gönüllü ister gönülsüz olsun, demektir. Bunun faydası iki harcamanın da kabul olunmamada mübalağa edilmesidir, sanki onlar imtihan edilip harcamakla ve kabul olunup olunmadığına bakmakla emrolunmuşlardır. Bu da Cüd bin Kays'in: Sana malımla yardım edeyim, sözünün cevabıdır. Kabul olunmanın iki duruma ihtimali vardır: Onlardan alınmamak ve ona karşı sevap kazanmamak. "Çünkü siz gerçekten bir fâsıklar topluluğu oldunuz” bu da yeni söz başı olarak gerekçedir, arkasındaki da onun açıklaması ve onayıdır. 54Harcamalarının kabul olunmamasına sadece Allah'ı ve Peygamberini inkâr etmeleri, namaza ancak tembel tembel gelmeleri ve harcamayı da ancak istemeyerek yapmaları mani oldu. "Harcamalarının kabul olunmasına sadece Allah'ı ve Peygamberini inkâr etmeleri mani oldu” yani harcamalarının kabul olunmasını ancak inkârları men etmiştir. Hamze ile Kisâî ye ile "yukbele” okumuşlardır, çünkü nafakat’ın müennesliği hakiki değildir. "Yakbelü” de okunmuştur ki, fiil Allah'a ait olur. "Ve namaza ancak tembel tembel gelmeleri” ağır ağır "ve harcamayı da ancak istemeyerek yapmaları mani oldu". Çünkü onlar bu ikisinden sevap beklemiyorlar ve onları terk etmekten dolayı da azaptan korkmuyorlar. 55Onların ne malları ne de evlatları seni imrendirmesin. Allah ancak bunların yüzünden onlara dünya hayatmda azâp etmeyi ve ruhlarının da kâfir olarak çıkmasını istiyor. "Onların ne malları ne evlatları seni imrendirmesin” çünkü bu gazabmadır ve onlar için vebaldir. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Allah ancak bunların yüzünden onlara dünya hayatında azâp etmeyi istiyor” onları biriktirmek ve korumak için çektikleri zorluklar ve onlarda gördükleri şiddet ve musibetlerden dolayı "ve ruhlarının da kâfir olarak çıkmasını istiyor". Kâfir olarak ölsünler de zevk ile meşgul olduklarından akıbetlerini göremesinler. Bu da onlar için istidraç'tır, helake yaklaştırmadır. Zuhuk'un aslı zorlukla çıkmaktır. 56Sizden olmadıkları hâlde şüphesiz sizden olduklarına dâir Allah'a yemin ederler. Onlar ancak korkan bir topluluktur. "Sizden olduklarına yemin edenler” Müslümanlardan olduklarına dâir "hâlbuki sizden değillerdir” çünkü kalpleri kafirdir. "Onlar ancak korkan bir topluluktur". Müşriklere yaptığınızı kendilerine de yaparsınız diye korkarlar ve takiyye yaparak Müslüman görünürler. 57Eğer bir sığınak yahut mağaralar veyahut sokulacak bir yer bulsalar, elbette koşarak yüzlerini oraya çevirirlerdi. "Eğer bir sığınak bulsalardı” iltica edecekleri bir kâle bulsalardı "yahut mağaralar veyahut sokulacak bir yer” sokulacak bir delik demektir, müddehal duhuldan müfteal veznindedir. Ya'kûb dehale'den "medhalen” okumuştur. "Müdhalen” de okunmuştur ki, kendilerini girdirecekleri bir yer demektir. Tedahhale ve indehaleden de mütedahhalen ve mündehalen de okunmuştur. "Ona yüzlerini çevirirlerdi” ona doğru koşarlardı "Vehüm yecmahun” ona doğru hız yaparlardı. Sert başlı bir at gibi onları hiçbir şey çevirmezdi. Yecmazun da okunmuştur ki, cemmaze (hızlı koşan deve) de bundan gelir. 58Onlardan kimi sadakalar hususunda seni ayıplar; eğer onlardan kendilerine verilirse, hoşlanır; eğer onlardan kendilerine verilmezse, hemen kızarlar. "Ve minhüm men yelmizüke” onlardan kimi seni ayıplar, İbn Kesîr "yülamizüke” okumuştur. Ya'kûb de zam ile "yülmizüke” okumuştur. "Sadakalar hususunda” onların taksiminde. "Eğer onlardan kendilerine verilirse, hoşlanır; eğer onlardan kendilerine verilmezse, hemen kızarlar". Bunun münâfık Ebulcevvaz hakkında indiği söylenmiştir: Arkadaşınıza bakmıyor musunuz, sadakaları koyun çobanlarına taksim ediyor ve adalet ettiğini sanıyor, dedi. Şöyle de denilmiştir: Haricilerin başı Zülhuveysıra'nın oğlu hakkında indi, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Huneyn ganimetlerini taksim ediyordu. Ganimetlerin çoğunu onlara vermekle Mekke'lilerin kalplerini kazanmak istedi, o da: Âdil ol, ya Resûlallah, dedi. O da: Yazıklar olsun sana, ben âdil olmazsam kim âdil olur, dedi? "İza” edâtı fücaiyedir ki, ceza fe'sinin yerine geçmiştir. 59Eğer onlar Allah ve Resûlünün verdiklerine râzı olsalar ve: "Allah hize yeter. Yakında bize Allah da Resûlü de verecektir. Şüphesiz biz, Allah'a rağbet edenleriz” deselerdi (ne olurdu). "Eğer onlar Allah ve Resûlünün verdiklerine râzı olsalardı” Resûlünün ganimetten veya sadakadan verdiğine, demektir. Allah'ın adının anılması ta'zîm içindir ve Resûl aleyhisselâm’ın yaptığının da onun emri ile olduğuna dikkat çekmek içindir. "Allah bize yeter deselerdi” lütuf ve ihsanı bize yeter deselerdi "Allah da Resûlü de bize verecektir” sadakadan veya başka bir ganimetten, bize verdiğinden daha çoğunu verecektir. "Şüphesiz biz Allah'a rağbet edenleriz” lütfü ile bizi zengin edeceğine. Âyet tamamıyla şart yerindedir, cevap da mahzûftur, takdiri de: Lekâne hayren lehüm (onlar için hayırlı olurdu) şeklindedir. Sonra Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in yaptığını doğrulamak ve gerçekleştirmek mahiyetinde sadakaların verilecek yerlerini açıklayarak şöyle dedi: 60Sadakalar Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara, onun üzerinde çalışanlara, kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yoluna ve yol oğluna (yolda kalanlara) aittir. Allah hakkıyla bilendir, hikmet sâhibidir. "Sadakalar fakirlere, yoksullara aittir” yani zekatlar bu sayılanlaradır, diğerlerine değildir. Bu da onların ayıplamalarının zekâtların taksimi ile ilgili olup ganimetlerle olmadığına delildir. Fakir malı ve kazancı olmayandır, o kadar muhtaç olmuştur ki, omurlarına (fekar) değmiştir, beli kırılmıştır. Miskin de yeteri kadar malı ve kazancı olmayan demektir. Bu da sükûndan gelir sanki acizlik onu sakinleştirmiştir. "Gemiler miskinlere aitti” (Kehf: 79) âyeti de bunu gösterir. Aleyhisselâm Efendimizin miskinlik isteyip fakirlikten sığınması da bunu gösterir. Tam tersi olduğu da söylenmiştir, çünkü Allahü teâlâ: "Toz toprağa karışmış miskin” (Beled: 16) buyurmuştur. "Üzerinde çalışanlara” onu tahsil etmek ve toplamak için çalışanlara. "Kalpleri ısındmlmak istenenlere” bunlar da Müslüman olan bir topluluktur, o husustaki niyetleri zayıftır, kalpleri kazanılmak istenmiştir. Onlara vermek ve denetlenmekle benzerlerinin Müslüman olmaları beklenir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Uyeyne bin Hısn'e, Akra bin Habis'e ve Abbâs bin Mirdas'a bu sebeple vermiştir. Şöyle de denilmiştir: Bunlar eşraf kimselerdir, Müslüman olmaları için onlara zaman zaman verilir. Aleyhis-salâtü ves-selâm da onlara verirdi. En doğrusu onlara kendi özel hissesi olan ganimetin beşte birinden verirdi. Kâfirlerle ve zekât vermek istemeyenlerle yapılan savaşta kalpleri kazanılmak istenenler de bunlardan sayılmıştır. Şöyle de denilmiştir: Bunların hisseleri Müslümanların kalabalığını çoğaltanlara verilirdi, Allah İslâm'ı kuvvetlendirip de sayılarını çoğaltınca onlar da düştüler. "Kölelere” köle azat etmek için harcamaya verilir, azat olmak isteyen köleye taksitlerini ödemek için verilir. Köle satın alınır azat edilir de denilmiştir. İmâm-ı Mâlik ile Ahmed böyle demişlerdir. Yahut esirlerin fidyeleri verilir. Lamdan "fî"ye geçilmesi hak edişin kölelere değil cihete verileceğini göstermek içindir. Şöyle de denilmiştir: Bunların daha çok hak ettiklerini göstermek içindir. "Borçlulara” kötü yolda ve israf etmeksizin borçlananlara eğer ödeyecek bir şeyleri yoksa aralarını düzeltmek için bizzat verilir, ister ki, zengin olsunlar. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Sadaka ancak beş kimseye helâldır: Allah yolundaki gaziye yahut borçluya yahut onu malı ile alıp da birine verdiğine yahut yoksul komşusu olan bir adama; yoksula sadaka edilir, o da bir zengine hediye eder, ya da üzerinde çalışana. "Allah yoluna” cihada sarf etmek için, gönüllülere harcamak, at ve silâh almak için. Köprü ve suyollarma da denilmiştir. "Yolcuya” malından uzak düşmüş kimseye. (Allah'tan bir farz olarak) feridaten mastardır, çünkü âyet onu göstermektedir yani furida lehümüs sadakatu feridaten demektir ya da "lilfukarai"deki gizli zamirden hâl’dir. Ref ile de okunmuştur ki, tilke feridatün demektir. "Allah hakkıyla bilendir, hikmet sâhibidir” her şeyi yerine koyar. Âyetin zahiri zekâtı bu sekiz sınıfa tahsis etmek ve bulunan her sınıfa vermektir. Ortak oldukları için de aralarında eşitlik ilkesine riayet edilir. İmâm-ı Şâfiî radıyallahü anh bu görüştedir. Ömer, Huzeyfe, İbn Abbâs ve diğer sahabe ve tabiinden de bir tek sınıfa verilmesinin câiz olduğu rivâyet edilmiştir. Bazı arkadaşlarımız da bunu tercih etmişlerdir, üç imâm da böyle demişlerdir. Şeyhimle babam da böyle fetva verirlerdi. Allah o ikisine rahmet etsin. Kaldı ki, âyet sadakanın bunların dışına çıkılmayacağını göstermektedir, bunlara taksiminin vâcip olduğunu değil. 61Onlardan kimileri de Peygambere eziyet eder ve: "O, bir kulaktır” derler. De ki: "O, sizin için bir hayır kulağıdır". Allah'a îman eder, mü'minlere inanır. İçinizden îman edenler için de bir rahmettir. Allah'ın Resûlüne eziyet edenler için acıklı bir azâp vardır. "Onlardan kimileri de Peygamber'e eziyet eder ve: O, bir kulaktır, derler". Kendisine söylenen her şeyi dinliyor ve tasdik ediyor, derler. İşitme organı ile isimlendirilmesi mübalağa içindir, sanki çok dinlemesinden her tarafı kulak kesilmiştir, nitekim casusa da ayn (göz) denir. Ya da ezine ezenen fiilinden fuul vezninde üzün türetilmiştir, ünüf (davar girmemiş mera) ve şülül (kovulan deve) gibi. Rivâyete göre onlar şöyle demişlerdir: Muhammed dinleyen bir kulaktır, istediğimizi söyleriz, sonra da ona geliriz, dediğimizi tasdik eder. "De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır” kulak iddialarını tasdik etmektedir, ancak kınadıkları şekilde değil de hayır dinleyip kabul etmesi açısındandır. Sonra da bunu "Allah'a îman eder” sözü ile tefsir etti, onu tasdik eder, çünkü delili vardır. (Mü'minlere inanır) onları da tasdik eder, çünkü samimi olduklarım bilir. Lâm teslim manasına tasdik îmanı ile aman dileme îmanını ayırmak içindir. "Rahmettir” yani o bir rahmettir "içinizden îman edenler için” îmanını gösteren için, onu kabul eder, sırrını ifşa etmez. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, o, sözünüzü hâlinizi bilmediği için kabul etmez; bilâkis size acıdığı ve merhamet ettiği için dinler. Hamze cer ile ve hayrin'in üzerine atıfla (ve rahmetin) okumuştur. "Üzünü hayrin” delâlet ettiği fiilin illeti olmak üzere nasb ile de (rahmeten) okunmuştur ki, ye'zenü leküm rahmeten demektir. Nâfi' sükûn ile "üzn” okumuştur. “ Üzünün hayrun” da okunmuştur ki, hayrun onun sıfatıdır ya da ikinci haberdir. "Allah'ın Resûlüne eziyet edenler için acıklı bir azâp vardır” eziyetine karşılık. 62Sizi râzı etmek için Allah'a yemin ederler. Halbuki Allah ve Resûlü onu râzı etmelerine daha haklıdır; eğer onlar mü'minler iseler. "Sizin için Allah'a yemin ederler” dediklerine yahut savaştan geri kalmalarına mazeret olarak "sizi râzı etmek için” onlardan râzı olmanız için. Hitap mü'minleredir. "Hâlbuki Allah ve Resûlü onu râzı etmelerine daha haklıdır” itâat ederek ve uyum sağlayarak râzı etmeye daha haklıdır. Zamirinin tek olması iki rızanın birbirinden ayrılmamasındandır. Ya da söz Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e eziyet edenler ve râzı etmek hakkında olmasındandır. Ya da takdir şöyledir: Allah kendisini râzı etmeye en haklıdır, Resûl de öyledir. "Eğer onlar mü'minler iseler” doğru olarak. 63Bilmediler mi ki, şüphesiz kim Allah'a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz onun için içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşi vardır. İşte bu, en büyük perişanlıktır. (Bilmediler mi ki, o) durum. Te ile (talemu) okunmuştur. "Şüphesiz kim Allah'a ve Resûlüne karşı gelirse” yuhadid had'den yuşakık manasınadır, "şüphesiz onun için içinde ebedî kalmak üzere cehennem ateşi vardır” burada haber hazf edilmiştir yani fehakkun enne lehu demektir ya "enne” te'kit için tekrar edilmiştir. Onun "ennehu"ya ma’tûf olması da ihtimal dahilindedir, o zaman cevap hazf edilmiş olur, takdiri şöyledir: Kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse helâk olur. Kesre ile "feinne lehu” da okunmuştur. "İşte bu, en büyük perişanlıktır” yani sürekli helâk en büyük perişanlıktır, demektir. 64Münâfıklar; kalplerindekini kendilerine haber verecek bir Sûrenin üzerlerine indirilmesinden endişe ederler. De ki: Siz alay edin. Şüphesiz Allah, gocunduğunuz şeyi ortaya çıkaracaktır. "Münâfıklar üzerlerine indirilmesinden korkarlar” mü'minlerin üzerine indirilmesinden "kalplerindekini haber verecek bir Sûrenin” perdelerini yırtacak bir Sûrenin. Zamirlerin münâfıklara gitmesi de câizdir, çünkü onlar hakkında inen onların üzerine inmiş gibidir, çünkü hem okunur hem de aleyhlerine delil olur. Bu da aynı zamanda İnkârlarında tereddüt ettiklerini ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem hakkında kesin bir fikre sahip olmadıklarını gösterir. Bunun emir manasında haber olduğu da söylenmiştir. Bunun kendi aralarındaki alay etmeleri için söylendiği de denilmiştir, çünkü Allahü teâlâ: "De ki: Siz alay edin, şüphesiz Allah çıkaracaktır” açıklayacaktır "gocunduğunuz şeyi” yani hakkınızda sûre indirilmesinden veya kötülüğünüzün açığa çıkarılmasından korktuğunuz şeyi demektir. 65Yemin olsun, eğer onlara sorsan mutlaka: Ancak biz söze dalıyor ve oynuyorduk, derler. De ki: Allah ile mi, âyetleri ile mi, Resûlü ile mi alay ediyordunuz? "Yemin olsun, eğer onlara sorsan: Ancak biz söze dalıyor ve oynuyorduk, derler". Rivâyete göre münâfıklardan atlı bir grup Tebuk seferinde Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in yanından geçtiler: Şu adama bakın, Şâm'ın saraylarım ve kalelerini feth etmek istiyor, heyhat, ne mümkün, dediler! Allahü teâlâ da bunu Nebi'sine haber verdi: Böyle böyle dediniz, dedi? Onlar da: Hayır vallahi, biz senin ve ashâbının hiçbir işine karışmadık, ancak biz yolculuğu hafifletmek için rastgele konuşuyorduk, dediler. "De ki: Allah ile âyetleri ile Resûlü ile mi alay ediyordunuz?” Onları alay edilmesi yaraşmayan kimse ile alay ettikleri ve onları delille mağlup etmek için azarlamadır. Onların yalan mazeretlerine aldırma, demektir. 66Özür dilemeyin; siz gerçekten îmanınızdan sonra kâfir oldunuz. İçinizden bir bölüğü af edersek, bir bölüğe de günahkâr oldukları için azâp ederiz. "Özür dilemeyin” özür dilemekle uğraşmayın, çünkü onların yalan olduğu bellidir, "kâfir oldunuz” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e eziyet etmek ve ona dil uzatmakla küfrünüzü ortaya koydunuz "îmanınızdan sonra” îman etmiş gibi göründükten sonra. "İçinizden bir bölüğü affedersek” tevbelerinden ve ihdaslarından yahut eziyet ve alaydan uzak durmalarından dolayı "bir bölüğe de günahkâr oldukları için azâp ederiz” münâfıklıkta ısrar ettikleri için yahut Peygamber'e eziyet ve alaya yeltendikleri için. Âsım ikisini de nûn ile okumuştur. Ye ve malum kalıbı ile de okunmuştur, yapan Allah'tır. Manaya giderek meçhul kalıbı ve te ile "in tu'fe” de okunmuştur ki: Bir Tâifeye de merhamet edilirse demek olur. 67Münâfık erkeklerle münâfık kadınlar birbirlerindendir. Kötülüğü emreder, iyilikten men eder ve ellerini sıkı tutarlar. Kendileri Allah'ı unuturlar; Allah da kendilerini unuttu. Şüphesiz münâfıklar fâsıkların ta kendileridir. "Münâfık erkeklerle münâfık kadınlar birbirlerindendir” yani münâfıklıkta ve îmandan uzaklıkta bir şeyin parçaları gibi birbirlerine benzerler. Şöyle de denilmiştir: Bu; onların sizden olduklarına dâir Allah'a yeminlerinde yalan çıkarmadır, sizden değillerdir, kavli için de onaylamadır. Arkası da ona delil gibidir: Çünkü hâllerinin mü'minlerin hâllerine zıt olduğunu göstermektedir, o da şudur: "Kötülüğü emrederler” küfrü ve isyanları "iyilikten men ederler” îman ve itaattan "ellerini sıkarlar” iyiliklerden. Eli sıkı olmak cimrilikten kinayedir. "Allah'ı unuttular” Allah'ın zikrinden gâfil oldular ve tâatini terk ettiler, "Allah da onları unuttu” onları lütuf ve rahmetinden mahrum etti. "Şüphesiz münâfıklar fâsıkların ta kendileridir” inatta ve hayır dairesinden çıkmada ileri gidenlerdir. 68Allah; erkek münâfıklara, kadın münâfıklara ve kâfirlere içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini va'dettl. O, onlara yeter. Allah onlara lâ'net etti ve onlar için sürekli bir azâp vardır. "Allah; erkek münâfıklara, kadın münâfıklara ve kâfirlere içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini va'detti” orada sonsuza kadar kalacak olarak. "O, onlara yeter” azâp ve ceza olarak. Bunda azabının büyük olduğuna delil vardır. "Allah onlara lâ'net etti” onları rahmetinden uzaklaştırıp hor etti. "Onlar için sürekli bir azâp vardır” kesilmez, bundan maksat onlara va'dedilen şeydir yahut münâfıklıklarının yorgunluğudur. 69(Ey münâfıklar) siz de tıpkı sizden öncekiler gibisiniz. Halbuki onlar sizden daha kuvvetli; mal ve evlatları daha çok idi. Onlar nasiplerinden istifade ettiler. Sizden öncekiler nasiplerinden istifade ettikleri gibi siz de nasibinizden istifade ettiniz. Onların (bâtıla) daldıkları gibi siz de daldınız. İşte onların amelleri dünya ve âhirette boşa gitmiştir. İşte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir. "Sizden öncekiler gibi” yani siz de onlar gibisiniz yahut siz de sizden öncekilerin yaptığı gibi yaptınız demektir. "Halbuki onlar sizden daha kuvvetli; mal ve evlatları daha çok idi” bu da onlara benzemelerini açıklamakta ve hâllerini onlarınki ile temsil etmektedir. (Onlar nasiplerinden istifade ettiler) dünya zevklerinden, halak halk'tan türetilmiştir ki, takdir etmek manasınadır, çünkü o sâhibi için takdir edilen bir şeydir. "Sizden öncekiler nasiplerinden istifade ettikleri gibi siz de nasibinizden istifade ettiniz” öncekileri geçici ve eksik şehvetlerden istifade ettikleri ve onlarla meşgul olup da sonuca bakmaktan ve gerçek zevkleri elde etmekten geri kaldıkları için kınamadır. Bu da onlara benzeyen ve izlerini takip eden muhatapları kınamak için hazırlıktır. "Daldınız” bâtıla girdiniz (dalanlar gibi) ya da dalan bölük gibi yahut dalanların dalması gibi. "İşte onların amelleri dünya ve âhirette boşa gitmiştir” iki yurtta da ondan sevap kazanmamışlardır. "İşte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir” dünya ve âhirette ziyan edenlerin. 70Onlara kendilerinden öncekilerin; Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin; İbrâhîm kavminin; Medyen sahiplerinin ve Mü'tefikelilerin haberi gelmedi mi? Allah onlara zulmedecek değildi; ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı. "Onlara kendilerinden öncekilerin; Nûh kavminin haberi gelmedi mi?” onlar tufanda suya boğuldular "Âd kavminin” onlar da rüzgârla helâk oldular, "Semûd kavminin” onlar da yer sarsıntısı ile helâk oldular "Ve İbrâhîm kavminin” Nemrut sivri sineklerle helâk oldu, adamları da helâk oldular "Medyen sahiplerinin” Medyen halkının ki, onlar da Şuayb kavmidir, gölgelik gününde ateşle helâk oldular. "Mü'tefikelilerin” Lût kavminin köyleridir ki, altı üstüne getirildi, üzerine taş yağdırıldı. Şöyle de denilmiştir: Yalanlayan inatçıların köyleri, hâlleri iyiden kötüye döndü. "Onlara elçileri geldi” yani hepsine "mu'cizelerle, Allah onlara zulüm edecek değildi” haksız yere ceza vermek gibi zulme benzeyen şey yapmak onun adeti değildir, "ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı". Kendilerini küfür ve yalanlama sebebiyle azaba maruz bırakmakla. 71Mü'min erkeklerle mü'min kadınların kimileri kimilerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten men ederler. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir ve Allah’a ve Resûlüne itâat ederler. İşte Allah onlara merhamet edecektir. Şüphesiz Allah, mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir. "Mü'min erkeklerle mü'min kadınların kimileri kimilerinin dostlarıdır". Bu da münâfık erkeklerle münâfık kadınlar birbirlerinin dostlarıdır sözüne karşılıktır. "İyiliği emreder, kötülükten men eder, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir ve Allah’a ve Resûlüne itâat ederler” diğer şeylerde. (İşte Allah onlara merhamet edecektir) hiç şüphesiz, çünkü sin edâtı, olacak şeyi te'kit eder. "Şüphesiz Allah, mutlak gâlibtir” her şeye gâliptir, istediği men edilmez. "Hikmet sâhibidir” her şeyi yerine koyar. 72Allah mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içlerinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler va'detmiştir. Allah'ın rızâsı ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur. "Allah; mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içlerinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler va'detti". Tayyibeten nefsin hoşlanacağı yahut orada hayatın hoş olduğu demektir. Hadiste: Onlar inci, mercan ve kırmızı yakuttan köşklerdir, denilmiştir. "Adn cennetlerinde” ikamet ve ebediyet cennetlerinde. Aleyhisselâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Adn öyle bir yurttur ki, onu hiçbir göz görmemiş, hiçbir insanın aklına gelmemiştir. Orada şu üçten başkası bulunmaz: Peygamberler, sıddıklar ve şehitler. Allahü teâlâ: Ne mutlu sana girenlere, der! "Güzel meskenler"in cennetlere atfı şu farktandır; ihtimal ki, herkese va'dedilen şey değişiktir yahut hepsine dağıtılacaktır yahut sıfatları değişiktir. Sanki onu önce güzel, tanıdıkları ve duyar duymaz tabiatlarının çekeceği şeyle nitelemiş, sonra geçimi hoş, içinde dünya meskenlerinde olduğu gibi zevki bozacak şey lmamakla ve içinde canın çekeceği ve gözün zevk duyacağı şeylerle nitelemiş; sonra da onu yüksek makamlarda sonsuza kadar devam eden, hiçbir zaman yok olmayan ve değişmeyen şeyle nitelemiştir. Sonra da onlara bütün bunlardan daha büyüğünü va'detmiş ve: "Allah'ın rızâsı en büyüktür” buyurmuştur. Çünkü bütün mutluluk ve ikramın başlangıcı ve vuslata erdiren ve buluşmakla başarıya ulaştıran odur. Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Allahü teâlâ cennet halkına: Râzı oldunuz mu, der? Onlar da: Neden râzı olmayalım ki, bize halkından kimseye vermediğin şeyi verdin, derler. O da: Size bundan daha üstününü vereceğim, der. Onlar da: Bundan daha üstünü ne olabilir, derler? O da: Sizden râzı olacağım, size bir daha kızmayacağım, der. "İşte bu” rıza yahut geçenlerin hepsi "en büyük kurtuluştur” ki, onun yanında dünya ve dünyadaki şeyler sönük kalır. 73Ey Peygamber, kâfirler ve münâfıklarla cihâd et ve onlara sert davran. Onların yeri cehennemdir. Orası ne kötü dönüş yeridir! "Ey Peygamberim, kâfirlerle cihâd et” kılıçla, "münâfıklarla da” delil ve hadleri tatbik etmekle, "onlara sert davran” bu hususta, iltimas geçme. "Onların yeri cehennemdir. Orası ne kötü dönüş yeridir!” varış yeri. 74(O kötü sözü) demediklerine dâir yemin ederler. Yemin olsun ki, o küfür kelimesini demişlerdir. İslâm'larından sonra kâfir oldular. Elde edemedikleri şeye yeltendiler. Onlardan hoşlanmamaları sırf Allah ve Resûlünün kendilerini lütfü ile zengin etmelerindendir. Eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Eğer yüz çevirirlerse, Allah onlara dünya ve âhirette acıklı bir azâp ile azâp eder. Yeryüzünde onlar için ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur. "(O kötü sözü) demediklerine dâir yemin ederler". Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz Tebuk seferinde iki ay kaldı, üzerine Kur'ân iniyor ve katılmayanları ayıplıyordu. Cülas bin Süveyd: Eğer Muhammed'in arkadaşlarımız hakkında dedikleri doğru ise gerçekten biz eşekten daha kötüyüz, dedi. Bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ulaştı, onu huzuruna çağırdı; o da bunu demediğine dâir yemin etti. Âyet bunun üzerine indi. Cülas da tevbe etti ve iyi bir Müslüman oldu. "Yemin olsun ki, o küfür kelimesini demişlerdi. İslamlarından sonra kâfir oldular” İslamiyeti gösterdikten sonra küfrü ilan ettiler. "Elde edemedikleri şeye yeltendiler” Resûlüllah'ı öldürmek gibi; şöyle ki, içlerinden on beş kişi Tebuk dönüşünde onu devesinin sırtından vadiye yuvarlamayı kurdular. Gece tepeye tırmanırken bunu yapacaklardı. Ammar bin Yasir devesinin yularından tutmuş onu çekiyor, Huzeyfe de arkasından sürüyordu. O ikisi bu hâldeyken Huzeyfe develerin ayak seslerini ve silâh şakırtısını duydu: Çekilin, Allah'ın düşmanları, dedi! Onlar da kaçtılar. Ya da onun ve mü'minlerin Medîne'den çıkarılmasıdır yahut Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e rağmen Abdullah bin Übey'e taç giydirmeleridir. "Onlardan (mü'minlerden) hoşlanmamaları” nefret etmeleri, kin duymaları "sırf Allah ve Resûlünün kendilerini lütfü ile zengin etmelerinden dir". Çünkü Medînelilerin çoğu muhtaç idiler, geçimleri dardı, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem oraya gelince ganimetlerle zengin oldular. Cülas’ın bir kölesi öldürüldü, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ona on iki bin dirhem diyet verilmesini emretti, o da zengin oldu. İllâ en istisnası en geniş anlamı yahut gerekçesi ile yapılmıştır (o sebeple muttasıldır) "Eğer tevbe ederlerse, kendileri için hayırlı olur” o da Cülas'ı tevbeye götüren şeydir. "Yekü"deki zamir tevbeye râcidir. "Eğer yüz çevirirlerse” münâfıklıkta ısrar etmekle "Allah onlara dünya ve âhirette acıklı bir azapla azâp edecektir” öldürme ve ateşte yakmakla. "Yeryüzünde onlar için ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur” ki, kendilerini azaptan kurtarsın. 75Onlardan kimi: Eğer Allah bize lütfundan verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve mutlaka iyilerden olacağız, diye Allah'a söz vermişti. "Onlardan kimi: Eğer Allah bize lütfundan verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve mutlaka iyilerden olacağız, diye Allah'a söz vermişti". Salebe bin Hatıb hakkında indi, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e geldi: Allah'a dua et de bana mal versin, dedi. Aleyhisselâm da: Ey Salebe, şükrünü eda ettiği az mal altından kalkamayacağın çok maldan daha hayırlıdır, dedi. O da birkaç kere gelip gitti: Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer Allah bana mal verirse, bütün hak sahiplerine hakkını veririm, dedi. Efendimiz ona dua etti; o da birkaç koyun aldı, onlar da kurtçuklar gibi türedi. Öyle ki, Medîne ona dar geldi. Bir vadiye indi, cemâate ve cumaya gidemez oldu. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem onu sordu. Malı çoğaldı, öyle ki, vadiler almıyor, dediler. O da: Salebe’ye eyvahlar olsun, dedi! Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ona iki zekât memuru gönderdi. İnsanlar onlara iyi davrandılar, onlar Salebe'ye uğradılar, ondan zekatını istediler ve ona içinde zekattan bahs eden yazıyı okuttular, o da: Bu cizyeden başka bir şey değildir, dönün, bir düşüneyim, dedi. Âyet de bunun üzerine indi. Sonra Salebe zekatını getirdi, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem: Allah beni senin zekatını almaktan men etti, dedi. O da başına toprak savurmaya başladı. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem de: Bu, amelinin cezasıdır, sana dediğim zaman yapmadın, dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ruhunu teslim etti, o da zekatını Ebû Bekir'e getirdi. O da kabul etmedi. Sonra Ömer'e getirdi, o da kabul etmedi. Osman devrinde de öldü. 76Allah da onlara lütfundan verince, onda cimrilik ettiler ve yüz çevirerek arkalarını döndüler. "Allah da onlara lütfundan verince onda cimrilik ettiler” Allah'ın ondaki hakkına mani oldular "ve yüz çevirerek” Allah'ın taatinden "arkalarını döndüler” zaten onlar arkalarım dönme adeti olan bir topluluktur. "O da bunu kalplerinde bir nifak yaptı” yani Allah da bunun sonucunu ve kötü itikadını kalplerine münâfıklık olarak koydu. Zamirin cimriliğe gitmesi de câizdir, o zaman mana şöyle olur: Cimrilik onların kalplerine münâfıklık bıraktı. "Onun huzuruna çıkacakları güne kadar” ölerek Allah'ın huzuruna çıkacakları ya da amellerinin cezası ile karşılaşacakları güne kadar demektir ki, o da kıyâmet günüdür. 77O da: Allah'a karşı ettikleri vadi tutmamaları ve yalan söylemeleri yüzünden onun huzuruna çıkacakları güne kadar bunu kalplerinde bir nifak yaptı. "O da: Allah'a karşı ettikleri va'di tutmamaları yüzünden” zekât vereceklerine ve ıslah-ı nefs edeceklerine dâir ettikleri va'di tutmamaları "ve yalan söyleme sebebiyle” onda yalancı çıkmaları ile. Çünkü vadinde durmamak yalanı içermektedir iki taraftan da çirkindir ya da mutlak olarak o sözlerinden dolayı. Şedde ile "yükezzibun” da okunmuştur. 78Bilmediler mi ki, Allah onların sırlarını da fısıltılarını da bilir. Şüphesiz Allah, gaybleri çok iyi bilendir. "Bilmediler mi?” yani münâfıklar yahut Allah'a söz verenler. Üslup değişimi ile te ile "elemtalemu” da okunmuştur. "Allah onların sırlarını da bilir” o da içlerinde sakladıkları münâfıklık ve sözlerinde durmama kararlılığıdır "ve fısıltılarını da” kendi aralarında dil uzatmalarında yahut zekata cizye demelerinde. "Allah gaybleri çok iyi bilendir” gaybler ona gizli kalmaz. 79Onlar ki, mü'minlerden gönüllü sadaka verenlerle güçlerinin yeteceğinden fazlasını bulamayanlara dil uzatır ve onlarla alay ederler; işte Allah da onlarla alay etmiştir ve onlar için acıklı bir azâp vardır. (Onlar ki, dil uzatırlar) kınamadır Merfû' veya mensûbtur ya da "sirrehüm"deki zamirden bedel olarak mecrûrdur. Zam ile "yelmuzune” de okunmuştur, "elmuttavviine” mütetavviine demektir. "Mü'minlerden sadaka verenlere". Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz sadaka vermeye teşvik etti; Abdurrahman bin Avf dört bin dirhem getirdi: Sekiz bin dirhemim vardı, dört binini Rabbime ödünç verdim, dört binini de ailem için tuttum, dedi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de: Allah verdiğine de tuttuğuna da bereket versin, dedi. Allah da ona bereket verdi. Öyle ki, iki karısından sekizde birin yarısına sulh olduğuna seksen bin dirhem verdi. Âsım bin Adiy de yüz yük hurma sadaka etti. Ebû Akil Ensârî de bir ölçek hurma getirdi: Bütün gece iki ölçeğe su çektim, bir ölçeğini aileme bıraktım, bir ölçeğini de getirdim, dedi. Efendimiz de ona, getirdiğini kümenin üzerine serpmesini emretti. Münâfıklar dil uzattılar ve: Abdurrahman ile Âsım ancak gösteriş için verdiler. Allah'ın da Ebû Akil'in bir ölçek hurmasına ihtiyacı yoktur, ancak o da sadakalardan alabilmek için kendini hatırlatmak istedi dediler. Âyet bunun üzerine indi. "Vellezine layecidune illâ cühdehüm” cuhd güç ve takat demektir. Feth ile ceh de okunmuştur ki, o da cehede filemri deyiminden mastardır, gücünü son damlasına kadar harcamaktır. "Onlarla alay ederler” dalga geçerler. "Allah da onlarla alay etti” onları dalga geçmelerinden dolayı cezalandırdı, tıpkı: "Allah da onlarla alay ediyor” (Bakara: 15) âyeti gibi. "Onlar için acıklı bir azâp vardır” İnkârlarından dolayı. 80Onlar için ister bağışlanma dile ister onlar için bağışlanma dileme. Onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesin, Allah onları asla bağışlamaz. Çünkü onlar Allah ve Resûlünü inkâr ettiler. Allah fâsıklar topluluğuna hidâyet etmez. "Onlar için ister bağışlanma dile ister bağışlanma dileme” bundan her iki durumun da fayda vermeme bakımından eşit olduğunu demek istiyor. Nitekim buna: "Onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen, Allah onları asla bağışlamaz” diyerek açıkça bildirmiştir. Rivâyete göre Abdullah bin Übey'in oğlu Abdullah - ki, o ihlâslı biri idi - babasının hastalığında Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellemden ona istiğfar etmesini istedi. O da yaptı, âyet bunun üzerine indi. Aleyhisselâm da: Ben de yetmişten fazla ederim, dedi, bunun üzerine de: "Onlar için istiğfar etsen de istiğfar etmesen de birdir; Allah onları asla bağışlam ayacaktır” (Münâfıkun: 6) âyeti indi. Şöyle ki, Efendimiz aleyhisselâm yetmişten belli sayıyı anladı, çünkü asıl olan odur. Bunun sınır, tersini yapmanın da câiz olduğunu düşündü. Ona maksadın çokluk olup sınırlama olmadığı bildirildi. Yedi, yetmiş, yedi yüz ve benzerlerinin çokluk için kullanıldığı yaygındır, çünkü yedi, sayı kısımlarının hepsini içine almaktadır, sanki o bütün sayı demektir. "Çünkü onlar Allah ve Resûlünü inkâr ettiler” bağışlanmadan ümit kesildiğine ve istiğfarının kabul edilmeyeceğine işarettir. Bu da ne bizim cimriliğimizden ne de senin kusurundan kaynaklanmıyor; bilâkis onların engelleyici inkârları sebebiyle kabiliyetlerinin olmamasından kaynaklanmaktadır. "Allah fâsıklar topluluğuna hidâyet etmez” İnkârlarında inat edenlere demektir. Bu da geçen hükmün delili gibidir. Çünkü kafirin bağışlanması küfrü söküp atması ve hakkı tanıması iledir. Kalbi mühürlenmiş kâfir ise küfrü söküp atmaz, doğruyu bulmaz. Bu, aynı zamanda Resûlün istiğfarında mazur olduğunu da vurgulamaktadır, o da sapıklıkla damgalandıklarını bilmediği sürece îmanlarından ümidini kesmemesidir. Yasak olan bunu bildikten sonra istiğfar etmektir, Çünkü Allahü teâlâ: "Müşriklerin cehennemlik oldukları belli olduktan sonra Peygamberin ve mü'minlerin onlara istiğfar etmeleri doğru değildir, ister ki, akraba olsunlar” (Tevbe: 113) buyurmuştur. 81Savaştan geri kalanlar; Resûlüllah'a muhalefet etmek için sevindiler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihâd etmekten hoşlanmadılar. Sıcakta harbe çıkmayın, dediler. De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır. Bir anlasalardı! "Savaştan geri kalanlar; Resûlüllah'a muhalefet etmek için sevindiler". Oturup arkasından gitmemekle demektir. Ekame hilafel hayyi denir ki: Kabilenin gerisinde kalmaktır. Hilafın muhalefet manasına olması da câizdir ki, mef’ûlün leh veya hâl olarak mensûb olur. "Ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihâd etmekten hoşlanmadılar” rahatlık ve tembelliği Allah'ın taatine tercih ederek. Bunda mallarını ve canlarını feda ederek Allah rızâsını rahatlığa tercih eden mü'minlere de îma vardır. "Sıcakta harbe çıkmayın, dediler” yani birbirlerine dediler ya da geri koymak için mü'minlere dediler. "De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır” siz ise muhalefet etmekle onu tercih ettiniz. "Bir anlasalardı!” oraya varacaklarını yahut rahatlığı taâta tercih etmekle seçtikleri şeyin nasıl olduğunu bilselerdi. 82Kazandıklarına ceza olarak az gülsün; çok ağlasınlar. "Kazandıklarına ceza olarak az gülsün; çok ağlasınlar” dünya ve âhirette sonlarının nereye varacağını haber vermektedir. Emir kalıbıyla vermesi bunun kaçınılmaz olduğunu göstermek içindir. Gülme ve ağlamanın sevinç ve kederden kinaye olması câizdir. Azlıktan maksat da yokluktur. 83Eğer Allah seni onlardan bir gruba döndürür de (savaşa) çıkmak için senden izin isterlerse, "benimle asla çıkmayacaksınız ve benimle beraber hiçbir zaman bir düşmanla savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk seferinde oturmaya râzı oldunuz. Öyleyse oturanlarla beraber oturun” de. "Eğer Allah seni onlardan bir gruba döndürürse” eğer Allah seni Medîne'ye döndürürse, orada savaştan kalan bir münâfık grubu vardı. Çünkü hepsi münâfık değillerdi yahut onlardan kalan bir bölük demektir. Geri kalanlar on iki kişi idiler. "Çıkmak için senden izin isterlerse” Tebuk'ten sonra başka bir savaşa çıkmak için, "de ki: Benimle asla çıkmayacaksınız ve benimle beraber hiçbir zaman düşmanla savaşmayacaksınız” mübalağa için yasak manasında haberdir. "Çünkü siz ilk seferinde oturmaya râzı oldunuz” bu da gerekçesidir. Onların gaziler kütüğünden düşürülmesi geri kalmalarının cezası idi. İlk sefer de Tebuk gazasına çıkıştır. "Öyleyse oturanlarla beraber oturun” cihada lâyık olmadıkları için oturan kadınlar ve çocuklarla beraber demektir. Hâlifin kısa olarak hâlifin şeklinde de okunmuştur. 84İçlerinden ölen herhangi birine hiçbir zaman namaz kılma ve kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Resûlünü inkâr ettiler. Ve onlar fasık olarak öldüler. "İçlerinden ebediyen ölen herhangi birine namaz kılma” rivâyete göre İbn Übeyy, hastalanınca Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i çağırdı, içeri girince ondan kendisine istiğfar etmesini ve kendisini iç gömleği ile kefenlemesini ve namazını kılmasını istedi. Ölünce ona kefen olmak üzere gömleğini gönderdi ve namazını kılmak için gitti. O zaman âyet indi. Âyetin namaz kıldıktan sonra indiği de söylenmiştir. Gömleği ile kefenlenmesinin değil de namazını kılmasının men edilmesi şundandır, çünkü gömleği esirgemek kereme yakışmazdı. Bir de o, Abbâs esir düşünce ona verdiği gömleğin karşılığı idi. Namazdan maksat da ölüye dua ve istiğfar etmektir. Bu da kâfirler için yasaklanmıştır. Bunun içindir ki, arkasından: "Ebediyen ölen” buyurmuştur yani küfür üzere ölen demektir. Zira kafirin dirilmesi azâp içindir, zevk için değildir. Sanki o dirilmemiş gibidir. "Kabrinin başında durma” defnetmek veya ziyaret etmek için durma. "Çünkü onlar Allah'ı ve Resûlünü inkâr ettiler ve onlar fasık olarak öldüler". 85Ne malları ne de evlatları seni imrendirmesin. Ancak Allah bunların yüzünden onlara dünyada azâp etmeyi ve canlarının da kâfirler olarak çıkmasını diler. "Ne malları ne de evlatları seni imrendirmesin. Ancak Allah bunların yüzünden onlara dünyada azâp etmeyi ve canlarının da kâfirler olarak çıkmasını diler” te'kit için tekrar edilmiştir, tekrarı da değer; çünkü gözler mallara ve evlatlara dikilmiştir, nefisler de onları arzulamaktadır. Bunların birinci gruptan başka olmaları da câizdir. 86"Allah'a îman edin ve Resûlü ile beraber cihâd edin” diye bir sûre indiği zaman içlerinden servet sahipleri senden izin isterler ve "bırak bizi, oturanlarla beraber olalım” derler. "Bir sûre indirildiği zaman” Kur'ândan, bir kısmını murat etmek de câizdir, (Allah'a îman edin diye) bien aminu billahi demektir. "En"in müfessire olması da câizdir "Resûlü ile beraber cihâd edin (diye) içlerinden servet sahipleri senden izin isterler” fazla ve bol malları olanlar "ve bizi bırak, oturanlarla beraber olalım, derler” mazeretleri dolayısıyla oturanlarla demektir. 87Geride kalanlarla beraber olmaya râzı oldular. Kalpleri mühürlendi; artık inanmazlar. (Geride kalanlarla beraber olmaya râzı oldular) kadınlarla beraber, havalif hâlife'nin çoğuludur. Bazen içinde hayır olmayan şeye de hâlife denilir. "Kalpleri mühürlendi; artık anlamazlar” cihâdta ve Peygamber'e katılmada ne gibi mutluluk ve ondan geri kalmada ne gibi bedbahtlık olduğunu. 88Ancak Peygamber ve onunla beraber îman edenler; mallarıyla canlarıyla cihâd ettiler. İşte hayırlar onlar içindir ve işte onlar felâha erenlerin ta kendileridir. "Ancak Peygamber ve onunla beraber îman edenler mallarıyla canlarıyla cihâd ettiler” yani bunlar geride kalır ve cihâd etmezlerse, onlardan daha hayırlıları cihâd etmiştir. "İşte hayırlar onlar içindir” iki dünyanın faydaları; dünyada zafer ve ganimet, âhirette de cennet ve ikram. Huriler de denilmiştir, çünkü Allahü teâlâ: "İçlerinde hayırlı güzel kadınlar vardır” (Rahmân: 70) buyurmuştur. Hayrat, hayyire'nin hafif şekli olan hayre'nin çoğuludur. "İşte onlar felâha erenlerin ta kendileridir” arzularına nâil olanların. 89Allah onlara altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur. "Allah onlara, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır". Bu da âhirette onlar için ne gibi hayırlar olduğunu açıklamaktadır. 90Bedevîlerden özür dileyenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah'a ve Resûlüne yalan söyleyenler ise oturdular. İçlerinden kâfirleri acıklı bir azâp çarpacaktır. "Bedevîlerden özür dileyenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler” Esed ve Gatafan kabilelerini kastediyor, bunlar perişan olduklarını ve ailelerinin kalabalık olduğunu ileri sürerek savaşa gitmemek için izin istediler. Şöyle de denilmiştir: Bunlar Amir bin Tufeyl bölüğüdür: Eğer senin yanında gaza edersek Tay kabilesi ailelerimize ve davarlarımıza saldırır, dediler. Muazzir lâfzı ya azzere filemri'den gelmektedir ki, işte kusur edip mazereti olmadığı hâlde mazereti varmış hissini vermektir. Ya da i'tezere'den gelir ki, mazeret hazırlamaktır Bunda te zal'a idgam edilmiş ve harekesi de ayn'e nakledilmiştir. İki sâkin cem olduğu için ayn'i meksûr ve ses uyumundan dolayı da Mazmûm okumak da câizdir. Ancak böyle okuyan olmamıştır. Ya'kûb da özür için çabalamak demek olan a'zere'den "mu'zirun” okumuştur. Ayn’ın ve zal'ın şeddesi ile "mu'izzirun” da okunmuştur ki, bu da i'tezere manasına teazzere'den gelmiş olur. Bu, hatadır, çünkü te ayn'e idgam edilmez. Bunların yapmacıktan mı gerçekten mi özür dilediklerinde ihtilâf edilmiştir, eğer gerçek ise "Allah'a ve Resûlüne inanmayanlar oturdu” kavli başkaları hakkında olur ki, bunlar da bedevîlerin münâfıklarıdır. Bunlar îman iddia etmede Allah'a ve Resûlüne yalan söylediler, bunlar her ne kadar birinci gruplar ise de özür dilemeleri yalandır. "İçlerinden kâfirleri çarpacaktır” bedevîlerin yahut özür dileyenlerin içlerinden; çünkü onlardan kimileri küfründen değil de tembelliğinden özür dilemişti. "Acıklı bir azâp” öldürme ve ateşle. 91Ne zayıflara ne hastalara ne de harcayacak bir şey bulamayanlara, Allah'a ve Resûlüne dürüst davrandıkları takdirde, zorluk yoktur. İyilere karşı da bir yol yoktur. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Ne zayıflara ne de hastalara (yoktur)” ihtiyarlar ve kötürümler gibi "ne de harcayacak bir şey bulamayanlara” fakirliklerinden dolayı, meselâ Cüheyne, Müzeyne ve Uzre oğulları gibi "zorluk yoktur". Savaştan geri kalmalarında günah yoktur. "Allah'a ve Resûlüne dürüst davrandıkları takdirde” gizli ve açık îman ve itâat etmekle, tıpkı samimi bir müttefiğin yaptığı gibi. Ya da eylemle ve sözlü olarak İslâm'a ve Müslümanlara iyilik getirecek şeyle dürüst davrandıkları takdirde. "İyilere karşı da bir yol yoktur” yani onlara da günah yoktur, sitemleri için de bir bahane yoktur. İyilik edenlerin zamir yerine açıkça konulması, onların iyiler zümresine katılmasında herhangi bir sitem olmamasından dır. "Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” onları ve kötülük edenleri, artık iyiler için ne düşünürsün? 92Ne de kendilerini bindirmen için sana geldikleri zaman: "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” deyip de harcayacak bir şey bulamadıkları için gözleri yaş dökerek geri dönenler için de yol yoktur. (Ne de kendilerini bindirmen için sana gelenlere) bu da "duafa"ya ya da "elmuhsinin"e atıftır. Bunlar Ensâr'dan ağlayarak dönen şu yedi kimsedir: Makıl bin Yesar, Sahr bin Hansa, Abdullah bin Ka'b, Salim bin Umeyr, Salebe bin Ateme, Abdullah bin Muğaffel ve Uleyye bin Zeyd. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e geldiler: Biz savaşa çıkmak için adak ettik, bizi ister ayağı yamalı develere ister nalı kırık atlara bindir, seninle beraber savaşacağız, dediler. Aleyhisselâm da: Bulamıyorum, dedi. Onlar da ağlayarak döndüler. Şöyle de denilmiştir: Bunlar Mukarrin'in üç oğlu Makıl, Süveyd ve Numan'dır. Ebû Mûsa ve arkadaşlarıdır da denilmiştir. (Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum, demiştin) bu da "etevke"deki kaftan gizli kad ile hâl’dir. "Tevellev” izâ'nın cevabıdır. "Gözleri doluyor” akıyor "mineddem'i” yaştan yani gözlerinin yaşı akıyor. Çünkü "min” edâtı beyaniyedir, o mecrûru ile beraber temyiz olarak mahallen mensûbtur. Bu yefidu dem'uha (yaş boşânıyor) ifadesinden daha etkilidir. Çünkü gözün taşan yaş kesildiğini göstermektedir. "Hazenen” mef’ûlün leh yahut hâl olarak mensûbtur ya da mâkablinin gösterdiği bir fiilin mastarıdır. "Ella yecidu” liella yecidu demektir ki, "hazen"ene yahut "tefidu"ya bağlıdır. "Harcayacak bir şey bulamadıkları için” gazalarında. 93Yol ancak şunlara karşıdır ki, zengin oldukları hâlde senden izin isterler. Onlar geride kalanlarla beraber olmaya râzı oldular. Allah da onların kalplerine mühür bastı. Artık onlar bilmezler. "Yol ancak” sitem yolu ancak "zengin oldukları hâlde senden izin isteyenleredir” hazırlıkları olduğu hâlde. "Onlar geri kalanlarla beraber olmaya râzı oldular” özürsüz yere izin istemelerinin sebebini açıklayan söz başıdır, o da adiliğe râzı olmaları ve rahatları için geri kalanlar zümresine katılmalarıdır. "Allah da onların kalplerine mühür bastı” öyle ki, akibetin vehametini fark edemediler. "Artık onlar bilmezler” bunun sonucunu. 94Onlara döndüğünüz zaman sizden özür dilerler. De ki: Benden özür dilemeyin. Size asla inanmayacağız. Durumlarınızdan bazılarını gerçekten Allah bize haber verdi. Amellerinizi Allah ve Resûlü görecek, sonra da gaybi ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O da size yaptıklarınızı haber verecek. "Sizden özür dilerler” savaştan geri kalmada, "onlara döndüğünüz zaman” bu seferden, "De ki: Özür dilemeyin” yalancı mazeretlerle, çünkü "size asla inanmayacağız” sizi tasdik etmeyeceğiz, çünkü "durumlarınızdan bazılarını gerçekten Allah bize haber verdi". Nebisine vahiy etmekle bize bazı haberlerinizi bildirdi. O da içlerinizdeki kötülük ve bozukluktur. "Amelinizi Allah ve Resûlü görecektir” küfürden tevbe ediyor musunuz yoksa üzerinde sâbit duruyor musunuz? Sanki bu da tevbelerini istemedir ve tevbe için süre tanımadır. "Sonra da görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz” ileyhi diyecekti, zamirin yerine sıfatı koyması, onun (Allah'ın) onların gizlerinden ve açıklarından haberdar olmasındandır. Onların içlerinden ve amellerinden hiçbir şey nun ilminden kaçmaz. "O da size yaptıklarınızı haber verecek” azarlamak ve azâp etmekle. 95Onlara döndüğünüz zaman kendilerinden vazgeçmeniz için Allah'a yemin edecekler. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pisliktir. Yerleri de kazandıkları şeye karşılık olarak cehennemdir. "Onlara döndüğünüz zaman kendilerinden vazgeçmeniz için Allah'a yemin edecekler” siz de onlara sitem etmeyin, "onlardan yüz çevirin” onları azarlamayın "çünkü onlar pisliktir” kınamak onlara kâr etmez. Çünkü bundan maksat onları tevbeye sürüklemekle temizlemektir. Bunlar ise pistir, temizlemeyi kabul etmez. Bu da yüz çevirmenin ve sitem etmemenin sebebidir. "Yerleri de cehennemdir” bu sebebin tamamlayıcı kısmıdır. Sanki şöyle buyurmuştur: Onlar pistirler, cehennem halkıdırlar. Kötü söylemek onlara dünyada da âhirette de fayda sağlamaz. Ya da ikinci gerekçedir. Mana da şöyledir: Sitem olarak olara ateş yeter, artık sitem için kendinizi yormayın. "Kazandıkları şeye karşılık olarak” cezaen'in mastar ve mef’ûlün leh olması da câizdir. 96Onlardan râzı olmanız İçin size yemin ederler. Eğer onlardan râzı olsanız bile, şüphesiz Allah fâsıklar topluluğundan râzı olmaz. "Onlardan râzı olmanız için size yemin ederler” yemin ederler ki, onlara yaptığınıza devam edesiniz. "Eğer onlardan râzı olsanız bile, şüphesiz Allah fâsıklar topluluğundan râzı olmaz". Çünkü sizin râzı olmanız Allah'ın râzı olmasını temin etmez. Tek başınıza sizin râzı olmanız, Allah onlara gazap etmiş ve azâp etmek istemişse, yine onlara fayda vermez. Ya da sizin kafanızı karıştırabilseler bile Allah'a bunu yapamazlar. Allah onların sırlarını ifşa edecek ve onları hor edecektir. Âyetten maksat onlardan râzı olmayı men etmek ve onlardan yüz çevirme emredilip de onlara iltifat edilmemesi gerektikten sonra yalancı mazeretlerine aldanmamaktır. 97Bedevîler; inkâr ve nifakça daha beter ve Allah’ın, Resûlüne indirdiği şeylerin sınırlarım tanımamaya daha layıktırlar. Allah çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir. "Bedevîler inkâr ve nifakça daha beterdiler” yerleşik insanlardan. Çünkü vahşidirler ve kalpleri katıdır. İlim ehli ile ilişkileri yoktur, kitap ve sünneti az dinlerler. "Tanımamaya da yatkındırlar” bilmemeye daha uygundurlar "Allah'ın, Resûlüne indirdiğinin sınırlarını” şerîatın farz ve sünnetlerini. "Allah çok iyi bilendir” kırsalda yaşayanların hâllerini bilir, "hikmet sâhibidir” iyilik ve kötülük edenlere sevap ve ceza vermesinde. 98Bedevîlerden kimi harcadığı şeyi bir ceza edinir. Ve size belaların gelmesini bekler. Kötü belâlar onların üzerine olsun. Allah hakkıyla işiten, çok iyi bilendir. "Bedevîlerden kimi edinir” sayar "harcadığını” Allah yolunda sarf ettiği ve sadaka verdiğini "ceza” para cezası ve ziyan sayar. Çünkü hasbî davranmaz ve ona karşı sevap beklemez. Sadece riya için ya da takiyye için harcar. "Size belaların gelmesini bekler” belaların size dönmesini ister ki, harcamaktan kurtulsun. "Kötü belâlar onların üzerine olsun” bekledikleri şeyin benzeri ile onlara ara cümle olup bedduadır ya da bekledikleri şeyin başlarına geleceğini haber vermektedir. Âyette geçen daire aslında mastardır ya da dara yeduru'dan İsm-i fâ'ildir, zamanın kötü akibetine isim olmuştur. Sev' de mastardır, mübalağa için ona izafe edilmiştir, tıpkı: Recülü sıdkm gibi. Ebû Amr ile İbn Kesîr burada sû' okumuşlar, Feth sûresinde de sin'in zammı ile okumuşlardır. "Allah hakkıyla işitendir” orduya yardım ederken dediklerini "çok iyi bilendir” içlerinde sakladıklarım. 99Bedevîlerden kimi de Allah'a ve âhiret gününe îman eder ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamberin dualarına vesile edinir. Bilin ki, onlar kendileri için bir yakınlıktır. Allah onları rahmetine girdirecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Bedevîlerden kimi de Allah'a ve âhiret gününe îman eder ve harcadığını Allah katında yakınlıklara vesile edinir” kurubatin "yettehizü"nün ikinci mef'ûlüdür, "indallahi” de sıfatıdır ya da "yettehizü"nün zarfıdır. "Peygamberin dualarına da” vesile kılar, çünkü aleyhisselâm Efendimiz sadaka verenlere dua eder ve bağışlanmalarını isterdi. Bunun içindir ki, sadakayı alanın verene dua etmesi sünnettir. Ancak ona salât okumaz, ama Peygamberimiz aleyhisselâm: Allah'ım, Ebû Evfa'nın ailesine salât et, buyurmuştur. Çünkü onun mevkii buna müsaittir. "Bilin ki, onlar kendileri için bir yakınlıktır” itikatlarının doğru olduğuna Allah'tan şahitliktir ve umutlarını tasdiktir. Tembih harfi elâ ve nisbeti te'kit eden enne ile pekiştirilmiş söz başıdır. Zamir de nafakalarına gitmektedir. "Allah onları rahmetine girdirecektir” rahmetin onları kuşatacağına vaattir, sin edâtı da onun gerçekleşeceğini göstermektedir. "Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” kavli de onu tesbit etmektedir. Şöyle de denilmiştir: Birincisi Esed, Gatafan ve Temim oğulları, ikincisi de Abdullah Zilbicadeyn ve kavmi hakkındadır. 100Muhâcirlerden ve Ensardan ilk geçenler (öncüler) ve güzelce onlara tâbi olanlar var ya, Allah onlardan râzı olmuş, onlar da ondan râzı olmuşlardır. Onlara içlerinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur. "Muhâcirlerden ilk geçenler” bunlar iki kıbleye de namaz kılanlardır ya da Bedirde bulunanlardır ya da hicretten önce Müslüman olanlardır. (Ensardan) bunlar da ilk Akabe biatında bulunanlardır, yedi kişi idiler. İkinci Akabe biatında olanlar da, bunlar da yetmiş kişi idiler. Ebû Zürare Mus'ab bin Umeyr'in kendilerine geldiği zaman îman edenlerdir. "Essabikune"ye atfen ref ile "velensaru” da okunmuştur. "Ve onlara güzelce tâbi olanlar” iki kabileden öncülere katılanlar ya da kıyâmet gününe kadar onlara îman ve taatla tâbi olanlardır. "Allah onlardan râzı olmuştur” taatlarını kabul etmek ve amellerinden râzı olmakla "onlar da ondan râzı olmuşlardır” dinî ve dünyevî nimetlerine nâil olmakla. "Onlara altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır” İbn Kesîr diğer yerlerde olduğu gibi min tahtına şeklinde okumuştur. "İçlerinde ebedî kalmak üzere. İşte büyük kurtuluş budur". 101Çevrenizdeki bedevîlerden münâfıklar vardır. Medîne'lilerden de nifak üzerinde idman yapanlar vardır. Sen onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Onlara iki defa azâp edeceğiz. Sonra da büyük azaba döndürülürler. "Çevrenizdekilerden” memleketinizin yani Medîne'nin çevresindekilerden "bedevîlerden münâfıklar vardır". Onlar Cüheyne, Müzeyne, Eşlem, Eşca' ve Ğifar kabileleridir. Bunlar Medîne'nin çevresinde konaklamışlardı. "Vemin ehlil medineti” bu da "mimmen havleküm"e atıftır ya da mahzûfun haberidir, onun sıfatı da "meredu alennifak"tır. Mevsûfun hazfedilip sıfatın onun yerine geçmesinin bir benzeri de şudur: Enebnü cella ve tallaus senaya (Enebnü recülin cella, ben işleri halleden ve dağa çıkan adamın oğluyum). Birinciye göre münâfıkin'in sıfatıdır, araları habere atfedilen şeyle açılmıştır ya da münâfıklıkta idmanlarını ve maharetierini göstermek için yeni bir kelâmdır. "Onları sen bilmezsin” onları şahsen tanımazsın, bu da bu husustaki ustalıklarını ve kendilerini gayet iyi sakladıklarını göstermektedir. Öyle ki, o kadar zeki ve o kadar ferasetli olmana rağmen senden kaçabilmişlerdir. "Biz onları biliriz” biz onların sırlarından haberdarız. Seni atlatabildilerse de bizi atlatamazlar. "Onlara iki defa azâp edeceğiz” rezil etmek ve öldürmekle yahut biri ile ve kabir azâbı ile yahut zekât almak ve bedenlerini yıpratmakla. "Sonra da büyük azaba döndürülecekler” ateş azabına. 102Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler; iyi ameli kötüsüyle karıştırdılar. Dilerse Allah, tevbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Diğerleri de günahlarını itiraf ettiler” savaşa katılmamalarını yalancı mazeretlerle örtmeye çalışmadılar. Bunlar da geri kalanlardan bir topluluk idiler ki, haklarında inen âyetleri duyunca kendilerini mescidin sütunlarına bağladılar. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem geldi, adeti üzere mescide girdi, iki rekat namaz kıldı. Onları gördü, hâllerini sordu; anlattılar; onları sen bizzat çözmedikçe kendileri çözmeyecekler, dediler. O da: Ben de emir gelinceye kadar yemin ederim onları çözmeyeceğim, dedi. Âyet indi, onları salıverdi. "İyi ameli kötüsü ile karıştırdılar” pişmanlık ve suçu itiraf demek olan iyi ameli savaştan geri kalma ve münâfıklara uyma kötü ameliyle karıştırdılar. "Ve ahara"daki vâv da ya be manasınadır, Meselâ bi'tüş şae saten ve dirhemen örneğinde olduğu gibi ya da amellerden her birinin diğerine karıştığını göstermek içindir. "Dilerse Allah tevbelerini kabul eder” bu da "günahlarını itiraf ettiler” sözünden anlaşılmaktadır. "Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” tevbe edenden geçer ve ona lütufta bulunur. 103Onların mallarından sadaka al ki, onları onunla temizleyip arındırasın. Onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için bir sükûnettir. Allah hakkıyla işiten, çok iyi bilendir. "Onların mallarından sadaka al ki,” rivâyete göre onlar serbest bırakılınca: Ya Resûlallah, işte bizi senden geri koyan mallarımız bunlardır; onları sadaka et ve bizi temizle, dediler. O da: Ben mallarınızdan hiçbir şey almakla emrolunmadım, dedi, âyet de bunun üzerine indi. "Onları temizleyesin” günahlardan yahut bu gibi şeylere sürükleyen mal sevgisinden. Tahherehu manasına gelen atherehudan "tuthirühüm” de okunmuştur. Emrin cevabı olarak cezm ile de okunmuştur. "Onları arındırasın” iyiliklerini artırasın ve onları ihlâslıların derecelerine çıkarasın. "Onlara dua et” dua ve istiğfar ederek onlara şefkat göster. "Çünkü senin duan onlar için bir sükûnettir” nefisleri yatışır ve kalpleri huzur bulur. (Salavât) şeklinde cemi yapılması dua edilenlerin çok olmalarındandır. Hamze, Kisâî ve Hafs tekil olarak (salateke) okumuşlardır. "Allah hakkıyla işitendir” itiraflarını "çok iyi bilendir” pişmanlıklarını. 104Allah'ın şüphesiz kullarından tevbeyi kabul edeceğini ve sadakaları alacağını bilmediler mi? Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul eden, çok merhametlidir. (Bilmediler mi?) zamir ya tevbeleri kabul edilenlere râcidir, maksat da tevbelerinin kabul olunacağı ve sadakalarına güvenecekleri kalplerine yerleşmektir ya da başkalarına râcidir ki, maksat bu iki şeye teşvik etmektir. "Allah'ın şüphesiz kullarından tevbeyi kabul edeceğini” doğru dürüst yapıldığı takdirde. Yakbelu'nûn "an” ile geçişli kılınması tecâvüz manasını içermesindendir. "Sadakaları alır” bedelini ödemek için bir şeyi alan gibi kabul eder. "Şüphesiz Allah, tevbeleri çok kabul eden, çok merhametlidir". Onun şânı tevbe edenlerin tevbesini kabul etmek ve onlara ihsanda bulunmaktır. 105De ki: Amelinizi Allah, Resûlü ve mü'minler görecektir. Gaybi ve görüneni bilene döndürüleceksiniz de size yaptıklarını haber verecektir. "De ki: Amel edin” istediğiniz ameli yapın "amelinizi görecektir Allah” çünkü hayır olsun şer olsun ona hiçbir şey gizli kalmaz "Resûlü ve mü'minler de” zira Allahü teâlâ gördüğünüz ve bildiğiniz gibi onlardan gizlemeyecektir. "Gaybi ve görüneni bilene döndürüleceksiniz” ölmekle "size yaptıklarınızı haber verecektir” karşılığını göstermekle. 106Diğerleri de Allah'ın emrine bırakılmışlardır; ya onlara azâp eder yahut tevbelerini kabul eder. Allah çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir. "Diğerleri de” savaştan geri kalanlar da (bırakılmışlardır) yani durumları ertelenmiştir. Bu da erceehu'dan gelir ki, ertelemektir. Nâfi', Hamze, Kisâî ve Hafs (mercuune yerine) vâv ile "mürcevne” okumuşlardır. İkisi de geçerli lügattir "Allah'ın emrine” haklarında vereceği karara. "Ya onlara azâp eder” münâfıklıkta ısrar ederlerse "yahut tevbelerini kabul eder” eğer tevbe ederlerse. Tereddüt kullardan kaynaklanmaktadır. Bunda her iki durumun da Allahü teâlâ'nın irâdesiyle olduğuna delil vardır. "Allah çok iyi bilendir” hâllerini "hikmet sâhibidir” onlara yaptığı şeylerde. "Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir” şeklinde de okunmuştur. Bunlardan maksat Ka'b bin Mâlik, Hilal bin Ümeyye ve Mürare bin Rebi'dir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ashâbına bunlara selâm vermemelerini ve bunlarla konuşmamalarım emretti. Bunlar da bu durumu görünce niyetlerini temiz tuttular ve işlerini Allah'a havale ettiler. Allah da onlara merhamet etti. 107Bir de şöyleleri vardır: bunlar; zarar vermek, inkâr etmek, mü'minlerin arasını açmak ve daha önce Allah ve Resûlü ile savaşânı beklemek için mescit edindiler. Biz, iyilikten başka bir şey istemedik, diye muhakkak yemin edeceklerdir. Allah şahitlik eder ki, "Vellezinet tehazu meselden” bu da "ve aHârûne mercuune"ye atıftır ya da mübteda’dır, haberi mahzûftur yani fimen vasafna ellezinet tehazu demektir ya da ihtisas üzere mensûbtur. Nâfi' ile İbn Âmir vavsız (Ellezîne) okumuşlardır. "Zarar vermek için” mü'minleri rahatsız etmek için, rivâyete göre Amr bin Avf oğulları Kuba mescidini kurunca Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den kendilerine gelmesini istediler. O da geldi, içinde namaz kıldı. Kardeşleri Ğanem bin Avf oğulları bunları kıskandılar, onlar da kendilerine Şâm'dan gelecek olan rahip Ebû Amr imamlık etmek üzere bir mescit yaptılar. Mescidi tamamlayınca Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e geldiler: Biz ihtiyaç sahipleri, özürlüler, yağmurlu ve kış gecelerinde namaz kılmak için bir mescit yaptık, içinde namaz kıl ki, orasını namazgah edinelim, dediler. O da kalkmak için dışarı elbisesini aldı, hemen âyet indi. Mâlik bin Duhşum, Mâ'n bin Adiy, Amir bin Seken ve Vahşi'yi çağırdı, onlara: Halkı zâlim olan o mescide gidin, onu yıkın, yakın, dedi. Öyle yapıldı, yeri de çöplük kılındı. "İnkâr için” içlerinde gizledikleri küfrü takviye etmek için "mü'minlerin arasını açmak için” Kuba mescidinde namaz kılmak için toplanan mü'minleri kastediyor. "Daha önce Allah ve Resûlü ile savaşânı beklemek için” rahip Ebû Amr'i kastediyor, çünkü o, Uhut savaşında Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e: Nerede seninle savaşan bir topluluk görürsem mutlaka onlarla birlik olur, seninle savaşırım, demişti. Ta Huneyn gününe kadar savaştı, Hevâzin'lilerle beraber yenildi, Şâm'a kaçtı, Resûlüllah ile savaşacak asker getirmek üzere Kayser'e müracaat etti. Sonunda Knınesrin'de tek başına vefat etti. Şöyle de denilmiştir: Ahzap savaşında asker toplardı, yenilince Şâm'a kaçtı. "Minkablu” "harebe"ye yahut "ittehazu"ya mütealliktir. Yani bunlar geri kalmakla münâfık olmadan önce mescit edindiler demek olur. Çünkü onun Tebuk seferinden önce inşa edildiği rivâyet edilmiştir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den gelmesini istediler. O da: Biz yola çıkmak üzereyiz, döndüğümüz zaman inşallah içinde namaz kılarız, dedi. Dönünce, teklifi tekrar ettiler, âyet bunun üzerine indi. "Biz iyilikten başka bir şey istemedik” onu bina etmekle ancak iyi şey istedik yahut iyi dilek tuttuk ki, o da namaz, zikir ve Müslümanlara geniş bir mekan hazırlamaktır. "Allah şahitlik eder ki, onlar elbette yalancılardır” yeminlerinde. 108Orada asla durma. İlk gününden takva üzerine kurulan mescit, içinde durmana daha layıktır. Orada iyice temizlenmeyi seven birtakım adamlar vardır. Allah iyice temizlenenleri sever. "Orada asla durma” namaz için "ilk gününden takva üzerine kurulan mescit” Kuba mescidini kastediyor, onu Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem kurdu ve Pazartesinden Cumaya kadar kaldığı günlerde orada namaz kıldı. Çünkü kıssaya daha uygundur. Ya da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in mescididir, çünkü Ebû Said radıyallahü anh şöyle buyurmuştur: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e onu sordum, o da: Şu mescidiniz, Medîne mescididir, dedi. (İlk gününden) var olduğu günlerden "min” edâtı zamana da mekana da kullanılır, şurada olduğu gibi: Hicr tepelerindeki yurtlar kimindir? Yıllardır ve uzun zaman boş kalan yurtlar. "İçinde durmana daha layıktır” orada namaz kumana, "orada iyice temizlenmeyi seven birtakım erkekler vardır” Allah rızâsı için isyanlardan ve kötü şeylerden temizlenmeyi seven. Cenabetten de denilmiştir ki, öyle uyumazlar. "Allah iyice temizlenenleri sever” onlardan râzı olur ve onu sevgilinin sevgilisine yaptığı gibi onu yakınına alır. Şöyle de denilmiştir: Âyet inince Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem yürüyerek oraya gitti, yanında da Muhâcirler vardı. Kuba mescidinin kapısında durdu, Ensâr'ın oturmuş olduklarını gördü, aleyhisselâm: Sizler mü'minler misiniz, dedi? Onlar da sustular, tekrar etti, Hazret-i Ömer: Şüphesiz onlar mü'minlerdir, ben de onlarlayım, dedi. Aleyhissalatü vesselam: Kazaya râzı mısınız, dedi? Onlar da: Evet, dediler. Belaya sabreder misiniz, dedi? Onlar da: Evet, dediler. Bollukta şükreder misiniz, dedi? Onlar da: Evet, dediler. Aleyhisselâm Efendimiz de: Ka'be'nin rabbine yemin ederim ki, onlar mü'minlerdir, dedi. Oturdu, sonra da: Ey Ensâr topluluğu, şüphesiz azîz ve ceiü olan Allah sizi övdü, siz abdestte ve taharette ne yapıyorsunuz, dedi? Onlar da: Ya Resûlallah, biz abdest bozduktan sonra üç taşla silinir, arkasından da su ile yıkarız, dediler. O da: "İçinde iyice temizlenmeyi seven erkekler vardır” ayetini okudu. 109Yapısını Allah'ın takva ve rızâsı üzerine kuran mı yoksa yapısını yıkılacak uçurum kenarına kurup da onunla cehennem ateşine sürüklenen kimse mi daha hayırlıdır. Allah zâlimler topluluğuna hidâyet etmez. "Yapısını kuran mı?” dininin binasını kuran mı "Allah'ın takva ve rızâsı üzerine kuran mı daha hayırlıdır?” sağlam temel üzerine ki, o da Allah'tan korkmak ve itâat ederek rızâsını aramaktır. "Yoksa yapısını uçurumun kenarına kurup da” en zayıf ve en gevşek temel üzerine kurup da "onunla cehennem ateşine sürüklenen mi?” Zayıf ve gevşek olduğu için ateşe sürüklenen mi? Uçurumun kenarını yani vadinin götürüp de oyuk hâle getirdiği şeyi (yarı) takvaya karşılık kılması üzerine din yapılarını kurdukları şeyin batıllığını ve tez elden silineceğini temsil içindir. Sonra da onun ateşe sürüklenmesini temsile tercih etti ve onu rızanın karşılığına koydu ki, onun yapısı onu ateşe sürüklenmekten koruyacak şekilde sağlamdır ve onu Allah'ın rızasına dolayısıyla en azmdarı cennete götürecektir; bunun yapısı da niyetlerinin kötülüğünden her an ateşe düşürecektir. Sonra da yerleri kesinlikle cehennemdir. Nâfi' ile İbn Âmir meçhul siygası ile "üssise” okumuşlardır. İzafetle "esasu bünyanihi” ve "essü bünyanihi” ve "üsüsü” feth ve med ile "âsasu” ve kesr ile "isasu” da okunmuştur. Üçü de üssün çoğuludur. "Takvan” de tenvinle okunmuştur ki, elif ilhak içindir, tenis için değildir, Meselâ tetra gibi. İbn Âmir, Hamze ve Ebû Bekir de sükûn ile "cürfin” okumuşlardır. "Allah zâlimler topluluğuna hidâyet etmez” onları ıslah edecek ve kurtaracak şeye götürmez. 110Kurdukları yapı kalplerinde bir şüphe olarak kalacaktır; meğerki kalpleri parçalana. Allah çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir. "Kurdukları yapı hep kalacaktır” bünyan mastardır, mef'ûl manasınadır, cemi değildir, onun içindir ki, bazen ona te dahil olur (bünyanet) sıfatı da müfret olmuştur, haberi "rîbetin fî kulubihim"dir ki, şüphe ve münâfıklık demektir. Mana da şöyledir: Onların bu yapıları daima şüphe sebebi olacak ve nifaklarını artıracaktır. Çünkü onları buna sürükleyen odur. Sonra Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem onu yıkınca bu kalplerine iyice yerleşti ve arttı. Öyle ki, damgası kalplerinden bir türlü silinmedi. "Meğerki kalpleri parça parça ola” öyle ki, idrak ve içine bir şey alma kabiliyeti kalmaya. Bu da ileri derecede bir mübalağadır. İstisna da da en genel zaman biriminden yapılmıştır (kalpleri her zaman şüphededir). Şöyle de denilmiştir: Parça parça olmaktan maksat öldürmekle yahut kabirde veyahut cehennemde olacak şeydir. Pişmanlık ve üzüntü manasına tevbe ile parçalanmak da denilmiştir. Ya'kûb intiha harfi ilâ ile okumuştur. "Tekattaa” da "tetekattaa” manasınadır. İbn Âmir, Hamze ve Hafs kırâatları da böyledir. Ye ile "yukattaa” ve şeddesiz "yuktaa” da Resûle yahut bütün herkese hitaben "tukattıu kulubehüm” malum kalıbı ile katta'te ve meçhul kalıbı ile (velev kuttıat) de okunmuştur. "Allah çok iyi bilendir” niyetlerini "hikmet sâhibidir” binalarını yıkmakla emrederken. 111Şüphesiz Allah, cennet kendilerinin olmak üzere mü'minlerden canlarını ve mallarım satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar; öldürür ve öldürülürler. Bu; Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da kendi üzerine aldığı bir vaattir. Sözünü Allah'tan daha çok yerine getiren kimdir? Öyleyse yaptığınız alışverişten dolayı sevinin. İşte en büyük kurtuluş budur. "Şüphesiz Allah, cennet kendilerinin olmak üzere mü'minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır". Mallarını ve canlarını kendi yolunda harcayanların cennetle mükâfatlandırılacaklarına dâir temsildir. "Allah yolunda savaşırlar; öldürür ve öldürülürler” niçin müjdelendiklerini açıklayan söz başıdır. Yukatilune emir manasındadır, da denilmiştir. Hamze ile Kisâî, meçhul kalıbını önce okumuşlardır; bildiğin gibi vâv tertip icap etmez ve bazılarının fiili hepsine isnat edilir, "va'den aleyhi hakkan” alışverişin delâlet ettiği şeyi te'kit eden mastardır, çünkü o da vaat manasınadır. "Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da” Kur'ân'da tespit edildiği gibi bu ikisinde de zikredilmiştir. "Sözünü Allah'tan daha çok yerine getiren kimdir?” va'di yerine getirmede mübalağadır ve hak olduğunu onaylatmadır. "Öyleyse yaptığınız alışverişten dolayı sevinin” bundan çok sevinin, çünkü size en büyük istekleri kazandırmıştır. Nitekim: "İşte en büyük kurtuluş budur!” buyurmuştur. 112Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, secde edenler, iyiliği emredenler ve kötülükten men edenler ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar (yok mu), işte o mü'minleri müjdele. "Ettaibun” medih üzere merfû’dur yani hümüt taibun demektir. Bunlardan murat edilenler de zikri geçenlerdir. Mübteda olup haberinin de mahzûf olması da câizdir, takdiri şöyledir: Ettaibune min ehlil cenneti ve inlem yücahidu. Çünkü: "Allah her birine güzellik vadetmiştir” (Nisa: 95) buyurmuştur ya da haberi arkadan gelendir yani ettaibuna anil küfri alel hakikati hümül camiune lihazihil hisali demektir. Ye ile mensûb olarak medih üzere (ettaibıne) ya da mü'minlerin sıfatı olarak mecrûr da okunmuştur. "İbâdet edenler” dinde Allah'a ihlâsla ibâdet edenler "hamd edenler” nimetlerine ya da bollukta ve darlıkta nâil oldukları şeylere. "Seyahat edenler” oruç tutanlar demektir, çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Ümmetimin seyahati oruçtur, buyurmuştur. Orucun seyahata benzetilmesi şehvetleri engellemesindendirya da mülk ve melekutun gizemlerinden haberdar olmak için nefis mücadelesi olmasındandır. Ya da cihâd veya ilim öğrenmek için seyahat edenlerdir. "Rüku edenler, secde edenler” namazda "iyiliği emredenler” îman ve taatla "ve kötülükten men edenler” şirkten ve isyanlardan. Buradaki atıf ikisinin aynı haslet olduğunu göstermek içindir. Sanki: iki sıfatı birleştirenler, buyurmuştur. "Allah'ın sınırlarım koruyanlar” yani açıkladığı ve gösterdiği gerçekleri ve şerîatları koruyanlar demektir. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, bundan öncekiler faziletlerin açıklamasıdır, bu ise onların özetidir. Şöyle de denilmiştir: Bu şunu bildirmektedir ki, sayı yedinci ile tamam olmuştur. Şöyle ki, yedi tam sayıdır, sekiz ise yeni bir sayının başlangıcıdır, ona atfedilmistir. Bunun içindir ki, buna vâv-ı semaniye denir. "Mü'minleri müjdele” yani bu faziletleri taşıyanları demektir. Mü'minleri zamir değil de zâhir olarak kullanması onları buna götürenin îmanları olduğuna ve kamil mü'minin de böyle olması gerektiğine dikkat çekmek içindir. Müjdesi verilen şeyin hazfedilmesi de onu büyütmek içindir. Sanki: Onları fehimlerin anlamayacağı ve sözlerin ifade edemeyeceği şeylerle müjdele buyurmuştur. 113Peygamber ve îman edenler için, müşriklerin, cehennem yaranı oldukları kendilerine belli olduktan sonra, akraba da olsalar, onlar için istiğfar etmeleri yoktur. "Peygamber ve îman edenler için, müşriklere istiğfar etmeleri yoktur". Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz, ölmek üzere olan amcası Ebû Tâlib'e: Kelime-i şahadet getir, seni o vesile ile Allah katında müdafaa edeyim, dedi. O da kabul etmedi. Efendimiz de: Men edilmediğim sürece sana istiğfar edeceğim, dedi. Bunun üzerine âyet indi. Şöyle de denilmiştir: Mekke'yi fethedince Ebva'ya çıktı, annesinin kabrini ziyaret etti. Sonra da gözyaşı dökerek kalktı: Rabbimden annemin kabrini ziyaret etmeyi istedim; bana izin verdi. İstiğfar için izin istedim, bana izin vermedi, bana iki âyeti indirdi, dedi. "Cehennemin yaram oldukları belli olduktan sonra, akraba da olsalar” yani kâfir olarak öldükten sonra demektir. Bunda dirilerine istiğfar etmenin câiz olduğuna delil vardır. Çünkü bu îmana muvaffak olmalarını istemektir. Böylece İbrâhîm'in kâfir babasına istiğfarındaki çelişkiyi ortadan kaldırmış oldu ve şöyle dedi: 114İbrâhîm'in, babasına istiğfar etmesi, sadece ona ettiği bir vaattan dolayı idi. Onun, Allah'ın düşmanı olduğu kendine belli olunca, ondan uzaklaştı. Gerçekten İbrâhîm, çok niyaz eden, çok uysaldır. "İbrâhîm'in, babasına istiğfar etmesi, sadece ona ettiği bir vaatten dolayı idi". İbrâhîm ona: "Senin için muhakkak istiğfar edeceğim” (Mümtehine: 4) dedi. Yani îmana muvaffak olmanı isteyeceğim; çünkü îman kendinden öncesini kesip atar. "Ebahu” okunuşu da bunu gösterir. Ya da babası ona va'detti, o da îman edeceği va'di idi. "Onun Allah'ın düşmanı olduğu kendine belli olunca” küfr üzere ölmekle yahut îman etmeyeceğine dâir vahiy gelmekle "ondan uzaklaştı” istiğfarını kesti. "Gerçekten İbrâhîm çok niyaz eden” çok ah edendir, bu da aşırı merhametinden ve kalbinin yufkalığından kinayedir. "Çok uysaldır” eziyetlere dayanıklıdır. Cümle kendisine sert davranmasına rağmen babasına istiğfara yönelten şeyi açıklamaktadır. 115Allah bir kavmi hidâyet ettikten sonra sakınacakları şeyi kendilerine açıklayana kadar onları saptıracak değildir. Şüphesiz Allah, her şeyi gayet iyi bilendir. "Allah bir kavmi saptıracak değildir” onlara sapıklar adını verecek yahut onları aynıyla sorumlu tutacak değildir "onları hidâyet ettikten sonra” İslâm'a "sakınacakları şeyi kendilerine açıklayıncaya kadar” sakınılması gereken şeyi onlara açıklayıncaya kadar. Sanki bu Resûlün amcasına yahut müşrik geçmişlerine men edilmeden önceki istiğfarı için özür gibidir. Şöyle de denilmiştir: Bu, işin başında kıble, içki vb. şeylerde geçen bir topluluk hakkındadır. Özetle gafilin mükellef olmadığına delildir. "Şüphesiz Allah, her şeyi gayet iyi bilendir” onların her iki hâlde de durumlarını bilir. 116Şüphesiz göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Diriltir ve öldürür. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur. "Şüphesiz göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Diriltir ve öldürür. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur". Onları akrabaları da olsa müşriklere istiğfardan men edip de bu da direkt onlardan el çekmeyi gerektirince, onlara Allah'ın var olan her şeyin sâhibi olduğunu, işini idare ettiğini, yetkinin ye yardımın ondan başkasından gelmeyeceğini açıkladı ki, her şeyleriyle ona yönelsinler ve ondan başkasından tamamıyle el çeksinler. Tâ ki, yapıp ettiklerinde ondan başka el açacakları biri kalmasın. 117Şüphesiz Allah,; Peygambere ve içlerinden birtakımının neredeyse kalplerinin eğrilmesinden sonra zorluk ânında ona tâbi olan Muhâcirlerle Ensâr'a da tevbe bahş etti. Sonra da tevbelerini kabul etti. Çünkü o, çok şefkatli, çok merhametlidir. "Şüphesiz Allah,; Peygambere, Muhâcirlere ve Ensâr'a tevbe bahş etti". Münâfıklara savaşa katılmamaları için izin vermesinden ya da onları günah ilişkisinden temizledi, şu âyet gibi: "Tâ ki, Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın” (Fetih: 2). Bunun tevbeye gönderme olduğu da denilmiştir. Mana da şöyledir: Kim varsa tevbeye muhtaçtır hatta Peygamber, Muhâcirler ve Ensâr bile, çünkü Allahü teâlâ: "Hepiniz Allah'a tevbe edin” (Nûr: 31) buyurmuştur. Çünkü kim varsa mutlaka onun daha yükseleceği bir makam vardır. Bunu da o kusurdan tevbe ederek yapar, böylece fazileti açığa çıkar. Bu da kullarından peygamberlerin ve iyi kimselerin makamıdır. "Onlar ki, ona zorluk ânında tâbi oldular” o da Tebuk seferindeki hâlleridir. O zaman binek bakımından çok sıkışık idiler; on kişi bir deveye nöbetleşe biniyorlardı. Erzak açısından da öyle idi, hatta bir hurmayı bölüşüyorlar ve hayvanların kirişlerindeki suyu içmeye çalışıyorlardı. "İçlerinden birtakımının kalplerinin neredeyse eğrilmesinden sonra” neredeyse îmanda yahut peygambere tâbi olmada sebat edemeyeceklerdi. "Kâde"deki zamir-i şe'n o topluluğa râcidir, ait zamiri de "minhüm"dür. Hamze ile Hafs ye ile "yeziğu” okumuşlardır, çünkü kulub'un müennesliği hakiki değildir. "Min badi mâ zağat kulubu ferikin minhüm” şeklinde de okunmuştur. Bundan da savaşa gitmeyenler kastedilmiştir. "Sonra tevbelerini kabul etti” te'kit için tekrar edilmiştir ve şuna dikkat çekilmiştir ki, tevbeleri çektikleri sıkıntıdan kabul olunmuştur ya da kayacak gibi olmalarından dolayı öyle olmuştur. "Şüphesiz o çok şefkatli, çok merhaletlidir". 118Savaştan geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Nihayet yeryüzü bütün genişliği ile başlarına dar geldi, vicdanları da kendilerini sıkıştırdı ve Allah'tan yine kendisinden başka sığınak olmadığını iyice bildiler. Sonra tevbe etmeleri için onlara tevbe nasip etti. Şüphesiz Allah, o, tevbeleri çok kabul eden, çok merhametlidir. "Üç kişinin de tevbesini kabul etti” bunlar Ka'b bin Mâlik, Hilal bin Ümeyye ve Mürare bin Rebi'dir. "Savaştan geri bırakılan” bunlar gazaya çıkmadılar yahut işleri geri bırakıldı, çünkü bunlar ertelenen kimselerdir. "Nihayet yeryüzü bütün genişliği ile başlarına dar geldi” insanların onlardan tamamen yüz çevirmelerinden (aforoz etmelerinden). Bu da paniklerini temsil etmektedir. "Vicdanları da kendilerini sıkıştırdı” çünkü çok yalnız kaldılar, Öyle ki, bir can yoldaşları ve neşe ışıkları kalmadı. "Zannu” bildiler "Allah'tan başka sığınak olmadığını” gazabından "ancak sığınak o vardır” ancak onun istiğfarına sığınılır. "Sonra onlara tevbe nasip etti” tevbeye muvaffak kılmakla "tevbe etmeleri için” ya da tevbelerinin kabulü indi ki, tevbe edenler arasında sayılsınlar ya da Allah onlara bir daha kabul ve rahmetle döndü ki, tevbelerinin üzerinde doğru dursunlar. "Şüphesiz Allah, o, tevbeleri çok kabul edendir” tevbe eden için, ister ki, tevbesini günde yüz defa bozsun "çok merhametlidir” onlara nimet ihsan edendir. 119Ey îman edenler, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun. "Ey îman edenler, Allah'tan korkun” râzı olmadığı şeylerde, "doğrularla beraber olun” îmanlarında ve sözlerinde ya da niyet, söz ve amel olarak Allah'ın dininde. "Minessadikin” de okunmuştur ki, tevbelerinde doğrularla beraber olun demektir. O zaman bu üç kişi ve benzerleri murat edilmiş olur. 120Medîne halkı ve çevrelerindeki bedevîler için, Resûlüllah'tan geri kalmaları ve canlarını onun canından üstün tutmalarıi hakkı yoktur. Çünkü onlara ne bir susuzluk ne de bir yorgunluk ne de bir açlık dokunmaz ve kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmazlar ve düşmandan bir başarı elde etmezler ki, ona karşılık kendilerine İyi bir amel yazılmış olmasın. Şüphesiz Allah, iyilik edenlerin mükâfatını zâyi etmez. "Medîne halkı ve çevrelerindeki bedevîler için, Resûlüllah'tan geri kalmaları hakkı yoktur” nehiydir, nefiyle tabir edilmesi mübalağa içindir. "Ve canlarını onun canından üstün tutmaları hakkı da yoktur” o canını esirgemiyorsa onlar da esirgemesinler, o ne gibi sıkıntı çekiyorsa onlar da çeksinler. Rivâyete göre Ebû Hayseme bahçesine girdi, güzel de bir karısı vardı. Ona gölgeye bir hasır serdi, üzerine bir döşek attı. Ona taze ve kuru hurma takdim etti, soğuk su getirdi. Ebû Hayseme baktı: Serin gölge, taze hurma, soğuk su ve güzel bir kadın, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ise güneşin altında ve açık havadadır. Bu iyi bir şey değildir, dedi. Kalktı devesini hazırladı, kılıcını ve mızrağını aldı, rüzgâr gibi fırladı. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem yola baktı, uzaktan serap gibi bir binekli gördü: Ebû Hayseme ol, dedi. Baktı ki, o. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem sevindi ve onun için istiğfar etti. "Lâ yerğabu"nûn nasbi da cezmi de câizdir, (bu) "mâ kâne"nin ifade ettiği savaştan geri kalma yasağına ya da beraber çıkmanın vâcip olduğuna işarettir. "Çünkü onlara Allah yolunda ne bir susuzluk ne bir yorgunluk ne de bir açlık dokunmaz ve kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaz ve düşmandan bir başarı elde etmezler ki,” öldürmek, esir almak ve ganimet elde etmek gibi "ona karşılık kendilerine iyi bir amel yazılmış olmasın". Bir sevabı hak etmiş olmasınlar. Bu da Peygambere uymayı vâcip kılan şeylerdendir. "Şüphesiz Allah, iyilik edenlerin mükâfatını zâyi etmez” iyiliklerine karşılık. Bu da bu yazmanın gerekçesidir ve şuna dikkat çekmektedir ki, cihâd da bir iyiliktir. Kâfirler için iyilik olması şundandır çünkü o, mümkün olan şeyle onların iyiliğine çalışmaktır, tıpkı tedavi eden doktorun deliyi dövmesi gibidir. Mü'minlerin hakkında da onları kâfirlerin şiddet ve istilasından korumaktır. 121Küçük veya büyük bir masraf eder ve bir dereyi geçerlerse, mutlaka bu, onlar için yazılır ki, Allah onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandırsın. "Küçük bir masraf eder” velevki bir kırbaç askısı olsun "veya büyük” Hazret-i Osman radıyallahü anh'in Tebuk seferinde yaptığı gibi (ve bir dereyi geçerlerse) yürüyüşleri esnasında, vadi selin aktığı yarık yerdir,da (akmak) kökünden gelir. Yerde akmakta yaygın olmuştur. "Mutlaka bu, onlar için yazılır” onlar için tespit edilir "ki, Allah onları mükâfatlandırsın” bu vesile ile "yaptıklarının en güzeli ile” amellerinin en güzel karşılığı ile yahut amellerinin karşılığının en güzeli ile. 122Mü'minlerin toptan savaşa çıkmaları doğru olmaz. Her kabileden bir grup; dinde ilim öğrenmek ve kavimlerine döndükleri zaman, belki yanlışlardan dönerler diye onları uyarmak için çıkmalı değil miydi? "Mü'minlerin toptan savaşa çıkmaları doğru olmaz” savaş ve İlim öğrenmek için toptan çıkmaları doğru olmadığı gibi hepsinin geri kalmaları da doğru olmaz. Çünkü bu, geçimi ihlal eder. "Her kabileden bir grup çıkmalı değil miydi?” kabile gibi her büyük topluluktan ve küçük topluluk gibi her belde halkından bir grup "dinde ilim öğrenmek için” dinde derinleşmek ve ondaki zorluğa göğüs germek için "ve kavimlerine döndükleri zaman” dinde derinleşmekten son maksatları ve büyük gayeleri toplumu irşat ve ikaz olmalıdır. Özellikle bunu zikretmesi çok önemli olduğu içindir. Bunda din ilminde derinleşmenin ve o yolda öğüt vermenin farz-ı kifaye olduğuna delil vardır. Ayrıca şuna da işâret vardır ki, ilim öğrenenin gayesi doğruyu bulmak ve doğrulmak olmalıdır; halka tepeden bakmak ve kesesini doldurmak olmamalıdır. "Belki kaçınırlar” belki kaçınılması gereken şeylerden kaçınırlar. Bu, âhad haberlerin delil olduğuna delil sayılmıştır. Çünkü "her fırkadan” ifadesindeki genellik, bir kentte ayrılan her üçten bir bölüğün ilim öğrenmeye gitmesini gerektirir. Tâ ki, kendi bölüğünü uyandırsın, onlar da düşünsün ve tedbir alsınlar. Eğer mütevatir olmayan haberlere itibar edilmezse bu fayda sağlanmaz. Ben de bu meseleyi el - Mirsad kitabında doyurucu bir şekilde açıkladım. Âyetin şöyle bir manası vardır da denilmiştir: Savaşa gitmeyenler hakkında inenler inince mü'minler askere yazılmaya koştular, din ilmi okumak isteyen kimse kalmadı. O zaman her gruptan bir bölümünün cihada gitmesi, kalanların da din ilmi tahsil etmesi emredildi. Ki, din ilmi en büyük cihâdtır. Çünkü delille mücadele etmek esastır ve peygamberliğin gayesidir. Bu durumda "liyetefekkahu” ve "liyünziru"daki zamir savaşa gidenlerden kalanlara râci olur. "Recau"da ki, zamir de bölüğe râci olur yani kalanlar gidenlerin olmadığı günlerde elde ettikleri din ilimleri ile kendilerine dönen kavimlerini uyarmış olurlar. 123Ey îman eden kimseler, yakınınızdaki kâfirlerle savaşın ve sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, şüphesiz Allah muttakilerle beraberdir. "Ey îman eden kimseler, yakınınızdaki kâfirlerle savaşın” sıra ile en yakın kâfirlerle savaşmak üzere emrolundular, nitekim Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem de önce en yakın akrabalarını uyarmakla emrolundu. Çünkü en yakın şefkate ve ıslaha daha layıktır. Şöyle de denilmiştir: Bunlar Medîne'nin çevresindeki Kurayza, Nadıyr ve Hayber Yahûdîleridir. Şöyle de denilmiştir: Bunlar Rumlardır, çünkü onlar Şâm'da otururlardı, orası da Medîne'ye yakındı. "Sizde bir sertlik bulsunlar” şiddet ve savaşa karşı dayanıklık bulsunlar. Ğayn'in fethi ve zammı ile (ğalzat ve ğulzat) da okunmuştur ki, bu ikisi de geçerli lügattir. "Bilin ki, şüphesiz Allah muttakilerle beraberdir” koruması ve yardımı ile. 124Bir sûre indirildiği zaman onlardan kimi: "Bu, hanginizin îmanım artırdı?” der. Îman edenlere gelince bu, onların îmanlarını artırdı. Ve onlar buna sevinirler. "Bir sûre indirildiği zaman onlardan” münâfıklardan "kimi der” inkâr ve alay etmek için (bu, hanginizin îmanını artırdı?) zadethü'nin tefsir ettiği gizli fiille mensûb olarak "eyyeküm” de okunmuştur. "Îman edenlere gelince bu, onların îmanını artırdı” sureyi iyice düşünmekten hasıl olan ümin ziyadesi, ona ve içindekine îmanın eski îmanlarına ilavesi ile. "Onlar sevinirler” inişine, çünkü kemallerinin artmasına ve derecelerinin yükselmesine sebep olmuştur. 125Kalplerinde hastalık olanlara gelince, onların da küfürlerine ilaveten küfürlerini artırdı. Ve onlar kâfirler olarak öldüler. "Kalplerinde hastalık” inkâr "olanlara gelince, onların da küfürlerini artırdı” onları başkalarına katarak. "Ve onlar kâfir olarak öldüler” bu da sağlamlaştı, sonunda da onun üzerine öldüler. 126Onlar, şüphesiz her sene bir veya iki defa denendiklerini görmüyorlar mı? Sonra da tevbe etmiyor ve ibret almıyorlar. (Görmüyorlar mı?) yani münâfıklar, Hamze. te ile (evelaterevne) okumuştur. "Onların denendiklerini?” çeşitli belalarla yahut Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile beraber cihâdla, o zaman onun gösterdiği mu'cizeleri görürler. "Bir veya iki defa, sonra da tevbe etmiyorlar” sonra da uyanmıyorlar ve münâfıklıklarından tevbe etmiyorlar. "Ve ibret almıyorlar” düşünmüyorlar. 127Bir sûre indirildiği zaman, birbirlerine bakar: "Sizi bir kimse görüyor mu?” deyip sonra da dönerler (sıvışırlar). Onlar anlamaz bir kavim oldukları için Allah da kalplerini çevirmiştir. "Bir sûre indirildiği zaman, birbirlerine bakarlar” inkâr edip dalga geçtiklerinden ya da içinde ayıpları açıklandığı için kızdıklarından "sizi bir kimse görüyor mu?” yani Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in huzurundan kalktığınız zaman sizi kimse görüyor mu, derler? Eğer onları kimse görmezse, kalkarlar, eğer kimse görürse otururlar. "Sonra da dönerler” rezil olmak korkusuyla huzurundan ayrılırlar. "Allah da onların kalplerini çevirdi” îmandan. Bunun habere de duaya da ihtimali vardır. "Çünkü onlar anlamayan bir kavimdir” fehimleri kıt ve anlayışları az olduğu için. 128Yemin olsun, size içinizden bir Peygamber gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. Size gayet düşkündür, mü'minlere de çok şefkatli, çok merhametlidir. "Yemin olsun, size içinizden bir Peygamber gelmiştir” cinsinizden, sizin gibi bir arap. "Min enfesiküm” de okunmuştur ki, en şereflilerinizden demektir, "ona zor gelir” ona meşakkatli gelir "sıkıntıya düşmeniz” kötü bir şeyle karşılaşmanız. "Size gayet düşkündür” îmanınıza ve durumunuzun düzelmesine "mü'minleri” sizden ve başkasından olanları. "Çok şefkatli ve çok merhametlidir". Merhametin daha şiddetlisi ve daha beliği olan rauf 'un önce zikredilmesi âyet sonlarını denkleştirmek içindir. 129Eğer yüz çevirirlerse: "Allah bana yeter, Ondan başka ilâh yoktur. Yalnız ona güvendim. O, yüce Arş'in Rahbidir, de. "Eğer yüz çevirirlerse” sana îmandan "Allah bana yeter, de". Çünkü onların sıkıntılarını def eder ve onlara karşı sana yardım eder. "Ondan başka ilâh yoktur” bu da yardımın delili gibidir. "Yalnız ona güvendim” ancak ondan ümit eder ve ancak ondan korkarım. "O, yüce Arş'in Rabbidir” büyük mülkün yahut kainatı kuşatan en büyük cismin ki, hükümler ve takdirler ondan iner. Merfû' olarak "el- azimü” de okunmuştur. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Bana ne zaman Kur'ân inmişse mutlaka âyet âyet ve harf harf inmiştir. Ancak bundan Beraet sûresi ile kulhuvallahu ahad hariçtir. Yanlarında yetmiş bin saf melek vardı. |
﴾ 0 ﴿