10 / YÛNUS SÛRESİMekke'de inmiştir. 109 âyettir. 1Elif. Lâm. Ra. İşte bunlar hikmetli kitabın âyetleridir. "Elif. Lâm. Ra". İbn Kesîr, Nâfi' ve Hasf ra'yı tefhîm (kaim), diğerleri ise ra'nın elifini ye'den dönüşmüş kabul ederek imâle ile okumuşlardır. "İşte bunlar, hikmetli kitabın âyetleridir". Sûrenin yahut Kur'ân'ın içerdiği âyetlere işarettir. "Kitap"tan maksat da ikisinden biridir, hikmetle nitelemesi hikmetleri içermesinden yahut hikmetli bir kelâm olmasından veyahut âyetlerinin neshedilmeyip muhkem olmasındandır. 2İçlerinden bir adama, "insanları uyar ve îman edenlere, kendileri için Rableri katında yüksek makam olduğunu müjdele” diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu? "Şüphesiz bu, elbette apaçık bir sihirbazdır” dediler. (İnsanlar için şaşılacak bir şey mi oldu?) taaccüp için red manasına bir istifhamdır. "Aceben” kâne'nin haberidir, ismi de "en evhayna"dır. Durum tam ters kabul edilerek ref ile (acebün) de okunmuştur. Yahut kâne tâmme olur, "en evhayna” da acebün’den bedel olur. Linnasi’deki lâm da onu şaşılacak bir şey kabul edip inkâr ve istihzalarım ona yöneltmelerindendir. "İçlerinden bir adam” büyüklerden birine değil de orta halli bir adama demektir. Şöyle de denilmiştir: Onlar, Allah insanlara Ebû Tâlibin yetiminden başka gönderecek birini bulamadı mı, derlerdi. Bu da aşırı ahmaklıklarından, olaylara yüzeysel bakmalarından ve gerçek vahiy ve peygamberliği anlayanı amalarından dır. Bu böyledir, çünkü aleyhisselâm Efendimiz mal hariç kendilerine göre büyüklerinden geri değildi. Hâlbuki durumun hafif olması (mal telaşı olmaması) bu konuda en büyük yardımcıdır (avantajdır). Bunun içindir ki, peygamberlerin çoğu böyle idiler. Şöyle de denilmiştir: Onlar bir insanın peygamber olarak gönderilmesini yadırgamışlardı, nitekim En'âm sûresinde geçmiştir. (İnsanları uyandır) "en” müfessiredir yahut enne'den tahfif edilmiştir, "evhayna"nın mef'ûlu yerindedir. "Îman edenleri müjdele, diye” uyarmanın çerçevesini geniş tutması neredeyse hiç kimsenin bunun dışında kalmamasındandır. Müjdenin ise mü'minlere tahsis edilmesi de kâfirler için böyle bir şeyin söz konusu olmamasındandır. "Onlar için vardır Rableri katında yüksek bir makam)” geçmiş ve yüksek rütbe demektir. Ona kadem (kıdem, ayak) denilmesi geçmenin onunla olmasındandır. Nitekim nimete de yed (el) denilmiştir, çünkü onunla verilir. Kadem'in sıdka izafesi gerçek olmasından ve şuna dikkat çekmek içindir ki, onlar bu makama doğru söz ve niyetle ermişlerdir. "Kâfirler: Şüphesiz bu” kitabı ve aleyhisselâm Efendimizin getirdiklerini kastediyorlar "elbette apaçık bir sihirdir, dediler". İbn Kesîr ile Kûfeliler "lesahirün” okumuşlar, işâreti de Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e göndermişlerdir. Bunda Resûlüllah'tan karşı koyamayacakları harikulade mu'cizeler gördüklerine işâret vardır. "Mahaza illâ sihrün mübin” de okunmuştur. 3Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan Allah'tır. Sonra da Arş'e hükümran oldu (istiva etti). İşi idare eder, onun izni olmadan hiçbir şefaatçi yoktur. İşte Rabbiniz Allah budur. Ona ibâdet edin. Hâla ibret almıyor musunuz? "Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri yaratan Allah'tır” ki, bunlar mümkün varlıkların temelleridir. "Altı günde, sonra da Arş'i istiva etti. İşi idare eder” kainatın işini hikmetinin gereğine ve geçmiş kelimelerine göre idare eder. Onu harekete geçirmekle sebeplerini hazırlar ve ondan indirir. Yüdebbirü'deki tedbir neticenin iyi olması için işin sonuna bakmaktır. "Onun izni olmadan hiçbir şefaatçi yoktur” bu azametini onaylatma ve ululuğunu yüceltmedir, ilâhlarının kendilerine şefaat iddialarını da reddir. Bunda izin verdiğine şefaatin hak olduğu da ispat edilmiştir. "İşte Allah budur” uluhiyeti ve rububiyeti bu sıfatlarla donanan Allah "Rabbinizdir” ondan başka Rabb yoktur. Çünkü bu hususta ona ortak olan bir kimse yoktur. "Ona ibâdet edin” onu ibâdette birleyin "hâla ibret almıyor musunuz?” azıcık düşünüp de ibâdeti hak edenin sizin taptıklarınız değil de o olduğunu anlamıyor musunuz? 4Dönüşünüz yalnız onadır. Bu, Allah'ın gerçek bir va'di olarak. Şüphesiz o, yaratmaya başlar, sonra da onu tekrar eder ki, îman edip iyi ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırsın. Kâfirler için ise kaynar sudan bir içecek ve İnkârlarına karşılık da acıklı bir azâp vardır. "Dönüşünüz yalnız onadır” ölmekle veyahut yeniden dirilmekle, başkasına değildir. Öyleyse karşısına çıkmaya hazırlanın. (Allah'ın vaadi olarak) bu da kendini te'kit eden mastardır, çünkü "dönüşünüz yalnız onadır” kavli ondan vaattir "hakkan” bu da başkasını te'kit eden başka bir mastardır, o başkası davadallahi'nin gösterdiği şeydir. "Şüphesiz o yaratmaya başlar, sonra da onu tekrar eder” başladıktan ve helâk ettikten sonra. "Ki, îman edip iyi ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırsın” adaletiyle yahut onların bütün işlerinde adaleti ve adalet üzerinde durmalarıyla ya da îmanlarıyla mükâfatlandırsın, çünkü o dosdoğru adalettir, nitekim şirk de büyük zulümdür. Bu da şu âyete karşılık olmak için gayet münasiptir: "Kâfirler için ise kaynar sudan bir içecek ve İnkârlarına karşılık da acıklı bir azâp vardır". Çünkü bunun manası: Kâfirleri kaynar sudan bir içecekle ve inkârları sebebiyle acıklı bir azapla cezalandırması için demektir. Ancak nazmı bozması azâbı hak ettikleri ve şuna dikkat çekmek içindir ki, başlatmaktan ve tekrar etmekten maksat, sevap vermektir, ceza ise bunun dolaylı sonucudur. Ve Allah,ü teâlâ lütuf ve keremine yaraşır şekilde mü'minlerin işlerini üstlenir. Kâfirlerin cezası ise sanki kötü itikatlarından ve uğursuz fiillerinden dolayı onlara verdiği bir hastalık gibidir. Âyet de "hepinizin dönüşü yalnız onadır” kavlinin gerekçesi gibidir. Çünkü hayatı başlatmak ve tekrar etmekten maksat Allah'ın mükellefleri amellerine göre cezalandırmak olunca, şüphesiz hepsinin dönüşü ona oldu. Hemzenin fethi ile "ennehu yebdeü” okuyanın okuyuşu da bunu teyit eder. Yani liennehu yebdeü demektir. Va'dallah'ı veya hakkan'ı nasb eden şeyle mensûb olması da câizdir. 5O ki, güneşi ziya, ayı da nûr yaptı. Ona menziller takdir etti ki, yılların sayısını ve hesabı bilesiniz. Allah bunu ancak hak ile yarattı. Bilen bir topluluk için âyetleri açıklıyor. "O ki, güneşi ziya kıldı” ziyalı demektir, ziyâ' kıyam gibi mastardır ya da dav'ın çoğuludur, siyât ve sevt gibi. İbn Kesîr Kur'ân'ın her yerinde lâm'ı ayn'e takdim ederek iki hemze ile "dıâ"' okumuştur (dav', daıv, dıâ'). "Ayı da nûr yaptı” nurlu yaptı, ya da mübalağa için ona nûr dedi. Nûr, bildiğin gibi dav'dan daha geneldir. Şöyle de denilmiştir: Doğrudan olana ziya, dolaylı olana da nûr denilir. Kusurdan uzak yüce Allah buna dikkat çekmiş; güneşi bizzat nûr saçan, ayı da onun karşısında ondan nûr alacak şekilde yaratmıştır. (Ona menziller takdir etti) zamir her birine râcidir, yani her birinin yörüngesini menziller hâlinde takdir etti yahut onu menziller sâhibi olarak takdir etti demektir ya da zamir aya râcidir. Onu özel olarak zikretmesi hızlı hareket etmesinden ve menzillerinin gözle görülmesinden ve hükümlerin ona bağlanmasındandır. Bunun içindir ki, illetini belirtmiş ve: "Yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için” buyurmuştur. Muamele ve tasarruflarınızda aylardan ve günlerden hesabı bilmeniz için demektir. "Allah bunu ancak hak ile yarattı” hakla ilişkili olarak, onda üstün hikmetin gereğine riayet ederek demektir. "Bilen bir topluluk için âyetleri açıklıyor” çünkü onlar düşünerek bundan istifade ederler. İbn Kesîr ile Basralı iki kurra (Ebû Amr ile Ya'kûb) ye ile "yufassılu” okumuşlardır. 6Şüphesiz gece ile gündüzün arka arkaya gelmesinde ve Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, sakınan bir topluluk için elbette ibretler vardır. "Şüphesiz gece ile gündüzün arka arkaya gelmesinde ve Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde” yarattığı çeşitli varlıklarda "elbette ibretler vardır” yaratıcının varlığına, birliğine ve ilim ve kudretinin kemaline delâlet eden. "Sakınan bir topluluk için” sonuçlardan sakınan, çünkü bu onları düşünüp taşınmaya sevk eder. 7Şüphesiz bize kavuşmayı ummayıp dünya hayatına râzı olanlar ve onda huzur bulup da âyetlerimizden gâfil olanlar var ya, "Şüphesiz bize kavuşmayı ummayanlar” yeniden dirilmeyi inkâr ettikleri ve görülen şeylerle yetinip de arkasındakinden gâfil oldukları için bunu beklemeyenler "ve dünya hayatına râzı olanlar” âhiretten gâfil oldukları için buna râzı olanlar "ve onda huzur bulanlar” onda sükûnet bulup da bütün düşüncelerini ona ve yaldızlarına sarf edenler yahut ondan rahatsız olmayacak şekilde onda huzur bulanlar "ve âyetlerimizden gâfil olanlar var ya” onda düşünmezler, çünkü onlara zıt şeylere dalmışlardır. Atıf ya iki sıfatın ayrı oluşundan ve şuna dikkat çekmek içindir ki, tehdit âyetlerimizden doğrudan gâfil olanlarla şehvetlere dalmayı toplamak içindir, öyle ki, akıllarına âhiret hiç gelmemektedir ya da iki grubun ayrı olmasındandır. Öncekilerden maksat yeniden dirilmeyi inkâr edip ancak dünya hayatını isteyenlerdir. Ötekilerden maksat da geçici dünya sevgisi ile oyalandığı için âhireti düşünmek ve ona hazırlanmaktan meşgul olanlardır. 8İşte onların varacakları yer, kazandıkları şeyler yüzünden ateştir. "İşte onların varacakları yer, kazandıkları şeyler yüzünden ateştir” devam ettikleri ve üzerinde alıştırma yaptıkları isyanlar yüzünden. 9Şüphesiz îman edip iyi şeyler yapanları Rableri îmanları ile doğru yola iletir. Nimet cennetlerinde altlarından ırmaklar akar. "Şüphesiz îman edip iyi şeyler yapanları Rableri îmanları ile hidâyet eder” îmanları sebebiyle cennete veya gerçekleri idrake ulaştıracak bir yola hidâyet eder. Nitekim aleyhis-salâtü ves-selâm: Kim bildiği ile amel ederse Allah ona bilmediğini öğretir, buyurmuştur. Ya da istedikleri cennete demektir. Mefhumdan anlaşıldığına göre her ne kadar hidâyetin sebebi îman ve amel-i sâlih ise de ancak "îmanları ile” kavlinden anlaşıldığına göre îman sebep olmaktadır, amel-i sâlih de arkadan gelen tamamlayıcı gibidir. "Altlarından ırmak akar” yeni söz başıdır ya da ikinci haberdir ya da son manaya göre mensûb zamirden hâl’dir. "Fi cennatin naim” de haberdir ya da ondanveyahut enhar'dan başka bir hâl’dir ya da "tecri"ye veyahut "yehdi"ye mütealliktir. 10Oradaki duaları: "Ya Allah, seni tenzih ederiz"dir. Orada sağlık dilekleri de selâmdır. Dualarının sonu da: "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun” (demektir). "Orada duaları: Ya Allah, seni tenzih ederizdir” Allah'ım, seni tenzih etmekle tenzih ve tesbih ederiz. "Orada sağlık dilekleri de” birbirlerini selamlarken yahut melekler onları selamlarken "selâmdır. Dualarının sonu da: Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsundur” yani bunu demektir. Belki de mana şöyledir: Onlar cennete girip de Allah'ın azamet ve ululuğunu gördükleri zaman onu överler ve onu celal sıfatları ile nitelerler. Sonra da melekler onları afetlerden kurtulmak veya çeşitli ikramları elde etmekle selamlarlar ya da Allah onları selamlar, onlar da ona ikrafn sıfatları ile hamd ü sena ederler. "En” enne'den tahfif edilmiştir. O şekilde ve "hamde"nin nasbi ile de okunmuştur. 11Eğer Allah insanlara şerri de hayrı acele istemeleri gibi verseydi, elbette onlara ecelleri hükmedilirdi. Bize kavuşmayı ummayanları taşkınlıkları içinde bocalamaya bırakırız. "Eğer Allah insanlara şerri acele verseydi” süratle verseydi "hayrı acele istemeleri gibi” hayrı acele etmeleri denilecek yerde böyle denilmesi hayırda onlara hızla icabet etmesini bildirmek içindir, böyle ki, onu acele istemeleri onu acele etme gibi olmuştur. Ya da maksat acele istedikleri serdir, Meselâ: "Üzerimize gökten taş yağdır” (Enfâl: 32) demeleri gibi. Kelâmın takdiri şöyledir: Velev yuaccilullahu linnasiş şerre tacilehu lilhayri ... bütün atılanlar, kalanlar onlara dalâlet ettiği için atılmıştır. "Ecellerine hükmedilirdi” öldürülür ve helâk edilirlerdi. İbn Âmir ile Ya'kûb malum siygası ile lekada okumuşlardır ki, fâil de Allahü teâlâ olur. "Lekadayna” da okunmuştur. (Bize kavuşmayı ummayanları taşkınlıkları içinde bocalamaya bırakırız) bu da şart cümlesinin gösterdiği mahzûf fiile ma’tûftur. Sanki şöyle denilmiştir: Fakat acele etme, biz onları aşama aşama helake ulaştırmak için onlara süre veriyoruz. 12İnsana sıkıntı dokunduğu zaman bize yanı üstü yahut oturarak veyahut ayakta dua eder. Ondan sıkıntısını açtığımız zaman, kendine dokunan sıkıntıya bizi çağırmamış gibi çeker gider. İşte israf çılara yaptıkları şeyler böyle süslenmiştir. "İnsana sıkıntı dokunduğu zaman bize dua eder” onu gidermek için canu gönülden dua eder. "Yanı üstü” yaslanarak "yahut oturarak veyahut ayakta” tereddüt edatının faydası bütün hâllerde duayı yahut sıkıntıların çeşitlerini içine almak içindir. "Ondan sıkıntısını açtığımız zaman, çeker gider” yoluna devam eder, küfründe ısrar eder, dua yerinden ayrılır, bir daha oraya dönmez. "Bize dua etmemiş gibi” keennehu lem yed'una demektir, tahfif edilmiştir, zamir-i şe'n de atılmıştır, şairin dediği gibi: Ve nahrin müşrikıl levni keen sedyahu hukkani (Rengi parlak, memeleri de iki hokka gibi nice göğüsler gördüm.) "Dokunan sıkıntıya” sıkıntının defi'ne demektir. "İşte israfçılara yaptıkları şeyler böyle süslenmiştir” zevklere dalıp ibâdetlerden yüz çevirmeleri böyle süslenmiştir. 13Yemin olsun ki, sizden önceki nesilleri zulmettikleri ve peygamberleri mu'cizelerle geldiği zaman îman etmeyecekleri için helâk ettik. Günahkârlar toplumunu böyle cezalandırırız. "Yemin olsun ki, sizden önceki nesilleri helâk etmiştik” ey Mekke halkı, "zulmettikleri zaman” yalanlamak ve kuvvet ve organlarını yaraşmayan yerlerde kullanmakla zulmettikleri zaman "ve peygamberleri mu'cizelerle geldikleri zaman” doğruluklarını gösteren delillerle,caethüm, zalemudaki vavdan gizli kad ile hâl’dir ya da zalemu'ya ma’tûftur. "Îman etmeyecekleri için” îman etmeyecekleri de bellidir, çünkü kabiliyetleri yoktur, Allah onları başarısız kılmıştır ve onların kâfir olarak öleceklerini bilmiştir. Liyü'minu'daki lâm nefyi te'kit içindir. "Bunun gibi” bu ceza gibi, o da peygamberleri yalanlamaları ve bunun üzerinde ısrar etmeleri sebebiyle helâk edilmeleridir. Öyle ki, helâk gerçekleşmiştir, onlara süre tanımada fayda yoktur. "Günahkârlar toplumunu böyle cezalandırırız” bütün günahkârları böyle cezalandırırız yahut sizi böyle cezalandırırız. Zamirin yerine zahiri koyması günahlarının kemale erdiğini ve onların bu konuda tanınır olduklarını bildirmek içindir. 14Sonra sizi onların ardından yeryüzünde hâlifeler kıldık ki, nasd yaptığınıza bakalım. "Sonra sizi onların ardından yeryüzünde hâlifeler kıldık” sizi helâk ettiğimiz nesillerden sonra denemek için onların yerine geçirdik, "ki, nasıl yaptığınıza bakalım” hayır mı yapacaksınız yoksa şer mi? Size amellerinize göre muamele edeceğiz. Keyfe, tamelune'nin mamulüdür çünkü istifhamın takaddüm hakkı vardır. Faydası da cezada muteber olanın fiillerin kendisi değil de cihet ve keyfiyetlerinin esas olmasıdır. Bunun içindir ki, aynı fiil bazen güzel olur bazen de çirkin olur. 15Onlara âyetlerimiz açık olarak okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar: "Bundan başka bir Kur'ân getir yahut onu değiştir” derler. De ki: "Ben onu kendiliğimden değiştiremem. Ben ancak bana vahyolunana tâbi olurum. Şüphesiz ben, eğer Rabbime âsi olursam, büyük bir günün azabından korkarım". "Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar der ki,” yani müşrikler "bundan başka bir Kur'ân getir” başka bir kitap getir okuyalım, içinde öldükten sonra dirilme, öldükten sonra sevap ve azâp gibi akla ziyan şey lmasın ya da ilâhlarımızı ayıplama gibi hoşlanmayacağımız şey lmasın. Ya da onu değiştir” bunları içeren Âyetin yerine öteki âyetleri koyarsın. Belki de bunu, yerine getirdiği takdirde onu kıskıvrak yakalamak için istemişlerdi. "De ki: Benim için olamaz” benim için doğru olmaz "onu kendiliğimden değiştirmem” burada geçen tilka mastardır, zarf olarak kullanılmıştır. Değiştirme yerine cevap vermekle yetinilmesi, onu yapmamasından başka bir Kur'ân getirmenin de mümkün olmayacağı sonucunu çıkarmak içindir. "Ben ancak bana vahyolunana tâbi olurum” bu da olan şeyin gerekçesidir, çünkü bir işte başkasına tâbi olan hiçbir şekilde onda bağımsız olarak hareket edemez. Bu aynı zamanda bazı âyetlerin bazı âyetlerle neshini kabul etmemenin de cevabıdır. Aynı zamanda bu istekle Kur'ân'ın onun sözü ve uydurması olduğu telmihlerine (üstü kapalı ifadelerine) de reddir. Bunun içindir ki, cevapta değiştirmeyi kayıtlamış, ona isyan adını vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ben eğer Rabbime isyan edersem” değiştirmekle "büyük bir günün azabından korkarım". Bunda azâbı bu teklifle hak ettiklerine de îma vardır. 16De ki: "Eğer Allah dilese idi, onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi de. Gerçekten bundan önce aranızda bir ömür kaldım; düşünmüyor musunuz? "De ki: Eğer Allah dilese idi” bundan başkasını "onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi de” onu size benim dilimle bildirmezdi. İbn Kesîr'den te'kit lamı ile "veleedraküm” okuduğu rivâyet edilmiştir yani eğer Allah dilese idi, onu size okumazdım ve onu size başkasının diliyle bildirirdi demek olur. Mana da şöyledir: O, kaçınılması mümkün olmayan bir haktır, eğer benimle gönderilmese idi, başkasıyla gönderilirdi. İkisinde de hemze ile "vela edreeküm” "vela edre'tüküm” de okunmuştur, bu da ye'den çevrilmiş elifi hemzeye dönüştürenin lügatine göredir ya da onu der'ten getirmektedir, o da def etmek manasınadır yani onu okumakla sizi mücadele ile beni def edeceğiniz hasımlar yapmazdım. Mana da şöyledir: İş Allah'ın dilemesi iledir, benim dilememle değil ki, onu sizin istediğiniz şekle getireyim. Sonra bunu tespit ederek şöyle dedi: "Gerçekten aranızda bir ömür bulundum” bir ömür kadar kırk sene "bundan önce” Kur'ân'dan önce, onu okumuyor ve bilmiyordum. Bu şuna işarettir ki, Kur'ân mucizdir, harikuladedir. Çünkü bir kimse aranızda kırk yıl yaşar da o süre içinde ilimle uğraşmaz, bir alimi görmez, ne bir şiir ne de bir hutbe irat etmezken sonra da kalkar onlara bir kitap okursa, bunun da fesahati bütün güzel konuşanların fesahatini mağlup eder, her nesrin üzerine çıkar ve usul ve furu ilimlerinin kurallarını içine alır; öncekilerin kıssalarını ve sonrakilerin konuşmalarım olduğu gibi ihtiva ederse, onun Allahü teâlâ tarafından öğretildiği bilinir. "Düşünmüyor musunuz?” önünü ve sonunu düşünerek aklınızı kullanmıyor musunuz ki, onun başkasından değil Allah'tan olduğunu bilesiniz. 17Allah'a yalan uydurandan yahut âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir? Şüphesiz günahkârlar iflâh olmazlar. "Allah'a yalan uydurandan daha zâlim kimdir?” ona nispet ettikleri şeyden kinaye yolu ile kurtulmadır yahut müşriklerin Allahü teâlâ hakkında: Onun ortağı ve evladı vardır, sözlerindeki iftiralarındaki haksızlığı açığa çıkarmadır. " Yahut âyetlerini yalanlayandan” onları inkâr etmekle. "Şüphesiz günahkârlar iflâh olmazlar". 18Allah'tan başka, kendilerine ne zarar ne de fayda vermeyen şeylere tapıyorlar ve: Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimiz, diyorlar. De ki: Allah'a göklerde ve yerde bilmediği şeyleri mi haber veriyorsunuz? Onu tenzih ederiz. O, onların şirk koştukları şeylerden yücedir. "Allah'tan başka, kendilerine ne zarar ne de fayda vermeyen şeylere tapıyorlar” çünkü onlar cansızdır, fayda ve zarar veremezler. Mâbut sevap ve ceza verebilmelidir ki, ibâdeti bir fayda temin etsin yahut bir zararı def etsin. "Derler ki: Bunlar” putlar "Allah katındaki şefaatçilerimizdir” bize önemli olan dünya işlerinde ve eğer ölümden sonra dirilme olursa âhiret işlerinde şefaat ederler. Sanki onlar bu hususta tereddüt ediyorlar. Bu da aşırı cahilliklerin dendir, çünkü var eden, zarar ve fayda verenin ibâdetini bıraktılar, kesinlikle zarar ve fayda veremeyeceği bilinenin ibâdetine gittiler, bunu da kendilerine şefaat edeceği vehmine dayadılar. "De ki: Allah'a bilmediği şeyleri mi haber veriyorsunuz?” o da ortağı olmasıdır. Bunda onlara azarlama vardır ve onlarla alay edilmektedir. Ya da bunlar onun yanında şefaatçilerimizdir. Bütün bilinenleri bilen kimsenin bilmediği şeyde gerçek olamaz. "Ne göklerde ne de yerde” bu da mahzûf aitten (layalemuhu) nefyi te'kit eden hâl’dir, şunu vurgulamaktadır ki, Allah'tan başka taptığınız şeyler ya gökle ya da yerle ilgilidir. Bu ikisinde var olan şeyler de sonradan olmadır, onlar gibi Allah'ın kahrı altındadır. Ona şirk koşulması lâyık değildir. "Onu tenzih ederiz, o onların şirk koştukları şeylerden yücedir” şirk koşmalarından ve ona şirk koştukları şeylerden. Hamze ile Kisâî burada ve iki yerde, Nahl'in başında ve Rum sûresinde te ile (tüşrikun) okumuşlardır. 19İnsanlar ancak bir tek ümmet idilerdi; fakat ihtilafa düştüler. Eğer Rabbinden bir kelime geçmese idi, mutlaka ihtilâf ettikleri şeylerde aralarında hüküm verilirdi. "İnsanlar ancak bir tek ümmet idilerdi” fıtrat üzere idiler yahut hak üzerinde müttefik idiler. Bu da Âdem aleyhisselâm zamanından Kabil'in Habil'i öldürmesine kadar devam eder ya da Tufandan sonradır ya da peygamberlerin olmadığı dönemlerde sapıklıkta idiler, "derken ayrılığa düştüler” nefislerine ve bâtıl şeylere uymakla ya da peygamberlerin gönderilmesi iledir ki, bir kısmı tâbi oldu, ötekisi de inat etti. "Eğer Rabbinden bir kelime geçmese idi” aralarındaki hükmün veya aralarında karar verilen azabın kıyâmet gününe kadar ertelenmesine dâir, çünkü o ayrım ve ceza günüdür "elbette aralarında hüküm verilirdi” acele ile "ihtilâf ettikleri şeylerde” bâtıl taraftarlarının helâki ve haklıların bırakılması ile. 20Ona: Rabbinden bir mu'cize indirilmeli değil miydi? derler. Sen de de ki: Gayb ancak Allah'a aittir. Siz bekleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber beklemekteyim. "Ona: Rabbinden bir mu'cize indirilmeli değil miydi?” yani teklif ettikleri mu'cizelerden. "De ki: Gayb ancak Allah'a aittir” onun bilgisi ona hâstır, belki de teklif edilenlerin indirilmesinde indirilmesini durduracak zararlı şeyler vardır! "Bekleyin” teklif ettiğiniz şeyin inmesini "şüphesiz ben de sizinle beraber beklemekteyim” indirdiği büyük âyetleri İnkârınız ve başkasını teklif etmeniz sebebiyle Allah'ın size yapacağını. 21Eğer insanlara kendilerine dokunan sıkıntıdan sonra bir rahmet tattırırsak, birden âyetlerimizde hileleri vardır. De ki: Allah hilece daha hızlıdır. Şüphesiz elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıyorlar. "Eğer insanlara bir rahmet tattırırsak” sağlık ve bolluk gibi "kendilerine dokunan sıkıntıdan sonra” kıtlık ve hastalık gibi "birden âyetlerimizde bir hileleri vardır” ona dil uzatmak ve onu def etmek için hile aramada. Şöyle de denilmiştir: Mekke halkı yedi yıl kıtlık yaşadı, öyle ki, helâk olacaklardı, sonra Allah onlara yağmur gönderdi, yine Allah'ın âyetlerine ve Resûlüne dil uzatmaya başladılar. "De ki: Allah hilece daha hızlıdır” sizden, siz hilenizi kurmadan o azabınızı düzenlemiştir. Onların da hızlı tuzak kurduklarını izâ-i şartıyenin cevabı göstermektedir. Mekr gizli hile yapmaktır, o da Allah'tan ya istidraçtır ya da tuzağa karşılıktır. "Şüphesiz elçilerimiz yaptığınız hileleri yazıyorlar” intikâmın gerçekleşeceğini göstermekte ve şuna dikkat çekmektedir ki, gizlice kurdukları şeyler hafaza meleklerine bile gizli kalmamaktadır, kaldı ki, Allahü teâlâ'ya gizli kalsın. Ya'kûb'tan yektubun'e uygun olması için yemkurun okuduğu rivâyet edilmiştir. 22O Allah ki, sizi karada ve denizde yürütüyor. Nihayet gemilerde olduğunuz zaman onları hoş bir rüzgârla yüzdürüp de buna sevindikleri zaman, onlara şiddetli bir rüzgâr gelir ve dalgalar onlara hücum eder. Onlar da iyice kuşatıldıklarını sanırlar. İşte o zaman dini ona hâs kılarak: Yemin olsun, eğer bizi bundan kurtarırsan, mutlaka şükredenlerden oluruz, diye dua ederler. "O Allah ki, sizi yürütüyor” sizi yürümeye sürüklüyor ve imkân veriyor "karada ve denizde. Nihayet gemide olduğunuz zaman ve onları yüzdürüp de” içindekileri, muhataptan gaibe geçmesi mübalağa içindir, sanki bunu başkasına anlatıyor ki, hâllerinden şaşsın da onu beğenmesin. "Hoş bir rüzgârla” ılgıt ılgıt esen "ve ona sevindiler” o rüzgâra "caetha” bu da izâ'nın cevabıdır. Zamir de fülk'e (gemilere) yahut hoş rüzgâra râcidir ki, onu karşılar demektir. "Şiddetli bir fırtına” şiddetli esen rüzgâr "ve dalga ona her taraftan gelir, kuşatıldıklarını sanırlar” helâk olacaklarını ve kurtuluş yollarının tıkandığını sanırlar, tıpkı düşmanın kuşattığı gibi. "İşte o zaman dini ona hâs kılarak Allah'a dua ederler” şirk koşmadan, çünkü fıtrat geri gelmiş ve arız olan şiddetli korku ortadan kalkmıştır. Bu da "zannu"dan bedel-i iştimal'dir. Çünkü duaları da zanlarmm gereklerindendir. "Yemin olsun, eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden oluruz” derler ya da deavu'nûn mef'ûlüdür, çünkü o da söz sayılır. 23Onları kurtarınca, hemen yeryüzünde haksız yere taşkınlık ederler. Ey insanlar, taşkınlığınız ancak kendinizedir. Bu da dünya menfaati gibi geçicidir. Sonra dönüşünüz bizedir; biz de size yaptıklarınızı haber veririz. "Onları kurtarınca” dualarını kabul ederek "birden yeryüzünde taşkınlık ederler” orada fesat çıkarmaya ve eski hâllerine koşarlar. "Haksız yere” bu da Müslümanların kâfirlerin yurtlarım tahriplerinden, ekinlerini yakmalarından ve ağaçlarını kesmelerinden ihtirazdır (onu dışarıda bırakmaktır). Çünkü o haklı olarak fesat çıkarmaktır. "Ey insanlar, faşıklığınız ancak kendinizedir” çünkü vebali sizedir yahut sizin gibilere ve kendi cinsinizden olanlaradır. (Bu da dünya menfaati gibi geçicidir) devam etmez, azâbı ise kalır. Merfû' okunuşu onun "bağyukum"un haberi olmasından ve "alâ enfüsikümün” de sılası olmasındandır ya da mahzûf mübtedanın haberidir, takdiri de: Zâlike metaul hayatid dünya demektir. "Alâ enfüsiküm” de "bağyuküm"ün haberidir. Hafs ise onu mef'ûlu mutlak olarak mensûb okumuştur, yani tetemetteune metaal hayatid dünya demektir. Yahut "bağy"in mef'ûlüdür, çünkü o istemek manasınadır; o zaman câr onun sılası, haber de mahzûf olur, takdiri de şöyledir: Bağyüküm metaal hayatid dünya mahzurun yahut dalalun. Yahut bağy'in delâlet ettiği fiilin mef'ûlüdür, "alâ enfüsiküm” de haberidir. "Sonra dönüşünüz bizedir” kıyâmette "biz de size yaptıklarınızı haber veririz” karşılığını vermekle. 24Dünya hayatının hâli gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, onunla insanların ve hayvanların yediğinden bitkiler birbirine karışır. Nihayet yeryüzü ziynetini alıp süslendiği ve sahiplerinin de buna muktedir olacaklarını zannettikleri zaman, ona emrimiz gece yahut gündüz gelir; biz de onu dün hiç olmamış gibi biçilmiş kılarız. Biz, âyetleri düşünen bir topluluk için böyle açıklıyoruz. "Dünya hayatının hâli ancak” çabuk bitmesinde ve ikbalden ve insanlar ona aldandıktan sonra nimetinin gitmesinde "gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, onunla yeryüzünün otları birbirine karışır” birbirine geçer "insanların ve hayvanların yediklerinden” ekinlerden, yeşilliklerden ve otlardan. "Nihayet yeryüzü ziynetini alıp da” gelin gibi süslerini takınıp bezendiği zaman. "İzzeyyenet” aslı tezeyyenet'tir, idgam olmuştur. Asıl üzere "üzyinet” de okunmuştur ki, üfilet veznindedir, i'lal edilmemiştir, ü'yilet gibidir. Mana da süslü hâle geldiği zaman demektir. İzyânnet de okunmuştur ki, ibyâddat veznindedir. "Sahipleri buna muktedir olacaklarını zannettikleri zaman” biçeceklerini ve ürününü alacaklarım düşündükleri zaman "ona emrimiz geldi” ekini mahvedecek şey (afet) vurdu, gece yahut gündüz, "biz de onu kıldık” ekinini "biçilmiş” kökünden biçilmiş gibi kıldık. (Dün olmamış gibi) yani keen lem yağne zer'uha, ekini olmamış gibi. İki yerde de muzâf mübalağa için mahzûftur. Aslı üzere ye ile keen lem yağne de okunmuştur. "Bilems” az önce demektir. Bu da yakın zamana misaldir. Müşebbehün bih de hikayenin manasıdır o da yeşilliğin aniden bitip kırıntı hâlinde gitmesidir. Halbuki az önce terü taze idi, birbirine sarmaş dolaş idi. Öyle ki, sahiplerinin tamahı kabarmış, afetten kurtulduğunu zannetmişlerdi. Müşebbehün bih el- mâ lâfzı değildir, ister ki, başında teşbih edâtı olsun. Çünkü bu mürekkep (girift) teşbihlerdendir. "Biz âyetleri düşünen bir topluluk için işte böyle açıklıyoruz” çünkü ondan istifade edecekler onlardır. 25Allah selamet yurduna çağırır ve dilediğini doğru yola iletir. "Allah selamet yurduna çağırır” bitip tükenmekten ve afetten selamet yurdudur ya da Allah'ın yurdudur, ona özellikle bu ismin verilmesi bunu vurgulamak içindir ya da öyle bir yurttur ki, orada Allah ve melekler oraya girenlere selâm verirler. Maksat da cennettir. "Dilediğine hidâyet eder” muvaffak kılmakla, "doğru yola” o da selamet yurdunun yoludur. O da İslâm'dır, takva elbisesiyle zırhlanmaktır. Davetin genel ve hidâyetin dilemeye özel olması da emrin irâdeden başka olduğunu ve sapıklıkta ısrar eden için Allah'ın doğru yolu bulmasını istemediğini vurgulamak içindir. 26İyilik edenler için daha güzeli ve fazlası vardır. Yüzlerini ne toz ne de horluk kaplamaz. İşte onlar cennet yaranlarıdır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. "İyilik edenler için daha güzeli vardır” en güzel sevap "ve fazlası vardır” lütuf olarak sevaptan fazlası, çünkü Allahü teâlâ: "Lütfundan onlara artırır” (Nisa: 173) buyurmuştur. Şöyle de denilmiştir: Daha güzeli iyilikleri gibidir, fazlası da on, yedi yüz ve daha çok katıdır. Şöyle de denilmiştir: Fazlası Allah'tan bağışlama ve rızadır. Şöyle de denilmiştir: En güzeli cennettir, fazlası da cemal-i İlâhiyi temaşadır. "Yüzlerini kaplamaz” bürümez "ne toz” kara duman "ne de horluk” değersizlik. Mana da şöyledir: Onları cehennem halkını bürüyen şey bürümez yahut bunu gerektiren üzüntü ve kötü hâl bürümez. "İşte onlar cennet yaranlarıdır, orada ebedî kalıcılardır” devamlı kalacaklar, kesintisiz, nimeti de bitmez. Dünya nimetleri ve süsleri ise öyle değildir. 27Kötülükler kazananların cezası misliyle kötülüktür ve onları bir aşağılık (kompleksi) kaplar. Onlar için Allah'tan bir koruyucu yoktur. Yüzleri sanki karanlık gece parçaları ile kaplanmıştır. İşte onlar ateşin yaranlarıdır. Orada ebedî kalıcıdırlar. (Kötülükler kazananların cezası misliyle kötülüktür) bu da "lillezine ahsenul hüsna” kavlinin üzerine atıftır, bu da fiddari zeydün velhücreti amrün kurgusunu câiz kabul edenlere göredir. Ya da "Ellezîne” mübteda’dır, haber de "cezau seyyietin” dir. Takdir de şöyledir: Ve cazaüllezine kesebus seyyiati cezaü seyyietin bimisliha. Yani bir kötülük kendi misliyle cezalandırılır, artırılmaz. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, fazlası lütuftur yahut katlamadır (Allah'ın cemalini görmek değildir). Ya da haber keennema uğşiyet'tir yahut ulaike ashâbunnari'dir, ikisinin aralarındaki de itiraz cümlesidir. Bu durumda cezaü seyyietin mübteda’dır, haberi de mahzûftur yani fecezaü seyyietin bimisliha vakıun demektir ya da haber bimislihadır, be de zâittir, ya da mukadderun bimisliha takdir edilir. (Onları bir aşağılık kaplar) ye ile de (yerhakuhum) okunmuştur, "onlar için Allah'tan bir koruyucu yoktur” Allah'ın gazabından, Allah tarafından ve onun katından, nitekim mü'minler için vardır. "Yüzleri sanki karanlık gece parçaları ile kaplanmıştır” aşırı karalığından ve zulumatından. "Muzlimen” "leyi"den hâl’dir, âmili de "uğşiyet"tir, çünkü o "kıtaan"da da amildir, o câr ve mecrûr ile mevsûftur, mevsunın âmili sıfatın da amilidir. Ya da minelleyli'deki fiil manasıdır. İbn Kesîr, Kisâî ve Ya'kûb sükûn ile "kıt'an” okumuşlardır. Buna göre "muzlimen"in onun sıfatı ya da ondan hâl olması da doğrudur. "İşte onlar ateşin yaranlarıdır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar” bu da Vaidî’ler fırkasının ileri sürdüğü delillerdendir. Cevabı da şöyledir: Âyet kâfirler hakkındadır, çünkü seyyiat tabiri küfrü de şirki de içine alır. Bir de iyilik edenler tabiri ehl-i kıbleden büyük günah sahiplerini de içine alır, öyleyse onları parça olarak içine almaz. 28O gün onların hepsini toplarız, sonra da şirk koşanlara: Siz ve ortaklarınız yerinizden ayrılmayın, deriz. Böylece aralarını ayırdık. Ortakları: Siz, bize ibâdet etmiyordunuz, derler. "O gün onların hepsini toplarız” yani iki fırkanın hepsini demektir, "sonra da şirk koşanlara: Yerinizden ayrılmayın, deriz” ayrılmayın ki, size ne yapılacağını göresiniz. (Siz) bu da amilinden ayrılan zamirin tekididir "ve ortaklarınız” ona atıftır, nasb ile mef'ûlu maah olarak "ve şürekaeküm” de okunmuştur. "Aralarını ayırdık” aralarındaki bağlantıyı kestik. "Ortakları: Siz bize ibâdet etmiyordunuz, dediler” ibâdet ettikleri şeylerin onların ibâdetini kabul etmemelerinden mecazdır. Çünkü onlar aslında kendi keyiflerine ibâdet ettiler, çünkü şirki emreden o idi, şirk koştukları şeyler değildi. Şöyle de denilmiştir: Allah putları konuşturur, onlar da bekledikleri şefaatin yerine şifahen bunu derler. Şöyle de denilmiştir: Ortaklardan maksat melekler ve Mesih'tir. Şeytanlardır da denilmiştir. 29Allah sizinle bizim aramızda şâhit olarak yeter. Şüphesiz biz, sizin ibâdetinizden gâfiller idik. “ Allah sizinle bizim aramızda şâhit olarak Allah yeter” çünkü o gerçek durumu bilir. (Şüphesiz biz sizin ibâdetlerinizden gâfiller idik) in müsakkaleden tahfif edilmiştir, lâm da bunun ayıracıdır. 30Orada her nefis önceden yaptığı şeyin imtihanını verir. Gerçek Mevlâları olan Allah'a döndürüldüler. Uydurdukları şeyler de onlardan kayboldu. "Orada” bu makamda "her nefis önceden yaptığı şeyin imtihanını verir” faydasını ve zararını görür. Hamze ile Kisâî "tetlu” okumuşlardır ki, tilavet kökünden gelir ve yaptığını okur, demektir. Ya da tilv'den gelir ki, amelini takip eder, o da onu ya cennete ya da cehenneme götürür. Nûn ile "külle"nin nasbi ve "mâ"nın da ondan bedel olması ile "neblu” da okunmuştur ki, mana onu deneriz, ona hâlini deneyen biri gibi yaparız, geçmiş amellerini öğrenmekle mutluluk ve mutsuzluğunu öğrenmek isteyen gibi işlem yaparız, demektir. Bundan ona belâ dokundururuz manasını murat etmek de câizdir ki, her âsi nefse önceden yaptığı kötülük yüzünden azâbı dokundururuz, demektir. O zaman "mâ” harfi çerin hazfi ile mensûb olur. "Allah'a döndürüldüler” önceden yaptıkları yüzünden cezasına demektir, "gerçek Mevlâları” Rableri ve gerçek velileri olan Allah'a, yalandan Mevlâ edindiklerine değil. Nasb ile medih yahut geçen cümlenin mazmununu te'kit etmek üzere "elhakka” da okunmuştur. "Onlardan saptı” zâyi oldu "uydurdukları şeyler” ilâhlarının yahut ilâh dedikleri şeylerin kendilerine şefaat edeceği beklentisi. 31De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Yahut kulaklara ve gözlere sahip olan kimdir? Ölüden diriyi çıkaran ve diriden ölüyü çıkaran kimdir? İşi kim çeviriyor? "Allah” diyecekler. De ki: Korkmuyor musunuz? "De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir?” yani toplam ikisinden demektir. Çünkü rızıklar göksel sebeplerle yersel maddelerden meydana gelir. Her birinden de size bol bol verilir. Şöyle de denilmiştir; "Min” muzâfın hazfi ile men'i açıklamak içindir yani min ehlissemai valardı (gök ve yer halkından) demektir. "Ya da kulaklara ve gözlere sahip olan kimdir?” onları kim yaratabilir ve tesviye edebilir yahut onları afetlerden kim koruyabilir, o afetler ki, o kadar çoktur, o organlar ki, o kadar naziktir, en ufak bir şeyden etkilenir? "Ölüden diriyi ve diriden ölüyü kim çıkarır?” kim diriltir ve kim öldürür? Ya da canlıyı yumurtadan ve yumurtayı canlıdan kim çıkarır? "İşi kim idare eder?” âlemin işini idare eden kimdir? Bu da genellemeden sonra özellemedir. "Allah, diyecekler” çünkü çok açık olduğu için inat ve kibir gösteremeyeceklerdir. "De ki: Korkmuyor musunuz?” bizzat kendiniz, hiçbir şeyde ortak olmayan şeyleri ona şirk koşmakla azabından korkmuyor musunuz? 32İşte hak Rabbiniz Allah'tır, haktan sonra da sapıldıktan başka bir şey yoktur. Nasıl da îmandan döndürülüyorsunuz? "İşte hak Rabbiniz Allah budur” bu işleri üstlenen ve ibâdet edilmeyi hak eden Rabliği sâbit olan Rabbinizdir. Çünkü sizi yoktan var eden, dirilten, size rızık verip işleri idare eden odur. "Haktan sonra da sapıklıktan başka bir şey var mıdır?” Bu da red manasında istifhamdır, yani haktan başka ancak sapıklık vardır. Kim Allahü teâlâ'ya ibâdet demek olan hakkın ötesine adım atarsa, sapıklığa düşer. "Nasıl da döndürülüyorsunuz?” haktan sapıklığa! 33İşte böylece Rabbinin, fâsıklara: Şüphesiz onlar îman etmezler, sözü hak oldu. "İşte böylece Rabbinin kelimesi hak oldu” ya Rabb'lik Allah'a hak olduğu yahut haktan sonra sapıklık olduğu veyahut onların haktan çevrildikleri gibi Allah'ın şu kelimesi ve hükmü de hak oldu "fâsıklara” İnkârlarında ısrar edip ıslah olma sınırından çıkanlara: (Artık onlar îman etmezler) bu da kelimeden bedeldir ya da hak olmasının gerekçesidir. Bundan maksat da azâp va'didir. 34De ki: Ortaklarınızdan yaratmayı başlatan, sonra da onu tekrarlayan var mıdır? De ki: Allah yaratmayı başlatır, sonra da onu tekrarlar. Nasıl da çevriliyorsunuz? "De ki: Ortaklarınızdan yaratmayı başlatan, sonra da onu tekrarlayan var mıdır?” Tekrar etmeyi hasmı susturmada başlatma gibi sayması, o yollu olmasalar da onun da açık delil olmasındandır. Bunun içindir ki, Resûl aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz'e onların yerine cevap vermesi emrolunmuş, o da: "Deki: Allah yaratmayı başlatır, sonra da onu tekrar eder” buyurmuştur. Çünkü onların ısrarcılıkları onları itiraf etmeye bırakmıyor. "Nasıl da çevriliyorsunuz!” doğru yoldan döndürülüyorsunuz. 35De ki: ortaklarınızdan hakka ileten var mı? De ki: Hakka Allah iletir. Hakka ileten kimse mi uyulmaya daha layıktır yoksa doğru yola götürülmedikçe doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl karar veriyorsunuz? "De ki: Ortaklarınızdan hakka ileten var mı?” ortaya deliller koyarak, peygamberler göndererek ve düşünüp taşınmaya muvaffak kılarak. Heda fiili intiha manasını içerdiği için "ilâ” ile geçişli kılındığı gibi müntehanın da hidâyetin sonu olması ve hidâyet de ona rastgele yönelmediği için lâm ile de geçişli kılınmıştır. Bunun içindir ki, Allah'a isnat edilen yerde onunla (lâm ile) geçişli kılınmıştır. "De ki: Allah hakka hidâyet eder (lilhakkı). Hakka hidâyet eden kimse mi uyulmaya daha layıktır yoksa doğru yola götürülmedikçe doğru yolu bulamayan mı?” Yoksa iletilmedikçe doğru yolu bulamayan mı? Bu da heda binefsihi deyiminden gelir ki, doğruyu kendi bulmaktır. Ya da Allah hidâyet etmedikçe başkasını hidâyet edemeyen mi? Bu da en şerefli ortaklarının hâlidir, Meselâ melekler, Mesih ve Üzeyr gibi. İbn Kesîr,rş de Nâfi''den rivâyetle ve İbn Âmir he'nin fethi ve dal'in şeddesi ile "yeheddi” Ya'kûb ile Hafs da he'nin kesri ve dal'ın şeddesi ile "yehiddi” okumuşlardır. Aslı yehtedi'dir, idgam edilmiş ve he te'nin harekesiyle harekelenmiş ya da iki sâkin cem olduğu için meksûr kılınmıştır. Ebû Bekir ye'yi he'ye tâbi kılarak "yihiddi” okumuştur. Ebû Amr da yalnız idgam ile okumuş, iki sakinin cem olmasını dikkate almamıştır, çünkü müdğam da harekeli durumundadır. Nâfi''den Kalun rivâyetinde böyle nakledilmiştir. Mübalağa için "illâ en yühedda” da okunmuştur. "Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?” Böyle akla muhâlif şeylerde. 36Onların çoğu zandan başka bir şeye tâbi olmaz. Şüphesiz zan, haktan hiçbir şeyi kurtarmaz. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını pekiyi bilendir. "Onların çoğu” itikat ettikleri şeyde "zandan başka bir şeye tâbi olmaz” ham hayallere ve bozuk kıyaslara dayanarak Meselâ en küçük bir ortaklığı dikkate alarak görünmeyeni görünene ve Yaratanı yaratılmışa kıyas etmek gibi. Çoğundan maksat hepsidir yahut iyiyi kötüden ayırmaya gayret edip kuru taklide râzı olmayanlar gibi (diğerleri ise hiç kâle alınmazlar). "Şüphesiz zan, haktan hiçbir şeyi kurtarmaz” ilimden ve hak itikattan. Şey'e'nin mef'ûl olması, "minel hakkı"nın da ondan hâl olması da câizdir. Bunda usul konusunda ilim tahsil etmenin vâcip; taklit ve zan ile yetinmenin de câiz olmadığına delil vardır. "Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını pekiyi bilendir” bu da zanna tâbi olduklarından ve delilden yüz çevirdiklerinden onlar için tehdittir. 37Bu Kur'ân, Allah'tan başka biri tarafından uydurulacak bir şey değildir. Ancak o, Önündekinin tasdiki ve o kitabın açıklamasıdır. Onda şüphe yoktur. Âlemlerin Rabb'indendir. "Bu Kur'ân, Allah'tan başka biri tarafından uydurulacak bir şey değildir” bir mahlûk tarafından uydurulacak. "Ancak o, önündekinin tasdikidir” önündeki ve doğruluğuna şahitlik edilen kitaplara uygundur, yalan olamaz. Nasıl olur ki, o mucizdir, diğerleri değildir. O diğerlerinin mihenk taşıdır. Doğruluklarına şahittir. Tasdiken'in nasbi mukadder "kâne"nin haberi olmasından yahut mahzûf bir fiilin illeti olmasındandır, takdiri şöyledir: Lakin enzelehullahu tasdikellezi. Ref ile de okunmuştur takdiri: Velakin hüve tasdikün'dür. "Kitabın açıklamasıdır” hak ve sâbit olan akaid ve şerîatların açıklamasıdır. (Onda şüphe yoktur) bu da üçüncü haberdir, istidrakin hükmüne dahildir. Kitaptan hâl olması da câizdir, çünkü o mana bakımından mef'ûldur, yeni söz başı olması da câizdir. "Âlemlerin Rabbindendir” bu da başka bir haberdir, takdiri kâinen min rabbil alemindir ya da tasdike veyahut tafsile mütealliktir. Lâ raybe fîh de ara cümlesidir ya da bu ikisine bağlı (enzele) fiiline mütealliktir. Kitap'tan yahut Ahi'deki zamirden hâl olması da câizdir. Âyetin mesajı, zanna tâbi olmayı reddettikten sonra uyulması gerekeni (ki, o da Kur'ândır) açıklamak ve ona delil getirmektir. 38Yoksa "onu kendisi mi uydurdu?” diyorlar. De ki: Siz de onunki gibi bir sûre getirin ve doğru söylüyorsanız, Allah'tan başka gücünüzün yettiğini çağırın. "Yoksa, onu kendisi mi uydurdu diyorlar?” Muhammed uydurdu mu diyorlar, burada hemzenin manası inkâr içindir. "De ki: Siz de onun gibi bir sûre getirin” belagatta, güzel nazımda ve mana kuvvetinde uydurma olarak. Çünkü sizler de benim gibi Arap ve fasihsiniz. Daha çok nazım ve ibare alıştırması yapmışsınız. "Gücünüzün yettiğini çağırın” bununla beraber yardım görebileceğiniz herkesi çağırın "Allah'tan başka” çünkü ancak onun buna gücü yeter. "Eğer doğru iseniz” onu uydurduğu iddiasında. 39Hayır, bilgisini kavrayamadıkları ve kendilerine te'vili henüz gelmeyen şeyi yalanladılar. Kendilerinden öncekiler de böyle yalanladılar. Bak, o zâlimlerin sonu nasıl oldu? "Hayır, onlar yalanladılar” yalanlamaya koştular, "bilgisini kavrayamadıkları şeyi” Kur'ân'ı, onu ilk duyduklarında âyetlerini derin düşünmeden, durumunu kavramadan yahut yeniden dirilme, ceza görme ve dinlerine muhâlif diğer bilmedikleri ve kavrayamadıkları şeyleri (yalanladılar). "Te'vili onlara henüz gelmedi” henüz onun te'viline vakıf olamadılar, zihinleri onun manalarına erişemedi yahut gayblere ait verdiği haberlerin te'vili onlara gelmedi ki, doğru mu yalan mı olduğu belli olsun. Mana da şöyledir: Kur'ân lâfız ve mana bakımından mucizdir, onlar ise nazmını düşünmeden ve manasını incelemeden birden yalanlamaya kalkıştılar. "Lemmâ” lâfzındaki beklentinin manası şudur, onun mu'cize olduğu sonunda onlara belli oldu, çünkü onlara defalarca meydan okudu, onlar da ona karşılık vermek için akıl güçlerini denediler, buna rağmen karşısında yenik düştüler yahut haber verdiği şeylerin defalarca doğru çıktığını görünce inat ve dik kafalılıklarına devam ettiklerinden yalanlamaktan vazgeçmediler. "Kendilerinden öncekiler de böyle yalanladılar” peygamberlerini. "Bak, o zâlimlerin sonu nasıl oldu?” bunda kendilerinden öncekilerin cezası gibi onlar için de bir tehdit vardır. 40Onlardan kimi ona îman eder, onlardan kimi de ona îman etmez. Rabbin bozguncuları pekiyi bilendir. "Onlardan” yalanlayanlardan "kimi ona îman eder” onu içinden tasdik eder ve onun hak olduğunu bilir, ancak inat eder yahut ileride ona îman eder ve küfründen tevbe eder. "Onlardan kimi de ona îman etmez” içinden çünkü çok aptaldır ya da düşüncesi kıttır. Ya da gelecekte de etmez, bilâkis küfür üzerinde ölür. "Rabbin o bozguncuları pekiyi bilendir” o muannitleri yahut o ısrarcıları. 41Eğer seni yalancı çıkarırlarsa, de ki: Benim amelim bana, sizin ameliniz de size. Siz benim yaptığımdan berisiniz, ben de sizin yaptığınızdan beriyim. "Eğer seni yalancı çıkarırlarsa” bunca delil karşısında seni yalanlamaya ısrar ederlerse, "de ki: Benim amelim bana, sizin ameliniz de size” onlardan el çek, artık mazursun. Mana da şöyledir: Benim amelimin karşılığı banadır, sizin amelinizin karşılığı da sizedir, ister hak ister bâtıl olsun. "Siz benim yaptığımdan berisiniz, ben de sizin yaptığınızdan beriyim” siz benim amelimden sorulmazsınız, ben de sizin amelinizden sorulmam. Bunda onlardan yüz çevirme ve onları salıverme manası anlaşıldığından bunun kılıç ayetiyle mensûh olduğu da söylenmiştir. 42Onlardan kimi seni dinlerler. Sağırlara sen mi duyuracaksın? Akıllarını çalıştırmasalar da! "Onlardan kimi seni dinlerler” Kur'ân okuduğun ve şer'î emirleri öğrettiğin zaman, ancak hiç duymayan sağır gibi kabul etmezler. "Sağırlara sen mi duyuracaksın?” duyurabilirsin "akıllarını çalıştırmasalar da!” sağırlıklarına bir de akılsızlıkları ilave edildiği zaman. Bunda şuna dikkat çekilmektedir ki, sözü gerçek dinlemek, ondan kastedilen manayi anlamaktır. Bunun içindir ki, hayvanlar böyle şeyle nitelenmez. Bu da ancak onu anlamak için aklıselimi kullanmakla olur. Onların akılları ise vehmin karşı koyması, eş dostun hatırı ve kör taklit ile özürlü olduğundan hükmü ve ince manaları anlamaları zorlaşmıştır. Artık lâfızların onlara söylenmesinden ancak hayvanların yararlandığı kadar yararlanırlar. 43Onlardan kimi sana bakar. Körlere sen mi yol göstereceksin? Görmüyorlar olsalar da! "Onlardan kimi sana bakar” peygamberliğinin delillerini gözleriyle görürler, fakat seni tasdik etmezler. "Körlere sen mi yol göstereceksin?” onları hidâyet edebilir misin "görmüyor olsalar da!” göz körlüklerine bir de basiret körlüğü ilave edildiği zaman. Çünkü görmekten maksat ibret almaktır, mantıklı olmaktır. Bu konuda geçerli olan basirettir. Bunun içindir ki, basiretli bir kör, gören ahmakın idrak edemeyeceği şeyleri sezer ve mantıklı sonuçlar çıkarır. Âyet onlardan el çekme emrinin ve yüz çevirmenin gerekçesi gibidir. 44Allah insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar kendilerine zulmederler. "Allah insanlara hiçbir şeyle zulmetmez” duyularını ve akıllarını köreltmekle "ancak insanlar kendilerine zulmederler” onları bozmak ve onlardan kazanılacak şeyleri elden kaçırmakla. Bunda şuna delil vardır ki, kulun kazanma yeteneği vardır, Cebriye'cilerin iddia ettikleri gibi irâdesi elinden tamamen alınmış değildir. Onlar için tehdit olması da câizdir, Mana da şöyledir: Kıyamet günüde onları saracak olan amel Allah'tan âdil bir hükümdür. Allah onlara zulmetmez ancak onlar sebeplerine tevessül ettikleri için kendilerine zulmederler. 45O gün Allah onları toplar. Sanki dünyada gündüzden bir saat kalmışlar gibi. Kendi aralarında tanışırlar. Allah ile karşılaşmayı yalanlayan ve doğru yolu bulamayanlar gerçekten ziyan etmişlerdir. "O gün onları toplar. Sanki dünyada gündüzden bir saat kalmışlar gibi". Dünyada ya da kabirlerde kalma sürelerini kısa görürler, çünkü korkunç şeyler göreceklerdir. (Keen lem yelbesu) teşbih cümlesi hâl yerindedir yani onları ancak bir saat kalmış bir kimseye benzeterek toplayacağız, demektir. Ya da "yemv"in sıfatıdır, ait zamir de mahzûftur, takdiri şöyledir: Keen lem yelbesu kablehu. Ya da mahzûf mastarın sıfatıdır yani haşren keen lem yelbesu kablehu demektir. "Kendi aralarında tanışırlar” birbirlerini tanırlar, sanki az bir zaman ayrılmışlardır. Bu da ilk toplandıklarında olur. Sonra durum sıkışınca tanışma kesilir. Bu da mukadder başka bir hâl’dir. Ya da "keen lem yelbesu” kavlinin açıklamasıdır yahut zarfın müteallakıdır, takdir de şöyledir: Yetearefune yevme nahşürühüm. "Allah ile karşılaşmayı yalanlayanlar gerçekten ziyan etmişlerdir” ziyanlarına şahitlik etmek ve şaşmak için yeni söz başıdır. Derler lâfzı takdir edilerek "yetearefune"deki zamirden hâl olması da câizdir. "Doğruyu bulamadılar” marifetleri elde etmek için kendilerine verilen yardımcı unsurları kullanmayı başaramadılar. Üstelik onlarla öyle cahillikler yaptılar ki, kendilerini tehlikeye ve sürekli azaba götürdü. 46Eğer onlara va'dettiğimizin bir kısmını sana gösterir yahut seni öldürürsek, yalnız bizedir onların dönüşü. Sonra Allah onların yaptıkları şeylere şahittir. "Eğer onlara va'dettiğimizin bir kısmını sana gösterirsek” vadettiğimiz azâbı hayatında gösterirsek, Meselâ Bedir savaşında gösterildiği gibi "yahut seni öldürürsek” göstermeden önce "yalnız bizedir onların dönüşü” onu da sana âhirette gösteririz. Bu da "neteveffeyenneke"nin cevabıdır, "nüriyenneke"nin cevabı ise onun gibi mahzûf bir şeydir. "Sonra Allah onların yaptıkları şeylere şahittir” karşılığını verir. Şahitliği zikretti, sonucunu ve gereğini murat etti. Bunun içindir ki, sonucunu sümme ile göstermiştir. Ya da kıyâmet gününde onların yaptıklarına karşılık şahitlik edecektir, demektir. 47Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri onlara geldiği zaman aralarında adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez. "Her ümmetin vardır” geçmiş ümmetlerden her ümmetin "bir peygamberi” onlara gönderilir ki, onları hakka davet etsin. "Peygamberleri geldiği zaman” mu'cizelerle, onlar da yalanladığı zaman "aralarında hüküm verilir” Peygamberle onu yalanlayanlar arasında "hak” adalet ile; peygamber kurtarılır, yalanlayanlar helâk edilir. "Onlara zulmedilmez". Manası şöyledir denilmiştir: Her ümmetin kıyâmet gününde ona nispet edileceği bir peygamberi vardır, Peygamberleri mahşer yerine küfür ve îmanlarına şahitlik etmek için geldiği zaman aralarında mü'min'in kurtulmasına ve kafirin azabına hüküm verilir, çünkü "peygamberler ve şâhitler getirilir ve aralarında hüküm verilir” (Zümer: 69) denilmiştir. 48Eğer doğru söylüyorsanız, bu va'd ne zamandır, derler? "Bu va'd ne zamandır, derler” uzak görerek ve alay ederek "eğer doğru söylüyorsanız?” Onlardan Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e ve mü'minlere hitaptır. 49De ki: Ben Allah'ın dilediğinin haricinde nefsim için ne bir zarara ne de bir yarara sahip değilim. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar ne de bir saat ileri giderler. "De ki: Ben nefsim için ne bir zarara ne de bir yarara sahip değilim” sizin için nasıl sahip olurum ki, size azabın acele gelmesini isteyeyim. "Ancak Allah'ın dilediği hariç” sahip olmamı dilediği ya da bundan Allah'ın dilediği mutlaka olacaktır. "Her ümmetin bir eceli vardır” helâkleri için belirtilmiş bir süreleri vardır. "Ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar ne de bir saat ileri giderler” geri kalmaz ve ileri de gitmezler, öyleyse acele etmeyin. Sizin vaktiniz gelecek ve vadiniz yerine getirilecektir. 50De ki: Bana söyleyin; eğer size onun azâbı geceleyin yahut gündüzün gelirse, günahkârlar bundan ne acele ediyorlar? "De ki: Bana söyleyin; eğer size onun azâbı gelirse” acele ettiğiniz şeyin azâbı "geceleyin” gece uyku ile meşgul iken "yahut gündüzün” geçiminizle meşgul iken "günahkârlar bundan ne acele ediyorlar?” azaptan hangisini acele ediyorlar? Bunun hepsi kötüdür, acele istenmez. Bu da "ereeytüm"e mütealliktir, çünkü o, bana haber verin manasınadır, "elmücrimun” da zamir yerine zâhir olarak konulmuştur, maksat şudur: Onlara yaraşan o tehdidin gelmesinden korkup telaş etmeleridir, yoksa acele istemeleri değildir. Şartın cevabı da mahzûftur, o da: Tendemu alel isticali (acele etmekten pişman olursunuz) yahut tarifu hataehu (onun hata olduğunu anlarsınız). Cevabın "mâzâ” olması da câizdir, tıpkı: in eteytüke maza tutini (sana gelirsem bana ne verirsin?) gibi. O zaman cümle "ereeytüm"e yahut "esümme izama vakaa” kavline müteallik olur. Mana da şöyledir: Eğer size onun azâbı gelirse, gerçekleştikten sonra îmanın fayda vermeyeceği zamanda, ondan emin mi oldunuz? Mâzâ yestacilü de ara cümlesidir, sümme'nin başına istifham edatının gelmesi de ertelemeyi inkâr etmek içindir. 51Bu azâp meydana geldikten sonra mı ona îman ettiniz? Şimdi mi? Halbuki gerçekten acele ediyordunuz! "Şimdi mi?” burada kavl maddesi gizlidir yani eğer onlar azâp gerçekleştikten sonra îman ederlerse onlara: Şimdi mi îman ettiniz?, denir. Nâfi''den hemzeyi hazf ederek ve harekesini lâm'a vererek "elâne” okuduğu rivâyet edilmiştir. "Halbuki onu gerçekten acele ediyordunuz” yalanlayarak ve alay ederek. 52Sonra o zâlimlere: Sonsuzluk azabını tadın. Kazandığınız şeylerden başkası ile mi cezalandırılacaksınız, denir? (Sonra o zâlimlere denilir) bu da mukadder kıyle'ye ma’tûftur, "sonsuzluk azabını tadın” sürekli acı veren azâbı. "Kazandığınız şeyden başkası ile mi cezalanıyorsunuz?” küfür ve isyanlar gibi. 53O gerçek mi diye senden haber isterler. De ki: Evet, Rabbime yemin ederim ki, şüphesiz o, mutlak bir gerçektir ve siz aciz bırakamazsınız. "Senden haber isterler” "o gerçek mi diye” dediğin hak mıdır yahut peygamberlik iddian ciddi midir yoksa şaka ettiğin bir bâtıl mıdır? Bunu Huyey bin Ahtab Mekke'ye geldiği zaman demişti. Burada istifhamı asıl manasına almak daha açık görünüyor, çünkü "senden haber isterler” buyurmuştur. İnkâr için olduğu da söylenmiştir, "elhakku hu” okunuşu da bunu destekler, çünkü bunda onun bâtıl olduğuna îma vardır. "Ehakkun” da mübteda’dır, hüve zamiri de onunla Merfû' olmuş, haber yerine geçmiştir. Ya da mukaddem haberdir. Cümle "yestenbiuneke” ile mahallen mensûbtur. (De ki: Evet Rabbime yemin ederim ki, şüphesiz o, mutlak bir gerçektir) şüphesiz azâp elbette olacaktır ya da benim iddia ettiğim şey sabittir. Her iki zamir de Kur'ân'a râcidir de denilmiştir. "İy” evet manasınadır, o da devamlı kasem olarak kullanılan şeylerdendir. Bunun içindir ki, arkasından tasdik mahiyetinde kasem vâv'ı gelir ve: îy vallahi (eyvallah) denilir, îy vahdehu denilmez. "Ve siz aciz bırakamazsınız” azaptan kaçamazsınız. 54Eğer zulmeden her nefis yeryüzündeki şeylere sahip olsaydı, onu mutlaka feda ederdi. Azâbı gördükleri zaman pişmanlığı gizlediler. Aralarında adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez. "Eğer zulmeden her nefis sahip olsaydı” şirk ile başkasına saldırmakla zulmeden "yeryüzündeki şeylere” hazinelerine ve mallarına "onu mutlaka feda ederdi” onu azaptan kurtulmak için fidye verirdi. Bu da iftedahu kavlinden gelir ki, fidye manasınadır. "Azâbı gördükleri zaman pişmanlığı gizlediler” çünkü hesap etmedikleri feci şeyleri görünce afalladılar, konuşamadılar. Şöyle de denilmiştir: Pişmanlığı hâlis hâle getirdiler, çünkü onu gizlemek hâlis hâle getirmektir. Ya da sırruşşey bir şeyin hâlisine denir, şu itibarla ki, gizlenir ve esirgenir. Açıkladılar da denilmiştir ki, bu da serreş şey'e ve eserrehu deyiminden gelir ki, bir şeyi açıklamaktır. "Aralarında adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez” tekrar değildir, çünkü birincisi peygamberlerle İnkârcıları arasındadır, ikincisi ise müşriklerin şirkle cezalanmasıdır. Ya da zâlimlerle mazlumlar arasında hüküm verilir, demektir. Zamirin onları içine alması zulmün onları göstermesindendir. 55Bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ındır. Bilin ki, Allah'ın va'di haktır. Ancak onların çoğu bilmezler. "Bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ındır” sevap ve azâp vermeye gücü yettiğinin ispatıdır, "Bilin ki, Allah'ın va'di haktır” va'dettiği sevap ve azâp mutlaka olacaktır, bundan dönüş yoktur. "Ancak onların çoğu bilmezler” çünkü onlar, akılları eksik olduğu için bilmezler, ancak dünya hayatının dış görünüşünü bilirler. 56O, diriltir ve öldürür ve yalnız ona döndürüleceksiniz. "O, diriltir ve öldürür” dünyada, o âhirette ikisine kâdirdir. Çünkü zâtı ile kâdir olanın kudreti zeval bulmaz. Zâtı ile ölümü ve hayatı kabul eden madde de o ikisini ebediyen kabul eder. "Yalnız ona döndürüleceksiniz” ölmek veya yeniden dirilmekle. 57Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerdekine bir şifa ve mü'minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir. "Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, göğüslerdekine bir şifa ve mü'minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir". Yani size bir kitap gelmiştir ki, pratik hikmeti içine almakta, güzel ve çirkin amelleri ortaya çıkarmakta, güzelliklere teşvik etmekte ve çirkinliklerden men etmektedir. Pratik hikmet; göğüslerdeki şüphe ve kötü itikada şifadır, hakka ve yakîne hidâyettir, mü'minler için rahmettir. Öyle ki, üzerlerine indirilince onunla sapıklığın karanlıklarından îmanın nuruna çıktılar. Ateş tabakalarının alt katlarındaki yerleri yüksek cennet dereceleriyle değişti. Bu kelimelerdeki tenvîn ta'zîm içindir. 58De ki: Allah'ın lütfü ve rahmeti ile işte bununla sevinsinler. Bu, onların topladıklarından daha hayırlıdır. (De ki: Allah'ın lütfü ve rahmeti ile) Kur'ân'ı indirmekle, be "febizalike felyefrahu” kavlinin tefsir ettiği fiile mütealliktir. Çünkü Zâlike ism-i işâreti zamir yerindedir, takdiri şöyledir: Bifadlillahi ve birahmetihi felyatenu yahut felyefrahu febizalike felyefrahu'dur. Bu tekrarın faydası icmaldan sonra te'kit ve beyan etmektir ve fazilet ve rahmetin ferahı gerektirmesidir. Ya da be kad caetküm'ün delâlet ettiği bir fiile mütealliktir. Zâlike ise mastarına işarettir yani febimeciiha felyefrahu (gelmesiyle sevinsinler) demektir. Fe de şart manasınadır, sanki: Eğer o ikisinde bir şeye sevineceklerse, sevinsinler demektir. Ya da mâkabline bağlamak ve bu nitelikleri haiz bir kitabın gelmesi sevinci mûciptir demek içindir. Fe'nin tekrarı da te'kit içindir, şu mısrada olduğu gibi: (Ben ölürsem o zaman feryat et). Ya'kûb'tan reddedilen asla göre te ile "feltefrahu” okuduğu da rivâyet edilmiştir. Bu okuyuş Efendimiz'e dayandırılmıştır. "Fefrahu” okuyuşu da bunu destekler. "Bu, onların topladıklarından daha hayırlıdır” dünya kırıntılarından, çünkü onun zevali yakındır. Hüve zamiri "Zâlike"ye râcidir. İbn Âmir "tecmaun” okumuştur ki, bundan mü'minler sevinsinler manası çıkar. 59De ki: Allah'ın size indirip de sizin de ondan helâl ve haram yaptığınız rızıktan haber verin. De ki: Buna Allah mı izin verdi yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz? "De ki: Allah'ın size indirdiği rızıktan haber verin” rızkı indirilmiş saymıştır, çünkü o gökte takdir edilmiş ve onun sebepleri ile elde edilmiştir. "Mâ” edâtı "enzele” yahut "ereeytüm” ile mensûbtur. Çünkü o bana haber verin manasınadır. Leküm'den murat edilen de helâl olandır. Bunun içindir ki, bölmekle azarlamış ve: "Ondan helâl ve haram yaptınız” buyurmuştur. Meselâ şu davarlar ve ekinler yasaktır. Bu davarların karınlarındakiler sırf erkeklerimiz içindir ve eşlerimize haramdır, demeleri gibi. "De ki: Buna Allah mı izin verdi” helâllik ve haramlıkta, onun hükmü ile mi söylüyorsunuz? "Yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?” ona nispet etmede. Ayrı cümlenin (Allah mı izin verdi) "ereeytüm"e bağlı olması câizdir. Te'kit için tekrar edilmiştir de denilmiştir. İstifhamın inkâr için olması da câizdir, em de munkatıa'dır. Buradaki hemzenin manası Allah'a iftiralarını tespit etmektir. 60Allah'a yalan iftira edenlerin kıyâmet günü hakkındaki zannı nedir? Şüphesiz Allah, insanlara lütuf sâhibidir. Ancak onların çoğu şükretmezler. "Allah'a yalan iftira edenlerin kıyâmet günü hakkındaki zannın nedir?” zanları nasıl bir şeydir? Ondan ceza görmeyeceklerini mi zannediyorlar. Tehdidin kapalı olması onlar için büyük bir gözdağıdır. "Şüphesiz Allah, insanlara lütuf sâhibidir” çünkü onlara akıl nimetini vermiş ve onları peygamber göndermek ve kitap indirmekle hidâyet etmiştir. "Fakat onların çoğu şükretmezler” bu nimete. 61Hangi durumda olursan, Kur'ân'dan ne okursan ve ne amel ederseniz, mutlaka siz ona giriştiğiniz zaman biz üzerinizde şâhit idik. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinizden gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, mutlaka apaçık bir kitaptadır. (Hangi durumda olursan) aslı hemzelidir, şeentü şe'nehu deyiminden gelir ki, bir şeye niyet etmek, onu hedef almaktır, "vema tetlu minhü"deki zamir de ona (şe'n)e râcidir. Çünkü Kur'ân okumak Resûl aleyhisselâm'ın en önemli işidir. Zira Kur'ân ancak önemli bir şey için olur. Takdir de, min eclihi (onun için) demek olur. "Tetlu"nûn mef'ûlu "min Kur'ânin"dir, o zaman min teb'îz için olur ya da nefyi te'kit için zâit olur. Ya da minhü'nün zamiri Kur'ân'a râcidir, zikredilmeden önce zamir olarak kullanılması ve sonra açıklanması önemini vurgulamak içindir ya da zamir Allah'a aittir. "Ne amel ederseniz” bu da reisleri zikredildikten sonra genel olarak mü'minlere hitaptır. Bunun içindir ki, özel yerde ihtişamlı, genel yerde de önemli ve önemsiz şeyleri içine alacak ifade kullanılmıştır. "Mutlaka üzerinizde şâhit idik” ondan haberdardık, "ona giriştiğiniz zaman” ona dalıp içine atıldığınız zaman. (Rabbinden gizli değildir) ondan uzak değildir, ona gâip değildir. Kisâî burada ve Sebe' sûresinde ze'nin kesri ile (yazibü) okumuştur. "Zerre ağırlığınca bir şey” zerre küçük karınca yahut toz parçacığı demektir. "Ne yerde ne de gökte” yani varlıkta ve imkân aleminde demektir. Çünkü sıradan insanlar bu ikisinin dışında ve bu ikisi ile ilgili olmayan şeyi bilmezler. Yerin önce zikredilmesi sözün onun halkı hakkında olmasındandır. Bundan da maksat ilminin bunları kuşattığına delildir. (Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, mutlaka apaçık bir kitaptadır). Söz başıdır, daha önce geçeni tespit etmektedir. "Lâ” nâfiyedir, "asğara” da ismidir, "fî kitabin” de haberidir. Hamze ile Ya'kûb mübteda ve haber olarak Merfû' okumuşlardır. Kim de bunu "miskali zerretin"in üzerine atfeder ve gayri munsarif olduğu için kesre yerine fetha verirse câr ile mecrûrun mahalline atfeder ve istisnayı da munkatı kılar. Kitaptan maksat da Levh-i Mahfûz’dur. 62Haberiniz olsun ki, Allah'ın veli kullarına korku yoktur. Onlar üzülmezler de. "Haberiniz olsun ki, Allah'ın veli kullarına” veli kulları itâat ederek onu Mevlâ bilenler, onun da ikram ettiği kullandır "onlara korku yoktur” bir kötülük dokunmasından. "Onlar üzülmezler de” umduklarını kaçırmakla. Âyet mücmel gibidir, onu "Onlar ki, îman ettiler ve korkuyorlardı” kavli tefsir etmektedir. Şöyle de denilmiştir: 63Onlar ki, îman ettiler ve korkuyorlardı. Onlar ki, îman ettiler ve korkuyorlardı, kavli Allah'ı Mevlâ bilmelerini beyandır. 64Onlar için dünya hayatında da âhirette de müjde vardır. Allah'ın kelimeleri için değişme yoktur. İşte büyük kurtuluş budur. "Onlar için dünya hayatında da müjde vardır” o da kitabında ve Nebisi sallallahü aleyhi ve sellem’in dili ile müjdelediği, iyi rüyalarda gösterdiği, içlerine doğan keşifler ve can verirken meleklerin müjdesidir. "Âhirette de” meleklerin onları selamlayarak kurtuluş ve ikramla müjdeliyerek karşılamalarıdır. Bu da Allah'ın onların Mevlâsı olduğunu açıklamaktadır. "Ellezîne amenu” medih üzere mahallen mensûb veya merfû’dur. Ya da "evliya allahi"nin sıfatıdır. Ya da mübteda’dır, haberi de "elbüşra"dır. "Allah'ın kelimesi için değişme yoktur” sözleri için değişiklik yoktur, vaatlarından dönme yoktur. "İşte bu” onların iki dünyada da müjdelenmiş olmaları "büyük kurtuluştur". Bu cümle ve ondan öncesi müjdenin gerçekleşmesi ve şânını büyütmek için ara kelâmdır. İlle de arkasından ilgili bir sözün gelmesi şart değildir. 65Onların dedikleri seni üzmesin. Şüphesiz bütün izzet / kuvvet Allah'ındır. O, hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir, (Onların dedikleri seni üzmesin) şirkleri, yalanlamaları ve tehditleri. Nâfi' ahzenehu'dan getirerek "yuhzinke” okumuştur ki, ikisi de aynı manayadır. (Şüphesiz bütün kuvvet Allah'ındır) illet manasına yeni söz başıdır. Feth ile enne okunması da bunu gösterir, sanki: Onların dediklerine üzülme ve onlara aldırış etme; çünkü bütün izzet ve gâlibiyet Allah'ındır. Başkası onun hiçbir kısmına sahip değildir. O onları yener ve sana yardım eder. "O hakkıyla işitendir” dediklerini "kemaliyle bilendir” kararlarını, karşılığını onlara verir. 66Bilin ki, göklerde ve yerde kim varsa, Allah'ındır. Allah'tan başkasına ibâdet edenler de ortaklara tâbi olmuyorlar. Onlar ancak zanna tâbi oluyorlar ve onlar ancak yalan söylüyorlar. "Bilin ki, göklerde ve yerde kim varsa, Allah'ındır” meleklerden, insan ve cinlerden, Mümkün varlıkların en şereflileri olan bunlar kul olunca bunlardan hiçbiri Rabb olamaz. Hele bunlardan aklı olmayan ona ortak ve denk hiç olamaz. Bu, "Allah'tan başkasına ibâdet edenler ortaklara tâbi olmuyor” sözüne delil gibidir. Yani gerçek ortaklara demektir. Onlara her ne kadar ortaklar deseler de böyledir. "Şürekâe"nin "yed'une"nin mef'ûlu olması, "yettebiu"nûn mef’ûlünun da mahzûf olması da câizdir. Onu da "in yettebiune illezzanne” kavli göstermektedir. Onlar onların ortak oldukları zannına tâbi oluyorlar. "Mâ"nın istifhamiye ve "yettebiu” ile mensûb olması ya da mevsûle olup "men"e ma’tûf olması da câizdir. Te ile "tedune” de okunmuştur. Mana da şöyledir: Meleklerden ve peygamberlerden ortaklar dedikleri neye tâbi oluyor? Yani bunlar ancak Allah'a tâbi oluyorlar, ondan başkasına ibâdet etmiyorlar. Size ne oluyor da ona tâbi olmuyorsunuz? Çünkü Allahü teâlâ: "Taptıkları şeyler Rablerine vesile ararlar” (İsra: 57) buyurmuştur. Bu da onları delilden sonra susturma olur. Arkasındaki de hitaptan gaibe döndürülmüş olur. Sebep de onların dayanaklarını ve görüşlerinin kaynağını açıklamaktır. "Onlar ancak yalan söylüyorlar” Allah'a nispet ettikleri şeyde ya da bâtıl bir değerlendirme ile onların ortaklar olduğunu tahmin ediyorlar. 67Allah geceyi dinlenmeniz için karanlık, gündüzü de çalışmanız için aydınlık kıldı. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için elbette deliller vardır. "O Allah ki, geceyi dinlenmeniz için karanlık, gündüzü de çalışmanız için aydınlık kıldı” bu da tek olan Allah'ın bu ikisi ile kudretinin kemaline ve nimetinin büyüklüğüne dikkat çekmektir, Tâ ki, onlara ibâdeti hak edenin bir tek o olduğunu göstersin. "Mubsıran” deyip de litabsuru fihi dememesi, mücerret (esas) zarf ile sebep zarfı (gündüzün zarflığı) birbirinden ayırmak içindir. "Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için elbette deliller vardır” iyi düşünüp ibret alan toplum için. 68Allah çocuk edindi, dediler. Onu tenzih ederiz. O zengindir. Göklerde ve yerde ne varsa onundur. Yanınızda buna bir delil yoktur. Siz Allah'a karşı bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz? "Allah çocuk edindi, dediler” evlât edindi "onu tenzih ederiz” evlât edinmekten. Çünkü bu ancak evlât tasavvur edilen biri için doğru olur. Bu, aynı zamanda o ahmak sözleri için de bir şaşmadır. "Zengindir” tenzihin illeti, çünkü çocuk edinmek ihtiyaçtan kaynaklanır. "Göklerde ve yerde ne varsa onundur” bu da zenginliğinin tespitidir. "Yanınızda buna bir delil yoktur". Muarızın delil diye ortaya koyduğu şeyi bertaraf etmekte ve cahilliklerini abartmakta, sözlerinin bâtıl olduğunu gerçekleştirmektedir. "Bihaza” ifadesi "sultan"a mütealliktir yahut onun veyahut "indeküm"ün sıfatıdır. Sanki: İn indeküm fî Hâza sultanun, denilmiştir. "Siz Allah'a karşı bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?” bu da ihtilafları ve cahillikleri için bir azarlama ve başlarına kakmadır. Bunda şuna delil vardır ki, delili olmayan her söz cahilliktir ve akaitte mutlaka kesin delil lâzımdır. Onda taklit câiz değildir. 69De ki: Şüphesiz Allah,'a yalan uyduranlar iflâh olmazlar. "De ki: Şüphesiz Allah,'a yalan uyduranlar” evlât edinmek ve ona ortak nispet etmekle "iflâh olmazlar” ateşten kurtulamazlar ve cenneti kazanamazlar. 70Bu, dünyada bir yararlanmadır. Sonra da dönüşleri yalnız bizedir. Sonra onlara inkârları yüzünden çetin azâbı tattıracağız. "Bu, dünyada bir yararlanmadır.” "Metaun fiddünya” mahzûf mübtedanın haberidir yani iftiraları dünyadan istifade etmektir, onunla küfürdeki reisliklerini sürdürürler. Ya da hayatları veya dolaşmaları istifade etmektir demektir. Ya da mübteda’dır, haberi mahzûftur yani lehüm temettüün fiddünya demektir. "Sonra da dönüşleri yalnız bizedir” sonsuz bedbahtlıkla karşılaşırlar. "Sonra onlara inkârları yüzünden çetin azâbı tattıracağız” küfürleri sebebiyle. 71Onlara Nûh'un haberini oku. Hani kavmine: Ey kavmim, eğer konumum ve Allah’ın âyetlerini hatırlatmam size ağır oldu / geldi ise, ben ancak Allah'a güvendim. Siz de işinizi ve ortaklarınızı toplayın; sonra işiniz size gizli kalmasın; sonra da bana hükmünüzü verin ve beni hiç bekletmeyin. "Onlara Nûh'un haberini oku” kavmi ile geçen haberini "hani kavmine: Ey kavmim, eğer size ağır geldiyse” size büyük ve zor geldi ise "konumum” nefsim, şunu filanın yeri / hatırı için yaptım sözü gibi ya da oluşum ve aranızda uzun süre duruşum yahut davet edişim "ve hatırlatmam” size "Allah'ın âyetlerini; ben ancak Allah'a güvendim” ona dayandım. "Siz de işinizi toplayın” ona karar verin "ve ortaklarınızı” yani ortaklarınızla beraber demektir. Muttasıl zamire atfen ref ile şurekâukum okunuşu da bunu teyit eder. Araya fasıla girdiği için te'kit edilmediği hâlde câiz olmuştur. Bunun: Muzâfun hazfi ile "emreküm” üzerine ma’tûf olduğu da söylenmiştir ki, emre şürekaiküm demektir. Bunun mahzûf bir fiille mensûb olduğu da söylenmiştir ki, takdiri: Ved'u şürekaüm, demektir. Böyle de okunmuştur. Nâfi'den "fecmeu” okuduğu da rivâyet edilmiştir ki, mana azim kararınızı yahut ona suikast ve öldürme kararınızı birleştirin, yani ne mümkünse yapın, demektir. Bunu da Allah'a güvendiği ve onlara aldırmadığı için demiştir. "Sonra işiniz olmasın” bana suikast işiniz "size gizli olmasın” onu açık yapın demektir. Bu da ğammehu deyiminden gelir ki, gizlemektir. Yahut hâliniz sizi üzmesin, beni helâk ettiğiniz ve benim makamımın ve öğüt vermenin ağırlığından kurtulduğunuz zaman. "Sonra bana kararınızı verin” yerine getirin bana yapmak istediğiniz şeyi. Fe ile "sümmefdu” da okunmuştur ki, şerrinizi bana ulaştırın yahut bana açıklayın, demektir. Bu da efdadan gelir ki, fezaya (açık araziye) çıkmaktır. "Beni bekletmeyin” bana süre tanımayın. 72Eğer yüz çevirirseniz, ben sizden bir ücret istemedim. Benim ücretim ancak Allah'ın üzerinedir. Ve ben, Müslümanların ilki olmakla emrolundum. "Eğer yüz çevirirseniz” öğüdümden "ben sizden bir ücret istemedim” yüz çevirmenizi gerektirecek, size ağır geldiği ve beni onunla itham ettiğiniz için ya da yüz çevirmenizi benden uzaklaştıracak bir ücret istemedim demektir. "Benim ücretim değildir” davet ve öğüt için sevabım "ancak Allah'ın üzerinedir” onun sizinle alâkası yoktur; siz îman etseniz de yüz çevirseniz de bana sevabımı verecektir. "Ben Müslümanların ilki olmakla emrolundum” hükmüne itâat edenlerin ilki, ben onun emrine muhalefet etmem, ondan başkasından da bir şey beklemem. 73Onu yalanladılar; biz de onu ve gemide onunla beraber olanları kurtardık. Onları hâlifeler kıldık. Âyetlerimizi yalanlayanları da su da boğduk. Bak, uyarılanların sonucu nasıl oldu? "Onu yalanladılar” onları delille mat ettikten ve yüz çevirmelerinin sırf inat ve azgınlıklarından olduğunu beyan ettikten sonra. Böylece onlara azâp sözü kesin olarak hak oldu "biz de onu kurtardık” suya boğulmaktan "ve gemide yanındakileri de” onlar seksen kişi idiler. "Onları hâlifeler kıldık” helâk olanların yerine geçirdik. "Âyetlerimize inanmayanları da suya boğduk” tufan (taşkın) ile. "Bak, uyarılanların sonucu nasıl oldu!” Başlarından geçen şeyi büyütmekte, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i yalanlayanları uyarmakta ve ona teselli vermektedir. 74Sonra onun ardından kavimlerine peygamberler gönderdik. Onlara mu'cizeler getirdiler. Önceden yalanladıklarına îman edecek değillerdi. İşte haddi aşanların kalplerine böyle mühür basarız. "Sonra onun ardından gönderdik” Nûh'un ardından "kavimlerine peygamberler” her elçiyi kendi kavmine gönderdik. "Onlara mu'cizeler getirdiler” davalarını ispat eden açık mu'cizeler "îman edecek değillerdi” onlar için îman gerçekleşmedi, çünkü küfür tabiatları sertleşmiş ve Allah, onları başarısız kılmıştı. "Daha önce yalanladıkları şey yüzünden” peygamberler gönderilmeden önce hakkı yalanlamayı adet edindikleri ve buna alıştıkları için. "İşte haddi aşanların kalplerini böyle mühürleriz” sapıklığa daldıkları ve alışık oldukları şeye tâbi oldukları için onları başarısız kılmakla. Bu gibi şeylerde şuna delil vardır ki, işler Allahü teâlâ'nın kudreti ve kulun çalışmasıyla olmaktadır. Bunun tahkiki de yukarıda geçmiştir. 75Sonra onların ardından Mûsa ile Hârûn'u Fir'avn ve adamlarına mu'cizelerimizle gönderdik. Onlar da büyüklük tasladılar ve günahkâr bir toplum oldular. "Sonra onların ardından gönderdik” bu peygamberlerin ardından "Mûsa ile Hârûn'u, Fir'avn'e ve ileri gelenlerine mu'cizelerimizle” dokuz mu'cize ile. "Büyüklük tasladılar” o ikisine tâbi olmaktan "günahkâr bir toplum oldular” günah işlemeyi adet edinen bir kavim, bunun içindir ki, Rablerinin mesajına önem vermediler ve onu reddetmeye cesaret gösterdiler. 76Onlara katımızdan hak gelince: Şüphesiz bu, elbette apaçık bir büyüdür, dediler. "Onlara katımızdan hak gelince” onu da açık ve şüpheleri izale edici mu'cizelerle desteklemekle tanıyınca, "dediler” aşırı inatlarından dolayı "bu, elbette apaçık bir sihirdir” sihir olduğu belli, sanatında üstün ve türleri arasında kaliteli. 77Mûsa: Size hak geldiği zaman böyle mi diyorsunuz? Bu sihir mi? Halbuki sihirbazlar iflâh olmazlar, dedi. "Mûsa: Size hak geldiği zaman böyle mi diyorsunuz, dedi?” innehu lesihrun, dedikleri söz verilmemiştir, çünkü yukarısı ona delâlet etmektedir. Atılanın "esihrün Hâza” olması câiz değildir, çünkü onlar kesin konuşmuşlardır. Bu, dediklerini reddeden yeni söz başıdır. Meğerki istifham takrir için ola, zaten anlatılan da sözlerinden anlaşılmaktadır. "Etekulune lilhakki"nin onu ayıplıyor musunuz, manasına olması da câizdir, bu da fülanun yahaful makalete (filanca, dedikodudan korkar) sözü gibi, Meselâ: "Onları diline dolayan bir genç duyduk” (Enbiya: 60) sözleri gibi. O zaman söze gerek kalmaz. "Sihirbazlar iflâh olmazlar” bu da Mûsa'nın konuşmasındandır, çünkü onun sihir olmadığını bildirmektedir. Eğer sihir olsa idi eriyip giderdi, sihirbazların sihrini iptal etmezdi. Bir de sihirbazın iflâh olmayacağını bilen bir kimse sihir yapmaz. Ya da sihirbazların sözlerindendir, eğer bu sihir midir, sözü aktanlırsa öyle olur. Sanki onlar şöyle demişlerdir: Bize iflâh olmayı aradığın bir sihir mi getirdin, halbuki sihirbazlar iflâh olmazlar. 78Onlar da: Bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden çevirmen ve bu yerde ululuk ikinizin olması için mi geldin? Biz, ikinize de inanacak değiliz, dediler. "Onlar da: (Bizi çevirmek için mi geldin, dediler?)” left ile fetl ikiz kardeştirler. "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden” putlara tapmaktan "ve bu yerde ululuk ikinizin olsun için mi?” orada mülk, ona ululuk denilmesi kralların ululukla nitelenmesinden veyahut halkı arkalarına düşürmek istemelerindendir. "Biz ikinize inanacak değiliz” getirdiğiniz şeyi tasdik edici değiliz. 79Fir'avn: Bütün bilgili sihirbazları bana getirin, dedi. "Fir'avn: Bütün sihirbazları bana getirin, dedi” Hamze ile Kisâî "bikülli sehharin” okumuşlardır, (bilgili) mahir demektir. 80Sihirbazlar gelince Mûsa: Atacaklarınızı atın, dedi. "Sihirbazlar gelince Mûsa onlara. Atacaklarınızı atın, dedi. 81Onlar da atınca Mûsa: Sizin getirdiğiniz şey sihirdir. Şüphesiz Allah, onu iptal edecektir. Şüphesiz Allah, bozguncuların işini düzeltmez, dedi. Onlar da atınca, Mûsa: Sizin getirdiğiniz sihirdir, dedi” yani sizin getirdiğiniz sihirdi; Fir'avn ve kavminin sihir dedikleri değil. Ebû Amr "essihru” okumuştur, bu da mâ edatının istifham olması, mübteda olarak mef'ûl olması, "ci'tüm bihi"nin de haberi olması mülahazasına dayanır "essihru” da ondan bedeldir yahut mahzûf mübtedanın haberidir, takdiri de: Ehuve sihrün'dür yahut mübteda’dır, haberi de mahzûftur, essihru hüve demektir. "Mâ"nın arkadan gelen fiilin tefsir ettiği bir fiille mensûb olması da câizdir, takdiri de eyye şey'in eteytüm, demektir. "Şüphesiz Allah, onu iptal edecektir” silecek yahut bâtıl olduğunu açığa çıkaracaktır. "Şüphesiz Allah, bozguncuların işini düzeltmez, dedi” ona sebat vermez ve onu takviye etmez. Bunda sihrin (büyünün) bozgunculuk, göz boyama olduğuna ve gerçek olmadığına delil vardır. 82Allah hakkı kendi sözleri ile gerçekleştirecek, günahkârlar hoşlanmasa da! "Allah hakkı gerçekleştirecek” sabitleştirecek (kendi sözleriyle) emirleri ve hükümleriyle. "Bikelimetihi” şeklinde de okunmuştur. "Günahkârlar hoşlanmasa da!” bundan. 83Mûsa'ya kavminden ancak genç bir grup Fir'avnden ve ileri gelenlerinden kendilerine bir azâp etmelerinden korkarak îman etti. Şüphesiz Fir'avn o yerde pek üstündü. Ve şüphesiz o, gerçekten aşırı gidenlerdendi. "Mûsa'ya îman etmedi” işinin başında "ancak kavminden genç bir grup” ancak kavmi İsrâîl oğullarının evlatlarının evlatlarından bir grup îman etti. Onları davet etti, onlar da Fir'avn'in korkusundan icabet etmediler, ancak gençlerinden bir bölük îman etti. Şöyle de denilmiştir: Kavmihi'deki zamir Fir'avn'e râcidir, zürriyet de gençlerinden îman eden bir Tâifedir ya da Fir'avn hanedanından îman eden birisi ile karısı Asiye,kilharcı, zevcesi ve onun kadın berberi. "Fir'avnden ve ileri gelenlerinden korkarak” onlardan korkmakla beraber. Meleihim'deki zamir Fir'avn'e râcidir, cemi olması büyüklere adet olduğu içindir ya da Fir'avn'dan hanedanı murat edilmiştir, Meselâ Rebia ve Mudar gibi. Ya da zürriyete veyahut kavme râcidir. "En yeftinehüm” Fir'avn'in azâp etmesinden korkarak demektir. Bu da ondan bedeldir yahut havf'in mef'ûlüdür; Müfred olması, ileri gelenlerden korkması onun sebebiyle olmasındandır. "Şüphesiz Fir'avn o yerde pek üstündü” orada tam galipti. "Şüphesiz o, gerçekten aşırı gidenlerdendi” kibirde ve taşkınlıkta, öyle ki, ilâhlık iddia etti ve peygamberlerin torunlarını köle yapmak istedi. 84Mûsa: Ey kavmim, eğer Allah'a îman ettiyseniz, yalnız ona tevekkül edin, eğer Müslümanlar iseniz, dedi. "Mûsa dedi” mü'minlerin ondan korktuğunu görünce "ey kavmim, eğer Allah'a îman ettiyseniz, yalnız ona tevekkül edin” ona güvenin ve ona dayanın "eğer Müslümanlardan iseniz” Allah'ın kazasına teslim olanlardan ve ona ihlâs gösterenlerden iseniz. Bu, hükmü iki şarta bağlama değildir, çünkü îmana bağlı olan tevekkülün vâcip olmasıdır. Zira onu gerekli kılan odur. İslama şart kılman ise onun meydana gelmesidir; çünkü o karışıklığı (ortaklığı) kabul etmez. 85Onlar da: Yalnız Allah'a tevekkül ettik. Rabbimiz, bizi zâlimler güruhuna fitne konusu etme, dediler. "Onlar da: Yalnız Allah'a tevekkül ettik, dediler” çünkü onlar samimi mü'minler idiler. Bunun içindir ki, duaları kabul olunmuştur. "Rabbimiz, bizi fitne kılma” fitne konusu kılma "zâlimler güruhuna” yani onları bize musallat etme ki, bizi fitneye düşürmesinler. 86Bizi rahmetinle kâfirler topluluğundan kurtar. "Bizi rahmetinle kâfirler topluluğundan kurtar” hilelerinden ve onları görmenin uğursuzluğundan. Tevekkülün duadan önce verilmesi şuna dikkat çekmek içindir ki, dua eden önce tevekkül etmelidir ki, duası kabul olunsun. 87Mûsa'ya ve kardeşine: Kavminiz için Mısır'da evler edinin ve evlerinizi kıble yapın. Namaz kılın. Mü'minleri müjdele, diye vahyettik. "Mûsa'ya ve kardeşine: Edinin diye vahyettik” yer edinin "kavminiz için Mısır'da evler edinin” içinde oturacak yahut ibâdet için dönüp gelecek evler. "Kılın” ikiniz ve kavminiz "evlerinizi” o evlerinizi "kıble” namaz kılacak yer yahut kıbleye yani Ka'be'ye dönük mescitler edinin. Mûsa ona doğru namaz kılardı. "Namazı dosdoğru kılın” oralarda, ilk zamanlarda bununla emrolundular ki, kâfirler onları görmesinler de eziyet etmesinler ve onları dinlerinden çevirmesinler. "Mü'minleri müjdele” dünyada zafer ve âhirette cennet ile. Zamiri önce tesniye (ikil) yapması şunun içindir; çünkü kavme yer hazırlamak ve mabetler edinmek toplumun reislerine aittir. Sonra cemi yapması şunun içindir, çünkü evleri mescitler hâline getirmek ve namaz kılmak her ferdin yapacağı şeydir. Sonra da müjdeyi tek kişiye verdirdi, çünkü müjde aslında şerîat sâhibinin görevidir. 88Mûsa: Rabbimiz, sen Fir'avn'e ve adamlarına (insanları) senin yolundan saptırsınlar diye dünya hayatında süs ve mallar verdin. Rabbimiz, mallarım silip süpür ve kalplerini sık ki, acıklı azâbı görünceye kadar îman etmesinler. "Mûsa: Rabbimiz, sen Fir'avn'e ve adamlarına süs verdin” süslenecekleri giysiler, binekler ve benzeri şeyler verdin "mallar verdin dünya hayatında” çeşitli mallar verdin (Rabbimiz, insanları senin yolundan saptırsınlar diye) emir kalıbı ile bedduadır, çünkü onların hâllerini denediği için başkasının olmayacağını biliyordu. Meselâ: Allah İblis'e lâ'net etsin gibi. Şöyle de denilmiştir: Lâm akibet içindir, bu da "ateyte"ye mütealliktir. İllet için olma ihtimali de vardır, çünkü küfür üzerine nimet vermek istidraçtır (gazabmadır) ve sapıklığı katmerleştirmedir. Bir de onlar bu malları sapıklık yolunda kullandıkları için sanki insanları saptırmaları için verilmiş gibidir. O zaman "Rabbena” yakarışı birinciyi tekrar ve te'kit olur ve şuna dikkat çeker ki, sapıklıklarım ve nankörlüklerini arz etmek şu söze hazırlık içindir: "Rabbimiz, mallarını silip süpür” yani helâk et, tams imha etmektir. Zam ile "vatmus” da okunmuştur. "Kalplerini sık” onları sertleştir, mühürle, öyle ki, îman için açılmasın. "Acıklı azâbı görünceye kadar îman etmesinler” duanın (atmis)in cevabıdır ya da nehiy şeklinde bedduadır ya da "liyudıllu"ya atıftır, ikisinin arasındaki de mutarıza cümlesidir. 89Allah dedi: Gerçekten ikinizin duası kabul olundu. Siz de doğru olun ve bilmeyenlerin yoluna sâkin uymayın. "Allah dedi: Gerçekten ikinizin duası kabul olundu” Mûsa ile Hârûn'u kast ediyor - onlara selâm olsun - çünkü o da amin diyordu. "Siz doğru olun” davet ve delil getirme görevinizin üzerinde sebat edin; çünkü istediğiniz olacaktır, ancak vakti gelince. Rivâyete göre duadan sonra aralarında kırk yıl durmuştur. "Ve bilmeyenlerin yoluna sâkin uymayın / gitmeyin". Acele eden Câhillerin yoluna yahut Allah'ın va'dine itimat etmeyenlerin yoluna. İbn Âmir Zekvan rivâyetinde şeddesiz ve kesre ile "vela tettebiani” okumuştur, çünkü iki sâkin cem olmuştur. Tebia'den "vela tetbeanni” yine tebiadan "vela tetbean” da okunmuştur. 90İsrâîl oğullarını denizden geçirdik; Fir'avn ve askerleri zulmetmek ve saldırmak için arkalarına düştü. Nihayet ona boğulma yetişince: Îman ettim, gerçekten İsrâîl oğullarının îman ettiğinden başka ilâh yoktur ve ben Müslüman'lardanım, dedi. (İsrâîl oğullarını denizden geçirdik) nihayet kıyıya enıniyetle vardılar. "Cevvezna” da okunmuştur ki, bu da fâale ile eşanlamlı olan fâ'ale'den gelir, da'afe ve dâafe gibi. (Arkalarına düştü) onlara yetişti, tebi'tuhu denir ki, yetişmek manasınadır. "Fir'avn ve askerleri zulmetmek ve saldırmak için” zulmederek ve saldırarak yahut zulmetmek ve saldırmak için (adven). "Uduvven” de okunmuştur. "Nihayet ona boğulma yetişince” ulaşınca (gerçekten îman ettim) biennehu demektir "İsrâîl oğullarının îman ettiğinden başka ilâh yoktur ve ben Müslüman'lardanım, dedi". Hamze ile Kisâî kesr ile "innehu” okumuşlardır, bunda da kavl maddesi gizlenmiştir yahut "amentü"ye bedel ve tefsir olarak yeni söz başıdır. Fir'avn kabul olunacak zaman Îmandan caydı, kabul olunmayacağı zaman da çok ısrarcı davrandı. 91Şimdi mi îman ediyorsun? Hâlbuki önceden isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun. "Şimdi mi” şimdi mi îman ediyorsun, hâlbuki kendinden ümidin kalmamış ve irâden elinden alınmıştır? "Hâlbuki daha önce isyan etmiştin” bundan önce ömrün boyunca isyan etmiştin. "Ve bozgunculardan olmuştun". Îmandan sapan ve saptıranlardan olmuştun. 92Arkandakilere bir ibret olman için bugün cesedini kurtaracağız. Gerçekten insanlardan çoğu âyetlerimizden gerçekten gâfillerdir. (Bugün cesedini kurtaracağız) kavminin düştüğü denizin dibinden seni kurtaracağız, seni suyun yüzüne çıkaracağız yahut İsrâîl oğullarının görmesi için seni yüksekçe bir yere atacağız. Ya'kûb enca'dan getirerek "nüncike” okumuştur. Ha ile "nünhike” de okunmuştur ki, seni sahile atacağız demektir. (Cesedini) hâl yerindedir yani bedenini cansız olarak yahut eksiksiz olarak yahut elbisesiz çıplak olarak yahut zırhınla demektir. Onun altın bir zırhı vardı, onunla tanınırdı. "Biebdanike” de okunmuştur ki, bedeninin bütün parçalarıyla demektir. Heviye biecramihi sözü gibi ki, bütünüyle uçuruma yuvarlandı demektir. Yahut zırhlarınla demektir ki, sanki onların arasında görünüyordu. "Arkandakilere bir ibret olman için” arkandakilere bir alâmet olman için, onlar da İsrâîl oğullarıdır. Çünkü onların gözünde o kadar büyük idi ki, helâk olacağını hayal edemezlerdi. Öyle ki, Mûsa aleyhisselâm onun suda boğulduğunu haber verdiği zaman onu yalanladılar, sahile atılmış olduğunu gözleriyle görünceye kadar ona inanmadılar. Ya da senden sonra gelecek nesillere ibret olman için, sonunun ne olduğunu görenlerden dinledikleri zaman ya da şuna delil olman için; bir insan ne kadar büyük ve mülkü ne kadar sağlam olursa olsun, Allah'ın kahrı altındadır ve ilahlıktan o kadar uzaktır. "Limen halekake” de okunmuştur ki, Hâlikına âyet olman için yani diğer âyetler gibi bir âyet / ibret olman için demektir. Çünkü tek başına sahile atması şuna delildir ki, foyanı meydana çıkarmak ve hakkındaki şüpheyi izale etmek istemiştir. Bu da onun kudretinin, ilminin ve irâdesinin tam olduğunu gösterir. Bu mülahaza meşhur fe ile halfeke kırâatına göre de ihtimal dahilindedir. "Gerçekten insanlardan çoğu âyetlerimizden elbette gâfillerdir” onları düşünmezler ve onlardan ibret almazlar. 93Yemin olsun, İsrâîl oğullarını doğru bir yere yerleştirdik ve onlara temiz şeylerden rızık verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin ihtilâf ettikleri şeyde onların aralarında kıyâmet gününde hüküm verecektir. "Yemin olsun, İsrâîl oğullarım doğru bir yere yerleştirdik” iyi ve uygun bir yere ki, o da Şâm ve Mısırdır. "Onlara temiz şeylerden rızık verdik” hoş şeylerden. "Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler” din işlerinde, Tevrat'ı okuyup ve hükümlerini bilinceye kadar ihtilâf etmediler yahut Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem hakkında doğruluğun sıfatlarıyla ve mu'cizelerinin görünmesiyle bildikten sonra ihtilâf ettiler. "Şüphesiz Rabbin ihtilâf ettikleri şeyde onların aralarında kıyâmet gününde hüküm verecektir” haklıyı haksızdan kurtarma ve helâk etme ile ayıracaktır. 94Eğer sana indirdiğimiz o şeyden şüphe içinde isen, senden önce kitap okuyanlara sor. Yemin olsun ki, Rabbinden sana hak gelmiştir; sâkin şüphecilerden olma. "Eğer sana indirdiğimiz o şeyden şüphe içinde isen” kıssalardan faraza ve velevki olsun "senden önce kitap okuyanlara sor” çünkü onların yanında kitaplarında sana indirdiğimiz gibi sabittir. Maksat bunu tahkik etmedir, eski kitaplardakini şâhit getirme ve Kur'ân'ın onlardaki şeyleri tasdik etmesidir. Ya da kendine indirilen şeyin doğruluğuyla ehl-i kitabı sağlam ilimle nitelemektir. Ya da Resûl sallallahü aleyhi ve sellem'i harekete geçirmek ve daha çok tespit etmektir; yoksa bunda şüphe etmenin mümkün olması değildir. Bunun içindir ki, aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Şüphe etmem de sormam da, buyurmuştur. Şöyle de denilmiştir: Hitap Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e ise de maksat ümmetidir ya da işiten herkestir yani ey dinleyici, eğer peygamberinin dili ile sana indirdiğimiz şeyden şüphe içinde isen böyle yap. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, kimin içine dinde şüphe girerse, halli için hemen bir bilene koşmalıdır. "Yemin olsun ki, Rabbinden sana hak gelmiştir” kesin deliller sebebiyle içinde şüpheye yer olmayacak şekilde açık olarak "sâkin şüphecilerden olma!” azim ve kararın sarsılmasın. 95Sakın Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan olma; sonra ziyan edenlerden olursun. "Sâkin Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan olma; sonra ziyan edenlerden olursun” bu da Efendimiz'i tahrik ve tespit etme ve o gibi şeylerden ümit kesmedir. Çünkü "kâfirlere arka çıkma” (Kasas: 86) buyurmuştur. 96Şüphesiz kendilerine Rablerinin sözü hak olanlar îman etmezler. "Şüphesiz kendilerine Rabbinin sözü hak olanlar” küfür üzerinde ölecekler ve azapta ebedî kalacaklar diye hak olanlar "îman etmezler” çünkü onun sözü yalan çıkarılmaz ve hükmü bozulmaz. 97Acıklı azâbı görünceye kadar, ister ki, kendilerine bütün âyetler gelsin. "İster ki, onlara bütün âyetler (mu'cizeler) gelsin” çünkü îman etmeleri için esas sebep Allahü teâlâ'nın irâdesinin olmasıdır, o da yoktur "acıklı azâbı görünceye kadar” o zaman da îmanları onlara fayda vermez, Fir'avn'e vermediği gibi. 98Azabımız geldiği zaman îman etmiş ve bu îmanı da kendine fayda vermiş bir tek ümmet olsaydı ya! Ancak Yûnus kavmi bundan hariçtir. Onlar îman edince dünya hayatında onlardan rüsvalık azabını kaldırdık ve onları bir süreye kadar faydalandırdık. "Îman etmiş bir kavim olsaydı” helâk ettiğimiz ve azâbı görmeden önce îman eden ve azabın gelmesine bırakılmayan bir şehir olsaydı tıpkı Fir'avn'in ertelenmesi gibi "îmanı ona fayda verseydi” Allah'ın kabul etmesi ve azâbı onlardan kaldırması ile "ancak bundan Yûnus kavmi müstesnadır; îman edince” azabın ilk işaretlerini görüp de azabın başlamasına bırakılmayınca "o rüsvalık azabını onlardan dünya hayatında kaldırdık". Cümlenin olumsuz manasında olması da câizdir, çünkü teşvik edâtı levla bu manayı içermektedir. O zaman istisna muttasıl olur. Çünkü kentlerden maksat halklarıdır. Sanki şöyle demiş gibidir: Âsi şehir halklarından bu durumda îman edip de îmanı fayda veren biri olmadı, ancak Yûnus kavmi bundan müstesnadır. Bedel olarak ref kırâati da bunu desteklemektedir. "Onları bir süreye kadar faydalandırdık” ecelleri gelinceye kadar. Rivâyete göre Yûnus aleyhisselâm Ninova halkına gönderilip de onlar da onu yalanlayarak bunda ısrar edince onları üç (güne) kadar azapla tehdit etti. Otuz gün de denilmiştir, kırk gün de denilmiştir. Belirtilen vakit yaklaşınca gökte kara bir bulut ve siyah bir duman peyda oldu. Öyle ki, şehirlerini bürüdü. Onlar da korktular, Yûnus'u aradılar, bulamadılar. O zaman doğruluğunu anladılar, çullar giydiler, kıra çıktılar, yanlarına kadınlarını, çocuklarım ve hayvanlarını aldılar. Yavruları annelerinden ayırdılar. Bunlar birbirlerini özlediler; sesler ve çığlıklar yükseldi. İhlas ile tevbe ettiler, Allah'a niyaz ettiler. Allah da onlara merhamet etti ve azâbı onlardan kaldırdı. Bu da Aşure'ye rastladı, Cuma günü idi. 99Eğer Rabbin dilese idi yeryüzündekilerin hepsi tamamen îman ederlerdi. Mü'min olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın? "Eğer Rabbin dilese idi yeryüzündekilerin hepsi tamamen îman ederlerdi” öyle ki, içlerinden bir tek kişi kalmazdı. "Tamamen” îmanda birleşirlerdi, ihtilâf etmezlerdi. Bu da Kaderiye fırkasının delilidir, şöyle ki, Allahü teâlâ tamamının îmanını istememiştir, îmanını istediği mutlaka îman eder. Îmanı zorlayıcı dileme kaydına bağlamak zahire uymayan bir şeydir. "İnsanları sen mi zorlayacaksın” içlerinden Allah'ın dilemediklerini "mü'min olmaları için” mana olarak fe'nin önce ve arkasından istifham harfinin gelişi, fiilin muhataptan sudurunu inkâr içindir, zamirin de fiilden önce gelmesi dilemenin olmadığı bir şeyin imkansızlığını göstermek içindir. Onu zorla elde etmek mümkün değildir. Kaldı ki, teşvik ve kışkırtma ile! Rivâyete göre Efendimiz kavminin imâm için çok hırs gösteriyordu, âyet bunun üzerine indi. Bunun içindir ki, bunu şöyle onaylamıştır: 100Allah izin vermedikçe hiçbir nefis, îman edemez. Allah aklını çalıştırmayanın üzerine ricz atar. "Allah izin vermedikçe hiçbir nefis, îman edemez” ancak onun dilemesi, serbest bırakması ve muvaffak kılması ile olur. Öyleyse onun (küfür içinde olan kişinin) hidâyeti için kendini zorlama; çünkü o, Allah'a kalmıştır. "Allah pislik atar” azâp yahut başarısızlık; çünkü başarısızlık azabın sebebidir. Ze ile (ricz) de okunmuştur. Ebû Bekir de nûn ile "necalü” okumuştur. "Aklını çalıştırmayanların üzerine” delillere ve âyetlere bakarak akıllarını çalıştırmayanların üzerine ya da kalpleri mühürlendiği için delillerini ve hükümlerini düşünmeyenlerin üzerine. Birinciyi şu kavli teyit eder: 101De ki, göklerde ve yerde ne var, bakın. Âyetler ve uyarılar îman etmeyen bir topluluğa fayda vermez. "De ki: Bakın” düşünün, "göklerde ve yerde ne var?” onun acayip yaptıklarından, bakın da size birliği ve kudretinin sonsuzluğunu göstersin. "Maza” istifhamiye kılınırsa "tınzuru” amelden düşer. "Âyetler ve uyarılar îman etmeyen bir topluluğa fayda vermez” Allah'ın ilim ve hükmünde. "Mâ” nafiye ve istifhamiye olarak mahallen mensûbtur. 102Hep kendilerinden önce geçenlerin günleri gibisini mi bekliyorlar? Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim. "Hep kendilerinden önce geçenlerin günleri gibisini mi bekliyorlar?” onlara Allah'ın şiddetinin inmesi gibi olayları mı, çünkü başkasını hak etmiyorlar ki,! Bu da eyyamul arap deyiminden gelir ki, Arapların önemli günleri demektir. "De ki: Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim” bunu yahut ölümümü bekleyin, ben de sizin helâkinizi bekleyenlerdenim. 103Sonra elçilerimizi ve îman edenleri böyle kurtarırız. Üzerimize bir hak olarak mü'minleri kurtarırız. (Elçilerimizi ve îman edenleri kurtarırız) bu da mahzûfa ma’tûftur, onu da "misle eyyamil lezine halev” göstermektedir. Sanki şöyle denilmiştir: Ümmetleri helâk ederiz, sonra da elçilerimizi ve onlara îman edenleri kurtarırız. Bu da (üslup değişikliği de) geçmiş durumu hikâye tarzındadır. "Bunun gibi, üzerimize bir hak olarak mü'minleri kurtarırız” bu kurtarma gibi yahut müşrikleri helâk ettiğimiz zaman böyle kurtarma ile Muhammed'i ve ashâbını kurtarırız. "Hakkan aleyna” itiraz cümlesidir, nasbi da mukadder fiilledir. "Kezâlike"den bedel olarak da denilmiştir. Hafs ile Kisâî şeddesiz olarak "nünci” okumuşlardır. 104De ki: Ey insanlar, eğer benim dinimden bir şüphe içinde iseniz, ben sizin Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Ben ancak sizin canınızı alan Allah'a ibâdet ederim. Ben mü'minlerden olmakla emrolundum. "De ki: Ey insanlar” Mekke halkına hitaptır. "Eğer benim dinimden bir şüphe içinde iseniz” dinimin doğruluğundan "ben sizin Allah'tan başka ibâdet ettiklerinize ibâdet etmem. Ben ancak sizin canınızı alan Allah'a ibâdet ederim". Bu da benim dinimin itikat ve amel bakımından özetidir. Onu saf akla vurun, ona insaf gözüyle bakın ki, doğru olduğunu anlayasımz. O da şöyledir: Ben sizin uydurduğunuz ve ibâdet ettiğiniz şeylere ibâdet etmem, ancak sizi var eden ve sizin canınızı alan hâlikınıza ibâdet ederim. Can almanın özellikle zikredilmesi tehdit içindir. (Ben mü'minlerden olmakla emrolundum) akim gösterdiği ve vahyin ifade ettiği şeylere inananlardan. Câr’ın enden hazfı (bien) en ile her zaman görülenden de olabilir başkasından (emr maddesinden) de olabilir, Meselâ şu beyitte olduğu gibi: Sana hayrı emrettim, sen de emroiunduğun şeyi yap Seni mal sâhibi ve soylu olarak bıraktım. 105Bana şu da emrolundu: Yüzünü tevhîd dinine döndür ve sakın müşriklerden olma. (Yüzünü dine çevir) bu da "en ekune"ye atıftır, ancak şu var ki, "en"in sılası emir siygası ile anlatılmıştır, maksatta ikisi (haber veya talep) arasında fark yoktur. Çünkü gaye onun mastar manasını içeren şeye bağlanmasıdır ki, ona delâlet etsin. Bütün fiil siygaları öyledir, ister haber olsun ister talep olsun. Mana da şöyledir: Ben farzları yaparak ve çirkin şeylerden kaçarak dinde istikamet gösterme ve zorlanmakla emrolundum. Ya da namazda kıbleye dönmekle. "Hanifen” "din"den yahut "vech"ten hâl’dir. "Ve sâkin müşriklerden olma.” 106Allah'tan başka, sana fayda vermeyen, zarar da vermeyen şeylere dua etme. Eğer böyle bir şey yaparsan, şüphesiz sen o takdirde zâlimlerdensin. Allah'tan başka, sana fayda vermeyen, zarar da vermeyen şeylere dua etme” dua etsen de etmesen de bunu yapamayana dua etme. "Eğer böyle bir şey yaparsan” eğer ona dua edersen "şüphesiz sen o takdirde zâlimlerdensin” bu da şartın cezasıdır ve duanın sorumluluğundan kaynaklanan mukadder sualin cevabıdır. 107Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, ondan başka onu kaldıracak yoktur. Eğer sana bir hayır isterse, onun lütfünü reddedecek kimse yoktur. Onu kullarından dilediğine isabet ettirir. O, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa” isabet ettirirse "onu ondan başka açacak yoktur” Allah'tan başka. "Eğer sana bir hayır isterse reddedecek yoktur” def edecek yoktur "onun lütfünü” sana murat ettiği şeyi. Belki de her ikisi birbirine bağlı olmakla beraber hayırla birlikte irâdeyi, zararla beraber de dokunmayı zikretmesi şuna dikkat çekmek içindir ki, hayır doğrudan murat edilmiştir, zarar ise onlara dolaylı olarak dokunmuştur. Fadl'ın zamir yerine kullanılması şunu göstermek içindir ki, Allah onlara murat ettiği hayrı lütfünden vermektedir, hak ettikleri için değil. Bundan istisna da yapmamıştır çünkü Allah'ın muradını çevirmek mümkün değildir. "Onu kullarından dilediğine isabet ettirir. O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” öyleyse itâat ederek rahmetine karşı çıkın, isyan ederek bağışından ümidinizi kesmeyin. 108De ki: Ey insanlar, muhakkak size Rabbinizden bir hak geldi. Artık kim doğru yolu bulursa, ancak kendisi için bulmuş olur. Kim de saparsa, hemen ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim. "De ki: Ey insanlar, muhakkak size Rabbinizden bir hak geldi” Resûlü yahut Kur'ân, sizin için bir mazeret kalmadı. "Artık kim doğru yolu bulursa” îman etmek ve tâbi olmakla "ancak kendisi için bulmuş olur” çünkü yararı kendinedir. "Kim de saparsa” o ikisini inkâr etmekle "ancak kendi aleyhine sapar” çünkü sapmasının vebali kendinedir. "Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim” işinizin vekili değilim, ben ancak bir müjdeci ve uyarıcıyım. 109Allah hüküm verinceye kadar sana vahyolunana tâbi ol ve sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. "Sana vahyolunana tâbi ol” emre uyup onu tebliğ etmekle "sabret” onları davet etmeye ve eziyetlerine katlanmaya "Allah hüküm verinceye kadar” zaferle yahut savaş emri ile. "O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır” çünkü hükmünde hata ihtimali yoktur, zira o dışları bildiği gibi içleri de bilir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle rivâyet edilmiştir: Kim Yûnus sûresini okursa, ona Yûnus'u tasdik edenlerin sayısınca, onu yalanlayanların sayısınca ve Fir'avn'le beraber suya boğulanların sayısınca on sevap verilir. |
﴾ 0 ﴿