11 / HÛD SÛRESİMekke'de inmiştir. 123 âyettir. 1Elif. Lâm. Ra. Bu, bir kitaptır ki, âyetleri hikmet sâhibi, her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından sağlamlaştırılmış, sonra da açıklanmıştır. "Elif lâm ra kitabun” müpdeta ve haberdir ya da "kitap” mahzûf mübtedanın haberidir. "Âyetleri sağlamlaştırılmıştır” muhkem şekilde tanzim edilmiştir ki, ona lâfız ve mana cihetinden ihtilâf arız olmaz. Ya da bozukluktan ve nesihten men edilmiştir. Çünkü murat edilen, Sûrenin âyetleridir, onda da mensûh yoktur yahut âyetleri delillerle delillerle pekiştirilmiştir ya da hikmetli kılınmıştır. Bu da zam ile hakümeden gelir ki, hikmetli olmaktır. Çünkü onlar teorik ve pratik hikmetlerin esaslarını içermektedir. "Sonra açıklanmıştır” eşsiz akait, hükümler, öğütler ve haberlerle yahut sûre kılınmakla veyahut parça parça indirilmekle veyahut orada açıklama yapılmıştır ve ihtiyaç duyulan şeyler özetlenmiştir. "Sümme fusilet” de okunmuştur. Mütekellim kalıbı ile "ahkemtü ayatihi ve fassaltü” de okunmuştur. Sümme hükümde farklılık içindir ya da haber vermede soraki aşama içindir. "Hikmet sâhibi, her şeyden haberdar Allah tarafından” bu da "kitab"ın başka bir sıfatıdır yahut, mübtedanın ikinci haberidir yahut "uhkimet"in veyahut "fussilet"in sılasıdır. Bu da hükümlerinin tespitidir, gizli ve açık durumuna göre en mükemmel şekilde açıklamasıdır. 2Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin, diye. Şüphesiz ben ondan gelen bir uyarıcı ve bir müjdeciyim. "Ella tabudu illallahe” lien lâ tabudu demektir, şöyle de denilmiştir: "en” müfessiredir, çünkü âyetlerin açıklanması da söz manasınadır. Tevhide teşvik için veyahut başkasına tapmaktan el çekmeye özendirmek için yeni söz başı olması da câizdir, sanki şöyle denilmiştir: Terki ibâdeti ğayrillahi (Allah'tan başkasına ibâdeti terk etmek için) bu da ona sarılın yahut başkasına ibâdeti külliyen terk edin manasınadır. "Şüphesiz ben sizin için ondan bir uyarıcı ve müjdeciyim” şirke karşılık azapla tevhide karşılık sevapla. 3Rabbinizden bağışlanma dileyin, diye. Sonra da ona tevbe edin ki, sizi belli bir süreye kadar faydalandırsın ve her fazilet sâhibine sevabını versin. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ben, sizin için büyük bir günün azabından korkarım. "Rabbinizden bağışlanma dileyin, diye” bu da "ella tabudu"ya atıftır. "Sonra da ona tevbe edin” sonra da dileğinize tevbe ile ulaşın. Çünkü haktan yüz çeviren mutlaka ona dönmelidir. Şöyle de denilmiştir: Şirkten istiğfar edin, sonra da taatla Allah'a tevbe edin. "Sümme"nin iki durum arasındaki farklılık için olması da câizdir. "Sizi güzel bir fayda ile faydalandırsın” sizi güven ve rahatlık içinde yaşatsın "belli bir süreye kadar” o da takdir edilen ahir ömürlerinizdir. Ya da size kökünüzü kurutma şeklinde azâp etmesin. Rızıklar ve eceller her ne kadar amellere bağlı ise de ancak bunlar her ferde göre belirtildiği için değişmez. "Ve her fazilet sâhibine sevabını versin” dinde fazileti olan herkese dünya ve âhirette faziletinin karşılığını versin. O da tevbe eden muvahhit için iki yurdun hayrıdır. "Ve in tevellev” ve in tetevellev demektir, "şüphesiz ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım” kıyâmet gününün. Şöyle de denilmiştir: Zor günlerin, çünkü onlar kıtlığa maruz kaldılar, öyle ki, leş yediler. Velladan "tüvellu” da okunmuştur. 4Dönüşünüz yalnız Allah'adır. O, her şeye kâdirdir. (Dönüşünüz yalnız Allah'adır) o gün dönüşünüz Allah'adır. Merci kıyasa aykırıdır (kıyas cim'in fethi ile meca'dır). "O, her şeye kâdirdir” onlara en şiddetli şekilde azâp etmeye kâdirdir, bu da o günün büyüklüğünü tespit eder gibidir. 5Bilin ki, onlar ondan gizlenmek için göğüslerini kıvırırlar. Bilin ki, onlar elbiselerine bürünürlerken onların gizlediklerini de açıkladıklarım da bilir. Şüphesiz o, göğüslerin özünü pekiyi bilendir. (Bilin ki, onlar göğüslerini kıvırırlar) onları haktan çevirirler ve ondan saparlar ya da küfür ve Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in düşmanlığı üzerine eğerler ya da sırtlarını dönerler. İsnevna'dan ye ve te ile "yesnevni” (tesnevni) de okunmuştur. Bu da mübalağa kalıbıdır. Yesnevinnü de okunmuştur ki, aslı yesnevninü'dür, senn'den gelir ki, zayıf ot demektir. Bundan da kalplerinin zayıf olduğunu yahut kalplerinin katlanmaya meyyal olduğunu murat etmiştir. İbyeedda gibi isneenne'den de yesneinnü okunmuştur. "Ondan gizlenmek için” sırlarını Allah'tan saklamak için, o zaman Resûlünü de mü'minleri de ondan haberdar etmez. Şöyle de denilmiştir: Bu, bir grup müşrikler hakkında indi, onlar: Perdeleri çektiğimiz, elbiselerimize büründüğümüz ve göğüslerimizi de Muhammed'in düşmanlığı üzerine eğdiğimiz zaman nasıl bilir, dediler? Bunun münâfıklar hakkında indiği de söylenmiştir ki, pek doğru değildir, çünkü âyet Mekkî'dir, münâfıklık ise Medîne'de ortaya çıktı. "Bilin ki, elbiselerine bürünürlerken” yataklarına çekilir ve ve örtülerini başlarına çekerlerken "onların gizlediklerini de bilir” kalplerinde "ve açıkladıklarını da” ağızlarıyla. Onun ilminde gizlileri de açıkları da birdir. Artık açıkladıkları şey na nasıl gizli kalır? "Şüphesiz o göğüslerin özünü bilir” göğüslere sahip sırları yahut kalpleri ve hâllerini bilir. 6Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki, rızıkı Allah'ın üzerine olmasın. Allah onun duracak yerini de emanet edilecek yerini de bilir. Bunların hepsi apaçık kitaptadır. "Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki, rızıkı Allah'ın üzerine olmasın” gıdası ve yaşamı, çünkü onu lütuf ve rahmetinden üzerine almıştır. Vücup lâfzı olan alâ'yı getirmesi, rızıkın gelmesinin gerçek ve onda tevekkülün lâzım olduğunu bildirmek içindir. "Onun duracak yerini de emanet edilecek yerini de bilir” hayat ve mematlanndaki yerlerini ya da sulplerde ve rahimlerdeki yerlerini yahut yeryüzünde bilfiil oldukları zaman yerlerini ve henüz kuvve hâlinde iken madde ve karargahtan emanet yerlerini bilir demektir. (Hepsi) canlılardan ve hâllerinden hepsi "apaçık bir kitaptadır” Levh-i Mahfûz'da zikredilmiştir. Sanki ayetle onun bütün bilinen şeyleri bildiği ve arkasındakin de her mümkün varlığa gücünün yettiği bildirilmek istenmiştir. Bu da birliğini ve geçmiş vaad ve tehdidini pekiştirmek içindir. 7O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Arş'i su üzerinde idi. Bunu da hanginizin ameli daha güzeldir diye sizi denemek için yaptı. Yemin olsun ki, eğer onlara "şüphesiz siz ölümden sonra diriltileceksiniz” desen, kâfirler mutlaka "bu ancak apaçık bir sihirdir,” derler. "O ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı” yani o ikisini ve içindekileri yarattı, nitekim bunun açıklaması A'raf sûresinde geçmiştir. Ya da yukarı ve aşağı cihettekileri demektir. Göklerin çoğul olup da yerin olmaması yukarıdakilerde farkın bizzat ve esastan olup aşağılarda olmamasındandır. "Arş'ı su üzerinde idi” bu ikisini yaratmadan önce, ikisinin arasında perde yoktu. Yoksa Arş'ı suyun üzerinde idi demek değildir. Bundan boşluğun (fezanın) mümkün olduğu ve suyun da Arş'ten sonra bu alemdeki nesnelerden ilk yaratılan (arke) olduğu sonucu çıkarılmıştır. Bunu Allah en iyi bilir. (Sizi denemek için) bu da "halaka"ya mütealliktir yani bunu nasıl yapıyorsunuz diye hâllerini denemek ister gibi yaptı. Çünkü bunların hepsi varlığınız, geçiminiz ve amellerinizin ihtiyaç duyduğu şeyler için sebep ve maddelerdir ve delil getireceğiniz ve onlardan hüküm çıkaracağınız delil ve emarelerdir. "Belva” fiilinin amelden düşmesi ondaki ilim manasındandır, çünkü bakmak ve dinlemek gibi ona gidecek yoldur. Tafdil ve her iki mükellef fırkanın iyisini ve kötüsünü içine alan deneme sıgasını kullanması, güzelliklerin en güzeline teşvik etmek ve daima ilim ve amel mertebelerinde yükselmek içindir. Çünkü amelden maksat kalp ve organların amelini içine alan genel şeydir. Bunun içindir ki, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem "hanginiz akılca daha güzel, Allah'ın haramlarından daha çok sakınan ve Allah’ın taatına daha hızlı koşandır, bilmek için” buyurmuştur. Mana da hanginizin aklı ve ilmi daha mükemmeldir demektir. "Yemin olsun ki, eğer onlara "şüphesiz siz ölümden sonra diriltileceksiniz” desen, kâfirler "mutlaka: Bu apaçık bir sihirdir, derler". Yani öldükten sonra dirilme yahut bunu söyleme yahut bunu içine alan Kur'ân aldatmacalıkta veya batıllıkta başka değil ancak sihir gibidir, derler. Hamze ile Kisâî, diyene işaretle "illâ sahirün” okumuşlardır. Feth ile "enneküm” de okunmuştur ki, bu da kulte'ye "zekerte” manasını vermekledir yahut da "en"in aile (belki) manasına olması mülah az asıyladır. Yani, belki siz dirileceksiniz, dirilmenizi bekleyin, inkâr etmek için kesip atmayın, desen bunu daha çok reddetmek için gerçek alemde karşılığı olmayan bir şey sayarlardı. 8Yemin olsun, eğer azâbı onlardan sayılı bir süreye kadar geciktirsek, "onu ne tutuyor?” diyecekler. Bilin ki, onlara geldiği zaman onlardan çevrilmiş değildir ve o alay ettikleri şey nları kuşatmıştır. "Yemin olsun, eğer onlardan azâbı geciktirsek” va'dedilen azâbı "sayılı bir süreye kadar” kısa bir vakte kadar "mutlaka diyecekler” alay yollu "onu ne tutuyor?” gerçekleşmesine ne mani oluyor? "Bilin ki, onlara geldiği gün” Bedir savaşı günü gibi "onlardan çevrilmiş değildir” azâp onlardan defedilmez. "Yevme” "leyse"nin mukaddem haberidir, bu da haberinin ondan önce gelebileceğinin delilidir. "Ve hâka bihim” onları kuşatmıştır, mazinin muzâri yerine kullanılması gerçek olduğunu bildirmek ve tehdidi abartmak içindir. "Alay ettikleri şey” yani acele istedikleri azâp demektir. "Yestehziune"nin yestacilune yerine kullanılması acele etmelerinin alay yollu olduğunu göstermek içindir. 9Yemin olsun, eğer insana bizden bir rahmet tattırsak, sonra ondan çekip alsak, şüphesiz o, elbette umudunu kesendir, çok nankördür. "Yemin olsun eğer insana bizden bir rahmet tattırsak” ona nimet versek de tadını alsa "sonra da ondan çekip alsak” sonra o nimeti ondan çeksek "şüphesiz o, elbette umudunu kesendir” sabrı az ve ona güveni kıt olduğu için Allahü teâlâ'nın lütfundan ümidini keser "çok nankördür” geçmiş nimeti tamamen unutur. 10Yemin olsun ki, eğer ona kendisine dokunan sıkıntıdan sonra nimet tattırsak, mutlaka "kötülükler benden gitti” der. Şüphesiz o, şımarıktır, böbürlenendir. "Yemin olsun eğer insana bizden bir rahmet tattırsak” ona nimet versek de tadını alsa "sonra da ondan çekip alsak” sonra o nimeti ondan çeksek "şüphesiz o, elbette umudunu kesendir” sabrı az ve ona güveni kıt olduğu için Allahü teâlâ'nın lütfundan ümidini keser "çok nankördür” geçmiş nimeti tamamen unutur. "Yemin olsun ki, eğer ona kendisine dokunan sıkıntıdan sonra nimet tattırsak” hastalıktan sonra sağlık ve yoksulluktan sonra zenginlik gibi, iki fiilin farklılığında öyle bir nükte vardır ki, gizli değildir. "Mutlaka: Kötülükler benden gitti, der” yani beni üzen musibetler demektir. "Şüphesiz o, şımarıktır” kabına sığmaz, ona aldanır "böbürlenendir” insanlara karşı, şükürden ve nimetin hakkını vermekten gafildir. Tattırma ve dokunma lâfızlarında şuna dikkat çekilmiştir ki, insanın dünyada nimet ve ızdırapları âhirettekine göre numune gibidir ve o, az bir şeyle nankörlük de eder, şımarır da. Çünkü zevk tat almayı idrak etmektir, dokunma da yetişmenin başıdır. 11Ancak sabreden ve iyi işler yapanlar müstesnadır ki, işte onlara bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır. "Ancak sabredenler müstesna” Allah'a îman ettikleri ve kazasına râzı oldukları için sıkıntıya sabredenler "ve iyi şeyler yapanlar” geçmiş ve gelecek nimetlerine şükür için "işte onlara bağışlanma vardır” günahlarına "ve büyük bir mükâfat vardır” en azı cennettir. İnsandan istisna yapılmıştır, ondan maksat insan cinsidir, çünkü elif lâm'h olduğu için istiğrak manasınadır. Kim de onu daha önce geçtikleri için kâfirler manasına alırsa, istisnayı munkatı kabul eder. 12(Ey Resûlüm!) Sen, onların (müşriklerin): "Ona bir hazine indirilmeli değil miydi? Yahut onunla berabar bir melek gelmeli değil miydi?” demelerinden, sana vahyedilenin bazılarını terk edeceksin ve buna göğsün daralacaktır. (Resûlüm, sen müşriklerin dediklerine üzülme ve yapacakları itirazları da hiç düşünme! Görevini gönül huzuru içinde yap.) Sen ancak bir uyarıcısın. Allah her şeye vekildir (ve her şeyi hakkıyla bilendir). "Belki de sen, sana vahyedilenin bazısını terk edeceksin” sana vahyolunanın bir kısmını tebliğden vazgeçeceksin, o da müşriklerin görüşlerine ters olanlardır, bunu da red ederler ve dalga geçerler diye korkundan yapacaksın. Bir işâret görünmekle bir şeyi beklemekten onun mutlaka olması gerekmez, çünkü onu çeviren bir şey - ki, o da Peygamberin vahye hiyanet etmekten masum olması ile tebliğde takıyyedir - mani olabilir. "Ve buna göğsün daralacaktır” onlara gizli okumandan dolayı için sıkılacaktır. "Ona bir hazine indirilmeli değil mi?” krallar gibi halkı arkasına düşürmek için harcayacağı hazine "yahut onunla beraber bir melek gelmeli değil mi?” onu tasdik edecek. "Bihi"deki zamirin onu tefsir eden "en yekulu"ya râci olduğu da söylenmiştir. "Sen ancak bir uyarıcısın” senin sana vahyedilen şeyle uyarmaktan başka yapacağın bir şey yoktur. İster reddetsinler, isterse akıl almaz teklifler yapsınlar, sana sorumluluk yoktur. Öyleyse neden için daralıyor? "Allah her şeye vekildir” sen de ona tevekkül et, çünkü o hâllerini biliyor ve onlara dediklerinin ve yaptıklarının karşılığını verecektir. 13Yoksa: "Onu kendisi mi uydurdu?” diyorlar. De ki: Siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin ve eğer doğru söylüyorsanız Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın. (Onu kendisi mi uydurdu, diyorlar)? "Em” munkatıadır, he de vahyolunana râcidir. "De ki: Siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin” beyanda ve nazım güzelliğinde. Onlara önce on sûre ile meydan okudu, sonra bunu yapamayınca onlara kolaylık sağladı ve bir tek sûre ile meydan okudu. Misi lâfzının tek olması her biri mülahazasıyladır. "Uydurulmuş” sizin tarafınızdan uydurulmuş, eğer benim uydurduğum doğru ise. Çünkü sizler benim gibi fasih konuşanlarsınız, benim yaptığımı siz de yapabilirsiniz. Hatta sizler daha avantajlısınız, zira sizler kıssalar ve şiirler bilirsiniz ve kasideler ve nazımlar dizersiniz. "Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın” karşılık vermek için yardıma "eğer doğru söylüyorsanız” onun uydurma olduğunda. 14Eğer size cevap vermezlerse, bilin ki, o, ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir ve ondan başka ilâh yoktur. Artık sizler Müslümanlar'sınız değil mi? (Eğer size cevap vermezlerse) davet ettiğiniz şeyi yerine getirmekle, zamirin cemi olması Ya Resûlallah sallallahü aleyhi ve sellem'i ta'zîm etmek içindir ya da onunla beraber mü'minlerin de onlara meydan okumalarındandır. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in durumu onları da ilgilendirir, şöyle ki, her şeyde ona tâbi olmaları vâciptir, meğerki özel bir delille tahsis edile. Bir de şunu vurgulamak içindir ki, meydan okuma îmanlarını kuvvetlendirmesi ve yakînlerini artırması gereken bir şeydir; o sebeple ondan gâfil olmamalıdırlar. Bunun içindir ki, arkasından şu sonucu getirmiştir: "Bilin ki, o, ancak Allah'ın ilmi ile indirilmiştir” onu ancak Allah bilir ve ona başkasının gücü yetmez. "Ve ondan başka ilâh yoktur” bilin ki, Allah'tan başka ilâh yoktur; çünkü o bilir ve gücü yeter. Niceleri vardır ki, bunu bilmez de ona gücü yetmez de. Bir de ilâhları aciz olduğu ve doğruluğu sâbit olan bu kelâmın icazını ön görmek içindir. Bunda tehdit vardır ve ilâhlarının onları Allah'ın hışmından kurtaramayacağına vurgu vardır. "Artık sizler Müslüman'larsınız değil mi?” İslâm üzerinde sebat edenler, o hususta sağlam bilgiye sahip olanlarsınız, onun mutlak olarak muciz olduğuna inandığınız takdirde. Hepsinin müşriklere hitap olması da câizdir. "Lem yestecibu"daki zamir "limenis tetatüm"e râcidir. Yani aciz oldukları size icabet etmeyip de siz de ona bizzat karşı koyamayacağınızı bildiğiniz zaman, şuna inanın ki, o ancak Allah'ın bildiği bir nazımdır. Onun katından indirilmiştir ve sizi davet ettiği tevhid haktır. Bu kesin delilden sonra artık İslâm'a girdiniz değil mi? Bu gibi istifhamda gayet beliğ bir kabul vardır, çünkü onda talep manası vardır ve esbab-ı mucib'e hazırdır, özür de yoktur. 15Kim dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsa, onlara amellerini tam olarak veririz. Onların orada hakları kısılmaz. "Kim dünya hayatını ve onun süsünü istiyorsa” onun ihsanı ve iyiliği sayesinde (onlara amellerini tam olarak veririz). Onlara amellerinin karşılığını ulaştırırız; sağlık, bol rızık ve evlât çokluğu gibi. Ye ile "yüveffi” de okunmuştur ki, Allah tam verir demek olur. Meçhul kalıbı ile "tüveffe” de okunmuştur, nûn ile şeddesiz (nufiy) de okunmuştur. Merfû' olması şartın mâzi (men kâne) olmasındandır. Şu beyitte olduğu gibi: Eğer açlık gününde ona asil biri gelirse, Der ki: Malım saklı da değildir, yasak da değildir. "Orada hakları kısılmaz” mükâfatlarından bir şey eksiltilmez. Âyet riyacılar hakkındadır. Münâfıklar hakkında da denilmiştir. Rablerini inkâr edenler hakkında da denilmiştir. 16İşte onlar için âhirette ateşten başka bir şey yoktur. Yaptıkları orada boşa gitmiştir. Ve yaptıkları bâtıldır. "İşte onlar için âhirette ateşten başka bir şey yoktur". Amelleri ne olursa olsun, çünkü iyi amellerinin karşılığını almışlardır, geriye kötü niyetlerinin vebali kalmıştır. "Yaptıkları orada boşa gitmiştir” çünkü âhirette sevapları kalmamıştır yahut yoktur, çünkü o amelle Allah'ın rızâsını istemediler. Amelin karşılığını almada dayanak da ihlâstır. Zarfın "sanau"ya taliki câizdir, o zaman zamir "dünya"ya gider. "Ve bâtıldır” bizzat "yaptıkları". Çünkü gereği üzere yapılmamıştır. İki cümleden her biri mâkablinin illeti gibidir. "Yamelune"nin mamulü olarak "batılan” de okunmuştur. "Mâ” ibhamiyedir ya da mastar manasınadır. Şu mısrada olduğu gibi: Ağzımdan da yalan söz çıkmaz (Vela hurucen, demektir). Fiil kalıbı ile "batala” da okunmuştur. 17Hiç bu; Rabbinden bir delil üzerinde bulunan, onu ondan bir şâhit takip eden ve ondan önce de Mûsa'nın kitabı önder ve rahmet olarak (kendisini haber veren) kimse gibi midir? İşte onlar ona îman ederler. Hiziplerden kim onu inkâr ederse, ona va'dedilen yer ateştir. Öyleyse ondan şüphe içinde olma. Çünkü o, Rabbinden gelen bir haktır. Ancak insanların çoğu îman etmezler. (Hiç bu; Rabbinden bir delil üzerinde bulunan gibi midir?) yaptığı her şeyde Allah'tan kendine hakkı ve doğruyu gösteren delil üzerinde bulunan. Hemze inkâr içindir yani durumu böyle olan; bütün düşüncelerini ve fikirlerini dünyaya teksif edenleri takip eder mi, derecelen birbirine yakın olur mu? İşte habere ihtiyaç göstermeyen budur, (haberli) takdiri şöyledir: Efemen kâne alâ beyyinetin kemen kâne yüridül hayated dünya (böyle delil üzerinde olan dünya hayatını isteyen gibi midir?) Bu da ihlâslı her mü'min'i içine alan bir hükümdür. Şöyle de denilmiştir: Bundan maksat Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'dir. Ehl-i kitab’ın mü'minleridir de denilmiştir. "Arkasından onu takip eder” akim delili olan kanıtı takip eder "ondan bir şâhit” Allah'tan bir şâhit, onun doğruluğuna şahitlik eder, o da Kur'ân'dır. "Ondan önce de” Kur'ân'dan önce de "Mûsa'nın kitabı” yani Tevrat; çünkü o da onu tasdikte takip eder. Beyyine'nin Kur'ân olduğu da söylenmiştir. Yetluhu da tilavetten gelir, "şâhit” de Cebrâîl'dir yahut Resûl aleyhisselâm’ın dilidir. O zaman "minhü” zamiri ona râci olur. Ya da tilv'den gelir ki, şâhit onu koruyan melektir. "Yetluhu"daki zamir ya "men"e râcidir ya da mana itibarı ile beyyine'ye râcidir. "Ve min kablihi kitabu musa” yeni cümledir. Yetluhu'daki zamire atfen nasb ile "kitaben” de okunmuştur yani Kur'ân'ı onun hak olduğunu gösteren bir şâhit okur demektir "İsrâîl oğullarından bir şâhit şahitlik etti” (Ahkâf: 10) âyeti gibi. Kur'ân'dan önce de Tevrat'ı okur. "İmamen” yol gösteren din kitabı olarak "ve rahmeten” indirildiği kimselere, çünkü o iki dünyanın hayrına ulaşmak için bağlantıdır. "İşte onlar” delil üzerinde olanlara işarettir "ona îman ederler” Kur'ân'a îman ederler. "Hiziplerden kim onu inkâr ederse” Mekke halkından yahut onlardan Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e karşı parti tutanlardan "ona va'dedilen ateştir” mutlaka ona varacaktır. "Öyleyse ondan şüphe içinde olma” vaattan yahut Kur'ân'dan. Zam ile "müryetin” de okunmuştur ki, ikisi de şek ve şüphe manasınadır. "Çünkü o, Rabbinden gelen haktır. Ancak insanların çoğu îman etmezler". Çünkü bakışları kısadır, fikirleri dumura uğramıştır. 18Allah'a yalan uydurandan daha zâlim kimdir? İşte onlar Rablerine sunulurlar. Şâhitler: İşte Rablerine yalan söyleyenler bunlardır, der. Bilin ki, Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir. "Allah'a yalan uydurandan daha zâlim kimdir?” İndirmediğini ona isnat eden veyahut indirdiğini kabul etmeyenden "işte onlar Rablerine sunulurlar” mahşer duraklarında, hapsedilirler ve amelleri arz olunur. "Şâhitler derler:” meleklerden yahut peygamberlerden yahut kendi organlarından. Eşhad şahidin çoğuludur, ashâb gibi ya da şehidin çoğuludur, eşrafın şerifin çoğulu olduğu gibi. "İşte Rablerine yalan söyleyenler bunlardır. Bilin ki, Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir". Bu da Allah'a yalan söylemekle zulmettikleri için o gün onları kuşatacak olan şeyden büyük bir korkutmadır, 19Onlar insanları Allah'ın yolundan çevirirler ve ona bir eğrilik ararlar. Onlar âhireti de inkâr edenlerdir. "Onlar ki, insanları Allah'ın yolundan çevirirler” dîninden "ve ona bir eğrilik ararlar” onu haktan ve doğrudan sapmakla nitelerler yahut mensuplarının dinden dönerek eğrilmelerini isterler. "Onlar âhireti de inkâr ederler” hâlleri de âhireti inkâr etmektir. Tekrar edilmeleri küfürlerinden ve buna özgü olmalarındandır. 20İşte onlar yeryüzünde bizi aciz bırakamazlar ve onlar için Allah'tan başka dostlar yoktur. Onların azapları katlanır. Çünkü onlar hakkı dinleyemiyor ve onu göremiyorlardı. "İşte onlar yeryüzünde bizi aciz bırakamazlar” yani dünyada Allah'ı kendilerine azâp etmekten aciz bırakamazlar demektir. "Ve onlar için Allah'tan başka dostlar yoktur” azaplarına mani olacak dostları. Onları bugüne bırakmıştır ki, azapları daha çetin ve sürekli olsun. (Onların azapları katlanır) yeni söz başıdır. İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ya'kûb şedde ile "yuda'afu” okumuşlardır. "Çünkü onlar hakkı dinleyemiyordu” haktan sağır oldukları ve ona buğz ettikleri için. "Ve onu göremiyorlardı” Allah'ın âyetlerini görmek istemediklerinden. Sanki bu, azabın katlanma sebebidir. Şöyle de denilmiştir: Bu "onlar için Allah'tan başka dostlar yoktur” kavlindeki dostluğun olmamasının açıklamasıdır. Çünkü duymayan ve görmeyen dost olamaz (etkili olamaz). "Onlar için azâp katlanır” sözü de ara cümlesidir. 21İşte onlar kendilerini ziyan ettiler ve uydurdukları şeyler onlardan kaybolup gitti. "İşte onlar kendilerini ziyan ettiler” Allah'a ibâdet yerine ilâhlara ibâdet etmekle "ve uydurdukları şeyler de onlardan kaybolup gitti” ilâhları da şefaatları da ya da tarampalarında ziyan ettiler ve kazandıkları zâyi olup gitti. Ellerinde ziyan ve pişmanlıktan başka bir şey kalmadı. 22Şüphe yok ki, onlar âhirette en çok ziyan edenlerin ta kendileridir. "Şüphe yok ki, onlar âhirette en çok ziyan edenlerin ta kendileridir” hiç kimse onlar kadar daha açık ve daha çok ziyan etmiş değildir. 23Şüphesiz ki, onlar îman ettiler; iyi şeyler yaptılar ve Rablerine boyun eğdiler; işte onlar cennet yaranlarıdırlar. Onlar orada ebedî kalıcılar. "Şüphesiz onlar ki, îman ettiler, iyi şeyler yaptılar ve Rablerine boyun eğdiler” onda huzur buldular, ona baş eğdiler, ahbetu habt'ten gelir ki, eğik yerdir. "İşte onlar cennet yaranlarıdır. Orada ebedî kalıcılar” devamlı. 24İki grubun hâli kör ve sağırla gören ve işitenin hâli gibidir. Bunların hâli bir olur mu? Öğüt almıyor musunuz? "İki grubun hâli” kafirle mü'minin hâli "kör ve sağırla gören ve işitenin hâli gibidir” bundan kafirin a'maya benzetilmek istenmesi de câizdir, çünkü o Allah'ın âyetlerini görmezden gelmiştir ve kafirin sağıra benzetilmesi istenmiştir. Çünkü o da Allah'ın kelâmını duymak ve manalarını düşünmek istememiştir. Bundan mü'minin duyan ve görene benzetilmesi de istenmiş olabilir. Çünkü durumları birbirine zıttır. O zaman her biri iki sıfat itibarı ile iki şeye benzetilmiş olur. Ya da kâfir kör ve sağıra, mü'min de bunun zıddına benzetilmiştir, atıf da sıfatı sıfatın üzerine atmak içindir, Meselâ şu mısrada olduğu gibi: (Eyvah babama sabahleyin saldıran ganimet alan geri dönen adamdan dolayı). Bu da hem sıra hem de zıddı ile anlatım türündendir. "Bunlar bir olur mu?” bu iki grup bir olur mu? "Misal bakımından” temsil yahut sıfat yahut hâl bakımından. "Öğüt almıyor musunuz?” misal getirmek ve üzerinde düşünmekle. 25Yemin olsun biz, Nûh'u kavmine gönderdik. "Şüphesiz ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım” dedi. "Yemin olsun biz, Nûh'u kavmine gönderdik, şüphesiz ben sizin için” bienni leküm demektir. Nâfi', Âsım, İbn Âmir ve Hamze kavl maddesi gizleyerek (inni) okumuşlardır. "Apaçık bir uyarıcıyım” size azâbı gerektiren şeyleri ve kurtuluşun cihetini açıklıyorum. 26Allah'tan başkasına ibâdet etmeyesiniz diye. Şüphesiz ben sizin için acıklı bir günün azabından korkuyorum. (Allah'tan başkasına ibâdet etmeyesiniz diye) bu da "innî leküm"den bedeldir yahut mübin'in mef'ûlüdür. "En"in müfessire ve "erselna” yahut "neziren"e müteallik olması da câizdir. "Şüphesiz ben sizin için acıklı bir günün azabından korkuyorum” elim mü'lem demektir. O aslında azâp eden (Allah)ın sıfatıdır, ancak burada azaba ve zamanına sıfat olmuştur. Bu da cedde cidduhu ve neharuhu saimün kabilinden mübalağa içindir (zarfa ve sıfata isnat edilmiştir). 27Kavminden ileri gelen kâfirler: Biz seni ancak kendimiz gibi bir insan görüyoruz ve sana ancak basit görüşlü ayak takımının tâbi olduğunu görüyoruz. Sizin için üzerimizde bir üstünlük görmüyoruz. Bilâkis sizi yalancılar zannediyoruz, dediler. "Kavminden ileri gelenler: Biz seni ancak kendimiz gibi bir insan görüyoruz, dediler” seni peygamberlikle ve itâat edilmenle ayrı kılacak bir meziyetin yoktur. "Ve sana ancak ayak takımının tâbi olduğunu görüyoruz". Erazil, erzel'in çoğuludur, sonunda genelleme ile isim gibi olmuştur Meselâ ekber gibi ya da rezl'in çoğulu olan erzel'in cemidir. "Badiyerre'y” basit, derin olmayan sathi görüşlü demektir. Bu da bedv kökünden gelir ya da ilk görüşlü demektir ki, bu da bedi' ten gelir. Badiye'deki hemze mâ-kabli meksûr olduğu için ye'den dönüşmüştür. Ebû Amr hemze ile (badie) okumuştur, muzâfın hazfi ile zarf olarak mensûb olmuştur yani vakte hudusi badiir re'y demektir. Âmil de "ittebeake"dir. Onları bundan veya fakirliklerinden dolayı ayak takımı kabul etmişlerdir. Çünkü onlar sadece dünya hayatının dışını bildikleri için o bakımdan en şanslı olan onlara göre en şerefli, ondan mahrum olan da en rezil olmuştur. "Sizin için görmüyoruz” senin ve sana tâbi olanlar için "üzerimizde bir üstünlük” seni peygamberliğe ve liderliğe lâyık kılıcak bir üstünlük görmüyoruz. "Bilâkis sizi yalancılar olarak görüyoruz” seni peygamberlik iddianda, onları da seni doğru bilmeleri iddialarında. Bu sebeple gâipler muhatap kılınmıştır. 28O da: Ey kavmim, söyleyin bana, ya ben Rabbimden bir delil üzerinde isem, bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli kalmışsa? Hoşlanmadığınız hâlde sizi ona zorlayacak mıyız, dedi? "O da: Ey kavmim, söyleyin bana, dedi” haber verin bana "ya ben Rabbimden bir delil üzerinde isem” davamın doğruluğuna şahitlik eden bir delil üzerinde isem "bana kendi katından bir rahmet vermiş de” delil veya peygamberlik vermekle "bu size gizli kalmışsa” size kapalı kalmış da sizi doğru yola iletmemişse. Ummiyet'te zamirin tekil olması beyyinenin aslında rahmet olmasındandır yahut rahmetin gizli kalması peygamberliği gizli kılması gerektiğindendir ya da feummiyet badel beyyineti demektir. Kısaltmak için atılmıştır. Ya da o ikiden her birine râcidir. Hamze, Kisâî ve Hafs "ummiyet” okumuşlardır ki, gizli kalmaktır. "Feamaha” da okunmuştur ki, gizli bırakan Allah'tır. "Sizi ona zorlayacak mıyız?” onunla doğru yolu bulmanıza "siz istemeseniz de!” onu tercih etmeseniz ve üzerinde düşünmeseniz de. (Enülzimukumuha)da iki zamir birleştiği, biri de Merfû' olmadığı ve en çok bilmeni (muhatap) öne alındığı için ikincide fasl da vasi da câiz olmuştur (burada vasi tercih edilmiştir). 29Ey kavmim, buna karşı sizden bir mal istemiyorum. Benim ücretim ancak Allah'ın üzerinedir. Ben, îman edenleri kovacak değilim. Çünkü onlar, Rablerine kavuşacaklardır. Ancak ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum. "Ey kavmim, buna karşı sizden istemiyorum” tebliğe karşı, o, her ne kadar zikredilmemişse de zikredilenlerden anlaşılmaktadır, "bir mal” ödül, "benim ücretim ancak Allah'ın üzerinedir” çünkü ondan umut edilir. "Ben, îman edenleri kovacak değilim” kovmalarını istemeleri üzerine verdiği cevaptır. "Çünkü onlar, Rablerine kavuşacaklardır” kendilerini kovanlarla onun huzurunda tartışacaklardır ya da Rablerine kavuşacak ve onun yakınlığını kazanacaklardır; onları nasıl kovarım? "Ancak ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum” Rabbinize kavuşmayı bilmeyen yahut onların kadrini bilmeyen ya da onları kovmada ne olduğunu bilmeyen veyahut onları ayak takımı saymakla aşağıladığınızı bilmeyen demektir. 30Ey kavmim, eğer onları kovarsam, bana Allah'tan kim yardım eder? Hiç düşünmüyor musunuz? "Ey kavmim, bana Allah'tan kim yardım eder?” intikâmını önlemekle "eğer onları kovarsam” onlar bu sıfat ve bu durumda iken. "Hiç düşünmüyor musunuz?” o zaman bilirdiniz ki, onları kovmak istemek ve îmanlarınızı da buna bağlamak doğru bir şey değildir. 31Ben yanımda Allah'ın hazineleri var, demiyorum. Gaybi de bilmem. Ben meleğim de demiyorum. Gözlerinizin hor gördükleri için: Allah onlara hayır vermeyecektir de demem. Onların içlerindekini Allah bilir. Şüphesiz ben, o takdirde elbette zâlimlerden olurum. "Ben: Yanımda Allah'ın hazineleri var, demiyorum” rızıkının yahut mallarının hazineleri var demiyorum ki, üstünlüğümü inkâr edesiniz. (Gaybi de bilmem) bu da "indi hazainüllahi"nin üzerine ma’tûfur yani ben gaybi bilirim demiyorum ki, akla uzak görerek beni yalanlayasmız. Ya da, bana tâbi olanların basit görüşlü kimseler olduklarını, kararlı kimseler olmadıklarını bilemem. İkinciye göre bunun "ekulu"nûn üzerine atfı câizdir. "Ben meleğim de demiyorum” ki, sen bizim gibi bir insansın, diyesiniz. "Gözlerinizin hor gördükleri için demiyorum” fakirliklerinden dolayı aşağılık kabul ettiğiniz kimseler için demiyorum: "Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir". Çünkü Allah'ın onlar için âhirette hazırladığı şey, size dünyada verdiğinden daha hayırlıdır. "Onların içlerindekini Allah bilir. Şüphesiz ben o takdirde elbette zâlimlerden olurum” eğer öyle bir şey dersem. İzdira (tezderi) zera aleyhi (ayıplamak) deyiminden iftial babmdandır. Dal cehrilik sıfatında ze'ye uysun diye te'si dal'a çevrilmiştir. Hor görmenin gözlere isnat edilmesi mübalağa içindir. Ve şuna dikkat çekmek içindir ki, onlar mü'minleri incelemeden mana ve kemalatlarını iyice düşünmeden sırf üst başlarının pejmürdeliğine ve nasiplerinin azlığına bakarak basit görmüşlerdir. 32Ey Nûh, gerçekten sen bizimle uğraştın, hem de çok uğraştın. Öyleyse eğer doğru söyleyenlerden isen, ettiğin tehdidi bize getir, dediler. "Onlar da: Ey Nûh, gerçekten sen bizimle uğraştın” mücadele ettin "hem de çok uğraştın” onu uzattın yahut dallandırdın. "Öyleyse, tehdit ettiğin şeyi bize getir” o azâbı "eğer doğru söyleyenlerden isen” davada ve tehditte, çünkü senin münazaran bize etki etmez. 33Dedi: Onu size ancak Allah dilerse getirir. Ve siz cnu aciz bırakacak değilsiniz. "Dedi: Onu size ancak dilerse Allah getirir” er veya geç. "Siz de onu aciz bırakamazsınız” azâbı def etmek veya ondan kaçmakla. 34Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. Rabbiniz odur ve yalnız ona döndürüleceksiniz. "Size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez” şarttır ve cevabın delilidir, cümle de "eğer Allah sizi azdırmak isterse” kavlinin cevap anahtarıdır. Kelâmın takdiri de şöyledir: Eğer Allah sizi azdırmak isterse ve eğer ben de size öğüt vermek istersem, öğüdüm size fayda vermez. Bunun içindir ki, eğer bir adam karışma: Sen boşsun, eğer eve girersen, eğer Zeyd ile konuşursan, dese de o da girse, sonra da konuşsa, boş olmaz. Bu da uğraşmasının boş ve gereksiz olduğu hissini vermelerine cevaptır. Bu şuna da delildir ki, Allah'ın irâdesinin azdırmaya taalluk etmesi doğrudur ve muradının tersi çıkması da imkansızdır. Şöyle de denilmiştir: Sizi azdırmak istemesi helâk etmek istemesidir. Bu da ğavel fasilü ğaven deyiminden gelir ki, potuk çok süt emmekle midesi bozulup helâk olmaktır. "Rabbiniz o'dur” yaradanınız ve üzerinizde irâdesine göre tasarruf eden o'dur. "Yalnız ona döndürüleceksiniz” o da size yaptıklarınızın karşılığını verecektir. 35Yoksa: Onu kendisi mi uydurdu, diyorlar? De ki: Eğer onu ben uydurdu isem, günahım banadır. Ben sizin işlediğiniz günahlardan beriyim. "Yoksa: Onu kendisi mi uydurdu, diyorlar? De ki: Eğer onu ben uydurdu isem, günahım banadır” vebali boynumadır. Cemi olarak "ecrami” de okunmuştur. "Ben sizin işlediğiniz günahlardan beriyim". İftirayı bana isnat etmenizin günahından. 36Nûh'a şöyle vahyolundu: Şüphesiz kavminden şimdiye kadar gerçek îman edenlerden başkası îman etmeyecektir. Sen onların yaptıklarına üzülme. "Nûh'a şöyle vahyolundu: Şüphesiz kavminden şimdiye kadar gerçek îman edenlerden başkası îman etmeyecektir. Sen onların yaptıklarından üzülme". Allah onların îmanından ümit kestirdi ve onların yaptığı yalanlama ve eziyetten dolayı üzülmekten men etti. 37Gemiyi gözlerimizin önünde ve vahyimizle yap. Zâlimler hakkında bana hitap etme. Çünkü onlar boğulmuşlardır. "Gemiyi gözlerimizin önünde yap” bir şeyin korunduğu ve bozulup sapmasından riayet edildiği görme hissini çok olarak tabir etmesi, temsil yolu ile koruma ve riÂyette mübalağa içindir. "Ve vahyimizle” nasıl yapacağına dâir sana vahyimizle. "Zâlimler hakkında bana hitap etme” onlar hakkında bana dönüp durma, azâbı onlardan def etmem için bana dua etme. "Çünkü onlar boğulmuşlardır". Boğulmalarına hüküm verilmiştir, durdurulmasına imkân yoktur. 38Nûh gemiyi yapıyordu; ne zaman kavminden bir cemâat yanından geçse onunla alay ediyorlardı. O da: Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz, dedi. "Gemiyi yapıyordu” geçmiş hâli hikayedir, "ne zaman kavminden bir cemâat yanından geçse onunla alay ediyorlardı". Gemi yapması ile dalga geçiyorlardı. Çünkü onun sudan uzak bir karada ve suyun kıymetli olduğu bir vakitte yapıyordu. Ona gülüyor ve: Peygamber olduktan sonra marangoz oldun diyorlardı. "O da: Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay ederiz, dedi". Dünyada boğulmaya başladığınız ve âhirette yanmaya başladığınız zaman. Alay etmekten maksat câhil olduğunu düşünmektir, denilmiştir. 39İleride kendisini perişan edecek azabın kime geleceğini ve sürekli azabın kimin başına geleceğini bileceksiniz. "İleride kendisini perişan edecek azabın kime geleceğini bileceksiniz” bundan onları ve azaptan da suda boğulmayı kastediyor "kimin başına geleceğini” ineceğini yahut vadesi gelen ve kaçınılması mümkün olmayan borç gibi geleceğini "sürekli azabın” devamlı demektir ki, o da ateş azabıdır. 40Nihayet emrimiz gelip de fırın kaynayınca: "Ona her çiftten ikişer yükle, aileni de; ancak haklarında söz geçenler hariç. Bir de îman edenleri” dedik. Onunla beraber ancak az kimse îman etmişti. "Nihayet emrimiz gelip de” "gemiyi yapıyordu” sözünün sonudur, ikisinin arasındaki de "yasnau"daki zamirden hâl’dir ya da bu "hatta” söz bittikten sonra paragraf başı olan hattadır. "Fırın kaynayınca” oradan su kaynayınca ve kaynayan tencere gibi yükselince, demektir. Tennur ekmek fırınıdır, kaynama mu'cize olarak oradan başladı. Kûfe mescidinin yerinde idi yahut Hint'te yahut Cezire toprağında Aynıverdede idi. Tennur'un yeryüzü yahut en şerefli noktası olduğu da söylenmiştir. "Ona yükle dedik” gemiye "her birinden” istifade edilen hayvanların her türünden (ikişer çift) erkek ve dişi olmak üzere. Bu, Hafs kırâatma göredir. Öteki kurralar izafetle (ve min külli zevceyni) okumuşlar ve her çiftten iki yükle yani her erkek sınıfından ve dişi sınıfından demektir. (Aileni de) bu da zevceyni'ye yahut isneyn'e atıftır. Ailesinden maksat karısı, oğulları ve onların kadınlarıdır. "Ancak hakkında söz geçen hariç” boğulacağına dâir, bundan oğlu Kenan'ı, anası Vaile'yi kastediyor; çünkü o ikisi kâfirlerden idiler. "Bir de îman edenleri” öteki mü'minlerden. "Onunla beraber ancak az kimse îman etmiştir". Yetmiş dokuz kişi oldukları söylenmiştir: Müslüman olan karısı, üç oğlu Sam, Ham ve Yafes, bunların kadınları ve yetmiş iki de başka erkek ve kadın. Rivâyete göre Nûh aleyhisselâm gemiyi iki yılda sac ağacından yaptı. Uzunluğu üç yüz arşın, eni elli, yüksekliği de otuz arşın idi. Üç katlı yaptı; alta hayvanları ve vahşileri, ortasına insanları, üstüne de kuşları aldı. 41Nûh dedi: Binin içine. Onun akması da durması da Allah'ın ismiyledir. Şüphesiz Rabbim elbette çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Nûh dedi: Binin içine” yani girin içine, bunu binmek saymıştır; çünkü o da karadaki gibi suda binilecek şeydir. "Onun akması da durması da Allah'ın ismiyledir” bu da "irkebu"ya bağlıdır, vâv'dan hâl’dir yani besmele çekerek yahut bismillah diyerek binin demektir. Akma ve durma vaktinde yahut akma ve durma mekanında demektir. Bu da mecra ile mürsa'nın ismi zaman yahut ism-i mekan veyahut mastar olması mülahazası iledir. Muzâf mahzûftur: Atike hufukan nemci (sana yıldız batarken gelirim) sözü gibidir. Mensûb olmaları da hâl takdir ettiğimiz şeyledir. "Bismillahi” ile Merfû' olmaları da câizdir; o zaman bu ikisinden mastar murat edilmiş olur ya da mübtedâ ile haberden oluşan cümle olur yani icrauha bismillahi demektir. O zaman "bismillahi” haber yahut sıla olur, haber de mahzûftur. O da ya kesik cümledir ki, geçmişi ile alâkası yoktur ya da vâv'dan veyahut he'den mukadder hâl’dir. Rivâyete göre Nûh geminin yüzmesini istediği zaman; Bismillah, derdi; o da yüzerdi; demir atmasını istediği zaman da: Bismillah derdi; o da dururdu. İsmin zaid olması da câizdir, Meselâ: Sümmes müsselami aleyküma kavlinde olduğu gibi. Hamze, Kisâî ve Âsım da Hafs rivâyetinde cera'dan feth ile mecra okumuşlardır. Yine resa'dan mersa da okunmuştur. İkisinin de üç duruma (mastar, zaman ve mekâna) ihtimali vardır. Allah'ın sıfatı olarak İsm-i fâ'il kalıbı ile mücriha ve mürsiha da okunmuştur. "Şüphesiz Rabbim elbette çok bağışlayıcı, çok merhametlidir, dedi". Yani eğer kusurlarınızı bağışlamasa idi de size merhamet etmese idi sizi kurtarmazdı. 42O (gemi) dağlar gibi dalgaların arasında onları götürüyordu. Nûh, ayrı bir yerde duran oğluna: Oğulcuğum, bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma, diye seslendi. (Gemi onları götürüyordu) bu da "irkebu"nûn gösterdiği mahzûfa bağlıdır yani bismillah diyerek bindiler o da içindekileri götürüyordu demektir. "Dağlar gibi dalgaların arasında” tufanın dalgaları içinde, dalga su çırpındığı zaman yükselen şeydir. Her dalgası birikim ve yükseklik bakımından dağ gibi idi. Su yerle gök arasım doldurdu, gemi de onun içinde onları yüzdürüyordu şeklinde denen şey sâbit değildir. Meşhur olan suyun yüksek dağların üzerine on beş arşın çıkmasıdır. Eğer doğru ise belki de bu yerle gök arasında yüzmesinden önce idi. (Nûh oğluna seslendi) Kenan'a, "ibnehâ ve elifin hazfi ile ibnene” de okunmuştur. O zaman zamir karısına gider, o da üvEy ğlu idi. Veledi zina da denilmiştir, çünkü Allahü teâlâ: "O iki kadın kocalarına hiyanet ettiler” (Tahrim: 10) buyurmuştur. Bu ise hatadır, çünkü peygamberler böyle şeylerden masumdur (masundur). Hiyanetten maksat dinde hiyanettir. Nüdbe tarzında "ibnâhu” da okunmuştur. Hikâye olduğu için harfin hazfi câiz görülmüştür. "Oğlu ayrı bir yerde idi” kendini babasından yahut dîninden ayırmıştı. Mâ'zil mef'il vezninde ismi mekandır, azele'den gelir ki, uzaklaştırmak manasınadır. (Oğulcuğum, bizimle beraber bin) cumhur ye'yi kesre ile (büneyyi) okumuşlardır ki, mahzûf izafet ye'sini göstersin. Bunu da Kur'ân'ın her yerinde yapmışlardır. Ancak İbn Kesîr Lokman sûresinde ilk yerde ravilerin ittifakı ile vakıf yapmıştır. Üçüncüsünde Kunbul rivâyetinde böyle yapmıştır. Âsım da bumda fethetmiştir (büneyye) izafet ye'sinden çevrilen elif yerine fetha ile yetinmiştir. Diğer yerlerde ise ondan değişik rivâyetler gelmiştir. Ebû Amr, Kisâî ve Hafs be'yi mim'e idgam etmişlerdir, çünkü mahreçleri yakındır. "Kâfirlerle beraber olma” dinde ve ayrılıkta. 43Oğlu: Dağa sığınacağım; beni sudan korur, dedi. Nûh da: Bugün Allah'ın emrinden koruyacak yoktur, ancak Allah'ın merhamet ettiği hariç, dedi. Ve aralarına dalga girdi; o da boğulanlardan oldu. "Oğlu dedi: Dağa sığınacağım; beni sudan kurtarır” boğulmaktan. "Nûh da: Bugün Allah'ın emrinden koruyacak yoktur, ancak Allah'ın merhamet ettiği hariç, dedi” illâ merhamet eden müstesnadır ki, o da Allahü teâlâdır yahut illâ mekânu men rahimehumullah demektir onlar da mü'minlerdir. Bununla şu te'vil reddedilmiştir: Bugün dağ ve benzeri gibi sığınanı kurtaracak bir sığınak yoktur, ancak mü'minlerin sığmağı vardır ki, o da gemidir. Şöyle de denilmiştr: Lâ asime za ismetin (koruma sâhibi) manasınadır, Allahü teâlâ'nın. "Fi İşetin radıyeh” (Hakka: 21) kavlinde olduğu gibi. Şöyle de denilmiştir: İstisna munkatı'dır, yani Allah merhamet ettiğini korur demektir. "Aralarına dalga girdi” Nûh ile oğlunun yahut oğlu dağın arasına. "O da boğulanlardan oldu” su ile helâk edilenlerden oldu. 44Ey yer, suyunu yut, ey gök, sen de yağmurunu kes, denildi. Su çekildi. İş bitirildi. Gemi Cudi'nin üzerinde durdu. "Zâlimler kavmi için uzak olsun", denildi. "Ey yer, suyunu yut, ey gök, sen de yağmurunu kes, denildi” o ikisine akıllılar gibi seslenildi ve onlara öyle emredildi, bu da Allah'ın kemal-i kudretini, onların da Allah'ın onlarda yapmak istediğine itaatlarım bildirmek içindir. Burada Allah emri dinlenen amire benzetilmiştir. İkisi de azametinden ve acıklı azabından korktuğu için emrine itâat edenlere benzetilmiştir. Âyette geçen bel' suyu çekmek, ikla da durmaktır. "Su çekildi” azaldı "iş bitirildi” kâfirlerin helâki ve mü'minlerin kurtarılması ile ilgili emir yerine getirüdi. "Gemi durdu” karar kıldı "Cudi'nin üzerinde” Musul'da bir dağdır. Şâm'da da denilmiştir. Babil'de de denilmiştir. Rivâyete göre Nûh gemiye Receb'in onunda bindi, ondan Muharrem'in onunda indi. O günü oruç tuttu, bu da sünnet oldu. "Zâlimler kavmi için, uzak olsun, denildi” onlara helâk olsun. Beide buden ve beaden, baade buden beiden denir ki, dönmesi umulmayan bir yere (çok uzaklara) gitti demektir. Sonra helake tahsis edildi ve bedduada kullanıldı. Âyet gayet fasihtir; çünkü lâfızlar dolgun ve nazım güzeldir. Durumu da zarar vermeyecek şekilde kısa ve gerçek olarak anlatmaktadır. Haberlerin ismi mef'ûl sıygası ile verilmesi de yapanın büyüklüğünü göstermek ve onun söylemeye hacet olmayacak şekilde bilindiğini göstermek içindir. Zira kimsenin aklına başkası gelmez; çünkü bu gibi şeyleri bir tek ve her şeyi kabza-i kudretine alan Allah'tan başkası yapamaz. 45Nûh Rabbine seslendi: Rabbim, şüphesiz oğlum benim ailemdendir. Şüphesiz senin va'din haktır. Sen hakimlerin hakimisin. "Nûh Rabbine seslendi” ona seslenmek istedi, bunun delili de: "Rabbim, şüphesiz oğlum benim ailemdendir” kavlinin atfedilmesidir, çünkü nida odur. "Şüphesiz senin va'din haktır” vadettiğin hiçbir şeyden döndüğün görülmez. Sen ailemi kurtaracağını vadettin; öyleyse ona ne oldu da kurtulamadı. Bunun boğulmadan önce olması da câizdir. "Sen hakimlerin hakimisin” çünkü sen onların en iyi bileni ve en adilisin. Ya da çünkü sen hikmet sahiplerinin en çok hikmetlisisin. Bu da hâkim'in hikmetten gelmesi üzerinedir, Meselâ dariin der'den gelmesi gibi. 46Allah: Ey Nûh, şüphesiz o, senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı uygun olmayan bir ameldi. Öyleyse bilgin olmayan şeyde bana soru sorma. Câhillerden olmandan seni men ediyorum, dedi. "Allah da: Ey Nûh, o senin ailenden değildir, dedi” çünkü mü'minle kâfir arasında dostluk bağı yoktur. "Onun yaptığı uygun olmayan bir ameldi” sözü ile de buna işâret etmiştir (onun ameli bozuktur). Bu da ailesinden olmamasının gerekçesidir. Aslı zu amelin fasidin demektir. Mübalağa için onun zatım amelin ta kendisi kılmıştır. Bu da mübalağa içindir, Kadın şaire Hansa'nın otlayan deveyi nitelemesi gibi: şaire Gafilken (yavrusu aklında değilken) otluyor, nihayet hatırladığı zaman Artık sağa sola koşturmadır. Sonra bozuk ameli iyi olmayan amelle değiştirdi, bunu da iki nitelik arasında tezat olduğunu açıklamak ve ailesinden kurtulanlar gibi kurtulmasını gerektiren bir şey lmadığını açıklamak için yapmıştır. Kisâî ile Ya'kûb "innehu âmile” okumuşlardır ki, âmile amelen gayra salihin (uygun olmayan iş yaptı) demektir. "Öyleyse bilgin olmayan şeyde bana soru sorma” doğru mudur doğru değil midir bilmediğin şeyi sorma. Seslenmesine soru sorma demesi, ailesinin kurtulacağı vaadinin çocuğunun hakkında da geçerli olduğunu içermesi içindir ya da onun hakkında yerine getirilmemesini gerektiren şeyi öğrenmek içindir. Ona câhil deyip de ondan men etmesi: "Câhillerden olmandan seni men ediyorum” sözünden dolayıdır. Çünkü ailesinden haklarında sözü geçenlerin istisna edilmesi, ona durumu göstermiş ve sual sormasına gerek bırakmamıştı. Ancak çocuk sevgisi onu meşgul edince sonunda durumdan şüphe etti ve sordu. İbn Kesîr lâm'ın fethi ve nûn'un şeddesi ile (felâ teselenne) okumuştur. Nâfi' ile İbn Âmir de öyle okumuşlar ancak o ikisi nunu meksûr etmişlerdir, çünkü aslı "teselneni"dir, nûn-ı vikaye sâkin nunlar birleştiği için atılmıştır. Şeddeli nûn da ye için meksûr kılınmış, sonra da kesre ile yetinildiğinden o da atılmıştır. Nâfi''den de vasi hâlinde atılmadığı rivâyet edilmiştir. 47Nûh: Rabbim, bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan, ziyan edenlerden olurum, dedi. "Nûh dedi: Rabbim, senden istemekten sana sığınırım” gelecekte "bilgim olmayan şeyi” doğruluğunu bilmediğim şeyi. "Eğer beni bağışlamazsan” soru sorma kusuruma karşı beni bağışlamazsan "ve bana acımazsan” tevbe etmek ve bana ihsan etmekle "ziyan edenlerden olurum” amel yönünden. 48Ey Nûh, bizden selametle; senin ve seninle beraber olan ümmetinin üzerine bereketle in. Birtakım ümmetler vardır; onları da yararlandıracağım, sonra da onlara bizden acıklı bir azâp dokunacaktır, denildi. "Ey Nûh, bizden selametle in, denildi” gemiden bizim tarafımızdan kötülüklerden emin olarak ya da bizden selamlanarak in "ve üzerine bereketlerle” sana mübarek olarak yahut neslinde artışlarla, Tâ ki, ikinci Adem olursun. Zam ile "uhbut” ve tekil olarak "bereketin” de okunmuştur ki, o da artan hayır demektir. "Ve seninle beraber olan ümmetlerin üzerine” onlara ümmetler denilmesi bölüklere ayrılmalarındandır ya da ümmetlerin onlardan kollara ayrılmasındandır yahut onunla beraber olanlardan meydana gelecek ümmetlerden dolayıdır. Onlardan da mü'minler murat edilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ: "Birtakım ümmetler vardır; onları da yararlandıracağım” buyurmuştur. Yani seninle beraber olanlardan dünyada yararlandıracağımız ümmetler vardır demektir. "Sonra da onlara bizden acıklı bir azâp dokunacaktır” âhirette. Bunlardan murat edilen de yanmdakilerden kâfir zürriyetlerdir. Bunların Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb kavimleri olduğu da söylenmiştir. Azâp da başlarına gelen şeydir. 49Bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bunları önceden ne sen ne de kavmin bilmiyordunuz. Öyleyse sabret. Şüphesiz sonuç müttekılerindir. (Bunlar) Nûh aleyhisselâm’ın kıssasına işarettir. Müpdeda olarak mahallen merfû’dur, haberi de "min enbail ğaybi"dir, bazı haberleri demektir. (Bunları sana vahyediyoruz) ikinci haberdir, zamir de onlara gitmektedir yani sana vahyedilmiştir enba'dan hâl’dir yahut o haberdir, "min enbai” de ona mütealliktir yahut heden hâl’dir. "Bunları önceden ne sen ne de kavmin bilmiyordunuz” bu da başka bir haberdir yani sana vahyetmeden önce senin ve kavmin tarafından meçhul idi yahut "nuhiha” daki heden yahut "ileyke"deki kaftan hâl’dir yani sen ve kavmin bunlardan câhil olarak demektir. Onları anlatmakla bunu öğrenmediğine dikkat çekilmiştir; çünkü o, başkalarına karışmış değildi, onlar da çok olmalarına rağmen bunları duymamışlardı. Artık içlerinden biri nasıl bilir? "Sabret” Nûh gibi sen de risaletin zorluklarına ve kavmin eziyetlerine. "Şüphesiz sonuç” dünyada zafer ve âhirette de başarı ile "müttekılerindir” şirkten ve isyanlardan geri duranlarındır. 50Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik. "Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Siz ancak iftira edenlerdensiniz, dedi. (Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik) bu da "nuhan ilâ kavmihi"ye ma’tûftur, "huden” de atıfbeyandır. "Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin, dedi” bir tek ona. (Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur) yalnız ilahin mecrûruna bakarak cer ile (ğayrihi) de okunmuştur. "Siz ancak iftira edenlersiniz". Putları ortaklar edinmek ve onları şefaatçi kabul etmekle. 51Ey kavmim, bunun için sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni Yaradan’ın üzerinedir. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz? "Ey kavmim, bunun için sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak beni Yaradan'ın üzerinedir". Her peygamber töhmeti izale etmek ve garezsiz nasihat etmek için kavmine böyle hitap etti. Çünkü hırslarla karışık olduğu sürece fayda vermez. "Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?” aklınızı kullanmıyor musunuz ki, o zaman haklıyı haksızdan ve doğruyu yanlıştan ayırırdınız. 52Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin. Sonra da ona tevbe edin ki, üzerinize bol yağmur göndersin ve gücünüze güç katsın. Günahkârlar olarak yüz çevirmeyin. "Ey kavmim, Rabbinizden bağışlanma dileyin. Sonra da ona tevbe edin” Allah'ın bağışlamasını isteyin, sonra da tevbeyi ona vesile kılın. Yine başkasından el çekmekle yapın, zira bu ancak Allah'a îmandan ve onun yanmdakine rağbet ettikten sonra olur. "Üzerinize bol bol yağmur göndersin” fışkırarak "ve gücünüze güç katsın” kuvvetinizi artırsın. Onları bol yağmur ve güç fazlalığı ile özendirdi, zira onlar çiftçi ve yüksek bina sahipleri idiler. Şöyle de denilmiştir: Allah onlara üç yıl yağmur vermedi, kadınları kısırlaştı. Hûd aleyhisselâm onlara îman ve tevbe ettikleri takdirde bol yağmur ve güçlü nesil va'detti. "Yüz çevirmeyin” sizi davet ettiğim şeye arka dönmeyin "günahkârlar olarak” günahınızda ısrar ederek. 53Onlar da: Ey Hûd, sen bize bir delil (delil) getirmedin. Biz senin sözünden dolayı ilâhlarımızı bırakacak değiliz ve sana inanacak da değiliz, dediler. "Onlar da: Ey Hûd, sen bize bir delil getirmedin, dediler” davanın doğruluğunu gösterecek bir delil demektir. Bu da aşırı inatlarından ve gelen mu'cizelere güvenmemelerindendir. "Biz ilâhlarımızı bırakacak değiliz” onlara ibâdeti terk edecek değiliz (senin sözünden dolayı) sözüne bakarak, bu da "târikî"deki zamirden hâl’dir. 54Seni ancak bazı ilâhlarımız çarpmış demekten başka bir şey söylemeyiz. O da: Şüphesiz ben Allah'ı şâhit tutarım. Siz de şâhit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım, dedi. "Sana inanacak da değiliz” ona icabet etmekten ve tasdik etmekten ümit kestirmektir. (Seni ancak çarpmıştır, deriz) i'terake arahu yaruhu'dan gelir ki, çarpmak demektir. "Bazı ilâhlarımız kötülükle” delilikle, bu da ilâhlarımıza sövmenden ve insanları onlardan çevirmen yüzündendir. O sebepledir ki, saçmalıyor ve hurafe şeyler söylüyorsun. Cümle kavl maddesinin mef'ûlüdür, illâ da amelsizdir, çünkü istisna müferrağdır. "O da: Şüphesiz ben Allah'ı şâhit tutarım. Siz de şâhit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım, dedi.” 55Ondan başka ortak koştuklarınızdan. Öyleyse hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da beni bekletmeyin. "Ondan başka (ortaklarınızdan). Öyleyse hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da beni bekletmeyin". Böyle demekle onların aptalca konuşmalarına cevap verdi, ilâhlarından uzak olduğuna ve zararlarının boş olduğuna Allah'ı şâhit tuttu. Bunu da te'kit ve tespit etti. Onları horladığı için ona şâhit olmalarım ve bekletmeden helâki için birleşmelerini istedi. Sonunda güçlü kuvvetli oldukları hâlde uğraşıp da ona hiçbir zarar veremediklerini görünce, cansız ilâhlarının zarar ve fayda veremeyeceklerine, ondan intikâm alamayacaklarına şüpheleri kalmadı. Bu da onun mu'cizelerindendi. Çünkü bir tek kişinin kalabalık, yırtıcı ve kan dökücü bir gruba bu sözlerle meydan okuması, başka değil Allah'a güvenmesindendir, ona zarar vermemeleri de sırf onun korumasındandır. Bunun içindir ki, arkasından şöyle dedi: 56Şüphesiz ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah'a tevekkül ettim. Hiçbir canlı yoktur ki, o, onların perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim doğru yoldadır. "Şüphesiz ben benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah'a tevekkül ettim". Bunu onlara da ikrar ettirmek için dedi. Mana da şöyledir: Şüphesiz sizler bana zarar vermek için ne kadar uğraşsanız da zarar veremezsiniz. Çünkü ben Allah'a güvendim, onun korumasına sığınıyorum. O benim de sizin de sâhibinizdir. Onun istemediği şeyi bana yapamazsınız, onun takdir etmediğini başıma getiremezsiniz. Sonra da buna şöyle delil getirdi: "Hiçbir canlı yoktur ki, o, onların perçeminden tutmuş olmasın". Yani o onlara sahiptir, onlara kâdirdir, onları istediği gibi idare eder. Perçeminden tutmak bunu temsilidir. "Şüphesiz Rabbim doğru yoldadır". Yani o hak ve adalet üzerindedir. Ona sığman zâyi olmaz, zâlim onun elinden kurtulmaz. 57Eğer yüz çevirirseniz, benimle gönderilen şeyi size tebliğ etmiş bulunuyorum. Rabbim sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir; ona hiçbir şeyle de zarar veremezsiniz. Şüphesiz Rabbim her şeyi muhafaza edendir. "Eğer yüz çevirirlerse, benimle gönderilen şeyi size tebliğ etmiş bulunuyorum” tebliğ ve delil getirme görevimi yapmış bulunuyorum. Artık benim bir eksiğim, sizin de mazeretiniz yoktur. Benimle gönderileni size ulaştırdım. (Rabbim sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir). Tehdit mahiyetinde yeni söz başıdır, şöyle ki, Allah onları helâk edecek ve yerlerine ve mallarına başka kavimleri getirecektir. Ya da fe'li cevabın (fekad eblağtüküm) üzerine atıftır, mahal itibarı ile cezm kırâatı da bunu destekler. Sanki şöyle denilmiştir: Ve intetevellev yazirni rabbi ve yestahlif (eğer yüz çevirirseniz Rabbim beni mazur görür ve yerinize başkalarını getirir). "Ona zarar veremezsiniz” yüz çevirmenizle "hiçbir şekilde” hiçbir zararla. Kim yestahlif şeklinde meczum okursa (lâ tadarrunehu)dan nûn'u düşürür. "Şüphesiz Rabbim her şeyi muhafaza eder” gözetler; amelleriniz ona gizli kalmaz, karşılığını vermekten gaflet etmez ya da korucu ve istila edicidir, ona zarar vermeniz mümkün değildir. 58Emrimiz gelince, Hûd'u da onunla beraber îman edenleri de bizden bir rahmetle kurtardık ve onları ağır bir azaptan kurtardık. "Emrimiz gelince” azabımız yahut azâp emrimiz "Hûd'u da onunla beraber îman edenleri de bizden bir rahmetle kurtardık". Dört bin kişi idiler. "Onları ağır bir azaptan kurtardık". Kurtardığı şeyin ne olduğunu açıklayan bir tekrardır, o da sam yelidir ki, kâfirlerin burunlarından giriyor, arkalarından çıkıyordu, organlarını koparıyordu. Ya da bundan maksat âhiret azabından da kurtarmaktır. Ve şuna telmihtir ki, helâk olanlar dünyada sam yeli ile helâk oldukları gibi âhirette de ağır azapla azâp edileceklerdir. 59İşte Âd budur! Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler, onun elçilerine isyan ettiler ve her inatçı zorbanın emrine uydular. (İşte Âd budur!) ism-i işâreti müennes yapması kabile itibari İledir, çünkü işâret kabirlerine ve eserlerinedir. "Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler” onlara nankörlük ettiler, "onun elçilerine isyan ettiler” çünkü kendi elçilerine isyan ettiler. Bir elçiye isyan eden hepsine etmiş olur. Zira bütün elçilere itâat etmekle emrolundular. "Ve inatçı her zorbanın emrine uydular” yani büyük azgınlarının demektir. Burada geçen anîd anede anden ve unuden ve aneden çekiminden gelir ki, taşkınlık etmektir. Mana da şöyledir: Kendilerini îmana çağırana isyan ettiler; küfre ve helake çağırana ise itâat ettiler. 60Bu dünyada da kıyâmet gününde de lanete tâbi tutuldular. Bilin ki, Âd, Rablerini inkâr ettiler. Bilin ki, Hûd kavmi Âd'e uzaklık yazıldı! "Bu dünyada da kıyâmet gününde de lanete tâbi tutuldular” yani iki dünyada da lâ'net arkalarına takıldı, onları azaba yüzükoyun atacaktır. "Bilin ki, Âd, Rablerini inkâr ettiler” tanımadılar yahut nimetine nankörlük ettiler ya da keferu bihi demektir ki, câr hazfedilmiştir. "Bilin ki, Hûd kavmi Âd için uzaklık yazıldı” helâk ile bedduadır, bundan maksat da şunu göstermektir ki, onlar anlatılan şeyler yüzünden başlarına gelen şeyi hak etmişlerdi. "Elâ"nın tekrar edilmesi, durumlarının fecaatini gözler önüne sermek ve hâllerinden ibret almak içindir. "Kavmu Hûd” bu da adden atıfbeyandır, faydası da bunları ikinci Âd İrem'den ayırmaktır ve şuna îma etmektir ki, bu rahmetten uzaklık Hûd ile aralarında geçen maceradan dolayıdır. 61Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik. "Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. O, sizi yerden (topraktan) meydana getirdi. Sizi orada imara memur etti. Öyleyse ona istiğfar edin. Sonra da ona tevbe edin. Şüphesiz Rabbim Allah'tır, duaları kabul edendir. "Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik. Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. O sizi yerden meydana getirdi". Sizi ondan o yarattı, başkası değil. Çünkü Adem'i yarattı, neslini ondan yarattığı meninin maddeleri ise topraktandır. "Vestamereküm fiha” ammereküm fıha demektir ki, size orada ömür verdi yahut imarına güç verdi yahut onu emretti demektir. Bunun umradan geldiği de söylenmiştir ki, yurtlarınızı size ömür boyu verdi, ömürleriniz bittikten sonra ona kendisi mirasçı olacaktır yahut yurtlarını tamir edersiniz, ömrünüz olduğu sürece oturursunuz, sonra da başkalarına bırakırsınız. "Öyleyse ona istiğfar edin, sonra da ona tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır” rahmeti yakındır. Dua edene "icabet eder". 62Ey Sâlih, sen bundan önce içimizde ümit beslenen biri idin. Bizi, atalarımızın ibâdet ettikleri şeylere ibâdetten men mi ediyorsun? Şüphesiz biz, bizi davet ettiğin şeyden işkillendiren bir şüphe içindeyiz, dediler. "Ey Sâlih, sen bundan önce içimizde ümit beslenen biri idin” çünkü sende başkan yahut müsteşar olman için ya da dinde bize uyman için doğruluk ve feraset işaretleri görüyorduk. Senden bu sözü işitince ümidimiz kesildi. "Bizi atalarımızın ibâdet ettikleri şeylere ibâdetten men mi ediyorsun?” bu da geçmişi hikâye tarzında verilmiştir. "Şüphesiz biz, bizi davet ettiğin şeyden bir şüphe içindeyiz” davet ettiğin tevhidten ve putlardan el çekmekten (işkillendiren) şüpheye düşüren, bu da erabehu'dan gelir ya da isnad-ı mecâzî üzere zi reybetin demektir ki, erabe filemri'den gelir. 63Dedi: Ey kavmim, söyleyin bana, ya ben Rabbimden bir delil üzerinde isem ve bana kendinden bir rahmet vermiş ise, ona âsi olursam bana Allah'tan kim yardım eder? Siz benim zararımdan başka bir şeyimi artırmıyorsunuz! (Dedi: Ey kavmim, söyleyin bana, ya ben Rabbimden bir delil üzerinde isem) bir açıklama ve basiret üzerinde isem, şek harfi muhataplara nazarandır. "Ve bana kendinden bir rahmet vermişse” peygamberlik "bana Allah'tan kim yardım eder” bana azabına kim mani olur? "Eğer ona isyan edersem” mesajını iletmede ve şirkten men etmede. "Siz benim artırmıyorsunuz” peşinizden gelmemi istemenizle "zararımdan başka bir şey” Allah'ın bana ihsan ettiğini boşa çıkarmak ve azabına maruz kalmakla ziyanımdan başka bir şeyimi artırmıyorsunuz. Ya da bana dediğiniz şeylerle size ziyan nispet etmemden başka bir şeyimi artırmıyorsunuz. 64Ey kavmim, işte size bir mu'cize olarak Allah'ın devesi! Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülükle dokunmayın; sonra sizi yakın bir azâp yakalar. "Ey kavmim, işte size bir mu'cize olarak Allah'ın devesi!” Ayeten'in mensûb oluşu hâl olmasındandır, âmili de (hazini) işaretindeki manadır, "leküm” de ondan hâl’dir, nekire olduğu için takaddüm etmiştir. "Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin” bitkilerinden yesin, suyundan içsin. "Ona kötülükle dokunmayın; sonra sizi yakın bir azâp yakalar” acil bir azâp, ona kötülükle dokunduğunuz için fazla gecikmez, ancak üç gün gecikir. 65Derken onu kestiler; o da: Yurdunuzda üç gün faydalanın. İşte bu, yalanlanmamış bir vaattir, dedi. "Derken onu kestiler; o da: Yurdunuzda faydalanın, dedi” evlerinizde ya da dünya yurdunda yaşayın "üç gün” Çarşamba, Perşembe, Cuma. Sonra helâk olacaksınız. "İşte bu, yalanlanmamış bir vaattir” yani ğayru mekzubun fihi demektir. Sonra genişletilip mef'ûlu bih yerine konuldu, şu mısrada olduğu gibi: Süleym ve Amir kabilelerini müşahede ettiğimiz gün (Şehidna fihi demektir). Ya da mecaz olarak ğayru mekzubin demektir. Sanki vaat eden: Sana ödeyeceğim demiş gibidir; eğer öderse kendini tasdik eder, yoksa yalanlar. Ya da va'dun gayru kizbin demektir, o zaman mekzub; meclud ve makul gibi mastar olur. 66Emrimiz gelince Sâlih'i de onunla beraber îman edenleri de bizden bir rahmetle azaptan ve o günün rezilliğinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin o, çok kuvvetlidir, mutlak gâlibtir. "Emrimiz gelince Sâlih'i de onunla beraber îman edenleri de bizden bir rahmetle (azaptan) ve o günün rezilliğinden kurtardık” yani onları o günün rezilliğinden kurtardık ki, o da korkunç sesle helâkleridir yahut kıyâmet günündeki zillet ve rezillikleridir. Nâfi'den feth ile "yevmeiz” okuduğu rivâyet edilmiştir ki, o zaman muzâf muzâfun ileyh'ten mebnilik kazanmış olur. Nâfi' hem burada hem de Meâric süresindeki "min azabi yevmi izin” (Meâric: 11) âyetinde böyle okumuştur. "Şüphesiz Rabbin o, çok kuvvetlidir, mutlak gâlibtir” her şeye gücü yeter, her şeye gâliptir. 67O zâlimleri o korkunç ses yakaladı; yurtlarında diz çökerek kaldılar. "O zâlimleri o korkunç ses yakaladı; yurtlarında diz çökerek kaldılar” bunun tefsiri de A'raf sûresinde geçmiştir. 68Sanki orada (hiç) ikamet etmemişler gibi. Bilin ki, şüphesiz Semûd kavmi Rablerini inkâr ettiler. Bilin ki, Semûd kavmi için uzaklık yazıldı. "Sanki orada hiç ikamet etmemiş gibi. Bilin ki, şüphesiz Semûd kavmi Rablerini inkâr ettiler". Ebû Bekir burada ve Necm sûresinde, Kisâî Kur'ân'ın her yerinde; İbn Kesîr. İbn Âmir ve Ebû Amr da "elâ bu'den liSemûd” kavlinde tenvinle (semuden, semudin) okumuşlar; bunda da Hayy (oymak) yahut büyük baba lâfzını göz önüne almışlardır. 69Yemin olsun ki, elçilerimiz İbrâhîm'e müjde ile geldiler. "Selâm” dediler. O da: "Selâm” dedi. Eğlenmeden kızartılmış bir buzağı getirdi. "Yemin olsun ki, elçilerimiz İbrâhîm'e geldiler” yani melekler. Bunların dokuz olduğu söylenmiştir. Cebrâîl, Mikail ve İsrafil olmak üzere üç olduğu da söylenmiştir. "Müjde ile” evlât muştuluğu ile, Lût kavminin helâki ile de denilmiştir. "Selâm, dediler” sellenına aleyke selamen (sana selâm olsun, dediler). Selamen'in "Kâlû” ile mensûb olması da câizdir, o zaman zekeru selamen demek olur. "O da: Selâm, dedi” yani emrüküm selamün yahut cevabi selamün veyahut vealeyküm selamün demektir. Merfû' olarak selamün diye cevap vermesi onların selamından daha güzel olmuştur. Hamze ile Kisâî "silmün” okumuşlardır, Zariyat'ta da böyle okumuşlardı. İkisi de güzel lügattir, hirm ve haram gibi. Bundan maksat sulhtur da denilmiştir. "Eğlenmeden kızartılmış bir buzağı getirdi” onu getirmesi gecikmedi yahut onu getirmede gecikmedi ya da o işten geç kalmadı demektir. "En"deki harf-i cer takdir edilmiştir ve mahzûftur. Haniz kızgın taş fırında kızartılmış demektir. Yağı akan da denilmiştir ki, hanezetil feresüden gelir, at çuldan dolayı terlemektir. Çünkü başka Âyette: "Biiclin semin” (Zariyat: 26) denilmiştir. 70Ellerinin ona uzanmadığını görünce, onlardan hoşlanmadı ve içinde bir korku hissetti. "Korkma; biz, Lût kavmine gönderildik” dediler. "Ellerinin ona uzanmadığını görünce” ellerini uzatmadıklarını görünce "onlardan hoşlanmadı ve içinde bir korku hissetti". Bu durumlarını beğenmedi ve kendisine bir kötülük yapmak istediklerinden korktu. Nekire, enkere ve istenkere aynı manayadır. İycas da anlamak demektir, gizlemektir de denilmiştir. "Dediler” ondan korku eserini görünce "Korkma; biz Lût kavmine gönderildik, dediler". Bizler onlara azapla gönderilmiş melekleriz. Elimizi uzatmamamız da bizim yemek yemediğimizdendir. 71Karısı da ayakta idi; güldü. Biz de onu İshak ile İshak'ın arkasından da Ya'kûb ile müjdeledik. "Karısı da ayakta idi” perdenin arkasında karşılıklı konuşmalarını dinliyordu ya da başuçlarında hizmet için duruyordu, (güldü) korkunun geçmesine sevindiğinden yahut kötü kimselerin helâkine veyahut görüşünün isabetine sevindi. Çünkü o, İbrâhîm'e: Lût'u yanına çek; ben o kavmin başına azâp ineceğini biliyorum, demişti. Şöyle de denilmiştir: Dahiket hayız görmektir, şâir şöyle demiştir: Ben Selma'yı yeni hayız görürken bir kadın cemâatinin içinde tanıdım, Henüz memeleri büyümemişti. Dahiketis semüretü de denilir ki, ağacın zamkı sızmaktır. Feth ile dahaket de okunmuştur. "Biz de onu İshak ile İshak'ın arkasından Ya'kûb ile müjdeledik” İbn Âmir, Hamze ve Hafs yakube'yi kelâmdan anlaşılan bir fiille nasb etmişlerdir, takdiri şöyledir: Vevehebna min verai ishake yakube. Şöyle de denilmiştir: O "biishaka"nın mahalline yahut İshak lâfzına ma’tûftur. Fethasi de cer içindir, çünkü gayri munsariftir. Bu da aralarına zarfın girmesiyle kabul edilmemiştir. Diğerleri de Merfû' okumuşlardır, o zaman kendisi mübteda, haberi de zarf olur yani ve yakubu mevludun min badihi demektir. Şöyle de denilmiştir: Vera çocuğun çocuğudur, belki de ona böyle isim verilmesi çocuktan sonra (torun) olmasındandır. Buna göre İshak'a izafesi Ya'kûb'un ondan sonra olmasından değil de İbrâhîm tarafından sonra olmasındandır. Bu da pek makbul değildir. İki isim Yahya gibi Allah tarafından verilmiş de olabilir, eskiler vermiş de burada hikâye edilmiş de olabilir. Müjdenin kadına yöneltilmesi, müjdesi verilen çocuğun ondan olması hasebiyledir, bir de o kısır idi, çocuğunun olmasını çok istiyordu. 72Karısı: Eyvah, ben bir koca karı, şu kocam da ihtiyar iken ben mi doğuracağım? Şüphesiz bu, şaşılacak bir şeydir, dedi! "Karısı: Eyvah, dedi” ne tuhaf,yl aslında serde kullanılır, sonra her korkunç şeyde kullanıldı. Aslı üzere ye ile (veyleti) de okunmuştur. "Ben bir koca karı iken ben mi doğuracağım!” doksan yahut doksan dokuz yaşında. "Şu kocam da” eşim de "ba'l"in aslı işleri gören kimsedir. "Yaşlı” yüz yahut yüz yirmi yaşında. Nasbi hâl olmasındandır. Âmili de ism-i işaretin manasıdır. Mahzûf mübtedanın haberi olarak Merfû' da okunmuştur yani hüve şeyhun demektir yahut ikinci haberdir yahut kendisi haberdir, "ba'li” de bedeldir. "Şüphesiz bu, şaşılacak bir şeydir” yani iki ihtiyarın çocuğu. Bu da adet icabı şaşılacak bir şeydir, kudret bakımından değil. 73Onlar da: "Allah'ın emrinden mi şaşıyorsun? Ey ev halkı, Allah'ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir,” dediler. Şüphesiz O, övgüye layıktır, Mecid'dir. "Onlar da: Allah'ın emrinden mi şaşıyorsun? Ey ev halkı, Allah'ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir, dediler". Kadının durumunu beğenmiyorlar, çünkü bu harikulade şeyler peygamber evinin ve mu'cizelerin indiği yerin halkı olmalarından, daha çok nimet ve ikrama nâil olmalarındandır. Bu şaşılacak bir şey değildir. Akıllı bir kimse bunu garipsemez, hele mu'cizeleri görerek yetişen bir kimse hiç yadırgamaz. "Ehlel beyt” medih veya özelllik kasdı ile nida olmak üzere mensûbtur: Allahümmağfir lena eyyetühal isabetü kavli gibi. "Şüphesiz o, övgüye layıktır” övülecek şeyi yapar "meciddir” hayır ve ihsanı çoktur. 74İbrâhîm'den korku gidip de ona müjde gelince, Lût kavmi hakkında bizimle tartışmaya başladı. "İbrâhîm'den korku gidip de” korku hissetmeyip de onları tanımakla kalbi yatışarak "ona müjde gelince” korkunun yerine "Lût kavmi hakkında bizimle tartışmaya başladı” onlar hakkında elçilerimizle tartışmaya başladı. Mücadelesi de onlara: Şüphesiz orada Lût vardır, sözüdür. Bu da ya Lemmâ'nın cevabıdır, hâlin hikayesi olarak muzâri şeklinde gelmiştir ya da mâzi manası ile lev'de olduğu gibi cevap yerindedir. Yahut mahzûf cevabın göstergesidir Meselâ icteree alâ hitabina (bize hitap etme cüreti buldu) yahut şeraa fî cidaline gibi. Ya da ona mütealliktir, onun yerine geçmiştir Meselâ ehaze yahut akbele yücadilüna gibi. 75Gerçekten İbrâhîm çok çok halîmdir, kendini Allah'a veren çok içli idi. "Gerçekten İbrâhîm çok çok halîmdir” suçludan hemen intikâm almak istemez. (Çok içlidir) günahlardan çok ah eder ve insanlar için üzülürdü. "Münibün” Allah'a dönerdi. Bundan maksat onu mücadeleye sevk eden şeyi açıklamaktır. O da çok yufka yürekli ve aşırı derecede merhametli oluşudur. 76Ey İbrâhîm, bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin emri gelmiştir. Onlara reci dol un mayan bir azâp gelecektir. "Ev İbrâhîm, bundan” bu mücadeleden "vazgeç. Çünkü Rabbinin emri gelmiştir” ezeli azâp kazasına göre takdir gelmiştir. O, hâllerini daha iyi bilir. "Onlara reddolunmayan bir azâp gelecektir” ne tartışma ne dua ne de başka bir şeyle çevrilmeyecek azâp. 77Elçilerimiz Lût'a gelince, onların yüzünden üzüldü ve göğsü daraldı. Bu, çetin bir gündür, dedi! "Elçilerimiz Lût'a gelince, onların yüzünden üzüldü” gelmeleri onu üzdü, çünkü onlar gençler suretinde gelmişlerdi. Onların insan olduklarını zannetti. Kavmi onlara saldırır da müdafaalarından aciz kalır zannetti. "Ve göğsü daraldı” onların namına kalbi sıkıştı, bu da bir kötülüğü def edemediği ve ona çare bulamadığı zaman kişinin birden içe kapanmasından kinayedir. "Bu, çetin bir gündür, dedi” asabehudan gelir ki, bağlamak manasınadır. 78Kavmi ona koşarak geldiler. Daha önce de kötü şeyler yapıyorlardı. Ey kavmim, işte kızlarım, onlar sizin için daha temizdir. Allah'tan korkun. Beni misafirlerimin içinde rezil etmeyin, içinizde aklı başında bir adam yok mu, dedi? "Kavmi ona koşarak geldiler” misafirlerine o kötü hareketi yapmak için sanki itiliyorlardı. "Daha önce de” o vakitten önce de "kötü şeyler yapıyorlardı” çirkin şeyler, onda alışık idiler, utanmadılar, öyle ki, açıktan koşarak geldiler. "Ey kavmim, işte kızlarım, dedi” asaletinden ve gayretinden onları misafirleri için feda etti. Mana şöyledir: İşte bunlar kızlarımdır, onlarla evlenin. Daha önce istemişlerdi, pisliklerinden ve denk olmadıklarından kabul etmemişti, yoksa Müslüman kadınların kâfirlere haram olmasından değil. Çünkü bu yeni bir dindir. Ya da istedikleri o çirkin şeyi sona erdirmek için kızlarını teklif etmiştir. Çünkü bu ondan daha ehvendir. Ya da bundan duyduğu şiddetli nefreti açığa vurmak için demiştir ki, ona acısınlar. Şöyle de denilmiştir: Kızlardan maksat kadınlarıdır, çünkü her peygamber şefkat ve terbiye bakımından ümmetinin babasıdır. İbn Mes'ud'un Mushaf'ında: "Ve ezvacuhu ümmehatühüm vehüve ebün lehüm” (Ahzab: 6) şeklindedir. "Onlar sizin için daha temizdir” bilfiil daha nazif ve daha az çirkindir. Meselâ: Ölü gasp maldan daha temiz ve daha helâldır, sözü gibi. Nasb ile "athara” da okunmuştur, o zaman hâl olur, "hünne” "benati"nin haberi olur, Hâza ahi gibi. O (hünne lâfzı) zamir-i fasıl değildir, çünkü hâl ile sâhibi arasına giremez. "Allah'tan korkun” fuhşu terk yahut kadınları erkeklere tercih etmekle. (Beni rezil etmeyin) bu da hizy'den gelir ya da beni hacil etmeyin demektir ki, utanmak manasına hazayeden gelir. "Misafirlerim içinde” onların hakkında, çünkü adamın misafirini hacil etmek onu hacil etmektir. "İçinizde aklı başında bir adam yok mu?” hakkı bulan ve çirkin şeyden yüz çeviren. 79Dediler: Yemin olsun, gerçekten bilmişsindir ki, bizim senin kızlarında bir hakkımız yoktur ve şüphesiz sen, bizim ne istediğimizi iyi bilirsin. "Dediler: Yemin olsun, gerçekten bilmişsindir ki, bizim senin kızlarında hakkımız yoktur” onlara ihtiyacımız yoktur. "Ve şüphesiz sen, bizim ne istediğimizi iyi bilirsin” o da erkeklere gelmektir. 80Lût: Keşke size karşı bir gücüm olsaydı yahut sağlam bir kaleye sığınsaydım, dedi! "Lût: Keşke size karşı bir gücüm olsaydı, dedi” keşke kendi gücümle sizi def etseydim. " Yahut sağlam bir kaleye sığınsaydım” güçlü, benim için size mani olacak dağ gibi kuvvetli birine. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Allah kardeşim Lût'a rahmet etsin, aslında sağlam bir kaleye (Allah'a) sığınmıştı. Nasb ile "ev âviye” de okunmuştur ki, o zaman gizli "en” olur, sanki şöyle buyurmuştur: Lev enne li biküm kuvveten ev üviyyen. Lev'in cevabı da mahzûftur, takdiri de: Ledefa'tüküm (sizi iterdim). Rivâyete göre misafirlerinin üzerine kapıyı kapattı, kapının arkasından onlarla mücadeleye başladı. Onlar duvara tırmandılar, melekler Lût'un sıkıntısını görünce: 81Melekler: Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz. Sana asla dokunamazlar. Sen aileni gecenin bir bölümünde yürüt. İçinizden kimse arkasına bakmasın, ancak karın hariç. Çünkü onlara dokunan (azâp) ona da dokunacaktır. Onların belirlenen vakitleri sabahtır. Sabah da yakın değil midir, dediler? "Ey Lût, bizler Rabbinin elçileriyiz. Sana asla ulaşamayacaklardır, dediler". Bize zarar vermekle sana zarar vermeyeceklerdir, sâkin ol, bizi onlarla baş başa bırak. O da bıraktı. Cebrâîl aleyhisselâm kanadı ile yüzlerine vurdu, gözlerini silme kör etti, göremez oldular. Çıktılar: Başınızı kurtarın, Lût'un evinde sihirbazlar var, dediler. (Aileni yürüt) katı' hemzesiyle isra'dan gelir. İbn Kesîr ve Nâfi' Kur'ân'ın neresinde olursa sera'dan vasi hemzesiyle okumuşlardır. "Gecenin bir bölümünde” onun bir kısmında. "İçinizden kimse arkasına bakmasın” geri dönmesin yahut geriye bakmasın. Yasak lâfızda "ahade” (kimseye)dir, mana da Lût'adır. "Ancak karın hariç” bu da "feesri biehlike” kavlinden istisnadır. "Feesri biehlike bikıt'in minelleyli illemreetek” okunuşu da bunu gösterir. Bu, iltifatı geri kalma ile te'vil edildiği takdirde doğru olur. Çünkü giderken arkaya bakmakla tefsir edilirse bu, İbn Kesîr ile Ebû Amr'ın ahad'den bedel olarak ref ile okuyuşlarına ters düşer. İki kırâati şu manada iki rivâyete hami etmek câiz değildir: O, kavmi ile beraber karısının arkasında idi yahut onu çıkardı. O da azâp sesini işitince döndü ve: Eyvah kavmim helâk oldu, dedi, hemen bir taş yetişip onu öldürdü. Çünkü kesin şeyleri çelişik manalara taşımak doğru değildir. En iyisi iki kırâatta da istisnayı, layeltefit kavlinden yapmaktır. Allahü teâlâ'nın: "Mâ faaluhu illâ kalilün” (Nisa: 66) kavli de bundandır. Kurraların çoğunun fasih olmayan kırâati önermeleri akla uzak değildir. Bundan Lût'un, karısına arkasına bakmasını emrettiği manası çıkmaz, bilâkis bozuşmamak için ondan men etmediği çıkar. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ yeni söz başı olarak gerekçesini şöyle bildirmiştir: "Çünkü onlara dokunan ona da dokunacaktır". Ref kırâati üzerine istisnayı munkatı saymak güzel değildir. "Onların belirlenen vakitleri sabahtır” sanki bu da gece yürütmenin sebebi gibidir. "Sabah da yakın değil midir?” Bu da Lût'un acele edip azabın gecikmesinden yakınmasının cevabıdır. 82Emrimiz gelince, oranın üstünü altına getirdik. Üzerlerine istif edilmiş pişmiş çamurdan taşlar yağdırdık. "Emrimiz gelince” azabımız yahut azâp emrimiz, lâfzı asıl manasına hami etmek ve azâbı da "altını üstüne getirdik” kavlinin gereği olarak onun sonucu kabul etmek de bunu destekler. Çünkü bu "Lemmâ"nın cevabıdır. Hakkı, caalu aliyeha demek idi, yani memur melekler öyle yaptılar. Buna rağmen sebebin sâhibi kendi olmasıyla nefsine isnat etmesi (biz yaptık demesi) işi büyütmek içindir. Çünkü rivâyete göre Cebrâîl aleyhisselâm kanadını şehirlerinin altına soktu, onları göğe kaldırdı. Öyle ki, köpeklerin uluması ve horozların ötmesi gökte duyuldu, sonra onu ters yüz edip yere çarptı. "Üzerlerine yağdırdık” şehirlerin üzerlerine yahut kaçkınların üzerine "pişmiş çamurdan taşlar” taşlaşmış çamurdan, çünkü başka bir Âyette: "Çamurdan taşlar” (Zariyat: 33) buyurmuştur. Siccü'in aslı, sengildir, Arapçalaşmıştır. Şöyle de denilmiştir: Bu, escelehudan gelir ki, göndermek yahut vergisini su gibi akıtmaktır. Mana da şöyledir: Gönderilen şey benzerinden yahut su gibi akan ihsandan. Ya da sicilden gelir ki, Allah'ın azâp için yazdığı şeyden demektir. Şöyle de denilmiştir: Aslı siccindir, yani cehennemden demektir. Nûn lâm'a çevrilmiştir. "Mandud” azapları için istif edilmiş yahut yağmur damlaları gibi arka arkaya gönderilmiş demektir ya da birbirinin üzerine konulmuş, yapıştırılmış demektir. "Damgalanmış” üzerine azâp işâreti konulmuş. Şöyle de denilmiştir: Beyaz ve kırmızı ile işaretlenmiş ya da dünya taşlarından ayrılacak bir görüntü verilmiş ya da üzerine atılacak kimsenin ismi yazılmış demektir. 83Rabbinin katında damgalanmış (taşlar). Onlar, zâlimlerden uzak olmayacaktır. "Rabbinin katında” hazinelerinde. "O (taşlar veya o beldeler), zâlimlerden uzak olmayacaktır.” çünkü onlar zulümleri sebebiyle taş yağmurunu hak etmişlerdir. Bunda bütün zâlimler için tehdit vardır. Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz bunu Cebrâîl aleyhisselâm'a sordu, o da: Senin ümmetinin zâlimlerini kast ediyor; nerede bir zâlim varsa, bir zaman başına taş yağmuru yağma tehlikesine maruzdur, dedi. Şöyle de denilmiştir: Zamir kentlere râcidir, yani onlar Mekke zâlimlerine yakındır, Şâm seferlerinde onların yanından geçerler. Baîd'in müzekker kılınması hacer (taş) yahut mekân te'vili iledir. 84Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i gönderdik. Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik yapmayın. Şüphesiz ben, sizi bir hayır içinde görüyorum. Ve ben sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum, dedi. "Medyen'e de kardeşleri Şuayb'i gönderdik” İbrâhîm aleyhisselâm'ın oğlu Medyen'in evlatlarını ya da Medyen halkını kast ediyor. Medyen onun kurduğu bir şehir, onun adım almıştır. "Ey kavmim, Allah'a ibâdet edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik yapmayın". Onlara önce tevhidi emretti, çünkü işin temeli odur. Sonra da onları alıştıkları şeyden, adalete sığmayan ve karşılıklı rızaya dayanan meşru alışverişe zarar veren hak yemeden men etti. "Şüphesiz ben sizi bir hayır içinde görüyorum” hak yemeye gerek kalmayan bolluk içinde yahut bir nimet içinde ki, onun hakkı şükür için insanlara ikram etmektir; haklarını yemek değildir. Ya da öyle bir bolluk içinde görüyorum ki, onu içinde bulunduğunuz yanlış işlerinizle heder etmeyin. "Ve ben sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum, dedi". İçinizden kimsenin kaçamayacağı azaptan. Şöyle de denilmiştir: Helâk edici bir azaptan. Bu da "ürünü kuşatıldı” (Kehfi 42) kavlinden gelmektedir. Maksat kıyâmet gününün azabıdır ya da kökünü kazıma azabıdır. Günü azabın sıfatı olan kuşatma ile nitelemek içine almasından dolayıdır. 85Ey kavmim, ölçüyü, tartıyı adaletle tam yapın, insanların eşyalarını kısmayın. Yeryüzünde bozguncular olarak fesat çıkarmayın. "Ey kavmim, ölçüyü, tartıyı tam yapın” zıddını yasakladıktan sonra tam yapmayı açıkça söylemesi, mübalağa içindir ve şuna dikkat çekmek içindir ki, ölçüyü ve tartıyı bilerek eksik yapmaktan çekinmeleri yetmez. Aynı zamanda tam yapmak için gayret etmek de lâzımdır, ister ki, biraz fazla vermekle olsun, "adaletle” ne artık ne eksik olmaksızın eşitlik ve doğrulukla. Çünkü fazla vermek tam yapmaktır, menduptur, zorunlu değildir, bazen mahzurlu bile olabilir. "İnsanların eşyalarını kısmayın” bu da özellemeden sonra genellemedir, çünkü bu miktarda veya gayrisinde olmaktan daha geniştir. Şu (yeryüzünde bozguncular olarak fesat çıkarmayın) kavli de böyledir. Çünkü asv ifadesi çeşitli bozgunculuklardan hakkı ve diğer eksik vermeyi de içine alır. Şöyle de denilmiştir: Kısmaktan maksat alışveriş muamelelerinden öşür gibi vergi almaktır. Asv hırsızlık, yol kesmek ve yağma gibi şeylerdir. "Müfsidin” şeklindeki hâl'in faydası da ıslah niyetiyle yapılanı bunun dışına çıkarmak içindir, Meselâ Hızır aleyhisselâm'ın yaptığı gibi. Bunun manası şöyledir de denilmiştir: din işlerinizde ve âhiret maslahatlarınızda yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. 86Allah'ın kalan rızkı sizin için daha hayırlıdır, eğer mü'minlersenîz. Ben, sizin üzerinizde bekçi değilim, "Allah'ın kalan rızıkı” haramdan çekindikten sonra size bıraktığı helâl "sizin için daha hayırlıdır” eksik yaparak topladığınızdan "eğer mü'minler iseniz” îman etmeniz şartıyla. Çünkü onun hayır olması kurtulmakla beraber arkasından sevap kazanmakladır. Bu da îman şartına bağlıdır. Ya da size dediğimi tasdik ediyorsanız demektir. Bakıyye'nin itâat olduğu da söylenmiştir, çünkü Allahü teâlâ "baki kalan ameller” (Kehf: 46) buyurmuştur. Te ile "takıyyetullahi” de okunmuştur, bu da ondan sakınmadır ki, insanı isyanlardan çeker çevirir. "Ben sizin üzerinizde bekçi değilim” sizi çirkinliklerden çekecek bekçi yahut amellerinizi kayıt altına alıp da size karşılığını verecek değilim. Ben ancak öğütçü ve tebliğciyim. Uyarmamla da mazur olmuşum. Ya da kötü işlerinizi bırakmadığınız takdirde Allah'ın size verdiği nimetleri koruyacak değilim. 87Dediler: Ey Şuayb, atalarımızın ibâdet ettiklerini ve mallarımızda istediğimizi yapmayı bırakmamızı sana namazların mı emrediyor? Şüphesiz sen, gerçekten yumuşak huylu, aklı başında bir adamsın. "Dediler: Ey Şuayb, atalarımızın ibâdet ettiklerini bırakmamızı sana namazların mı emrediyor?” atalarının ibâdet ettikleri de putlardır. Onlara tevhidi emrettikten sonra alay yollu ve namazı ile dalga geçerek cevap verdiler ve şunu îma ettiler ki, aklı olan bir kimse böyle şeye davet etmez. Seni buna ancak aklından geçen şeyler ve sürekli yaptığın şey cinsinden vesveseler sürüklemiştir. Şuayb çok namaz kılardı. Bunun içindir ki, namazların diyerek çoğul zikretmişlerdir. Hamze, Kisâî ve Hafs tekü olarak (namazın) okumuşlardır. Mana da şöyledir: Namazların mı sana bunları terk etmemiz teklifini yaptırıyor? Bu durumda muzâf hazf edilmiştir, çünkü bir adam başkasının işiyle emredilmez. ( Ya da mallarımızda istediğimizi yapmamızı bırakmamızı) bu da "mâ"nın üzerine atıftır yani mallarımızda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi demektir. İkisinde de te ile de okunmuştur (en tefale, mâ teşau) bu da eksik ölçme yasağının ve tam yapma emrinin cevabıdır. Şöyle de denilmiştir: Onları dirhemler ve dinarları kırpmaktan men ederdi. Böyle demekle bunu murat etmişlerdir. "Şüphesiz sen gerçekten yumuşak huylu aklı başında adamsın” onunla alay ettiler ve onu bunun zıddı ile nitelemek istediler. Ya da ondan duyduklarını ve akla uzak gördüklerim bir gerekçeye bağlamak istediler, o da onun yumuşak huylu ve aklı başında bir adam olmasıdır. Böyle bir kimse bu gibi şeyleri yapar mı, demek istediler? 88Dedi: Ey kavmim, söyleyin bana, ya ben, Rabbimden bir belge üzerinde isem ve kendinden bana güzel bir rızık vermişse! Sizi yasakladığım şeylerde size muhalefet etmek istemiyorum. Ben, gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Benim muvaffakiyetim ancak Allah iledir. Yalnız ona tevekkül ettim ve yalnız ona dönüyorum. "Dedi: Ey kavmim, söyleyin bana, ya ben, Rabbimden bir belge üzerinde isem” Allah'ın kendisine verdiği ilim ve peygamberliğe işâret ediyor. "Ve kendinden bana güzel bir rızık vermişse!” Bu da Allah'ın ona verdiği helâl mala işarettir. Şartın cevabı mahzûftur takdiri şöyledir: Maddî ve manevî mutlulukları içine alan bu nimete karşılık onun vahyine hainlik etmem ve emir ve yasaklarına karşı gelmem bana yakışır mı? Bu da alıştıkları şeyleri değiştirme ve atalarının dîninden men etmeye karşı beğenmedikleri şeyler için özür dileme gibidir. "Minhü"deki zamir Allah'a gitmektedir yani kendi katından ve elde etmek için çalışıp çabalamadan yardımı ile vermesinden demektir. (Sizi yasakladığım şeylerde size muhalefet etmek istemiyorum) yani başına buyruk olup size men ettiğimi eğer doğru olsa idi tercih ederdim, demek istemiyorum. Onu men etmek şöyle dursun ondan yan çizmezdim. Hâleftü zeyden ilâ keza denir ki, o arkasını dönüp giderken ona doğru gitmektir. Hâleftühu anhü de tersi olmaktır. "Ben, gücüm yettiği kadar ıslahat yapmak istiyorum” ben ancak iyiliği emretmek ve kötülükten men etmekle yaladığım sürece ıslahat yapmak istiyorum. Eğer yaptıklarınızı doğru bulsaydım, sizi ondan men etmezdim. Bu üç cevabın bu. tarzda verilişinin bir önemi vardır o da şuna dikkat çekmektir ki, akıllı kimse yap tığı ve yapmadığı her şeyde bu üçten birine riayet etmelidir. Bunların en önemlisi ve en yücesi de Allahü teâlâ'nın hakkıdır. İkincisi nefsin hakkıdır, üçüncüsü de insanların hakkıdır. Bütün bunlar size emrettiklerimi emretmemi ve men ettiklerimi de men etmemi gerektirmektedir. "Mastetatü"deki "mâ” mastariyedir, zarf (zaman) yerine düşmüştür. Haberiye (ellezi manasına) ıslah'tan bedel olduğu da denilmiştir. Yani gücüm yettiği kadar yahut (ıslaha mestetatü) gücümün yettiğini ıslah etmek istiyorum demektir. Bu durumda muzâf hazf edilmiştir. "Benim muvaffakiyetim ancak Allah iledir” hakkı ve doğruyu yakalamam ancak onun hidâyet ve yardımı iledir. "Yalnız ona tevekkül ettim” çünkü her şeye gücü yeten odur, ondan başkası haddi zatında acizdir, hatta itibar edilemeyecek kadar yoktur. Bunda katışıksız tevhide işâret vardır, o da başlangıcı bilmenin en yüksek derecesidir. (Yalnız ona dönüyorum) bu da âhireti bilmeye işarettir ki, o da sılanın fiil üzerine geçmesiyle hasr ifade etmiştir. Bu kelimelerde yaptığı ve yapmadığı her şeyde hakkı yakalamak için bütün işlerde Allahü teâlâ'dan muvaffakiyet isteme vardır ve her şeyiyle ona yönelmek, kâfirlerin ümidini kesmek, onları boş vermek, düşmanlıklarını ciddiye almamak ve ceza için Allah'a dönmeleriyle tehdit vardır. 89Ey kavmim, bana muhalefetiniz, başınıza Nûh kavminin yahut Hûd kavminin veyahut Sâlih kavminin başına gelenler gibi bir şey getirmesin. Lût kavmi de size uzak değildir. "Ey kavmim, bana muhalefetiniz” düşmanlığınız "size kazandırmasın, başınıza Nûh kavminin başına gelenin bir benzerini getirmesin” suda boğulma gibi "yahut Hûd kavminin” fırtına gibi "yahut Sâlih kavminin” yer sarsıntısı gibi. "En yusibeküm” en sılasıyla beraber "cereme"nin ikinci mef'ûlüdür. Çünkü o kesebe gibi bir ve iki mef'ule geçişli olur. İbn Kesîr zam ile "yücrimenneküm” okumuştur. O da bir mef'ule geçişli olandan nakledilmiştir. Birincisi daha fasihtir. Çünkü ecreme fasihlerin dillerinde daha az dolaşır. Lâm'ın fethi ile "misle” de okunmuştur, çünkü mebniye muzâf olmuştur. Şu şiirde olduğu gibi: Su içmekten men olunmadı ancak şu var ki, Daldaki bir güvercin öttü, o da ürktü. (Gayra, en'e muzâf olmakla mebni olmuştur). "Lût kavmi size uzak değildir". Zaman ve mekan itibar ile, eğer öncekilerden ibret almadınızsa onlardan alın. Çünkü küfürde ve kötülüklerde size uzak değildirler, onların başlarına gelen sizin de başınıza gelebilir. Baîd'in müfret olması, mâ ihlakühüm yahut mahüm bişeyin baîd demek olduğu içindir. Bu gibi şeylerde müzekkerle müennesin bir olması da uzak ihtimal değildir, çünkü bunlar mastardırlar, Meselâ sahil (at kişnemesi) ve şehîk (eşek anırması) gibi. 90Rabbinizden istiğfar edin, sonra da ona tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir. "Rabbinizden istiğfar edin, sonra da ona tevbe edin” işlediğiniz günahlardan. "Şüphesiz benim Rabbim çok merhametlidir” tevbe edenlere çok merhametlidir, "çok sevicidir” çok sevenin sevdiğine yaptığı gibi onlara çok lütuf ve ihsan eder. Bu da günahta ısrarın ardından tevbeye karşı iyi bir vaattir. 91Dediler: Ey Şuayb, senin dediklerinden çoğunu anlamıyoruz. Ve biz, seni içimizde zayıf görüyoruz. Eğer aşiretin olmasa idi, mutlaka seni taşla öldürürdük. Sen bize göre değerli biri değilsin. "Dediler: Ey Şuayb, anlamıyoruz” kavrayamıyoruz "dediklerinden çoğunu” Meselâ tevhidin zorunluluğu, eksik ölçüp tartmanın haramlığı ve bunlara delil olarak zikredilen şeyler gibi. Bu da akıllarının kısa ve düşüncelerinin olmamasındandır. Şöyle de denilmiştir: Bunu konuşmasını alaya almak için dediler yahut ondan çok nefret ettikleri için ona kafalarını vermiyorlardı. "Seni içimizde zayıf görüyoruz” gücün yoktur, sana bir kötülük yapmak istesek karşı koyamazsın ya da değersiz ve hor görüyoruz. Onun kör olduğu da söylenmiştir, çünkü zaîf Himyer dilinde kör demektir. Bu görüş makama münasip olmamakla beraber zarf ile kayıtlanması da onu reddeder. Bazı Mutezi'leler körün Peygamber olamayacağını söylemişlerdir; onu kadılık ve şahitliğe kıyas etmişlerdir. Fakat aralarındaki fark açıktır. "Eğer aşiretin olmasa idi” kavmin ve yanımızdaki itibarları, çünkü onlar da kendi dinimizdendirler. Yoksa güçlerinden korkma değildir. Çünkü raht üçten ona kadar insana denir. Dokuza kadar da denilmiştir. "Mutlaka seni taşla öldürürdük” taş atarak yahut en ağır şekilde öldürürdük. "Sen bize göre değerli biri değilsin” ki, taşla öldürmeyelim. Bu da delile cevap veremeyen ahmakların adetidir; delillere ve âyetlere sövme ve tehditle karşılık verirler. "Ente"nin başına nefiy zamiri getirilmesi, şuna dikkat çekmek içindir ki, söz onun hakkındadır, güçlü olması hakkında değildir. Ona eziyetlerine de kavminin itibarı mani olmuştur. Bunun içindir ki: 92Dedi: Ey kavmim, aşiretim size göre Allah'tan daha mı şereflidir ki, onu arkanıza atılacak bir şey edindiniz. Şüphesiz Rabbim yaptıklarınızı kuşatıcıdır. "Ey kavmim, aşiretim size göre Allah'tan daha mı şereflidir ki, onu arkanıza atılacak bir şey edindiniz” dedi. Onu yani Allah'ı şirk koşmanız ve elçisini horlamanızla arkanıza atılacak ve unutulacak bir şey gibi yaptınız. Allah'a saygı duymuyor da kavmime mi saygı duyuyorsunuz? Bunun redde, azarlamaya, İnkâra ve yalanlamaya ihtimali vardır. "Zıhriyya” zahra (sırta) mensuptur, kesr ise nisbete arız olan değişikliklerdendir. "Şüphesiz Rabbim yaptıklarınızı kuşatıcıdır” ona onlardan hiçbir şey gizli kalmaz, cezanızı verir. 93Ey kavmim, siz durumunuza göre yapacağınızı yapın. Şüphesiz ben de yapıyorum. Yakında kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Bekleyin; şüphesiz ben de sizinle beraber bekliyorum. "Ey kavmim, siz durumunuza göre yapacağınızı yapın. Şüphesiz ben de yapıyorum. Yakında kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini bileceksiniz". Aynısı Enfâl sûresinde geçmiştir. Oradaki "fesevfe talemun"daki fe ısrarın ve içinde bulundukları şeyin buna sebep olduğunu göstermektedir. Burada hazfi ise "bundan sonra ne oldu?” sorusunun cevabı olmasındandır. Bu da daha çok korkutucudur. (Kimin yalancı olduğunu bileceksiniz) bu da "men ye'tihi"ye atıftır, yoksa alternatifi olduğu için değildir. Meselâ: Yalancıyı ve doğruyu bileceksin sözün gibi. Böyle değil de onu tehdit edip de yalanlayınca: Azâp görecek ve sizden ve benden yalancı kimdir bileceksiniz, dedi. Şöyle de denilmiştir: Kıyası, birinciyi onlara, ikinciyi de kendisine nispet ederek: Men hüve sadıkun demek idi, ancak onlar onun yalancı olduğunu iddia edince o da onların iddialarına göre: Ve men hüve kazibün, dedi. "Bekleyin” size diyeceğimi bekleyin "şüphesiz ben de sizinle beraber bekliyorum". Burada geçen rakîb faîl veznindeki, rakıb manasınadır, tıpkı sarim gibi ya da murakıb manasınadır tıpkı aşîr gibi ya da murtakıb manasınadır, tıpkı refî gibi. 94Emrimiz gelince Şuayb'i de onunla beraber îman edenleri de bizden bir rahmetle kurtardık. Zâlimleri ise o ses tuttu; hemen yurtlarında diz çökerek kaldılar. (Emrimiz gelince Şuayb'i de onunla beraber îman edenleri de bizden bir rahmetle kurtardık). Âd kıssasında olduğu gibi vâv ile (velemma cae) demesi, sebep yerine geçen vad geçmemesindendir. Ama Sâlih ve Lût kıssaları öyle değil. Çünkü onlarda vaattan sonra zikredilmiştir. O da: "Va'dün ğayru mekzub” (Hûd: 65) ve "inne mevidehumus subh” (Hûd: 81) kavlidir. Bunun içindir ki, oralarda sebep fe'si ile gelmiştir. "Zâlimleri ise o ses tuttu” dediklerine göre Cebrâîl onlara seslendi, onlar da helâk oldular. "Hemen yurtlarında diz çökerek kaldılar” ölüler olarak. Cüsum'un aslı bir yerden ayrılmayıp kalmaktır. 95Sanki orada kalmamışlar gibi. Bilin ki, Semûd kavmi uzak olduğu gibi Medyen için de bir uzaklık! "Sanki orada olmamışlar gibi” sanki orada ikamet etmemişler gibi. "Bilin ki, Semûd kavmi için uzaklık olduğu gibi Medyen için de bir uzaklık!” bunları onlara benzetti; çünkü onların da azapları ses ile idi. Ancak onların sesi altlarından, Medyen'in sesi ise üstlerinden idi. Aslı üzere zam ile "baudet” okunmuştur, çünkü kesr helake sebep olan şeyle uzaklık manasını değiştirmek içindir. Bu'd da ikisinin mastarıdır, baad ise meksurun mastarıdır. 96Yemin olsun Mûsa'yı da âyetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik. "Yemin olsun Mûsa'yı da âyetlerimizle gönderdik” Tevrat ile yahut mu'cizelerle. "Ve apaçık bir delille” o da mu'cizelerdir yahut asadır. Onu tek zikretmesi en açığı olmasındandır. Bu ikisinden, bir şey murat edilmek de câizdir yani yemin olsun ki, onu bizim ayetimiz ve onun için de peygamberliğine açık veya onu açıklayan bir delille gönderdik. Çünkü (mübin'deki) ebane lâzım ve müteaddi olarak gelir. İkisinin arasındaki fark şudur; âyet emareyi de kesin delili de içine alır. Sultan ise sağlam olana hâstır, mübin de açık olana özgüdür. 97Fir'avn'e ve ileri gelenlerine. Onlar Fir'avn'in emrine uydular. Fir'avn'in emri ise doğru değildi. "Fir'avn'e ve ileri gelenlerine. Onlar Fir'avn'in emrine uydular” Mûsa'yı inkâr ederek onun emrine tâbi oldular ya da hakka hidâyet eden, açık ve seçik mu'cizelerle desteklenen Mûsa'ya tâbi olmadılar. Sapıklığa ve taşkınlığa dalan, bozuk olduğu en az aklı olana gizli kalmayan Fir'avn'in yolunu tuttular. Bu da aşırı cahilliklerinden ve gerçeği görmemelerinden idi. "Fir'avn'in emri doğru değildi” yol gösterici yahut yol göstermeye sahip değildi. O sadece sırf azgınlık ve apaçık sapıklık idi. 98Kıyamet gününde kavminin başına geçecek. Onları ateşe götürmüştür. Varılan o yer ne kötüdür! "Kıyamet gününde kavminin önüne geçecek” onları dünyada sapıklığa götürdüğü gibi ateşe götürecektir. Kademe'nin tekaddeme manasına olduğu da söylenmiştir. "Onları ateşe götürmüştür” mâzi siygası ile zikredilmesi, gerçekliğini abartmak içindir. Ateş de su yerine konulmuş, onun için mevrid lâfzı kullanılmıştır. Sonra da: "Varılan o yer ne kötüdür” buyurmuştur. Vardıkları o şey ne kötüdür. Çünkü o, yürekleri soğutmak, susuzluğu kesmek içindir, ateş ise tam zıddıdır. Âyet: "Fir'avn'in emri doğru değildi” sözünün delili gibidir. Çünkü sonu böyle olanın işinde doğruluk olmaz. Ya da onun tefsiridir ki, o zaman reşid’den maksat sonu iyi olan demektir. 99Bu dünyada da kıyâmet gününde de lanete duçar oldular. Edilen o yardım ne kötüdür! "Bu dünyada da kıyâmet gününde de lanete duçar oldular” yani dünyada da âhirette de lâ'net edilirler. "Edilen o yardım ne kötüdür!” o destek ve verilen o vergi ne kötüdür. Rifd'in aslı dayanması için başkasına verilen şeydir. Mahsus bizzem de mahzûftur, yani rifdühüm demektir. O da iki dünyadaki lanettir. 100Bunlar o kentlerin haberlerindendir; onu sana anlatıyoruz. Onlardan kimi ayakta, kimisi ise biçilmiş. (Bu) yani bu haber "o kentlerin haberlerindendir” helâk olan kentlerin "onu sana anlatıyoruz” sana anlatılmıştır. "Onlardan kimi ayakta” o kentlerden ayakta olan vardır, dik duran ekin gibi "kimisi ise biçilmiş” kimisinin ise izi kalmamış, biçilmiş ekin gibi olmuştur. Cümle yeni söz başıdır. Nekussuhu'daki he'den hâl olduğu da söylenmiştir ki, doğru değildir, çünkü ne vâv var ne de zamir. 101Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendilerine zulmettiler. Rabbinin emri gelince, Allah'tan başka ibâdet ettikleri ilâhları, onlardan hiçbir şeyi defetmedi ve ziyanlarından başka bir şeyi de artırmadı. "Biz onlara zulmetmedik” onları helâk etmekle, "ancak onlar kendilerine zulmettiler” onu lâzım kılan şeyi irtikap etmekle kendilerini ona maruz bıraktılar. "Onlardan def etmedi” onlara fayda vermedi, kendileri def edemediler, bilâkis onlara zarar verdi "Rabbinin emri gelince, Allah'tan başka ibâdet ettikleri ilâhları” zarar verdi. Onlara Allah'ın azâp ve gazabı geldiği zaman. "Ve ziyanlarından başka bir şeyi de artırmadılar” helâk ve hasarlarından başka. 102Rabbinin zâlim kentleri yakaladığı zaman yakalaması işte böyledir. Şüphesiz onun yakalaması acıklıdır, çok çetindir. "Ve Kezâlike” o yakalama gibidir (Rabbinin yakalayışı) fiil olarak "afıaze rabbüke” de okunmuştur, o zaman Kezâlike'deki kâfin mahalli mastar olarak mensûb olur. "Kentleri yakaladığı zaman” yani halklarını demektir. İza yerine iz de okunmuştur, çünkü mana maziye göredir, "onlar ki, zâlimlerdir” bu da elkura'dan hâl’dir, bu aslında halkının hâlidir, ancak onun yerine geçirildiği için onun gibi muamele görmüştür. Faydası da şunu bildirmek içindir; onlar zulümlerinden dolayı yakalanmışlardır, böylece kendine veya başkasına zulmeden her zâlim durumun vehametinden haberdar edilmiştir. "Şüphesiz onun yakalaması çok çetindir” acıklıdır. Halas imkanı yoktur, bu da tehdit ve uyanda mübalağa içindir. 103Şüphesiz bunda âhiret azabından korkan için elbette bir ibret vardır. O, insanların kendisi için toplanmış olduğu bir gündür. O hazır olunan bir gündür. "Şüphesiz bunda vardır” yani helâk olan ümmetlerin üzerine inen şeylerde yahut Allah'ın onlardan anlattığı kıssalarda "elbet bir ibret vardır, âhiret azabından korkan için". O öğütten ibret alır, çünkü bilir ki, başlarına gelen bu şeyler Allah'ın âhirette günahkârlar için hazırladığı şeyden bir örnektir ya da bu sonuçtan kaçınır, çünkü bilir ki, bunlar irâde sâhibi ve dilediğine azâp eden, dilediğine de merhamet eden bir İlâhtandır. Çünkü âhireti inkâr eden ve bu alemin fenasını imkânsız gören bir kimse böyle irâde sâhibi birini kabul etmez ve bu olayları o günlere tesadüf eden kozmik olaylara yorar; helâk olanların günahlarına bağlamaz. (O) kıyâmet gününe ve âhiret azabına işarettir, azâbı da "insanların kendisi için toplanmış olduğu bir gündür” kavli göstermektedir. Yani insanlar onun için toplanır demektir. (Yücmau denilecek yerde) değiştirerek macmu denilmesi, o gün için toplanma manasını tespit etmek içindir. Onun şânı da kesin olarak budur, insanlar ondan ayrılamayacaklardır. Bu, yevme yecmauküm liyevmil cem sözünden daha mübalağalıdır. Onun için toplanmanın manası da hesap ve ceza için toplanmaktır. "O hazır olunan bir gündür” yani onda göklerin ve yerin halkı hazır olur. Mecazen zarf mef'ûl yerine konulmuştur (meşhudun fîh'teki harf-i cer hazf edilmiştir). Şu mısradaki gibi: İleri gelen insanların hazır olduğu bir mecliste Yani hazır olanların çok olduğu bir mecliste demektir. Eğer böyle değil de bizzat gün şâhit olunmuştur dersek günü büyütme ve onu ayırma manası kaybolur. Çünkü diğer günler de öyledir. 104Biz onu ancak sayılı bir süre için erteliyoruz. "Biz onu geciktirmiyoruz” o günü "ancak sayılı bir süre için erteliyoruz” illâ lintihai müddetin malumetin (sonu gelen sayılı bir sürenin sonuna erteliyoruz) burada muzâf hazf edilmiş ve ecel müddetinin tamamı murat edilmiştir, sonu değil, çünkü o sayılı değildir. 105O gün geldiği zaman hiçbir nefis onun izni olmadan konuşmaz. Onlardan kimi şaki, kimi ise saiddir. "O gün geldiği zaman” yani ceza yahut o gün çünkü: "Ya da kıyâmet gelir” (Yûsuf: 107) buyurmuştur. Şu manaya ki, (yevme ye'ti)deki yevm (gün) zaman manasınadır. Ya da Allah geldiği gün demektir. Çünkü Yüce Allah: "Allah'ın gelmesini mi bekliyorlar?” (Bakara: 210) buyurmuştur. Daha başka âyetler de vardır. İbn Âmir, Âsım ve Hamze kısaca "ye'ti” okumuşlar, ye'yi atıp kesre ile yetinmişlerdir. (Hiçbir nefis konuşmaz) fayda verecek bir şey konuşmaz Meselâ cevap ve şefaat gibi. Zarfı (yevm'i) nasb eden de budur, nasbinin gizli "üzkür” ile yahut mahzûf intiha ile olması da câizdir. "Ancak onun izni ile (konuşur)". Allah'ın izni ile Meselâ: "Konuşamazlar, ancak Rahmân’ın izin verdikleri hariç” (Nebe':38) gibi. Bu da bir durakta olacaktır. "O gün konuşmazlar, özür dilemeleri için onlara izin de verilmez” (Mürselat: 35, 36) kavli ise başka bir durak içindir. Ya da izin verilenler doğru cevaplardır, yasak edilenler de geçersiz mazeretlerdir. "Onlardan kimi şaki (bedbaht)” ona tehdit gereği ateş hak olmuştur "kimi ise said (mutlu)dur” vaat gereği cennet hak olmuştur. Minhüm'deki zamir mahşer halkına gitmektedir. Zikredilmese de çizdir, çünkü "hiçbir nefis konuşmaz” (Hûd: 105) ayetinden anlaşılmaktadır ya da zamir insanlara râcidir. 106Şâkilere gelince, onlar ateşteler. Onların orada bir soluk verme ve soluk almaları vardır ki,! "Şâkilere gelince, onlar ateşteler. Onların orada bir soluk verme ve soluk almaları var ki,!” Burada geçen zefir nefesi vermektir, şehik de almaktır. Bu ikisi anırmanın başı ve sonu için kullanılır. Bunlardan murat edilen de sıkıntı ve kederlerinin şiddetidir. Hâllerini hararetten kalbi sıkışıp da rûhu daralana benzetmektir. Ya da bağrışmalarını eşeklerin seslerine benzetmektir. Zam ile "şuku” da okunmuştur. 107Orada gökler ve yer durdukça ebedî kalacaklardır. Ancak Rabbinin dediği şey müstesna. Şüphesiz Rabbin dilediğini hakkıyla yapandır. "Orada gökler ve yer durdukça ebedî kalacaklardır” bu ifade ateşte kalmalarını göklerle yerin devamına bağlamak için değildir. Çünkü nasslar onların sürekli kalacaklarını; o kişinin ise devamlarının kesileceğini göstermektedir. Bu, ebedilik ve mübalağayı Arapların temsili ile ifade etmektir. Eğer bir bağlantı olsa bile göklerin ve yerin zevalinden onların da azabının zevali, devamlarından da devamı lâzım gelmez. İrtibat olsa olsa mefhum kabilinden olur, çünkü o ikisinin devam etmeleri azabın devamının sonucu gibidir. Şunu da bilmişsindir ki, mefhum mantuka direnemez. Şöyle de denilmiştir: Maksat âhiretin gökleri ve yeridir. "O gün yer ve gökler başkalarıyla değiştirilir” (İbrâhîm: 48) kavli de bunu gösterir. Şu da bir gerçektir ki, âhiret halkını da gölgeleyecek ve taşıyacak bir şey lâzımdır. Bu görüşte itiraz yeri vardır, çünkü bu, birçok kimselerin varlığım ve devamım bilmediği bir şeye benzetmedir. Bilen de ancak sevap ve cezanın devamı ile bilir ki, bu da teşbih için yeterli değildir. "Ancak Rabbinin dilediği şey müstesna” bu da cehennemde ebedî kalmadan istisnadır, zira bazıları yani Allah'ı bir bilenlerin fâsıkları ateşten çıkacaklardır. Bu da istisnanın sıhhati için yeterlidir. Çünkü bütünden hükmün zevali parçadan zevali için de kafidir. İkinci istisnadan murat edilenler bunlardır. Çünkü onlar azâp günlerinde cennetten uzaktadırlar. Zira belli bir başlangıçtaki ebedilik başlangıç itibarı ile bozulduğu gibi sonuç itibarı ile de bozulur (istisna baştan da sondan da yapılır). Onlar isyanları ile şaki iseler de îmanları ile mutludurlar. Şöyle denemez: Buna göre "onlardan kimi mutlu, kimi de mutsuzdur” sözü doğru bir taksim değildir. Çünkü onun şartı her kısmın sıfatı, karşıtında olmamaktır. Çünkü bu şart taksim açısından gerçek ayrım ya da birleşmenin mani olmasındandır. Burada ise maksat mahşerdekilerin bu iki kısımdan hariç olmamaları ve hâllerinin de mutluluk ve bedbahtlıktan hâli olmamasıdır. Bu da iki itibarla iki durumun birleşmesine manidir ya da cehennem halkının zaman zaman zemheri soğuğuna çıkarılmalarıdır. Cennet halkı öyledir ki, onlar da cennetten daha yüksek bir şeyle sefa sürerler, o da Allah'ın cemalini tamaşa ve rızâsını kazanmaktır. Ya da istisna esas hükümdendir, istisna edilen de mahşerde hesap için bekleme süreleridir. Çünkü bunun (o günün gelmesinin) zahiri o gün geldiği zaman ateşte olmalarıdır istisna edilen, eğer hüküm mutlak olur da gün ile kayıtlı olmazsa, dünyada ve berzahta bekleme süreleridir. Bu te'vile göre bildiğin gibi istisnanın ebedî kalmaktan olma ihtimali de vardır. Şöyle de denilmiştir: İstisna "onların orada bir soluk verme ve soluk almaları vardır” kavlindendir. Şöyle de denilmiştir: İllâ burada siva manasınadır Meselâ: Aleyye elfün illâ elfani (bin dirhem borcum vardır, ancak eski iki bin hariç) sözün gibi. Mana da şöyledir: Rabbinin dilediği fazlalık hariç, o da göklerin ve yerin kalma süresinin üzerine olan sonsuz fazlalıktır. "Şüphesiz Rabbin dilediğini hakkıyla yapandır” itirazsız yapandır. 108Mutlulara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler ve yer durdukça orada ebedî kalacaklar. Ancak Rabbinin dilediği müstesna. Bu da kesintisiz bir vergi olarak. "Mutlulara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler ve yer durdukça orada ebedî kalacaklar. Ancak Rabbinin dilediği şey müstesna. Bu da kesintisiz bir vergi olarak". Âyetin sonundaki gayra meczuz, kesintisiz olarak demektir. Bu da sevabın sekteye uğramayacağını açıklamakta ve sevapta istisnadan murat edilen şeyin kesilme olmadığına vurgu yapmaktadır, (istisna edilenler azâp haricinde olan âsi mü'minlerdir). Bunun içindir ki, sonsuzlukta sevapla azâp arasında fark gösterilmiştir. Hamze, Kisâî ve Hafs meçhul kalıbı ile "suidu” okumuşlardır. Bu da seidehullahu'dan gelir ki, esadehu (Allah mutlu etti) manasınadır. "Ataen” de te'kit edici mastar olarak mensûbtur yani u'tu ataen demektir ya da cennetten hâl’dir. 109Onların ibâdet ettikleri şeylerden şüphe içinde olma. Onlar da ancak önceden atalarının ibâdet ettikleri gibi ibâdet ediyorlar. Gerçekten biz onlara hisselerini eksiksiz vereceğiz. "Şüphe içinde olma” sana indirilenden sonra halkın geleceği hususunda şüphe içinde olma "onların ibâdet ettikleri şeylerden” bu; müşriklerin ibâdetlerinin sapıklık olduğundan ve onları sana anlattığım gibi kendilerinden öncekilerin kötü akıbetine götüreceğinden şüphe içinde olma. Ya da taptıkları şeylerin zarar ve fayda vermeyeceğinden tereddüt içinde olma demektir. "Onlar da ancak önceden atalarının ibâdet ettikleri gibi ibâdet ediyorlar". Bu da yeni söz başıdır, manası da şüphe yasağının gerekçesini vermektir yani bunlar ve ataları şirkte eşittirler, daha açıkçası onlar da tıpkı ataları gibi ibâdet ediyorlar yahut ataları gibi putlara tapıyorlar. Atalarına ne olduğu sana ulaştı; bunlara da aynısı olacaktır. Çünkü sebepte benzerlik sonuçta benzerliğe götürür. "Kema yabudu"nûn manası kema kâne yabudu demektir. Kâne bilindiği için atılmıştır. "Biz onlara hisselerini eksiksiz vereceğiz” ataları gibi azâp paylarını vereceğiz ya da rızık hisselerini demektir. O zaman hak ettikleri hâlde azaplarının ertelenmesine mazeret teşkil etmiş olur. "Gayra mankus” nasip'ten hâl’dir, çünkü tam verme ile kayıtlanmıştır. "Veffeytuhu hakkahu” der mecazen de olsa bir kısmını verdim demek istersin (işte bunu akla getirmemek için "gayra mankus” denilmiştir). 110Yemin olsun, biz Mûsa'ya kitabı verdik de onda ihtilâf edildi. Eğer Rabbinden bir kelime geçmemiş olsa idi, aralarında hüküm verilmiş olurdu. Şüphesiz onlar bundan kuşkuya düşüren bir şüphe içindeler. "Yemin olsun biz Mûsa'ya kitabı verdik de onda ihtilâf edildi” ona bir bölük îman etti, bir bölük de onu inkâr etti, tıpkı bunların Kuranda ihtilafları gibi. "Eğer Rabbinden bir kelime geçmemiş olsa idi” yani kıyâmete kadar bekleme sözü "aralarında hüküm verilirdi” batılcıların hak ettiklerini tepelerine indirmekle, o zaman hak taraftarlarından ayrılırlardı. "Şüphesiz onlar” senin kavminin kâfirleri "bundan bir şüphe içindedir” Kur'ândan "kuşkuya düşüren” içlerine tereddüt veren. 111Şüphesiz Rabbin her birine amellerini mutlaka eksiksiz verecektir. Şüphesiz o, yaptıklarından haberdardır. "Ve inne küllen” ve inne küllel muhtelifine (şüphesiz her birine) mü'minlerden olsun kâfirlerden olsun ihtilâf edenlerin her birine demektir. Tenvîn muzâfun ileyhten bedeldir. İbn Kesîr, Nâfi' ve Ebû Bekir sükûn ile in okumuşlar ve aslını nazara alarak amel ettirmişlerdir. (Amellerini mutlaka vereceğiz) birinci lâm kaseme hazırlık, ikincisi de te'kit içindir yahut durum tam tersinedir. "Mâ” da ikisini ayırmak içindir. İbn Âmir, Âsım ve Hamze şedde ile Lemmâ okumuşlardır, aslı da onlara göre "lemen "mâ"dır. Nûn idgam için mim'e çevrilmiştir, o zaman üç mim arka arkaya geldiği için baştakiler atılmıştır. Mana da şöyledir: O kimselerdir ki, Rabbin onlara amellerinin karşılığını mutlaka verecektir. Tenvîn ile "lemmen” de okunmuştur ki, hepsine demektir, tıpkı "eklen lemmen” (Fecr: 19) âyetinde olduğu gibi. "Ve in küllün Lemmâ” (Yasin: 32) da okunmuştur ki, in nâfiyedir, Lemmâ da illâ manasınadır, böyle kırâat da vardır. "Şüphesiz o, onların yaptıklarından haberdardır” ne kadar gizli olursa olsun ondan bir şey kaçmaz. 112O hâlde emrolunduğun gibi doğru ol. Seninle beraber tevbe edenler de öyle olsunlar. Taşkınlık etmeyin. Çünkü o, yaptıklarınızı görücüdür. "O hâlde emrolunduğun gibi doğru ol". Tevhid ve peygamberlikte ihtilâf edenlerin durumunu açıklayıp da vaat ve tehdidi açıklamada uzun uzadıya bilgi verince, Resûlü sallallahü aleyhi ve sellem'e onlara uymasını emrettiği gibi doğru olmasını da emretti. Bu, akaitte doğruluğu içine alır Meselâ Allah'ı insana benzetmekle fonksiyonsuz bırakmanın ortasında olmak gibi ki, o zaman ameller iki uç noktadan korunmuş olur. Amellerde de doğruluğu içine alır ki, vahyi tebliğ etmek, şer'i hükümleri indirildiği gibi açıklamak ve ibâdet vazifelerini hukuksuzluğa varacak şekilde ifrat ve tefrite kaçmadan yerine getirmek gibi. Bunlar gayet zor şeylerdir. Bunun içindir ki, aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Beni Hûd sûresi kocalttı, buyurmuştur. "Seninle beraber tevbe edenler de” şirkten ve küfürden tevbe edenler ve seninle beraber îman edenler. Bu da "istekım"deki gizli zamire atıftır, ayrı bir şeyle te'kit edilmese de fasılın onun yerine geçmesinden ötürü câiz görülmüştür. "Taşkınlık etmeyin” haddi aşmayın "çünkü o, yaptıklarınızı görmektedir” size karşılığını verecektir. Bu, emrin ve yasağın gerekçesi durumundadır. Âyette üzerinde tasarruf yapmadan ve kıyas ve ihtihsan (hakkını almada ısrar) gibi şeylere sapmadan naslara tâbi olmaya delil vardır. 113Zâlimlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur. Sizin için Allah'tan başka dostlar yoktur. Sonra yardım olunmazsınız. "Zâlimlere meyletmeyin” onlara az da olsa meyletmeyin, çünkü Âyette geçen rükün az meyil demektir, Meselâ kıyafetlerini almak ve onları saygı ile anmak gibi. "Sonra size ateş dokunur” onlara meyletmekle. En az bir meyil zulüm sayılınca, ya zâlimlere gerçekten meyletmeye ne dersin? Zâlim işâreti taşıyanlara? Sonra da onlara tamamen meyledenlere, sonra kendine zulmetmeye ve içine dalmaya ne dersin? Belki âyet zulmü yasaklamak ve onun adına tehdit etmek için en beliğ ifadeyi kullanmıştır. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ve yanındaki mü'minlere hitap da adaletin ta kendisi olan doğruluğu tesbit etmek içindir. Çünkü ifrat adaletten sapma ifrat ve tefritten birine meyletme iledir. O nefsine veya başkasına zulümdür hatta bizzat zulümdür. Temim lügatine göre te'nin kesri ile "tirkinu” ve erkene'den meçhul kalıbı ile "türkenu” da okunmuştur. "Sizin için Allah'tan başka dostlar yoktur” sizi azaptan kurtaracak dostlar. Vâv da hâliyedir. "Sonra yardım olunmazsınız” yani sonra Allah size yardım etmez demektir. Çünkü onun hükmünde size azâp edeceği geçmiştir. Size acımaz. Sümme edâtı onlara yardımın uzak olduğunu gösterir, çünkü onlara azâp edeceğini va'detmiş ve onu onlara vâcip kılmıştır. Vâv'ın uzak görmek için fe yerine konulmuş olması da câizdir, çünkü onlara azâp edeceğini ve başkasının da onlara yardım edemeyeceğini açıklayınca, onlara hiç yardım etmeyeceği sonucuna varılmıştır. 114Namazı gündüzün iki ucunda ve gecenin bir kısmında kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür. (Namazı gündüzün iki ucunda kıl) sabah ve akşam olarak (ğudveten ve aşiyyeten). Tarafın nasbi zarf olaraktır, çünkü ona muzâftır. (Ve gecenin bir kısmında). Onun gündüze yakın olan saatlerinde. Çünkü bu ezlefe'den gelir ki, yaklaştırmaktır. Bu da zülfe'nin çoğuludur. Salatül ğadat sabah namazıdır, çünkü o gündüzün başına en yakın namazdır. Salatül aşiyye de ikindi namazıdır. Öğle ile ikindi olduğu da söylenmiştir. Çünkü zevaldan sonrası aşiy'dir, salatüz zülef de akşamla yatsıdır. İki zamme ile "zülüfen” zam ve sükûn ile de zülfen de okunmuştur ki, büsre lâfzında büsür ve büsr gibi. "Zülfa” da okunmuştur ki, zülfet manasınadır, kurba ve kurbet gibi. "Şüphesiz iyilikler kötülükleri giderir” onları siler. Hadiste şöyle denilmiştir: Namazdan namaza (iki namaz arası) büyük günahlardan sakımldığı takdirde aralanndakine kefarettir. Sebeb-i nüzul için şöyle denilmiştir: Bir adam Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e geldi: Ben bir kadına dokundum, ancak ona yaklaşmadım, dedi. Âyet bunun üzerine indi. (Bu) doğru ol kavline ve arkasındakilere işarettir. Kur'ân'a işarettir de denilmiştir. "Öğüt alanlar için bir öğüttür” onlar için bir ibrettir. 115Sabret. Şüphesiz Allah, iyilik edenlerin mükâfatını zâyi etmez. "Sabret” taatları yapmaya ve isyanlardan kaçmaya "şüphesiz Allah iyilik edenlerin mükâfatını zâyi etmez” zamir kullanıp ecrehüm denilecek yerde açık olarak münşinin denilmesi maksada delil ve sabır ile namazın ihsan (iyilik, güzellik) olduğuna delil olmak içindir ve şuna îma içindir ki, ihlâs olmazsa o ikisine önem verilmez. 116Keşke sizden önceki ümmetlerden fazilet sahipleri olsaydı da (insanları) yeryüzünde fesat çıkarmaktan men etselerdi. Onlardan kurtardıklarımız da pek azdır. Zâlimler ise kavuştukları nimetin ardına düştüler ve günahkârlar oldular. "Keşke sizden önceki ümmetlerden fazilet sahipleri olsaydı da” akıl ve görüş sâhibi yahut fazilet sâhibi. Fazilete bakıyye denilmesi şundandır, çünkü adam elden çıkardığı şeyin en faziletlisini geriye bırakır. Bunun içindir ki: Fülanün min bakıyyetil kavmi denir ki, toplumun seçkinlerinden demektir. Bakıyyenin takıyye gibi mastar olması da câizdir, yani zu ibkain alâ enfüsihim, kendilerini azaptan koruyanlar demektir. "Bakyetin” okunuşu da onu teyit eder ki, bu da mastar binai merredir. Bekahu yebkıhi'den gelir ki, kontrol etmektir. "İnsanları yeryüzünde fesat çıkarmaktan men etselerdi. Onlardan kurtardıklarımız da pek azdır” ancak azları öyle idiler. İllâ kalilen ifadesinin tahdıd edâtı olan levla'ya bağlanması ancak istisna tahdidinin lâzımı olan nefiyden olursa doğru olur (makane minelkuruni bakıyyetün illâ kalilen). "Zâlimler ise kurtardıklarımız nimetin ardına düştüler” şehvetlerine tâbi oldular, sebeplerini elde etmek için ilgilendiler, bunların ötesindekilerden yüz çevirdiler. "Ve günahkârlar oldular” kâfirler oldular. Sanki geçmiş ümmetlerin helâk sebeplerini açıklamak ister gibidir, o da aralarında zulmün yaygınlaşması, nefsî arzularının ardına düşmeleri, İnkârla beraber kötü şeyleri men etmemeleridir. "Vettebea” kelâmın gösterdiği gizli bir şeye atıftır, çünkü mana şöyledir: Bozgunculuğu men etmediler, zâlimlerin arkasına düştüler. Ve kanu mücrimin de "ittebea"ya atıftır yahut da itiraz cümlesidir. "Ve ütbiu” da okunmuştur ki, kavuştukları nimetin cezasına çarpıldılar demektir, vâv da hâl içindir. Meşhur okuyuşun da bununla tefsir edilmesi câizdir. Kurtulmanın başa geçmesi de bunu destekler. 117Rabbinin, halkı ıslahatçı olan kentleri zulümle helâk edecek değildir. "Rabbin, kentleri zulüm ile” şirk ile "helâk edecek değildir, halkı ıslahatçılar olan kentleri” şirklerine bozgunculuk ve azgınlık ilave etmeyen halkını. Bu da aşırı rahmetinden ve kendine ait haklarda toleransındandır. Bunun içindir ki, fakihler haklar birbirine girdiği zaman kul hakkını öne almışlardır. Şöyle bir atasözü vardır: Mülk küfürle devam eder, zulümle etmez. 118Eğer Rabbin dileseydi insanları bir tek ümmet yapardı. Fakat onlar çeşitli dinler üzerinde ihtilâf ediyorlar. "Eğer Rabbin dileseydi insanları bir tek ümmet yapardı” hepsini Müslüman yapardı. Bu da emrin irâdeden başka ve Allah,ü teâlâ'nın tek tek herkesten îman irâde etmediğinin ve irâde ettiği şeyin mutlaka gerçekleşeceğinin delilidir. "Fakat onlar çeşitli dinler üzerinde ihtilâf ediyorlar” bazıları hak, bazıları da bâtıl üzerinde, neredeyse mutlak olarak iki kişinin ittifak ettiğini göremezsin. 119Ancak Rabbinin merhamet ettiği hariç. Allah onları bunun için yaratmıştır. Rabbinin: "Mutlaka cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan elbette dolduracağım” sözü tamam oldu. "Ancak Rabbinin merhamet ettiği hariç” ancak Allah'ın lütfundan hidâyet edip de hak dinin esasları ve temelleri üzerinde ittifak eden insanlar hariç. (Onları bunun için yaratmıştır). Eğer hum zamiri "insanlara” giderse işâret (Zâlike) ihtilafadır, lâm da akibet içindir ya da işâret hem ona (ihtilafa) hem de rahmetedir. Eğer "men"e giderse, rehmetedir. "Rabbinin sözü tamam oldu” tehdidi yahut meleklere dediği "mutlaka cehennemi cinlerden ve insanlardan elbette dolduracağım” bu ikisinin asilerinden, "hepsinden” ya da birinden değil bütün ikisinden demektir. 120Peygamberlerin haberlerinden kalbini tatmin edecek şeylerin hepsini sana anlatıyoruz. Bunda sana hak ve mü'minler için de bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir. "Ve küllen” her haberi "peygamberlerin haberlerinden sana anlatıyoruz” haber veriyoruz. (Kalbini tatmin edecek şeylerin hepsini) bu da küllen'i beyan etmektedir ya da ondan bedeldir. Faydası da anlatmanın maksadını vurgulamaktır; o da yakînini artırmak, kalbini tatmin etmek, risaleti eda etmek için nefsine sebat vermek ve kâfirlerin eziyetine katlanmaktır ya da mef'ûlüdür, "küllen” de mastar olarak mensûbtur, Mana da şöyledir: Peygamberlerin haberlerinden her türlüsünü anlatıyoruz ki, kalbini tatmin edelim. "Bunda sana gelmiştir” bu sûrede yahut sana anlatılan haberlerde "hak” hak olan "bir öğüt ve mü'minler için hatırlatma” bu da diğer genel faydasına işarettir. 121Îman etmeyenlere: "Durumunuza göre yapın; şüphesiz biz de yapanlarız, de. "Îman etmeyenlere: "Durumunuza göre amel edin, biz de etmekteyiz” kendi durumumuza göre. 122"Bekleyin; şüphesiz biz de bekleyenleriz". "Bekleyin” bizim için felaketleri, "şüphesiz biz de bekleyenleriz” sizden önce benzerlerinizin başlarına inen azabın benzerinin inmesini. 123Göklerin ve yerin gaybi Allah'ındır. Bütün iş, yalnız ona döndürülür. Sen de ona ibâdet et ve ona tevekkül et. Rabbin sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir. "Göklerin ve yerin gaybi Allah'ındır” özel olarak, bu ikisindekilerden hiçbir şey na gizli kalmaz. "İş yalnız ona döndürülür” senin işin de onların işi de kesin olarak ona döndürülür. Nâfi' ile Hafs meçhul siygası ile "yurceu” okumuşlardır. "Ona ibâdet et ve ona tevekkül et” o sana yeter. ibâdet emrinin tevekkül emrinden öne alınması onun (tevekkülün) ancak ibâdet edene fayda vereceğini vurgulamak içindir. "Rabbin sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir". Senin ve onların yaptıklarınızdan, herkese hak ettiğini tam olarak verir. Nâfi', İbn Âmir ve Hafs burada ve Nemfin sonunda te ile (tamelun) okumuşlardır. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim Hûd sûresini okursa Allah ona Nûh'u, Hûd'u, Sâlih'i, Şuayb'i, Lût'u, İbrâhîm'i ve Mûsayı tasdik edenlerin ve yalanlayanların sayısı kadar on sevap verir. Kıyamet gününde mutlulardan olur inşallah. |
﴾ 0 ﴿