13 / RA'DMedîne'de inmiştir. Mekke'de indiği de söylenmiştir. Ancak "ve yekulullezine keferu leşte mürsela...” âyeti hariç. 43 âyettir. 1Elim. Lâm. Mîm. Ra. Bunlar kitabın âyetleridir. Rabbinden sana indirilen gerçektir. Ancak insanların çoğu îman etmezler. "Elif. Lâm. Mîm. Ra". Manasının enallahu a'lemu ve era (ben bilen ve gören Allah'ım) demek olduğu söylenmiştir. "(bunlar) kitabın âyetleridir". Kitaptan sureyi kastediyor. Tilke de âyetlere işarettir yani bunlar mükemmel Sûrenin yahut Kur'ân'ın âyetleridir, demektir, (Rabbinde sana indirilen gerçektir) o da Kur'ân'ın tamamıdır "el - kitabi"ye atfen mahellen mecrûrdur, genelin özele atfı kabilindendir ya da diğer görüşe göre ikinci sıfatıdır. Ya da mübteda olarak merfû’dur, haberi de "elhakku"dur. Cümle birinci cümlenin kanıtı gibidir. Haberin mâ'rife olması her ne kadar indirilenin hak olduğunu özel olarak göstermekte ise de o açıkça ve zımnen indirilenden daha geneldir, Meselâ kıyas ve başka şeyle sâbit olanlar ve inenin güzelce uyulmasını söylediği diğer şeyler gibi (onlar da kitaptandır). "Ancak insanların çoğu îman etmezler” çünkü bakış ve düşünüşleri eksiktir. 2Allah odur ki, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yükseltti. Sonra da Arş'e istiva etti (hükümran oldu) güneşi ve ayı boyun eğdirdi. Her biri belli bir süreye kadar akar. İşi idare eder, âyetleri açıklar ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin inanasınız. (Allah odur ki, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yükseltti). Mübteda ve haberdir. Mevsûlün sıfat, haberin de "yüdebbirül emre” olması da câizdir. "Direksiz” sütunsuz, amed, imad’ın çoğuludur, ihab ve eheb gibi yahut amud'un çoğuludur, edîm ve üdüm gibi. Rüsül gibi "umud” da okunmuştur. "Terevneha” amed'in sıfatıdır ya da gökleri böyle gördüklerine şâhit olmak üzere yeni söz başıdır. Bu da hikmet sâhibi Yaratıcının varlığına delildir. Çünkü nesne olarak kendisine eşit olan diğer cisimlerden yüksek ve özel olarak bu hâlde bulunması, mutlaka özellikle bu görüntüyü seçen, cisim ve cisimle ilgili bir şey lmayan, bazı mümkün varlıkları kendi irâdesiyle bazısından üstün kılan birinin varlığını gerekli kılar. Zikredilen diğer âyetler de bu minval üzeredir. "Sonra Arş'e istiva etti” koruma ve idare ile. "Güneşi ve ayı boyun eğdirdi” onlardan istediği şeye, Meselâ devamlı aynı hızda olmaları, varlıkların meydana gelmesinde ve devamında rol oynamaları gibi. "Her biri belli bir süreye kadar akar” devirlerini tamamlayacak belli bir süreye kadar ya da yürüyüşü duracak kesin bir sona kadar. O da "güneşin dürülmesi ve yıldızların dökülmesidir” (Tekvir: 1,2). "İşi idare eder” mülkünün işini Meselâ var ve yok etmek, diriltmek ve öldürmek vb. gibi. "Âyetleri açıklar” indirir ve onları açıkça beyan eder ya da arka arkaya deliller getirir. "ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin inanasınız” üzerinde düşünür ve kemal-i kudretini gerçekten anlarsınız. Ve bilirsiniz ki, bu şeyleri yaratan ve idare edenin tekrar etmeye ve ceza vermeye de gücü yeter. 3O ki, yeri döşedi, onda sâbit dağlar ve ırmaklar koydu. Orada meyvelerin hepsinden ikişer çift yarattı. Geceyi gündüze bürür. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için deliller vardır. "O ki, yeri döşedi” enine ve boyuna uzattı ki, ayaklar kaymasın, üzerinde hayvanlar dolaşsın. (Onda sâbit dağlar koydu) sarsılmayan dağlar, bu da reseşşey'ü den gelir ki, sâbit olmaktır. Revasiy rasiye'nin çoğuludur, te de tenis içindir, o zaman ecbül'ün sıfatı olur ya da te mübalağa içindir "ve ırmaklar” onları dağlara bağladı ve ikisine bir fiil talik etti (caale) çünkü dağlar suyun oluşmasına sebeptir. (Bütün meyvelerden) bu da "caale fiha zevceynis neyni"ye mütealliktir yani bütün meyve türlerinden iki sınıf yarattı Meselâ tatlı ve ekşi, siyah ve beyaz, küçük ve büyük gibi. "Geceyi gündüze bürür” üzerine giydirir, hava aydınlıkken kararır. Hamze, Kisâî ve Ebû Bekir şedde ile "yuğaşşi” okumuşlardır. "Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için deliller vardır". Çünkü âyetlerin oluşumu, beli bir şekil alışı onu yar eden hikmet sâhibi, onu idare eden ve sebeplerini hazırlayan birinin olduğuna delildir. 4Yerde komşu kıtalar; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmabklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanır. Meyvelerinde bazısını bazısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz bunda aklını çalıştıran bir topluluk için elbette deliller vardır. "Yerde komşu kıtalar vardır” bazısı hoş, bazısı çorak, bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı ziraata elverişli, ağaç dikmeğe değil, bazısı da tersinedir. Eğer fiillerini istediği şekilde yapan güçlü biri olmasa idi böyle olmazdı. Çünkü bu parçalar toprak niteliğinde, sonucunda ve gökle ilgili arız olan şeyler hususunda ortaktır. Zira nispet ve konumları birbiri ile tam ve müşterektir. (Üzüm bağları ekinler hurmalıklar vardır) içinde çeşitli ağaçlar ve ekin bulunan bostanlar vardır. Zer'in tekilliği aslında mastar olmasındandır. İbn Kesîr, Ebû Amr, Ya'kûb ve Hafs ref ile ve "cennatün"e atfen Merfû' olarak "ve zer'un ve nahilün” okumuşlardır. "Sınvanün” kökü bir hurma ağaçları (çatallı) "ve çatalsız” kökleri ayrı ayrı. Hafs zam ile (sunvan) okumuştur ki, bu da Temim lehçesidir, kunv'un çoğulu kunvan gibi. "Hepsi bir su ile sulanır. Meyvelerinde bazısını bazısına üstün kılıyoruz” şekil, miktar, koku ve tat gibi. Bu da yukarıdaki gibi hikmet sâhibi bir Yaratıcıyı gösterir. Çünkü asıl ve sebeplerin birliğine rağmen farklı oluşları ancak böyle özellik vermeye gücü yeten hikmet sâhibi birinin varlığı ile olur. İbn Âmir, Âsım ve Ya'kûb te'vili mâ zükir itibarı ile müzekker olarak (yuska) okumuşlardır. Hamze ile Kisâî "yüdebbirül emre"ye mutabık olması için ye ile "yufassılu” okumuşlardır. "Şüphesiz bunda aklını çalıştıran bir topluluk için elbette deliller vardır” düşünerek akıllarını çalıştıranlar için. 5Eğer şaşacaksan, şaşacak şey nların "toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi yeniden yaratılacağız?” sözleridir. İşte onlar Rablerini inkâr edenlerdir. İşte onların boyunlarında demirden halkalar vardır. İşte onlar ateşin yaranıdır. Onlar orada ebedî kalıcılardır. "Eğer şaşacaksan” ey Muhammed, onların yeniden dirilmeyi İnkârlarına "şu sözleri şaşılacak şeydir” şaşmana değer. Çünkü sana anlatılanları yoktan var etmeye gücü yeten birinin bunları tekrar etmesi daha kolaydır. Bu sayüan âyetler başlamanın varlığına delil olduğu gibi tekrar etmenin de mümkün olduğuna delildir, zira bunlar onun sonsuz ilim ve kudretini, maddelerin de onun çeşitli tasarruflarını kabule müsait olduklarını gösterir. (Toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi yeniden yaratılacağız) bu da onların sözlerinden bedeldir yahut onun mef'ûlüdür. "İza"mn âmili de mahzûftur, "einna lefi halkın cedid” kavli de bunu göstermektedir. "İşte onlar Rablerini inkâr edenlerdir” çünkü onun yeniden diriltmeye gücünün yettiğini kabul etmemişlerdir. "İşte onların boyunlarında demirden halkalar vardır” sapıklık bağı altına alınmışlardır, kurtulmaları umulmaz ya da kıyâmet gününde boyunlarına tok geçirilecektir. "İşte onlar ateşin yaranlarıdır, orada ebedî kalıcılar” oradan ayrılmazlar. Araya fasıla zamirinin girmesi özellikle kâfirlerin ebedî kalacaklarını göstermek içindir. 6Senden kötülüğü iyilikten önce istiyorlar. Halbuki kendilerinden önce ibretli cezalar geçmiştir. Rabbin zulümlerine karşılık insanlar için mağfiret sâhibidir. Şüphesiz Rabbin gerçekten cezası çetin olandır. "Senden kötülüğü iyilikten önce istiyorlar” azâbı afiyetten önce istiyorlar, çünkü onlar alay ederek tehdit edildikleri azâbı acele istemişlerdi. (Hâlbuki kendilerinden önce ibretli cezalar geçmiştir) İnanmayan emsalleri için cezalar geçmiştir. Öyleyse onlara ne oluyor da bunlardan ibret almıyorlar? Aynısının başlarına gelmesini niçin imkânsız görüyorlar? Feth ile mesele ve zam ile mesule sadaka ve saduka gibi ceza demektir. Çünkü o ceza görenin mislidir. Kısasa misal denilmesi de bundandır. Emseltür recüle min sâhibihi denir ki, maktule karşılık katilden kısas yapmaktır. Sükûn ile "meslat” fe'nin ayn'a uyumu ile "müslat” uyumdan sonra yine sükûn ile "müslat” okunmuştur. Müselat da okunmuştur ki, o zaman müsle'nin çoğulu olur, tıpkı rükbe ve rükebat gibi. "Şüphesiz Rabbin zulümlerine karşılık insanlar için mağfiret sâhibidir” nefislerine zulüm etmelerine rağmen. Bu da hâl olarak mahallen mensûbtur, âmili de "mağfiret"tir. Böyle kayıtlanması tevbeden önce de affın câiz olduğunu göstermek içindir. Çünkü tevbe eden artık zâlim değildir. Bunu kabul etmeyen ise zulmü, büyük günahlardan kaçınan için bağışlanmış küçük günahlara tahsis eder ya da mağfireti örtmek ve süre vermekle te'vil eder. "Şüphesiz Rabbin gerçekten cezası çetin olandır” kâfirler yahut dilediği kimse için. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Eğer Allah'ın affı ve günahtan vazgeçmesi olmasa idi, hiç kimse yaşamından zevk almazdı ve eğer tehdit ve cezası da olmasa idi, herkes ona tevekkül ederdi (amel etmezdi). 7Kâfirler "ona Rabbinden bir mu'cize indirilmeli değil miydi?” derler. Sen ancak bir uyarıcısın. Her kavim için bir yol gösterici vardır. "Kâfirler "ona Rabbinden bir mu'cize indirilmeli değil miydi?” derler” çünkü indirilen mu'cizelere güvenleri yoktur, bir de Mûsa aleyhisselâm'a verilenler gibi şeyler teklif ederler. "Sen ancak bir uyarıcısın” diğer peygamber gibi uyarmak için gönderildin. Senin yapacağın ancak peygamberliğini açığa çıkaracak şeyleri getirmektir; onların teklif ettiklerini değil. "Her kavim için bir yol gösterici vardır” onların çoğunlukla uğraştıkları şeyler cinsinden belli mu'cize getiren yol gösterici vardır; böylece onlara hakkı gösterir ve onları doğruya davet eder. Ya da hidâyetlerine gücü yeten vardır ki, o da Allahü teâlâ'dır. Ancak indirdiği âyetlerle hidâyetini dilediğini hidâyet eder. Sonra arkasından kemal-i kudretini ve kapsamlı kaza ve kaderini gösteren şeyler getirdi ki, bundan maksat da Allahü teâlâ'nın onların teklif ettikleri şeyi de indirmeye gücünün yettiğini vurgulamaktır, fakat indirmemesi onların doğruyu görmek için değil de inadına istemelerindendir. Yoksa onları hidâyet etmeye kâdirdir; etmemesi ezelde onlara küfrü yazmasurdandır. İbn Kesîr vasi hâlinde tenvinle "hadin” ve "valin” ve "vakm” ve "vema indallahi balan” okumuştur. Vakfettiği zaman da bu dört kelime üzerinde nerede gelirse ye ile vakf eder, başkasında etmez. Diğerleri ise vasl hâlinde tenvinle okur ve ye'siz vakf ederler. 8Allah; her dişinin taşıdığını, rahimlerin neyi eksilttiğini ve neyi artırdığını bilir. Her şey nun yanında bir ölçü iledir. "Allah; her dişinin taşıdığını bilir” yani hamlini ya da taşıdığı şeyin mevcut ve gelecek hâllerden hangisi üzerinde olduğunu bilir. "Rahimlerin neyi eksilttiğini ve neyi artırdığını bilir” hacimde, müddette ve sayıda neyi eksilttiğini ve neyi artırdığını bilir. Gebeliğin en uzun süresi biz Şâfiîlere göre dört yıldır. Mâlik'e göre beş yıl, Ebû Hanîfe'ye göre de iki yıldır. Rivâyete göre Dahhak iki yılda, Herem bin Havyan da dört yılda doğmuştur. En yüksek sayısının ise sınırı yoktur. En çok bilinenin dördüz olduğu söylenmiştir, Ebû Hanîfe radıyallahü anh de bunu kabul etmiştir. Şâfiî rahmetüllahi aleyh şöyle buyurmuştur: Yemen'de bana bir ihtiyar, karısının defalarca doğurduğunu ve her batında beşiz doğurduğunu söyledi. Şöyle de denilmiştir: Maksat hayız kanının azalıp çoğalmasıdır. Gâda maddesi müteaddi ve lâzım olarak gelir, izdade de öyledir, Allahü teâlâ "vezdadu tis'â” (Kehf: 25) buyurmuştur. Eğer o ikisini lâzım kılarsan "mâ"nın mastariye ve isnatlarının da mecazen erham'a olması lâzım gelir. Çünkü ikisi de Allahü teâlâ'ya ya da ikisinin içindekine aittir. "Her şey nun yanında bir ölçü iledir” onu aşmaz da ondan geri kalmaz da, şu âyet gibi: "Şüphesiz biz her şeyi bir ölçü ile yarattık” (Kamer: 49). Çünkü Allahü teâlâ her olaya belli bir vakit ve durum vermiş; oraya götürecek sebepler hazırlamıştır. 9Görünmeyeni ve görüneni bilendir, büyüktür, yücedir. "Görünmeyeni bilendir” histen kayıp olanı "görüneni de” his sınırına gireni de "büyüktür” şânı yücedir, hiçbir şey ilminin dışında kalmaz, "yücedir” kudretiyle her şeyden aşkındır ya da mahlukların sıfatından büyüktür. 10İçinizden sözü gizleyen de onu açıklayan da, gece gizlenen de gündüz yoluna giden de birdir. "İçinizden sözü gizleyen birdir” içinde gizleyen "onu açıklayan da” başkasına, "gece gizlenen de” gece sığınakta gizlenmek isteyen de "gündüz yoluna giden de". Ki onu herkes görür, bu da serebe süruben'den gelir ki, açığa çıkmaktır. Bu "men"e yahut "müstahfin"e atıftır, o zaman "men” iki şey manasına gelir, Meselâ şu mısrada olduğu gibi: (Ey kurt, ikimiz arkadaş oluruz.) Sanki şöyle demiş gibidir: Sizden gece gizlenen ve gündüz açığa çıkan onun nazarında eşittir. Âyet yukarısına bağlıdır, Allah'ın sonsuz ilmini tespit etmektedir. 11Onun önünden ve arkasından takip çileri vardır. Onu Allah'ın emrinden korurlar. Şüphesiz Allah, bir kavimdeki şeyi (nimeti) kendilerindeki şeyi (güzel hâli) değiştirinceye kadar değiştirmez. Allah bir topluma bir kötülük dilediği zaman, onu geri çevirme yoktur. Onların ondan başka bir yardımcısı da yoktur. (Onun vardır) gizli söyleyen yahut açık söyleyen yahut gizlenen yahut açığa çıkan için vardır (takipçiler) onu nöbetleşe takip eden melekler vardır. Muakkıbe'nin çoğuludur, akabehu'nûn mübalağası olan akkabe'den gelir ki, takip etmektir. Sanki birbirlerini takip ederler yahut onun sözlerini ve işlerini takip ederler; onları yazarlar yahut i'tekabe'den gelir ki, te kafa idgam edilmiştir, (muakkıbatün)deki te mübalağa içindir. Ya da takip edenlerden cemâatler murat edilmiştir. "Meâkîb” de okunmuştur ki, muakkıb'in yahut muakkıbe'nin çoğuludur, o zaman ye iki kaftan birinin bedeli olur. "Önünden ve arkasından” her tarafından yahut geçmiş ve gelecek amellerinden "onu Allah'ın emrinden korurlar” mühlet vermekle günah işlediği zaman yahut ona istiğfar ederler yahut onu zararlardan korurlar yahut Allah'ın emrinden dolayı hâllerini denetlerler. Zaten böyle de okunmuştur. "Men"in be manasına olduğu da söylenmiştir. Şöyle denilmiştir: "Min emrillahi” muakkıbat'ın ikinci sıfatıdır. Şöyle de denilmiştir: Devlet büyüğünün çevresindeki korumalar ve polislerdir, onu Allah'ın kazasından koruyacaklarını sanırlar. "Allah bir kavimdeki şeyi değiştirmez” afiyet ve nimeti "nefislerindekini değiştirinceye kadar” kendilerindeki güzel hâlleri çirkin hâllerle değiştirinceye kadar. (Allah bir topluma kötülük istediği zaman, onu geri çevirme yoktur) onun için red yoktur. "İza"nın amilini cevap göstermektedir. "Onların ondan başka bir yardımcısı yoktur” işlerini görüp de kötülüğü ondan def edecek. Bunda Allah'ın murat ettiği şeyin mutlaka yerine geleceğine delil vardır. 12O Allah ki, size şimşeği korku ve ümit vermek için gösterir ve ağır bulutlar peyda eder. "O Allah ki, size korkutmak için gösterir” zararlı şeylerinden korkutmak için “ ve ümit vermek için” yağmur ümidi. Havfen ile tamaan'in mensûb olmaları muzâf takdir ederek mef’ûlün leh içindir yani korku göstermek ve ümit vermek içindir ya da korku ve ümit vermek te'vili iledir ya da berk'tan (şimşekten) ve muhataplardan hâl olmak içindir. O zaman zevi gizlenmiş olur ya da mastar mübalağa için mef'ûl yahut fâil manasına kullanılmak içindir. Şöyle de denilmiştir: Zarar gören yağmurdan korkar, fayda gören de ona umut bağlar. "Ve bulutlar peyda eder” havada çekilen (ağır bulutlar) sikal sakile'nin çoğuludur, buluta böyle sıfat verilmesi sehabın cemi manasına ism-i cins olmasındandır. 13Gök gürültüsü onu hamd ile tesbih eder, melekler de onun korkusundan. Yıldırımlar gönderir de onunla dilediği kimseyi çarpar. Onlar Allah hakkında mücadele ediyorlar. Halbuki o, kuvveti çetin olandır. "Gök gürültüsü tesbih eder” duyanlar tesbih ederler "hamd ile” sübhanallah velhamü lillah diyerek seslenirler. Ya da gök gürültüsünün kendisi Allah'ın birliğine ve sonsuz kudretine delâlet eder ve lütfunun ve rahmetinin ineceğini haber verir. İbn Abbâs radıyallahü ahuma'dan: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e gök gürültüsünü sordular, şöyle dedi: O bulutlara müvekkel bir melektir, yanında topuzlu (düğümlü) bir mendil vardır, onunla bulutları sürer. "Melekler de onun korkusundan” Allahü teâlâ'nın azamet ve heybetinden korkarak, zamirin ra'd'e gittiği de söylenmiştir. "Yıldırımlar gönderir de onunla dilediği kimseyi çarpar” onu helâk eder. (Onlar Allah hakkında mücadele ediyorlar) Resûlüllah sallallahu amelyhi ve sellem'i Allah'ı kemal-i ilim, kudret, tek ilâh, insanları tekrar diriltip cezalarını vermekle nitelediği şeylerde yalanlıyorlar. Cedel şiddetli tartışmadır ki, cedl'den gelir o da bükmektir. Vâv cümleyi cümleye atfetmek içindir ya da hâl içindir. Çünkü rivâyete göre Amir bin Tufeyl ile Lebid'in kardeşi Erbed bin Rebia suikast niyetiyle Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e geldiler. Amir onu oyalamak için tartışmaya başladı, Erbed de kılıcıyla vurmak için arkasına dolandı. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem bunu fark etti ve: Allah'ım, bu ikisinin hakkından nasıl gelmek istersen öyle gel, dedi. Allahü teâlâ Erbed'in üzerine bir yıldırım gönderdi, onu öldürdü. Amir'in de boğazından bir ur çıktı, onu en geri kabilelerden Selullu bir kadının evinde öldürdü. Kendisi: Deve uru gibi bir ur ve Selullu kadının evinde ölmek ha, derdi! Âyet bunun üzerine indi. (Halbuki o, kuvveti çetin olandır) mümahale (mihal) düşmana tuzak kurmaktır, mahale fülanün bifülanin denir ki, birine tuzak kurup onu helake maruz bırakmaktır. Temahhale de bundan gelir ki, zoraki hile yapmaktır. Belki de mahî'in aslı kıtlık manasınadır. Şöyle de denilmiştir: Mihal fial veznindedir, kuvvet manasınadır. Şöyle de denilmiştir: Mif'al veznindedir hâl'den yahut hileden gelir; kıyas dışı i'lal edilmiştir. Mîm'in fethi ile mehal okunuşu da bunu destekler, bu da hâle yehulu'dan gelir ki, hile yapmaktır. Fikar (omurga) manasına olması da câizdir ki, o zaman kuvvet ve kudrette misal olur, Meselâ: Saidullahi eşed ve musahu ahad (Allah'ın pazısı kuvvetli ve usturası keskindir) gibi. 14Hak davet onundur. Ondan başka ibâdet ettikleri şeyler, onlar hiçbir şeyle cevap vermezler. Ancak suyun, ağzına ulaşması için (uzaktan) iki avucunu açana suyun cevap vermesi gibi cevap verirler ki, o ona asla ulaşmaz. Kâfirlerin duası ancak sapıklık içindedir. "Hak davet onundur” çünkü ibâdet edilmeyi hak eden yahut ibâdetine çağrılan odur, başkası değildir ya da kabul edilen dua ona aittir; çünkü kendisine dua edene icabet eder. Arkadan gelen de bu görüşü teyit etmektedir. Hak iki anlayışa göre de batılın karşıtıdır, davetin ona nispet edilmesi aralarındaki ilişkiden dolayıdır ya da hak olarak dua edilenin daveti onundur tevüindedir. Şöyle de denilmiştir: Hak Allahü teâlâ'dır, ona edilen her dua hakka davettir. İki cümleden murat edilen de - eğer âyet Amir ile Erbed hakkında ise - o ikisinin farkında olmadan helâk edilmelerinin Allahü teâlâ'dan bir tuzak olması, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in duasının kabul olunması ve onun haklı olmasıdır. Eğer âyet genel olursa, murat edilen; kâfirlerin Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile mücadelelerinde tuzağının onlara gelmesiyle tehdit edilmeleridir ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in duasının kabul olunması ile onlara göz dağı verilmesidir ya da sapıklık ve bozuk görüşlerinin açıklanmasıdır. "Ondan başka ibâdet ettikleri şeyler” müşriklerin dua ettikleri putlar, yeduhum'daki zamir hazf edilmiştir ya da putlara dua eden müşrikler demektir ki, mehil hazf edilmiştir, çünkü (ondan başka) kaydı ona delâlet etmektedir. "Onlar hiçbir şeyle cevap veremezler” hiçbir isteklerine "ancak iki avucunu uzatan gibi” ellerini açana verilen cevap gibi "suyun ağzına yetişmesi için” ondan ağzına gelmesini ister. "O ise ona ulaşacak değildir” çünkü su cansızdır, onun duasını anlamaz, ona cevap veremez, yaratılışında olmayan bir şeyi yapamaz. Onların ilâhları da öyledir. Şöyle de denilmiştir: Putlara dualarının yararsızlığı, içmek için suyu avuçlayarak ellerini açana benzetilmiştir. Te ile "ted'une” ve tenvîn ile de "basitin” okunmuştur. "Kâfirlerin duası ancak sapıklık içindedir” ziyandadır, bâtıldır. 15Göklerde ve yerde kim varsa onlar ve gölgeleri, ister istemez ona sabah akşam secde eder. "Göklerde ve yerde kim varsa onlar ve gölgeleri ister istemez Allah'a secde eder” secdenin gerçek olması muhtemeldir; çünkü melekler insanlar ve cinler ona bollukta ve darlıkta, kâfirler ve başkaları dara düştüğü zaman secde ederler. "Gölgeleri de” dolayısıyla. Secdeden Allah'ın onlarda meydana getirmek istediği şeye isteseler de istemeseler de itâat etmeleri murat edilebilir. Gölgelerinin itâat etmesi ise onları uzatarak ve kısaltarak onlarda tasarruf etmesindendir. Tav'an ve kerhen hâl yahut mef’ûlün leh olarak mensûbtır. (Sabah akşam) "yescüdü"nün zarfıdır, bu ikisinden murat edilen devamlılıktır ya da zılal'den hâl’dir. Özellikle bu iki vaktin belirtilmesi, uzama ve kısalmanın bunlarda daha açık olmasındandır. Ğuduv ğadat'ın çoğuludur, kunuy ve kanat gibi. Asal da asîl'in çoğuludur, o da ikindi - akşam arasıdır. Şöyle de denilmiştir: Ğuduv mastardır, "isal” okunması da bunu destekler. O da bu vakte girmektir. 16De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” "Allah” de. De ki: "Ondan başka kendi nefislerine ne fayda nede zarar verme imkânına sahip olmayan dostlar mı edindiniz? De ki: "Körle gören bir olur mu? Yahut karanlıklarla nûr bir olur mu? Yoksa Allah'a onun yaratması gibi yaratan ortaklar koştular da yaratma onlara benzer mi geldi? De ki: "Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, tektir, kahhardır. "De ki,. "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” onları yaratan ve işlerini gören. "De ki: Allah'tır” onlara böyle cevap ver, çünkü başka cevabı yoktur. Bir de bu pek açıktır, tartışma götürmez. Ya da böyle cevap vermelerini onlara telkin et. "De ki: Ondan başka edindiniz mi?” sonra onları şöyle sustur ki, onları dostlar edinmek akıldan uzak bir şeydir. "Kendilerine ne fayda ne de zarar verme imkânına sahip olmayan dostlar mı edindiniz?” Kendilerine fayda veremez ve kendilerinden bir zararı def edemezlerse, başkalarına nasıl fayda verir ve onlardan zararı nasıl def ederler? Bu da onların sapıklıklarına, şefaat ederler umuduyla onları dostlar edinmedeki görüşlerinin yanlışlığına ikinci delildir. "De ki: Körle gören bir olur mu?” gerçek ibâdeti bümeyen câhil müşrikle onu bilen ve Allah’ı bir kabul eden mü'min bir olur mu? Şöyle de denilmiştir: Sizden gâfil olan mabutla hâllerinizden haberdar olan mâbut bir midir? " Yahut karanlıklarla nûr bir olur mu?” şirk ile tevhid. Hamze, Kisâî ve Ebû Bekir ye ile (yestevi) okumuşlardır. "Yoksa Allah'a onun yaratması gibi yaratan ortaklar koştular da” hayır, (ecealu) ortaklar mı koştular demektir, hemze inkâr içindir (onun yaratması gibi yarattılar?) "şürekâe"nin sıfatıdır, o da İnkâra dahildir. "Yaratma onlara benzer mi geldi?” Allah'ın yaratması ile onların yaratması. Mana da şöyledir: Onlar Allah'a onun gibi yaratan eşler koşmadılar ki, bunlar da Allah'ın yaratması gibi yarattılar desinler de onlar da Allah gibi ibâdeti hak etsinler. Fakat onlar aciz, halkın gücünün yettiği şeylere gücü yetmeyenleri ortak koştular, nerede kaldı bunların hak gibi yaratmaları! "De ki: Allah her şeyin yaratıcısıdır” ondan başka Hâlik yoktur ki, ibâdette ona ortak olsun. Yaratmayı ibâdetin mucibi ve hak ediş sebebi kıldı, sonra da onu diğerlerinden bertaraf etti ki, "o tektir” kavline delâlet etsin. Tek ilâh'tır, "kahhardır” her şeye gâliptir. 17Allah gökten su indirdi de dereler onun kadar aktı. Sel üste çıkan bir köpük yüklendi. Süs yahut eşya aramak / yapmak için ateş yakarak erittikleri şeyde de onun gibi bir köpük vardır. İşte Allah hakkı ve bâtılı böyle örneklendirir. Köpüğe gelince atılarak gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince yerde kalır. Allah misalleri böyle açıklar. "Allah gökten su indirdi” buluttan yahut gök tarafından veyahut bizzat gökten, çünkü başlangıç ondandır. (Dereler aktı) nehirler aktı, evdiye vadi'nin çoğuludur. O da suyun bollukla aktığı yataktır. Sonra mecazen orada akan suya denildi. Çünkü yağmur ona çeşitli yerlerden gelir. "Onun kadar” Allahü teâlâ'nın zararlı değil de faydalı olduğunu bildiği kadarı ile yahut küçüklük ve büyüklüğüne göre aktı. (Sel bir köpük yüklendi) onu kaldırdı, zebed suyun kaynamasından meydana gelen kir ve toplanan şeydir "rabiyen” üste çıkan. "Ateş yakarak erittikleri şeylerde de” altın, gümüş, demir ve bakır gibi maden filizlerinde de; madenleri vermeyip de eritilen şeyler demesi kendi büyüklüğünü gösterip kendine göre bunların önemsiz olduğu içindir "süs ve eşya aramak için” kap kaçak, savaş ve ziraat aletleri gibi. Bunlardan maksat faydalarının açıklanmasıdır "onun gibi bir köpük vardır” suyun köpüğü gibi bir köpük vardır, o da madenin kiridir. "Mîmma"daki min başlangıç içindir, ya da ba'zı manasınadır. Hamze, Kisâî ve Hafs ye ile (yukıdune) okumuşlardır ki, ondaki zamir insanlara gider. Zamir olarak verilmesi de bilindiği içindir. "İşte Allah hakkı ve bâtılı böyle örneklendirir". Çünkü hakkın faydalı ve sâbit olmasını gökten inen ve ihtiyaç ve maslahata göre dereleri akıtan suya benzetmiştir. Ondan çeşitli şekillerde yararlanılır ve yerde de kalır. Bir kısmı membamda sâbit durur, bir kısmı yerin damarlarında pınarlara, kanallara ve kuyulara iner. Ve Allah,ü teâlâ hakkı ziynet eşyası ve çeşitli şeyler yapımında kullanılan maden filizine benzetmiştir. O da uzun süre kullanılır. Yararsız ve çabuk yok olan bâtılı ise bu ikisinin köpüğüne benzetmiştir. Bunu da (köpüğe gelince atılarak gider) sözü ile açıklamıştır. Yani sel veyahut eritilen maden onu atar. Cüfaen hâl olarak mensûbtur. "Cüfalen” de okunmuştur ki, manaları birdir. "İnsanlara fayda veren şeye gelince” su ve hâlis maden gibi "yerde kalır” insanlar ondan yararlanır. "Allah misalleri böyle açıklar” karışık şeyleri izah etmek için. 18Rablerine icabet eden kimseler için en güzeli vardır. Ona icabet etmeyenler de, eğer yeryüzündeki şeylerin tamamı ve bir o kadarı kendilerinin olsa, azaptan kurtulmak için onu feda ederlerdi. İşte onlar için hesabın kötüsü vardır. Onların barınakları cehennemdir. O ne kötü yataktır! "İcabet edenler için” Rablerine icabet eden mü'minler için "en güzeli vardır” en güzel icabet vardır. "Ona icabet etmeyenler de” onlar da kâfirlerdir, lillezine'deki lâm "yadribü"ye mütealliktir, şöyle ki, Allah iki grubun durumu için verilen misali onların zatları için vermiştir. Şöyle de denilmiştir: İcabet edenler için güzel karşılık vardır, o da cennettir. İcabet etmeyenler de mübteda’dır, haberi de "eğer yeryüzündeki şeylerin tamamı ve bir o kadarı kendilerinin olsa, onu feda ederlerdi” cümlesidir. Bu, birinciye icabet etmeyenlerin akibetlerini açıklamak için yeni söz başıdır. "İşte onlar için hesabın kötüsü vardır” o da tartışılmasıdır, yani adamın günahı hesap edilir, ondan hiçbir şey bağışlanmaz. "Onların yeri” barınakları "cehennemdir, o da ne kötü yataktır!” karargahtır. Bi'se fiilinin mahsus bizzemmi atılmıştır. 19Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, kör gibi midir? Ancak aklıselim sahipleri öğüt alır. (Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse) bilip de ona icabet eden kimse "kör gibi midir?” kalbi kör olup da basireti bağlandığı için icabet etmeyen gibi midir? Hemze bunların birbirine benzemediğini gösteren misaller verildikten sonra şüpheye düşeni reddetmek içindir. "Ancak aklıselim sahipleri öğüt alırlar” adet baskısından ve evham muhalefetinde arınmış akıl sahipleri öğüt alır. 20Aklıselim sahipleri o kimselerdir ki, Allah'ın sözünü yerine getirirler ve andlaşmayı bozmazlar. "Aklıselim sahipleri o kimselerdir ki, Allah'ın sözünü yerine getirirler". Kâlubelâ'da Rabliğini ikrar ettikleri zaman yahut Allah'ın onlara kendi kitaplarında yüklediği şeyleri yerine getirirler. "Ve andlaşmayı bozmazlar” kendi aralarında ve Allah ile kullar arasındaki andlaşmayı, bu da birinci maddeden daha geneldir. 21Onlar Allah'ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştırırlar, Rablerinden korkarlar ve kötü hesaptan endişe ederler. "Allah'ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi ulaştırırlar” sıla-i rahim, mü'minlere dostluk, bütün peygamberlere îman gibi, Allah'ın salât ve selamı onların üzerine olsun. Bunun içine insan haklarına riayet de girer. "Rablerinden korkarlar” genel tehdidinden "ve kötü hesaptan endişe ederler” özel olarak; hesaba çekilmeden önce kendilerini hesaba çekerler. 22Onlar Rablerinin rızâsını isteyerek sabrettiler. Namazı dosdoğru kıldılar ve kendilerine rızık ettiğimiz şeylerden gizli ve açık harcadılar. Onlar kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar için yurdun bir sonucu vardır. "Ve sabrettiler” nefsin hoşlanmadığı şeylere ve arzularına karşı koymaya. "Allah'ın rızâsını isteyerek” yoksa kibir ve gururlarından ve insanlara gösteriş için değil. "Namazı dosdoğru kıldılar” farz namazı "ve kendilerine rızık ettiğimiz şeylerden Allah yolunda harcadılar” harcaması lâzım olan kısmını "gizli olarak” malı olduğu bilinmeyen için "ve açık olarak” malı olduğu bilinen için. "Onlar kötülüğü iyilikle savarlar” kötülüğe iyilikle karşılık verirler ya da kötülükten sonra iyilik yaparlar ki, onu silsin. "İşte onlar için bu yurdun iyi bir sonucu vardır” dünya yurdunun ve dünyadakilerin dönebilecekleri yurdun ki, o da cennettir. Ülâike cümlesi mevsûlların haberidir, eğer (mevsûllar) mübteda olarak Merfû' kılmırsa, eğer "ülülelbab"ın sıfatları kılınırsa yeni söz başıdır, o sıfatlarla hak ettikleri şeyler zikredilmiş olur. 23Adn cennetleri... Onlar da atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden sâlih olanlar da girerler. Melekler yanlarına her kapıdan girerler. (Adn cennetleri) bu da ukbedder'dan bedeldir yahut mübteda’dır, haberi de "yedhuluneha"dır. Adn ikamet demektir yani orada ikamet ederler. Orası cennetin ortasıdır da denilmiştir. (Atalarından, zevcelerinden ve zürriyetlerinden sâlih olanlar da girerler) bu da "yedhulune"deki Merfû' cemi zamirine ma’tûftur. Câiz olması sonundaki zamirle fasıl yapıldığı içindir ya da mef'ûlu maahtir. Mana da şöyledir: ailelerinden iyiler de fazilette onlar kadar olmasalar da onlara katılır, bu da onlara tâbi olduklarından ve şanlarını yüceltmek içindir. Bu, derecenin şefaatle yükseleceğine delildir. Ya da bu sıfatlarla nitelenenler birbirlerine yaklaştırılırlar demektir, çünkü cennete girmede aralarında yakınlık ve ilişki vardır. Bu da ünsiyetlerini artırmak içindir. Sâlih (iyi olma) kaydı yalnız soy bağının yetmeyeceğini göstermek içindir. "Melekler yanlarına her kapıdan girerler” konakların kapılarından yahut çeşitli erzak ve armağanlarla demektir. "Selâm size” derler selametin devamı için müjdedir. 24Sabrettiğiniz şeylerden dolayı selâm size! Yurdun sonu ne güzel, derler! (Sabrettiğiniz şeylerden dolayı) bu da "aleyküm"e ya da mahzûfa mütalliktir yani Hâza bima sabertüm demektir, selâm'a müteallik değildir. Çünkü haber fasıladır, be de sebep yahut bedel içindir. (Yurdun sonu ne güzeldir!) nûn'un fethi ile "fena'me” de okunmuştur. Aslı naime'dir, ayın, kesresi faülfile nakledilmekle sâkin kılınmıştır. Başka türlü de okunmuştur. 25Onlar ki, Allah'ın sözünü kesinleştikten sonra bozarlar, Allah'ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi koparırlar ve yeryüzünde bozgunculuk ederler, işte onlar, onlar için lâ'net vardır ve yurdun kötüsü vardır. "Onlar ki, Allah'a verdikleri sözü bozarlar” bunlar öncekilerin karşıtlarıdır. "Kesinleştikten sonra” ikrar ve kabul ederek kesinleştirdikten sonra "Allah'ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi koparırlar ve yeryüzünde bozgunculuk ederler” zulümle ve fitne çıkarmakla "işte onlar için lâ'net vardır ve yurdun kötüsü vardır” cehennem azâbı yahut dünyanın kötü akibeti demektir, çünkü o ukbeddar'ın (yukarıdakinin) karşılığıdır. 26Allah dilediği kimse için rızkı genişletir ve daraltır. Onlar dünya hayatı ile sevindiler. Halbuki dünya hayatı âhirete nispetle ancak bir geçimliktir. "Allah dilediği kimse için rızkı genişletir ve daraltır” çoğaltır ve azaltır. "Sevindiler” yani Mekke halkı, "dünya hayatı ile” dünyada onlara verilen imkânlarla "Hâlbuki dünya hayatı âhirete nispetle” yani âhiretin yanında "ancak bir geçimliktir” yolcunun acele hazırladığı ve çobanın yanına aldığı azık gibidir, devam etmez. Mana da şöyledir: Onlar elde ettikleri dünyalıkla sunardılar, onu âhiret nimetini kazanacak yere harcamadılar, onun yanında yararı pek az ve çabuk bitecek olan şeylerle aldandılar. 27Kâfirler: "Ona Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi?” derler. De ki: Şüphesiz Allah, dilediği kimseyi saptırır ve döneni de kendine hidâyet eder. "Kâfirler: "Ona Rabbinden bir âyet / mu'cize indirilmeli değil miydi?” derler. De ki: Şüphesiz Allah, dilediği kimseyi saptırır” mu'cizeler açığa çıktıktan sonra yeni âyetler teklif etmekle. "Ve döneni de kendine hidâyet eder” hakka yönelip inattan döneni. Bu da onların sözüne şaşma gibidir, sanki şöyle buyurmuştur: Onlara de ki: Ne kadar inatsınız, şüphesiz Allah sizin gibi olanları saptırır. Artık onların hidâyetine yol yoktur, ister ki, bütün âyetleri indireyim. Senin getirdiklerine hatta en küçük bir mu'cizeye döneni de kendine hidâyet eder. 28Onlar îman edenler ve kalpleri Allah'ın zikri ile huzur bulanlardır. Bilin ki, kalpler Allah'ın zikri ile huzur bulur. (Onlar ki, îman ettiler) bu da "men enabe"deki menden bedeldir yahut mahzûf mübtedanın haberidir. "Kalpleri Allah'ın zikri ile huzur bulur” ona alıştığı, ona itimat ettiği ve ona ümit bağladığı için ya da korkusundan paniğe kapıldıktan sonra rahmetini anmakla tatmin olur veyahut varlık ve birliğini gösteren delilleri zikretmekle veyahut kelâmı ile yani mu'cizelerin en güçlüsü olan Kur'ân ile. "Bilin ki, kalpler Allah'ın zikri ile huzur bulur” sükûn bulur. 29Onlar o kimselerdir ki, îman ettiler ve iyi şeyler yaptılar. Hoşluk ve gidilecek yer onların! "Ellezîne amenu” mübteda’dır, haberi de "tuba lehüm"dür, o fu'ia veznindedir, tayyib'ten gelir, ye'si mâ-kabli Mazmûm olduğu için vâv'a kalp olunmuştur. Tabe'nin mastarıdır, tıpkı büşra ve zülfa gibi. Ref 'i de nasbi da câizdir. Bunun içindir ki, nasb ile "ve hüsne meabin” okunmuştur. 30Bunun gibi seni de ondan önce nice ümmetlerin geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlarsa Rahmân'ı inkâr ediyorlar. De ki: "O, benim Rabbimdir. Ondan başka ilâh yoktur. Yalnız ona tevekkül ettim ve yalnız onadır dönüşüm". (Bunun gibi) yani senden önce elçiler gönderdiğimiz gibi "seni de ondan önce nice ümmetlerin geçtiği bir ümmete gönderdik” öyleyse senin onlara gönderilmen görülmemiş bir şey değildir. "Sana vahyettiğimizi onlara okuman için” sana vahyettiğimiz kitabı onlara okuyasın diye. "Onlarsa Rahmân'ı inkâr ediyorlar” nimeti kendilerini kuşatan ve rahmeti her şeyi kaplayan Allah'ı inkâr ediyor; nimetlerine şükretmiyorlar. Özellikle senin onlara gönderilme ve onlara Kur'ân'ın indirilme nimetine, o Kur'ân ki, dinî ve dünyevî menfaatlerin temelidir. Şöyle de denilmiştir: Âyet Mekke müşrikleri hakkında indi, çünkü onlara: Rahmân'a secde edin, denildi. Onlar da: Rahmân nedir, dediler? "De ki: O, benim Rabbimdir” yani Rahmân benim Hâlik'ım ve sâhibimdir. "Ondan başka ilâh yoktur” ondan başka ibâdete müstahak yoktur. "Yalnız ona tevekkül ettim” size karşı bana yardım etmesi için. "Onadır dönüşüm” varacağım yer onadır. 31Eğer gerçekten bir Kur'ân ki, onunla dağlar yürütülse yahut onunla yer parçalansa yahut onunla ölüler konuşturulsa idi (yine de îman etmezlerdi). Hayır, bütün emir Allah'ındır. Îman edenler bilmediler mi ki, eğer Allah dileseydi, bütün insanlara mutlaka hidâyet ederdi. Kâfirlere gelince, hep yaptıkları şeylerden dolayı Allah'ın va'di gelinceye kadar ya başlarına bir belâ gelecek yahut da yurtlarının yakınına konacaktır. Şüphesiz Allah, va'dinden caymaz. (Eğer gerçekten bir Kur'ân olsa ki, onunla dağlar yürütülse) şarttır, cevabı hazf edilmiştir, bundan maksat da Kur'ân'ın şânım yüceltmek yahut kâfirlerin inat ve kararlılıklarım mübalağa etmektir yani eğer bir kitap olsa ki, onunla dağlar yerlerinden oynatılsa "yahut onunla yer parçalansa” okunduğu zaman Allah'ın korkusundan yer parçalansa yahut varılsa da ondan ırmaklar ve pınarlar çıksa "yahut onunla ölüler konuşturulsa” sen okusan da yahut okunduğu zaman ölüler dinleyip icabet etselerdi, elbette bu Kur'ân olurdu. Çünkü o gayet veciz ve son derece uyarıcı ve korkutucudur. Yahut yine de îman etmezlerdi. Çünkü Allahü teâlâ: "Eğer onlara melekler indirilse...” (En'âm: 111) buyurmuştur. Şöyle de denilmiştir: Kureyş'liler: Ey Muhammed, sana tâbi olmamız seni sevindirirse Kur'ân'mla dağları Mekke'den uzaklaştır da bize bahçe yerleri ve çiftlikler çıksın. Ya da rüzgârı emrimize ver de sırtına binelim, bizi ticaret için Şâm'a atsın yahut Kusay bin Kilab ve diğerleri gibi atalarımızı dirilt de bize seni anlatsınlar. Âyet bunun üzerine indi. Buna göre yerin kat edilmesi yürümekle geçümesidir. Şöyle de denilmiştir. Cevap yukarıda geçmiştir, o da "vehüm bizikrir rahmani” kavlidir, ikisinin arasındaki de itiraz cümlesidir. Özellikle küllime'nin müzekker verilmesi ölülerin içinde gerçek müzekkerlerin olmasındandır. "Hayır, bütün emir Allah'ındır” hayır her şeye karşı bütün kudret Allah'ındır. Bu da "lev"in içerdiği nefiy manasından dönüştür yani bilâkis Allah onların teklif ettikleri mu'cizeleri de getirmeye kâdirdir ancak böyle bir şeyi murat etmemiştir. Çünkü biliyor ki, getirse de sert karakterleri yumuşamayacaktır. Bunu da "îman edenler onlardan ümit kesmediler mi?” kavli teyit etmektedir. Yani hâllerini görmüşken ümit kesmediler mi demektir. Çokları efelem yeyes'in manasının, bilmediler mi olduğunu söylemişlerdir. Çünkü rivâyete göre Hazret-i Ali, İbn Abbâs ve ashap ve tabiinden bir cemâat - Allah onlardan râzı olsun - "efelem yetebeyyen” okumuşlardır, bu da onun tefsiridir. Ye's bilme manasına da kullanılmıştır, çünkü o bilmenin sonucudur ki, ümit kesilen şey ancak bilmen şey lur. Bunun içindir ki, onu "eğer Allah dileseydi muhakkak bütün insanları hidâyet ederdi” diye şarta talik etmiştir, manası da bazı insanların hidâyet edilmemesidir. Çünkü hidâyetlerine İlâhî irâde taalluk etmemiştir. Bu da birinciye (ye'sin ilim manasına) göre mahzûfa mütealliktir, takdiri de şöyledir: Îman edenler onların îmanından ümit kesmediler mi? Çünkü biliyorlar ki, Allah istese idi, bütün insanları hidâyet ederdi. Ya da (enlev yeşau kavli) amenu'ya mütaalliktir. "Kâfirlere gelince, hep yaptıkları şeylerden dolayı” inkâr ve kötü ameller gibi "başlarına bir belâ gelecek” canlarını yakacak ve onları panikletecek bir musibet "ya da yurtlarının yakınına konacaktır” ondan telaşlanacaklar ve kıvılcımı onlara sıçrayacaktır. Şöyle de denilmiştir: Âyet Mekke kâfirleri hakkındadır; çünkü onlar Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ettikleri yüzünden durmadan belaya duçar oldular. Zira aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz üzerlerine birlikler gönderir, çevreyi yağmalar ve davarlarını sürerdi. Buna göre "tehullu” aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz'e hitap olabilir; çünkü o Hûdeybiye seferinde yurtlarının yakınma kadar vardı. "Allah'ın va'di gelinceye kadar” ölüm yahut kıyâmet veyahut Mekke'nin fethidir. "Şüphesiz Allah, va'dinden caymaz” çünkü onun sözünde yalan mümkün değildir. 32Yemin olsun, senden önceki peygamberlerle alay edildi; ben de kâfirlere mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Cezam nasıl oldu? "Yemin olsun, senden önceki peygamberlerle alay edildi; ben de kâfirlere mühlet verdim” bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem için tesellidir, alay eden ve olmaz tekliflerde bulunanlar için de tehdittir. Âyette geçen imlâ birini bir süre rahat ve güven içinde bırakmaktır. "Sonra da onları yakaladım. Cezam nasıl oldu?” onlara azabım demektir. 33Kazandığı şeyle her nefsin üzerinde duran Allah, böyle olmayan putlar gibi midir? Onlar Allah'a ortak koştular. De ki: "Onların adlarını verin". Yoksa yerde bilmediğini ona haber mi veriyorsunuz? Hayır, siz dış sözle mi? Hayır, kâfirlere tuzakları süslü gösterildi ve yoldan çevrildiler. Allah kimi saptırırsa, onun için bir yol gösterici yoktur. "Kazandığı şeyle her nefsin üzerinde duran Allah” kazandığı hayır ve şerle üzerinde duran ve ona amellerinden hiçbir şey gizli kalmayan, cezalarından en ufak bir şeyi kaçırmayan Allah, haber mahzûftur, takdiri şöyledir: Böyle olmayan gibi midir? (Allah'a ortaklar koştular) yeni söz başıdır yahut "kesebet"e atıftır, eğer "mâ” mastariye kabul edilirse. Mübtedaya haber düşenin takdir edilip "ve caalu"nûn da ona atfedilmesi de câizdir. Yani bu sıfatta olup da onu birlemedikleri ve ona ortaklar koştukları Allah demektir. Onda zamir zâhir yerine konulmuş olur ki, bu da onun ibâdete müstahak olduğuna vurgu yapmak içindir. "Onların adlarını verin!” kavli de ortaklarının ibâdete müstahak olmadıklarına dikkat çekmek içindir. Mana da şöyledir: Onların sıfatlarını verin, bakalım onlar ibâdete müstahaklar ve ortak koşulmaya layıklar mı? (Yoksa ona haber mi veriyorsunuz?) şeddesiz olarak "tünbiunehu” da okunmuştur. "Yerde bilmediğini” ibâdeti hak eden ortakları var da Allah'ın onları bilmediğini. Ya da hak ettikleri ve Allah’ın da bilmediği nitelikleri demektir, hâlbuki o, her şeyi bilir. "Yoksa dış sözle mi?” yoksa onlara aslı olmayan boş sözle mi ortaklar adım veriyorsunuz? Meselâ zenciye Kâfur (beyaz) adım vermek gibi. Bu da görülmemiş bir üslupla çok etkileyici bir delil getirmedir ki, ben mucizim demektedir. "Hayır kâfirlere tuzakları süslü gösterildi” çarpıtmaları güzel gösterildi de boş şeyler hayal ettiler, sonra onları hak saydılar ya da şirk koşmaları ile İslâm'a kurdukları tuzakları süslü gösterildi demektir. "Yoldan çevrildiler” hak yoldan. İbn Kesîr, Nâfi', Ebû Amr ve İbn Âmir fethe ile "ve saddu” okumuşlardır ki, insanları îmandan çevirdiler demektir. Kesr ile "sıddu” ve tenvîn ile de saddun da okunmuştur. "Allah kimi saptırırsa” perişan ederse "onun için bir yol gösterici yoktur” onu hidâyete götürecek. 34Onlar için dünya hayatında bir azâp vardır. Gerçekten âhiretin azâbı daha çetindir. Onlar için Allah'tan bir koruyucu da yoktur. "Onlar için dünya hayatında bir azâp vardır” öldürülmek, esir edilmek ve diğer musibetlerle. "Gerçekten âhiretin azâbı daha çetindir” şiddetli ve devamlı olduğu için. "Onlar için Allah'tan bir koruyucu da yoktur” azabından veya rahmetinden. 35Müttekılere vaadolunan cennetin hâli şudur: Altlarından ırmaklar akar. Yemişleri ve gölgesi devamlıdır. İşte sakınanların akıbeti budur. Kâfirlerin akibeti ise ateştir. (Müttekılere vaadolunan cennetin hâli) sıfatı, bu da eşsizliğinin temsilidir, mübteda’dır, haberi de Sîbeveyh'e göre mahzûftur yani fima kasasna aleyküm meselül cenneti demektir. Haberinin "tecri tahtehel enharu” olduğu da söylenmiştir. Bu da: Sıfatü zeydin esmerü (Zeyd'in zâtı esmerdir) kabilindendir ya da mevsûfun hazfi türündendir yani meselül cenneti cennetün tecri min tahtihel enharu demektir. Ya da mesel'in fazla olması tarzındadır. Bu, Sîbeveyh'e göre sıladan hazf edilen aidden hâl’dir. "Yemişleri devamlıdır” meyvesi kesilmez "gölgesi de” yani gölgesi de öyledir ki, dünyadaki gibi güneşle silinmez demektir. "Tilke” yani böyle nitelenen cennet "sakınanların akibetidir” varacakları ve işlerinin biteceği yerdir. "Kâfirlerin akibeti ise ateştir” başkası değildir. İki nazmın sıralanışında takva sahiplerine ümit verilmekte, kâfirlerin de ümitleri kesilmektedir. 36Kendilerine kitap verdiklerimiz sana indirilen şeyle sevinirler. Hiziplerden kimi de onun bir kısmım inkâr eder. De ki,. "Ben ancak Allah'a ibâdet edip ona şirk koşmamakla emrolundum. Yalnız ona dua ederim. Dönüşüm de yalnız onadır." "Kendilerine kitap verdiklerimiz sana indirilen şeyle sevinirler” bunlardan ehl-i kitaptan Müslüman olanları kast ediyor, Meselâ İbn Selâm ve arkadaşları ile Hıristiyanlardan îman edenlerdir. Bunlar seksen erkek idiler; kırkı Necran'dan, sekizi Yemen'den, otuz ikisi Habeş'ten idiler. Ya da ehl-i kitabı genel olarak kast ediyor. Çünkü onlar kitaplarına uyanlara sevinirlerdi. "Hiziplerden” bundan da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e karşı blok oluşturanları kast ediyor, Meselâ Ka'b bin Eşref ve arkadaşları, Seyyid, Akıb ve taraftarları gibi. "Kimi onu inkâr eder” o da şerîatlarına uymayanlar ve uyup da değiştirdikleridir. "De ki: Ben ancak Allah'a ibâdet edip ona şirk koşmamakla emrolundum” bu da münkirlere cevaptır yani onlara de ki: Ben bana indirilen şeyde Allah'a ibâdet edip onu birlemekle emrolundum. Dinde esas da budur, bunu inkâr etmenize imkân yoktur. Ama şerîatınıza uymayıp da hoşlanmadığınız şeylere gelince, şerîatların ve İlâhî kitapların fer'î meselelerde farklılık göstermesi görülmemiş bir şey değildir. Ref ile yeni söz başı olarak vela üşrikü de okunmuştur. "Yalnız ona dua ediyorum” başkasına değil, "dönüşüm de yalnız onadır” amelimin karşılığı için dönüşüm onadır, başkasına değildir. Bu kadarına Peygamberler arasında ittifak edilmiştir. Bundan ötesi teferruattır; devirlere ve ümmetlere göre değişir, öyleyse ondaki muhalefete karşı çıkmanızın bir manası yoktur. 37Böylece onu Arapça bir hüküm olarak indirdik. Yemin olsun, eğer sana ilim geldikten sonra onların keyiflerine uyarsan, senin için Allah'tan ne bir dost ne de bir koruyucu yoktur. (Bunun gibi) yani dinlerin temellerini içine alan ve üzerinde icma edilen esasları indirdiğimiz gibi "bunu da bir hüküm olarak indirdik” davalarda ve olaylarda hikmetin gereğine göre karar veren hüküm olarak "Arapça” Arap diline tercüme edilmiş ki, anlamaları ve ezberlemeleri kolay olsun, "arabiyyen” hâl olarak mensûbtur. "Yemin olsun, eğer onların keyiflerine uyarsan” seni davet ettikleri şeylere Meselâ dinlerini kabul etmek ve değiştirilen kıblelerine dönmek gibi "sana ilim geldikten sonra” onun neshine dâir "senin için Allah'tan ne bir dost ne de bir koruyucu yoktur” sana yardım edecek ve senden azâbı önleyecek. Bu da onların umutlarını kırmakta ve mü'minleri dinlerinde sebata teşvik etmektedir. 38Yemin olsun, senden önce peygamberler gönderdik ve onlar için zevceler ve zürriyet kıldık. Bir peygamber için Allah'ın izni olmadan bir mu'cize getirmek olmaz. Her ecelin bir yazgısı vardır. "Yemin olsun, senden önce peygamberler gönderdik” senin gibi beşer "ve onlar için zevceler ve zürriyet verdik” senin olduğu gibi onlara da kadınlar ve çocuklar verdik. "Bir peygamber için olmaz” olması doğru değildir ve imkanı da yoktur "bir mu'cize getirmek” teklif edilen bir âyet ve ondan istenen bir hüküm "Allah'ın izni olmadan” çünkü buna gücü yeten odur. "Her ecelin bir yazgısı vardır” her vaktin ve sürenin bir hükmü vardır; kulların iyiliği neyi gerektiriyorsa ona göre yazılır. 39Allah dilediği şeyi siler de yerinde bırakır da. Ana kitap onun yanındadır. "Allah dilediği şeyi siler de yerinde bırakır da” neshedilmesi doğru olanı nesh eder. Şöyle de denilmiştir": Tevbe edenin kötülüklerini siler, yerine iyilikler yazar. Şöyle de denilmiştir: Hafaza meleklerinin ceza ile ilgili olmayarak yazdıkları şeyi siler yerine başkasını tespit eder yahut kulun kalbinden geçenlerden yalnız kendisinin bildiği şeyleri sâbit bırakır. Şöyle de denilmiştir: Bir asrı siler, ötekisini bırakır. Şöyle de denilmiştir: Bozuk şeyleri siler, sağlamları yerinde bırakır. Nâfi', İbn Âmir, Hamze ve Kisâî şedde ile ve yüsebbitü okumuşlardır. "Ana kitap onun yanındadır” kitapların aslı demektir ki, o da Levh-i Mahfûz'dur, çünkü ne varsa hepsi onda yazılıdır. 40Onları tehdit ettiğimiz şeyin bazısını sana gösterirsek yahut seni öldürürsek, ancak sana tebliği düşer, bize de hesap düşer. "Onları tehdit ettiğimiz şeyin bazısını sana gösterirsek yahut seni öldürürsek” durum neyi icap ederse, onları tehdit ettiğimiz şeyin bir kısmını sana gösterir yahut ondan önce ruhunu kabz ederiz. "Ancak sana tebliğ düşer” başkası değil, "bize de hesap düşer” karşılığını vermek için, bu sana düşmez; onlardan yüz çevir onlarla ilgilenme, azaplarını da acele etme. Çünkü biz bunu yapacağız. Bunlar da onun öncülleridir. 41O toprağa gelip de uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi? Allah hükmeder, hükmünün takipçisi yoktur. O, hesabı çabuk görendir. "O toprağa (kâfirlerin toprağına) gelip de onu uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi?” Müslümanlara fetih ettirmekle. "Allah hükmeder, hükmünün takipçisi yoktur” onu çevirecek yoktur. Muakkıb aslında bir şeyi iptal etmek için izleyendir. Bundan dolayıdır ki, hak sâhibine takipçi denilmiştir. Çünkü o borçlusunu takip eder. Mana da şöyledir: O, İslâm'ın yükseleceğine, küfrün ise gerileyeceğine hükmetmiştir. Bu da şüphesiz olacaktır, onu değiştirmek mümkün değildir. "Lâ muakkıbe"deki lâm menfi ile beraber hâl olmak üzere mahallen mensûbtur yani yahkümü nafizen hukmuhu (karar verir, kararı da geçerlidir) demektir. "O hesabı çabuk görendir” onları dünyada öldürmek ve sürgün etmekle cezalandırdıktan sonra yakında âhirette de hesaba çeker. 42Kendilerinden öncekiler de tuzak kurdular. Bütün tuzaklar Allah'ındır. Her nefsin ne kazandığını bilir. Kâfirler de yurdun sonu kimindir yakında bilecek. "Kendilerinden öncekiler de tuzak kurdular” peygamberlere ve kendilerinden mü'minlere "Bütün tuzaklar Allah'ındır” onun tuzağının dışındakiler önemsenmez. Çünkü ondan beklenen şeye gücü yeten odur, başkası değildir. "Her nefsin ne kazandığını bilir” onun cezasını (karşılığını) hazırlar. "Kâfirler de yurdun sonu kimindir yakında bilecek” iki bölükten. Çünkü onlar için hazırlanan azâp farkında değillerken gelecektir. Bu da Allahü teâlâ'nın onlara tuzağını tefsir gibidir. Limen'deki lâm akibetten iyi akibetin murat edildiğini göstermektedir, akibetin dar'a izafetinde de bildiğin gibi buna işâret vardır. İbn Kesîr, Nâfi' ve Ebû Bekir cins mülahazasıyla "el- kafirü” okumuşlardır, "elkafirune” ve "vellezine kefem” ve "el- küfrü” de okunmuştur ki, son kırâatta küfür ehli demek olur, Mana da şöyledir: Allah haber verdiği zaman bildirdiği kimse bilecektir. 43Kâfirler: "Sen gönderilmiş peygamber değilsin” derler. De ki: Sizinle benim aramda şâhit olarak Allah ile kendisinde kitap bilgisi olan kimse yeter. "Kâfirler: Sen gönderilmiş peygamber değilsin, derler” bunlardan Yahûdîlerin başları murat edilmiştir, denilmiştir. "De ki: Sizinle benim aramda Allah şâhit olarak yeter” çünkü o, benim gönderildiğime bir şahidin şahitliğine ihtiyaç kalmayacak kadar deliller gösterdi. "Bir de yanında kitap bilgisi olanın şahitliği yeter” Kur'ân ve onun mu'cize nazmı hakkında bilgisi olan yahut Tevrat bilgisi olan ki, o da İbn Selâm ve aynı gruptan olanlardır ya da Levh-i Mahfûz bilgisi olan ki, o da Allahü teâlâ'dır. Yani ibâdeti hak eden ve Levh-i Mahfûz'dakini yalnız kendisi bilenin şahitliği yeter ki, içimizden yalancı olanı rezil eder. Bunu kesr ile "vemin indini” okunuşu da destekler. "İlmül kitab” birinciye göre zarf ile merfû’dur, çünkü mevsûle itimat etmiştir. Mübtedâ olup zarf da haberi olmak da câizdir ki, bu da sadece ikinci okuyuşta olur. Harf-i cer ve meçhul siygası ile "ve min indihi ulimel kitab” da okunmuştur. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim Ra'd sûresini okursa, ona geçmiş bütün bulutların ve kıyâmet gününe kadar olacak bütün bulutların ağırlığı kadar on sevap verilir ve kıyâmet gününde Allah'ın sözünü yerine getirenlerden olarak diriltilir. |
﴾ 0 ﴿