14 / İBRÂHÎM

Mekke'de inmiştir. 52 âyettir.

1

 Elif. Lâm. Ra. Bu, insanları Rabbinin izni ile karanlıklardan aydınlığa, o mutlak gâlib, övgüye lâyık (Allah) ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz kitaptır.

"Elif lâm ra kitabun” yani o bir kitaptır ki,

"insanları çıkarmak için sana indirdik” onları içindekilere davet etmenle "karanlıklardan” çeşitli sapıklıklardan "aydınlığa” hidâyete (Rablerinin izni ile) Allah'ın tevfıki ve kolaylaştırması ile. Bu perdeyi kaldırarak içeri girme izninden gelir ki, kolaylık demektir. Biizni "lituhrice"ye mütealliktir yahut fâ'ilinden veya mef’ûlündan hâl’dir.

"İlâ sıratıl azizil hamid” bu da amilin tekrarı ile "ilennuri"den bedeldir yahut soru sorana cevap olarak yeni söz başıdır. Sırâtın Allah'a izafesi ya maksat o olmasından ya da yolu gösterenin kendisi olmasındandır. Azîz ve hamid sıfatlarının özellikle seçilmesi şunu göstermek içindir ki, o yolundan gideni hor etmez ve onu izleyeni eli boş döndürmez.

2

 O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa onundur. Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlere!

 (O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa onundur). Nâfi' ile İbn Âmir'in kırâatlarına göre mübteda ve haberdir yahut "Allahü” mahzûf mübtedanın haberidir,

"ellezi” de sıfatıdır. Kalanların kırâatlarına göre de "Allahi” azizin atıf beyanıdır, çünkü özel isim gibidir, zira hak mabuda hâstır. (Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlere). Bu da kitabı inkâr eden ve o sebeple karanlıklardan aydınlığa çıkamayan için tehdittir. Veyl ve'l'in zıddıdır ki, o da kurtuluştur. Aslı mastar olduğu için nasptır ancak çekimli olmadığından sebat ifade etmesi için Merfû' olmuştur.

3

 Onlar ki, dünya hayatını âhirete tercih ederler, (insanları) Allah'ın yolundan çevirirler ve onda bir eğrilik ararlar. İşte onlar uzak bir sapıklık içindedir.

"Onlar ki, dünya hayatını âhirete tercih ederler” onu seçerler, çünkü bir şeyi seçen kendinden o şeyi başka şeylerden daha çok sevmesini ister.

"Allah'ın yolundan çevirirler” insanları îmandan engellemekle. Esadde'den getirerek "yusıddune” de okunmuştur ki, bu da sadde sududen'den nakledilmiştir, yoldan sapmaktır. Fasih değildir, çünkü hemze ile geçişli kılmaya ihtiyaç bırakmayan sadde vardır.

"Onda bir eğrilik ararlar” (yebğune leha zeyğan) yamuk olmasını ve haktan sapık olmasını isterler ki, itibardan düşürsünler. Böylece câr hazfedilmiş, fiil zamire, mevsûl da sılasına bitiştirilmiştir. (Ellezîne'nin) kafirine'nin sıfatı olarak cerre, nasb ile zemme, ref ile yine zemme ihtimali vardır ya da mübteda’dır, haberi de "ülâike fî dalalin baid"dir. Yani haktan saptılar, ondan merhalelerce uzağa düştüler. Uzaklık aslında sapan kişinin sıfatıdır fiilinin onunla nitelenmesi mübalağa içindir ya da sapıklık sapma ile ilgili durumun sıfatıdır, bu ilişkiden dolayı onunla nitelenmiştir.

4

 Biz her peygamberi ancak kavminin dili ile gönderdik ki, onlara (Allah'ın emirlerini) açıklasın. Böylece Allah dilediği kimseyi saptırır ve dilediği kimseyi hidâyete erdirir. O, mutlak gâlib, hikmet sâhibidir.

"Biz her peygamberi ancak kavminin dili ile gönderdik” içinden çıktığı ve gönderildiği kavmin dili ile "açıklasın diye” emrolundukları şeyi kolaylıkla ve hızla anlasınlar, sonra da onu başkalarına nakledip tercüme etsinler. Çünkü davet etmesi için onlar en yakın ve en doğru kimselerdir. Bunun içindir ki, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem önce aşiretini uyarmakla emrolundu. Eğer farklı ümmetlere gönderilen peygambere onların dillerine göre kitaplar indirilse idi, bu da müstakil bir mu'cize olurdu, ancak söz birliğinin kaybolmasına ve dil ve ondan dallanan ilimleri öğrenmedeki.çaba faziletinin kaybına sebep olurdu. Kaldı ki, bu gibi şey için nefsi zorlamak büyük sevap kazandıran bir ibâdettir.

"Bilisni” de okunmuştur ki, bu da Kureyş lehçesidir, tıpkı riyş ve riyaş gibi, iki zamme ile "lüsün” zamme ve sükûn ile çoğul olarak lüsn de okunmuştur, umud ve umd gibi. Fikavmihi'deki zamirin Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e gönderildiği de söylenmiştir, çünkü Allahü teâlâ bütün kitapları Arapça indirmiştir. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm yahut her peygamber onu kavminin diline tercüme etmiştir. Bunu da "onlara açıklaması için” kavli reddetmektedir. Çünkü ondaki zamir kavme râcidir. Tevrat, İncil vb. kitaplar Araplara açıklanmak için indirilmemiştir.

"Böylece Allah dilediği kimseyi saptırır” ona imâm nasip etmez "dilediği kimseyi de hidâyete erdirir” ona muvaffak kılmakla.

"O mutlak gâlibtir” dilemesi reddedilmez,

"hikmet sâhibidir” ancak hikmete göre hidâyet eder ve saptırır.

5

 Mûsa'yı, kavmini karanlıklardan aydınhğa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat, diye âyetlerimizle gönderdik. Şüphesiz bunda her çok sabreden, çok şükreden için gerçek ibretler vardır.

"Mûsa'yı, âyetlerimizle gönderdik” yani beyaz el, asa ve sair mu'cizeleriyle "kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar, diye” ey ahric demektir (en tefsiriyedir) çünkü göndermede kavl (söyleme) manası vardır ya da bien ahric (mastariye) demektir, çünkü fiil siygaları eşit olarak mastara delâlet eder; o sebeple başına nasb edâtı en'in getirilmesi doğrudur.

"Onlara Allah'ın günlerini hatırlat” geçmiş milletlerin olaylarını demektir. Arapların günleri de savaşlarıdır. Allah'ın nimet ve belalarını hatırlat da, denilmiştir.

"Şüphesiz bunda her çok sabreden, çok şükreden için gerçek ibretler vardır” belasına sabreden ve nimetlerine şükreden için. Çünkü o daha öncekilere indirilen belâyı ve onlara taşarak verilen nimetleri duyunca ibret alır ve kendisine vâcip olan sabır ve şükre uyanır.

Şöyle de denilmiştir: Maksat her mü'min demektir. Onlardan böyle ifade edilmesi, sabır ile şükrün mü'minin alâmeti olmasındandır.

6

 Hani Mûsa, kavmine şöyle demişti: Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Çünkü sizi Fir'avn hanedanından kurtarmıştı. Size azabın kötüsünü reva görüyor; oğullarınızı kesiyor ve kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda da Rabbinizden size büyük bir imtihan vardı.

"Hani Mûsa, kavmine şöyle demişti: Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Çünkü sizi Fir'avn hanedanından kurtarmıştı” yani sizi ondan kurtardığı vakitteki nimetini hatırlayın demektir.

"İz"in (üzküru ile mensûb olması gibi) "aleyküm” ile mensûb olması da câizdir, bu da zarf müstakar sayılır ve nimetin sılası olmazsa böyledir. Bu da ondan nimet değil de bahşiş murat edildiği takdirdedir. Nimetullah'tan bedel-i istimal ile bedel olması câiz değildir.

"Size azabın kötüsünü reva görüyor; oğullarınızı kesiyor ve kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı” bu cümleler âl-i fir'avn'dan yahut muhataplara giden zamirlerden çeşitli hâllerdir. Burada azaptan murat edilen de Bakara ve A'raf sûrelerindekinden başkadır. Çünkü orada kesmek ve öldürmekle tefsir edilmişti, burada ise kesmek azaba atfedilmiştir. Azâp ya cinstir yahut köle edilip zor işlerde çalıştırmaktır. (Bunda vardır) çünkü Allah'ın onlara güç vermesi ve onlara süre tanıması ile olmuştur "Rabbinizden size büyük bir imtihan vardır” ondan bir deneme vardır. İşaretin kurtarmaya râci olması câizdir. Beladan da nimet murat edilmiştir.

7

 Hatırlayın, Rabbiniz şöyle demişti: Yemin olsun, eğer şükrederseniz (nimetimi) mutlaka artırırım. Yemin olsun, eğer nankörlük ederseniz şüphesiz azabım pek çetindir.

 (Hatırlayın Rabbiniz şöyle bildirmişti) bu da Mûsa aleyhisselâm’ın konuşmasındandır.

"Teezzene” âzene manasınadır, tıpkı teva'ade'nin evade manasına olduğu gibi. Ancak şu var ki, bu daha beliğdir, çünkü tefa'ul babında tekellüf ve mübalağa vardır.

"Eğer şükrederseniz” ey İsrâîl oğulları, kurtarma vb. gibi nimetlerime îman ve iyi amelle şükrederseniz "mutlaka artırırım” nimet üstüne nimet veririm "eğer nankörlük ederseniz azabım pek çetindir” nankörlük için size şiddetli azâp edebilirim. En büyük kerem sâhibi Allah'ın bir adeti de va'di açıkça, tehdidi de kapalı bildirmesidir. Cümle mukadder kavl maddesinin sözüdür ya da "teezzene"nin ikinci mef'ulüdür, o da bir bakıma kâle manasınadır, çünkü ondan bir kısımdır.

8

 Mûsa şöyle dedi: Eğer siz ve bütün yeryüzündekiler nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah zengindir, övgüye layıktır.

"Mûsa şöyle dedi: Eğer siz ve bütün yeryüzündekiler” insanlar ve cinler "nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah zengindir” şükrünüze ihtiyacı yoktur.

"Övgüye layıktır” zatında övgüye müstahaktır; melekler onu över, mahlukların zerreleri nimetini yâd ederler. Öyleyse nankörlük etmekle sadece kendi nefislerinize zarar verirsiniz; onları daha çok nimetten mahrum bırakır ve şiddetli azaba duçar edersiniz.

9

 Sizden öncekilerin; Nûh, Âd, Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin - ki, onları ancak Allah bilir - haberi size gelmedi mi? Peygamberleri onlara açık kanıtlar getirdiler; onlar da ellerini ağızlarına götürüp:

"Şüphesiz biz sizinle gönderilen o şeyi inkâr ettik ve şüphesiz biz, bizi davet ettiğiniz o şeyden kuşku verici bir şüphe içindeyiz” dediler.

"Sizden öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin haberi size gelmedi mi?” Bu da Mûsa aleyhisselâm’ın konuşmasındandır ya da Allah'tan yeni söz başıdır.

"Ve onlardan sonrakilerin - ki, onları ancak Allah bilir -” bu itiraziye cümlesidir ya da Ellezîne min ba'dihim mâkabline ma’tûftur, layalemehüm de ara cümledir.

Mana da şöyledir: O kadar çokturlar ki, sayılarını ancak Allah bilir. Bunun içindir ki, İbn Mes'ud radıyallahü anh: Soy bilimciler yalan söyledi, buyurmuştur.

"Peygamberleri onlara açık kanıtlar getirdiler; onlar da ellerini ağızlarına götürdüler” peygamberlerin getirdikleri şeylere kızarak ağızlarını kapattılar, şu âyet gibi:

"Öfkelerinden parmaklarını ısırdılar” (Al-i İmran: 119) ya da şaştıklarından ellerini ağızlarının üzerine koydular yahut alay etmek için, Meselâ gülmesini yenemeyen kimse gibi.

Ya da Peygamberleri susturmak ve ağızlarını kapattırmak için - onlara selâm olsun - ya da böyle yapmakla dülerine ve konuştukları "sizi şüphesiz inkâr ettik” sözlerine işâret ettiler. Bundan, size bundan başka cevap yoktur, demek istediler ya da ellerini peygamberlerin ağızlarına götürdüler, onları konuşmaktan men etmek istediler. Buna göre olayın temsil olma ihtimali vardır.

Şöyle de denilmiştir: Eydi, eyadi manasınadır ki, nimetler demektir yani peygamberlerin nimetlerini geri çevirdiler. Onlar da ettikleri vaazlar ve onların ağızlarına konulan hüküm ve şerîatlarla ilgili vahiylerdir. Çünkü onları yalanladılar, kabul etmediler; sanki geldiği yere geri gönderdiler.

"Şüphesiz biz sizinle gönderilen o şeyi inkâr ettik, dediler” sizinle gönderilen derlerken de alay ediyorlardı. (Şüphesiz biz, bizi davet ettiğiniz o şeyden şüphe içindeyiz) îmandan . İdgam ile "ted'unna” da okunmuştur. (Kuşku verici) şüpheye düşürücü yani şüphe taşıyan demektir ki, o da nefsin telaş edip hiçbir şeye ısınmamasıdır.

10

 Peygamberleri de onlara: Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah'ta şüphe mi var? O sizi günahlarınızı bağışlamak ve sizi belli bir süreye kadar ertelemek için çağırıyor, dediler. Onlar da: Siz ancak bizim gibi bir insansınız. Bizi atalarımızın ibâdet ettikleri şeyden çevirmek istiyorsunuz. Öyleyse bize açık bir delil getirin, dediler.

 (Peygamberleri de onlara: Allah'ta şüphemi var, dediler?) zarfın üzerine inkâr hemzesinin getirilmesi, sözün şüphe edilen hakkında olup şüphe hakkında olmamasındandır yani sizi ancak Allah'a davet ediyoruz; onun ise şüpheye ihtimali yoktur, çünkü deliller çoktur, onu açıkça göstermektedir. Böyle demekle (göklerin ve yerin yaratıcısıdır) sözlerine işâret etmişlerdir. Bu da sıfattır yahut bedeldir, şekkün de zarf ile merfû’dur.

"Allah sizi çağırıyor” bizi göndermekle sizi îmana davet ediyor "sizi bağışlaması için” ya da sizi bağışlamaya davet ediyor; daavtuhu liyansureni (banayardım etmesi çağırdım) sözün gibi, o zaman mef’ûlün leh mefuluh bih yerine geçmiş olur. (Günahlarınızdan) bazı günahlarınızı demektir. O da sizinle Allah arasındakilerdir. Çünkü İslâm kendinden öncekini keser atar, ancak kul hakkı hariç.

Şöyle de denilmiştir: Kur'ân'ın her yerinde kâfirlere hitap ederken "min” edâtı getirilmiş, mü'minlere hitap ederken getirilmemiştir. Belki de bundaki mana şöyledir: Mağfiret nerede kâfirlere hitapla gelmişse arkasından îman gelmiştir, nerede mü'minlere hitapla gelmişse taatla birlikte isyanlardan ve benzeri şeylerden kaçınmakla beraber gelmiştir. Bu da kul hakkını kendiliğinden dışarıda bırakır.

"Sizi belli bir süreye kadar ertelemek için” Allahü teâlâ’nın belirttiği ve ömürlerinize son kıldığı bir vakte kadar.

"Onlar da: Siz ancak bizim gibi bir insansınız, dediler” bize üstünlüğünüz yoktur; öyleyse peygamberlik niçin bize değil de size tahsis ediliyor? Eğer Allah insanlara elçiler göndermek istese idi daha üstün bir cinsten gönderirdi.

"Bizi atalarımızın ibâdet ettikleri şeyden çevirmek istiyorsunuz” bu davetle.

"Öyleyse bize açık bir delil getirin". Üstünlüğünüzü ve bu meziyeti hak ettiğinizi yahut peygamberlik iddianızın doğruluğunu gösterecek bir delil. Öyle anlaşılıyor ki, onların getirdikleri belge ve kanıtlara itibar etmemişler; inat ve dik kafalılıklarından başka mu'cizeler istemişlerdir.

11

 Peygamberleri de onlara: Biz ancak sizin gibi bir insanız; ancak Allah kullarından dilediğine ihsan eder. Allah'ın izni olmadan size bir delil getirmemiz söz konusu değildir. Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler, dediler.

"Peygamberleri de onlara: Biz ancak sizin gibi bir insanız; ancak Allah kullarından dilediğine ihsan eder, dediler". Cinste ortaklıklarını teslim ediyor, peygamberliğin kendilerine tahsis edilmesini Allah'ın lütfuna ve ihsanına bağlıyorlar. Bunda peygamberliğin bir vergi olduğuna ve bazı mümkün şeylerin özel bir durum almasının Allahü teâlâ’nın dilemesi ile olduğuna delil vardır.

"Allah'ın izni olmadan size bir delil getirmemiz söz konusu değildir” yani bizler mu'cizeler getiremeyiz, buna gücümüz de yetmez ki, sizin teklif ettiklerinizi getirelim. Bu ancak Allahü teâlâ’nın dilemesine bağlıdır; her peygambere bir çeşit mu'cize tahsis eder.

"Mü'minler ancak Allah'a tevekkül etsinler” inatlarınıza ve düşmanlıklarınıza sabır için ona tevekkül edeceğiz. Genel konuşmaları tevekkülü gerektiren şeyi bildirmek içindir, bundan da öncelikle kendi nefislerini kastetmişlerdir. Baksanıza:

12

Biz neden Allah'a tevekkül etmeyelim ki, o bize yollarımızı göstermiştir? Bize ettiğiniz eziyetlere mutlaka sabredeceğiz. Tevekkül edenler, yalnız Allah'a tevekkül etsinler.

Baksanıza:

"Biz neden Allah'a tevekkül etmeyelim ki,” demişlerdir. Yani ona tevekkül etmemek için ne gibi mazeretimiz vardır?

"O bize yollarımızı göstermiştir” o yollarla kendisini bilir ve bütün işlerin onun elinde olduğunu anlarız. Ebû Amr burada ve Ankebut'ta sükûn ile hafifçe (süblena) okumuştur. (Bize ettiğiniz eziyetlere mutlaka sabredeceğiz) mahzûf kasemin cevabıdır, bununla tevekküllerini ve kâfirlerin kendilerine yaptıklarına aldırış etmediklerini pekiştirmişlerdir.

"Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül etsinler” tevekkül edenler îmanlarından sonuçlanan yeni tevekküllerinde sebat etsinler.

13

 Kâfirler peygamberlerine şöyle dediler:

"Ya sizi toprağımızdan mutlaka çıkaracağız ya da dinimize dönersiniz". Bunun üzerine Rableri de onlara:

"Zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz” (diye) vahye tti.

"Kâfirler peygamberlerine şöyle dediler: Ya sizi toprağımızdan mutlaka çıkaracağız ya da dinimize dönersiniz” iki şeyden birine yemin ettiler: Ya peygamberleri çıkaracaklar ya da dinlerine dönerler. Âde dönüşmek manasınadır, çünkü onlar (peygamberler) hiçbir zaman onların dinlerinde olmadılar. Hitabın bütün elçilere ve onlarla beraber îman edenlere olması da câizdir. O zaman tek yerine cemâate hitap edilmiş olur.

"Bunun üzerine Rableri de onlara vahyetti” yani elçilere "zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz (diye)burada kavl maddesi gizlenmiş ya da vahiy de ondan sayılmıştır, çünkü o da ondan (konuşmadan) bir türdür.

14

 Elbette sizi onlardan sonra o toprağa yerleştireceğiz. Bu, huzurumda durmaktan ve tehdidimden korkan içindir.

"Elbette sizi onlardan sonra o toprağa yerleştireceğiz” yani onların toprak ve yurtlarına, demektir, tıpkı:

"Zayıf sayılan o kavme de yerin doğularını ve batılarını miras kıldık” (Araf: 137) âyeti gibi.

"Evha” dikkate alınarak "leyühlikenne” ve "leyüskinenne” şeklinde de okunmuştur: Akseme zeydün leyahrücenne, sözü gibi. (Bu) vahyedilen şeye işarettir, o da zâlimlerin helâk edilip mü'minlerin yerleştirilmesidir (huzurumda durmaktan korkan içindir) makam kulların hesap vermek için durdukları yerdir yahut benim durup amellerini muhafaza etmemden korkan için demektir. Makam lâfzının zâit olduğu da söylenmiştir. Yani azâp tehdidimden veyahut kâfirlere va'dedilen azaptan demektir.

15

 Fetih istediler. Her inatçı zorba da perişan oldu.

"Fetih istediler” yani düşmanlarına karşı Allah'tan fetih yahut kendileriyle düşmanları arasında karar istediler, demektir ki, fetahat'ten gelir "rabbeneftah beynena ve beyne kavmina bilhakkı” (Araf: 189) âyeti gibi. Bu da "feevha"ya ma’tûftur, zamir de peygamberlere râcidir, onlara salât ve selâm olsun. Kâfirlere râci olduğu da söylenmiştir. Her iki grubu da denilmiştir, çünkü hepsi ondan haklıya yardım etmesini ve haksızı helâk etmesini istemişlerdi.

"Lenühliken nezzâlimin"e atfen emir siygası ile de okunmuştur.

"Her inatçı zorba perişan oldu” yani onlar için fetih yapıldı; mü'minler iflâh oldu; Allah'a karşı taşkınlık ve hakka karşı inat eden her kibirli de perişan oldu, muradına eremedi demektir. Çünkü fetih isteyenler kâfirlerden yahut her iki gruptan olursa perişanlık daha da etkili olur.

16

 Onun arkasında da cehennem var. İrinli bir sudan içirilir.

"Arkasında da cehennem vardır” yani önünde demektir, çünkü zorba dünyada onun kenarında durmaktadır, âhirette de oraya gönderilecektir.

Şöyle de denilmiştir: Hayatının arkasında demektir, çünkü verâ göremediğin şeydir. (İrinli bir sudan içirilir) bu da suyu anlatmaktadır ki, o da cehennemliklerin derilerinden akan cerahattir.

17

 Onu yutmaya çalışır, fakat neredeyse boğazından geçiremez. Ölüm ona her yerden gelir de o ölmez. Onun arkasından da ağır bir azâp vardır.

 (Onu yutmaya çalışır) yutmak için kendini zorlar, bu da suyun sıfatıdır ya da "yuska"daki zamirden hâl’dir "fakat neredeyse boğazından geçiremez” geçirmeye yaklaşamaz da, artık nasıl geçirir, bilâkis boğazına takılır, azâbı uzar. Âyette geçen sevğ maddesi içecek şeyin boğazdan kolayca geçip nefsin onu kabul etmesidir.

"Ölüm ona her yerden gelir” yakın sebepleri demektir ki, onu her taraftan kuşatır. Cesedinin her tarafından gelir de denilmiştir ki, saçlarının dibinden ve ayak parmaklarının ucundan demektir.

"O ölmez” ki, kurtulsun.

"Onun arkasında da vardır” yani önünde vardır "ağır bir azâp” yani her an içinde bulunduğu azaptan daha çetini ile karşılaşır. Bunun cehennemde ebedî kalmak olduğu da söylenmiştir. Nefesinin kesilmesi de denilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Âyet peygamberler kıssası ile alakalı değildir. Mekke halkı hakkında inmiştir. Onlar fetih istediler ki, o da yağmurdur. Çünkü Allah onlara Resûlünün bedduası sonucunda kıtlık vermişti. Böylece umutlarım kursaklarında koydu ve onlara yağmur vermedi ve onları yağmur yerine cehennemde cerahat suyu içirmekle tehdit etti.

18

 Rablerini inkâr edenlerin hâli şöyledir: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu bir kül gibidir. Kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremezler. İşte uzak sapıklık budur.

 (Rablerini inkâr edenlerin misali şöyledir) mübteda’dır, haberi de mahzûftur yani size okunan şeyde onların garip misali vardı, demektir ya da "a'maluhum keramadin” kavlidir. O

birinciye göre misallerini anlatmak için yeni söz başıdır.

Şöyle de denilmiştir:

"A'maluhum” mesel'den bedeldir, haber de "keremadin"dir. (Rüzgârın şiddetle savurduğu) rüzgârın yüklenip hızla götürdüğü kül gibidir. Nâfi' "riyah” şeklinde okumuştur.

"Fi yevmin asıf” fırtınalı bir günde, asf rüzgârın şiddetle esmesidir. Zamanın onunla nitelenmesi mübalağa içindir, tıpkı, naharuhu saim (gündüzü oruçlu) ve leyluhu kaim (gecesi namazlı) sözleri gibi. Sadaka, sılai rahim, darda kalana yardım, köle azat etmek vb. gibi asilce yaptıkları ya da putlar için amelleri yok olmada ve boşa gitmede fırtınalı rüzgârın savurduğu bir küle benzetilmiştir. Çünkü Allah'ı tanıma, ona yönelme gibi bir temeli yoktur.

"Kazandıklarından hiçbir şeye” hiçbir amellerine "güç yetiremezler” kıyâmet gününde. Çünkü yok olmuştur, hiçbir sonucunu göremezler, bu da temsilin özeti gibidir. (İşte bu) işâret güzel şeyler yaptıklarını zannedenlerin sapıklığınadır "uzak sapıklıktır” çünkü o haktan gayet uzaktır.

19

 Görmedin mi, Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Dilerse sizi götürür ve yeni bir halk getirir.

"Görmedin mi?” Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e hitaptır, ondan da ümmeti murat edilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Üslup değiştirerek teker teker kâfirleredir.

"Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır” hikmete göre ve yaratılması gereken tarza göre. Hamze ile Kisâî "hâlikus semavati” şeklinde okumuşlardır.

"Dilerse sizi götürür ve yeni bir halk getirir” sizi yok eder ve yerinize başka bir halk yaratır. Bunu göklerin ve yerin yaratılmasından sonra söylemesi şuna delildir ki, onların asıllarını ve yaratılmalarındaki esasları (ana maddeleri) yaratan, sonra da şekillerini değiştirerek ve karakterlerini belirterek var eden kimse, onları başka bir halk ile değiştirmeye de kâdirdir. Bunun önlenmesi de mümkün değildir.

20

Bu da Allah'a zor değildir.

Nitekim:

"Bu da Allah'a zor değildir” buyurmuştur. İmkânsız yahut imkânsız değildir. Çünkü o, zâtı itibarı ile kâdirdir; şuna gücü yeter, buna gücü yetmez denemez. Böyle olan biri de sevap kazanmak ve ceza gününde azabından emin olmak için îman ve ibâdet edilmeye layıktır, onu hak etmiştir.

21

 Hepsi Allah'ın huzuruna çıktılar. Zayıflar büyüklük taslayanlara:

"Şüphesiz biz size tâbi idik. Şimdi bizden Allah'ın azabından az bir şey def edebilir misiniz?” dediler. Onlar da:

"Eğer Allah bize hidâyet etse idi, elbette biz de size hidâyet ederdik. Artık sızlansak da sabretsek de bizim için birdir. Bizim için bir sığınak da yoktur” dediler.

"Hepsi Allah'ın karşısına çıktılar” yani kıyâmet gününde Allahü teâlâ’nın emri ve muhasebesi için ya da kendi zanlarma göre Allah için kabirlerinden çıkarlar, demektir. Çünkü onlar çirkin şeyleri gizlice yapar ve bunun Allah'a gizli kalacağını zannederlerdi. Kıyamet günü olunca kendilerine göre Allah'a açılırlar (böyle olacağını zannetmiyorlardı). Mâzi sıygası ile zikredilmesi de bunun sahiden gerçekleşeceği içindir.

"Zayıflar dediler” bunlar da tâbi olanlardır, duafa zayıfın çoğuludur, bundan da görüşü zayıflar murat edilmiştir. Duafa'nın vâv ile yazılması, hemzeden önceki elifi vâv'a kaydırarak kaim okuyanlara göredir "büyüklük taslayanlara” arkalarına düşüp de kendilerini azdırmak isteyen başlarına "şüphesiz biz size tâbi idik” elçileri yalanlamada ve nasihatlerinden yüz çevirmede. Tebe' tâbi'in çoğuludur, ğaib ve ğayab gibi ya da mastardır, mübalağa için yahut muzâf gizlenerek sıfat olmuştur (zevi tebein). "Şimdi bizden def edebilir misiniz?” savabilir misiniz (Allah'ın azabından az bir şey?) Birinci "min” beyaniyedir, hâl yerine düşmüştür, ikincisi de bazı manasınadır, mef'ûl yerine düşmüştür yani ba'zaş şey'i hüve azabullahi demektir. İkisinin de ba'z manasına olması câizdir ki, ba'za şey'in hüve ba'zu azabillahi demektir. İ'Rabb da yukarıdaki gibidir. Birincinin mef'ûl, ikincinin de mastar olması da câizdir yani fehel entüm muğnune bazal azâbı bazal iğnai demektir.

"Onlar da dediler” yani büyüklük taslayanlar tabilerin sitemlerine cevap ve yaptıklarına mazeret olarak "eğer Allah bizi hidâyet etse idi” îmana ve ona muvaffak kusa idi "biz de sizi hidâyet ederdik” fakat biz saptık ve azdık, sizi de saptırdık. Yani kendimiz için istediğimiz şeyi sizin için de istedik ya da Allah bize azaptan kurtuluş yolunu gösterse idi, mutlaka sizi hidâyet ederdik ve sizi maruz kaldığımız şeyden kurtarırdık. Ancak kurtuluş yolumuza engeller çıktı.

"Artık sızlansak da sabretsek de bizim için birdir” sabır da sabırsızlık da bizim için birdir.

"Bizim için bir kurtuluş yoktur” azaptan kaçacak yer yoktur. Mahis hays'tan gelir ki, kaçarak sapmaktır. Mahis'in mebit gibi ismi mekân olma ve meğib gibi mastar olma ihtimali vardır.

"Bizim için birdir” sözünün her iki gruba ait olması da câizdir. Şu rivâyet de onu destekler: Geliniz feryat edelim, derler, beş yüz yıl feryat ederler, onlara faydası olmaz. O zaman: Gelin sabredelim, derler. O kadar da sabrederler, sonra da bizim için ikisi de birdir, derler.

22

 Şeytan iş bitirildiği zaman şöyle dedi.

"Şüphesiz Allah, size hak va'detti, ben de size va'dettim; size karşı va'dimden caydım. Benim sizin üzerinizde bir yetkim yoktu; ancak sizi davet ettim; siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın; kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce beni ortak koşmanızı inkâr ettim. Şüphesiz zâlimler için acıklı bir azâp vardır.

"Şeytan iş bitirildiği zaman şöyle dedi” hükme bağlanıp da cennet halkı cennete ve cehennem halkı da cehenneme girince insan ve cinlerin bedbahtları arasında konuşmak üzere kalktı ve şöyle dedi:

"Şüphesiz Allah, size hak va'detti” yerine getirmesi hak ya da yerine getirdiği bir vaat etti, o da yeniden dirilme ve ceza görme va'didir,

"ben de va'dettim". Bâtıl va'dettim, o da yeniden dirilmenin de hesabın da olmayacağı; olsa bile putların size şefaat edeceği va'didir.

"Size karşı va'dimden caydım” va'dinden caymayı açıklamayı, ondan cayma gibi saymıştır,

"benim sizin üzerinizde bir yetkim yoktu” tasallutum yoktu ki, sizi küfre ve isyanlara zorlaya idim "ancak sizi davet ettim” ancak günahları süsleme ile sizi bu ikisine davet ettim. Bu ise yetki cinsinden değildir, fakat şu kabildendir:

Aralarında selamlaşma incitici vuruşmadır.

(Bu da hiç selamlaşma yok demektir). İstisnanın muntakı olması da câizdir.

"Siz de bana icabet ettiniz” hemen kabul ettiniz.

"Öyleyse beni kınamayın” vesvese vermemle, çünkü düşman olduğunu açıklayan bu gibi şeyle kınanmaz.

"Kendinizi kınayın” davet ettiğim zaman bana itâat edip de sizi davet ettiği zaman Rabbinize itâat etmemekle. Mu'tezile bu gibi âyetleri kulun hiçbir kayda tâbi olmadan işlerini yaptığına delil getirirler ki, böyle bir şey yoktur. Çünkü sorumlu olması için kulun fiilinde müdahalesi olması yeterlidir ki, o da fakih arkadaşlarımızın dediği gibi onu yapmasıdır. (Ben sizi kurtaramam) ben sizi azaptan kurtaramam (siz de beni kurtaramazsınız). Hamze iki sâkin birleştiği zaman asıl olan ye'nin kesri ile okumuştur ki, bu asıl bu gibi yerlerde geçerli değildir. Çünkü bunda iki ye ile üç kesrenin toplanması vardır, üstelik izafet ye'sinin harekesi de fethadır. Ondan önce elif olduğu zaman meksûr olmazsa kendinden önce ye olursa hiç meksûr olmaz.

Ya da Hamze izafet ye'sinin üzerine bir ye ilave edenin lügatine göre öyle okumuştur ki, onu darabtuhu ve a'taytükâhu misallerindeki he ve kâf gibi kabul etmiş ve kesre ile yetinerek son zâit ye'yi atmıştır.

"Şüphesiz ben, daha önce beni Allah'a ortak koşmanızı inkâr etmiştim (kabul etmemiştim)” "bima"daki ya mastariyedir,

"men” de "eşrektumuni"ye mütealliktir yani inni kefertülyevme bişirkiküm iyyaye min kabli hazel yevmi yani ortak koşmanızı dünyada kabul etmemiş ve reddetmiştim, demektir. Meselâ:

"Kıyamet gününde şirkinizi inkâr ederler” (Fatır: 14) gibi.

Ya da "mâ” mevsûledir, men manasınadır, Meselâ "sübhane men sahharekünne” sözlerinde olduğu gibi.

"Men” de "kefertü"ye mütealliktir yani beni ortak ettiğiniz kimseye demektir ki, o da Allahü teâlâ'dır, Putlara tapmak vb. gibi sizi davet ettiğim şeyde beni ortak ettiniz, halbuki ben sizin şirk koşmanızdan önce Adem'e secde ile emrolunduğum zaman da onun emrini reddetmiştim (kimse de bana vesvese vermemişti, size vesvesemim de şirkinizde etkisi yoktur; inkâr delili reddetmek ve şehvetlere uymak gibi şeylerle olmuştur). Şirk ikinci mefula geçişli kılmak için şerektü zeyden'den (eşrektü zeyden amren'e) nakledilmiştir.

"Şüphesiz zâlimler için acıklı bir azâp vardır” bu da onun konuşmasının devamındandır yahut Allahü teâlâ'dan yeni söz başıdır. Bu gibi şeyleri hikâye etmede dinleyicilere merhamet ve onları ikaz vardır, Tâ ki, kendilerini hesaba çeksinler ve sonuçlarını düşünsünler.

23

 Îman edip iyi şeyler yapanlar ise, içlerinde ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere Rablerinin izni ile girdirildi. Orada sağlık dilekleri selâmdır.

"Îman edip iyi şeyler yapanlar ise, içlerinde ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere Rablerinin izni ile girdirildi” Allahü teâlâ’nın izni ve emri ile, girdirenler de meleklerdir. Mütekillim sıygası ile "üdhilü” okunmuştur ki, o zaman "biizni rabbihim” "tahiyyetühüm fiha selâm” kavline müteallik olur. Yani melekler onları Rablerinin izni ile selamlarlar, demek olur.

24

 Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel söz; kökü sağlam / yerde, dalı gökte hoş bir ağaç gibidir.

"Görmedin mi, Allah nasıl bir misal getirdi?” nasıl akıllara dayanak kıldı ve ortaya koydu.

"Güzel söz, hoş bir ağaç gibidir” yani güzel sözü hoş bir ağaç gibi kıldı, bu da "Allah misal verdi” sözünün tefsiridir.

"Kelimeten"in "meselen"den bedel olması da,

"keşeceretin"in de onun sıfatı olması da câizdir.

Yahut mahzûf mübtedanın haberidir ki,

"niye keşeceretin” demektir. Darabe'nin iki mef’ûlündan ilki olmak da câizdir ki, o zaman caale yerine konulmuş olur. Mübteda olarak Merfû' (kelimetün) de okunmuştur.

"Kökü yerde” damarları yere işlemiş "fer'uha” yukarısı (dalı) "göktedir". Furuuha murat edilmek de câizdir ki, dalları demektir, cins lâfız ile yetinilmiştir, çünkü izafetten istiğrak kazanmıştır.

"Sabitün asluah” da okunmuştur ki, birincisi asıldır, bunun içindir ki, o daha kuvvetlidir, denilmiştir, belki de ikincisi daha beliğdir.

25

 Meyvesini Rabbinin izni ile her zaman verir. Allah, belki öğüt alırlar diye misaller getirir.

"Meyvesini verir” yemişini verir "her zaman” Allahü teâlâ’nın belirttiği meyve verme zamanı "Rabbinin izni ile” Hâlik'ının irâde ve oluşturmasıyla.

"Allah belki öğüt alırlar dîye misaller getirir” çünkü misal getirmede zihin daha çok açılır, kişi hatırlar, çünkü o, manaları tasvir etmek ve onları hisse yaklaştırmaktır.

26

 Kötü kelimenin hâli de, toprağın üzerinden koparılan, sebatı olmayan kötü bir ağaç gibidir.

"Kötü kelimenin hâli de bir ağaç gibidir” bir ağacın misali gibidir ki,

"üctüsset” kökünden kesilmiş ve cüssesi tamamen "alınmıştır, yerin üzerinden” çünkü damarları yere yakındır,

"sebatı yoktur” istikrarı yoktur. Kelimede ve ağaçta ihtilâf edilmiştir; güzel kelime (söz) kelime-i tevhîd, İslâm'a davet ve Kur'ân ile; kötü kelime de Allahü teâlâ'ya şirk koşmak, küfre davet etmek ve hakkı inkâr etmekle tefsir edilmiştir. Belki de bu ikisinden daha geneli murat edilmiştir ki, güzel söz hakkı yahut iyiliğe daveti ifade eden şeydir, kötü söz de bunun tersidir. Hoş ağaç hurma ile de tefsir edilmiştir, bu Merfû' hadis olarak da rivâyet edilmiştir. Cennette bir ağaçla da tefsir edilmiştir. Kötü söz de acıhıyar ve sarmaşıkla tefsir edilmiştir. Belki de yine bu ikisinden daha genel şeyler murat edilmiştir.

27

 Allah; îman edenleri dünya hayatında ve âhirette sâbit sözle sâbit kılar. Allah zâlimleri saptırır ve Allah, dilediğini yapar.

"Allah; îman edenleri sâbit sözle sâbit kılar” onlara göre delille sâbit olmuş ve kalplerine yerleşmiş söz ile "dünya hayatında” onlar dinlerinde imtihana tâbi tutuldukları zaman - Meselâ Zekeriyya ve Yahya - o ikisine selâm olsun - Cercis, Şemun ve ashâb-ı uhdud gibi - "ve âhirette” bunlar kıyâmette inançlarından sorulduğu zaman duraksamazlar ve kıyâmet gününün korkuları onları panikletmez.

Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz mü'minin ruhunun kabz olmasını anlatmış ve şöyle buyurmuştur: Sonra rûhu cesedine gönderilir; ona iki melek gelir; onu kabrinde oturturlar, ona "Rabbin kim, dinin ne ve peygamberin kim?” derler. O da: Rabbim Allah, dinim İslâm ve Peygamberim Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, der. Gökten bir ünleyici: Kulum doğru söyledi, der. İşte "Allah îman edenleri sâbit sözle sâbit kılar” dediği budur.

"Allah zâlimleri saptırır” nefislerine zulmedenleri, taklitle yetinip de hakka varamayanları ve fitne duraklarında sâbit olamayanları.

"Allah dilediğini yapar” bazılarına sebat vermek, diğerlerini de saptırmak gibi, ona itiraz da edilmez.

28

 Şunları görmedin mi, Allah'ın nimetini değiştirdiler ve kavimlerini helâk yurduna kondurdular.

"Şunları görmedin mi, Allah'ın nimetini küfürle değiştirdiler?” yani nimetine şükretmeyi nankörlükle değiştirdiler, onu onun yerine koydular ya da bizzat nimeti küfürle değiştirdiler. Çünkü onları inkâr edince ellerinden çekilip alındı; onlar da onu terk etmiş oldular, onun yerine küfrü kazandılar. Meselâ Mekke halkı gibi ki, Allahü teâlâ onları yarattı, onları haremine yerleştirdi ve onları Beyt'inin mütevellisi yaptı. Onlara rızık kapılarını genişletti ve onları Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ile şereflendirdi. Onlarsa bunu inkâr ettiler, o yüzden yedi yıl kıtlık çektiler, esir edildiler ve Bedir savaşında öldürüldüler, hor oldular. Nimetleri ellerinden alındı, küfürle nitelendiler. Hazret-i Ömer ile Ali radıyallahü anhuma'dan şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Onlar Muğire oğulları ile Ümeyye oğulları fâsıklarıdır. Muğire oğullarının hakkından Bedir'de geldiniz. Ümeyye oğulları ise bir süreye kadar serbest bırakıldılar.

"Kavimlerini kondurdular” küfürde kendi taraflarını tutan kavimlerini "helâk yurduna"onları küfre götürmekle.

29

 Yani girecekleri cehenneme (kondurdular). Orası ne kötü karargâhtır.

"Cehenneme” bu da helâk yurdunu açıklamaktadır.

"Yaslevneha” cehennemden yahut kavimden hâl’dir yani ona girerek ve sıcağını çekerek demektir ya da cehennemi nasb eden mukadder fiili tefsir etmektedir.

"Orası ne kötü karargâhtır” yani cehennem ne kötü karar yeridir, demektir.

30

(İnsanları) onun yolundan saptırmak için Allah'a eşler tuttular. De ki: Biraz zevklenin. Şüphesiz dönüşünüz ateşedir.

"İnsanları onun yolundan saptırmak için Allah'a eşler tuttular” onun tevhid yolundan. İbn Kesîr, Ebû Amr,rş de Ya'kûb rivâyetinde ye'nin fethi ile "liyedıllu” okumuşlardır. Eşler tutmaktaki maksatları ne sapmak ne de saptırmak değildir, fakat sonucu öyle olduğu için maksat gibi oldu.

"De ki: Biraz zevklenin” şehvetlerinizle yahut putlara tapmakla, çünkü o da zevklenilen şehvetler türündendir. Emir sigasıyla tehditte şu bildirilmektedir ki, tehdit edilen kimse aranan gibi olmuştur, çünkü tehdit edilen şeye götürmüştür ve iki durum da kaçınılmazdır. Bunun içindir ki,

"şüphesiz dönüşünüz ateşedir” demekle gerekçesini göstermiş gibidir. Muhatap da ona daldığı için emri mutlaka yerine getirilen amirin emri gibi olmuştur.

31

Îman eden kullarıma de: Namazı kılsınlar ve içinde ne alışveriş ne de dostluk olmayan gün gelmeden önce kendilerine verdiğimiz azıklardan gizli ve açık harcasınlar (infak etsinler).

 (Îman eden kullarıma de) özellikle onları vermesi şanlarını yüceltmek içindir ve kulluk hakkını tam yerine getirenler onlar olduklarını bildirmek içindir. (De) emrinin karşılığı mahzûftur, cevap onun ipucunu vermektedir yani kul liibadiyellezine amenu ekimus salate ve enfiku, demektir.

"Namazı kılsınlar ve kendilerine rızık ettiklerimizden Allah yolunda infak etsinler” bu da onların Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e kayıtsız şartsız itâat ettiklerini gösterir; öyle ki, onun emrinden çıkmazlar ve o mûcip sebep (gerekçe) gibidir. Emir lâm'ı ile takdir edilmesi de (liyunfiku) câizdir Tâ ki, kavl o ikisine taalluk etsin. Neden bu burada güzel olmuştur da şairin şu şiirinde güzel olmamıştır:

Muhammed, canına bütün canlar kurban olsun,

Tehlikeli bir şeyden korktuğun zaman

(Muhammedün tüfde, litüfde demektir). Çünkü Âyette kul emri ona delâlet etmektedir.

Şöyle de denilmiştir: O ikisi bunların yerine geçen "ekimu” ile "enfiku"nûn cevaplarıdır. Fakat bu görüş zayıftır, çünkü şartla cevabın birbirinden farklı olması lâzımdır. Bir de fâil tek olduğu zaman hitap emrine gâip siygasıyla cevap verilmez. (Gizli ve açık) bunlar mastar olarak mensûbturlar yani infaka sirrin ve alaniyetin demektir ya da hâl olarak mensûbturlar yani zevi sirrin ve alaniyetin demektir ya da zarf olarak yani vaktey sirrin ve alaniyetin demektir. En iyisi vâcip infakı açık, nafileyi de gizli vermektir.

"İçinde alışveriş olmayan gün gelmeden önce” alışveriş olsa kusur eden taksiratını telâfi edecek şeyler satın alır ya da onu kendine fidye yapar. (Nede dostluğun olmadığı) dostluk da yoktur ki, dostun sana şefaat etsin.

Ya da içinde ne alışveriş ne de dostlukla yaralanma olmayan gün gelmeden önce demektir. Onda ancak Allah rızâsı için infakta bulunan yararlanır, İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ya'kûb ikisinde de nefyi genelleştirmek için feth ile (labey'e vela hilâle) okumuşlardır.

32

Allah odur ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirdi. Onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Emri ile denizde akması için gemileri size ram etti ve nehirleri de size ram etti.

 (Allah odur ki, gökleri ve yeri yarattı) mübteda ve haberdir,

"gökten su indirdi. Onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı” onunla yaşarsınız. Bu da yiyecekleri ve içecekleri içine alır, rızıkan "ahrece"nin mef'ûlüdür,

"minessemarati” de ondan hâl’dir, aksi de muhtemeldir. Rızıkan'dan mastar murat edilmek de câizdir ki, mef’ûlün leh ya da mastar olarak mensûbtur. Çünkü "ahrece” de rezeka manasınadır.

"Emri ile denizde akması için gemileri size ram etti” istediğiniz yöne gitmesi için emri ile "nehirleri de size ram etti” onları yararlanmanıza ve tasarruflarınıza (kullanımınıza) hazır hâle getirdi. Şöyle denilmiştir: Bu şeylerin ram edilmesi, onların nasıl yapılacağını öğretmesi demektir.

33

Güneşi ve ayı sürekli olarak size ram etti. Geceyi ve gündüzü size ram etti.

"Güneşi ve ayı sürekli olarak size ram etti” yürüyüşlerini, aydınlatmalarını ve varlıklar içinde olgunlaştıracakları şeyleri olgunlaştırmaları için hareketlerini aksatmazlar.

"Gece ile gündüzü de size ram etti” rahatınız ve geçiminiz için birbirini takip ederler.

34

Size her istediğinizden verdi. Eğer Allah'ın nimetlerini sayarsanız bitiremezsiniz. Şüphesiz insan çok zâlimdir, çok nankördür.

 (Size her istediğinizden verdi) yani istediklerinizin bazısını demektir, daha açıkçası her istediğinizden biraz demektir. Çünkü her sınıftan mevcut olan Allah'ın kudretinden bir parçadır. Belki de istediğiniz tabirinden gerçek murat edilmiştir Meselâ insanların ihtiyaç duydukları şeyler ki, ister istensin ister istenmesin.

"Mâ"nın mevsûle, mevsûfe ve mastariye olma ihtimali vardır. Mastar da mef'ûl manasına olur. Tenvîn ile "min küllin” de okunmuştur ki, muhtaç olduğunuz ve lisan-i hâl ile istediğiniz her şeyden size verdi demektir.

"Mâ"nın hâl yerinde nafiye olması da câizdir ki, size istemediğiniz her şeyden verdi demektir.

"Eğer Allah'ın nimetlerini sayarsanız bitiremezsiniz” türlerini bile sayamazsınız, kaldı ki, teker teker. Çünkü onların sayısı yoktur. Bunda müfredin de izafetle istiğrak manası kazanacağına delil vardır.

"Şüphesiz insan çok zâlimdir” şükründen gâfil olmakla nimete zulmeder ya da mahrumiyete maruz bırakmakla nefsine zulm eder.

"Çok nankördür” nimetin kadrini bilmez.

Şöyle de denilmiştir: Zor anlarda çok zâlimdir; şikâyet ve telaş eder; nimete nankördür; toplar ve kimseye vermez.

35

Hatırla o zamanı ki, İbrâhîm:

"Rabbim, bu şehri emniyetli kıl ve beni de oğullarımı da putlara ibâdet etmekten uzaklaştır” demişti.

"Hatırla o zamanı ki, İbrâhîm: Rabbim bu şehri kıl, demişti” Mekke şehrini "emniyetli” içindekiler için. Bununla "ical Hâza beleden aminen” (Bakara: 126) kavli arasında şu fark vardır: Birincide istenen ondan korkunun giderilip güvenli kılınmasıdır; ikincide ise onun güvenli şehirlerden kılınmasıdır. (Beni de oğullarımı da uzaklaştır) beni de onları da yaklaştırma "putlara tapmaktan” bizi onlardan uzak et.

"Ve ecnibni” de okunmuştur ki, ikisi de Necid lehçesidir. Hicazlılar ise "cennibni şerrehu” derler. Bunda peygamberlerin Allah'ın tevfik ve hıfzı ile masum olduklarına delil vardır. Bu, zahirine bakılırsa torunlarını da zürriyetinin evlatlarını da içine alır. İbn Uyeyne ise İsmâîl oğullarının puta tapmadıklarını iddia etmiş ve şunu delil getirmiştir: Onların Devvar adında bir taşı vardı, etrafında dönerler ve: Beytullah da taştan yapılmıştır, ne zaman bir taş diker ve etrafında dönersek o da öyle olur, derlerdi.

36

Rabbim, onlar insanlardan çoğunu saptırdılar. Artık kim bana tâbi olursa, şüphesiz o, bendendir. Kim de bana âsi olursa, şüphesiz sen çok bağışlayıcı, çok merhametlisin.

"Rabbim, onlar insanlardan çoğunu saptırdılar” bunun içindir ki, senden korumanı istiyorum ve saptırmalarından sana sığındım. Saptırmanın onlara isnat edilmesi sebep olmaları dolayısıyladır; "dünya hayatı onları aldattı” (En'âm: 70) kavli gibi.

"Artık kim bana tâbi olursa” dinimde "şüphesiz o, bendendir” benim bir parçamdır, din işinde benden ayrılmaz.

"Kim de bana isyan ederse, şüphesiz sen çok bağışlayıcı, çok merhametlisin” onu bağışlamaya gücün yeter, doğrudan veya tevbeye muvaffak kıldıktan sonra. Bunda Allah'ın şirk dahil bütün günahları bağışlayacağına delil vardır, ancak tehdit âyeti (Allah şirki affetmez) aralarında fark olduğunu göstermiştir.

37

Ey Rabbimiz, şüphesiz ben, zürriyetimden bazısını kutsal evinin yanında ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık sen de insanların gönüllerini onlara meylettir ve onlara meyvelerden rızık ver; belki onlar şükrederler.

"Ey Rabbimiz, ben, zürriyetimden bazısını yerleştirdim” "baza zürriyeti” yahut "zürriyyeten min zürriyeti” demektir ki, mef'ûl hazf edilmiştir, o da İsmâîl ile ondan olanlardır. Çünkü onun yerleştirilmesi onların da yerleştirilmesidir.

"Ekinsiz bir vadiye” yani Mekke vadisine ki, orası taşlıktır, bitek (verimli) değildir.

"Kutsal evinin yanında” ona saldırmayı ve ona karşı laubali davranmayi harâm ettin. Hala da büyüktür, zorbalar ondan çekinirler ya da Tufan'ı ona yaklaştırmadın, tufan onu kaplamadı. Bunun içindir ki, ona atîk, azat edilmiş, denilmiştir. İbrâhîm aleyhisselâm bu duayı ilk gelişinde yaptı, belki de öyle olduğu yahut ileride öyle olacağı için böyle buyurmuştur.

Rivâyete göre Hacer, Sara radıyallahü anha'ya aitti, onu İbrâhîm aleyhisselâm'a bağışladı. Ondan da İsmâîl aleyhisselâm oldu; Sara onları kıskandı; İbrâhîm'e yalvardı, onları yanından çıkarmasını istedi. O da o ikisini Mekke toprağına götürdü. Allah da Zemzem kuyusunu çıkardı. Sonra Cürhüm'lüler orada kuşlar gördüler, kuşlar ancak suyun üzerinde bulunur, dediler ve oraya doğru geldiler. O ikisini gördüler, yanlarında da bir pınar vardı: Bizi suyuna ortak et; biz de sana süt veririz, dediler; o da kabul etti. (Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye). Lâm key manasınadır, o da "eskentü"ye mütealliktir yani onları bu kıraç, ihtiyaç görecek hiçbir şeyi olmayan vadiye sırf Beyt'inin yanında namaz kılsınlar diye yerleştirdim. Nidanın tekrar edilip araya sokuşturulması, oraya yerleştirilmelerinden tek maksadın bu olmasındandır. Duadan kast edilen de ona muvaffak kılınmalarıdır. Allah'tan onları buna (namaza) muvaffak kılmasını istedi. (İnsanların gönüllerini onlara meylettir) efideten min efidetin nasi demektir.

"Min” edâtı bazı manasınadır, bunun içindir ki: Eğer efidetennasi (insanların gönüllerini) dese idi, İran'lılar ve Rumlar da hücum eder, Yahûdîler ve Hıristiyanlar da hac ederlerdi.

Ya da (min) ibtida manasınadır, elkalbu minni sakim (gönlüm yaralı) sözü gibi. Yani efidete nasin demektir. Hişâm, farklı rivâyetler gelmekle beraber hemze'den sonra ye ile "efideten” okumuştur.

"Âfideten” de okunmuştur, bunun efidetin'in ters dönmüş şekli olma ihtimali vardır, Meselâ ed'ür (evler) yerine âdür denilmesi gibi. Efedetir rahiletü'den ism-i fâil de olabilir ki, binek acele edip seğirmektir. Yani onlara hızla yaklaşan bir cemâatin gönüllerini onlara meylettir (sevdir) demektir. Ve efideten de okunmuştur ki, hafif olması için hemze atılmıştır. Doğrusu hemzeyi belli belirsiz okumaktır. Onun efide (acele etmek) fiilinden olması da câizdir. (Meylettir) şevk ve sevgilerinden onlara doğru koştur. Meçhul kalıbı ile "tühva” da okunmuştur ki, heva ileyhi ve ehvahu ğayruhu fiilinden gelir. Heviye yehva'dan tehva da okunmuştur ki, sevmek demektir.

"İlâ” ile geçişli kılınması nez' (çekmek) manasını içermesindendir.

"Onlara meyvelerden rızık ver” ağacı olmayan bir vadiye yerleşmelerine rağmen "belki şükrederler” o nimete; Allahü teâlâ duasını kabul etti; orasını güvenli bir harem bölge yaptı, oraya her türlü meyve getirilir. Öyle ki, aynı anda bahar, yaz, kış ve güz meyveleri bulunur.

38

Rabbimiz, şüphesiz sen bizim gizlediğimizi ve açıkladığımızı bilirsin. Ne yerde ne gökte Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz.

"Rabbimiz, şüphesiz sen bizim gizlediğimizi ve açıkladığımızı bilirsin” sırrımızı ve açığımızı bilirsin,

Mana da şöyledir: Sen hâllerimizi ve bize yarayanları bilirsin. Bize kendi nefislerimizden daha merhametlisin. Senden istemeye ihtiyacımız yoktur, ancak sana kulluğumuzu göstermek, rahmetine ihtiyacımızı arz etmek ve yanındaki ikrama daha çabuk nâil olmak için dua ediyoruz.

Şöyle de denilmiştir: Gizlediğimiz ayrılık şevkini, açıkladığımız yakarış ve tevekkülü bilirsin. Nidanın tekrar edilmesi, yakarıştaki ve Allah,ü teâlâ'ya sığınmadaki mübalağa içindir.

"Ne yerde ne gökte Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz” Çünkü zâtı ile bilen için her şey eşittir. Min edâtı da istiğrak içindir.

39

Bana ihtiyarlığıma rağmen İsmâîl'i ve İshak'ı bağışlayan Allah'a hamd olsun. Şüphesiz Rabbim elbette duayı işitendir.

"Bana ihtiyarlığıma rağmen bağışlayan Allah'a hamd olsun” yani ben yaşlanmışken ve çocuktan ümit kesmişken bana veren Allah'a demektir. Bağışı yaşlılıkla kayıtlaması nimeti büyütmek ve ondaki mu'cizeyi ön plana çıkarmak içindir.

"İsmâîl ile İshak'ı”

rivâyete göre İsmâîl kendisi doksan dokuz, İshak da yüz on iki yaşında iken olmuştur.

"Şüphesiz Rabbim elbette duayı işitendir” yani kabul edendir, çünkü: Kral sözümü dinledi denir ki, önem verdi demektir. Semî' fiil gibi amel eden mübalağa kalıbındandır, mef’ûlüna yahut fâ'iline muzâftır, ikinci ihtimalde işitmek mecaz olarak Allahü teâlâ'nın duasına isnat edilmiştir. Bunda şu bildirilmiş oluyor ki, Rabbine dua etmiş, ondan çocuk istemiş, o da kabul edip çocuk bağışlamıştır. Bu da yaşlılığında olmuştur ki, nimetin çok büyük ve açık olduğunu göstersin.

40

Rabbim, beni namazı dosdoğru kılan eyle, zürriyetimden de. Ve duamı kabul et.

"Rabbim, beni namazı dosdoğru kılan eyle” tadil-i erkân ile ve devam ederek kılan eyle,

"zürriyetimden de” bu da "icalni"deki mensûb zamire ma’tûftur. Min zürriyeti diyerek bir kısmını kast etmesi Allah'ın bildirmesi ile yahut geçmiş milletlerdeki adetine bakarak zürriyetinde kâfirlerin olacağını bilme sin dendir.

"Ve duamı kabul et” duama icabet et yahut ibâdetimi kabul et demektir.

41

Rabbimiz, beni, anamı babamı ve mü'minleri hesabın kurulduğu gün bağışla.

"Rabbimiz, beni, ana babamı bağışla” valideyye "ebeveyye” şeklinde de okunmuştur. Onlara istiğfarda özür dilediği de yukarıda geçmiştir. O ikisinden Adem ile Havva'yı murat ettiği de söylenmiştir.

"Ve mü'minleri, hesabın kurulduğu gün bağışla” kurulmak adamın başında dikilmekten istiare edilmiştir, Meselâ: Kametil harbü alâ sâkin denir ki, savaş ayağının üzerine dikildi (çıktı) demektir ya da vakumu ileyhi ehluhu (mahşer halkı ayağa kalktığı gün) demektir ki, muzâf hazf edilmiş ve ayağa kalkmak da ona mecazen isnat edilmiş olur.

42

Sâkin Allah'ı zâlimlerin yaptıkları şeylerden gâfil zannetme. Onları ancak gözlerin belereceği güne ertelemektedir.

"Sâkin Allah'ı zâlimlerin yaptıklarından gâfil zannetme” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e hitaptır, maksat olduğu hâl üzere sebat etmesidir, o da şudur ki, Allah onların hâllerinden ve fiillerinden haberdardır. Ona hiçbir şey gizli değildir. Bir de bunun azından ve çoğundan onları cezalandırmakla tehdittir ya da sıfatlarını bilmediği ve mühlet vermesine aldandığı için gâfil zanneden herkese tehdittir. Bunun mazlum için teselli, zâlim için de gözdağı olduğu da söylenmiştir.

"Onları ancak erteliyor” azaplarını erteliyor, Ebû Amr'dan nûn ile (nuehhirühüm) okuduğu rivâyet edilmiştir.

"Gözlerin belereceği güne” yani gözleri fırlar, gördüğü şeyin korkunçluğundan yerinde durmaz.

43

Başlarını kaldırarak koşacaklar, gözleri kendilerine dönmez. Gönülleri de boştur.

"Muhtıîne” davetçiye koşarak yahut gözleriyle ona bakarak ki, korku ve heybetten gözlerini kırpamazlar, açık kalır. Muhtıîn kelimesinin asıl manası bir şeye doğru gitmektir.

"Başlarını kaldırarak, gözleri kendilerine dönmez” bilâkis açık kalır, kırpmazlar ya da dönüp kendilerine bakmazlar demektir.

"Gönülleri boştur” fehimden boştur, çünkü aşırı hayret ve dehşete kapılmıştır. Onun içindir ki, ahmak ve korkak için, kalbi boştur denilir yani içinde görüş yoktur, güç de yoktur. Şâir Züheyr şöyle demiştir:

Devekuşundan ki, göğsü (yüreği) boştur (korkaktır).

Hayırdan boştur, haktan hâlidir de denilmiştir.

44

İnsanları kendilerine azabın geleceği bir günden uyar. Zâlimler: Rabbimiz, bizi yakın bir süreye ertele de davetine icabet edelim ve peygamberlere tâbi olalım, derler. Halbuki önceden "size zeval yoktur” diye yemin etmiştiniz.

"İnsanları uyar” ey Muhammed,

"azabın geleceği bir günden” yani kıyâmet gününden yahut ölüm gününden; çünkü o, ilk azâp günleridir. Yevme "enzir"in ikinci mef'ûlüdür.

"Zâlimler der” şirk ve yalanlama ile zulüm edenler der "Rabbimiz, bizi yakın bir süreye kadar ertele de” azabımızı ertele ve bizi dünyaya gönder ve bize kısa bir süre mühlet ver yahut ecellerimizi ertele ve bizi sana îman edeceğimiz ve davetine icabet edeceğimiz kadar yaşat.

"Davetine icabet edelim ve peygamberlere tâbi olalım” bu da emrin cevabıdır, benzeri de şudur:

"Beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verseydim ve iyilerden olsaydım” (Münafikun: 10). "Hâlbuki önceden "size zeval yoktur diye yemin etmiştiniz” onlara böyle denir.

"Maleküm” kasemin cevabıdır, karşılık olsun diye hitap siygası ile gelmiştir, hikâye tarzı ile değil.

Mana da şöyledir: Dünyada baki kalacağınıza, ölümle ortadan kalkmayacağınıza yemin ettiniz. Belki de onlar şımarıklık ve gururlarından yemin etmişlerdir ya da hâlleri bunu göstermektedir, çünkü sağlam binalar yapmışlar ve uzun hülyalara dalmışlardı.

Şöyle de denilmiştir: Başka bir yurda intikal etmeyeceklerine ve öldükleri zaman bir hâlden başka bir hâle geçeceklerine yemin etmişlerdir. Meselâ:

"Var güçleri ile yemin ettiler, Allah ölenleri diriltmeyecektir, dediler” (Nahl:38).

45

Sizler kendilerine zulüm eden kimselerin yerlerine yerleştiniz. Onlara nasıl yaptığımız sizin için meydana çıktı ve size misaller getirdik.

 (Sizler kendilerine zulmeden kimselerin yerlerine yerleştiniz) küfür ve isyan ederek, Meselâ Âd ve Semûd kabileleri gibi. Sekene'nin aslı edâtı ile geçişli olmaktır, Meselâ karra, ganiye ve ekame gibi. Bazen hazırlanmak manasına kullanılır, onun yerine geçer, Meselâ: Sekentüd dara gibi.

"Onlara nasıl yaptığımız sizin için meydana çıktı” çünkü onların yurtlarında başlarına gelen şeyleri gözlerinizle müşahede ediyorsunuz ve onlardan her zaman haber alıyorsunuz.

"Ve size misaller getirdik” hâllerine dâir yani sizlerin de onlar gibi küfürde ve azâbı hak edecek durumda olduğunuzu açıkladık ya da yaptıklarının ve onlara yapılanın niteliklerini açıkladık, garip hâllerine misaller getirdik.

46

Onlar gerçekten tuzaklarını kurdular. Tuzakları Allah'ın yanındadır. Her ne kadar ondan dağlar kayacak olsa da!

"Onlar gerçekten tuzaklar kurdular” hakkı iptal etmek ve bâtılı yerleştirmek için ellerinden geleni yaptılar.

"Tuzakları Allah'ın yanındadır” yaptıkları onun yanında yazılıdır; onlara cezalarını verecektir ya da tuzaklarına karşılık olmak ve onu boşa çıkarmak için onlara kuracağı tuzak onun yanındadır. (Her ne kadar tuzakları olsa da) büyüklük ve şiddette "ondan dağlar kayacak kadar” dağları yerinden kaydırmak için düzenlenmiş ve bunun için hazırlanmış olsa da.

"İn"in nafiye, lâm'ın da onu te'kit için olduğu da söylenmiştir. Meselâ:

"Vema kâne liyuazzibehüm” (Enfâl:33) âyetinde olduğu gibi. O zaman dağlar Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in durumuna ve benzeri şeylere misal olmuş olur.

"İn"in inne'den tahfif edilmiş olduğu da söylenmiştir.

Mana da şöyledir: Onlar Allahü teâlâ’nın yüksek dağlar gibi sâbit ve sağlam âyet ve şerî hükümlerini yerinden oynatmak için tuzak kurdular. Kisâî feth ve ref ile "tezulü” okumuştur ki, o zaman in muhaffefe, lâm da fasıla olur, mana da hilelerinin büyüklüğüdür. Key lâm'mı fethedenlere göre feth ve nasb ile letezule de okunmuştur.

"Ve in kâde mekrühüm” de okunmuştur.

47

Öyleyse sâkin Allah'ın, peygamberlerine vaadinden cayacağını zannetme. Şüphesiz Allah, mutlak gâlibtir, intikâm sâhibidir.

"Öyleyse sâkin Allah'ın, peygamberlerine vaadinden cayacağını zannetme", şu âyetler de böyledir:

"Gerçekten biz elçilerimize elbette yardım ederiz” (Ğafir:51). "Allah, elbette ben ve elçilerim mutlaka gâlip olacağız, diye yazdı” (Mücadele: 21). Aslı, muhlife rüsülihi va'dehu'dur, ikinci mef'ûl öne alınmıştır, maksat Allah'ın asla va'dinden caymayacağını göstermektir. Çünkü:

"Şüphesiz Allah, va'dinde durmamazlık etmez” (Al-i İmran: 9) buyurmuştur. Herhangi bir kimseye ettiği vaattan caymazsa peygamberlerine ettiği vaattan nasıl cayar?

"Şüphesiz Allah, mutlak gâlibtir” ona tuzak kurulmaz, güçlüdür, karşı konulmaz,

"intikâm sâhibidir” dostlarının düşmanlarından intikâmını alır.

48

O gün yer başka yerle değiştirilir, gökler de. Kahredici bir tek Allah'ın huzuruna çıkarlar.

 (O gün yer başka yerle değiştirilir) bu da yevme ye'tihim'den bedeldir yahut intikâm'ın zarfıdır yahut üzkür yahut layuhlifu va'dehu takdir edilmiştir.

"Muhlinin” ile mensûb olması câiz değildir, çünkü inne'nin mâ-kabli mabadinde amel etmez. (Gökler de) bu da "elardu"ya atıftır, takdiri de, gökler de başka göklerle değiştirilir, demektir. Değiştirme bazen zatta olur, Meselâ dirhemleri dinarlarla değiştirdim (bozdurdum) gibi.

"Derilerini başka derilerle değiştiririz” (Nisa: 56) kavli de böyledir. Bazen de sıfatta olur, Meselâ: Halkayı yüzüğe tebdil ettim gibi ki, eritip şeklini değiştirmektir.

"Allah kötülüklerini iyiliklerle değiştirir” (Furkân: 70) âyeti de böyledir. Konumuz olan âyet ikisine de muhtemeldir. Hazret-i Ali radıyallahü anh'tan: Yer gümüş yerle, gök de altın gökle değiştirilir. İbn Mes'ud ile Enes radıyallahü anhuma'dan: İnsanlar üzerinde kimsenin hata işlemediği ak bir yerle değiştirilir. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan: O bu yerdir, ancak sıfatı değiştirilir. Ebû Hureyre radıyallahü anh'ten gelen şu rivâyet de bunu gösterir, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle dedi: Yer başka yerle değiştirilip genişletilir, tabaklanmış Ukâz derisi gibi sundurulur, üzerinde ne bir iniş ne de bir çıkış göremezsin. Bil ki, birinci mülahazaya göre değişme sonucunda gerçekten bir gök ve yerin meydana gelmesi gerekmez.

İkinciye göre ise Allah'ın yeri cehennem, gökleri de cennet yapması uzak ihtimal değildir. Nitekim:

"Hayır, iyilerin kitabı illiyyin'dedir” (Mutaffifin: 18) ve:

"Şüphesiz kötülerin kitabı siccindedir” (Mutaffifin: 7) âyeti de bunu akla getirir.

"Kahredici bir tek Allah'ın huzuruna çıkarlar” kabirlerinden hesap ve ceza için çıkarlar. Allah'ın Vahid ve Kahhar sıfatları ile nitelenmesi, işin gayet zor olduğunu göstermek içindir. Meselâ:

"Bugün mülk kimindir, bir tek kahredici Allah'ındır” (Ğafir: 16) âyeti gibi. Çünkü işi her şeyi mağlup eden yenilmez birinin olunca, ondan başkasından yardım istenilmez ve ondan başkasına sığınılmaz.

49

O gün günahkârların bukağılarla bağlandıklarını görürsün.

"O gün günahkârların bağlandığını görürsün” inanç ve amellerindeki ortaklığa göre birbiriyle bağlandıklarını görürsün, çünkü Allahü teâlâ:

"Nefisler çiftleştirildiği zaman” (Tekvir: 7) buyurmuştur yahut şeytanlarla veyahut kazandıkları kötü akait ve bâtıl melekeleriyle yahut elleri ve ayaklarının demir halkalarla boyunlarına bağlandığını görürsün. Bunun elleri ve ayaklarıyla irtikâp ettikleri şeyle sorumlu tutulmaya temsil olma ihtimali de vardır. (Bukağılarla) bu da "mukarrenin"e mütealliktir yahut zamirinden hâl’dir. Safed bağ demektir, bukağı olduğu da söylenmiştir. Selame bin Cendel şöyle demiştir:

Zeyd el - Hayl bukağı ile karşılaştı;

Bazısını ve bacak kemiğini ısıran bukağı ile.

Safed'in aslı sıkıca bağlamaktır.

50

Gömlekleri katrandan. Yüzlerini ateş kaplar.

"Gömlekleri katrandan” bu kelime katıran ve katran şeklinde gelmiştir, ikisi de lügattir. O da ardınç ağacının zamkıdır, uyuz deveye sürülür, keskin olduğu için uyuzu giderir. Siyah ve pis kokuludur, çabuk tutuşur. Cehennemdekilerin derisine sürülür, vücutlarında gömlek gibi olur ki, katranın yakısı, kötü rengi ve pis kokusu derilerinin üzerinde hızlı yanma ile birleşsin. Kaldı ki, dünya katranı ile âhiret katranı arasında çok fark vardır. Bunun da nefsi kuşatan kötü melekelerin ve ürkütücü görüntünün temsili olma ihtimali de vardır. Böylece ona çeşitii gam ve keder verilmiş olur. Ya'kûb'tan kıtr an şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir ki, kıtr bakır yahut erimiş tunçtur, an da son derece sıcak demektir. İkinci hâl’dir ya da "mukarranin"deki zamirden hâl’dir.

"Yüzlerini ateş kaplar” çünkü yüzlerini hakka çevirmemiş ve onda yaratılan his ve duyguları onu incelemede kullanmışlardır. Nitekim ateş gönüllerine de sirayet eder, çünkü onlar da marifetten boş ve cahilliklerle doludur. Benzeri de şu âyettir:

"Kıyamet gününde kötü azaptan yüzü ile sakınan onun gibi midir?” (Zümer:24). Şu da öyledir:

"O gün cehennemde yüzleri üstü sürüklenirler” (Kamer: 48).

51

Allah her nefse kazandığının cezasını versin diye. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.

"Allah her nefse cezasını versin diye” yani onlara bu yapılır ki, her günahkâr nefis çeksin "kazandığının cezasını” yahut günahkâr veya muti her nefis yaptığının karşılığını görsün diye. Çünkü günahkârların günahlarından dolayı ceza çektikleri açıklanırsa, bundan mutilerin de taatlarından dolayı sevap görecekleri anlaşılır. Yine bundan liyecziye'deki lâm'ın "berezu"ya müteallik olduğu anlaşılır.

"Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir” çünkü bir hesap onu başka hesaptan meşgul etmez.

52

Bu, insanlara bir tebliğdir, uyarılmaları için ve bilsinler ki, o, bir tek Allah'tır. Ve aklıselim sahipleri öğüt alsınlar diye.

 (Bu) Kur'ân'a yahut içindeki öğüt ve hatırlatmaya yahut "Allah'ı şöyle zannetme...” diye nitelediği şeye işarettir,

"insanlara bir tebliğdir” yetecek bir öğüttür. (Onunla uyarılsmlar diye) bu da mahzûfa atıftır yani öğüt alsınlar ve bu tebliğle uyarılsınlar demektir. Bu durumda lâm belağ'a bağlanmış olur, mahzûfa bağlanması da câizdir ki, takdiri,liyünzeru bihi ünzile ev tüliye demektir. Ye'nin fethi ile okunmuştur ki, nezere bihi'den gelir, bir şeyi bilip ona hazırlanmaktır.

"Ve bilsinler ki, o, bir tek Allah'tır” ona delâlet eden âyetler veya ona dikkat çeken alametler üzerinde derin ve ince düşünülünce böyle olduğu anlaşılır.

"Ve aklıselim sahipleri öğüt alsınlar diye” alsınlar da kendilerini helâk edecek şeylerden çekinsinler ve kendilerine itibar kazandıracak şeylerin zırhına bürünsünler. Bil ki, kusurdan uzak Allahü teâlâ bu tebliğ için üç fayda zikretmiştir ki, bunlar kitapları indirmenin gaye ve hikmetidir: Peygamberlerin insanları kemale erdirmeleri, insanların sonucu tevhid olan düşünce melekelerini ikmal etmeleri ve takva libasını giymek demek olan pratik iş yapma gücünü ıslah etmeleridir. Allah bizleri de onları elde edenlerden eylesin.

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Kim İbrâhîm sûresini okursa, Allah ona putlara tapanların ve tapmayanların sayısınca on sevap verir.

0 ﴿