16 / NAHL SÛRESİ

Mekke'de inmiştir, ancak sonundan üç âyet hariç. 128 âyettir.

1

 Allah'ın emri geldi; artık onu acele istemeyin. O, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir.

"Allah'ın emri geldi; artık onu acele etmeyin” onlar Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in kıyâmetin kopması ile ilgili olarak tehdit ettiği şeyi veya Allahü teâlâ'nın onları helâk etmesini - nitekim Bedir'de etmişti - alay ederek ve yalanlayarak acele ister ve: Eğer dediği doğru olsa bile putlar bize şefaat eder ve bizi ondan kurtarır, derlerdi; âyet bunun üzerine indi.

Mana da şöyledir: Va'dedilen şey gerçekleşmiş gibidir; çünkü olması kesindir. Öyleyse gerçekleşmesini acele etmeyin. Çünkü onda sizin için hayır yoktur, ondan halas da olamazsınız.

"O, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir, yücedir” azîz ve celil olan Allah ortağı olup da yapmak istediğine engel olmasından beri olduğunu açıkladı. Hamze ile Kisâî "felâ testa'ciluh"a uyması için te ile (tüşrikun) okumuşlardır. Kalanlar ise hitap üslubunu değiştirerek ya da hitabın mü'minlere yahut hem onlara hem de başkalarına olması sebebiyle ye ile okumuşlardır. Çünkü

rivâyete göre "eta emrullahi” âyeti inince Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem sıçradı, insanlar başlarını göğe kaldırdılar, bunun üzerine "acele etmeyin” kavli indi.

2

 Kendi emrinden melekleri Rûh ile kullarından dilediğine indirir, şöyle uyarın diye: Şüphe yok ki, benden başka ilâh yoktur; öyleyse benden korkun.

"Melekleri Rûh ile indirir” vahiy veyahut Kur'ân ile, çünkü o cahillikle ölen kalpleri diriltir ya da o dinde rûhun cesetteki yerinde durmaktadır. Onu bunun arkasından zikretmesi Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in vaat ettiği şeyin gerçekleşeceğini ve yakın olduğunu bildiğine işâret içindir ve özel olarak nasıl bildiğini garipsemelerini bertaraf etmek içindir.

İbn Kesîr ile Ebû Amr enzele'den getirerek "yünzilü” okumuşlardır. Ya'kûb'tan da aynısı ve yine ondan tetenezzelü manasına "tenezzelü” okuduğu da rivâyet edilmiştir. Ebû Bekir de tenzil babından meçhul muzâri kalıbı ile "tünezzelü” okumuştur.

"Emrinden” emri ile ve onun için demektir "kullarından dilediğine” peygamber edinmek istediğine indirir.

"Şöyle uyarın diye” en enziru, bien enziru demektir ki, bildirin manasınadır. Bu da nezertü bikeza'dan gelir ki, bilmektir.

"Şüphe yok ki, benden başka ilâh yok; Öyleyse benden korkun” ya da kâfir ve asileri, benden başka ilâh olmamakla korkutun.

"Benden korkun” bu da esas maksadı duyurmak için onlara hitaptır.

"En” müfessiredir, çünkü rûh kavl (söylemek) manasını içeren vahiy manasınadır ya da mastariyedir, ruhtan bedel olarak mahallen mensûbtur ya da harf-i cerrin hazfı ile mensûbtur yahut da enne'den tahfif edilmiştir. Âyet vahyin melekler aracılığı ile indiğine ve esas maksadın da ilim kabiliyetinin kemal derecesi olan tevhîd olduğuna vurgu yapmakta, amel gücünün zirvesi olan takva emrine işâret etmekte ve peygamberliğin Allah vergisi olduğuna dikkat çekmektedir. Ondan sonraki âyetler de onun birliğinin delilidir; şöyle ki, onlar Allahü teâlâ alemin asıllarını ve ferilerini hikmet ve maslahata uygun olarak var edendir. Eğer bir ortağı olsa idi o da bunlar gibi yapardı, o zaman da birbirlerine mani olurlardı.

3

 Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Onların ortak koştukları şeylerden yücedir.

"Gökleri ve yeri hak ile yarattı” onları belli miktar ve şekilde, farklı konum ve sıfatlarda var etti, hikmetiyle de özellik verdi.

"Onların ortak koştukları şeyden yücedir” o ikisinden şirk koştukları şeyden yahut varlık veya devamında o ikisine muhtaç olan şeylerden veyahut o ikisini yaratmağa gücü yetmeyen şeylerden ortak koştuklarından demektir. Bunda kusurdan uzak Allah'ın nesne cinsinden olmadığına delil vardır.

4

 İnsanı meniden yarattı. Bir de bakarsın o, açıklayan bir hasımdır.

"İnsanı meniden yarattı” cansız, hissiz ve hareketsiz cıvık ve konum ve şeklini korumayan bir şeyden yarattı.

"Bir de bakarsın ki, o, bir hasımdır” güzel konuşan, tartışan ve mücadele eden biridir.

"Açıklayan” delilini açıklayan yahut hâlikı ile tartışan bir hasımdır:

"Çürümüş kemikleri kim diriltir?” (Yasin: 78) der.

Rivâyete göre Übey bin Halef, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e yıpranmış bir kemik getirdi: Ey Muhammed, söyle bakalım, Allah bunu çürüdükten sonra diriltir mi, dedi? Âyet bunun üzerine indi.

5

 Hayvanları da o yarattı. Onlarda sizin için ısındıracak şeyler ve faydalar vardır. Onlardan yersiniz de.

 (Hayvanları da) deve, sığır ve koyunları da, gizli bir fiille mensûbtur, onu da "halekaha leküm” kavli tefsir etmektedir ya da insana atfen mensûbtur.

"Sizin için yarattı” bu da niçin yaratıldığını açıklamakta, arkası da bunu izah etmektedir.

"Onda ısıtıcı şey vardır” ısıtıp soğuktan koruyacak "ve faydalar” yavruları, sütü ve binmesi gibi. Bunlara fayda demesi bedellerini de içine alması içindir.

"Onlardan yersiniz de” yani yenilecek olanım yersiniz; eti, içyağları ve sütleri gibi. Zarfın takdim edilmesi âyet sonlarının tutması içindir ya da onlardan yemek geçim için normal bir şey lmasındandır. Ama eti yenen diğer hayvanlardan yemek tedavi ya da zevk içindir.

6

 Onları akşamleyin otlaktan getirir ve sabahleyin salıverirken onlarda sizin için süs vardır.

"Onlarda sizin için süs vardır” ziynet vardır "akşam getirirken” meralarından yataklarına döndürürken "ve sabah salıverirken” sabahleyin meralarına salıverirken. Çünkü o iki vakitte barınaklarının etrafı süslenir ve sahipleri onları gören halkın gözünde büyür. Dönmelerini önce zikretmesi süsün onda daha açık görülmesindendir; çünkü karınları doymuş, memeleri şişmiş vaziyette dönerler. Sonra da sahiplerinin gördüğü yataklarına / ağıllarına döner.

"Hiynen” şeklinde de okunmuştur ki, türihune ile tesrehune onun sıfatı olur, mana da türihune fihi ve tesrehuni fihi olur.

7

 Yüklerinizi yarı canınız çıkmadan ulaşamayacağınız memlekete taşır. Şüphesiz Rabbiniz elbette çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

"Yüklerinizi ulaşamayacağınız memlekete taşır” hayvanlar olmasa ve yaratılmasa idi, hele sırtınızda yükle hiç ulaşamazdınız "illâ bişikkıl enfüs” ancak külfet ve meşakkatle ulaşırdınız. Feth ile (bişakk) da okunmuştur, o da lügattir. Meftuhun (şakkm) şakkal emrü'den mastar olduğu da söylenmiştir ki, aslı çatlamak manasınadır. Meksûr (bişıkk) ise yarı manasınadır, sanki zorluktan yarı gücünüz gider demektir.

"Şüphesiz Rabbiniz elbette çok şefkatlidir, çok merhametlidir” çünkü onları yaratarak yararlanmanız ve işinizi kolaylaştırmak için size acımıştır.

8

 Atları, katırları ve merkepleri de, binmeniz ve süs için (yarattı). Daha bilmediklerinizi de yaratır.

 (Atları, katırları ve merkepleri de) bu da En'âm'a atıftır "binmeniz ve süs için” onlara binmeniz ve onlarla süslenmeniz için. Bunların "literkebuha"nın mahalline ma’tûf olduğu da söylenmiştir. Üslubun değiştirilmesi ziynetin hâlikın işi olmasından, binmenin ise işi olmamasındandır. Bir de onları yaratmaktan maksat binmektir. Süslenmek ise dolaylı olarak meydana gelmektedir. Vavsız olarak (ziyneten) de okunmuştur ki, o zaman binmenin sebebi olur ya da iki zamirden birinin hâl'i yerinde olur yani mütezeyyinine yahut mütezzeyinen biha demek olur. Bu, etlerini yemenin haram olduğuna delil getirilmiştir, böyle bir delil yoktur. Çünkü fiilin çok kullanılan bir şeye sebep gösterilmesi ondan, başkasının kast edilmediğine delil olmaz. Âyetin Mekkî oluşu da bunu gösterir. Müfessir ve muhaddislerin çoğunluğu evcil merkep etlerinin Hayber'in fethinde haram edildiği görüşündedirler.

"Daha bilmediklerinizi de yaratır” zorunlu olarak veya olmayarak ihtiyaç duyulan hayvanları geniş olarak anlatınca, diğerlerini kısa olarak anlattı. Bunun şunu haber vermiş olması da câizdir ki, bilmediğimiz nice hayvanlar vardır ve bunlardan murat edilenler de cennette yaratılanlardır ki, onlar kimsenin aklına bile gelmez.

9

 Doğru yolu göstermek Allah'a aittir. Onlardan bazısı sapıktır. Allah dileseydi elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.

“ Doğru yolu göstermek Allah'a aittir. “ hakka götüren doğru yolu açıklamak yahut rahmet ve lütuf olarak yolu açmak ve düzeltmek ya da gidenin mutlaka kendisine varacağı yolu açıklamak onun üzerinedir. Sebilün kasdun ve kasıdun denir ki, doğru yoldur. Sanki yolcunun niyet ettiği ve ondan sapmayacağı istikameti kast ediyor gibidir. Yoldan maksat cinstir, bunun içindir ki, kasdı ona muzâf etmiş ve:

"Onlardan bazısı sapıktır” buyurmuştur. Doğrudan meyillidir yahut Allah'tan meyillidir. Üslubun değiştirilmesi sapıklık yolunu açıklamanın da Allah'a hak olmadığı içindir ya da maksat onun yolunu açıklamaktır. Yolun eğri ve doğru olarak ikiye ayrılması dolayısı iledir.

"Allah dilese idi hepinizi hidâyete erdirirdi” eğer hepinizin hidâyetini istese idi sizi mutlaka hidâyete erdirecek doğru yola götürürdü.

10

 Allah odur ki, gökten sizin için su indirdi. İçecek ondan ve hayvanları otlatacağınız ağaç da ondandır.

"Allah odur ki, gökten indirdi” buluttan yahut gök tarafından "sizin için su. İçeceğiniz ondan” içeceğiniz şey ndan "leküm” "enzele"nin süasıdır ya da "şarabun"nûn haberidir, min tebiziye olup ona mütealliktir. Başa alınması içecek şeyin onunla (gökten inen su ile) sınırlı olmasını akla getirirse de zararı yoktur. Çünkü pınar ve kuyu suları da ondandır. Zira "Onu pınarlara soktu” (Zümer: 21) ve "Onu yere soktu” (Mü'minun: 18) buyurmuştur.

"Ağaç da ondan” yani davarların otladığı ağaçlar da ondandır. Şöyle denilmiştir: Yeryüzünde biten her şey ağaçtır, Şâir şöyle demiştir:

Ağaç bulunmadığı zaman ona et (süt) yediririz,

Ata et yedirmek ise zarardır.

(Hayvanları otlatacağınız) bu da sametil maşiyetü ve esameha sahibüha deyiminden gelir ki, hayvanların otlaması veya sâhibinin onları otlatmasıdır. Aslı suvme'den gelir ki, işarettir, çünkü onlar otladığı yerde işaretler bırakır.

11

 Onunla size ekin, zeytin, hurmalıklar, bağlar ve her türlü meyvelerden bitirir. Şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için elbette bir ibret vardır.

 (Onunla size ekin bitirir) Ebû Bekir ta'zîm için nûn ile (nünbitü) okumuştur.

"Zeytin, hurmalıklar, bağlar ve her türlü meyveden” hepsinden biraz demektir. Çünkü yerden mümkün olan bütün meyveler bilmemektedir (tamamı cennettedir). Hayvanların otlayacağmm insan yiyeceklerinden önce zikredilmesi, onun sonunda hayvansal gıdaya dönmesindendir, o ise gıdaların en kıymetlisidir. Ekinin başa alınması da bundandır, üç cinsin açıklanıp sıralanması da bu hesapladır.

"Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette bir ibret vardır". Yaratıcının varlık ve hikmetine. Çünkü kim şöyle düşünürse; tohum yere düşer, ona topraktan nem sızar, içine işler üstten çatlar, ondan ağacın gövdesi çıkar. Aşağısından da yarılır, ondan da damarları çıkar. Sonra büyür, ondan yapraklar, çiçekler, çanaklar ve meyveler çıkar. Bunların her biri içine şekilleri ve karakterleri ayrı cisimleri alır, hâlbuki maddesi, aşağıdaki tabiatın nispeti ve göğe ait etkiler birdir, işte kim böyle düşünürse, bilir ki, bu ancak irâde sâhibi ve zıtların çekişmesinden azade bir yaratanın işiyledir. Belki de Âyetin böyle sonlanması bu düşünce iledir.

12

 Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı size ram etti. Yıldızlar da onun emri ile boyun eğdirilmiştir. Şüphesiz bunda akıllarını çalıştıran bir topluluk için elbette ibretler vardır.

"Geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı size ram etti, yıldızları da” onları sizin menfaatiniz için hazırlamakla, (emri ile boyun eğdirilmiştir) hepsinden hâl’dir yani sizi bunlardan yararlandırdı, bunlarsa Allah'ın emrine amadedirler. Onları istediği gibi yarattı ve idare etti ya da ne için yaratılmışlar ve takdir edilmişlerse ona veya hükmüne boyun eğdirilmişlerdir. Bunda: Bitkilerin oluşmasında baş etken yüdızların hareketleri ve konumlarıdır, şeklinde akla gelebilecek bir itiraza cevap vardır; bu kabul edilse bile şunda şüphe yoktur ki, bunlar zât ve sıfatları ile mümkün şeylerdir, birçok ihtimalden biriyle gerçekleşmiştir. Öyleyse onlara bu özelliği veren irâde sâhibi, varlığı zorunlu olan biri olmalıdır ki, devir ve teselsül çıkmazı lâzım gelmesin.

Ya da müsaharratün mimli mastardır, nevileri farklı olduğu için cemi yapılmıştır. Hafs mübteda ve haber olarak "vennücumu müsahharatün” okumuştur. O zaman hüküm tahsis edildikten sonra genelleştirilmiş olur. İbn Âmir de "eşşemsü velkamerü” şeklinde Merfû' okumuştur.

"Şüphesiz bunda akıllarını çalıştıran bir topluluk için elbette ibretler vardır". Âyeti çoğul yaptı, aklı zikretti, çünkü bunlar akıl sahipleri için çok açık delillerdir, bitkilerde olduğu gibi derin düşünmeye ihtiyaç yoktur.

13

 Sizin için yeryüzünde renkleri farklı olarak yarattığı şeyleri de boyun eğdirdi. Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için elbette ibretler vardır.

 (Sizin için yeryüzünde yarattığı şeyleri de boyun eğdirdi) bu da "leyl"e ma’tûftur yani onda yarattığı hayvan ve bitkileri de emrinize verdi demektir.

"Renkleri farklı” sınıfları farklı demektir, çünkü onlar genellikle renklerinde farklılık gösterir.

"Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için elbette bir ibret vardır". Bunların tabiatlarının, şekillerinin ve manzaralarının farklılığı başka değil ancak hikmet sâhibi bir yaratıcının yapması iledir.

14

 O ki, ondan taze et yemeniz ve ondan giyeceğiniz bir ziynet çıkarmanız için denizi de ram etti. Orada gemilerin suyu yararak gittiğini görürsün ki, bunu lütfundan aramanız ve belki şükredersiniz diye yaptı.

"O ki, denizi de ram etti” gemiye binmek, avlanmak ve dalmakla yararlanma imkânı verdi "ondan taze et yemeniz için” o da balıktır. Onu tazelikle niteledi, çünkü etlerin en rutubetlisidir; çabuk bozulur, hemen tüketilmesi lâzımdır. Bir de Allahü teâlâ içilmeyen tuzlu suyun içinde öyle taze bir şey yaratmakla kudretini göstermek istemiştir. Mâlik ile Sevri bu âyeti tutarak şuna kail olmuşlardır. Bir kimse et yememeye yemin etse de balık yese yemini bozulur. Buna şöyle cevap verilmiştir: Yeminler örfe dayalıdır, mutlak zikredildiği zaman bundan balık anlaşılmaz. Baksanıza, Allahü teâlâ kafire hayvan demiştir. Bir kimse hayvana binmeyeceğine yemin etse, kafirin sırtına binmekle yemini bozulmaz.

"Ondan giyeceğiniz bir ziynet çıkarmanız için” Meselâ inci ve mercan gibi yani kadınlarınızın giyeceği demektir. Onlara (erkeklere) isnat edilmesi, kadınların da onlardan sayılması ve onlar için süslenmelerindendir. (Orada gemilerin suyu yararak gittiğini görürsün) göğsüyle yararak demektir. Bu da mahr kökünden gelir ki, suyu yarmaktır. Geminin çıkardığı sestir de denilmiştir.

"Bunu lütfundan aramanız için yaptı” deniz ticareti yaparak bol rızık aramanız için "ve belki şükredersiniz diye (yaptı)yani Allah'ın nimetlerini bilirsiniz de hakkını verirsiniz. Bunun sonunda şükrü getirmesi şunun için olabilir; zira en büyük nimetlerden biridir, çünkü tehlikelerle dolu denizi yararlanmak ve geçim sağlamak için sebep kılmıştır.

15

 Sizi sarsmasın diye yere sâbit dağlar, ırmaklar ve yollar koydu ki, doğruyu bulasınız.

"Sizi sarsmasın diye yere sâbit dağlar attı” çünkü yer onda dağlar yaratılmadan önce hafif ve tabiatı itibarı ile basit bir küre idi, gök cisimleri gibi döndürmekle hemen hareket edebilirdi ya da en basit bir sebeple hareket edebilirdi. Üzerinde dağlar yaratılınca yanları farklı oldu ve ağırlığından merkeze doğru yöneldi. Dağlar onu hareket ettirmeyen kazıklar gibi oldu.

Şöyle de denilmiştir: Allah yeri yaratıp çalkalanmaya başlayınca melekler: Kimse bunun üzerinde yaşayamaz, dediler. Bunun üzerine dağlar atıldı.

"Ve ırmaklar koydu” ceaîe fiha enharen demektir, çünkü elka'da onun manası vardır.

"Ve yollar (açtı) ki, doğru istikameti bulasınız” hedefinizi keşf edersiniz yahut Allah'ı tanımaya imkân bulursunuz.

16

 Daha nice işaretler koydu. Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar.

"Daha nice işaretler koydu” yolcuların yararlanacağı şeyler Meselâ dağ, ova, rüzgâr vb. şeyler gibi (nirengi noktası). "Onlar yıldızlarla da yollarını bulurlar” gece karada ve denizde. Yıldızdan maksat cinstir. İki zamme ve zamme ve sükûn ile "nücüm” (nücm) okunması da bunu gösterir. Bunun Süreyya, Ferkadan (Küçükayı) ve Büyükayı, Oğlak burcu yıldızları olduğu da söylenmiştir.

"Yehtedun"daki zamir Kureyş'lilere râcidir, çünkü onlar çok ticaret seferleri yaparlardı, yolculuklarında yıldızlarla yol bulmada mahir idiler. Üslubun gâipten hitaba geçirilmesi, yıldızın başa alınması ve araya zamir sokuşturulması onların özelliğini göstermek içindir. Sanki şöyle denilmiştir: Özellikle bunlar yıldızlarla yol bulurlar, buna itibar edilmiştir. Bunun için şükretmeleri lâzım ve vâciptir.

17

 Hiç yaratan yaratmayan gibi midir? Düşünmüyor musunuz?

"Hiç yaratan yaratmayan gibi midir?” Kemal-i kudretine, hikmetinin sonsuzluğuna ve saydığı harikaları yalnız kendinin yaratüğına üst üste deliller getirdikten sonra bunlardan hiçbir şey yaratmayanları kendisine ortak yapmalarını reddetmektedir. Sözün hakkı "yaratmayan yaratan gibi olur mu?” olmalıydı, ancak onların aciz mahlukları ona benzeterek böyle dediklerine dikkat çekmek istemiştir. Yaratmayandan maksat da Allah'tan başka tapılan bütün şeylerdir, bunlarda akıl sahipleri çoğunluk kabul edilmiştir.

Ya da onlardan maksat putlardır, onların da akıl sahiplerinin yerine konulması, onlara ilâh adlarını- vermelerindendir. ilâh'ın hakkı da bilmektir ya da putlarla yaratanı karşılaştırmak içindir veyahut mübalağa içindir. Sanki şöyle denilmiştir: Yaratan, ilim sâhibi olup da yaratmayan gibi değildir, artık ilim sâhibi olmayana nasıl benzer?

"Düşünmüyor musunuz?” düşünseydiniz bunun bozukluğunu anlardınız. Çünkü o kadar açıktır ki, azıcık düşünen ve sağma soluna bakan akıl sâhibi için meydanda gibidir.

18

 Allah'ın nimetini sayarsanız, bitiremezsiniz. Şüphesiz Allah, elbette bağışlayıcı, çok merhametlidir.

"Allah'ın nimetlerini sayarsanız bitiremezsiniz” yani sayısını bilemezsiniz, kaldı ki, şükrünü eda etmeniz. Baştan beri nimetleri saydıktan ve ibâdete müstahak tek kendinin olduğuna kesin deliller getirdikten sonra böyle demesi, şuna dikkat çekmek içindir ki, bu saydıklarının ötesinde öyle nimetler vardır ki, sınırsızdır ve ona hakkı ile ibâdet etmek insan gücünün dışındadır.

"Şüphesiz Allah, elbette çok bağışlayıcıdır” öyle ki, şükrünü eda etmenizdeki kusurlarınızdan geçer "çok merhametlidir” ihmallerinizden dolayı onları çekip elinizden almaz ve onlara karşı nankörlük ettiğiniz için size acele azâp etmez.

19

 Allah gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bilir.

 "Allah gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bilir” itikatlarınızdan ve amellerinizden. Bu tehdittir ve ilim bakımından da şirki reddir (çünkü Allah onu bilmektedir).

20

Allah'tan başka ibâdet ettikleri nesneler, hiçbir şey yaratamazlar, kendileri yaratılmışlardır.

(Allah'tan başka ibâdet ettikleri nesneler) yani Allah'tan başka taptıkları ilâhlar, demektir. Ebû Bekir ye ile okumuştur, Hafs ise üçünü de ye ile okumuştur.

"Hiçbir şey yaratamazlar” yaratanla yaratmayan arasındaki ortaklığı bertaraf edince onların hiçbir şey yaratmadıklarını açıkladı ki, onların ortak olmayacakları sonucu çıksın. Sonra da bunu onların ilahlığa aykırı sıfatlarını tespit etmekle pekiştirdi ve "kendileri yaratılmışlardır” dedi. Çünkü onlar mümkün zatlardır, varlıkları hâlika ihtiyaç duymaktadır. İlâh ise vâacibü’l-vücûd olmalıdır.

21

 Ölüdürler, diri değildirler. Ne zaman diriltileceklerinin şuurunda değillerdir,

 (Ölüdürler) canlanmazlar ya da şimdi veya gelecekte ölüdürler,

"diri değildirler” zât itibarı ile bu da bütün mabutları içine almak içindir. ilâh ise bizzat diri olmalıdır, ona ölüm arız olmamalıdır.

"Ne zaman diriltileceklerini bilmezler” ne zaman kabirden kalkacaklarını yahut kendilerine ibâdet edenlerin ne zaman kalkacaklarını bilmezler; artık ne zaman amellerine karşılık verecekleri vakti olur? ilâh daima gâipleri bilmeli, sevabı ve günahı takdir etmelidir. Bunda yeniden dirilmenin mükellefiyetin sonuçlarından olduğuna dikkat çekilmiştir.

22

 İlâhınız bir tek İlâhtır. Âhirete îman etmeyenler (var ya), onların kalpleri İnkârcıdır ve onlar kibir taslayanlardır.

"İlâhınız bir tek İlâhtır” deliller getirildikten sonra iddiayı tekrardır.

"Âhirete îman etmeyenlerin kalpleri İnkârcıdır ve onlar kibir taslayanlardır” hak açığa çıktıktan sonra ısrarlarının sonucunu beyan etmektedir. O da âhirete îman etmemeleridir: çünkü ona îman eden deliller arar, duyacağı şeyler üzerinde iyice düşünür ve ondan yararlanır. Onu inkâr edenin hâli ise tersinedir. Bu aynı zamanda ancak delille bilinecek şeyi sırf geçmişlerini taklit etmek ve alıştıkları şeye meyletmek için reddetmektir. Çünkü gören kimse böyle yapmaz. Ve de bu Peygambere tâbi olmaktan kibir göstermek ve onun sözüne iltifat etmemektir.

Birincisi (îman etmemek) bu konuda esastır, bunun içindir ki, öteki ikisini buna bağlamıştır.

23

 Şüphe yok ki, Allah, onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. Şüphesiz o, kibir taslayanları sevmez.

 (Şüphe yok ki, Allah onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir) cezalarını verir. Bu da cereme'nin fâili olarak mahallen merfû’dur, çünkü o mastardır ya da fiildir.

"Şüphesiz o, kibir taslayanları sevmez". Kaldı ki, tevhidinden veyahut elçisine tâbi olmaktan kibir taslayanı.

24

 Onlara:

"Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman:

"Öncekilerin masallarını” derler.

"Onlara "Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman” diyen bazılarıdır, bunu da alay yollu buyurmuştur ya da onlara gelenlerdir yahut da Müslümanlardır "öncekilerin masalları, derler” yani indirdiğini iddia ettiğiniz şeyler ya da indirilen şeyler öncekilerin masallarıdır. Ona, indirilmiş demeleri alay yolludur yahut da faraza demektir yani indirildiğini kabul etsek de eskilerin masallarıdır, gerçeklik payı yoktur. Bunu diyenlerin görev taksimi yapanlar olduğu da söylenmiştir.

25

 Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak, bilgisizce saptırdıklarının da günahlarından bir kısmını taşımak için. Bilin ki, taşıdıkları şey ne kötüdür!

"Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak taşımaları için” yani bunu insanları saptırmak için dediler; böylece saptırma günahını tamamıyla yüklendiler. Çünkü saptırmaları sapıklıkta derinleşmelerinin sonucudur.

"Saptırdıklarının da günahlarından bir kısmını” bu da sebep olma hissesidir. (İlimsizce) bu da mefuldan hâl’dir yani bunun sapıklık olduğunu bilmeyenleri saptırırlar. Bunun faydası bilmemeleri onları mazur göstermeyeceğidir. Çünkü araştırmaları ve haklı ile haksızı ayırmaları lazımdı.

"Bilin ki, o taşıdıkları şey ne kötüdür!” o da fiilleridir.

26

 Kendilerinden öncekiler de tuzak kurdular. Allah da binalarına temellerden geldi; üstlerindeki tavan üzerlerine çöktü. Azâp onlara bilmedikleri yerden geldi.

"Kendilerinden öncekiler de tuzak kurdular” Allah'ın elçilerine hileler yaptılar, Allah'ın salât ve selamı onların üzerine olsun "Allah binalarına temellerinden geldi” emri binalarını üzerlerine kurdukları sütunlar tarafından geldi, onlar da devrildi "üstlerindeki tavan üzerlerine çöktü” helâklerine sebep oldu.

"Azâp onlara bilmedikleri yerden geldi” hesap etmedikleri yerden geldi ki, bu da misaldir. Bundan Nemrut bin Kenan'ı murat ettiği de söylenmiştir ki, o, Babil'de bir kule yaptı, beş bin arşın yüksekliğinde idi, göktekileri gözetlemek istedi. Allah bir rüzgâr gönderdi, onu kendinin ve kavminin üzerine devirdi; onlar da helâk oldular.

27

 Sonra kıyâmet günü onları rezil eder ve:

"Onlar hakkında muhalefet ettiğiniz ortaklarım nerede?” der. Kendilerine ilim verilenler:

"Şüphesiz bugün rezillik ve kötülük kâfirlerin üzerinedir” derler.

"Sonra kıyâmet gününde onları rezil eder” ya da ateşle azâp eder, çünkü "Rabbimiz, şüphesiz sen kimi ateşe tıkarsan onu rezil etmişsindir” (Al-i Imrân: 192) buyurmuştur.

"Ortaklarım nerede, der?” Onları kendine nispet etmesi alay yolludur ya da onların öyle demelerini hikâye içindir, bu da onları daha çok suçlamak içindir. Bezzî, kendinden gelen ihtilaflı rivâyette hemzesiz olarak "eyne şürekaye” ötekiler de hemze ile okumuşlardır.

"Onlar hakkında muhalefet ettiğiniz” onlar için mü'minlere düşmanlık ettiğiniz ortaklarım. Nâfi', nûn'un kesri ile "tuşakkuneni” okumuştur. Çünkü mü'minlere muhalefet etmek Allah'a muhalefet etmektir.

"Kendilerine ilim verilenler dediler” yani peygamberler yahut onları tevhide davet eden âlimler, dediler, onlarsa onlara karşı çıkar ve büyükten iri erdi ya da melekler dediler.

"Şüphesiz bugün rezillik ve kötülük” zillet ve azâp "kâfirlerin üzerinedir". Bunu demelerinin faydası, onlara karşı şamata etmek ve onları daha çok horlamaktır. Bunu hikâye etmesi de işitenlere bir lütuf ve öğüt olması içindir.

28

 Onlar ki, melekler onların canlarını nefislerine (inkârla) zulmedenler olarak alır.

"Biz bir kötülük yapmıyorduk” diyerek teslimiyeti (Allah'a) bırakırlar. Hayır, şüphesiz Allah sizin ne yaptığınızı iyi bilendir.

"Ellezîne teteveffahümül Melâiketü” Hamze ye ile okumuştur, te'yi te'ye idgam ile de (başa hemze-i vasi getirerek) de okunmuştur. Mevsûlun mahalli üç iraba da muhtemeldir.

"Nefislerine zulmedenler olarak” ebedî azaba maruz bırakmakla "teslimiyeti (Allah'a) bırakırlar” ölümü gördükleri zaman teslim olur ve emre itâat ederler.

"Biz bir kötülük yapmıyorduk” inkâr ve tecâvüz kötülüğü yapmıyorduk derler. Bunun teslimiyetin tefsiri olması da câizdir ki, bundan teslimiyete delâlet eden söz murat edilmiş olur.

"Hayır” yani melekler, hayır diyerek onlara cevap verir "şüphesiz Allah sizin ne yaptığınızı çok iyi bilendir” cezanızı verir.

"Teslimiyeti Allah'a bırakırlar” cümlesinden Âyetin sonuna kadar olan kısmın yeni söz başı ve âhiretteki hâllerini anlatmaya dönüştür de denilmiştir ki, buna göre, o gün, biz bir kötülük yapmıyorduk, şeklinde yalan söylemek câiz değildir, diyenler bunu şöyle te'vil etmiş olurlar: Biz, kendi iddia ve inancımıza göre bir kötülük yapmıyorduk, derler. Onları reddedenin Allahü teâlâ yahut ilim adamları olması da ihtimal dahilindedir.

29

 Orada ebedî kalıcılar olarak girin cehennem kapılarından. Büyüklük taslayanların barınağı ne kötüdür!

"Girin cehennem kapılarından” her sınıf kendilerine hazırlanmış kapısından.

Şöyle de denilmiştir: Cehennemin kapıları azabının çeşitleridir.

"Orada ebedî kalıcılar olarak. Büyüklük taslayanların barınağı ne kötüdür” yani cehennem.

30

Korunanlara:

"Rabbiniz ne indirdi?” denildi. Onlar da:

"Hayır (indirdi)” dediler. Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır. Şüphesiz âhiret yurdu daha hayırlıdır. Müttekılerin yurdu ne güzeldir!

"Korunanlara denildi” yani mü'minlere "Rabbiniz ne indirdi? Onlar da "hayır (indirdi) dediler". Hayran'ın mensûb oluşunda şuna delil vardır ki, onlar cevapta duraksamamışlar, onu soruya uygun şekilde dile getirmişler ve kâfirlerin aksine indirmesini kabul etmişlerdir.

Rivâyete göre Arap kabileleri hac mevsiminde Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den haber getirmek üzere adamlar gönderirlerdi. Haberci Mekke'li görevlilerle karşılaşınca ona diyeceklerini derlerdi. Mü'minlere geldiği zaman da böyle derlerdi.

"Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır” dünyada mükâfat vardır.

"Şüphesiz âhiret yurdu daha hayırlıdır” âhiretteki sevapları bundan daha hayırlıdır. Bu (iyilik edenlere iyilik vardır) takva sahipleri için söyledikleri sözden dolayı bir vaattir. Arkasındaki kısımla beraber sözlerinden bedel ve hayrın da tefsiri olması da câizdir. O zaman "Kâlû” ile mensûb olur.

"Müttekılerin yurdu ne güzeldir” âhiret yurdu demektir ki, o daha önce geçtiği için zikredilmemiştir.

31

Yani Adn cennetleri. Oraya girerler. Altlarından ırmaklar akar. Onlar için orada diledikleri her şey vardır. Allah müttekıleri böyle mükâfatlandırır.

"Cennatü adnin” mahzûf mübtedanın haberidir, medh'in mahsusu olmak da câizdir.

"Oraya girerler, altlarından ırmaklar akar. Onlar için orada diledikleri her şey vardır” hoşa giden türlerden. Zarfın başa almışında şuna dikkat çekilmiştir ki, insan ancak cennette her istediğini bulur.

"Allah müttekıleri böyle mükâfatlandırır” bu mükâfat gibi onları da böyle mükâfatiandırır. Bu da birinci görüşü destekler.

32

Onlar ki, melekler onların canlarını tertemiz olarak alır.

"Selâm size. Yaptıklarınıza karşılık girin cennete” derler.

"Onlar ki, melekler onların canlarını tertemiz alır” kendilerine küfür ve isyanlarla zulümden temiz olarak. Çünkü bu, nefislerine zulmedenlerin karşılığıdır. Meleklerin onları cennetle müjdelemesiyîe sevinerek yahut ruhlarını kabz etmekle temiz olarak da denilimiştir, çünkü ruhları tamamen Allah'ın huzuruna yönelmiştir.

"Selâm size derler” artık bir kötülükle karşılaşmazsınız.

"Yaptıklarınıza karşılık girin cennete” kabirlerinizden kalktığınız zaman. Çünkü o, amellerinize göre sizin için hazırlanmıştır. Bu vefatın haşir vefatı (yani amelin karşılığını alma) olduğu da söylenmiştir, çünkü cennete girme emri o zaman verilecektir.

33

Kâfirler başka değil kendilerine meleklerin gelmesini yahut Rabbinin emrinin gelmesini mi bekliyorlar? Kendilerinden öncekiler de böyle yaptılar. Allah onlara zulmetmedi. Ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı.

"Kâfirler beklemiyorlar” yukarıda zikri geçen kâfirler beklemiyorlar "ancak meleklerin gelmesini bekliyorlar” canlarını almak için. Hamze ile Kisâî ye ile (yanzurune) okumuşlardır.

Ya da Rabbinin emrinin gelmesini” kıyâmetin yahut köklerini kazıyacak azabın gelmesini. (Bunun gibi) o şirk ve yalanlama gibi "kendilerinden öncekiler de öyle yaptılar” onlar da aynı cezaya çarptırıldılar.

"Allah onlara zulmetmedi” onları kırıp geçirmekle "ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı” ona götüren küfür ve isyanlarıyla.

34

Bu sebeple onlara yaptıkları şeylerin kötülüğü çattı ve onları alay ettikleri şeyler kuşattı.

 (Bu sebeple onlara yaptıkları şeyin kötülükleri çattı) cezaü seyyiati a'malihim demektir, muzâf hazf edilmiştir ya da cezaya da kötülük ismi verilmiştir.

"Ve onları alay ettikleri şeyler kuşattı” cezası onları abluka etti, Âyette geçen hayk maddesi ancak kötülükte kullanılır.

35

Şirk koşanlar:

"Eğer Allah dileseydi, ondan başka hiçbir şeye ne biz ne de atalarımız tapmaz; onu bırakıp hiçbir şeyi de haram etmezdik” dediler. Kendilerinden öncekiler de böyle yaptılar. Peygamberlere apaçık tebliğden başka şey var mıdır?

"Şirk koşanlar: Eğer Allah dileseydi, ondan başka hiçbir şeye ne biz ne de atalarımız tapmaz; onu bırakıp da hiçbir şeyi harâm etmezdik, dediler". Bunu da alay ederek ve peygamber göndermeyi ve mükellefiyeti kabul etmeyerek dediler. Tutamakları da şu idi: Allah'ın dediği mutlaka olur, demediği de olmaz, öyleyse peygamberlik ile mükellefiyetin ne faydası vardır?

Ya da şirk, bazı hayvanların haram edilmesi ve diğer şeyler gibi eleştirildikleri şeyleri çirkin görmeyi reddetmek için dediler. Delilleri de şudur: Eğer bunlar çirkin şeyler olsa idi Allah bunları yapmamıza müsaade etmez ve zorlayarak aksini yapmamızı isterdi. Bunu özür dilemek için de demediler; çünkü amellerinin çirkin olduğuna inanmıyorlardı. Arkadan gelen şeyde de bu iki şüpheye. Dikkat çekilmiş ve onlara cevap verilmiştir.

"Kendilerinden öncekiler de böyle yaptılar” Allah'a şirk koştular, helâl ettiğini harâm ettiler ve elçilerini geri çevirdiler.

"Peygamberlere apaçık tebliğden başka şey var mıdır?” hakkı açıklayan tebliğden başka. O, her ne kadar Allah'ın hidâyet etmek istediğine tesir etmezse de ancak dolaylı olarak oraya götürür. Allah'ın olmasını dilediği şey mutlak olarak gerçekleşmez, ancak takdir ettiği sebeplerle gerçekleşir. Sonra Allahü teâlâ şunu açıkladı ki, peygamber göndermek Allah'ın bütün eski milletlerde de yürüttüğü bir adettir, bunu da hidâyet etmek istediğinin hidâyetini ve saptırmak istediğinin de sapıklığını artırmaya vesile kılmıştır. Meselâ uygun gıda gibi o, mizacı normal olanlara fayda verir, mizacı anormal olanlara da zarar verir ve onu yok eder, çünkü şöyle buyurmuştur:

36

Her ümmete:

"Allah'a ibâdet edin ve tağuttan sakının” diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimine Allah hidâyet etti. Kimine de sapıklık hak oldu. Öyleyse yeryüzünde dolaşın; yalanlayanların sonu nasıl olmuş görün!

"Her ümmete:

"Allah'a ibâdet edin ve tağuttan sakının” diye peygamberler gönderdik". Allahü teâlâ'ya ibâdeti ve tağuttan sakınmayı emrediyor.

"Onlardan kimine Allah hidâyet etti, kimisine de sapıklık hak olduçünkü onları muvaffak kılmadı ve hidâyetlerim istemedi. Bunda ikinci şüphelerinin (çirkin şeyleri yapmanın) geçersiz olduğuna dikkat çekilmiştir; çünkü bu, sapıklığın gerçekleşip sebat bulmasının Allahü teâlâ'nın dilemesiyle olduğunu göstermektedir. Çünkü o, hidâyetin alternatifidir. Bunu da öteki Âyette açıkça ifade etmiştir.

"Öyleyse yeryüzünde dolaşın” ey Kureyş topluluğu "yalanlayanların sonu nasıl olmuş görün!” Âd, Semûd ve diğerleri gibi, belki ibret alırsınız.

37

Onların hidâyetine ne kadar özen göstersen de, şüphesiz Allah saptırdığı kimseye hidâyet etmez ve onlar için yardımcılar da yoktur.

"Onların hidâyetine ne kadar özen göstersen de, şüphesiz Allah saptırdığı kimseye hidâyet etmez” saptırmak istediği kimseye.

"Ona sapıklık hak oldu” sözünden kast edilen de budur. Kûfe'lilerin dışındakiler meçhul sıygası ile layühda okumuşlardır ki, bu daha beliğdir.

"Ve onlar için yardımcılar da yoktur” onlardan azâbı def edecek yardımcılar.

38

Olanca yeminleri ile Allah ölüleri diriltmez diye yemin ettiler. Hayır, bu onun üzerine hak bir vaatti. Ancak insanların çoğu bilmezler.

 (Olanca yeminleri ile Allah ölüleri diriltmez diye yemin ettiler) bu da "ve kalellezine eşreku"ya atıftır, şunu bildirmek istiyor ki, onlar Allah'ın birliğini inkâr ettikleri gibi yeniden dirilmeyi de inkâr ettiler, bunun mümkün olmadığını göstermek için de ağır yemin ettiler. Allahü teâlâ da onların reddini en veciz şekilde reddetti ve:

"Hayır” Allah onları diriltir, dedi. (Bir vaat olarak) bu da kendini te'kit eden bir mastardır, o da "belâ"nın gösterdiği şeydir. Çünkü "diriltir” ifadesi Allah'ın bir vaadidir "kendi üzerine ettiği bir vaat” yerine getirmek için ettiği bir vaat. Çünkü onun vaadinde tutarsızlık mümkün değildir ya da yeniden diriltmek hikmetinin gereğidir,

"hakkan” bu da va'd'in başka bir sıfatıdır.

"Ancak insanların çoğu bilmezler” diriltileceklerini, ya bunun mutlaka yerine getirilen bir adet icabı hikmetin gereği olduğunu bilmedikleri içindir ya da gördükleri şeylerle yetindikleri içindir; o zaman bunun mümkün olmadığını zannediyorlar.

39

(Diriltir ki,) onlara ihtilâf ettikleri şeyi açıklasın ve kâfirler de şüphesiz kendilerinin yalancılar olduklarını bilsinler, diye.

"Diriltir ki, onlara ihtilâf ettikleri şeyi açıklasın” o da haktır "ve kâfirler de şüphesiz kendilerinin yalancılar olduklarını bilsinler diye” iddia ettikleri şeylerde, bu da hikmetin gerektirdiği dirilmeye davet eden sebebe işarettir. O da hak ile batılın ve haklı ile haksızın sevap ve azapla ayrılmasıdır.

40

Bizim irâde ettiğimiz bir şeye sözümüz ancak ona "ol” de-m em izdir ki, o da derhal oluverir.

"Bizim irâde ettiğimiz bir şeye sözümüz ancak ona "ol” dememizi! ir ki, o da derhal oluverir” bu da onun mümkün olduğunun izahıdır, ispatı da şöyledir: Allahü teâlâ'nın bir şeyi yaratması sırf kudret ve irâdesi iledir; daha önce madde temini ve hazırlık ile değildir. Yoksa teselsül (kısır döngü) lâzım gelir. Onun için nasıl eşyayı madde ve model istemeksizin yapması mümkün olduğu gibi onu olduktan sonra tekrar etmesi de mümkündür. İbn Âmir ile Kisâî burada ve Yasin'de nasb ile "feyekune” okumuşlardır ki, o zaman "nekule"ye ma’tûf olur ya da emrin cevabı olur.

41

Zulme uğradıktan sonra Allah uğrunda hicret eden kimseleri, mutlaka onları dünyada güzelce yerleştireceğiz. Gerçekten âhiretin mükâfatı daha büyüktür, keşke bilselerdi!

"Zulme uğradıktan sonra Allah uğrunda hicret edenler” bunlar Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile Muhâcirlerdir. Bir kısmı Hahesistan'a sonra da Medîne'ye hicret ettiler, hir kısmı da doğrudan Medîne'ye hicret ettiler.

Ya da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in hicretinden sonra Mekke'de mahpus kalanlardır ki, bunlar da Bilal, Suhayb, Habbab, Ammar, Abis, Ebû Cendel ve Süheyl'dir. Allah onlardan râzı olsun.

"Allah uğrunda” yani onun hakkında ve onun rızâsı için demektir.

"Onları mutlaka güzelce yerleştireceğiz” ya da güzel bir yeredir ki, o da Medîne'dir.

"Gerçekten âhiretin mükâfatı daha büyüktür” dünyada peşin verilenden. Hazret-i Ömer radıyallahü anh Muhâcirlerden birine tahsisatını verdiği zaman ona: Al, Allah bereketini versin, bu sana Allah'ın dünyada va'dettiğidir, âhirette senin için sakladığı ise bundan daha üstündür, derdi. (Keşke bilselerdi) zamir kâfirlere râcidir yani Allah'ın bu Muhâcirlere iki dünyanın hayrını birleştirdiğini bilselerdi, onlara katılırlardı.

Ya da zamir Muhâcirlere râcidir ki, eğer bunu bilselerdi, daha çok çalışır ve sabrederlerdi.

42

Onlar sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir.

"Onlar sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir” kendilerini Allah'a verip işlerini ona ısmarlayanlardır.

43

Senden önce ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri (peygamber olarak) gönderdik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (âlimlere/bilenlere) sorun.

"Senden önce ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekler (peygamberler) gönderdik". Bu da Kureyş'in, Allah elçisini bir erkek olarak göndermekten daha büyüktür, sözlerine reddir, yani Allah'ın âdeti hep insanları meleklerin dili ile peygamber olarak göndermekle gerçekleşir. Bunun da hikmeti En'âm sûresinde anlatılmıştır. Eğer bundan şüphe ediyorsanız "zikir ehline sorun” ehl-i kitaba yahut tarihçilere sorun ki, size bildirsinler.

"Eğer bilmiyorsanız". Âyette Allahü teâlâ'nın ne bir kadını ne de bir meleği genel davet için göndermediğine delil vardır.

"Melekleri elçiler kılar” (Fatır: 1) ayetinin manası ise meleklere ya da peygamberlere elçiler kılar demektir. Onlara salât ve selâm olsun. Onlar peygamberlere ancak erkekler suretinde gönderilmiştir, denilmiştir ki, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in Cebrâîl aleyhisselâm'ı esas suretinde iki defa görmesiyle reddedilmiştir. Ve Âyette bilinmeyen şeylerde bilenlere başvurmanın vâcip olduğuna da delil vardır.

44

Açık delillerle ve kitaplarla (peygamberler) gönderdik. (Resûlüm) sana da, insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur’ân'ı indirdik; akıllarını çalıştırsınlar (düşünsünler) diye..

 (Açık delillerle ve kitaplarla) yani onları mu'cizelerle ve kitaplarla gönderdik, demektir. Bu da "onları ne ile gönderdi?” sorusuna cevaptır. Bunun "bima erselna"ya müteallik ve erkeklerle beraber istisnaya dahil olması da câizdir. Yani biz ancak mu'cizelerle erkekler gönderdik demektir. Meselâ: Madarabtü zeyden üia bissavtı (Zeyd'e ancak kırbaçla vurdum) gibi.

Ya da onların sıfatıdır yani onları mu'cizelerle ilişkili olarak gönderdik demektir.

Ya da mef'ûl olarak yuhi'ye mütealliktir ya da onun fâili yerine geçenin hâlidir, o da "ileyhim"dir. O zaman "fes'elu” kavli ara cümle olur ya da "latalemune"ye mütealliktir ki, o zaman şart takdir etme ve susturma için olur.

"Sana zikri indirdik” Kur'ân'ı indirdik, ona zikir denilmesi öğüt ve ikaz olmasındandır, (insanlara kendilerine indirileni açıklayasın) zikirde indirileni, sana indirilme dolayısıyla, kendilerine ne emredilmiş ve neden men edilmişlerse ya da kendilerine karışık gelen şeylerden. Teby'in maksadı Nâs ile açıklamaktan ya da kıyas ve akıl yolu ile işâret etmekten daha geneldir.

"düşünsünler diye” düşünsünler de gerçekleri fark etsinler.

45

Kötülük tuzakları kuranlar Allah'ın, kendilerini yere batırmasından yahut azabın kendilerine fark etmedikleri yerden gelmesinden emin mi oldular?

"Kötülük tuzakları kuranlar emin mi oldular?” onlar peygamberlerin helâki için hile yapanlardır ya da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e tuzak kurup ashâbım îmandan çevirmek isteyenlerdir "Allah'ın kendilerini yere batırmasından” Kârun'u yere batırdığı gibi.

Ya da azabın kendilerine fark etmedikleri yerden gelmesinden” ansızın gök tarafından gelmesinden, Meselâ Lût kavmine yapıldığı gibi.

46

Yahut onları dolaşırken yakalamasından (emin mi oldular?) Artık onlar (Allah'ı) aciz bırakacak değiller.

"

Yahut onları dolaşırlarken yakalamasından” yolculuklarında ve ticaretlerinde dolaşırlarken.

"Artık onlar Allah'ı aciz bırakamazlar.”

47

Yahut onları korku üzerinde yakalamasından (emin mi oldular?) . Şüphesiz Rabbin hakikaten çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

"

Yahut onları korku üzerinde yakalamasından” Meselâ kendilerinden önce bir kavmi helâk etmekle onlar da azabın gelmesinden korkarlar ya da canlarının ve mallarının helâk oluncaya kadar yavaş yavaş azalmasından korkarlarken. Bu da Tehavveftuhu deyiminden gelir ki, azaltmaktır.

Rivâyete göre Hazret-i Ömer radıyallahü anh minberde "bu âyet hakkında ne dersiniz?” dedi. Hüzeyl kabilesinden bir ihtiyar kalktı: Bu bizim lehçemizdendir, tehavvuf azalmaktır, dedi. O da: Araplar bunu şiirlerinde kullanmışlar mıdır, dedi? O da: Evet, şairimiz Ebû Kebir, devesini anlatırken şöyle demiştir, dedi:

Semer keçeleşmiş hörgücünü vurdu (yedi)

Törpünün ok ağacını kazıdığı gibi.

Hazret-i Ömer de: Divanlarınıza sarılın, şaşmazsınız, dedi. Onlar da: Divanlarımız nedir, dediler? O da: Cahiliye şiiridir; onda kitabınızın tefsiri ve kelâmınızın manası vardır, dedi.

"Şüphesiz Rabbin hakikaten çok şefkatlidir, çok merhametlidir” o kadar ki, sizi hemen cezalandırmaz.

48

Allah'ın yarattığı şeylere bakmadılar mı ki, onların gölgeleri sağdan ve soldan hor olarak Allah'a secde ederek döner.

 (Allah'ın yarattığı şeylere bakmadılar mı?) İstifham inkâridir yani bu gibi şeyleri gördüler, öyle ise onlara ne oluyor da bunların üzerinde düşünmüyorlar? O zaman sonsuz gücü ve kuvveti görünürdü de ondan korkarlardı.

"Mâ” edâtı mevsûledir, müphemdir, açıklaması da "gölgeleri döner” kavlidir yani dönen gölgeleri olan şeylere bakmadılar mı demektir? Hamze ile Kisâî te ile terav, Ebû Amr da te ile tetefeyyeü okumuştur.

"Sağdan ve sollardan” sağlarından ve sollarından demektir ya da her birinin iki tarafından demektir. İnsanın sağından ve solundan istiare ile alınmıştır. Yemin'in tekil olup şemailin çoğul olması lâfız ve manai tibarı iledir, Meselâ "zılaluhu"daki zamirin tekil ve "sücceden lillahi vehüm dahinin” kavlinde cemi olması gibi.

"Sücceden lillahi dahirun” bu ikisi "zılaluhu"daki zamirden hâldirler. Secdeden maksat teslim olmaktır, ister tabiatıyla olsun isterse irâdesiyle olsun. Secedetin nahlatü denir ki, hurma ağacı meyve yükünden eğilmektir. Secedel bairü de binmek için devenin başını eğmesidir.

Ya da "sücceden” "zılal"dan hâl’dir,

"vehüm dahirun” ise zamirden hâl’dir.

Mana da şöyledir: Gölgeler güneşin yükselmesi ve alçalması ile veya Allah'ın takdiri ile doğularının ve batılarının bir taraftan diğer tarafa yaratılışına uygun olarak dönmesidir ya da secde eden gibi yere düşüp yapışmasıdır. Nesneler de bizzat Allah'ın emrine itaatkardır. Dahirun vâv ile cemi yapılmıştır, çünkü içinde akıllılar vardır ya da itâat da akıllıların sıfatmdandır.

Şöyle de denilmiştir: Sağdan ve sollardan maksat feleğin sağıdır ki, o da doğu tarafıdır. Çünkü yıldızlar ondan yükselmeğe başlar. Solu da onun karşısındaki batı tarafıdır. Çünkü gölgeler gündüzün başında doğudan başlar, yerin batı çeyreğinin üzerine düşer. Zeval vaktinde de batıdan başlar, yerin doğu çeyreğinin üzerine düşer.

49

Göklerde ve yerde ne kadar canlı ve melekler varsa, Allah'a secde eder. Onlar büyüklenmezler.

"Göklerde ve yerde ne kadar canlı varsa Allah'a secde eder” yani ona itâat eder yani irâde ve etkisine doğal olarak, teklif ve emrine de isteyerek itâat eder. Böyle yorumlanırsa gökler ve yer halkına isnadı sahih olur. (Canlıdan) bu da o ikisindekileri açıklamaktadır, çünkü dabbe debib'ten gelir ki, cisim olarak hareket etmektir, ister yerde isterse gökte olsun. (Melekler de) bu da açıklanan canlıya atıftır, Cebrâîl'in meleklerin üzerine ta'zîm kasdıyla atfı gibi ya da soyutların somutlara atfı gibi. Melekler soyut ruhlardır diyenler bunu delil getirmişlerdir.

Ya da min dabbetin yerdekilerin açıklamasıdır, melekler de göktekilerin tekrarı ve büyütmek için belirtilmiştir. Onlardan maksat da hafaza vb. melekleridir.

"Mâ” da akılsızlar için kullanıldığı gibi ikisi birleşince akıllılar için de kullanılınca,

"men"in genelleme yapılarak akıllılar için kullanılmasından daha iyidir.

"Onlar büyüksünmezler” ona ibâdet etmekten.

50

Üstlerindeki Rablerinden korkarlar. Ve emrolundukları şeyi yaparlar.

"Üstlerindeki Rablerinden korkarlar” üstlerinden azâp göndermesinden korkarlar ya da kahır ve kuvveti üstlerinde olandan korkarlar, Meselâ "o, kullarının üstünde kahredicidir” (En'âm: 18) gibi. Cümle "lâ yestekbirun"daki zamirden hâl’dir ya da onun açıklama ve sunumudur, çünkü Allah'tan korkan ona ibâdetten büyüklenmez.

"Ve emrolundukları şeyi yaparlar” itâat ve idare gibi. Bunda meleklerin de mükellef olduklarına ve korku ile ümit arasında döndüklerine delil vardır.

51

Allah dedi: İki ilâh edinmeyin. O sadece bir tek İlâhtır. Öyleyse yalnız benden korkun.

"Allah dedi: İki ilâh edinmeyin” sayılan onu gösterdiği hâlde sayıyı da zikretmesi söz konusunun o olduğunu bildirmek içindir.

Ya da ikiliğin İlâhlığa aykırı olduğuna îma etmek içindir, nitekim "o sadece bir tek İlâhtır” kavlinde de vahidi zikretmiştir, bu da maksat îlahlığı değil birliği isbat etmek içindir ya da birliğin İlâhlığm gereklerinden olduğu içindir.

"Öyleyse yalnız benden korkun” gâipten mütekelîime geçmesi daha çok korkutmak ve maksadı açıklamak içindir. Sanki şöyle buyurmuştur; O bir tek ilâh benim, öyleyse yalnız benden korkun, başkasından değil.

52

Göklerde ve yerde ne varsa, onundur. din de daima onundur. Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?

"Göklerde ve yerde ne varsa onundur” yaratılışı da mülkiyeti de "din de” itâat da onundur "vasıben” devamlı olarak, çünkü onun bir tek ilâh olduğu ve korkulmaya lâyık olanın kendisi olduğu ispat edilmiştir.

Şöyle de denilmiştir "vasıben” vasab'tan gelir ki, o da yorgunluktur, yani külfetli din onundur.

Şöyle de denilmiştir: din ceza manasınadır yani devamlı ceza (karşılık) onundur; îman eden için sevabı kesilmez, inkâr eden için de azâbı kesilmez.

"Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?” ondan başka zarar verecek yoktur, nitekim ondan başka fayda verecek de yoktur. Nitekim şöyle buyurmuştur.

53

Sizde olan nimet Allah'tandır. Sonra size sıkıntı dokunduğu zaman yalnız ona feryat edersiniz.

 (Sizde olan nimet Allah'tandır) yani size ne nimet ulaşmışsa Allah'tandır.

"Mâ” şart edatıdır ya da şart manasını içirmektedir, bu da haber bakımından böyledir, nimetin meydana gelmesi bakımından değil. Çünkü nimetin elde bulunması Allah'tan olduğunu haber vermeye sebeptir de ondan olmasına değil.

"Sonra size sıkıntı dokunduğu zaman yalnız ona yalvarırsınız” ondan başkasına niyaz etmezsiniz. Âyette geçen cuar duada veya yardım istemede sesi yükseltmektir.

54

Sonra o sıkıntıyı açtığı zaman, hemen içinizden bir grup Rablerine şirk koşarlar.

"Sonra sıkıntıyı sizden açtığı zaman, hemen içinizden bir grup” ki, onlar da kâfirlerinizdir "Rablerine şirk koşarlar” başkasına ibâdet etmekle. Bu da hitap genel olduğu takdirdedir. Eğer müşriklere özel olursa "min” beyaniye olur, sanki: O grup da sizsiniz, demiş gibi olur.

"Min"in bazı manasına olması da câizdir, o zaman bazıları itibar edilmiş olur, Meselâ:

"Onları karaya çıkardığı zaman içlerinden kimisi doğru yoldadır” (Lokman: 32) âyetinde olduğu gibi.

55

Kendilerine verdiklerimizi inkâr etmek için. Öyleyse (bir süre) faydalanın; yakında bilirsiniz.

"Kendilerine verdiklerimizi inkâr etmek için” sıkıntıyı kaldırma nimetini, sanki onlar şirkleriyle nimete nankörlük etmek istemişlerdir ya da onun Allah'tan olduğunu inkâr etmek istemişlerdir.

"Öyleyse bir süre faydalanın” bu da tehdit emridir,

"yakında bilirsiniz” en ağır tehdidini. Meçhul siygası ile "feyütemetteu” da okunmuştur ki, o zaman "liyekfuru"ya atfedilmiş olur. Buna göre emir lamının tehdit için gelen lâm, fe'nin de cevap için olması câiz olur.

56

Kendilerine rızık ettiğimiz şeylerden bilmeyenlere hisse ayırırlar. Allah'a yemin olsun ki, ettiğiniz iftiralardan mutlaka sorulacaksınız.

 (Bilmeyenlere ayırırlar) yani ilmi olmayan ilâhlarına verirler demektir, çünkü onlar cansızdırlar, o zaman zamir "mâ"ya gider ya da bilmediklerine verirler demektir, çünkü onlarda yanlış şeyler itikat ederler, Meselâ kendilerine fayda vermeleri ve şefaat etmeleri gibi. O zaman "mâ"ya giden "aid” hazfedilmiş olur ya da cahilliklerinden demektir ki, o zaman "mâ” mastariye olur,rilen kimseler de bilindiği için hazf edilmiş olur.

"Rızık ettiğimiz şeylerden hisse ayırırlar” ekinlerden ve davarlardan.

"Allah'a yemin olsun ki, ettiğiniz iftiradan mutlaka sorulacaksınız” onların ilâhlar olduğuna ve ibâdete lâyık bulunduklarına dâir iftiranızdan. Bu da onlar için tehdittir.

57

Allah'a kızları isnat ederler. Hâşâ, o münezzehtir. Candan istedikleri şeyi de kendilerine isnat ederler.

"Allah'a kızları isnat ederler” Huzaa ve Kinane kabileleri: Melekler Allah'ın kızlarıdır, derlerdi.

"Hâşâ” o sözlerinden Allah'ı tenzihtir yahut ona şaşmadır. (Candan istedikleri şey nlarındır) oğlan çocuklarını kast ediyor. yeştehun'da mübteda olarak Merfû' olmak da "benat"a atfederek mensûb olmak da câizdir. O zaman ca'l maddesi seçmek manasına alınmış olur. Bu da her ne kadar fâil ve mef'ûl zamirinin bir şeye gitmesine götürürse de ancak ma’tûfta câiz görülmesi uzak ihtimal değildir.

58

Onlardan biri kız çocuğu ile müjdelendiği zaman, öfke dolu olarak yüzü simsiyah kesilir.

"Onlardan birine kız çocuğu olduğu müjdesi verildiği zaman” doğduğu haberi verildiği zaman "yüzü kesilir” olur yahut gündüz boyu devam eder "simsiyah olarak” deprasyondan yahut insanlardan utandığından. Yüzün kararması üzülmekten ve hacaletten kinayedir.

"Öfke dolu olarak” karısına.

59

Verilen kötü müjde dolayısıyla toplumdan ayrılır. Onu zilletle tutacak mı yoksa onu toprağa mı gömecek? Bilin ki, hüküm verdikleri şey ne kötüdür!

"Toplumdan ayrılır” onlardan gizlenir "verilen kötü müjde dolayısıyla” örfen kötü sayılan müjde dolayısıyla.

"Onu zilletle tutacak mı?” onu terk etmek için kendi kendine konuşur ve düşünür (yoksa onu toprağa mı gömecek?) yoksa toprakta gizleyecek ve diri diri mi gömecektir? Zamirin müzekker olması lâfız itibarı iledir. İkisinde de müennes zamiri ile de okunmuştur.

"Bilin ki, hüküm verdikleri şey ne kötüdür!” Çünkü çocuktan münezzeh olan Allah'a yanlarındaki değeri bu olan şeyi isnat etmişlerdir.

60

Âhirete îman etmeyenler için kötü misal vardır. En yüce misal ise Allah'ındır. O, mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir.

"Âhirete îman etmeyenler için kötü misal vardır” kötü sıfat vardır, o da öleceğini çağırıp duran çocuğa ihtiyaçtır, erkek çocuk arzusudur, kızlardan hoşlanmamak ve fakirlik korkusu ile onları diri diri gömmektir.

"En yüce misal ise Allah'ındır” o da vâacibü’l-vücûd, mutlak zengin, eli tutulmaz cömert olup mahlukların sıfatlarına benzememesidir.

"O, mutlak gâlibtir, hikmet sâhibidir” sonsuz kudret ve üstün hikmet sâhibidir.

61

Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle sorumlu tutsa idi, yeryüzünde bir canlı bırakmazdı. Ancak onları belli bir süreye kadar tehir ediyor. Ecelleri geldiği zaman bir saat geri kalmazlar, ileri de gitmezler.

"Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle sorumlu tutsa idi” küfür ve isyanları ile "onun üzerinde bırakmazdı” yeryüzünde, zikri geçmediği hâlde onu zamirle ifade etmesi insanların veya canlıların ona delâlet etmesindendir. (Bir canlı) zulümlerinin uğursuzluğu yüzünden hiçbir canlı bırakmazdı. İbn Mes'ud radıyallahü anh şöyle buyurmuştur: Âdemoğlunun günahı veyahut bir hayvanın zulmü yüzünden neredeyse deliğindeki bokböceği helâk olur.

Şöyle de denilmiştir: Eğer babalar inkârları yüzünden helâk olsalardı, oğullar olmazdı.

"Ancak onları belli bir süreye kadar tehir ediyor” ömürleri için belirlediği veya azapları için tesbit ettiği süreye kadar erteliyor ki, doğup çoğalsınlar.

"Ecelleri geldiği zaman bir saat geri kalmazlar, ileri de gitmezler” bilâkis o zaman kesin olarak helâk olurlar ve azâp edilirler. Bütün insanlardan ve onlara zulüm isnadından hepsinin, hatta Peygamberlerin bile zâlim olmaları lâzım gelmez. Allah'ın salât ve selamı onların üzerine olsun. Çünkü aralarında yayıldığı kimseleri ve çoğunluğu murat etmek câizdir.

62

Hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a nispet ederler. Dilleri de, şüphesiz en güzeli kendilerinin diye yalan söyler. Şüphesiz onlar için ateş vardır ve şüphesiz onlar öncülerdir.

"Hoşlanmadıkları şeyleri Allah'a nispet ederler” kendileri için râzı olmadıkları şeyleri ki, o da kız çocukları, başkanlıkta ortaklar, gönderdikleri elçilerinin hafife alınması ve düşük malların verilmesidir.

"Dilleri de yalan söyler” o da "şüphesiz en güzeli kendilerinin” sözüdür yani Allah katında, Meselâ şunun gibi.

"Eğer Rabbime döndürülsem bile şüphesiz benim için onun yanında en güzeli vardır” (Fııssîlet: 50). Elkezbü de okunmuştur ki, kezub'un çoğuludur, elsine'nin sıfatıdır.

"Şüphesiz onlar için ateş vardır” bu da sözlerini reddir ve zıddını ispattır. (Şüphesiz onlar öncülerdir) bu da efrattuhu talebilmai deyiminden gelir ki, su aramada birini geçmektir. Nâfi' ra'nın kesri ile "mufritun” okumuştur ki, günahlarda ifrata kaçmaktır. Şedde ile meftuh olarak mufarratun da okunmuştur ki, bu da suyu aramada öne geçmektir. Meksûr olarak da okunmuştur ki, taatlarda kusur etmektir.

63

Allah'a yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik de şeytan onlara amellerini süsledi. Artık o, bugün onların velisidir. Ve onlar için pek acıklı bir azâp vardır.

"Allah'a yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik de şeytan onlara amellerini süsledi” onlar da çirkin amellerin üzerinde ısrar ettiler ve peygamberleri inkâr ettiler.

"Artık o, bugün onların velisidir” yani dünyada, gün demekle dünyanın bütün zamanları ifade edilmiştir ya da süslerken onların velisidir demektir ya da kıyâmet gününde demektir ki, geçmiş zamanın yahut gelecek zamanın hikayesi olur. Zamirin Kureyş'e gitmesi de câizdir yani şeytan geçmiş kâfirlere amellerim süsledi, o da bugün onların velisidir, onları aldatıyor ve azdırıyor. Ve zamirin Kureyş'e râci olup muzâf takdir edilmesi de câizdir yani fehüve veliyyü emsalihim (o gibilerin velisidir) demek olur. Veli kişinin nerede olursa olsun yakını demektir ya da yardımcıdır ki, en derin ifade ile yardımcıları yok demek olur.

"Ve onlar için pek acıklı bir azâp vardır” kıyâmet gününde.

64

Kitabı sana başka değil ancak ihtilâf ettikleri şeyi onlara açıklaman ve mü'min bir kavim için de hidâyet ve rahmet için indirdik.

"Kitabı sana başka değil onlara” insanlara "ihtilâf ettikleri şeyi açıklaman için indirdik” tevhîd, kader, âhiretin hâlleri ve fiillerin hükümleri gibi.

"Ve mü'min bir kavim için de hidâyet ve rahmet için indirdik” hüden ve rahmeten "litübeyyine"nin mahalline ma’tûfturlar, çünkü o ikisi kitabı indirenin fiilidirler, açıklamak ise öyle değildir (o peygamberin işidir).

65

Allah, gökten su indirdi de onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltti. Şüphesiz bunda dinleyen bir kavim için elbette bir ibret vardır.

"Allah gökten su indirdi de onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltti” kuruduktan sonra onda çeşitli ürünler bitirdi.

"Şüphesiz bunda dinleyen bir kavim için elbette bir ibret vardır” düşünerek ve insafla dinleyen için.

66

Şüphesiz sizin için hayvanlarda da elbette bir ibret vardır. Size onun karnındakinden fışkı ile kan arasından içenlerin boğazından kolay geçen hâlis süt içiriyoruz.

"Şüphesiz sizin için hayvanlarda bir ibret vardır” cahillikten ilme geçecek delâlet vardır. (Size onun karnındakinden içiriyoruz) ibreti anlatmak için yeni söz başıdır. Zamirin müzekker ve tekil kılınması lâfız itibarı iledir, Mü'minim sûresinde müennes kılınması da mana itibarı iledir. Çünkü En'âm ism-i cemidir, bunun içindir ki, Sîbeveyh onu ef'al kalıbındaki müfretlerden saymıştır, Meselâ ahlâk ve ekyas gibi. Kim de: O naam'in çoğuludur derse, zamiri ba'za gönderir. Çünkü süt hepsinden değil bazısından çıkar.

Ya da bir tanesine gönderir, çünkü ondan murat edilen cinstir. Nâfi', İbn Âmir, Ebû Bekir ve Ya'kûb burada ve Mü'minun sûresinde feth ile "neskıyküm” okumuşlardır.

"Fışkı ile kan arasından süt” çünkü o kanın parçacıklarından yaratılır, kan da dışkıda bulunan ince parçacıklardan oluşur ki, o da yenen ve hayvanın midesinde kısmen hazm olan yiyeceklerden oluşur. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Hayvan yem yiyip de midesinde piştiği zaman aşağısında ûşkı, ortasında süt, üstünde de kan oluşur. Eğer doğru ise belki de ortası sütün maddesidir, üstü de bedeni besleyen kanın maddesidir demek istemiştir. Çünkü o ikisi midede oluşmaz, bilâkis karaciğer midede hazım olan yemin özünü çeker, geriye posası kalır ki, o da fışkıdır. Sonra onu ikinci kez hazım olacak kadar bir daha tutar, onunla beraber su ile ilgili dört karışım meydana gelir. Ayırıcı güç su ile ilgili maddeyi ihtiyaç fazlası olarak sevda ile safradan ayırır ve onu böbreğe, öde ve dalağa gönderir. Sonra da kalanı ihtiyaca göre organlara taksim eder, o da her birine ilim ve hikmet sâhibi Allah'ın takdirine uygun olarak yeteri kadar akar. Sonra eğer hayvan dişi ise karışım gıdasına göre artar, çünkü soğukluk ve rutubet onun mizacım istila etmiştir. O zaman artan önce çocuk için rahime gider. Çocuk rahimden ayrılırsa o artık miktar yahut bir kısmı memelere gider. Memenin beyaz etsi bezelerine karıştığı için ak süt olur. Kim Allahü teâlâ'nın yaptığı dört karışımı, sütleri, miktarlarının hazırlanmasını, kanallarım, onları meydana getiren sebepleri ve her vakit onlarda tasarruf eden kuvvetleri düşünürse, onun mükemmel hikmetini ve sonsuz rahmetini ikrar etmeye mecbur kalır. Birinci "min” ba'z manasınadır, çünkü süt karmlarındakinin bir kısmından olur, ikincisi de iptidaiyedir, Meselâ: Sekaytü minel havzı (havuzdan içtim) gibi. Zira fışkı ile kan arasında içirme işinin ondan başladığı bir yer vardır. İkinci min neskıyküm'e mütaalliktir ya da lebenen'den hâl’dir, nekire olduğu ve ibret konusunun o olduğuna dikkat çekmek için ondan önce gelmiştir.

"Hâlis” saf, içinde kanın rengi, fışkının kokusu bulunmayan demektir ya da çıkış yerinin dar olması sebebiyle kesif parçacıklardan arındırılmış demektir. (İçenlerin boğazından kolay geçen) şedde ile "seyyiğan” ve hafif olarak (seyğan) da okunmuştur.

67

Hurmanın ve üzümün meyvelerinden, ondan içki ve güzel bir rızık edinirsiniz. Şüphesiz bunda aklını çalıştıran bir kavim için mutlak bir âyet (ibret) vardır.

 (Hurmanın ve üzümün meyvelerinden) bu da mahzûfa mütealliktir yani size hurma ve üzümün şırasından içiriyoruz, demektir. (Ondan içki edinirsiniz) içirmeyi açıklamak için yeni söz başıdır ya da tettehizune'ye mütealliktir,

"minhü” de te'kit için zarfın tekrarıdır yahut sıfatı tettehizune olan mahzûfun haberidir, yani vemin semeratin nahili velanabi semeren tettehizune minhü demektir. Her iki mülahazaya göre zamirin müzekker olması mahzûf olan asîr'a muzâf olmasındandır ya da semerat semer manasınadır. Seker ise mastardır, içkiye ad olmuştur.

"Ve güzel bir rızık” kuru hurma, kuru üzüm, pekmez ve sirke gibi. Âyet eğer içki yasağından önce ise içkinin mekruh olduğunu göstermektedir, eğer sonra ise itabı da minneti de içine almaktadır. Seker'in hurma şırası olduğu da söylenmiştir. Yiyecek olduğu da söylenmiştir. Şâir şöyle demiştir:

Saygı değer kimselerin namusunu seker (yiyecek) yaptın.

Yani onların ırzlarını meze gibi kullandın, demek istiyor. Açlığı önleyen de denilmiştir ki, set manasına sekr'den gelir. O zaman rızık da parasından meydana gelen şey lur.

"Şüphesiz bunda akhm çalıştıran bir kavim için mutlaka bir âyet vardır” âyetlere bakarak akıllarını çalıştıranlar için demektir.

68

Rabbin arıya,

"dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurduğu çardaklardan evler edin” diye variyetti.

 (Rabbin arıya vahyetti) onlara ilham etti, kalplerine attı. İki fetha ile "ilen nehâli” de okunmuştur,

"enittehizi” bienittehizi demektir (en mastariyedir). "En"in müfessire olması da câizdir, çünkü vahyetmede söyleme manası vardır. Zamirin müennes olması mana itibarı iledir, çünkü nahl müzekkerdir.

"Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurduğu çardaklardan". Bazı manasına min kullanmıştır, çünkü bütün dağlara, bütün ağaçlara, bütün asma veya çatılara ve her yere yuva yapmaz. Bal üretmek için yaptığı şeye ev denilmesi, insanın evine benzetildiği içindir. Çünkü onda öyle güzel sanat ve öyle doğru taksim vardır ki, usta mühendisler ancak aletlerle ve ince araştırmalarla yapabilirler. Belki de buna dikkat çekmek için onu zikretmiştir. Ye'den dolayı be'nin kesri ile "biyuten” de okunmuştur. İbn Âmir ile Ebû Bekir ra'nın kesri ile "yarişun” okumuşlardır.

69

"Sonra bütün meyvelerden ye; Rabbinin yoluna kolaylaştırılmış olarak git". Onların karınlarından renkleri farklı şerbetler çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir kavim için elbette bir âyet vardır.

"Sonra bütün meyvelerden ye” iştahının çektiği acı ve tatlı bütün meyvelerden.

"Feslükiy” yediğini gönder "Rabbinin yollarına” orada kudreti ile acı çiçeği tatlı bala çevirecek içindeki yollarına demektir ya da bal yapmak için Allah'ın sana ilham ettiği yollara git, demektir ya da yuvana dönmek için "Rabbinin yollarına git” demektir ki, senin için engelli de karışık da değildir.

"Zülülen” zelul'un çoğuludur ki, o da sübül'den hâl’dir yani Allah'ın sana hor ettiği ve sana kolaylaştırdığı yollara demektir.

Ya da "feslükiy"deki zamirden hâl’dir yani sen emrolunduğun şeye hor ve itâatkâr kılınmış olarak git demektir.

"Onların karınlarından çıkar” arılara hitaptan insanlara dönüldü, çünkü nimet verilen onlardır. Arıyı yaratmaktan ve ona ilhamdan maksat insanlardır.

"Şarabun” şerbet yani bal çıkar, çünkü o da içilecek şeydir. Arı çiçekleri ve kokulu yaprakları yer, o da karnında bala dönüşür, sonra da onu kışa saklamak için kusar diyenler bunu delil getirmişlerdir. Kim de arılar ağızlarıyla yaprakların ve çiçeklerin üzerine çisinti hâlinde düşen küçük tatlı parçacıklarını yer, saklamak için onları evlerine koyar; o biriktirdiği şey de çok olursa ona bal denir demişse, karınlarını ağızlarıyla tefsir etmiş olur.

"Renkleri farklı” beyaz, sarı, kırmızı ve siyah, bu da arının yaşma ve mevsime göre olur.

"Onda insanlar için şifa vardır” ya doğrudan şifadır, Meselâ balgamlı hastalıklarda olduğu gibi ya da dolaylı olur, Meselâ diğer hastalıklarda olduğu gibi. Çünkü balın karışmadığı macun pek azdır. Üstelik şifanın nekire oluşu buna işâret etmektedir. Tenvinin ta'zîm için olması da câizdir. Katade'den rivâyet edilmiştir: Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e bir adam geldi: Kardeşim karnından şikayet ediyor, dedi. O da: Ona bal şerbeti içir, dedi. Gitti, bir müdet sonra geri döndü: İçirdik, faydası olmadı, dedi. O da: Git ona bal şerbeti içir, Allah doğru söyledi, kardeşinin karnı yalan söyledi, dedi. Gitti içirdi, Allahü teâlâ da ona şifa verdi, o da bağı çözülmüş gibi iyileşti. Zamirin Kur'ân'a ya da Allah'ın arıdan bahsettiği şeylere gittiği de söylenmiştir.

"Şüphesiz bunda düşünen bir kavim için elbette bir âyet vardır” çünkü kim arıya özel olarak bu ince ilimlerin ve acayip fiillerin verildiğini hakkı ile düşünürse, bunun güç ve hikmet sâhibi Allah'ın ilhamı ve ona sürüklemesi ile olduğunu kesin olarak anlar.

70

Allah sizi yarattı, sonra sizi öldürür. İçinizden kimi ömrün en reziline döndürülür ki, ilminden sonra bir şey bilmesin. Şüphesiz Allah, her şeyi bilen, her şeye gücü yetendir.

"Allah sizi yarattı, sonra sizi öldürür” farklı ecellerle,

"içinizden kimi ömrün en reziline döndürülür” en hasisine ki, o da ihtiyarlıktır, o akim ve gücün azalmasında çocukluğa benzer. Bunun doksan beş yaşı olduğu söylenmiştir. Yetmiş beş diyenler de vardır.

"Ki ilminden sonra bir şey bilmesin” unutmada ve kötü anlamada çocukluk hâline benzer bir hâle dönüşsün.

"Şüphesiz Allah, pekiyi bilendir” ömürlerin miktarlarını "her şeye gücü yetendir” dinç ve hareketli genci öldürür, yaşlı pir faniyi bırakır. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, ecellerin farklı oluşu ancak bünyelerini kuran ve mizaçlarını belli bir miktara göre düzenleyen güçlü ve hikmet sâhibi birinin takdiri iledir. Eğer bu tabiatın gereği olsa idi farklılık bu dereceye varmazdı.

71

Allah rızıkta bazınızı bazınıza üstün kıldı. Üstün kılınanlar sağ ellerinin sahip olduklarına rızıklarını verici değiller. Onlar onda eşittirler. Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar?

"Allah rızıkta bazınızı bazınıza üstün kıldı” kiminiz zengin, kiminiz fakirdir, kiminiz efendidir; kendilerinin ve başkalarının da rızıklarını temin ederler, kiminiz de köledir ki, hâlleri bunun tersinedir.

"Üstün kılınanlar sağ ellerinin sahip olduklarına (kölelerine) "rızıklarını verici değiller” onlara ancak Allah’ın kendi ellerine teslim ettiğini iade ederler. (Onlar bunda eşittirler) efendiler de köleler de Allah'ın vermesinde eşittirler (hepsine veren Allah'tır). Bu cümle geçen menfi cümlenin lazımıdır ya da onu tesbit etmektedir. Cevap yerinde olması da câizdir, sanki şöyle denilmiştir: Üstün kılınanlar rızıklarını kölelerine verici değiller ki, onda eşit olsunlar. Kaldı ki, bu, müşrikler için red ve inkârdır; çünkü onlar bazı mahluklarını Allah'a ortak ederler; kölelerinin ise Allah'ın verdiği nimette kendilerine ortak olmasına râzı olmazlar, onlarla eşitliği kabul etmezler.

"Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar?” ona ortaklar edinmekle, zira bu Allah'ın onlara verdiği bazı şeyleri kendilerine nisbet etmeyi gerektirir ve bunun Allah katından olduğunu inkâr ederler.

Ya da şu cihetle ki, onlar Allah'ın onlara açıklamakla nimet olarak verdiği şeyi inkâr etmişlerdir.

"Efebinimetillahi"deki be İnkârın küfür manasını içermesinden dolayıdır. Ebû Bekir ise te ile "techadun” okumuştur, çünkü Allahü teâlâ:

"Halekaküm ve faddale badaküm” buyurmuştur.

72

Allah size kendinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar verdi. Size temiz şeylerden rızık etti. Bâtıla îman edip Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar?

"Allah size kendinizden eşler yarattı” yani kendi cinsinizden demektir ki, onlara ısınasınız ve sizin gibi evladınız olsun. Bunun Havva'nın Âdem'den yaratılması olduğu da söylenmiştir.

"Size eşlerinizden oğullar ve torunlar verdi” torunlar çocuğun çocuğudur ya da kızlar demektir. Çünkü hafid hizmete koşan demektir, kızlar ise evde tam manasıyla hizmet ederler. Onların damatlar olduğu da söylenmiştir. Üvey kızlar olduğu da söylenmiştir. Onlardan bizzat oğlan çocuklarını murat etmek de câizdir, atıf ise sıfatlar farklı olduğu içindir.

"Size temiz şeylerden rızık etti” lezzetli şeylerden yahut helallerden demektir.

"Min” de tebîz içindir, çünkü dünyada rızık edilenler onlardan birer örnektir.

"Bâtıla mı îman ediyorlar?” o da putların onlara fayda vereceğidir ya da temiz şeylerden kendilerine haramlar olduğuna mı inanıyorlar, Meselâ bahire ve şaibe gibi.

"Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar” nimeti putlara isnat etmekle yahut Allah'ın helâl ettiğini harâm etmekle. Sılanın fiilden önce gelmesi ya nimete önem vermek içindir ya da mübalağa için tahsisi akla getirmek içindir ya da âyet sonlarının tutması içindir.

73

Allah'tan başka kendileri için göklerden veya yerlerden hiçbir rızıka, hiçbir şeye sahip olmayan ve güç yetiremeyen şeylere ibâdet ediyorlar.

"Allah'tan başka kendileri için göklerden ve yerden hiçbir rızıka, hiçbir şeye sahip olmayan şeylere ibâdet ediyorlar” yağmur ve bitki gibi. Rızıkan'ı eğer mastar kabul edersen, şey'en onunla mensûb olur yoksa ondan bedel olur.

"Ve güç yetiremeyen şeylere” ona sahip olamayana yahut hiç gücü olmayana demektir. Burada zamirin cemi yapılıp "mala yemlikü"de tekil yapılması "mâ"nın âlihet manasında tekil olmasındandır. Zamirin kâfirlere dönmesi de câizdir yani onların gücü yetmez, üstelik onlar diridirler, bazı şeylerde tasarruf ederler, artık cansızlar nasıl güç yetirir?

74

Allah'a misaller getirmeyin. Şüphesiz Allah, bilir, siz bilmezsiniz.

"Allah'a misaller getirmeyin” ona şirk koşacağınız yahut kıyas edeceğiniz misaller getirmeyin. Çünkü misal getirmek, bir hâli bir hâle benzetmektir.

"Şüphesiz Allah, bilir". Kral'ın kullarına ibâdet ona ibâdetten daha saygılıdır diye bozuk kıyasınızı bilir ve Allah, yaptığınız şeylerdeki büyük cürmü de bilir.

"Siz ise bilmezsiniz” bunu, eğer bilmiş olsaydınız buna cüret edemezdiniz. Bu da yasağın gerekçesidir ya da o eşyanın gerçeğini bilir, siz ise onu bilemezsiniz. Öyleyse onun nasları karşısında kendi görüşlerinizi bırakın. Bundan şunu da murat etmek câizdir: Allah'a misal getirmeyin; çünkü o nasıl misal getirileceğini bilir, siz ise bilemezsiniz. Sonra kendine ve kendinden başka ibâdet edilen şeylere nasıl misal getirileceğini öğretti ve şöyle dedi:

75

Allah; hiçbir şeye gücü yetmeyen köle bir kul ile kendisine bizden güzel bir rızık verdiğimiz; onun da ondan gizli ve açık harcadığı bir kimseyi misal verdi. Hiç bunlar eşit olur mu? Övgü Allah'ındır. Hayır, onların çoğu bilmezler.

"Allah; hiçbir şeye gücü yetmeyen köle bir kul ile kendisine bizden güzel bir rızık verdiğimiz; onun da ondan gizli ve açık harcadığı bir kimseyi misal verdi. Hiç bunlar eşit olur mu?

Şirk koşulan şeylere doğrudan tasarruf (hareket) yapamayan köleyi misal getirdi, kendine de Allah'ın çok mal verdiği ve ondan istediği gibi harcayan hür kimseyi misal verdi. O ikisinin cinsiyette ve yaratılmışlıkta ortak olmalarıyla birlikte eşit olmamalarını en aciz mahluklar olan putlarla gerçek zengin ve mutlak kâdir Allah'ın eşit olamayacaklarına delil getirdi. Bunun başarısız kafirle başarılı mü'mine misal olduğu da söylenmiştir. Kulun kölelikle nitelenmesi onu hürden ayırmak içindir, çünkü hür de bir kuldur. Gücünün yetmemesi de mükâtep ve izinli köleden ayırmak içindir. Onu mal sâhibi olana alternatif göstermesi de kölenin mülk sâhibi olamayacağına delildir. Men edatını abd'e uyması için mevsûfe kabul etmek daha uygun görünüyor.

"Yestevun"da zamirin cemi yapılması da iki cinse ait olmasındadır, çünkü mana şöyledir: Hürlerle köleler bir olur mu?

"Övgü Allah'a mahsustur” bütün övgüler onundur, çünkü başkası onu hak edemez, kaldı ki, ibâdeti hak etsin. Zira bütün nimetlerin sâhibi odur.

"Hayır, onların çoğu bilmezler” o sebeple onun nimetini başkalarına isnat eder ve onlara taparlar.

76

Allah iki adamı misal verdi: Birisi dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez ve o, efendisine yüktür. Onu nereye gönderse, hayır getirmez. Bununla, adaleti emreden ve doğru yolda olan eşit olur mu?

"Allah iki adamı misal verdi: Birisi dilsizdir” ahres doğmuştur, anlamaz da anlaşılmaz da.

"Hiçbir şeye gücü yetmez” sanat ve tedbir gibi, zira aklı eksiktir "ve efendisine yüktür” işini gören kimseye ağırlıktır. (Onu nereye gönderse) efendisi onu bir işe gönderse. Meçhul siygası ile "yüveccehü” de okunmuştur, yeteveccehü manasına yüveccihü de okunmuştur. Meselâ: Eynema üveccihü elka sa'den (nereye dönsem Sa'd ile karşılaşıyorum) gibi. Mâzi kalıbı ile teveccehe de okunmuştur.

"Hayır getirmez” başarı ve yeterlik sağlamaz.

"Bununla, adaleti emreden eşit olur mu?” anlayan, bülbül gibi şakıyan, yeterliği olan, doğru yolda giden ve bütün faziletleri içine alan adalete teşvik etmekle insanlara fayda veren kimse bir olur mu?

"O, doğru yoldadır” o aynı zamanda doğru yoldadır, neyi hedeflese münasip bir gayretle onu elde eder. O dört sıfatı bu iki nitelikle karşılaştırması bu ikinin onlara tam karşılık olmasındandır. Bu da Allahü teâlâ'nın kendisi ve putlar için getirdiği ikinci misaldir, bunu da aralarında ortaklık olmadığını bildirmek için vermiştir.

Ya da mü'minle kâfir için getirdiği bir misaldir.

77

Göklerin ve yerin gaybi Allah'a aittir. Kıyametin işi ancak göz kırpma gibidir yahut daha yakındır. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir.

"Göklerin ve yerin gaybi Allah'a aittir” onun ilmi ona hâstır, ondan başkası bilmez. O da o ikisinde kullardan gâip olan şeylerdir, bunlar hissedilen şeyler değildir, hissedilen şeyin gösterdiği cinsten de değildir. Bunun kıyâmet günü olduğu da söylenmiştir, çünkü o gök ve yer halkı için gâiptir.

"Kıyametin işi ancak göz kırma gibidir” göz kapağının yukarıdan aşağıya inmesi gibidir.

Ya da daha yakındır” bunun yarısı kadar zaman içinde hatta başladığı anda olur; Allahü teâlâ mahlukatı bir defada diriltir. Bir defa da olan da bir anda olur.

"Ev” edâtı seçme içindir ya da bel (hayır) manasınadır. Bunun

manası şöyledir de denilmiştir: Kıyametin kopması ne kadar gecikse de o Allah katında insanların göz kırpması demeleri gibidir ya da mübalağa için bundan daha yakındır.

"Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir” halkı aşama aşama yaratmaya kâdir olduğu gibi bir seferde de yaratmaya kâdirdir. Sonra kudretini gösterip şöyle dedi:

78

Allah sizi analarınızın karınlarından hiçbir şey bilmez olarak çıkardı. Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi ki, şükredesiniz.

 (Allah sizi analarınızın karnından çıkardı). Kisâî hemzenin kesri ile (immehatiküm) okumuştur ki, bu da bir lügattir ya da mâkabline uyum sağlamak içindir. Hamze ise hemzenin ve mimin kesri ile okumuştur, he de "ihrak"taki gibi zâittir.

"Hiçbir şey bilmiyordunuz” cansızlar gibi bilgiden yoksun idiniz.

"Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi” onunla bilgi öğreneceğiniz araçlar ve duyular verdi, bu sayede eşyanın özünü anlar, hissin tekrarı ile eşyalar arasında farkı ayırt edersiniz. Sonunda gerçek bilgiye ulaşır, tecrübe sonunda ilim kazanma yollarını öğrenirsiniz.

"ki, şükredesiniz” Allah'ın aşamalı olarak verdiği nimetleri anlar da onlara şükredersiniz.

79

Göğün boşluğunda amade kılınmış kuşlara bakmadılar mı? Onları ancak Allah tutuyor. Şüphesiz bunda îman eden bir toplum için gerçekten ibretler vardır.

 (Kuşlara bakmadılar mı?) İbn Âmir, Hamze ve Ya'kûb te ile (terev) okumuşlardır ki, bu genele hitap olur. (Emre amade olarak) Allah'ın onlara verdiği kanatlar ve diğer kolaylaştırıcı sebeplerle uçmaya uygun hâle getirilmişlerdir.

"Göğün (havanın) boşluğunda” yerden uzak havada.

"Onları tutmuyor” orada "ancak Allah tutuyor” çünkü gövdelerinin ağırlığı yere düşmelerini gerektirir; üstten askı da yoktur, alttan da destek yoktur.

"Şüphesiz bunda gerçekten ibretler vardır” kuşların uçmaya uygun hâle getirilmelerinde; çünkü onlara uçma imkanı vermiş, hava boşluğunu buna müsait kılmış, tabiata aykırı olarak onları havada tutmuştur "îman eden bir toplum için” çünkü bundan yararlanacak olanlar onlardır.

80

Allah size evlerinizden dinlenme yeri kıldı ve sizin için hayvan derilerinden göç gününüzde ve ikamet gününüzde hafif bulacağınız evler kıldı. Onların yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından da döşemelikler ve bir zamana kadar kullanılacak şeyler verdi.

"Allah size evlerinizden dinlenme yeri verdi” ikamet zamanlarında oturacağınız evler verdi; Meselâ taştan ve kerpiçten yapılan meskenler gibi. Seken feal veznindedir, mef'ûl manasınadır.

"Ve sizin için hayvan derilerinden evler kıldı” deriden kubbe gibi çatılan çadırlar verdi. Bunun yapağıdan, yünden ve kıldan yapılanları da içine alması câizdir, çünkü onlar da deri üzerindedir, onlara da deriden demek doğru olur.

"Onları hafif bulursunuz” onları taşımayı ve nakletmeyi hafif bulursunuz "göç günlerinizde” sefer hâlinde "ve ikamet günlerinizde” onları kurduğunuz zaman yahut hazarda veyahut konakladığınız zaman. Hicaz'lı iki kurra (Nâfi' ile İbn Kesîr) ve Basra'lı iki kurra (Ebû Amr ile Ya'kûb) feth ile (zaaniküm) okumuşlardır.

"Onların yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından” yün koyuna, yapağı deveye, kıl da keçiye aittir. Bu üçüncü onların zamirlerine muzâf kılınması onlardan parça olmasındandır.

"Esasen” giyecek ve döşemelik "ve meatan” ticaret eşyası "bir süreye kadar” bir zamana kadar. Çünkü bunlar sağlam olduğu için uzun süre dayanır ya da ölümünüze kadar yahut ihtiyaçlarınızı görünceye kadar demektir.

81

Allah sizin için, yarattığı şeylerden gölgeler kıldı. Sizin için dağlardan barınaklar kıldı. Sizin için sıcaktan koruyacak gömlekler ve sizi savaşınızdan koruyacak gömlekler kıldı. Allah size nimetlerini böyle tamamlar ki, teslimiyet gösteresiniz.

"Allah sizin için yarattığı şeylerden kıldı” ağaçlardan, dağlardan, binalardan ve diğerlerinden "gölgeler” onunla güneşin sıcağından korunursunuz.

"Sizin için dağlardan barınaklar kıldı” dinleneceğiniz yerler ki, mağaralar, kayadan yontma evlerdir. Eknan kinn'in çoğuludur.

"Sizin için gömlekler kıldı” yünden, ketenden, pamuktan vesaireden giysiler kıldı "sizi sıcaktan koruyacak” sıcağı özellikle zikretmesi zıddını (soğuğu da akla) getirdiği içindir ya da onlara göre sıcaktan korunmak daha önemlidir.

"Sizi savaşınızdan koruyacak gömlekler kıldı” yani zırhlar, yarım zırhlar (cevşenler) kıldı. Burada geçen sirbal bütün giyecekleri içine alır. (Bunun gibi) geçen nimetleri tamamladığı gibi "size de nimetlerini tamamlar ki, teslimiyet gösteresiniz” onun nimetlerine bakar da ona îman edersiniz yahut hükmüne râzı olursunuz,

"teslemun” da okunmuştur ki, selametten gelir yani şükreder ve azaptan kurtulursunuz yahut onlara bakarsınız da şirkten kurtulursunuz. Zırhları giymekle yaralanmaktan kurtulursunuz da denilmiştir.

82

Eğer yüz çevirirseniz, sana ancak apaçık tebliğ etmek düşer.

"Eğer yüz çevirirlerse” yan çizerler de kabul etmezlerse "sana ancak apaçık tebliğ düşer” bu sana zarar vermez, çünkü senin görevin tebliğ etmektir, onu da ettin. Bu da sebebi (tebliği) sonucun (cezanın) yerine koyma kabilindendir.

83

Allah'ın nimetini bilirler, sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfirlerdir.

"Allah'ın nimetini bilirler” yani müşrikler Allah'ın onlara saydığı ve diğer nimetleri bilirler, çünkü onları ve onların Allah'tan olduğunu ikrar ederler "sonra da onları inkâr ederler” nimeti verenden başkasına ibâdet etmekle ve: Bunlar ilâhlarımızın şefaati veya başka bir sebepledir demeleri veyahut haklarını eda etmek istememeleri ile.

Şöyle de denilmiştir: Allah'ın nimeti Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'dir; onu mu'cizelerle tanıdılar, sonra da inatlarından inkâr ettiler.

"Sümme"nin manası nimeti tanıdıktan sonra inkâr etmelerini akla uzak göstermektir.

"Onların çoğu kâfirlerdir” inadına inkâr edenlerdir. Çoğu zikretmesi ya bazılarının akıl eksikliğinden veya bakma kusurundan veyahut mükellef olmadığı için delille muhatap olmadığından hakkı tanımamasındandır ya da ekser için hükm-ü kül olmasındandır, Meselâ "hayır, çokları bilmezler” (Nahi: 75) âyetinde olduğu gibi.

84

Hatırla o günü ki, her ümmetten bir şâhit göndereceğiz. Sonra kâfirlere izin verilmez ve onlardan rızalık istenilmez.

"Hatırla o günü ki, her ümmetten bir şâhit göndereceğiz” o da o ümmetin peygamberidir, onların lehine ve aleyhine îman ve küfürle şahitlik edecektir.

"Sonra kâfirlere izin verilmez” özür dilemeleri için, çünkü özürleri yoktur.

Şöyle de denilmiştir: Dünyaya dönmek için.

"Sümme” edâtı özür dilemekten şiddetle men edilmeleri dolayısıyla onları saracak şeyin fazlalığını göstermek içindir. Çünkü peygamberlerin onların aleyhine şahitlik etmeleriyle belâları artmakla ümitleri tamamen kesilecektir. (Onlardan rızalık istenmez) bu da utba'dan geliyor ki, rıza demektir.

"Yevme” de mahzûf ile mensûbtur, takdiri şöyledir: Üzkür ya da havvifhüm ya da yahiku bihim yahikü (onları kuşatan kuşatır).

85

Zâlimler azâbı gördükleri zaman onlardan hafifletilmeyecek de onlara süre verilmeyecek de.

"Ve izâ reellezine zalemul azabe” kavlinin nasb durumu da böyledir. Cehennem azabını gördükleri zaman demektir.

"Onlardan hafifletilmez” yani azâp "onlara süre verilmez de” mühlet verilmez de.

86

Şirk koşanlar ortaklarını gördükleri zaman: Ey Rabbimiz, bunlar bizim senden başka ibâdet ettiğimiz ortaklar imizdir, derler; onlar da şu sözü atarlar: Şüphesiz sizler elbette yalancılarsınız.

"Şirk koşanlar ortaklarını gördükleri zaman” ortakları saydıkları putlarını yahut küfre zorlamakla onlara ortak olan şeytanları "ey Rabbimiz, bunlar bizim senden başka ibâdet ettiğimiz ortaklarımızdır, derler” taptığımız yahut itâat ettiğimiz ortaklarımızdır. Bu da kendilerinin bu hususta hatalı olduklarını itiraftır ya da azaplarını yarıya indirmek için ricadır.

"Onlar da şu sözü atarlar: Şüphesiz sizler elbette yalancılarsınız” yani Allah'a ortak olduklarını yalanlamakla cevap verirler ya da kendilerine gerçekten tapmamakla cevap verirler. Çünkü onlar ancak keyiflerine tapmışlardır.

"Hayır, tapmalarını inkâr edecekler” (Meryem: 82) âyeti gibi. Allahü teâlâ’nın o zaman putları konuşturması imkânsız değildir.

Ya da onları küfre sürüklediklerini ve ona zorladıklarını inkâr edeceklerdir, tıpkı şu âyet gibi:

"Benim sizin üzerinizde bir yetkim yoktu, ancak ben sizi davet ettim; siz de icabet ettiniz” (İbrâhîm: 22).

87

O gün teslimiyeti, Allah'a bıraktılar. Uydurdukları şeyler de onlardan kayboldu.

"O gün (zâlimler) teslimiyeti Allah'a attılar” dünyada kibir gösterdikten sonra hükmüne teslim oldular (teslim bayrağını çektiler). "Uydurdukları şeyler de onlardan kayboldu” zâyi ve bâtıl oldu, uydurdukları da ilâhlarının onlara yardım ve şefaat edeceğidir; bu da onları yalanlayıp onlardan el çektikleri zaman olacaktır.

88

Onlar ki, kâfir oldular ve Allah’ın yolundan çevirdiler. Biz de bozgunculuk etmeleri yüzünden azâp azâp üstüne azaplarını artırdık.

"Onlar ki, kâfir oldular ve Allah’ın yolundan çevirdiler” İslâm'dan men etmek ve küfre sürüklemekle "biz de azaplarını artırdık” insanları Allah'ın yolundan çevirdikleri için "azâp azâp üstüne” küfürleri ile hak ettikleri azâp üstüne.

"Bozgunculuk etmeleri yüzünden” ve insanları Allah yolundan çevirmeleri yüzünden.

89

Hatırla o günü ki, her ümmetten üzerlerine kendilerinden bir şâhit göndereceğiz ve seni de onların üzerine şâhit getirdik. Sana kitabı her şeyi açıklamak, Müslümanlar için de hidâyet, rahmet ve müjde için indirdik".

"Hatırla o günü ki, her ümmetten üzerlerine kendilerinden bir şâhit göndereceğiz” yani peygamberlerini demektir, çünkü her ümmetin peygamberi kendilerinden gönderilmiştir.

"Seni de getirdik” ey Muhammed,

"onların üzerine” ümmetinin üzerine "bir şâhit". "Sana kitabı indirdik” yeni söz başıdır ya da gizli "kad” ile hâl’dir.

"Tibyanen” özlü bir açıklama olarak "her şeyi” din işlerinden olan her şeyi geniş olarak ya da sünnet veya kıyasa havale ederek kısaca açıklamak için,

"hidâyet ve rahmet olarak” herkes için, mahrum olan kendi kusurundan dolayı mahrum olur "ve Müslümanlar için müjde olarak” sırf onlara hâs olarak.

90

Şüphesiz Allah, adaleti, iyiliği ve akrabalara vermeyi emreder ve hayasızlığı, kötülüğü ve taşkınlığı men eder ki, tutarsınız diye size öğüt verir.

"Şüphesiz Allah, adaleti emreder” işlerin ortasını bulmayı; bu da itikat yönünden olur, Meselâ Allah'ı işlevsiz bırakma ile şirk arasında tevhid ve sırf cebircilikle kadercilik arasında kesb (işi yapma) gibi. Amel bakımından da ortasını bulmayı emreder, Meselâ tembellikle ruhbanlığın ortasında vacipleri yapma gibi; ahlâk bakımından da cimrilikle savurganlık arasında cömertlik gibi. (İyiliği) taatları iyi yapmayı emreder; o da nicelik bakımından olabilir, nafileleri yapmak gibi ve nitelik bakımından olabilir, Meselâ Efendimiz aleyhisselâm’ın şu sözü gibi: İhsan Allah'ı görür gibi ibâdet etmektir, sen onu görmesen de o seni görür.

"Akrabaya vermeyi” yakınlara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder. Bu da mübalağa için genellemeden sonra özetlemedir.

"Hayasızlığı men eder” aşırı derecede şehvet gücünün arkasına düşmek, Meselâ zina gibi. Çünkü o insanlık hâllerinin en çirkini ve iğrencidir. (Kötülüğü) bu da öfke gücünü harekete geçirerek toplum tarafından beğenilmeyen bir şeydir.

"Taşkınlığı” insanlara tepeden bakmayı ve onlara karşı zor kullanmayı. Çünkü bu da şeytanlık olup vehim gücünün gereğidir. İnsanda ne zaman bir kötülük bulunsa bu üç güçten birinin aracılığı ile bu kısımlardan meydana gelir. Bunun içindir ki, İbn Mes'ud radıyallahü anh şöyle buyurmuştur: Kur'ân'da iyiliği ve kötülüğü en iyi toplayan bu âyettir. Bu âyet Osman bin Maz'un'un Müslüman olmasına sebep olmuştur. Eğer Kur'ân'da bundan başka âyet olmasa idi her şeyi açıkladığı ve âlemler için hidâyet ve rahmet olduğu doğru olurdu. Belki de bunun "sana kitabı indirdik” kavlinden sonra gelmesi buna dikkat çekmek içindir.

"Size öğüt veriyor” emir ve yasakla, hayır ve şerri ayırmakla "ki, düşünürsünüz diye” öğüt alırsınız.

91

Anlaştığınız zaman Allah'ın sözünü yerine getirin. Yeminleri sağlamlaştırdıktan sonra bozmayın. Halbuki Allah'ı üzerinize kefil kıldınız. Şüphesiz Allah, yaptığınız şeyleri bilir.

"Allah'ın sözünü yerine getirin” yani Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e İslâm için biatinizi yerine getirin, çünkü Allahü teâlâ:

"Şüphesiz sana biat edenler ancak Allah'a biat etmişlerdir” (Fetih: 10) buyurmuştur. Bu, yerine getirilmesi gereken her emirdir de denilmiştir ki,

"anlaştığınız” ifadesi buna uygun düşmez. Adaktır da denilmiştir, Allah'a îmandır da denilmiştir.

"Yeminleri bozmayın” biat yeminlerini yahut mutlak yeminleri (sağlamlaştırdıktan sonra) Allah'ın adını anarak pekiştirdikten sonra. Vâv'ı hemzeye kalb ederek ekke'de de bundan gelir.

"Halbuki Allah'ı üzerinize kefil kıldınız” o biate şâhit kıldınız, çünkü kefil üzerine aldığı şeye riayet eder ve onu denetler.

"Şüphesiz Allah, yaptığınız şeyleri bilir” yemin ve anlaşmaları bozmada yaptıklarınızı.

92

Kuvvetle eğirdiğini çözüntü hâlinde bozan (kadın) gibi olmayın. Bir topluluk bir topluluktan daha çok olsun diye yeminlerinizi aranızda bir hile konusu ediniyorsunuz. Allah ancak onunla sizi smıyor.Ve ihtilâf ettiğiniz şeyi kıyâmet gününde size elbette açıklayacak.

"Sağlamca eğirdiğini bozan (söken) kadın gibi olmayın” burada geçen ğazl mastardır, mef'ûl manasınadır, (sağlamca eğirdiğini) bu da nakadat ğazleha'ya mütealliktir, sağlamca eğirdikten sonra demektir. (Çözüntü hâlinde) katlarım sökerek çözüntü hâline getiren gibi demektir.

"Enkâs” niks'in çoğuludur, ğazleha'dan hâl’dir ya da nakadat’ın ikinci mef'ûlüdür. Çünkü o, sayyeret (çevirdiği) demektir. Bundan maksat da yemini bozan bu gibilere benzetmektir.

Şöyle de denilmiştir: Bu Rayta bin Sa'd adında bir kadındır, Kureyş'in İbn Teym kulundandır; biraz ahmaktı, böyle yapardı. (Yeminlerinizi aranızda fesat konusu ediniyorsunuz). Bu da "vela tekunu"daki zamirden yahut haber yerine düşen harfi çerden hâl’dir, yani vela tekunu müteşebbihine bimreteetin Hâza şanuha müttehizi eymanikim mefsedeten ve dehalen beyneküm (yeminlerinizi aranızda fesat konusu yaparak durumu böyle olan kadın gibi olmayın) demektir.

"Bir topluluk bir topluluktan (malca) daha çok olsun diye” bir cemâat diğer cemâatten sayıca veya malca daha çok olsun diye.

Mana da şöyledir: Siz çok olduğunuz ve onlar az oldukları ya da düşmanları çok ve kuvvetleri az olduğu için bir toplulukla yaptığınız anlaşmayı bozmayın. Meselâ Kureyş kavmi gibi ki, onlar müttefiklerinin düşmanlarında kuvvet gördükleri zaman onlarla olan anlaşmalarını bozar, düşmanları ile anlaşırlardı. (Allah ancak sizi onunla sınıyor) zamirin ümmete gitmesi câizdir, çünkü o mastar manasınadır yani daha çok olmanızla sizi sınıyor; Allah'ın ve Resûlünün sözünü yerine getiriyor musunuz yoksa Kureyş'in çokluğuna ve güçlerine ve mü'minlerin azlık ve zayıflıklarına aldanıyor musunuz? Zamir'in erba'ya gittiği veya yemine riayet etmeye gittiği de söylenmiştir.

"Ve ihtilâf ettiğiniz şeyi kıyâmet gününde size elbette açıklayacak” sizi amellerinize göre sevap veya azapla cezalandırdığı zaman.

93

Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Ancak dilediğini saptırır ve dilediğini hidâyete erdirir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorulacaksınız.

"Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet yapardı” İslâm üzerinde ittifak eden bir ümmet "ancak dilediğini saptırır” başarısız kılmakla "dilediğini hidâyete erdirir” muvaffak kılmakla.

"Yaptıklarınızdan mutlaka sorulacaksınız” bu da paylama ve cezalandırma sorusudur.

94

Yeminlerinizi aranızda fesat mevzuu edinmeyin; sonra sebatından sonra ayaklar kayar ve Allah’ın yolundan çevirdiğiniz İçin kötülüğü tadarsınız. Ve sizin için büyük bir azâp vardır.

"Yeminlerinizi aranızda fesat mevzuu edinmeyin” bu da zımnî olarak yasak ettikten sonra yasaklanan şeyin çirkinliğini te'kit etmek ve abartmak için açık olarak yasaklamaktır. (Sonra ayak kayar) İslâm'ın geniş yolundan "sebat ettikten sonra” o yolun üzerinde, maksat ayaklar demektir. Tek ve nekire kılınması şuna delâlet etmek içindir ki, bir ayağın kayması büyük bir şeydir, artık çok ayak kayarsa nasıl olur?

"Ve kötülüğü tadarsınız” dünyada azâbı demektir "Allah yolundan çevirdiğiniz için” vefadan çevirmekle yahut başkalarını ondan çevirmekle. Çünkü kim biati bozar ve dinden dönerse başkalarına örnek olmuş olur.

"Ve sizin için büyük bir azâp vardır” âhirette.

95

Allah'ın sözünü az bir pahaya satmayın. Gerçekten Allah katındaki şey, eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.

"Allah'ın sözünü satmayın” Allah'ın sözünü ve Peygamberin biatini değiştirmeyin "az bir pahaya” az bir şeye karşılık, o da Kureyş'in zayıf Müslümanlara ettikleri vaatlar ve dinden dönmek için koştukları şartlardır.

"Gerçekten Allah katındaki şey” zafer, dünyada ganimet ve âhirette sevap "sizin için daha hayırlıdır” onların vaat ettikleri şeylerden,

"eğer bilirseniz” eğer ilim ehlinden ve iyiyi kötüyü ayıranlardan iseniz.

96

Sizin yanınızdaki biter, Allah'ın yanındaki ise bakidir. Sabredenlere mükâfatlarını yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.

"Sizin yanınızdaki” dünya malları "biter” tükenir "Allah'ın yanındaki ise” rahmet hazinelerindekiler "bakidir” bitmez, bu da geçen hükmün gerekçesidir ve cennet nimetinin baki olduğuna delildir.

"Sabredenlere mükâfatlarını mutlaka vereceğiz” ihtiyaçlara ve kâfirlerin eziyetlerine sabredenlere yahut tekliflerin zorluklarına dayananlara demektir. İbn Kesîr ile Âsım nûn ile (velenecziyennehüm) okumuşlardır.

"Yaptıklarının en güzeli ile” yapılması tercih edilenle vereceğiz, Meselâ vacipler ve menduplar gibi ya da amellerinin en güzel karşılığı ile demektir.

97

Erkekten veya kadından kim mü'min olarak iyi bir şey yaparsa, ona elbette hoş bir hayat yaşatacağız ve onlara mükâfatlarını yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.

"Erkek veya kadından kim iyi bir şey yaparsa” iki nev'i beyan etmesi tahsisi kaldırmak içindir.

"Mü'min olarak” çünkü sevabı hak etmede kâfirlerin ameline itibar yoktur. Ona karşı sadece beklenen, azabın hafifle tüme sidir.

"Ona elbette hoş bir hayat yaşatacağız” dünyada güzel bir hayat yaşar; çünkü eğer zengin ise açıktır; eğer fakir ise yaşamı kanaat, kısmete rıza ve âhirette mükâfat beklemekle hoş olur. Kâfir ise öyle değildir; eğer fakir ise açıktır, eğer zengin ise hırs ve elden kaçırma korkusu ona mutlu bir hayat yaşatmaz. Bunun âhirette olacağı da söylenmiştir.

"Ve onlara mükâfatlarını yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz” yaptıkları taatın.

98

Kur'ân okuduğun zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.

"Kur'ân okuduğun zaman” okumak istediğin zaman, Meselâ "namaza kalktığınız zaman” (Maide: 6) âyeti gibi,

"kovulmuş şeytandan Allah'a sığın” seni onun vesveselerinden korumasını iste, sana okumada vesvese vermesin. Cumhur bunun müstahap olduğu görüşündedir. Bunda şuna delil vardır ki, namaz kılan her rekatta Eûzü çeker, çünkü bir şarta bağlı hüküm kıyasa göre onun tekrarı ile tekerrür eder. Bunun iyi amelden ve ona edilen vaatten sonra zikredilmesi, okuma sırasında Eûzü çekmenin de bu türden olduğunu akla getirir. İbn Mes'ud radıyallahü anh şöyle buyurmuştur: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e Kur'ân okudum, Eûzü billahis semiil alimi mineş şeytanir recim dedim, bana: Eûzü billahi mineş şeytanir recim, dememi söyledi ve Cebrâîl bana Kalem'den, Levh-i Mahfûz'dan böyle okuttu, dedi.

99

Şüphe yok ki, onun îman edenler ve Rablerine güvenenler üzerinde bir gücü yoktur.

"Şüphe yok ki, onun gücü yoktur” otorite ve yetkisi yoktur "îman edenler ve Rablerine güvenenler üzerinde” ona inanan ve tevekkül eden mü'minler üzerinde; çünkü onun emirlerini dinlemez ve vesveselerini kabul etmezler. Ancak nadiren ve gaflet anlarında böyle şey labilir. Bunun içindir ki, Eûzü çekmeleri emredilmiştir. Eûzü emrinden sonra otoritesinden bahsedilmesi onun herkes için geçerli bir yetkisinin olduğu akla gelmemesi içindir.

100

Onun gücü ancak onu veli edinenler ve onu (Allah'a) şirk koşanlar üzerindedir.

"Onun gücü ancak onu veli bilenler” onu seven ve ona itâat edenler "ve onu Allah'a şirk koşanlar üzerinedir” ya da şeytanın sebebiyle şirk koşanlar üzerinedir.

101

Eğer biz bir Âyetin yerine başka bir âyeti değiştirirsek - ki, Allah indirdiği şeyi daha iyi bilir - "sen ancak bir iftiracısın” derler. Hayır, onların çoğu bilmezler.

"Eğer biz bir Âyetin yerine başka bir âyeti değiştirirsek” nesh eder de nasihi lâfzan veya hükmen mensuhun yerine geçirirsek "ki, Allah indirdiği şeyi daha iyi bilir” ondaki maslahatları, çünkü bir vakitte maslahat olan şey sonra mefsedet (zararlı) olabilir ve o zaman maslahat olmayan bir şey şimdi maslahat olabilir; o sebeple onun yerine geçirir. İbn Kesîr ile Ebû Amr şeddesiz olarak "yünzilü” okumuşlardır.

"Derler” yani kâfirler "sen ancak bir iftiracısın” Allah'a yalan uyduruyorsun, bir şeyi emrediyor, sonra fikir değiştiyor, onu men ediyorsun. Bu cümle "izâ"nın cevabıdır,

"Allah indirdiğini daha iyi bilir” de kâfirleri paylamak ve dayanaklarının çürük olduğunu bildirmek için ara cümledir. Hâl olması da câizdir.

"Hayır, onların çoğu bilmezler” hükümlerin hikmetini, yanlışı doğrudan ayıramazlar.

102

De ki: Onu Kutsal Rûh, îman edenleri sağlamlaştırmak ve Müslümanlara da hidâyet ve müjde olmak için hak ile indirdi.

"De ki: Onu Kutsal Rûh indirdi” yani Cebrâîl aleyhisselâm indirdi. Rûhun temiz manasına olan kudse izafeti hatimül cud (cömert Hatim) türünden (mevsûfun sıfata izafeti kabilinden)dir. İbn Kesîr sükûn ile (Kuds) okumuştur.

"Yünezzilü” ve "nezzelehu” kalıplarında da Kur'ân'ın maslahat icabı ve değişim gereği olarak azar azar indirildiğine dikkat çekmek içindir.

"Hak ile indirmiştir” hikmetle indirmiştir.

"Îman edenleri sağlamlaştırmak için” onun Allah kelâmı olduğu ve nasihi işitip de ondaki maslahat ve hikmeti düşündükleri zaman inançları sağlamlaşır ve kalpleri huzur bulur.

"Ve Müslümanlara da hidâyet ve müjde olmak için” kararına râzı olanlar için.

"Hüden ve büşren” "liyüsebbite"nin mahalline ma’tûftur yani tesbiten ve hidâyeten ve işareten demektir. Bunda başkaları için de bunun zıddına gönderme vardır. Şeddesiz olarak "liyüsbite” de okunmuştur.

103

Yemin olsun ki, onların: Ona ancak bir beşer öğretiyor, dediklerini biliyoruz. Ona nispet ettiklerinin dili yabancı, bu ise apaçık Arapça bir dildir.

"Yemin olsun ki, onların: Ona ancak bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz". Bundan Amir bin Hadrami'nin kölesi Cebr Rumi'yi kast ediyorlar.

Şöyle de denilmiştir: Cebr ile Yesar Mekke'de kılıç yaparlardı, Tevrat ile İncil'i okurlardı. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem onlara uğrar ve okuduklarını dinlerdi.

Şöyle de denilmiştir: Huveytıb bin Abdülüzza'nın kölesi Müslüman olmuştu, kitapları okurdu. Bunun Selman Farisi olduğu da söylenmiştir.

"Ona nispet ettiklerinin dili yabancıdır” yanlış olarak sözünü aktardıkları adamın dili yabancıdır. Yülhidune lahadel kabre deyiminden gelir ki, kabir kazarken kıbleye doğru girinti kazmaktır. Hamze ile Kisâî ye'nin ve ha'nın fethi ile "yelhadune” okumuşlardır. Yabancı dil açık olmayan demektir.

"Bu” Kur'ân ise "apaçık Arapça bir dildir” duru ve fasihtir. Bu iki cümle onların dil uzatmalarını iptal için yeni söz başlarıdır, takriri iki türlü olabilir, birincisi şöyledir: Ondan duyduğu yabancı dildir, onu o da anlamaz, siz de anlamazsınız. Kur'ân ise Arapça'dır, onu az bir düşünme ile anlarsınız. Öyleyse ondan nasıl almış olabilir?

İkincisi, diyelim ki, onun kelâmını işitmekle manasını anladı, ancak ondan lâfzan almış değildir. Çünkü o yabancıdır, bu ise Arapça'dır. Kur'ân ise mana itibarı ile muciz olduğu gibi lâfız itibarı ile de mucizdir. Kaldı ki, Kur'ân'daki birçok ilimler ancak usta bir öğretmene uzun süre çıraklık etmekle öğrenilir. Durum böyle olunca bütün bunları bir sokak adamı olan bir köleden tesadüfen duyduğu yabancı ve manasını bilmediği kelimelerden nasıl öğrenmiş olabilir? Onların Kur'ân'a böyle tutarsız itirazları onların gayet aciz olduklarını gösterir.

104

Şüphesiz Allah,'ın âyetlerine îman etmeyenler var ya, Allah onlara hidâyet etmez ve onlar için acıklı bir azâp vardır.

"Şüphesiz Allah,'ın âyetlerine îman etmeyenler var yaonların Allah katından olduğunu tasdik etmeyenler var ya "Allah onları hidâyet etmez” hakka yahut kurtuluş yoluna. Cennete de denilmiştir.

"Onlar için acıklı bir azâp vardır” âhirette. Şüphelerini izale ettikten, Kur'ân'a dil uzatmalarını reddettikten sonra onları tehdit etti, sonra da işi ters çevirip şöyle dedi:

105

Yalanı ancak Allah'ın âyetlerine îman etmeyenler uydurur. İşte onlar yalancıların ta kendileridir.

"Yalanı ancak Allah'ın âyetlerine îman etmeyen uydurur” çünkü onlar kendilerini bundan çevirecek bir azaptan korkmazlar, böyle bir korkuları yoktur.

"İşte onlar” kâfirlere yahut Kureyş'e işarettir "yalancıların ta kendileridir” gerçek yalancılardır ya da yalanda zirveye çıkanlardır. Çünkü Allah'ın âyetlerini yalanlamak ve onlara bu hurafelerle dil uzatmak yalanın en büyüğüdür.

Ya da yalanı adet hâline getirenlerdir ki, onları ondan ne din ne de insanlık çevirir ya da "sen iftiracısın” (Nahl: 101) ve "ona ancak bir insan öğretiyor” (Nahl: 103) sözlerinde yalan uyduranlardır.

106

Kim îmanından sonra Allah'ı inkâr eder, ancak bundan zorlandığı hâlde kalbi îmanla rahat olan müstesnadır, fakat küfre göğüs açarsa, işte onlara Allah'tan bir gazap vardır. Ve onlar için büyük bir azâp vardır,

 (Kim îmanından sonra Allah'ı inkâr ederse) bu da "Ellezîne lâ yü'minune"den bedeldir, ikisinin arasındaki de itiraziye cümlesidir ya da "ülâike"den veyahut "elkâzibun"dan bedeldir.

Yahut mübteda’dır, haberi mahzûftur,

"fealeyhim gadabun” ona işâret etmektedir. Zem ile mensûb olması "men"in şartiye olup cevabın mahzûf olması da câizdir.

"Ancak bundan zorlanan müstesnadır” iftiraya yahut küfür kelimesini söylemeye. Bu da istisnai muttasıldır, çünkü küfür lügat olarak sözü de akdi de içine alır, Meselâ îman kelimesi gibi.

"Kalbi îmanla rahat olan müstesnadır” inancı değişmeyen. Bunda îmanın kalp ile tasdik olduğuna delil vardır.

"Fakat zorlama karşısında küfre göğüs gererse” ona itikat eder ve ondan gönlü hoş olursa "işte onlara Allah'tan bir gazap vardır ve onlar için büyük bir azâp vardır” çünkü onun suçundan büyüğü yoktur.

Rivâyete göre Kureyş Ammar'ı, ebeveyni Yasir ile Sümeyye'yi dinden döndürmek için zorladı. Sümeyye'yi iki devenin arasına bağladılar, avret yerine bir mızrak sapladılar: Sen erkekler için Müslüman oldun, dediler, öldürdüler. Kocası Yasir'i de öldürdüler. O ikisi İslâm'da ilk öldürülendir. Ammar ise zor altında onların istediğini yaptı: Ya Resûlallah, Ammar kâfir oldu, dediler. O da: Hayır, Ammar tepesinden tırnağına kadar îmanla doludur. Îman onun etine ve kanma karışmıştır, dedi. Ammar, ağlayarak Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e geldi; Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem gözyaşlarını silmeye başladı ve: Ne oluyor, sana aynısını yaparlarsa sen de aynısını söyle, dedi. Bu da zor altında küfür kelimesini söylemenin câiz olduğunu gösterir. Gerçi dini azîz kılmak için söylememek daha iyidir, nitekim ebeveyni de öyle yaptılar. Zira

rivâyete göre Müseyleme iki adamı yakaladı, birine:

"Muhammed hakkında ne dersin?” dedi. O da: Allah'ın Resûlüdür, dedi.

"Benim hakkımda ne dersin?” dedi. O da: Sen de, dedi. Onu serbest bıraktı. Ötekisine:

"Muhammed hakkında ne dersin?” dedi. O da; Allah'ın Resûlüdür, dedi.

"Benim hakkımda ne dersin?” dedi. O da: Duymuyorum, dedi, üç kere tekrar etti, o da cevabı tekrar etti, o da onu öldürdü. Bu, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ulaştı:

Birincisi Allah'ın iznini kullandı, ikincisi ise hakkı çatır çatır söyledi, onu tebrik ederim, dedi.

107

Çünkü onlar dünyahayatını âhirete tercih ettiler. Şüphesiz Allah, kâfirler kavmine hidâyet etmez.

 (Bu) îmandan sonra küfre yahut tehdide işarettir "çünkü onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler. Şüphesiz Allah, kâfirler kavmine hidâyet etmez” ilminde kâfir olup da îman etmeyenlere hidâyet etmez ve onları sapıklıktan korumaz.

108

İşte Allah onların kalplerine, kulaklarına ve gözlerine mühür vurmuştur. İşte onlar gâfillerin ta kendileridir.

"İşte Allah onların kalplerine, kulaklarına ve gözlerine mühür basmıştır” artık hakkı idrak edemez ve onun üzerinde düşünemezler.

"İşte onlar gâfillerin ta kendileridir” onlar kendilerinden istenen şeyin farkında değillerdir, çünkü mevcut durum onları akibetlerinden gâfil kılmıştır.

109

Şüphe yoktur ki, gerçekten onlar âhirette ziyan edenlerin ta kendileridir.

"Şüphe yoktur ki, gerçekten onlar âhirette ziyan edenlerin ta kendileridir” çünkü ömürlerini zâyi ettiler ve onları ebedî azaba götürecek şeye harcadılar.

110

 Sonra gerçekten Rabbin işkence gördükten sonra hicret edenler, sonra da cihâd ve sabredenler için, şüphesiz Rabbin bunun ardından elbette çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

"Sonra gerçekten Rabbin işkence gördükten sonra hicret edenler için” Ammar radıyallahü teâlâ anh gibi azâp görenler için velayet ve yardım hazırlamıştır.

"Sümme” edâtı bunlarla onların arasında geniş fark olduğunu bildirmek içindir. İbn Âmir feth ile fetenu okumuştur ki, mü'minlere azâp ettikten sonra demek olur Meselâ Hadrami gibi ki, kölesi Cebr'i zorladı, o da dîninden döndü. Sonra ikisi de Müslüman olup hicret ettiler.

"Sonra da cihâd ve sabredenler için” cihada ve çektikleri zorluklara sabredenler için "şüphesiz Rabbin bunun ardından” hicretin, cihadın ve sabrın ardından "elbette çok bağışlayıcıdır” daha önce yaptıklarını ve "çok merhametlidir” sonradan yaptıklarına karşılık olarak onlara nimet vericidir.

111

 O gün her nefis gelir kendisi için mücadele eder. Her nefse yaptığı tam verilir ve onlara zulmedilmez.

 (O gün her nefis gelir) bu da "rahîm” ile yahut "üzkür” ile mensûbtur "kendisi için mücadele eder” zâtını savunur ve onu halas etmek için gayret eder, başkasını düşünmez: (Ben kendimi isterim) der.

"Her nefse yaptığı tam verilir” yaptığının karşılığı "ve onlara zulmedilmez” hakları kısılmaz.

112

 Allah bir kenti misal verdi: Bu güvenli, huzurlu idi. Ona rtzıkı her yerden bol bol gelirdi. Derken Allah'ın nimetlerine nankörlük etti; Allah da ona (halkının) yaptıkları yüzünden açlık ve korku elbisesini tattırdı / giydirdi.

"Allah bir kenti misal verdi” onu şu durumdaki her kavme misal getirdi: Allah onlara nimet verdi, nimet de onları şımarttı; Allah da o sebeple üzerlerine azâp indirdi ya da Mekke için misal getirdi.

"Bu, güvenli idi” korkudan endişeleri yoktu "ona rızıkı geliyordu” gıdaları "bol bol, her yerden” bütün çevresinden. (O da Allah'ın nimetlerine nankörlük etti) en'um nimetin çoğuludur. Bunda te dikkate alınmamıştır, Meselâ dir' ve edrü gibi ya da nu'm'un çoğuludur, Meselâ bu's ve eb'üs gibi.

"Allah da ona açlık ve korku elbisesini tattırdı” tattırmak zararın eserini idrak etmek için, giydirmek de onları bürüyen açlık ve korku için istiare edilmiştir. Müstearlehe nazaran ona tattırmak tabirini kullanmıştır, Meselâ Şâir Küseyyir'in şu beyti gibi:

Giysisi boylayıcıdır (boldur), gülümseyince,

Rehin mal kurtarılmaz olur (ikram kesinleşir).

Şâir ridayı iyilik için istiara etmiştir, rida nasıl üzerine atıldığı şeyi korursa, iyilik de yapanın namusunu korur. Ona (ridaya) ğamr boylama sıfatını vermiştir, aslında o iyiliğin ve ihsanın sıfatıdır, ridanın sıfatı değildir, bunda müstearünleh nazar-ı dikkate alınmıştır. Bazen müstear dikkate alınır, Meselâ şurada olduğu gibi:

Abdiamr ridamı almak için benimle çekişiyor,

Ey Amr bin Bekr'li kardeş, ağır ol;

Sağ elimle tuttuğum yarısı benimdir,

Al öteki yarısı da senin olsun, başına sar.

Ridayı kılıç için istiare etmiştir. Müstear için de "i'tecere” (örtüyü başına kabaca sarmayı) kullanmıştır (kılıcı elimden almaya çalışıyor; kılıcımın yarısı sağ elimdedir; yarısı da tepene inecektir). "Yaptıkları yüzünden".

113

 Yemin olsun ki, onlara içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Derken o zâlimleri azâp yakaladı.

"Yemin olsun ki, onlara içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar” Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i kast ediyor. Zamir Mekke halkına râcidir, onların misalini zikrettikten sonra onları anlatmaya döndü.

"Derken o zâlimleri azâp yakaladı” zulme karışırken demektir, azâp da başlarına gelen şiddetli kıtlıktır ya da Bedir savaşıdır.

114

 Allah'ın size rızık ettiği şeyden helâl u hoş olarak yiyin ve eğer ona ibâdet ediyorsanız Allah'ın nimetine şükredin.

"Allah'ın size rızık ettiği şeylerden helâl u hoş olarak yiyin". Onlara helâl ettiği şeylerden yemelerini ve verdiği nimetlere şükretmelerini emretti, daha önce de onları küfürden men etmiş ve onları zikrettiği temsil ve başlarına gelen azapla tehdit etmişti. Bunu da yaptıkları cahiliye işlerinden ve bozuk yollarından çevirmek için yapmıştı.

"Ona ibâdet ediyorsanız Allah'ın nimetine şükredin” eğer ona itâat ediyor yahut ilâhlara ibâdet etmekle Allah'a ibâdet ettiğiniz iddiası doğru ise.

115

 Allah size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasına kesilen hayvani harâm etti. Kim darda kalırsa, saldırmadan, haddi aşmadan (ondan yiyebilir). Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

"Sîze ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasına kesileni harâm etti. Kim darda kalırsa, saldırmadan, haddi aşmadan (ondan yiyebilir). Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir". Onlara helâl ettiklerini yemelerini emrettikten sonra haramlarını saydı ki, gerisinin helâl olduğu bilinsin, Sonra da bunu keyiflerine uyarak helâl ve haram etmekten men ederek te'kit için şöyle dedi:

116

 Dillerinizin nitelediği şeyler için Allah'a yalan uydurmak üzere:

"Bu helâldır, bu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah,'a yalan uyduranlar iflâh olmazlar.

"Dillerinizin nitelediği şeyler için: Bu helâldır, bu haramdır, demeyin". Nitekim şöyle demişlerdi:

"Bu davarların karnındakiler erkeklerimize hâstır” (En'âm: 139). Sözün akışı ve cümlenin innema edâtı ile başlatılmasi harâmların bu dört cinsle sınırlı olduğunu gösterir. Ancak başka delille ispat edilenler hariç, Meselâ canavarlar ve evcil merkepler gibi.

"Kezibe"nin mensûb olması "latekulu” iledir,

"Hâza halalun ve Hâza haramun” da ondan bedeldir ya da kavl maddesi gizleyerek tasıfü'ye mütealliktir yani latekulul kezibe lima tasıfuhu elsinetiküm fetekulu Hâza halalun ve Hâza haramun demektir.

Ya da "latekulu"nûn mef'ûlüdür. Kezib de tasıfu ile mensûbtur,

"mâ” da mastariyedir yani latekulu Hâza halalun ve Hâza haramun livasfi elsinetikümül kezibe demektir yani delil olmaksızın sırf dillerinizle söyleyerek bazı şeyleri helâl ve haram yapmayın. Dillerini yalanla nitelemek konuşmalarının yalan olduğunu mübalağa etmek içindir. Sanki gerçek yalan meçhul idi de dilleri onu bu sözleriyle niteledi ve tanıttı. Bunun içindir ki, bu tabir fasih kelâm sayılmıştır, Meselâ şunun gibi: Yüzü güzelliğini niteliyor, gözü de sihri niteliyor.

"Mîmma"dan bedel olarak cer ile "elkezibi” de okunmuştur.

"Küzüb” de okunmuştur ki, kezubun çoğuludur ya da ref ile küzabun okunmuştur ki, elsine'nin sıfatı olur. Zem üzere nasb ile elkezebe okunmuştur ya da elkelimel kevazibe (lima tasıfu elsinetükümülkelimelkevazibe) manasınadır.

"Allah'a yalan uydurmak için” bu da maksat içermeyen bir illettir.

"Şüphesiz Allah,'a yalan uyduranlar iflâh olmazlar” iftira eden bir şeylere ulaşmak için iftira ettiğinden başarı şanslarının olmadığını bildirdi, bunu da şu sözü ile açıkladı:

117

Bu az bir menfaattir. Onlar için acıklı bir azâp vardır.

"Bu az bir menfaattir” uğruna iftira ettikleri şey az bir yararlanmadır ya da içinde bulundukları şey az bir menfaattir, yakında kesilir.

"Onlar için acıklı bir azâp vardır” âhirette.

118

 Yahûdîlere de daha önce sana anlattıklarımızi harâm ettik. Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı.

"Yahûdîlere de daha önce sana anlattığımızi harâm ettik” En'âm sûresinde "Yahûdîlere bütün tırnaklılari harâm ettik” (En'âm: 146) ayetini kast ediyor.

"Min kablu” "harranına” yahut "kasasna"ya mütealliktir.

"Biz onlara zulmetmedik” haram kılmakla "ancak onlar kendilerine zulmediyorlardı” çünkü ceza alacak şeyleri yapmışlardı. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, onlara haram edilenle başkalarına haram edilen arasında fark vardır; çünkü o, zarardan dolayı olabileceği gibi ceza için de olabilir.

119

 Sonra Rabbin bilmeden kötülük işleyenler, sonra da bunun ardından tevbe edip hâllerini ıslah edenler için, şüphesiz Rabbin bundan sonra elbette çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

"Sonra Rabbin bilmeden kötülük edenler için” cehalet sebebiyle yahut cehaletle ilişkili olarak demektir, böyle anlaşılmalıdır ki, Allah'ı ve azabını tanımamayı ve şehvet baskısından dolayı tedbir almamayı içersin. Kötülük de Allah'a iftirayı da başkasını da içine alır.

"Sonra da bunun ardından tevbe edip nefislerini ıslah edenler için, şüphesiz bunun ardından” tevbenin ardından "elbette çok bağışlayıcıdır” o kötülüğü,

"çok merhametlidir” tevbeye sevap verir.

120

 Şüphesiz İbrâhîm Allah'a itâatkâr muvahhit bir ümmet idi, müşriklerden değildi.

"Şüphesiz İbrâhîm bir ümmet idi” çünkü o kadar kemal sâhibi idi ve o kadar faziletleri toplamıştı ki, ancak çok sayıda tek tek şahıslarda bulunabilir, şairin dediği gibi.

Allah için imkânsız değildir;

Âlemi bir kişide toplamak.

O; muvahhitlerin başı ve hakikati arayanların önderidir. Müşriklerle mücadele etti, onların sapık mezheplerini, karşı konulmaz delillerle iptal etti. Bunun içindir ki, arkasından müşriklerin şirk, peygamberliğe dil uzatma ve helali harâm etme gibi saçmalıklarını zikretti.

Ya da ümmet olması tek mü'min olup insanların kâfir olmasındandır.

Şöyle de denilmiştir: Ümmet fü'let veznindedir, mef'ûl manasınadır, ruhlet ve nuhbet gibi, bu da emmehu fiilinden gelir, niyet etmek ya da uymak manasınadır. Çünkü insanlar istifade etmek için ona gelir ve davranışlarını taklit ederlerdi, zira Allahü teâlâ:

"Seni insanlara imâm yapacağım” (Bakara: 124) buyurmuştur.

"Allah'a itâatkâr idi” muti idi, emirlerini yerine getirirdi "hanifen” bâtıldan uzak idi.

"Müşriklerden değildi". Nitekim öyle iddia etmişlerdir. Çünkü Kureyş İbrâhîm dini üzerinde olduklarını iddia ederlerdi, Allah'ın salât ve selamı onun üzerine olsun.

121

 Onun nimetlerine şükreden biri idi. (Allah da) onu seçti ve onu doğru yola iletti.

 (Onun nimetlerine şükreden biri idi) en'um kullanarak cemi kıllet vezninde söylemesi şuna dikkat çekmek içindir ki, o, az bir nimetin şükrünü aksatmazdı, kaldı ki, çok olursa.

"Onu seçti” peygamberlik için "ve onu doğru yola iletti” Allah'a davette.

122

 Ona dünyada iyilik verdi. Şüphesiz o, âhirette de elbette iyilerdendir.

"Ona dünyada iyilik verdik” onu bütün insanlara sevdirdi, öyle ki, ona sahip çıkmayan ve onu methetmeyen bir din mensubu yoktur. Ona iyi evlatlar, uzun ömür, bol rızık ve itâat verdi.

"O, âhirette de iyilerdendir” cennet halkındandır, nitekim bunu istemiş "beni iyilere kat” (Bakara: 101) demişti.

123

 Sonra sana:

"Bir muvahhit olarak İbrâhîm dinine tâbi ol. O, müşriklerden değildi” diye vahyettik.

 (Sonra sana vahyettik, ey Muhammed) sümme ta'zîm ve şuna dikkat çekmek içindir ki, İbrâhîm aleyhisselâm'a verilen en büyük şey Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in onun dinine tâbi olmasıdır ya da günlerinin daha sonra olması içindir.

"Bir muvahhit olarak İbrâhîm dinine tâbi ol, diye” tevhidte, ona itidalle davet etmede, arka arkaya delil getirmede ve herkesle anlayışına göre mücadele etmede tâbi ol diye.

"O müşriklerden değildi” bilâkis muvahhitlerin önderi idi.

124

 Cumartesi tatili ancak o hususta ihtilâf edenlere (farz) kılındı. Şüphesiz Rabbin kıyâmet gününde onların ihtilâf ettikleri şeyde mutlaka hükmedecektir.

"Cumartesi tatili ancak farz kılındı” ona ta'zîm etmek ve onu ibâdet için ayırmak "onda ihtilâf edenlere” yani peygamberleri üzerinde ihtilâf edenlere ki, onlar da Yahûdî'lerdir. Mûsa aleyhisselâm onlara Cuma günü ibâdete çekilmelerini emretti, onlarsa içlerinden bir bölük hariç kabul etmediler ve: Biz Cumartesini istiyoruz, çünkü Allahü teâlâ yeri ve gökleri yaratmayı o günde bitirdi, dediler. Allah da Cumartesini başlarına sardı ve işi onlara zorlaştırdı. Bunun

manası şöyledir de denilmiştir: Cumartesi tatilinin vebali yani suretlerinin değiştirilmesi, onda ihtilâf edenlere yazıldı. Onlar da onda bazen av avlamak, bazen de onu haram etmekle onda ihtilâf ettiler ve onda hile yaptılar. Burada zikredilmeleri müşrikleri tehdit içindir Meselâ Allah'ın nimetlerine nankörlük eden şehir halkı gibi.

"Şüphesiz Rabbin kıyâmet gününde onların ihtilâf ettikleri şeyde mutlaka hükmedecektir” o ihtilaflarına ceza vermekle yahut itiraz edenlerle saygı gösterenlerden her birine hak ettiklerini vermekle.

125

 Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğüt ile davet et ve onlarla en güzeli ile tartış. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. O, doğru olanları da en iyi bilendir.

"Davet et” kendilerine gönderildiğin kimseleri "Rabbinin yoluna” İslâm'a "hikmetle” muhkem sözle, o da hakkı açığa çıkaran ve şüpheyi izale eden delildir.

"Güzel öğütle” ikna edici hitaplarla faydalı ibretlerle.

Birincisi ümmetin gerçekleri arayan seçkinleri içindir, ikincisi de halk tabakasını davet içindir.

"Onlarla tartış” inat edenlerle "en güzel şeyle” en güzel metotla ki, o da yumuşak, kırmadan, kolay yolu ve en iyi bilinen öncülleri kullanmaktır. Çünkü bu onların ateşini dindirmede ve kötülüklerini ortaya çıkarmada daha yararlıdır.

"Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir” yani sana ancak tebliğ ve davet düşmektedir. hidâyetin, sapıklığın ve bunlardan dolayı cezanın meydana gelmesi ise sana değildir; bilâkis sapıkları da saldırganları da çok iyi bilen Allah'adır. Yaptıklarının karşılığını verecek olan odur.

126

 Eğer birilerini cezalandırırsanız, cezalandırıldığınız şeyin misli ile cezalandırın. Eğer sabrederseniz şüphesiz o, sabredenler için daha hayırlıdır.

"Eğer birilerini cezalandırırsanız, cezalandırıldığınız şeyin misli ile cezalandırın” onlara daveti emredip de yollarını açıklayınca ona ve tarafını tutanlara, delil getirirken muhalefet etmemeye ve adalete riayet etmeye işâret etti. Çünkü davet mücadelesiz olmaz; adetlere ters düşer, hoşa giden şeyleri bırakmayı, geçmişlerin dinine lâf atmayı ve onlara küfür ve sapıklık isnadını içerir.

Şöyle de denilmiştir: Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz amcası Hamza'ya işkence yapıldığını görünce, Allah'a yemin ederim ki, eğer onları elime geçirirsem senin yerine yetmiş tanesine işkence ederim diye yemin etti. Âyet bunun üzerine indi, o da yemininin kefaretini verdi. Bunda şuna delil vardır ki, kısas yapan kimse caniye misliyle kısas yapar, onu geçme hakkı yoktur. Affa da "eğer ceza verirseniz” diyerek üstü kapalı ve "eğer sabrederseniz o,” sabır "sabredenler için daha hayırlıdır” diyerek açıkça teşvik etti. Sonra bu emri Resûlü sallallahü aleyhi ve sellem'e açıkça bildirdi. Çünkü o, buna insanların en layıkıdır, zira Allah'ı daha çok bilmekte ve ona güvenmektedir ve şöyle dedi.

127

 Sabret. Sabrın ancak Allah'ın tevfîki iledir. Onlara üzülme ve kurdukları tuzaktan dolayı sıkıntıda olma.

"Sabret, sabrın ancak Allah iledir” onun tevfîki ve sebatı iledir.

"Onlara üzülme” kâfirlere yahut mü'minlere ve onlara yapılanlara "kurdukları tuzaktan dolayı sıkıntıda olma” hilelerinden göğsün daralmasın. İbn Kesîr burada ve Neml'de kesre ile dıykm okumuştur ki, ikisi de lügattir, kavl ve kıyl gibi. Dayk’ın dayyık'in hafiletilmiş şekli olması da câizdir.

128

 Şüphesiz Allah, kendinden korkanlar ve iyilik edenlerle beraberdir.

"Şüphesiz Allah, korkanlarla beraberdir” isyanlardan "ve iyilerle beraberdir” amellerini iyi yapanlarla, yardımı ve lütfü ile ya da emrine saygı göstererek Allah'tan korkanlar ve halkına şefkat ederek iyilik yapanlarla.

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim Nahl sûresini okursa, Allah'ın dünyada verdiği nimetlerin hesabı sorulmaz. Eğer o gün veya o gece ölürse, ölüp de güzel vasiyet etmiş gibi sevap kazanır.

0 ﴿