17 / İSRÂ’ SÛRESİMekke'de inmiştir. Ancak "ve inkâdu leyeftinuneke"den sekiz Âyetin sonuna kadar olan kısmın hariç olduğu söylenmiştir. 111 âyettir. 1Kulunu geceleyin Mescid-i harâm'dan, kendisine âyetlerimizden göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Allah münezzehtir. Şüphesiz o, hakkıyla işiten, her şeyi görendir. (Kulunu geceleyin yürüten Allah münezzehtir) sübhane tenzih manasına gelen teşbihten isimdir. Bazen onun âlemi (özel ismi) olur ve izafetten kesilir, gayri munsarif olur. Şâir şöyle demiştir: Övünme haberi bana gelince: Övünen Alkame'nin övünmesine sübhan (tenzih) dedim! Mensûb olması da gizli bir fiilledir. Kelâmın onunla başlatılması da az sonra zikredilecek olandan aciz olmadığını bildirmek ve tenzih etmek içindir. Esra ile sera aynı manayadır, "leylen” zarf olarak mensûbtur, nekire kılınmasının faydası gece yürüşünün kısalığını bildirmek içindir. Bunun içindir ki, "minelleyli” de okunmuştur, gecenin bir kısmında demektir, Meselâ: "Geceden de nafile kıl” (İsra: 79) âyeti gibi. "Mescid-i harâm'dan” bizzat oradan, çünkü rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Ben Mescid-i harâm'da Beyt'in yanında Hicr-i İsmâîl'de uyku ile uyanıklık arasında iken bana Cebrâîl Burak ile geldi, buyurmuştur. Ya da harem'den demektir, ona Mescid-i harâm demesi hepsinin mescid olmasındandır ya da onu kuşatmasındandır. O zaman başlangıçla sonuç birbirine denk (ikisi de mescid olmuş) olur. Çünkü rivâyete göre kendisi yatsı namazından sonra Ümmü Hani'nin evinde uyuyordu, onu gece götürdüler. O gece döndü ve ona anlattı: Bana peygamberler göründü; ben de onlara namaz kıldırdım, dedi. Sonra Mescid-i harâm'a çıktı, bunu Kureyş'e haber verdi, onlar da imkânsız gördüklerinden şaşa kaldılar. Ona îman edenlerden bazıları dinden döndüler. Bazıları da ebu Bekir radıyallahü anh’e koştular, o da: Eğer demişse doğrudur, dedi. Onlar da: Sen buna rağmen onu tasdik mi ediyorsun, dediler? O da: Ben onu bundan daha garibinde tasdik ediyorum, dedi. Ona Sıddik unvanı verildi. Kureyş'ten Beytülmukaddes'e giden birkaç kişi onu anlatmasını istediler. Mescit gözünün önüne getirildi, ona bakarak anlatmaya başladı, özelliklerini saydı, onlar da: Nitelikleri isabetlidir; bize kervanımızdan haber ver, dediler. O da haber verdi, develerinin sayısını ve durumlarını anlattı ve: Falan gün güneş doğarken gelir, başında da boz renkli bir deve olacaktır, dedi. Günü gelince koşarak şehrin gösteren (yüksek) tepesine gittiler, tam dediği gibi kervanla karşılaştılar. Sonra da îman etmediler ve: Bu apaçık bir sihirdir, dediler. Bu da hicretten bir sene önce idi. İsra'nın rüyada mı uyanıkken mi yahut rûh veya ceset ile mi olduğunda ihtilâf edilmiştir. Çoğunluk onun bedeniyle Beytül Mukaddes'e gittiği görüşündedir. Sonra göklere çıkarıldı, sonunda Sidretülmünteha'ya vardı. Bunun içindir ki, Kureyş onu imkânsız görüp şaşırdılar. İmkânsızlığı hendese ilmi ile çürütülmüştür; çünkü güneş kurs'unun iki ucu yer küresinin iki ucundan yüz altmış küsur kat daha fazladır. Sonra onun alt tarafı üst tarafının yerine bir saniyeden daha az zamanda varır. Kelâm ilminde şu kanıtlanmıştır ki, cisimler arızî şeyleri aynı eşitlikte kabul eder ve Allah’ın bütün mümkün şeylere gücü yeter; dolayısıyla bu gibi hızlı hareketi Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in bedeninde veya onu taşıyacak şeyde yaratmaya gücü yeter. Zaten mu'cizeler hep şaşılacak şeylerdir. "Mescid-i Aksa'ya” Beytülmukaddes'e, çünkü o zamanlar onun ötesinde mescit yoktu. "Çevresini bereketli kıldığımız” din ve dünya bereketleriyle, çünkü o, vahyin indiği yerdir, Mûsa aleyhisselâm'dan itibaren peygamberlerin mabedidir ve ırmaklar ve ağaçlarla çevrilidir. "Ona âyetlerimizden göstermek için” Meselâ gecenin az bir kısmında bir aylık yolu gitmesi, Beytülmukaddes'i müşahede etmesi, peygamberlerin ona görünmeleri - onlara salât ve selâm olsun - ve makamlarını görmesi gibi. Kelâmın gâipten mütekellime çevrilmesi o bereketleri ve âyetleri büyütmek içindir. "Şüphesiz o, hakkıyla işitendir” Muhammed'in dediklerini "kemaliyle görendir” onun yaptıklarım. Bu sebeple ona ikram eder ve onu kendisine yaklaştırır. 2Mûsa'ya o kitabı verdik ve onu, "benden başka bir vekil edinmeyin” diye İsrâîl oğullarına bir rehber kıldık. 3Ey Nûh ile taşıdığımız kimselerin soyu, şüphesiz o, çok şükreden bir kul idi. (Ey Nûh ile taşıdığımız kimselerin soyu) eğer nehiy olarak en lâ tettehizu okunursa ihtisas yahut nida ile mensûb olur, yani onlara: Ey Nûh ile beraber gemide taşıdığımız kimselerin soyundan gelenler, benden başka Rabb edinmeyin, dedik. Ya da o "lâ tattehizu"nûn iki mef’ûlündan biridir, "min duni” de "vekilen"den hâl’dir. O zaman: "Size melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi emretmez” (Al-i İmran: 80) âyeti gibi olur. Ref ile de okunmuştur ki, ya mahzûf mübtedanın haberi olur ya da "tettehizu"nûn vâv'mdan bedel olur. Zal'in kesri ile "zirriyyeten” de okunmuştur. Bunda atalarının Nûh aleyhisselâm ile gemide suya batmalarından kurtarıldıklarına dâir hatırlatma vardır. "Şüphesiz o” Nûh aleyhisselâm "çok şükreden bir kul idi” her hâl u kârda Allahü teâlâ'ya hamd ederdi. Bunda şuna îma vardır ki, onun ve yanındakilerin kurtarılması şükür sebebi ile idi, zürriyetinin de ona uymaları teşvik edilmiştir. Zamirin Mûsa aleyhisselâm'a gittiği de söylenmiştir. 4Kitapta İsrâîl oğullarına şöyle hükmettik: Elbette yeryüzünde iki defa fesat çıkaracak ve mutlaka büyük bir taşkınlıkla taşkınlık edeceksiniz. "İsrâîl oğullarına şöyle hükmettik” onlara kesin vahyettik "kitapta” Tevrat'ta (elbette yeryüzünde fesat çıkaracaksınız) bu da mahzûf kasemin cevabıdır ya da kadayna'nın cevabıdır, o zaman kesin kaza kasem yerine geçirilmiş olur. "İki defa” iki bozgunculuk: Birincisi, Tevrat'ın hükümlerine karşı gelip Eşiya'yı öldürmektir. İkincisi de Zekeriyya ile Yahya'yı öldürmek ve Îsa aleyhisselâm'ı da öldürmeye teşebbüs etmektir. "Ve mutlaka büyük bir taşkınlıkla taşkınlık edeceksiniz” Allah'ın taatine baş kaldıracaksınız yahut insanlara zulüm edeceksiniz. 5O ikiden birincisinin vadesi geldiği zaman üzerinize çetin bir kuvvet sâhibi kullarımızı gönderdik de evlerin arasında sizi araştırdılar. Bu da yerine getirilmiş bir vaat idi. "O ikiden birincisinin vadesi geldiği zaman” birincisinin ceza vadesi geldiği zaman "üzerinize kullarımızı gönderdik” Herasef'in Babil ve ordularının komutanı Buhtunassar'ı yahut Hazar'lı Calut'u veyahut Ninova'lı Sencarib'i demektir. "Çetin kuvvet sâhibi kullarımızı” yani çetin savaşçıları demektir. "Fecasu” sizi aramak için sağa sola koştular. Ha ile (hasu) da okunmuştur ki, aynı manayadniar. "Evlerin arasında” öldürmek ve yağmalamak için. Büyüklerini öldürdüler, küçüklerini esir ettiler, Tevrat'ı değiştirdiler ve Mescid-i Aksa'yı tahrip ettiler. Mu'tezile Allah'ın kafiri mü'minlere musallat etmesini kabul etmediklerinden göndermeyi salıvermek ve engellememekle te'vil etmişlerdir. "Bu da yerine getirilmiş bir vaad idi” azaplarının vadesi idi, mutlaka yerine getirilecekti. 6Sonra onlara karşı size devlet verdik ve size mallarla oğullarla imdat ettik. Sizi sayıca daha çok kıldık. "Sonra onlara karşı size devlet” ve gâlibiyet "verdik” yani üzerinize gönderilenlere karşı güç verdik, bu da şöyle oldu: Allah Behmen bin İsfendiyar’ın kalbine merhamet koydu, mülkü dedesi Küşasef bin Lehrasef'ten devir aldı, Yahûdîlerin esirlerini Şâm'a gönderdi, başlarına da Danyal'ı kral yaptı. Onlar da Buhtunassar’ın orada kalan adamlarım ele geçirdiler. Ya da Dâvûd'u Calut'un üzerine gönderdi, o da onu öldürdü. "Ve size mallarla oğullarla imdat ettik. Sizi sayıca daha çok kıldık” eski hâlinizden. Âyette geçen nefir bir adamla kavminden kendiyle birlikte hareket edenler demektir. Nefr'in çoğulu olduğu da söylenmiştir ki, toplanıp düşmanın üzerine gidenler demektir. 7Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş ve eğer kötülük ederseniz yine kendiniz için etmiş olursunuz. Ötekisinin va'desi gelince, yüzlerinizi kötülesin, ilk sefer girdikleri gibi Mescid'e girsinler ve galebe ettiklerini bir helâk ile helâk etsinler, diye tekrar musallat ettik. "Eğer iyilik ederseniz kendiniz için iyilik etmiş olursunuz” çünkü sevabı sizedir, "eğer kötülük ederseniz yine kendiniz için etmiş olursunuz” çünkü vebali sizedir. Lienfüsiküm diye lâm ile zikretmesi yukarıdakine paralellik içindir. "Ötekisinin va'desi gelince” diğerinin ceza vadesi gelince, "yüzlerinizi kötülesinler diye” yani onları üzerinize gönderdik ki, yüzlerinizde kötülüğün eseri görünsün diye. Bunun hazf edilmesi de öncekinin bunu göstermesindendir. İbn Âmir, Hamze ve Ebû Bekir tekil olarak "liyesue” okumuşlardır. Ondaki zamir de vad'e ya da ba's'e veyahut Allah'a râcidir. Kisâî'nin nûn ile (linesue) okuması da bunu destekler. Ye ve nûn ile şeddeli ve şeddesiz de okunmuştur. Lâm’ın fethi ile de bu şekilde dört türlü okunmuştur. O zaman "izâ"nın cevabı olur, "veliyedhulul mescide"deki lâm da mahzûfa yani baasnaküm'e müteallik olur. "İlk defa girdikleri gibi ve helâk etsinler diye galebe ettiklerini” mağlup edip işgal ettiklerini yahut gâlibiyet sürelerince demektir "helâk etsinler” bu da Allah'ın Pers'leri onların üzerine bir daha musallat etmesiyle oldu. Küçük krallıklardan Babil Kralı onları yendi, ismi da Cüzrez idi. Hırdevs olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Ordu komutanı kurban kestikleri yere girdi, orada kaynayan kan gördü, bunu sordu, onlar da, kabul olunmayan kurbanın kamdır, dediler. O da: Bana doğru söylemediler, dedi ve onlardan binlercesini öldürdü, kan yine dinmedi. Sonra: Eğer bana doğru söylemezseniz, içinizden kimseyi sağ bırakmam, dedi. Onlar da: O, Yahya'nın kanıdır, dediler. O da: İşte Rabbiniz sizden onun intikâmını alıyor, dedi, sonra da: Ey Yahya, benim de Rabbim, senin de Rabbin bunlardan ne çektiğini biliyor; Allah'ın izni ile sâkin ol; yoksa onlardan kimseyi sağ bırakmam, dedi. Kan da dindi. 8Rabbinizin size merhamet etmesi umulur. Eğer tekrar bozgunculuğa dönerseniz biz de cezalandırmaya döneriz. Cehennemi kâfirler için bir zindan kıldık. "Rabbinizden size merhamet etmesi umulur” bir sefer daha "eğer dönerseniz” bir daha "biz de döneriz” üçüncü kez size azâp etmeğe. Onlar da Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i yalanlamak ve onu öldürmeye kast etmekle döndüler; Allah da onu onlara musallat etmekle döndü. O da Kurayza oğullarını öldürdü, Nadiyr oğullarını sürgüne gönderdi ve kalanlara cizye vergisi koydu. Daha bu dünyada olanlardır. "Cehennemi kâfirler için bir zindan kıldık” hiçbir zaman çıkamayacakları bir hapishane kıldık. Şöyle de denilmiştir: Hasır gibi serilecek bir yaygı kıldık. 9Şüphesiz bu Kur'ân, en doğru şeye iletir. İyi işler yapan mü'minlere de kendileri için mutlaka büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. "Şüphesiz bu Kur'ân en doğru şeye iletir” doğru hâle veya yola ki, o da hâllerin veya yolların en doğrusudur. "İyi işler yapan mü'minlere de kendileri için mutlaka büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler". Hamze ile Kisâî şeddesiz olarak "yübşirü” okumuşlardır. 10Şüphesiz âhirete îman etmeyenler için de acıklı bir azâp hazırladık. (Şüphesiz âhirete îman etmeyenler için de acıklı bir azâp hazırladık) bu da "enne lehüm ecren kebiren"in üzerine atıftır, Mana da şöyledir: O, mü'minleri iki müjde ile müjdeler: Kendi sevapları ve düşmanlarının azâbı ile ya da gizli yuhbirü’nün üzerine atıftır. 11İnsan hayra duası gibi şerre de dua eder. İnsan pek acelecidir. "İnsan şerre dua eder” yani kızdığı zaman kendine, ailesine ve malına beddua eder yahut şer olduğu hâlde hayır sanarak dua eder "hayra duası gibi. İnsan pek acelecidir” aklına gelen her şeye koşar, sonuna bakmaz. Şöyle de denilmiştir: Bundan maksat Adem aleyhisselâm'dır, çünkü rûh göbeğine varınca silkinip kalkmak istedi; düştü. Rivâyete göre aleyhisselâm Efendimiz Hanımı Şevde bint Zem'a'ya bir esir teslim etti, o da ona acıdı, bağını gevşetti, o da kaçtı. Efendimiz Sevde'ye, elin kesilsin diye beddua etti, sonra da pişman oldu ve: Allah'ım, ben de bir insanım, kime beddua edersem ona rahmet kıl, dedi. Âyet bunun üzerine indi. İnsandan kafiri, duadan da acele istemesini murat etmek de câizdir. Meselâ Nadr bin Haris'in: Allah'ım, iki partiden hayırlısına yardım et. Allah'ım, eğer Muhammed'in dediği doğru ise, üzerimize taş yağdır, dedi. Duası kabul olundu; Bedir'de boynu vuruldu. 12Gece ile gündüzü iki âyet kıldık. Gecenin ayetini sildik, gündüzün ayetini de Rabbinizden lütuf aramanız ve yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için gösterici / aydınlık kıldık. Her şeyi bir açıklama ile açıkladık. "Gece ile gündüzü iki âyet kıldık” onlar başkasının verdiği imkânla biteviye birbirlerini takip ederek hikmet sâhibi güçlü bir yaratıcıya delâlet ederler. "Gecenin ayetini sildik” yani gece ayetini aydınlıkla sildik. Ayetel leyli'deki izafet sayının sayılan şeye izafeti gibi açıklama içindir. "Gündüzün ayetini de gösterici kıldık” insanlara aydınlatıcı kıldık demektir. Ya da halkını görücü kıldık, demektir, Meselâ ecbenerrecülü (adamın ailesi ve çevresi korkak olmak) gibi. İki Âyetin ay ile güneş olduğu da söylenmiştir. Kelâmın takdiri şöyledir: Gece ile gündüzü gösterenleri iki âyet kıldık ya da gece ile gündüzü ayetli kıldık, gecenin âyeti olan ayın kendisini nûru silinmiş kıldık yahut nûrunu azar azar sildik te son üç gecede görünmez kıldık. Gündüzün âyeti olan güneşi de ışıklı, ziyası ile eşyayı gösterir hâlde kıldık. "Rabbinizden lütuf aramanız için” gündüzün aydınlığında geçim sebeplerinizi aramanız ve işlerinizi açıkta yapmanız için. "Bilmeniz için” o ikisinin hareketi ile "yılların sayısını ve hesabı” her türlü hesabı. "Her şeyi” din ve dünya işlerinde ihtiyaç duyacağınız şeyleri "bir açıklama ile açıkladık” öyle bir açıkladık ki, karışıklık diye bir şey kalmadı. 13Her insanın amelini / fermanını boynuna astık. Kıyamet günü de onun için açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız. "Her insanın amelini astık” amelini ve kendisi için takdir edilen şeyi, tair (kuş) tabirini kullanması gayb yuvasından gelen kuşa benzetilmesindendir. Çünkü onlar kuşun soldan sağa uçmasını uğur sayar, sağdan sola uçmasını da uğursuzluk sayarlardı. Bu da Allah'ın takdirinden ve kulun amelinden hayır ve şer için istiare edilmiştir. "Boynuna” tok gibi boynuna geçirdik. "Kıyamet gününde onun için açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız” o da amel defteridir ya da amellerinin izi nakşedilmiş nefsidir. Çünkü serbest irâde ile yapılan işler nefiste izler bırakır, bunun içindir ki, tekrarı insanda meleke meydana getirir. Kitaben mef'ûl olarak mensûbtur ya da mahzûf mefuldan yani "taire” râci zamirden hâl’dir. Ya'kûb'un haraca yahrucu'dan "ve yahrucu” okuması da bunu destekler. "Yuhricü” de okunmuştur ki, Allahü teâlâ çıkarır demektir. "Onunla açılmış olarak karşılaşır” çünkü örtüsü kaldırılmıştır. Bu ikisi kitabın iki sıfatıdır ya da "yelkahu” sıfattır, "menşuran” ise mef’ûlündan hâl’dir. İbn Âmir meçhul kalıbı ile "yulakkahu” okumuştur ki, lakkaytuhu keza deyiminden gelir. 14Kitabını oku. Bugün nefsin sana hesap görücü olarak yeter. "Kitabını oku” ona, kitabını oku, denir, "bugün nefsin sana hesap görücü olarak yeter” yani kefa nüfsüke demektir ki, be zâittir, "hasiben” de temyizdir, alâ da sılasıdır, çünkü ya hâsib manasınadır Meselâ sarîm'in sârim manasına ve darîbül kıdah'ın (fal oklarını idare edenin) dârip manasına olduğu gibi. Âyetteki de hesap tutmaktan gelir. Ya da yeter manasınadır, şâhit yerine konulmuştur. Çünkü iddia edene yeter demektir. Hasîb şeklinde müzekker olması da hesap ve şahitlik işlerinin erkekler tarafından yapılmasındandır ya da nefsi şahıs ile te'vildendir. 15Kim doğru yolu buldu ise ancak kendi nefsi için bulur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Biz bir peygamber gönderinceye kadar azâp ediciler değiliz. "Kim doğru yolu buldu ise ancak kendi nefsi için bulur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar". Doğru yolu bulması başkasının da bulmasına sebep olmaz, sapması da başkasını helake sürüklemez. "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” hiçbir günah yüklenen başka nefsin günahını yüklenmez, ancak kendi günahım yüklenir. "Biz peygamber gönderinceye kadar azâp ediciler değiliz” delilleri açıklayıp şerîatı hazır hâle getirerek onları delillerle susturuncaya kadar demektir. Bunda şerîat gelmeden bir şeyin vâcip olmayacağına delil vardır. 16Bir kenti helâk etmek istediğimiz zaman, varlıkla şımaranlarına emrederiz de orada fasıklık ederler; böylece ona söz / azâp hak olur. Artık biz onu bir helâk ile helâk ederiz. "Bir kenti helâk etmek istediğimiz zaman” geçmiş hükmümüzü infaz etmek için irâdemiz bir kavmin helâkine taalluk ederse yahut mukadder vakitleri yaklaşırsa demektir. Meselâ: Hasta ölmek isterse hastalığı şiddetlenir sözü gibi. "Varlıkla şımaranlarına emrederiz” taatia sefa sürenlere onlara gönderdiğimiz elçinin dili ile emrederiz. Bunun böyle olduğunu hem geçen kısımlar hem de arkadan gelenler göstermektedir. Çünkü fısk tabiri itaattan çıkmak ve isyanda azgınlaşmaktır. Bu da karşılık olarak taate delâlet eder. Onlara fasıklık emrederiz, de denilmiştir, çünkü Allahü teâlâ: "Orada fasıklık ederler” buyurmuştur. Meselâ: Ona emrettim, okudu, gibi. Çünkü bundan ancak okuma emri anlaşılır. Kaldı ki, emir, ona götürmek veya ona sebep olmak manasınadır, yani onlara nimeti aktarırız da şımarırlar ve onları fasıklığa götürür demektir. Bunun gizli mef’ûlünun olmaması da câizdir Meselâ, ona emrettim, bana karşı geldi gibi. Şöyle de denilmiştir: Bunun manası çoğalttım, demektir, emertüş şey'e ve âmertuhu fe emire denir ki, çoğalttım, demektir. Hadiste: Hayrul mali sikketün me'buretün ve mühretün me'muretün (malın hayırlısı aşılı hurma ağacı ve doğurgan kısraktır) denilmiştir. Bu da mecazen istemek manasınadır. Ya'kûb'un "âmerna” ve Ebû Amr'dan "emmerna” rivâyeti de bunu destekler. Bunun zam ile emüre imareten'den gelmesi de câizdir ki, onları emîr kıldık demektir. Bunun refah erbabına tahsis edilmesi başkalarının onların arkasına düşmelerindendir, bir de onlar tezce ahmaklık yaparlar ve günah işlemeye güçleri de vardır. "Böylece onlara söz hak oldu” geçmiş azâp sözü azabın gelmesiyle hak oldu ya da isyanlarının görünmesiyle veyahut isyanlara dalmalarıyla. "Artık biz onları bir helâk ile helâk ederiz” halkını helâk etmek ve yurdunu tahrip etmekle. 17- Nûh'tan sonra nice nesiller helâk ettik. Rabbin kullarının günahlarını bilici ve görücü olarak yeter. (Nice nesiller helâk ettik) "minel kuruni” kemin açıklaması ve temyizidir, "Nûh'tan sonra” Meselâ Âd ve Semûd kavimleri gibi. "Rabbin kullarının günahlarını bilici ve görücü olarak yeter” onların gizli ve açıklarını bilir, ona göre karşılığını verir. Habir'in önce zikredilmesi ilişkili olduğu şeylerinde de önce olmasındandır (habîr iç şeylerle ilgilidir, o da dış şeylerden öncedir). 18Kim dünyayı isterse, istediğimiz kimse için ona orada dilediğimizi çabucak veririz. Sonra ona cehennemi kılarız / belirleriz. Ona kınanmış, kovulmuş olarak girer. "Kim bu dünyayı isterse” bütün gayretini ona sarf ederse "istediğimiz kimse için ona orada dilediğimizi çabucak veririz” acele edilen şeyi ve acele edilen kimseyi dileme ve irâde ile kayıtlaması şunun içindir, çünkü herkes temenni ettiği şeyin hepsini ve bütün insanlar arzuladığı şeyin hepsini bulamaz. Bir de şu bilinmelidir ki, iş, Allah'ın dilemesiyledir, istemek fazlalıktır. "Limen nüridü” lehu'dan bedel-i ba'zdır. "Mâ yeşau” şeklinde de okunmuştur ki, zamir Allahü teâlâ'ya gider, o zaman meşhur kırâatla (nüridü) mutabakat sağlanmış olur. Zamirin men'e râci olduğu da söylenmiştir ki, o zaman Allahü teâlâ'nın dilediği demek olur. Âyetin münfıklar hakkında olduğu da söylenmiştir ki, onlar Müslümanlara gösteriş yapar, onlarla birlikte gaza ederlerdi. Maksatları başka değil ganimet ve benzeri şeylere ortak olmaktı. "Sonra da ona cehennemi kılarız, ona kınanmış ve kovulmuş olarak girer". Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak. 19Kim de mü'min olarak âhireti ister ve ona çalışmasını çalışırsa, işte onların gayretleri makbuldür. "Kim de âhireti ister ve çalışmasını ona harcarsa” çalışmanın hakkını verirse, ki, o da emredilen şeyi yerine getirmek ve yasaklanan şeye son vermektir; yoksa bozuk düşünceleriyle uydurdukları şeylerle yaklaşmaya çalışmak değildir. "Leha"daki lâm'ın faydası niyet ve ihlâsa itibar etmektir. "Mü'min olarak” sağlam îmanla îman etmiş olarak, yanında ne şirk ne de yalanlama olmayacaktır. İşte itimat edilen odur. "İşte onların” bu üç şartı bulunduranların "gayretleri makbuldür". Allah'tan, yani onun katında makbuldür, ona karşı sevap kazanır. Çünkü Allah'a şükretmek taattan dolayı sevap kazandırır. 20Her birine, onlara da bunlara da Rabbinin vergisinden veririz. Rabbinin vergisi menedilmiş değildir. "Küllen” iki gruptan her birine, tenvîn muzâfun ileyhten bedeldir. "Veririz” arka arkaya veririz, bittikçe yenileriz (onlara da bunlara da) bu da küllen'den bedeldir, (Rabbinin vergisinden veririz) bu da nümiddü'ye mütealliktir. "Rabbinin vergisi men edilmiş değildir” o lütuf olarak ne mü'min'den ne de kafirden men edilmez. 21Bak, onların bazılarını bazılarına nasıl üstün kıldık? Gerçekten âhiretin dereceleri daha büyüktür ve üstün kılma bakımından daha büyüktür. "Bak, onların bazılarını bazılarına nasıl üstün kıldık?” rızıkta, keyfe'nin faddalna ile mensûb olması hâl bakımındandır. "Gerçekten âhiretin dereceleri daha büyüktür ve üstün kılma bakımından da daha büyüktür” yani âhirette derece farkları daha büyüktür, çünkü orada farklılık; cennette derecelerle (yukarıya doğrudur), cehennemde de derekelerle (aşağıya doğrudur). 22Allah ile beraber başka bir ilâh kılma. Sonra kınanmış, kendi başına bırakılmış olarak oturursun. "Allah ile beraber başka bir ilâh kılma". Hitap Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'edir. Ondan maksat ümmetidir yahut teker teker herkestir. "Fetakude” olursun, bu da şahazeş şefrete hatta kaadet keenneha harbetün (palayı keskinledi, öyle ki, süngü gibi oldu) sözünden gelir yahut fetacizü (aciz kalırsın) manasınadır, bu da kaade anişşey'i (oturup aciz kalmak)tan gelir. "Kınanmış, tek başına kalmış olarak” melekler de mü'minler de seni kınarlar, Allah da başarısız bırakır. Manası da şöyledir: Allah'ı bir bilen övülür ve başarılı olur. 23Rabbin: "Kendisinden başkasına ibâdet etmeyin, ana babaya iyilik edin” diye hükmetti. Eğer bunlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılığa erişirse, onlara "of” bile deme. Onları azarlama. Onlara yumuşak söz söyle. "Rabbin hükmetti” kesin emir verdi "kendisinden başkasına ibâdet etmeyin, diye” çünkü büyük hürmet ancak büyüklüğün nihayetine ve ihsanın sonuna erenin hakkıdır. Bu âyet âhirete çalışmanın açıklaması gibidir. "En"in müfessire ve "lâ"nın da nahiye olması da câizdir. "Ana babaya iyilik edin diye” çünkü onlar var olmanın ve yaşamanın dış sebebidirler. Bilvalideyn'dekibe'nin ihsanamüteallik olması câiz değildir, çünkü onun sılasıdır, önüne geçemez. (Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılığa erişirlerse) imma "in"i şartıyedir, mâ ise ona te'kit için ziyade kılınmıştır, bunun içindir ki, sonuna fiili te'kit eden nûn'u getirmek mümkün olmuştur. "Ehaduhuma” da "yebluğanne"nin fâ'ilidir; Hamze ile Kisâî'nin kırâatma göre yebluğânni'nin valideyn'e giden elifinden bedeldir. Kilahuma da ehaduhuma'ya ma’tûftur ya da bedeldir. Onun içindir ki, elifin tekidi olması câiz görülmemiştir. Yanında'nın manası himayende ve bakımında olmasıdır. "Onlara "of” deme", onlardan gördüğün tiksindirici şeylerden rahatsız olma, bakımlarını ağır görme. "Of” sıkılmayı ifade eden sestir, etedaccerü fiilinin ismidir de denilmiştir. O (üffin) kesr üzere mebnidir, çünkü iki sâkin cem olmuştur. Nâfi' ile Hafs’ın kırâatmdaki tenvini de nekire kılmak içindir. İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ya'kûb şeddesiz olarak feth ile okumuşlardır. Böyle tenvîn ile, ses uyumu için zam ile de tenvinli ve tenvinsiz olarak okunmuştur. Bunun men edilmesi, kıyas yolu ile diğerlerinin daha çok men edildiğini gösterir, örfen de öyle olduğu söylenmiştir, Meselâ filanın bir zırnıkı yoktur (hiçbir şeyi yoktur) sözü gibi. Bunun içindir ki, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, Huzeyfe'yi müşriklerin safında çarpışan babasını öldürmekten men etmişti. Bu Âyette de onlara iyiliği emrettikten sonra onlara eziyeti men etmiştir. "Onları azarlama” hoşuna gitmeyen şey için kaba konuşarak paylama. "Onlara yumuşak söz söyle” muhalefet etmeden güzel söz söyle. 24Onlara acımaktan tevâzu kanadını indir. "Rabbim, beni çocukken nasıl büyütürlerse, sen de onlara öyle merhamet et!” de. "Onlara tevâzu kanadını indir” onlara hor ve mütevazı davran, tevazua kanat vermiştir, nitekim Şâir Lebid de benzer ifadeyi kullanmış, şöyle demiştir: Sabahleyin çıkan nice rüzgâr ve soğuk vardır ki, ben onları önledim Kuzey rüzgârı onu (soğuğu) yularından çekiyordu. (Bu kadar soğukta deve kesip ateş yakarak misafirlerini ısındırmıştır). Bu beyitte kuzey rüzgârına el ve soğuğa da yular isnat etmiştir. Kanadı indirme emri mübalağa içindir ya da Allahü teâlâ muhataba sen kanadını indir, buyurmuştur. Meselâ: "Mü'minlere kanadını indir” (Hicr: 88) âyeti gibi. Cenah’ın züll'e izafeti Hatim'in cud'a izafeti gibi (hatimül cudi) beyaniyedir, Mana da: Onlara tevâzu kanadını indir, demektir. Zal'ın kesri ile "zilli” de okunmuştur, o da itâat etmektir, sıfatı da zelul'dur. (Acımaktan) onlara çok acıdığın için, dün en zayıf olan sana (bebekken) bugün ihtiyaç duymuşlardır. "De ki: Rabbim, onlara merhamet et” onlara sonsuz merhameti ile merhamet etmesi için Allah'a dua et, geçici merhametinle yetinme, ister ki, kâfir olsunlar. Çünkü onlara hidâyeti de merhamet sayılır. "Beni çocukken büyüttükleri gibi” bana merhamet ettikleri ve beni terbiye ettikleri ve çocukken bana doğruyu gösterdikleri gibi, çünkü sen merhamet edenlere merhamet edersin. Rivâyete göre bir adam Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e "ebeveynim yaşlandılar, ben de onlara çocuk gibi bakıyorum, haklarım ödedim mi?” dedi. O da: Hayır, çünkü onlar senin yaşaman için bakıyorlardı, sen ise ölmelerini bekliyorsun, dedi. 25Rabbiniz nefıslerinizdekini iyi bilir. Eğer siz iyi kimseler olursanız, şüphesiz; o, kendine dönenler için çok bağışlayıcıdır. "Rabbiniz nefislerinizdekini daha iyi bilir” onlara iyilik ve saygı gibi. Bu da onlardan hoşlanmama ve onları istiskal etme gibi içten geçen şey için tehdit gibidir. "Eğer siz iyi kimseler olursanız” ıslah etmek isterseniz "şüphesiz o, kendine dönenler için” tevbe edenler için "çok bağışlayıcıdır” içleri sıkıldığı zaman eziyet veya kusur gibi ihmallerini. Bunda da ağır zorlama vardır. Bunun bütün tevbe edenler için geçerli olması da câizdir. Ebeveynlerine karşı kusur edenler ise buna ilk sırada girerler, çünkü hemen konunun arkasından gelmiştir. 26Akrabaya, yoksula, yolda kalana hakkını ver, saçıp savurma. "Akrabaya hakkını ver” sıla-i rahim, iyi geçinme ve iyilik gibi. Ebû Hanîfe: Akrabalar mahrem ve fakir olurlarsa, onların nafakalarını temin eder, buyurmuştur. Akrabalardan Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in akrabaları murat edilmiştir de denilmiştir. "Yoksula, yolda kalana hakkını ver, saçıp savurma” malı yaraşmayan yerlere sarf etmek ve israf tarzında harcamakla. Tebzirin aslı dağıtmaktır. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem, abdest alan Sad'e: Bu israf nedir, dedi? O da: Abdestte israf olur mu, dedi? O da: Evet, ister ki, ırmaktan abdest al, dedi. 27Şüphesiz saçıp savuranlar şeytanların kardeşleri oldular. Şeytan da Rabbine çok nankördür. "Şüphesiz saçıp savuranlar şeytanların kardeşleri oldular” emre muhalefette onlar gibi oldular, çünkü malı zâyi ve telef etmek kötüdür ya da şeytanların dostları ve adamları oldular; çünkü israfta ve malı günaha sarf etmede ona itâat ediyorlar. Rivâyete göre onlar deve keser ve üzerinde kumar oynarlardı, gösteriş için mallarını saçarlardı, Allah bunu men etti ve ibâdetlere harcamalarını emretti. "Şeytan da Rabbine çok nankör oldu” nankörlükte ileri gitti, onun için ona itâat edilmemelidir. 28Eğer Rabbinden umduğun bir rahmet aramak için onlardan yüz çevirirsen, onlara yumuşak söz söyle. "Eğer onlardan yüz çevirirsen” akrabalardan, yoksuldan ve yolda kalandan reddetmekten utandığın için yüz çevirirsen demektir. Yüz çevirmekten kinaye ile onları yararlandırmamayı anlamak da câizdir. "Rabbinden umduğun bir rahmet aramak için” gelecek bir rızkım beklediğin için, onu vermek üzere yahut onlar beklerken. Bunun manası şöyledir de denilmiştir: Şimdilik bir şey lmadığı için ve sana kapı açmasını beklerken; aramak bunun yerine konulmuştur, çünkü onun sonucudur. Bunun cevap olan "onlara yumuşak söz söyle” kavline bağlı olması'da câizdir, yani Allah'ın rahmetini beklediğin için kendi merhametinle onlara güzel söz söyle demektir. Meysur, yüsirel emrü'den gelir, Meselâ suider recülü ve nuhise (adam mutlu ve mutsuz oldu) gibi. Şöyle de denilmiştir: Onlara yumuşak söz söylemek bolluk için dua etmektir, Meselâ Allah sizi zengin etsin ve bize de size rızık versin, gibi. 29Elini boynuna bağlanmış kılma, onu tamamen de açma; sonra kınanmış, eli boş kalmış olarak oturursun. "Elini boynuna bağlanmış kılma, tamamen de açma” bunlar cimrinin cimriliğini ve müsrifin israfını men etmek için iki misaldir; bunları men etmiş ve ikisinin ortası olan tutumluluğu emretmiştir. "Sonra kınanmış olarak oturursun” Allah katında ve insanların yanında israfla ve idaresizlikle kınanırsın. (Eli boş olarak) pişman ve hiçbir şeyin kalmayarak takattan kesilmiş olarak demektir. Bu da haserehüs seferü deyiminden gelir ki, yolculuktan çok zahmet çekmektir. Cabir'den rivâyet edilmiştir: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem otururken bir çocuk geldi: Annem ona bir gömlek giydirmenizi istiyor, dedi. O da: Şimdilik yanımızda gömlek yok, sonra gel, dedi. Çocuk annesine gitti, annesi: Ona, annem üzerindeki gömleğini istiyor, de, dedi. Efendimiz evine girdi, gömleğini soydu, çocuğa verdi, kendisi çıplak oturdu. Bilal ezan okudu, namazı beklediler; Efendimiz çıkmadı. Allahü teâlâ bunun üzerine bu âyeti indirdi. Sonra onu: 30Şüphesiz Rabbin dilediği kimse için rızıkı genişletir de daraltır da. Çünkü o, kullarından haberdar ve onları iyi görendir. "Şüphesiz Rabbin dilediği kimse için rızıkı genişletir de daraltır da” kavli ile teselli etti. Yani hikmetine bağlı dilemesiyle rızıkı bolaltır da daraltır da. Daraltmada senin çıkarından başkası yoktur. "Çünkü o, kullarından haberdar ve onları iyi görendir” onların sırlarını ve açıklarını bilir; onların bilmediği faydalarını da bilir. Bundan kabzın ve bastın gizliyi ve açığı bilen Allah'ın emrinden olduğunu anlamak da câizdir. Kullara düşen ise tutumlu olmaktır. Ya da Allahü teâlâ bazen geniş, bazen de dar verir; siz de onun âdetine uyun, ne çok sıkın ne de çok gevşetin. Bunun aşağıdaki âyete giriş olması da câizdir: 31Çocuklarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin. Onlara da size de biz rızık veriyoruz. Şüphesiz onları öldürmek büyük bir günahtır. "Çocuklarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin” onların çocuklarını öldürmeleri fakirlik korkusu ile kız çocuklarım diri diri toprağa gömmektir. Onları bundan men etti ve onlara rızıklarını garanti edip: "Onlara da size de biz rızık veriyoruz. Şüphesiz onları öldürmek büyük bir günahtır” dedi. Çünkü onda neslin kesilmesi ve nev'in (kızların) tükenmesi vardır. Âyette geçen hıt' günahtır. Hatıe hıt'en denir ki, esime ismen gibi günah işlemektir. İbn Âmir "hataen” okumuştur ki, o da ahtae'den isimdir ve doğrunun zıddıdır. Bunun da lügat olduğu söylenmiştir, Meselâ misi ve mesel, hizr ve hazer gibi. İbn Kesîr med ve kesr ile "hitâen” okumuştur; o da ya bir lügattir ya da "hâtae"nin mastarıdır. O her ne kadar işitilmemişse de ancak şiirde şöyle gelmiştir: Avcılar fili şaşırdılar, ben ise onu buldum, Hortumunu su birikintisine sokmuştu. Şiirde tahâtae şeklinde gelmişse de bundan hâtae'nin olduğu da anlaşılır. Feth ve med ile "hatâen” ve hemzenin hazfi ile meftuh olur "hatan” ve kesr ile (hitan) da okunmuştur. 32Zinaya yaklaşmasın. Çünkü o, bir edepsizliktir, kötü bir yoldur. "Zinaya yaklaşmayın” azm ederek ve ön girişimlerde bulunarak, hele ona hiç yanaşmayın, "çünkü o, bir edepsizliktir” gayet çirkin olduğu açık bir harekettir, "kötü bir yoldur” namusu gasptır; soyu kurutmaya ve fitneyi tahrik etmeye götürür. 33Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmeyin. Kim mazlum olarak öldürülürse,lisine gerçekten bir yetki vermişizdir. Artık o da öldürmede ileri gitmesin. Çünkü o, yardımlanmıştır. "Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmeyin” ancak üç sebep hariç: Dinden dönmek, evli iken zina etmek ve bir mü'mini kasden öldürmek. "Kim mazlum olarak öldürülürse” katli hak etmeden "velisine gerçekten vermişizdir” vefatından sonra işlerini görene ki, o da mirasçıdır "bir yetki” katilden katlin gereğini almakla veya katili kısas etmekle. Çünkü "mazlum olarak” kaydı kasden öldürmenin tecâvüz olduğunu gösterir. Yanlışlıkla öldürmek ise öyle değildir. "Artık o da öldürmede ileri gitmesin” meselâ öldürülmeyi hak etmeyeni öldürmek gibi. Çünkü akıllı kimse böyle bir vebal altına girmez ya da veli işkence yapmakla ya da katilden başkasını öldürmekle. Birinci görüşü Übey'in "felâ tüsrifu” okuyuşu destekler. Hamze ile Kisâî de ikisinden birine hitap ederek "felâ tüsrif” okumuştur. "Çünkü o, yardımlanmıştır” yeni söz başı olarak yasağın gerekçesidir, zamir de ya maktule râcidir, çünkü ona dünyada kısas hakkı, âhirette de sevap verilmekle yardım edilmiştir ya da vesilesinedir ki, Allahü teâlâ ona yardım etmiştir. Zira ona kısası vâcip olarak kısas hakkı vermiş, idarecilere ona yardım etmelerini buyurmuştur. Ya da velinin kısas gereği ileri giderek öldürdüğü kimseye ya da ileri gidenin tazir ve günahına râcidir. 34Yetim malına ancak en güzel şeyle yaklaşın, rüşdüne erinceye kadar. Sözü yerine getirin. Çünkü söz sorumludur. "Yetim malına yaklaşmayın” kaldı ki, üzerinde tasarruf etmekle "ancak en güzel şeyle yaklaşın” en güzel yolla ki, o da onu çoğaltmak ve yatırım yapmaktır. "Rüşdüne erinceye kadar” bu da istisnanın gösterdiği tasarruf cevazının sonudur. "Sözü yerine getirin” Allah'a verdiğiniz tekliflerle ilgili sözü yahut başkasıyla yaptığınız andlaşmayı "çünkü söz sorumludur” söz verenden onu zâyi etmemesi ve onu yerine getirmesi istenir ya da sözünde durmayan mesuldür ki, ondan sorulur ve itap edilir. Ya da sözünde durmayanı kınamak için söz sorumlu olur, Meselâ diri diri öldürülen kız çocuğuna "hangi günahla öldürüldüğü sorulduğu” (Tekvir: 9) gibi. O zaman istiarenin tahyili olmuş olur. Bundan söz verenin sorumlu olmasını anlamak da câizdir. 35Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlıdır ve sonuç itibarı ile daha güzeldir. "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın” eksik yapmayın, "doğru terazi ile tartın” burada geçen kıstas Rumca'dır, Arapça'laşmıştır. Bu, Kur'ân’ın Arapça olmasına zarar vermez, çünkü yabancı kelime, Araplar onu kullanır da irapta, marifelik ve nekirelikte vb. şeylerde onu kendi kelimelerinden sayarlarsa, Arapça olmuş olur. Hamze, Kisâî ve Hafs burada ve Şuarâ' sûresinde kafin kesri (kıstas) okumuşlardır. "Bu daha hayırlıdır ve sonuç itibarı ile daha güzeldir” akibeti iyidir, te'vîl âle'den gelir ki, dönmek manasınadır. 36Bilgin olmayan şeyin arkasına düşme. Şüphesiz kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur. (Arkasına düşme) onu izleme, kafe eseru'dan "velatekuf” da okunmuştur ki, arkadan izlemektir, kafe (izci) de bundan gelir. "Bilgin olmayan şeyin” bilgi alanına girmeyen şeyi sırf taklit ile yahut karanlığa taş atarak. Zanna tâbi olmayı yasaklayanlar da bunu delil göstermişlerdir ki, cevabı şöyledir: İlimden maksat doğru olduğuna inanılan ve dayanağı olan şeydir, o da ister kat'î olsun, isterse zannî olsun. İlmin bu manaya kullanılışı yaygındır. Onun akaide ait olduğu da söylenmiştir. Onun iftira ve yalancı şahitliği olduğu da söylenmiştir. Aleyhisselâm Efendimizin: "Kim bir mü'min'e onda olmayan şeyi iftira ederse, Allah onu delil getirinceye kadar cehennemliklerin cerahet vâdisinde hapseder,” sözü de bunu destekler. Şâir Kümeyt'in şu beyiti de öyle: Ben suçsuzlara iftira etmem, Namuslu kadınlara da öyle şey isnat etmem. "Şüphesiz kulak, göz ve gönül, bunların hepsi” bütün bu organlar, onları akıllı yerine koymuştur, çünkü hâllerinden mesul tutulmuş ve sâhibine şâhit getirilmişlerdir. Bu böyledir, kaldı ki, ülai kelimesi her ne kadar genellikle akıllılarda kullanılırsa da, ancak za'nın ism-i cem'i olması hasibiyle her iki tarafı da içine alır, bu sebeple de başkası (akılsızlar) için de kullanılır Meselâ, o günlerden sonra yaşamı da kına, mısraında olduğu gibi. "Bunların hepsi ondan sorumludur” (kâne, anhu, mes'ula)nın üçünde de küllü ülâike'ye giden zamir vardır yani bunların her biri kendinden sorumludur daha açığı sâhibinin yaptığından sorumludur, demektir. "Anhu"daki zamirin "lâ takfu"daki mastara yahut kulağın ve gözün sâhibine gitmesi de câizdir. Şöyle de denilmiştir: "mes'ulen” lâfzı "anhu"ya isnat edilmiştir, tıpkı "ğayril mağdubi aleyhim” (Fâtiha: 7) âyetinde olduğu gibi. Mana da sâhibi ondan sorumludur demektir ki, bu hatadır. Çünkü fâil ve yerine geçen şey başa geçmez. Bunda kulun isyana azm ettiği takdirde ondan sorumlu olacağına delil vardır. "Fevad” da okunmuştur ki, zammeden sonra gelen hemze vâv'a çevrilmiş, sonra da zammesi fethaya dönüştürülmüştür. 37Yeryüzünde şımararak yürüme. Şüphesiz sen yeri asla delemezsin ve yükseklikçe dağlara asla ulaşamazsın. "Yeryüzünde şımararak yürüme” kibirli yürüme demektir. "Merihan” da okunmuştur ki, bu hüküm itibarı ile daha mubalâgalıdır, mastar da açık naattan daha vurguludur. "Şüphesiz sen yeri asla delemezsin” ağır basmandan dolayı yerde yarık açamazsın "ve yükseklikçe dağlara asla ulaşamazsın” boyunu uzatmakla. Bu da kibirli için alaydır ve yasağın illetidir ki, kibir boş bir ahmaklıktır, tevazuda olmayan bir fayda sağlamaz. 38Bütün bu anlatılanların kötüsü Rabbinin katında sevilmeyen şeylerdir. "Bütün bu anlatılanların” , "Allah ile beraber başka bir ilâh kılma” (İsra: 22) kavlinden başlayan yirmi beş maddeye işarettir, İbn Abbâs radıyallahü anhuma: Bunlar Mûsa aleyhisselâm’ın levhalarında yazılı idi, buyurmuştur, "kötüsü” yani yasaklananlar demektir; çünkü anlatılanların içinde emredilenler de yasaklananlar da vardır. Hicaz'lı iki kurra (Nâfi' ile İbn Kesîr) ve Basra'n iki kurra (Ebû Amr ile Ya'kûb) "seyyieten” okumuşlardır ki, kâne'nin haberi olur, ismi de "küll"e giden zamirdir, "Zâlike” de özellikle yasak edilenlerdir. (Rabbinin katında sevilmeyen şeylerdir). "Seyyieten"den bedeldir yahut mana itibarı ile onun sıfatıdır, çünkü mana seyyien'dir, öyle de okunmuştur. "Mekruhen"in "kâne"de yahutzarfta gizli zamirden hâl olarak mensûb olması da câizdir, çünkü o seyyieten'in sıfatıdır. Bundan murat edilen de beğenilenin karşıtı olan buğz edilendir, yoksa murat edilenin karşıtı değildir. Zira hadiselerin hepsi Allahü teâlâ'nın izni ile meydana gelmektedir. 39Bunlar Rabbinin sana vahyettiği hikmettendir. Allah ile beraber başka bir ilâh kılma. Sonra cehenneme kınanmış, kovulmuş olarak atılırsın. "Bunlar” geçen hükümlere işarettir "Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir” o da hakkı zâtı için, hayrı da onunla amel etmek için bilmektir. "Allah ile beraber başka bir ilâh kılma” bunu şuna dikkat çekmek için tekrar etmiştir ki, tevhid işin başı ve sonudur. Çünkü niyeti olmayanın ameli kabul olunmaz, kim de yaptığı veya terk ettiği şeyle Allah'tan başkasına niyet ederse, çabası boşa gider. Ve şuna dikkat çekmiştir ki, tevhid hikmetin başı ve dayanağıdır. Bunun neticesi olarak da önce dünyada şirkin sonucunu (yukarıda, kınanır ve tek başına kalırsın demişti) ikinci olarak âhiretteki sonucunu vermiş ve: "Sonra cehenneme kovulmuş olarak atılırsın” buyurmuştur. Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak demektir. 40Rabbiniz oğlanları size seçti de kendisi meleklerden dişiler mi edindi? Şüphesiz siz büyük bir söz söylüyorsunuz. (Rabbiniz oğulları size seçti de) melekler Allah'ın kızlarıdır, diyenlere hitaptır, hemze de inkâr içindir. Mana da, Rabbiniz evlatların üstününü yani oğlan çocuklarını size mi tahsis etti, demektir. "Kendisi meleklerden dişiler mi edindi?” kız çocukları mı? Bu aklınıza ve âdetinize ters düşen bir şeydir. "Şüphesiz siz büyük bir şey söylüyorsunuz” ona evlât nispet etmekle. Bu (çocuk sâhibi olmak) da çabuk zâil olan cisimlere hâs bir şeydir Sonra iyisini siz alıyorsunuz, beğenmediğinizi ona veriyorsunuz. Sonra da mahlûkların en şereflisi olan melekleri dişi kabul ediyorsunuz. 41Yemin olsun, gerçekten bu Kur'ân'da (misal ve tehditleri) açıkladık ki, öğüt alsınlar. Bu onların ancak nefretini artırdı. "Yemin olsun, misal ve tehditleri gerçekten açıkladık” bu manayı çeşitli yollarla izah ettik "bu Kur'ân'da” çeşitli yerlerinde, bu Kur'ân'dan kızların Allah'a nispet iptalini anlamak da câizdir, o zaman bu manadaki sözü açıkladık olur ya da o açıklamayı getirdik olur. Şeddesiz olarak "sarama” da okunmuştur. "Öğüt alsınlar diye” Hamze ile Kisâî burada ve Furkân'da "liyezkuru” okumuşlardır ki, zikirden gelir o da düşünmek manasınadır. "Bu onların ancak nefretini artırdı” haktan kaçmalarını ve ona ısınmamalarını demektir. 42De ki: Eğer onunla beraber onların dediği gibi İlâhlar olsa idi, o zaman mutlaka Arş'in sâhibine bir yol ararlardı. "De ki: Eğer onunla beraber onların dedikleri gibi ilâh'lar olsaydı” ey müşrikler, İbn Kesîr, Hasf da Âsım rivâyetinde burada ve arkasındakinde ye ile (yekulune) okumuşlardır ki, söz Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem hakkında olur. O ikisine Nâfi', İbn Âmir, Ebû Amr, Ebû Bekir ve Ya'kûb da ikincide (amma yekulun'da) katılmışlardır. Bu durumda birincisi Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e müşriklere böyle hitap etmesi cinsinden olur, ikincisi de kendini onların dediklerinden tenzih kabilinden olur. "O zaman mutlak Arş'in sâhibine bir yol ararlardı” bu da dediklerinin cevabıdır ve lev'in cezasıdır. Mana da şöyledir: Muüaka mülkün sâhibine yenmekle ya da yaklaşmakla ulaşmak isterlerdi, çünkü onun gücünü ve kendi acizliklerini bilirlerdi. Meselâ şu âyet gibi: "Onlar Rablerine yaklaşmak isteyerek dua ederler” (İsra:57). 43O, onların dediklerinden münezzehtir, onların dediklerinden büyük bir yücelikle yücedir. "O, onların dediklerinden büyük bir yücelikle yücedir” onların dediklerinden gayet uzaktır. Çünkü o, varlık derecelerinin en yükseğindedir, o da varlığının vâcip ve zâtının baki olmasıdır. Evlât edinmek ise bunun en düşük derecesidir. Çünkü baki kalmaları imkânsız olanların özelliğindendir. 44Yedi kat gökler, yer ve onlardakiler onu tesbih eder. Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ancak onların tespihlerini anlamazsınız. Şüphesiz o, çok yumuşak, çok bağışlayıcıdır. "Yedi kat gökler ve onlardakiler onu tesbih ederler. Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” onu mümkün şeylerin gereğinden ve hadis olanlarda bulunan şeylerden lisan-ı hâl ile tenzih ederler. Şöyleki onlar mümkün ve sonradan olmakla kadîm ve zâtı vâcip olana delâlet ederler. "Ancak onların tespihlerini anlamazsınız” ey müşrikler, çünkü tespihlerini anlayacak doğru bakışınız yoktur. Tespihin hem lâfız hem de delalette müşterek noktaya alınması da câizdir, çünkü lâfız tasavvur edilene de edilmeyene de isnadı câizdir. Câiz görenler için de her ikisine de ıtlakı câizdir. İbn Kesîr, İbn Âmir, Nâfi' ve Ebû Bekir ye ile "yüsebbihü” okumuşlardır. "Şüphesiz o, çok halîmdir” gafletiniz ve şirkinizden dolayı sizi hemen cezalandırmaz, "çok bağışlayıcıdır” içinizden tevbe edenleri. 45Kur'ân okuduğun zaman seninle âhirete inanmayanların arasına örtücü bir perde çekeriz. "Kur'ân okuduğun zaman seninle âhirete inanmayanların arasına bir perde çekeriz” onları okuduğun şeyi anlamaktan engelleyecek bir perde "mesturen” za sitrin (örtülü) demektir, "vaduhu metiyya” (Meryem: 61) zi ityanin (gelinen) ve: Seylün müf'amün (dolu sel) gibi. Ya da göze görünmeyen bir perde demektir yahut başka bir perde demektir ki, o sebeple anlamazlar, anlamadıklarını da anlamazlar. İçlerindeki ve dışlarındaki delilleri anlamalarım bertaraf ettikten sonra üzerlerine inen âyetleri de anlamalarını bertaraf etmiştir. 46Onu anlamamaları için kalplerinin üzerine örtüler çeker, kulaklarına ağırlık koyarız. Rabbini Kur'ân'da tek başına zikrettiğin zaman ürkerek arkalarını dönerler. Nitekim açıkça "kalplerinin üzerine örtüler çekeriz” buyurmuştur. Onlar hakkı kavrama ve kabullerine mani olur. "En yefkahuhu” anlamamaları için demektir. Bunun "ve caalna alâ kulubihim ekinneten” kavlinin gösterdiği şeyin mef'ûlu olması da câizdir. Yani onu anlamalarına mani oluruz, demektir. "Kulaklarına da ağırlık koyarız” onları lâfzını düşünecek ve manasını anlayacak dinlemekten men eder. Kur'ân lâfız ve mana bakımından mu'cize olduğundan onu inkâr edenlerde manayı anlamaktan ve lâfzı idrak etmekten men edecek şey lduğunu vurgulamıştır. "Rabbini Kur'ân'da tek başına zikrettiğin zaman” yanında putlar olmadan tek olarak demektir, vahdehu mastardır, hâl yerindedir, aslı tehidü vahdehu demektir ya da vahiden vahdehu manasınadır. "Ürkerek arkalarını dönerler” tevhidi dinlemekten kaçarak ve nefret ederek ya da arkalarını dönerek demektir. Nufur'un, nafir'in çoğulu olması da câizdir, Meselâ kaid ve kuud gibi. 47Biz onların seni dinlerlerken neyi (ne maksatla) dinleyeceklerini, fısıldaşarak zâlimlerin: "Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına tâbi olmuyorsunuz” diyeceğini en iyi bileniz. "Biz onların seni dinlerken ne için dinleyeceklerini en iyi bileniz” seninle ve Kur'ân ile alay etme gibi ne sebep ve ne için dinleyeceklerini (seni dinliyorlarken) bu da "a'lemu"nûn zarfıdır "ve izhüm necva” da öyledir yani seni dinlerlerken ve fısıldaşırlarken içlerinde ne sakladıklarını pekiyi biliriz. Necva mastardır, "neciyy"in çoğulu olma ihtimali de vardır. (Zâlimlerin fısıldaşarak, siz büyülenmiş bir adamdan başkasına tâbi olmuyorsunuz, derlerken) bu da gizli "üzkür” ile mensûbtur ya da "iz hüm necva"dan bedeldir. O zaman "zâlimim” zamir yerine konulmuş olur, bu da böyle diyerek fisldaşmalarmm zulüm türünden olduğunu göstermek içindir. Meşhur da büyülenip aklı gidendir. Seher'i (akciğeri) olan da denilmiştir ki, sizin gibi nefes alıp veren, yiyip içen bir adama demektir. 48Bak, sana nasıl misaller getirdiler de böylece saptılar. Artık bir yol bulmaya güç yetiremezler. "Bak, sana nasıl misaller getirdiler” sana şâir, sihirbaz, kâhin ve deli dediler. "Böylece saptılar” bunların hepsinde haktan saptılar "artık bir yol bulmaya güç yetiremezler” doğru bir eleştiri yapamazlar; işinde şaşmış, ne yapacağını ya da doğruyu bilmeyen gibi saçmalar ve tökezlerler. 49Dediler: Biz, kemikler ve toz toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratma ile diriltilmiş olacağız? "Dediler: biz kemikler ve toz toprak” kırıntı "olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratma ile diriltilmiş olacağız?". Bunu da reddederek ve uzak görerek dediler. Çünkü canlının tazeliği ile çürümüşün kuruluğu arasında büyük bir fark ve çelişki vardır, diyorlar. "İza"nın âmili "mebusune"nin gösterdiği şeydir, bizzat kendisi değildir. Çünkü "inne"nin maba'di mâkablinde amel edemez. "Halkan” da mastardır, ya da hâl’dir. 50De ki: Taş yahut demir olun. "De ki:” onlara cevap olarak "taş ve ya demir olun. 51Yahut göğüslerinizde büyüyen başka bir yaratık olun. (Muhakkak öldürülecek ve diriltileceksiniz.) O zaman: "Bizi kim diriltecek, derler?” De ki: Sizi ilk defa yaratan (diriltir). Sana başlarını sallayacak ve: "O dirilme ne zaman?” diyecekler. De ki: Yakın olması muhakkaktır. " Yahut göğüslerinizde büyüyen şeylerden bir mahlûk olun” sizce hayatı kabul etmekten çok uzak olan bir şey lun; onun gücü sizi yaratmaktan yetersiz kalmaz. Çünkü cisimler arazları kabul etmede ortaktır. Artık çürümüş kemikler olduğunuz zaman nasıl kabul etmeyecek? Daha önce taze idi ve canlı niteliğini taşıyordu. Bir şey daha önceki hâlini yeniden (ikinci kez) daha rahat kabul eder. "Sana başlarını sallayacak ve "bizi (hayata) kim döndürecek?” derler. De ki: Sizi ilk defa yaratan döndürecek (diriltecek)". O zaman toprak idiniz ve hayattan çok uzak idiniz. "Sana başlarını sallayacaklar” şaştıklarından ve alay ettiklerinden başlarını sana doğru sallayacak "ve o, ne zaman diyecekler? De ki: Yakın olması muhakkaktır” çünkü her gelecek yakındır. Karîben haber ya da zarf olarak mensûbtur ki, yakın zamanda demektir. "En yekune"nin asâ'nın ismi yahut haberi olma ihtimali vardır, o zaman isim gizli olur. 52Sizi çağıracağı gün hamd ile ona icabet edersiniz. Orada pek az kaldığınızı zannedeceksiniz. "Sizi çağıracağı gün ona icabet edeceksiniz” yani sizi yeniden diriltip de sizin de dirildiğiniz gün demektir. Bu ikisi için istiare olarak çağırmak ve icabet etmek lâfızlarını kullanmıştır, bu da bu ikisinin hızlı olacağına ve kolay gerçekleşeceğine ve bunlardan kastedilenin hesap ve ceza olduğuna dikkat çekmek içindir. (Hamd ile) bu da onlardan hâl’dir yani kemal-i kudretinden dolayı Allah'a hamd ederek demektir. Nitekim şöyle de denilmiştir: Başlarından toprağı silker ve: Allah'ım seni hamd ile tesbih ederiz, derler. Ya da onun diriltmesine hamd edenlerin itâati gibi itâat ederek demektir. "Orada pek az kaldığınızı zannedeceksiniz” kabirlerde az eğleştiğinizi sanacaksınız, Meselâ o memlekete uğrayan kimse (Üzeyr) gibi ya da korkunç şeyler gördüğünüz için dünyadaki hayat sürenizi kısa göreceksiniz. 53Kullarıma söyle: Kâfirlerle en güzeli ne ise onu söylesinler. Şüphesiz şeytan aralarını bozar. Zira şeytan insan için apaçık bir düşmandır. "Kullanma söyle” yani mü'min kullanma "en güzeli ne ise onu desinler” en güzel kelimeyi söylesinler, müşriklere sert davranmasmlar. "Şüphesiz şeytan aralarını bozar” aralarında tartışma ve kötülük meydana getirir, belki de sertlik onları inada ve daha çok bozgunculuğa götürür. "Zira şeytan insan için apaçık bir düşmandır” düşmanlığı açıktır. 54Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size merhamet eder yahut dilerse size azâp eder. Seni onların üzerine vekil göndermedik. "Rabbiniz sizi daha iyi bilir. Dilerse size merhamet eder yahut dilerse size azâp eder” bu da en güzelinin tefsiridir, aralarındaki de itiraziye cümlesidir yani onlara bu kelimeyi yahut benzerini söyleyin, onların cehennemlik olduklarım açıkça söylemeyin, demektir. Çünkü bu, onları kötülüğe sevk eder, üstelik sonlarının ne olacağı da gâiptir, onu ancak Allah bilir. "Seni onların üzerine vekil göndermedik” onları îmana zorlaman için işlerini sana bırakmadık. Seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen de onları idare et ve ashâbına onlara tahammül etmelerini söyle. Rivâyete göre müşrikler eziyetlerini artırdılar; ashâb Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e şikayet ettiler. Şöyle de denilmiştir: Onlardan bir adam Hazret-i Ömer'e küfretti, o da ona ceza vermek istedi, Allah da onu affetmesini buyurdu. 55Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri pekiyi bilendir. Yemin olsun, biz peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Dâvûd'a da Zebûr'u verdik. "Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri pekiyi bilir” hâllerini de iyi bilir; peygamberlik ve velilik için onlardan dilediğini seçer. Bu da Kureyş'in, Ebû Tâlib'in yetimini peygamberliğe lâyık görmemelerini ve aç ve çıplakların ona ashap olmalarını yakıştıramamalarım reddir. "Yemin olsun, biz peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık” özlerindeki faziletler ve bedensel ilişkilerden uzak durmalarıyla üstün kıldık; mal ve adam çokluğu ile değil. Hatta Dâvûd aleyhisselâm'ı da Allah vahyettiği kitapla şereflendirmiştir, ona verdiği mülk ile değil. Bunun Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in üstünlüğüne işâret olduğu da söylenmiştir. "Dâvûd'a da Zebûr'u verdik". Bu da onun (Efendimizin) üstünlük sebebine dikkat çekmektedir; o da peygamberlerin sonuncusu olması, ümmetinin de ümmetlerin en hayırlısı olmasındandır. Bu da Zebûr'da "yeryüzüne iyi kullarımın sahip olacağı” (Enbiya: 105) müjdesi ile belirtilmiştir. Zebûr'in burada nekire ve "velakad ketebna fizzeburi” (Enbiya: 105) âyetinde mâ'rife olması şundandır; çünkü o, aslında feul veznindedir, mef'ûl manasınadır, Meselâ halub gibi ya da mastardır, Meselâ kabul gibi. Hamze'nin zam ile (ezzubur) okuması da bunu destekler; meselâ elAbbâs veya elfadl gibi. Ya da maksadın ve ateyna davude ba'daz zübüri yahut ba'dan minez zeburi olmasındandır o da Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm’ın zikri geçtiği yerlerdir. 56De ki: Ondan başka iddia ettiklerinizi çağırın. Sizden ne sıkıntıyı defetmeye ne de değiştirmeye sahip değiller. "De ki: Ondan başka iddia ettiklerinizi” ilâhlar olduklarını iddia ettiklerinizi "çağırın", Meselâ melekler, Îsa Mesih ve Üzeyr gibi, "sizden ne sıkıntıyı def etmeye sahip değiller” güç yetiremezler, hastalık fakirlik ve kıtlık gibi sıkıntıyı "ne de değiştirmeye” sizden başkasına götürmeye. 57İşte onların taptıkları, Rablerine en yakın olanları da ona vesile arıyor, rahmetini umuyor ve azabından korkuyorlar. Şüphesiz Rabbinin azabından korkulur. "İşte onların taptıkları Rablerine vesile ararlar” bu ilâhlar Allah'a itâat ederek yaklaşma için vesile ararlar (en yakın olanları) bu da yebteğun'daki vâv'dan bedeldir yani onların Allah'a en yakın olanları vesile ararlar, kaldı ki, yakın olmayanları! "Onun rahmetini umar ve azabından korkarlar” diğer kullar gibi, artık onların ilâhlar olduklarını nasıl iddia edersiniz? "Şüphesiz Rabbinin azabından korkulur” herkesin hatta peygamberlerin ve meleklerin bile ondan korkması gerekir. 58Hiçbir şehir yoktur ki, biz onu kıyâmet gününden önce helâk etmeyelim yahut ona şiddetli bir azâp ile azâp etmeyelim. Bu, kitapta yazılmıştır. "Hiçbir şehir yoktur ki, biz onu kıyâmet gününden önce helâk etmeyelim” ölümle ve köklerini kazımakla "yahut ona şiddetli bir azapla azâp etmeyelim” öldürmek ve çeşitli belalarla. "Bu, kitapta” Levh-i Mahfûz'da "yazılmıştır” kayıt altına alınmıştır. 59Bizi mu'cizeler göndermekten evvelkilerin onları yalanmalarından başka bir şey men etmedi. Semûd'a da o dişi deveyi açık (bir mu'cize) olarak verdik de ona zulmettiler. Biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz. "Bizi mu'cizeler göndermekten men etmedi” bizi Kureyş'in teklif ettiği mu'cizeleri göndermekten men etmedi "ancak öncekilerin onları yalanlamaları men etti” ancak tabiatları onlara benzeyenlerin yalanlaması men etti, Meselâ Âd ve Semûd kavimleri gibi. Bunlara da mu'cizeler gönderilse idi onlar gibi yalanlardı, eski âdetimize göre de köklerinin kazılmasını hak ederlerdi. Biz ise onların köklerinin kazılmamasma hükmettik, çünkü onlarda îman edecek olanlar yahut îman edecekleri doğuranlar olacaktır. Sonra teklif edilen mu'cizeleri inkâr etmekle helâk olan bazı ümmetleri zikredip şöyle dedi: "Semûd'a da o dişi deveyi verdik” istekleri üzerine (açık bir mu'cize olarak) beyyineten zate ebsarin (gözleri olan) yahut basiretleri olan yahut onları basiret sâhibi kılacak olan demektir. Feth ile (mabsaraten) de okunmuştur. "Ona zulmettiler” onu inkâr ettiler yahut onu kesmekle kendi nefislerine zulmettiler. "Biz âyetleri” teklif edilen mu'cizeleri "ancak korkutmak için göndeririz” köklerini kazıyacak olan azabın inmesinden korkutmak için. Eğer korkmazlarsa indirilir ya da teklif edilmeyenleri demektir Meselâ mu'cizeler ve Kur'ân âyetleri gibi ki, âhiret azâbı ile korkutmak için indiririz. Çünkü senin gönderildiğin ümmetlerin durumu kıyâmet gününe ertelenmiştir. "Bilayati"deki be zâittir, ya da hâl yerindedir, mef'ûl da mahzûftur. 60Hani biz sana: Şüphesiz Rabbin insanları kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz rüyayı da Kur'ân'da lâ'net edilen ağacı da ancak insanlar için bir sınama kıldık. Biz onları korkutuyoruz da bu, onların ancak büyük bir taşkınlığını artırıyor. "Ve iz kulna leke” üzkür iz evhayna ileyke (sana vahyettiğimiz vakti hatırla) demektir. "Şüphesiz Rabbin insanları kuşatmıştır” onun kudret kabzası içindedirler ya da Kureyş'i kuşatmıştır ki, onları helâk etti manasınadır. Bu da ehate bihimül adüvvü'den, düşmanın kuşatmasından gelir. Bu da Bedir çengini müjdelemektedir. Mâzi kalıbı ile vermesi kesin olarak gerçekleşeceğindendir. "Sana gösterdiğimiz rüyayı da kılmadık” miraç gecesinde, onun rüyada olduğunu söyleyenler bunu delil getirmişlerdir. Uyanıkken olduğunu söyleyenler de rüyayı rü'yet (gözle görmek)le tefsir etmişlerdir. Ya da Hûdeybiye seferindeki rüyadır ki, Mekke'ye girdiğini görmüştü. Bunda Âyetin Mekkî olduğu görülmektedir, meğerki: Onu Mekke'de gördü ve o zaman anlattı, denile. Belki de bu Bedir savaşında gördüğü rüyadır, çünkü şöyle buyurmuştur: "Hani, Allah onları sana rüyanda az gösteriyordu” (Enfâl: 43). Bir de Bedir suyuna varınca şöyle demişti: Onların vurulacakları yerleri görür gibiyim; bu falanın vurulacağı yerdir, bu da filanın vurulacağı yerdir. Kureyş bunu duydu, onunla alay ettiler. Şöyle denilmiştir: Ümeyye oğullarından bazı kimselerin kendi minberine çıktıklarını, maymunlar gibi zıpladıklarını gördü: Bu, onların dünyadaki nasipleridir, Müslüman olmakla onlara verilecektir, dedi. Buna göre "ancak insanlar için bir deneme yaptık” kavlinden onların zamanındaki şeyler murat edilmiş olur. (Kur'ân'da lâ'net edilen ağacı da) bu da rüya'ya ma’tûftur, ağaç da zakkum ağacıdır. Müşrikler bunu duyunca: Muhammed cehennemin taşları yakacağını iddia ediyor, sonra da onda ağaç biteceğini söylüyor, dediler. Bilmediler ki, semender'in tüylerini ateşte yandırmayan, devekuşunun bağırsaklarını yuttuğu korlardan ve kızgın demir parçalarından koruyan Allah, ateşin içinde de yanmayan bir ağaç yaratabilir. Kur'ân'da ona lâ'net etmesi onu tadanlara lâ'net etmesidir. Mecaz olarak öyle nitelemesi mübalağa içindir ya da onu cehennemin dibinde olmakla nitelemiştir ki, orası rahmetten en uzak mekândır ya da hoşlanılmayan ve rahatsız edici bir ağaçtır diye nitelemiştir. Bu da taamun melunun deyiminden gelir ki, zararlı yiyecek demektir. Bu, Ebû Cehille ve Hakem bin As ile de te'vil edilmiştir. Ref ile mübteda olarak (veşşeceretü) de okunmuştur ki, haberi mahzûftur yani veşşeceretül melunetü filKur'âni kezalik (Kur'ân'da lâ'net edilen ağaç da öyledir) demektir. "Biz onları korkutuyoruz” çeşitli korkularla "bu, onların ancak büyük bir taşkınlığını artırıyor” ancak haddi aşan zulümlerini demektir. 61Hani, meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik de İblis hariç secde etmişlerdi. Çamurdan yarattığına secde eder miyim, dedi? "Hani, meleklere; "Âdem'e secde edin, demiştik de İblis hariç secde etmişlerdi. "Çamurdan yarattığına secde eder miyim?” dedi” limen halaktehu min tıynin demektir ki, harf-i cerrin hazfi ile mensûb olmuştur. Mevsûla râci zamirden hâl olması da câizdir, halaktahu vehüve tıynün ya da minhü demektir daha açıkçası eescüdü lehu (aslı çamur olan birine secde eder miyim?) demektir. Bunda bu ihtimallere karşı reddin gerekçesine îma vardır. 62Dedi: Benden şerefli kıldığın şunu görüyor musun? Gerçekten eğer beni kıyâmet gününe kadar ertelersen, zürriyetinin, pek azı hariç, mutlaka köklerini sökeceğim. (Dedi: Benden şerefli kıldığın şunu görüyor musun?) kâf hitabı te'kit içindir, iraptan mahalli yoktur, Hâza da birinci mef'ûldur "ellezi” de sıfatıdır. İkinci mef'ûl ise mahzûftur, çünkü sıla ona delâlet etmektedir. Mana da şöyledir: Secde etmemi emrettiğin şu kimseyi bana anlat, onu neden benden üstün kıldın? (Gerçekten eğer beni kıyâmet gününe kadar ertelersen) yeni söz başıdır, lâm da kaseme hazırlık içindir, cevabı da "zürriyetinin, pek azı hariç, mutlaka köklerini sökeceğim” cümlesidir yani pek azı hariç köklerini kazıyacağım, ancak azı hariçtir ki, onların karakterlerine karşı koyamam. Bu da ihtenekel ceardül arda'dan gelir ki, çekirge geçtiği şeyleri yiyip bitirmektir. Bu da hanekten (ağızdan) gelir. Bunu ya meleklerin "yeryüzünde fesat çıkaracak birilerini mi yaratmak istiyorsun?” (Bakara: 30) diyerek onaylamasından ya da Âdem'in vehimli, şehvetli ve gazaplı yaratılmasından hareketle bilmiştir. 63Allah dedi: Git, artık onlardan kim senin ardına düşerse, şüphesiz cehennem sizin eksiksiz cezanızdır. "Allah dedi: Git” aklmdakine devam et, bu da onu nefsinin süslediği şeye karşı serbest bırakmadır, "kim senin ardına düşerse, şüphesiz cehennem sizin cezanızdır” senin de onların da cezasıdır, böylece muhatap gaibe üstün kılınmıştır. Hitabın siyga değiştirerek ona tâbi olanlara olması da câizdir (eksiksiz cezanız) mükemmel demektir, bu da fir lisâhibike ırzahu (arkadaşının onurunu koru) deyiminden gelir. Cezaen ya fiilini ızmar ederek mastar olarak mensûbtur ya da cezaüküm'de tücazune manasının olmasındandır yahut da mevfuren kavlini hazırlayan hâl’dir. 64Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat. Atlılarınla ve yayalarınla onlara yaygara kopar. Mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol. Onlara vaatte bulun. Şeytan onlara aldatmacadan başka bir vaatte bulunmaz. (Onlardan gücünün yettiğini yerinden oynat) fezz hafif demektir "sesinle” fesada çağırmanla (onlara yaygara kopar) bu da celebe'den gelmektedir ki, ses çıkarmaktır. (Atlılarınla ve yayalarınla) piyade ve süvari yardımcılarınla. Hayl atlılar demektir, Efendimizin: Ya haylallahir kebi (ey Allah'ın atlıları, binin) hadisi de bundandır. Reci racil'in ism-i cem'idir, sahb ve rekb gibi. Bu, onun azdırdığı kimselere saldırmasının temsili de olabilir; o, bir kavme nara atan, onları yerlerinden eden ve onlara askerleriyle seslenerek köklerini kazıyan bir akıncıya benzetilmiştir. Hafs kesr ile "recilike", başkası da zam ile (recülike) okumuştur ki, ikisi de lügattir, nedis ve nedüs gibi. Manası da yayaları toplayarak demektir. Ve ricalike ve rüccalike de okunmuştur. "Mallarda ortak ol” onlari harâmdan kazanıp haramdan toplamakla ve uygunsuz yere harcatmakla "ve evlatlarda” haram sebeplerle evlât kazanmaya teşvik etmek ve Abdüluzza adını koydurarak onları şirke sebep kılmakla; bâtıl dinlere, adi mesleklere ve çirkin işlere sürükleyerek onları saptırmakla. "Onlara vaatte bulun” bâtıl vaatlerde Meselâ ilâhların şefaati, ataların saygınlığına güvenme ve tevbeyi uzun süre ihmal etme gibi. "Şeytan onlara aldatmacadan başka bir vaatte bulunmaz” bu da vaatlerini açıklamak için ara cümlesidir. Âyette geçen gurur da yanlışa doğru havası vererek süslemektir. 65Şüphesiz, benim kullarımın üzerinde senin bir gücün yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter. (Şüphesiz, benim kullarım) yani ihlâslı kullarım demektir, izafetin ta'zîmi ve "ancak ihlâslı kulların hariç” (Sad: 83, Hicr: 40) kavli onları tahsis edip ayırmaktadır. "Onların üzerinde senin bir gücün yoktur” yani onları azdırmak için gücün yoktur. "Rabbin kefil olarak yeter” senden gerçek sığınmada ona tevekkül ederler. 66Rabbiniz odur ki, lütfundan arayasınız diye sizin için gemileri denizde yürütür. Şüphesiz o, size çok merhametlidir. "Rabbiniz odur ki, lütfundan arayasınız diye sizin için gemileri denizde yürütür” sizin yanınızda olmayan kâr ve ticaret mallarım demektir. "Şüphesiz o, size çok merhametlidir” şöyle ki, muhtaç olduğunuz şeyleri sizin için hazırlamış ve sebeplerine ulaşma yollarını kolaylaştırmıştır. 67Size denizde sıkıntı dokunduğu zaman ondan başka yalvardıklarınız uzaklaşır. Sizi kurtarıp karaya çıkardığı zaman yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür. "Size denizde sıkıntı dokunduğu zaman” suya batma korkusu "yalvardıklarınız uzaklaşır” olaylarda dua ettiğiniz bütün şeyler aklınızdan gider "ancak o kalır” bir tek o kalır, çünkü o anda aklınızda ondan başkası kalmaz. Sıkıntıyı def etmesi için yalnız ona dua edersiniz ya da Allah'tan başka ibâdet ettikleriniz size yardım edeceklerine kaybolup gider. "Sizi kurtarınca” boğulmaktan "karaya çıkınca yüz çevirirsiniz” tevhidten. Şöyle de denilmiştir: Nankörlükte daha da ileri gidersiniz, Şâir Zürrümme'nin dediği gibi: Bir delikanlının ihsanı gibi ki, yücelere çıkma imkânı buldu Ve ihsanda ileri gitti ve üste çıktı. "İnsan çok nankördür” bu da yüz çevirmesinin illeti (sebebi) gibidir. 68Sizi kara tarafından yere batırmasından yahut üzerinize taş yağdıran fırtına göndermesinden emin mi oldunuz? Sonra sizin için bir vekil bulamazsınız. (Emin mi oldunuz) hemze inkâr için, fe de mahzûfa atıf içindir, takdiri, enecevtüm feemitüm (kurtuldunuz da bu da sizi yüz çevirmeye mi gönderdi?) demektir. Çünkü sizi denizde suya boğarak helâk etmeye gücü yetenin sizi karada yere batırmaya ve başka şeyle helâk etmeye de gücü yeter. "Sizi kara tarafında yere batırmasından” siz üzerindeyken Allah'ın onu ters çevirmesinden yahut sizin yüzünüzden onu alt üst etmesinden emin mi oldunuz? Bu da hâl’dir ya da yehsife'nin sılasıdır. İbn Kesîr ile Ebû Amr bunda ve arkadan gelen dört maddede nûn ile okumuşlardır. Kara tarafında ifadesinde şuna dikkat çekilmiştir ki, onlar karaya varınca nankörlük etmişler ve yüz çevirmişlerdir. Şuna da işâret vardır ki, bütün cihetler onun kudretine göre eşittir, helâk sebeplerinden emin olunacak bir sığınak yoktur. " Yahut üzerinize taş yağdırmasından” taş fırlatan fırtına göndermesinden "sonra sizin için bir vekil bulamazsınız” sizi bundan muhafaza edecek, çünkü onun istediğini çevirecek kimse yoktur. 69Yoksa sizi bir defa daha oraya döndürüp üzerinize şiddetli fırtına göndererek inkârınız yüzünden sizi suda boğmasından emin mi oldunuz? Sonra sizin için bize karşı onun öcünü alacak birini bulamazsınız. "Yoksa sizi bir defa daha oraya döndürmesinden emin mi oldunuz?” sizi oraya gönderip de deniz yolculuğuna çıkmanızdan emin mi oldunuz? "O zaman üzerinize şiddetli fırtına gönderir” uğradığı her şeyi kırar geçirir (sizi boğar) Ya'kûb'tan te ile (tuğrikaküm) okuduğu, zamirin de rîh'a gittiği rivâyet edilmiştir. "İnkârınız yüzünden” şirkiniz veya kurtarma nimetine nankörlüğünüz yüzünden. "Sonra sizin için bize karşı onun öcünü alacak birini bulamazsınız” öc almak yahut çevirmek için bizi takip eden birini bulamazsınız. 70Yemin olsun, âdemoğullarını şerefli kıldık (eşref-i mahlûkat), onları karada ve denizde taşıdık, onlara temiz şeylerden rızık verdik ve onları yarattıklarımızdan birçoğunun üzerine gerçekten üstün kıldık. "Yemin olsun, âdemoğullarım şerefli kıldık” güzel şekil, dengeli mizaç, dik boy, aküla ayrım; konuşma, işâret ve yazı ile anlatım; dünya ve âhiret sebeplerini bulma; yeryüzündekilere hakimiyet; sanat imkânı, ulvî ve süflî sebep ve sonuçların şevki gibi daha sayılamayacak kadar yararlı şeyleri eline verdik. İbn Abbâs’ın "bütün hayvanlar yiyeceğini ağzıyla alır, ancak insan bundan müstesnadır ki, yiyeceğini ağzına götürür,” sözü de bundandır. (Onları karada ve denizde taşıdık) yani hayvanların ve gemilerin üzerinde demektir. Bu da hameltuhu hamlen deyiminden gelir ki, ona binek temin etmektir ya da onları bu ikisine yükledik ki, yere batmasınlar ve suya boğulmasınlar diye. "Onlara temiz şeylerden rızık verdik” kendilerinin ve başkalarının yapması ile meydana gelen zevkli şeylerden rızık verdik "ve onları yarattıklarımızın birçoklarından üstün kıldık” gâlip getirme ve işgal ettirme ile yahut şeref ve saygı ile. Birçokları diye istisna edilen de melek emsidir ya da onların havas tabakasıdır. Cinsin üstün kılınmamasından bazı fertlerin üstün olmamaları lâzım gelmez. Bu da araştırılması lâzım gelen bir meseledir. Çokları tabiri hepsi ile te'vil edilmiştir ki, bu da zorlamadır. 71Hatırla o günü ki, bütün insanları önderleri ile çağıracağız. Artık kime kitabı sağından verilirse, işte onlar, kitaplarını okurlar ve hurma çekirdeğinin ipliği kadar haksızlığa uğratılmazlar. (Hatırla o günü ki, çağırırız) bu da gizli üzkür ile mensûbtur ya da "vela yuzlemun"un gösterdiği şeyin zarfıdır. "Yed'u", "yüd'a” ve elifi vâv'a kalb edenlerin lehçesine göre "yüd'av” okunmuştur ki, bunlar ef'a yerine ef av derler. Ya da vâv cemi alametidir, Meselâ "ve eserrün necvellezine zalemu” (Enbiya: 3) âyetinde olduğu gibi. Ya da vâv cemi zamiridir, "kül” de ondan bedeldir, nûn da (yüd'avne) Önemsiz olduğu için hazf edilmiştir, çünkü o, sadece ref alametidir. O da bazen mukadder olur, Meselâ yüd'a'da olduğu gibi. "Herkesi önderleri ile” uydukları peygamber veyahut dinî lider veya kitap veya din gibi. Önden gönderdikleri amel defterleri de denilmiştir: Ey filanca kitabın sâhibi, diye seslenilir, yani soy ilişkisi kesilir de amel ilişkisi kalır. Onları itikatlarına ve fiillerine sevk eden güç de denilmiştir. Anaları da denilmiştir ki, imâm ümmün çoğulu olur, hüf ve hifaf gibi. Bundaki hikmet de Îsa aleyhisselâm'ı onurlandırmak ve Hasan ile Hüseyin Efendilerimizin şerefini ortaya koymaktır, Allah o ikisinden râzı olsun ve veledizinaları rezil etmemektir. "Artık kime verilirse” davet edilenlerden "kitabı” amel defteri "sağından, işte onlar kitaplarını okurlar” içinde gördüklerine sevindiklerinden "ve hurma çekirdeğinin ipliği kadar haksızlığa uğratılmazlar". Ecirlerinden hiçbir şey eksiltilmez. Ülâike ism-i işaretinin ve zamirin çoğul olması, kitap verilenlerin cemi manasında olmasındandır. Okumanın da sağ taraftan verilmeye bağlanması şunu göstermektedir ki, sol tarafından verilenler, içindeki şeyleri görünce o kadar utanacak ve o kadar hacil (mahcup) olacaklar ki, dilleri tutulacak ve okuyamayacaklardır. Bunun içindir ki, onlardan bahs etmemiştir. 72Kim bu dünyada kör olursa o, âhirette de kördür. Ve yolca daha sapıktır. Bununla beraber "kim bu dünyada kör olursa o, âhirette de kördür” sözü de bunu akla getirmektedir. Çünkü a'mâ kitap okumaz. Mana da şöyledir: Kimin bu dünyada kalp gözü kör olur da doğruyu görmezse, âhirette de kör olur, kurtuluş yolunu göremez. "Ve yolca daha sapıktır” dünyadakinden, çünkü kabiliyeti körelmiş, alet ve süresi kalmamıştı. Şöyle de denilmiştir: Çünkü o sırada hidâyet ona fayda vermez. A'mâ duyularını yitirenden kinayedir. Şöyle de denilmiştir: İkinci a'mâ lâfzı kalbi kör olandır, Meselâ echel ve ebleh gibi, bunun içindir ki, Ebû Amr ile Ya'kûb onu imâle ile okumamışlardır. Çünkü ef'al-i tafdil kalıbı "min” ile tamam olur. O sebeple elifi ortadadır, Meselâ a'mâlüküm lâfzında olduğu gibi. Sıfat olan (birinci a'mâ) ise öyle değildir, çünkü onun elifi lâfzan ve hükmen kelimenin bir ucunda vaki olmaktadır. Onun için imaleye maruzdur, çünkü elif tesniyesinde ye olur. Hamze, Kisâî ve Ebû Bekir de ikisini de imâle etmişlerdir. Verş ise ikisinde de'belli belirsiz okumuştur. 73Neredeyse bize başkasını iftira etmen için sana vahyettiğimiz şeyden seni kaydıracaklardı. O zaman elbette seni can dostu edinirlerdi. "Nerede ise seni kaydıracaklardı” Sakif kabilesi hakkında indi: Bize Araplara karşı ayrıcalıklar vermedikçe emrin altına girmeyiz, dediler; biz öşür vermeyeceğiz, savaşa katılmayacağız, namazda eğilmeyeceğiz, lehimize olan faiz bizim için geçerlidir, aleyhimize olan faiz bizim için geçerli değildir. Bir sene Lat'a tapmamıza imkân vereceksin ve Mekke'yi harem kıldığın gibi bizim vadimizi de harem kılacaksın. Eğer Araplar "bunu niçin yaptın?” derlerse: Bana Allah emretti, dersin, dediler. Âyetin Kureyş hakkında indiği de söylenmiştir, onlar da: İlâhlarımıza gelip de onlara elini sürmedikçe Hacer-i Esved'e el sürmene imkân vermeyiz, dediler. "Ve in” inne'den tahfif edilmiştir, lâm da ayrım içindir. Mana da şöyledir: Durum öyle naziktir ki, onlar abartarak seni fitneye düşürecek ve "sana vahyettiğimiz şeylerden” hükümlerden indirim yaptıracaklardı. "Bize başkasını iftira etmen için” sana vahyettiğimizden başkasını. "O zaman elbette seni can dostu edinirlerdi". Eğer onların isteğini yerine getirse idin dîninden dönmekle seni benim dostluğumdan çıkarır, kendi dostları yaparlardı. 74Eğer sana sebat vermese idik, gerçekten yemin olsun ki, onlara az bir şey meyledecektin. "Eğer sana sebat vermese idik, gerçekten yemin olsun ki, onlara az bir şey meyledecektin” isteklerine meyl etmeye yaklaşacaktın. Mana da şöyledir: Sen onlara meyletmeye yaklaştın, çünkü aldatmaları çok kuvvetli ve hileleri çok çetindir. Ancak seni koruduk, sen de onlara meyilden çok, yaklaşmadın bile. Bu da Efendimiz aleyhisselâm'ın o kadar kuvvetli davetlerine rağmen onlara icabeti aklından bile geçirmediğini açıkça ifade etmektedir ve ismet (masumiyet) sıfatının Allah'ın tevfik ve muhafazası ile olduğunu göstermektedir. 75O zaman gerçekten sana hayat azabının bir katını ve ölüm azabının bir katını tattırırdık. Sonra da senin için bize karşı bir yardımcı bulamazdın. "O zaman sana gerçekten tattırırdık” yani onlara yaklaşsa idin sana tattırırdık "hayatın bir katını ve ölümün bir katını” yani dünya azabının ve âhiret azabının bir katını demektir ki, senden başkasının bu iki dünyada çekeceği azabın iki katını çektirirdik, demektir. Çünkü büyüklerin hatası da büyüktür. Kelâmın aslı hayatta bir kat azâp ve ölümde bir kat azaptır, sonra mevsûf hazf edildi, sıfat onun yerine geçirildi. Sonra da mevsûf gibi muzâf kılındı. Âyette geçen dı’f’ın azabın isimlerinden olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Hayatın katından âhiret azâbı, ölümün katından da kabir azâbı murat edilmiştir. "Sonra da senin için bize karşı bir yardımcı bulamazsın” azâbı senden def edecek bir yardımcı. 76Seni çıkarmak için neredeyse seni bu yerden koparacaklardı. O takdirde senin arkandan kendileri de pek az kalırlardı. "Neredeyse” Mekke halkı "seni koparacaklardı” düşmanlıkları ile seni rahatsız edeceklerdi "bu yerden” Mekke toprağından "seni oradan çıkarmak için. O takdirde senin arkandan (halfeke) kalmazlardı” eğer çıksa idin çıkışından sonra kalmazlardı "ancak pek az kalırlardı” öyle de oldu, çünkü onlar hicretinden bir yıl sonra Bedir'de helâk edildiler. Şöyle de denilmiştir: Âyet Yahûdîler hakkında indi, çünkü onlar Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in Medîne'de kalmasını çekemediler: Şâm Peygamberler diyarıdır; eğer peygamber isen oraya ulaş, biz de sana îman ederiz, dediler. Eendimiz bunu biraz düşünecek gibi oldu, âyet bunun üzerine indi. Döndü, sonra onlardan Kurayza oğulları öldürüldü, az sonra da Nadıyr oğulları sürgüne gönderildi. "Layelbesu” şeklinde de okunmuştur ki, o zaman "ve in kâdu leyestefizzuneke” cümlesinin üzerine ma’tûf olur, "kâde"nin haberi olmaz. Çünkü "izâ” mabedi mâkabline itimat ederse amel etmez. İbn Âmir, Kisâî, Ya'kûb ve Hafs "hilafeke” okumuşlardır, o da lügattir. Şâir şöyle demiştir: Yurt, arkalarından (hilafehüm) silindi sanki Kadınlar aralarına hasır döşediler. 77Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerim izdeki kanun gibi. Kanunumuz için bir değişiklik bulamazsın. (Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimizdeki kanun gibi) bu da mastar olarak mensûbtur yani sennallahu Zâlike sünneten demektir. Bu da peygamberlerini aralarından çıkaran her ümmetin helâk olmasıdır. Sünnet (adet, kanun) Allah'a aittir, peygamberlere nispeti onlar için olmasındandır, "kanunumuz için bir değişiklik bulamazsın” kavli de bunun Allah'a ait olduğunu gösterir. 78Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar namaz kıl ve sabah okumasını da. Şüphesiz sabah namazı şahitli olmuştur. "Ekrrnıs salate lidülukiş şemsi” güneşin zevalinden namaz kıl demektir. Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz'in: "Bana Cebrâîl güneşin dülukünde yani zevalinde geldi, öğle namazını kıldırdı” hadisi de bunu gösterir. Düluk'ün güneşin batması olduğu da söylenmiştir. Delk maddesi bir yerden bir yere intikal etmek manasınadır, delk de ondandır, çünkü dellak'in eli bir yerde durmaz. Dal velam'dan oluşan bütün terkipler de böyledir; Meselâ delece (gece yürümek), deleha (ağır ağır yürümek), delea (dili dışarı çıkmak), delef (ayağı bağlı gibi yürümek) ve delehe (aklı gitmek) gibi. Düluk'un delkten (oğuşturmaktan) geldiği söylenmiştir, çünkü güneşe bakan ışığını def etmek için gözünü oğuşturur. Lâm da vakit manasınadır, Meselâ: Liselaasin halevne (ayın üçünde) gibi. (Gecenin karanlığına kadar) o da yatsı namazının vaktidir. "Sabah okumasını da” sabah namazını demektir, ona okuma denilmesi, namazın rüknü olmasındandır, namaza rüku ve secde denilmesi gibi. Bu, sabah namazında okumanın vâcip olduğuna delil getirilmiştir ki, bunda delil yoktur, çünkü kısa okumak da câizdir, çünkü o da menduptur. Evet, eğer sabah namazında okuma ile tefsir edilirse, emrin okumanın onda Nâs ve diğerinde kıyas ile vâcip olduğuna delâlet eder. "Sünhesiz sabah okuması şahitli olmuştur” ona gece melekleri ve gündüz melekleri şahitlik eder yahut karanlığın ışıkla, ölümün kardeşi olan uykunun uyanıklıkla değişmesi gibi kudret şahitleri şahitlik eder ya da ona namaz kılanlardan çokları şahitlik eder ya da büyük bir kalabalığın şahitlik etmesi onun hakkıdır. Eğer düluk güneşin zevali ile tefsir edilirse âyet beş vakit namazı içine almış olur; eğer güneşin batması ile tefsir edilirse, yalnız gece namazını içine almış olur. Namazdan murat edilenin akşam namazı olduğu da söylenmiştir. "Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar” ifadesi vaktin başlangıcını ve sonunu açıklamak içindir. Bu, vaktin kızıllığın batmasına kadar sürdüğüne delil getirilmiştir. 79Geceden de onunla teheccüd kıl. Rabbinin seni övülen makama göndermesi umulur (kesindir). (Geceden de onunla teheccüd kıl) gecenin bir kısmında namaz için uykuyu terk et, bihi zamiri de Kur'ân'a gitmektedir. "Senin için nafile olarak” farz namazlara ilave bir farz olarak ya da senin için fazilet olarak demektir, çünkü vacipliği ona hâstır. "Rabbinin seni övülen makama göndermesi umulur/kesindir.” orada duranın ve tanıyan herkesin öveceği makam demektir. Bu da değer ifade eden her makamı içine alır. Meşhur olan onun şefaat makamı olmasıdır, çünkü Ebû Hureyre radıyallahü anh'in rivâyetine göre Efendimiz aleyhisselâm: O, ümmetime şefaat edeceğim makam buyurmuştur. Bir de orada durmasını insanların öveceği bir makamı akla getiriyor ki, o, şefaat makamından başkası değildir. Makamen zarf olarak gizli fiiliyle mensûbtur yani feyükimüke makarnan demektir ya da "yebasüke"ye o mana verildiği içindir ya da hâl olarak mensûbtur, mana da en yebaseke za makamin demektir. 80De ki: Rabbim, beni doğru girmekle girdir ve doğru çıkmakla çıkar. Bana kendi katından yardıma mazhar olmuş bir güç ver. "De ki: Rabbim, beni girdir” kabre "doğru girmekle” râzı olacağım şekilde "ve beni çıkar” yeniden dirileceğim zaman ondan "doğru çıkmakla” ikrama mazhar bir çıkmakla. Bundan Medîne'ye girmek ve Mekke'den çıkmak murat edilmiştir de, denilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Mekke'ye gâlip olarak girmesidir, ondan müşriklerden emin olarak çıkmasıdır. Şöyle de denilmiştir: Mağaraya salim olarak girip ondan salim olarak çıkmasıdır. Şöyle de denilmiştir: Yüklendiği risalet yükünün altına girmesi ve ondan hakkını ödeyerek çıkmasıdır. Şöyle de denilmiştir: İlgili her mekâna yahut işe girmesi ve ondan çıkmasıdır. Feth ile "medhale” ve "mahrece” de okunmuştur ki, beni girdir, ben de girmekle gireyim, beni çıkar, ben de çıkmakla çıkayım. "Bana kendi katından yardıma mazhar olmuş bir güç ver” bir delil ver ki, bana muhalefet edene karşı bana yardım etsin. Ya da bir mülk ver ki, küfre karşı İslâm'a yardım etsin. Allah da: "Şüphesiz Allah,'ın fırkası/taraftarları gâliptir” (Maide: 56) ve "onu bütün dinlere gâlip kılmak için” (Saf: 9) ve "onları elbette onların yerine yerleştireceğim” (Nûr: 55) sözü ile duasını kabul etti. 81De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Şüphesiz bâtıl zâil olmağa mahkûmdur. "De ki: Hak geldi” İslâm ile "bâtıl zâil oldu” gitti ve şirk helâk oldu. Bu da zehaka ruhuhu deyiminden gelir ki, canı çıkmaktır. "Şüphesiz bâtıl zâil olmaya mahkumdur” silinip ortadan kalkmaya. İbn Mes'ud şöyle buyurmuştur: Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz fetih günü Mekke'ye girdi, orada üç yüz altmış put vardı. Asası ile teker teker gözlerine dürttü: "Hak geldi, bâtıl zâil oldu” dedi, her biri yüzükoyun düştü, hepsini yere attı, Huzaa'lıların bir putu Ka'be'nin üzerinde kaldı, o da tunçtandı: Ya Ali, onu yere at, dedi. O da onu atıp kırdı. 82Biz Kur'ân'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. O, zâlimlerin ziyanından başka bir şey artırmaz. (Biz Kur'ân'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz). Dinlerini doğrultmada ve nefislerini ıslah etmede hastalar için şifalı ilaçlar gibi şeyler indiriyoruz. "Min” beyaniyedir, çünkü Kur'ân'ın hepsi öyledir. Ba'zı manasına olduğu da söylenmiştir, Mana da şöyledir: Onun bazıları hastalıklara şifadır, Meselâ Fâtiha ve şifa âyetleri gibi. Basra'lı iki kurra (Ebû Amr ile Ya'kûb) şeddesiz olarak "nünzilü” okumuşlardır. "O, zâlimlerin ziyanından başka bir şeyi artırmaz” çünkü onlar onu yalanlar ve onu inkâr ederler. 83İnsana nimet verdiğimiz zaman (şükürden) yüz çevirir ve yan çizer. Ona şer dokundu mu pek umutsuz olur. "İnsana nimet verdiğimiz zaman” sağlık ve bolluk gibi "yüz çevirir” Allah'ın zikrinden "yan çizer” omuz silker ve kendini ondan uzaklaştırır; sanki ona hiç ihtiyacı yokmuş ve başına buyrukmuş gibi. Bunun kibirden kinaye olması da câizdir, çünkü o kibirlilerin adetlerindendir. İbn Âmir, İbn Zekvân rivâyetinde burada ve Fussilet'te hemzeyi yer değiştirerek ya da nahada (kalkmak) manasına "nâe” okumuştur. "Ona şer dokundu mu” hastalık veya fakirlik gibi "pek umutsuz olur” Allah'ın rahmetinden ümidini tamamen keser. 84De ki: Herkes kendi karakterine göre davranır. Rabbiniz kimin daha doğru yolda olduğunu pekiyi bilir. (De ki: Herkes kendi karakterine göre davranır) de ki: Herkes hidâyet ve sapıklıkta veya ruhunun cevherinde, bedeninin mizacına tabı hâllerinde durumuna uygun şekilde davranır. "Rabbiniz kimin daha doğru yolda olduğunu pekiyi bilir” yolunun düzgün ve gidecek yerinin daha açık olduğunu pekiyi bilir. Âyette geçen sakile; tabiat, âdet ve din ile tefsir edilmiştir. 85Sana ruhtan sorarlar, de ki: Rûh Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir. "Sana ruhtan sorarlar” insan bedenine can veren ve onu idare eden ruhtan "de ki: Rûh Rabbimin emrindendir” maddesiz ve insan organına benzemeksizin bir asıldan doğmadan var olan harikalardandır. Ya da onun emri ile meydana gelen ve ol demesiyle var olan şeydir. Onun kıdem ve hudus'undan sorulunca cevap böyledir. Şöyle de denilmiştir: Allah onun ilmini kendine saklamıştır. Çünkü Yahûdîler Kureyş'e: Ona Ashâb-ı Kehf'ten, Zülkarneyn'den ve Rûh'tan sorun. Eğer ona cevap verirse yahut susarsa peygamber değildir. Eğer bazısına cevap verir, bazısından susarsa, peygamberdir, dediler. O da onlara iki kıssayı anlattı ve rûh işini kapalı bıraktı, nitekim Tevrat'ta da kapalıdır. Şöyle de denilmiştir: Rûh Cebrâîl'dir. Meleklerden çok büyük bir mahluktur da denilmiştir. Kur'ân'dır da denilmiştir. Bunun manası, onun vahyindendir de denilmiştir. "O hususta size ilimden az bir şey verilmiştir” duyularınız aracılığı ile istifade edeceğiniz ilimden, çünkü aklın teorik bilgileri edinmesi, cüziyyatın hissinden istifade edilen zorunlu şeylerdir. Bunun içindir ki: Hissini kayb eden ilmi de kayb eder, denilmiştir. Belki de birçok şeyler his ile idrak edilmez, onun zatım tarif eden şeyler de his ile idrak edilmez. Bu da şuna işarettir ki, rûhun zâtını bilmek mümkün değildir, ancak onu başkalarıyla karışan şeylerden ayıran arızî şeylerle bilmek mümkündür (rûh ancak fonksiyonlarıyla bilinir). Bunun içindir ki, bu cevapla yetinilmiştir, nitekim Mûsa aleyhisselâm da "âlemlerin Rabbi de nedir?” (Şuarâ': 23) sorusuna Allah'ın bazı sıfatlarını zikrederek cevap vermiştir. Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz onlara bunu söyleyince: Bu hitap bize mi hâstır, dediler? O da: Hayır, hem size hem de bize hâstır, dedi. Onlar da: Sen ne acayip kimsesin; bir an "kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir” (Bakara: 269) diyorsun, bir an da böyle diyorsun, dediler. Bunun üzerine: "Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa...” (Lokman: 27) âyeti indi. Onlar bunu kötü anlayışlarından dediler, çünkü insanla ilgili hikmet odur ki, hayırdan ve haktan inşan gücünün sınırına dahil olanlar hatta dünya ve âhiret işlerini düzenleyen şeyler öğrenilmelidir. Bu da Allah'ın sonsuz ilmine göre azdır, insanı iki dünyada hayra nâil etmesi hasebiyle de çoktur. 86Yemin olsun, eğer dilersek, sana vahyettiğimiz şeyi muhakkak gideririz, sonra da o yüzden bize karşı bir vekil bulamazsın. (Yemin olsun eğer dilersek, sana vahyettiğimiz şeyi muhakkak gideririz). Birinci lâm kaseme hazırlık lâm'ıdır "lenezhebenne” de onun cevabıdır, şartın cezası yerine geçmiştir. Mana da şöyledir: Eğer dilersek Kur'ân'ı Mushaf'lardan ve göğüslerden giderir ve sileriz. "Sonra o yüzden bize karşı bir vekil bulamazsın” onu yazılmış ve ezberlenmiş olarak geri getirmeyi tekeffül eden birini bulamazsın. 87Ancak Rabbinden bir rahmet hariç. Şüphesiz onun senin üzerindeki lütfü büyüktür. "Ancak Rabbinden bir rahmet hariç” çünkü o, eğer sana yetişirse, belki onu sana geri getirir. İstisnanın munkatı olması da câizdir, mana da: Fakat Rabbinden bir rahmet onu gidermeden yerinde bıraktı olur ki, indirmesi minnet, olduktan sonra bırakması da minnet / lütuf olur. "Şüphesiz onun senin üzerindeki lütfü büyüktür". 88Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için toplansa, birbirlerine yardımcı olsalar, onun benzerini getiremezler. "De ki: Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için toplansalar” belagatta, nazım güzelliğinde ve mana mükemmelliğinde benzerini getirmek isteseler (onun benzerini getiremezler) aralarında öz Araplar, edebiyatçılar ve araştırmacılar olmakla beraber, bu da mahzûf ve kaseme hazırlık lâm'ının işâret ettiği kasemin cevabıdır. Eğer o olmasa idi şartın cevabı mâzi olduğu için cezimsiz olurdu, Şâir Züheyr'in şu beyitinde olduğu gibi: İstek gününde ona bir dost gelirse, Malım gâip de değildir, yasak da değildir, der. "Birbirlerine yardımcı olsalar da” onu getirmek için birbirlerini destekleseler de. Belki de melekleri zikretmemesi onu mu'cize olmaktan çıkarmaz; çünkü onlar onu getirmek için aracıdırlar. Âyetin: "Sonra da o yüzden bize karşı bir vekil bulamazsın” sözünün onayı olması da câizdir. 89Yemin olsun, bu Kur'ân'da her türlü misalden getirdik. İnsanların çoğu ise kafirlikten başka bir şeyi kabul etmediler. "Yemin olsun, getirdik” onay ve beyanı açıklamanın ötesinde değişik yönlerden tekrar ettik "bu Kur'ân'da her türlü misalden” garabette ve nefse yer etmesinde misal gibi her türlü manadan getirdik, (insanların çoğu ise kafirlikten başka bir şeyi kabul etmediler) ancak reddettiler. Neden bu ifade câiz oldu da darabtü illâ zeyden örneği câiz olmadı, çünkü buradaki nefiy (olumsuzluk) ile te'vil edilmiştir (hükmen menfidir, darabtü illâ zeyden ise müspettir). 90Dediler: Sana asla îman etmeyeceğiz, Tâ ki, bize yerden bir pınar fışkırtasın. "Dediler: Sana asla îman etmeyeceğiz, Tâ ki, bize yerden bir pınar fışkırtasın". Onları Kur'ân'ın icazını beyan etmek ve ona diğer mu'cizeleri ekleyerek delille susturduktan sonra inatlarından ve olmaz teklifler sunmak için böyle dediler. Kûfe'li kurralarla Ya'kûb şeddesiz olarak "tefcüre” (diğerleri ise (tüfeccire) okumuşlardır). Yer de Mekke toprağıdır. Yenbû' suyu akmayan pınardır, ya'kûb veznindedir, abbel mau deyiminden gelir ki, su dolmaktır. 91Yahut senin hurmalıklardan ve üzümlüklerden bir bahçen olsun da aralarından ırmaklar fışkırdıkça fışkırsın. " Yahut senin hurmalıklardan ve üzümlüklerden bir bahçen olsun da aralarından ırmaklar fışkırttıkça fışkırtasın” ya da bunları içine alan bir bahçen olsun. 92Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşüresin veyahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getiresin. " Yahut iddia ettiğin gibi göğü üzerimize parça parça düşüresin". Şu âyeti kast ediyorlar: Ya da üzerimize gökten parçalar düşüresin” (Sebe': 9). Kisefen lâfız ve mana bakımından kıtaan gibidir. İbn Kesîr, Ebû Amr, Hamze, Kisâî ve Ya'kûb Rum sûresi hariç Kur'ân'ın her yerinde, İbn Âmir de bu sûre hariç olmak üzere, Ebû Bekir ile Nâfi' bu ikisinin dışında, Hafs da Tûr sûresinin dışında sükûn ile (kisfen) okumuşlardır. O da ya meftuhtan tahfif edilmiştir, sedr ve sider gibi ya da fâ'l veznindedir, mef'ûl manasınadır, tahn gibi. " Yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getiresin". Kabilen iddiana kefil olarak demektir ya da dediğinin doğruluğunu tekeffül eden şâhit olarak ya da karşımıza getirerek demektir ki, mukabilen demek olur, tıpkı aşk'in muaşir manasına olduğu gibi. O da Allah'tan hâl’dir, meleklerin hâli ise mahzûftur, çünkü bu ona delâlet etmektedir, Meselâ şu beyitte haberin hazf edildiği gibi: Kim akşam yükünü Medîne'ye yıkarsa, Ben ve Kayyar gibi yabancı olur (garip) olur. Ya da kabilen cümbür (cumhur) cemâat hâlinde demektir ki, meleklerden hâl olur. 93Yahut senin altından bir evin olsun veyahut göğe çıkasın. Zaten okuyacağımız bir kitap getirmedikçe de çıkmana da asla inanacak değiliz. De ki: Rabbimi tenzih ederim, ben peygamber bir insandan başkası mıyım? " Yahut senin altından bir evin olsun” min zuhrufin, min zehebin demektir, nitekim öyle de okunmuştur. Zuhruf'un aslı süstür. "Veyahut göğe çıkasın” merdivenlerinden, "zaten çıkmana da asla inanacak değiliz” yani sade çıkmana inanacak değiliz "okuyacağımız bir kitap getirinceye kadar” içinde seni tasdik eden kısım olan bir kitap. "De ki: Sübhanallah (şaşarım)” bu yersiz tekliflerine yahut Allah'ı tenzih ederim gelmesinden yahut ona karşı hüküm vermekten yahut kudrette birinin ona ortak olmasından. İbn Kesîr ile İbn Âmir mâzi siygasıyla "kâle sübhane rabbi” okumuşlardır, Peygamber böyle dedi olur. "Ben bir insandan başkası mıyım?” diğer insanlardan "peygamber” diğer peygamberler gibi. Peygamberler kavimlerine Allah'ın onların durumuna uygun olarak gösterdiği mu'cizelerle gelirlerdi. Mu'cize işi onlara bırakılmış değildi. Onların Allah'a karşı hüküm verme hakları yoktu ki, benim de seçmemi istesinler. Bu, özet bir cevaptır. Geniş cevap ise diğer âyetlerde geçmiştir, Meselâ şunlar gibi: "Eğer sana kâğıt içinde bir kitap indirse idik” (En'âm: 7) ve "eğer onlara bir kapı açsa idik” (Hicr:14). 94İnsanları kendilerine hidâyet geldiği zaman îman etmelerinden ancak "Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?” demeleri men etti. "İnsanları kendilerine hidâyet geldiği zaman îman etmelerinden men etmedi” onları vahiy indikten ve hak meydana çıktıktan sonra îmandan men etmedi "ancak "Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?” demeleri men etti” yalnız bu sözleri men etti. Mana da şöyledir: Onları Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e ve Kur'ân'a îmandan men edecek bir şüpheleri kalmadı, ancak Allah'ın bir insanı peygamber olarak göndermesini inkâr etmeleri kaldı. 95De ki: Eğer yeryüzünde sâkin sâkin yürüyen melekler olsaydı, mutlaka üzerlerine gökten bir meleği elçi olarak indirirdik. "De ki:” şüphelerine cevap olarak "eğer yeryüzünde yürüyen melekler olsaydı” âdemoğullarının yürüdükleri gibi "sâkin sâkin” orada yaşayan "elbette üzerlerine gökten bir meleği elçi olarak indirirdik” çünkü onunla toplanma ve ondan alma imkânları olurdu. İnsanların geneli ise meleği görmekten ve ondan ilim almaktan kördürler. Çünkü bunun şartı aralarında münasebet ve cins birliği olmaktır. "Meleken” lâfzının "Resûlen"den hâl olma ve onunla mevsûf olma ihtimali de vardır. "Beşeren” de öyledir, birincisi daha uygundur. 96De ki: Sizinle benim aramda şâhit olarak Allah yeter. Çünkü o, kullarından çok iyi haberdardır, çok iyi görendir. "De ki: Sizinle benim aramda şâhit olarak Allah yeter” iddiama uygun olarak size mu'cize göstermekle size gönderildiğime ya da gönderildiğim şeyleri size tebliğ ettiğime, sizin de inkârınıza dâir. "Şehiden” hâl yahut temyiz olarak mensûbtur. "Çünkü o, kullarından çok iyi haberdardır, çok iyi görendir” onların görünen ve görünmeyen hâllerini bilir; ona göre karşılığını verir. Bunda Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e teselli, kâfirlere de tehdit vardır. 97Allah kime hidâyet ederse o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, sen onlar için ondan başka asla dostlar bulamazsın. Biz onları kıyâmet gününde yüzleri üstü körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşr edeceğiz. Varacakları yer cehennemdir. Her ne zaman ateşi yavaşlarsa, biz onun alevini artırırız. "Allah kime hidâyet ederse o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, sen onlar için ondan başka asla dostlar bulamazsın” onu hidâyet edecek dostlar. "Biz onları kıyâmet gününde yüzleri üstü haşr edeceğiz” yüzleri üstü sürüklenirler ya da onlarla yürürler. Rivâyete göre Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e "yüzleri üstü nasıl yürürler?” diye sordular, o da: Onları ayakları üzerinde yürüten, onları yüzleri üstü yürütmeye de kâdirdir, dedi. "Körler, dilsizler ve sağırlar olarak” gözlerini aydınlık edecek bir şey göremezler, kulaklarına hoş gelecek bir şey duyamazlar, kabul edilecek bir şey söyleyemezler. Çünkü onlar dünyalarında âyetleri ve ibretleri görmek istemediler, hakka karşı sağır gibi davrandılar ve doğruyu konuşmak istemediler. Hesaptan sonra mahşerden cehenneme güç ve duyuları dumura uğramış olarak sürülmeleri de câizdir. "Varacakları yer cehennemdir. Her ne zaman ateşi yavaşlarsa, biz onun alevini artırırız” derileri ve etleri değiştirilmekle yeniden alevlenir ve şiddetlenir. Çünkü onlar yok olduktan sonra tekrar dirilmeyi inkâr edince onları böylece tekrar yaratıp yok etmekle cezalandırdı. Buna şöyle diyerek işâret etmiştir: 98Bu böyledir. Çünkü onlar âyetlerimizi inkâr ettiler. "Kemikler ve toz toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi, yeni yaratılışla dirileceğiz?” dediler. "Bu böyledir. Çünkü onlar âyetlerimizi inkâr ettiler, "kemikler ve toz toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten biz mi, yeni bir yaratılışla dirileceğiz?” dediler. İşaret doğrudur, çünkü o, geçen azaplarını göstermektedir. 99Görmediler mi ki, şüphesiz gökleri ve yeri yaratan Allah kendileri gibisini yaratmaya kâdirdir. Onlar için onda şüphe olmayan bir ecel kıldı / tayin etti. O zâlimler ise ancak kafirlikte direttiler. "Görmediler mi?” bilmediler mi "ki, şüphesiz gökleri ve yeri yaratan Allah kendileri gibisini de yaratmaya kâdirdir". Çünkü onlardan daha çetin yaratılışta değildirler ve tekrar etme de ilk yaratmadan daha zor değildir. "Onlar için onda şüphe olmayan bir ecel kıldı” o da ölüm yahut kıyâmettir. "Zâlimler kabul etmediler” hak açığa çıkmışken "ancak diretmeyi kabul ettiler” inkârı demektir. 100De ki: "Eğer Rabbimin hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman harcama korkusu ile elinizi elbette sıkı tutardınız". İnsan çok cimri yaratılmıştır. (De ki: Eğer Rabbimin hazinelerine sahip olsaydınız) rızkının ve diğer nimetlerinin hazinelerine, "entüm” arkasındaki fiilin tefsir ettiği bir fiille merfû’dur, Şâir Hatim'in şu mısraı gibi: Keşke beni bilezikli (hür kadınlar) tokatlasaydı! (Lev zate sivarin latametni (lev latametni) demektir). Bu hazfın ve tefsirin faydası vecizlik ve ihtisasa delâlet etmekle beraber mübalağadır. "O zaman harcama korkusu ile elinizi sıkı tutardınız” harcamakla tükenir korkusuyla cimrilik ederdiniz. Çünkü hiçbir kimse yoktur ki, kendi menfaatini istemesin. Eğer bir şeyde başkasını tercih etse bile daha üstün bir karşılık bekleyerek yapar (kaz gelcek yerden tavuk esirgenmez). Öyle ise o, Allah'ın cömertlik ve keremine nispetle cimridir. Kaldı ki, insanlar arasında cimriler daha çoktur. "İnsan çok cimridir” çünkü onun binası ihtiyaç üzerine, muhtaç olduğu şeyi merhamet ve verdiği şeyde de karşılık bekleme temeli üzerine kurulmuştur. 101Yemin olsun, Mûsa'ya apaçık dokuz mu'cize verdik; işte İsrâîl oğullarına sor. Hani onlara gelmişti de Fir'avn ona: "Ey Mûsa, şüphesiz ben seni büyülenmiş zannediyorum” demişti. "Yemin olsun, Mûsa'ya apaçık dokuz mu'cize verdik” onlar da şunlardır: Asa, beyaz el, çekirge, kımıl, kurbağalar, kan, taştan suyun fışkırması, denizin yarılması, Tûr'un İsrâîl oğullarının üzerine kaldırılması. Şöyle de denilmiştir: Tufan, kıtlık yılları ve ürünlerin azalması; son üçün yerine bunlar konulmuştur. Safvan'dan rivâyet edilmiştir: Bir Yahûdî, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e bunları sordu, o da şöyle dedi: Allah'a şirk koşmayın, hırsızlık yapmayın, zina etmeyin, haksız yere cana kıymayın, sihir yapmayın, faiz yemeyin, suçsuz birini öldürmesi için devlet büyüğüne jurnal etmeyin, namuslu kadına iftira etmeyin, savaştan kaçmayın. Ey Yahûdîler bir de size özel madde vardır ki, o da Cumartesi tatilini ihmal etmeyindir. Bunun üzerine Yahûdî peygamberin elini ve ayağını öptü. Buna göre âyetlerden maksat her şerîatta bulunan genel hükümlerdir. Bunlara âyet denilmesi bunları yapanın ve yapmayanın âhirette mutlu ve mutsuz olması hasebiyledir. "Ey Yahûdîler, bir de sizin için özel hüküm vardır” cümlesi yeni söz başıdır, cevaptan fazladır. Bunun içindir ki, onda sözün üslûbunu değiştirmiştir. "İşte İsrâîl oğullarına sor. Hani onlara gelmişti” biz de, onları Fir'avn'den iste de onları seninle beraber göndersin, dedik yahut îmanlarından ve dinlerinin durumundan sor, demektir. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in "feseele” okuması da bunu destekler, çünkü onu mâzi siygası ile hemze-i vâsılsız okumuştur, bu da Kureyş lehçesidir. "İz” de "kulna"ya yahut bu okuyuşa göre seele'ye mütealliktir ya da ey Muhammed, İsrâîl oğullarına Mûsa geldiği zaman onunla Fir'avn arasında ne geçtiğini yahut mu'cizeleri sor ki, müşrikler senin doğruluğunu açıkça görsünler yahut kendini teselli etmek için veyahut şunu bilmen için ki, eğer Allahü teâlâ onların akıl dışı tekliflerini yerine getirse idi, onlar daha öncekiler gibi inat ve dik kafalılıklarında ısrar ederlerdi yahut sor da yakînin artsın, çünkü âyetlerin birbirini desteklemesi yakîn gücünü ve kalp huzurunu artırır. Buna göre "iz” ayâtine ile ya da "yuhbiruke” ile mensûb olur ki, o da emrin cevabıdır ya da (iz) yeni söz başı olarak "üzkür” ile mensûbtur. "Fir'avn ona: Ey Mûsa, şüphesiz ben seni büyülenmiş zannediyorum, demişti". Büyülenmiş de akim karışmış zannediyorum. 102O da: "Yemin olsun, bildin ki, bunları ancak göklerin ve yerin Rabbi ibretler olarak indirdi. Ben de, ey Fir'avn, seni helâk olmuş olarak zannediyorum” dedi. (O da: Yemin olsun, bildin ki, dedi) ey Fir'avn, Kisâî, mütekellim vahde olarak zam ile (lekad alimtü, bildim) okumuştur. "Bunları indirmedi” yani bu mu'cizeleri "ancak göklerin ve yerin Rabbi ibretler olarak indirdi” gözleri açacak ve doğruluğumu gösterecek mu'cizeler olarak indirdi, fakat sen inat ediyorsun. Besaire hâl olarak mensûbtur. "Ben de, ey Fir'avn, seni helâk olmuş zannediyorum” dedi. Hayırdan çevrilmiş, şerle damgalanmış zannediyorum. Bu (mesbur) da: Mâ sebereke an Hâza (seni bundan ne dördündü?) deyiminden gelir. Ya da seni helâk olmuş zannediyorum, demektir. Zanlarını çakıştırdılar, fakat iki zan arasında çok fark vardır. Çünkü Fir'avn'in zannı kızıl yalandır, Mûsa'nın zannı ise işaretler desteklediği için yakîn'in etrafında dönmektedir. "Ve in ehâlüke ya fir'avnü lemesburen” de okunmuştur ki, "in” inne'den tahfif edilmiş, lâm da fârika olmuş olur. 103Fir'avn onları o yerden koparmak istedi; biz de onu ve yanındakilerln hepsini suda boğduk. "İstedi” Fir'avn "onları koparmak” Mûsa ile kavmini hafife alıp onları "o yerden” Mısır toprağından ya da mutlak yerdir ki, öldürmek ve köklerini kazımakla böyle yapmak istedi. "Biz de onun ve yanındakilerin hepsini suda boğduk” tuzağını ters çevirdik, onu ve kavmini suda boğmakla o yerden kopardık. 104Ondan sonra İsrâîl oğullarına: "Bu yere yerleşin; âhiretin va'di geldiği zaman sizi bir arada getiririz” dedik. "Ondan sonra dedik” Fir'avn'den ve suya boğulmasından sonra "İsrâîl oğullarına: Bu yere yerleşin” sizi koparmak istediği yere. "Âhiretin vaadi geldiği zaman” âhiret dönüş yahut hayat veyahut o saat veyahut da kıyâmetin kopmasıdır "sizi bir arada getiririz” sizi ve onları birbirine karışmış olarak getiririz, sonra da aranızda hüküm verir; mutlularınızı bedbahtlardan ayırırız. Âyette geçen lefif çeşitli kabilelerden meydana gelen cemâatîardir. 105Biz onu hak ile indirdik, o da hak ile indi. Seni ancak insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. "Biz onu hak ile indirdik, o da hak ile indi” yani biz Kur'ân'ı başka değil ancak inmesini gerektiren hak ile ilişkili olarak indirdik, o da içine aldığı hak ile ilişkili olarak indi. Şöyle de denilmiştir: Biz onu gökten ancak meleklerin gözetimi altında indirdik, Peygamber'e de ancak şeytanların karıştırmasından korunmuş olarak indi. Belki de bundan ona işin başında ve sonunda batılın yanaşmamasını murat etmiştir. "Seni ancak insanlara müjdeci” itâat edene sevap müjdesi "ve uyarıcı” asileri azaptan korkutucu olarak gönderdik. Öyleyse senin müjde vermek ve uyarmaktan başka bir sorumluluğun yoktur. 106Onu bir Kur'ân olarak (âyet âyet) ayırdık ki, onu insanlara ağır ağır okuyasın ve biz onu azar azar indirmekle indirdik. "Onu bir Kur'ân olarak âyet âyet ayırdık” onu parça parça indirdik. Şöyle de denilmiştir: Ferakna fîhil hakka minel bâtıli (onda hakkı bâtıldan ayırdık) bu durumda harf-i cer hazf edilmiştir, tıpkı ve yevmen şehidnâhu kavlinde olduğu gibi ki, şehidna fihi demektir. Şedde ile ferraknâhu da okunmuştur, çünkü parça parça indirilmesi yirmi küsur yılda olmuştur. "Onu insanlara ağır ağır okuyasın” yavaş yavaş ve sâkin olarak demektir. Çünkü öyle olması, ezberi daha çok kolaylaştırır ve anlaşılmasına daha çok yardımcı olur. Feth ile (meksin) de okunmuştur ki, o da lügattir. "Onu indirmekle indirdik” olayların akışına uygun olarak. 107De ki: Ona ister îman edin, ister îman etmeyin. Şüphesiz kendilerine ondan önce ilim verilenler, kendilerine okunduğu zaman, çeneleri üstü secdeye kapanırlar. "De ki: Ona ister îman edin, ister îman etmeyin” çünkü Kur'ân’a îmanınız onun kemâlini arttırmaz, ondan uzaklaşmanız da ona bir eksiklik getirmez. "Şüphesiz kendilerine ondan önce ilim verilenler” kavli bunun gerekçesi gibidir yani (ey Mekke müşrikleri,) sizin ona îman etmemeniz... (hiç bir şeyi değiştirmez. Ancak şunu iyi bilin ki:) Ona sizden hayırlı olanlar îman etmiştir. Onlar, önceki kitapları okudular, vahiy gerçeğini ve peygamberliğin işaretlerini bildiler; haklı ile haksızı ayırdılar. (Bunları iyi düşünün!) Ya da (Resûlüm!) o kitaplarda senin sıfatını ve sana indirilenin özelliğini gördüler. Bunun "de ki,” sözünün gerekçesi olması da câizdir ki, o zaman teselli mahiyetinde olur, sanki şöyle denilmiş olur: (Şânı yüce Peygamberim! Bak, o yüce Kitâb'ın kadir ve kıymetini bilen) ilim sâhibi kişiler, îman ediyorlar, (ancak aklını çalıştırmayan) câhiller îmandan uzak kalıyorlar. O câhillerin îmandan uzak kalmalarına ve yüz çevirmelerine aldırış etme. "Kendilerine okunduğu zaman” Kur'ân okunduğu zaman "çenelerinin üstüne (yüzü koyun) secdeye kapanırlar” Allah'ın emrine saygılarından ve va'dini yerine getirdiğine şükürlerinden dolayı yüzükoyun yere kapanırlar. Çünkü Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'i peygamberlerin arası kesildiği bir zamanda onu göndermek ve ona Kur'ân'ı indirmekle va'dini yerine getirmiştir. 108Rabbimizi tenzih ederiz. Şüphesiz Rabbimizin va'di muhakkak yerine getirilmiştir, derler. "Rabbimizi tenzih ederiz” va'dinde durmamaktan "şüphesiz Rabbimizin va'di yerine getirilmiştir, derler” va'di şüphesiz yerini bulacaktır. 109Çeneleri üstü kapanır ağlarlar. Bu, onların derin saygısını artırır. "Çeneleri üstü kapanır ağlarlar” bunu tekrar etmesi, durumun veya sebebin tekrarındandır. Çünkü birincisi va'dini yerine getirdiğine şükür içindir, ikincisi ise vaazların onlara tesir etmesiyle Allah korkusundan ağlamaları dolayısıyladır. Çenenin zikredilmesi de secde edenin yere ilk değen organı olmasındandır. Ondaki lâm da yere kapanmanın ona mahsus olmasındandır. "Bu” Kur'ân'ı dinleme "onların derin saygısını artırır” çünkü bu vesile ile ilimleri ve Allah’a yakînleri artar. 110De ki: İster Allah deyin yakarın yahut ister Rahmân deyin. Hangisini derseniz, en güzel isimler onundur. Namazında sesini yükseltme, onu kısma da. Bunun arasında bir yol ara. "De ki: İster Allah deyin yakarın yahut ister Rahmân deyin". Müşrikler Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in: Ya Allah, ya Rahmân dediğini işittikleri zaman indi, onlar: Bizi iki ilâha ibâdet etmekten men ediyor, kendisi ise başka bir ilâha dua ediyor, dediler. Yahûdîler de: Sen Rahmân'ı az zikrediyorsun, hâlbuki Allah onu Tevrat'ta çok zikretmektedir, dediler. Birinciye göre maksat iki lâfzın bir olduğudur ki, değişik itibarlarla da olsa onlar bir tek lafza denilir. Birlik mutlak mâbut olan zât içindir. İkinciye göre de onlar güzel ifadede ve maksada uluştırmada eşittirler, bu da daha iyi bir cevaptır, çünkü "hangisini derseniz, en güzel isimler onundur” buyurmuştur. Âyette geçen dua isim verme manasınadır, o ise iki mefula geçişlidir; birincisi gerek olmadığı için hazf edilmiştir. "Ev” edâtı seçim içindir, "eyyen"deki tenvîn ise muzâfun ileyh'ten bedeldir, "mâ” ise "eyyen"deki kapalılığı te'kit etmek için ziyade kılınmıştır. "Felehu"daki zamir de "isim sâhibinindir", çünkü isim vermek de ona aittir, isme ait değildir. Kelâmın aslı şöyle idi: Hangisi ile dua ederseniz güzeldir. Onun yerine "en güzel isimler onundur” konulmuştur, bu da mübalağa içindir ve delile delâlet içindir. Onların güzel olması da celal ve ikram sıfatlarına delâlet etmelerindendir. "Namazında sesini yükseltme” namazında okurken, o zaman müşrikler duyar, bu da onları sana kötü konuşmalarına ve gürültü etmelerine götürür. "Onu kısma da” o zaman arkandaki mü'minlere duyuramazsın. "Bunun arasında bir yol ara” açıkla gizli arasında orta bir yol bul, çünkü her şeyin ortası iyidir. Rivâyete göre Ebû Bekir radıyallahü anh sesini kısar ve: Rabbimle özel görüşüyorum, o benim ihtiyacımı çok iyi bilir, derdi. Hazret-i Ömer radıyallahü anh de sesini yükseltirdi ve: Şeytanı kovuyor ve uyuklayanları uyandırıyorum, derdi. Âyet inince Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, Ebû Bekir'e sesini biraz yükseltmesini; Ömer'e de biraz kısmasını buyurdu. Mananın şöyle olduğu da söylenmiştir: Bütün namazlarda açık okuma, hepsinde de gizli okuma; gündüz gizli, gece açık okumakla arasını bul. 111De ki: O Allah'a hamd olsun ki, çocuk edinmedi, onun mülkte ortağı olmadı ve zilletten dolayı bir yardımcısı da olmadı. Onu bir tekbirle tekbir et. "De ki: O Allah'a hamd olsun ki, evlât edinmedi. Onun mülkte ortağı olmadı” uluhiyette / İlâhlıkta "ve zilletten dolayı bir yardımcısı da olmadı” zilletten dolayı yardım edecek ve zilleti ondan def edecek bir velisi olmadı. Kendi cinsinden ve gayri cinsinden, isteyerek ve zoraki olarak yardım ve takviye edecek ortağı olmasını bertaraf etti. Bundan da hamd etme neticesini çıkardı ki, hamd cinsini hak edenin yalnız kendisi olduğunu göstersin. Çünkü zâtı kâmil, tek var eden, mutlak nimet sâhibi kendisidir; ondan başkası eksiktir, nimete nâil olmuştur ya da ondan nimet almıştır. Bunun içindir ki, (onu bir tekbirle tekbir et) dedi. Bunda şuna dikkat çekilmektedir ki, kul Allah'ı tenzih etmede ve büyütmede ne kadar çaba gösterirse göstersin, ibâdet ve şükürde ne kadar gayret ederse etsin, bu husustaki kusurunu bilmelidir. Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz, Abdülmuttalib oğullarından bir çocuk yeni dillenmeye başladığı zaman ona bu âyeti öğretirdi. Ondan şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Kim İsrâîl oğulları sûresini / İsra'yı okur da ebeveynin zikri geçtiği yerde kalbi sızlarsa, ona cennette bir kantar (sevap) verilir. Bir kantar da bin iki yüz okkadır. Allah en iyi bilir, dönüş ve varış yalnız O'nadır. |
﴾ 0 ﴿