18 / KEHF SÛRESİ

Mekke'de inmiştir.

Ancak "Kendini Rablerine dua edenlerle hapset...” âyeti hariçtir, denilmiştir.

110 âyettir.

1

 Hamdolsun o Allah'a ki, kuluna kitabı indirdi ve onun için bir eğrilik kılmadı.

"Hamdolsun o Allah'a ki, kuluna kitabı indirdi” yani Kur'ân'ı demektir, hamde lâyık olmasını kitabı indirmeye bağlaması onun en büyük nimetlerinden olduğuna dikkat çekmek içindir. Çünkü o, içinde kulları kemale erdirecek şeye hidâyet etmekte ve dünya ve âhiret iyiliklerinin onunla düzeleceği şeye davet etmektedir. (Onun için bir eğrilik kılmadı) hiçbir eğrilik, Meselâ lâfzında bir kusur, manasında çelişki yahut hak tarafına davet etmede bir sapma gibi bir şey kılmadı. İvec maddî şeylerdeki gibi manevî şeylerdeki eğriliktir.

2

 Dosdoğru olarak indirdi ki, kendi katından şiddetli bir azapla korkutsun ve iyi ameller işleyenler için, muhakkak onlara güzel bir mükâfat olduğunu müjdelemek için.

 (Dosdoğru olarak) dengeli, içinde ne ifrat ne tefrit olmaksızın, ya da kayyim kulların iyiliklerini temin eden şeydir, o zaman kitabın kemal sıfatından sonra tekmil sıfatı olmuş olur ya da eski kitapların kayyimidir ki, onların doğruluğuna şahitlik eder. Kayyimen gizli bir şeyle mensûbtur ki, takdiri caalehu kayyimen demektir ya da "lehu"daki zamirden yahut "kitâb"tan hâl’dir. O zaman "velem yec'al"deki vâv, hâl için olur, atıf için olmaz. Çünkü atıf için olursa ma’tûf, ma’tûfun aleyh'in bazı parçalarının arasına girmiş olur. Bunun içindir ki, bunda takdim ve tehir vardır denilmiştir.

"Kıyemen” şeklinde de okunmuştur. (Şiddetli bir azapla uyarması için) yani liyünzirellezine keferu azaben şediden demektir ki, birinci mef'ûl (Ellezîne keferu) karineden dolayı ve esas hedef olanla (be'sle) yetinmek için hazf edilmiştir.

"Min ledünhü” kendi katından sadır olan demektir. Ebû Bekir dal'ın sükûnu ile okumuştur, mesele "seb"' lâfzında olduğu gibi, aslının Mazmûm olduğunu göstermek için de işmâm ile okumuştur. İki sâkin cem olduğu için nûn'u meksûr ve ses uyumu için he'yi de meksûr (lednihi) okumuştur.

"Ve iyi ameller işleyenler için, muhakkak onlara güzel bir mükâfat olduğunu müjdelemek için” o da cennettir.

3

 Onun içinde ebedî kalıcılar olarak.

"Orada kalacaklar” mükâfatın içinde "ebedî olarak” kesintisiz.

4

"Allah evlât edindi” diyenleri uyarmak için.

"Allah evlât edindi diyenleri korkutmak için” özellikle bunları zikretmesi ve onlarla ilgili olarak uyarıyı tekrar etmesi, inkârlarını büyütmek içindir.

"Uyarılan şeyi (be'si, azâbı)” zikretmemesi de az önce geçtiği içindir.

5

 Ne onların ne de atalarının bu hususta bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz ne büyüktür! Onlar ancak yalan söylüyorlar.

"Onların bu hususta bilgileri yoktur” yani çocuk yahut evlât edinme veyahut o söz hakkında, mana şöyledir: Onlar bunu aşırı cahilliklerinden ve asılsız bir evhamdan dolayı ya da geçmişlerinden duyduklarım taklit ederek ve ne demek istediklerini bilmeden söylüyorlar. Çünkü onlar (geçmişleri) baba ve oğul lâfızlarını müessir ve eser manasında kullanırlardı ya da Allah hakkında bilgileri olmadan demektir. Çünkü onu bilselerdi evlât edinmeyi câiz görmezlerdi.

"Atalarının da yoktur” evlât edinme hakkında dedikleri şeyler için.

"Kebüret kelimeten” inkâr hakkında dedikleri bu kelime ne büyüktür! Çünkü onda Allah'ı kullara benzetme ve yerine geçecek çocuğa ihtiyacı olduğu gibi daha birçok evham vardır.

"Kelimeten” temyiz olarak mensûb okunmuştur. Fâil olarak Merfû' da okunmuştur.

"Ağızlarından çıkan” bu da kelimenin sıfatıdır, bunu ağızlarından çıkarmaya cesaret etmelerinin büyük günah olduğunu ifade etmektedir. Ağızlarından çıkan da kelimeyi bizzat taşıyan havadır. Mahzûfun yani mahsus bizzemmin sıfatı olduğu da söylenmiştir, çünkü kebüre burada bi'se manasınadır. İşmam yapılarak be'nin sükûnu ile (kebret) de okunmuştur.

"Onlar ancak yalan söylüyorlar".

6

 (Resûlüm) sen, bu söze (Kur’ân’a) îman etmiyorlar diye arkalarından üzülerek nerdeyse kendini helâk edeceksin!

"(Resûlüm) sen kendini helâk edeceksin” öldüreceksin,

"arkalarından” îmandan yüz çevirdikleri zaman. Onların yüz çevirmelerine hissettiği şeyden dolayı onu dostlarından ayrılan, onlara hasret kalan ve özleminden dolayı canına kıymak isteyen kimseye benzetmiştir. İzafede bahiu nefsike şeklinde de okunmuştur.

"Bu söze îman etmiyorlar diye” bu Kur'ân'a,

"esefen” onlara üzüntünden yahut üzülerek demektir.” Esef” hüzün ve öfkenin aşırı şeklidir.

"En” şeklinde de okunmuştur ki, lien demektir, Bu durumda bahiun'un amel etmesi câiz değildir, ancak geçmişin hikâyesi kılınırsa amel edebilir.

7

 Şüphesiz biz, yeryüzündeki şeyleri onların (insanların) hangisi amel yönünden daha güzeldir deneyelim diye bir süs kıldık.

"Şüphesiz biz yeryüzündeki şeyleri kıldık” hayvanları, bitkileri ve madenleri "onun için süs” halkı için,

"onların hangisi amel yönünden daha güzeldir deneyelim diye” amel yapmada, o da ona yani dünyaya itibar etmeyip, ona aldanmayan, günlerini geçirecek kadar şeye kanaat eden ve onu gerektiği yerlere sarf eden kimsedir. Bunda Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e teselli vardır.

8

 Gerçekten biz, onun üzerindekini çok kupkuru bir toprak kılacağız.

"Gerçekten biz onun üzerindekileri çok kupkuru bir toprak kılacağız” bu da dünyayı gözden düşürmedir. Âyette geçen cürüz bitkisi koparılan yerdir, bu da cerzden alınmıştır ki, o da kesmek demektir.

Mana da şöyledir: Biz onun üzerindeki süsleri yerle bir toprak kılacağız ve onu bitkisiz dümdüz yer hâline getireceğiz.

9

 Yoksa sen; Mağara ve Rakım arkadaşlarının âyetlerimizden şaşılacak olduklarını mı zannettin?

"Yoksa sen: Mağara ve Rakim arkadaşlarının” uzun sûre kalmalarını

"âyetlerimizden şaşılacak olduklarını mı zannettin?” Onların hikâyeleri; yeryüzünde sayısız cins ve nevide farklı karakterlerde, değişik şekillerde, bakanların dikkatini çeken ve hepsinin bir maddeden yaratılıp sonra da geri ona döndürülmesinin yanında şaşılacak bir şey değildir. Onlar Allah'ın âyetlerinin yanında çok önemsiz kalır. Kehf dağdaki geniş mağaradır. Rakim de dağın ya da mağaralarının bulunduğu vadinin adıdır veyahut köylerinin ismidir veyahut da köpeklerinin ismidir. Şâir Ümeyye bin Salt şöyle demiştir:

Yanlarında ancak av köpekleri (Rakim) vardır,

Onlarsa mağaralarında sessiz uyumaktadırlar.

Ya da Rakim kurşun veyahut taş bir levha (kitabe)dir, üzerinde isimleri yazılmış ve mağara kapısının üzerine konulmuş idi.

Şöyle de denilmiştir: Ashâb-ı rakim başka bir topluluktur, bunlar üç kişi idiler. Ailelerine konacakları bir yer aramak için çıktılar, yağmura tutuldular, bir mağaraya sığındılar. Yukarıdan bir kaya parçası düştü, mağaranın kapısını kapattı. Biri: İyiliklerinizi hatırlayın, belki Allah onun bereketine bize merhamet eder, dedi. Biri şöyle anlatü: Ben işçi çalıştırıyordum, bir gün öğle üzeri bir adam geldi, günün kalan kısmında onlar kadar iş yaptı, ben de ona hepsininki kadar ücret verdim. Biri kızdı ve ücretini almadan gitti. Ben de ücretini evin bir tarafına koydum, sonra yanımdan bir sığır sürüsü geçti, ben de ona bir buzağı aldım, o da zamanla çoğaldı. Adam bir süre sonra yaşlı bir ihtiyar olarak geldi, onu tanımıyordum. Bana: Sende alacağım var, dedi ve bana hatırlattı. Ben de onu tanıdım. Bütün sürüyü ona teslim ettim. Allah'ım, eğer bunu senin rızan için yaptı isem bizi buradan kurtar, dedi. Kaya biraz aralandı, öyle ki, ışığı gördüler.

Ötekisi de şöyle anlattı: Benim fazla malım vardı, insanlar şiddet içinde idiler, bana bir kadın geldi, benden bir şeyler istedi. Ben de: Allah'a yemin ederim ki, kendini bana teslim etmedikçe vermem, dedim. O da kabul etmedi, döndü. Sonra üç kere daha geldi, sonunda durumu kocasına anlattı, o da: dediğini yerine getir, ailene yardım et, dedi. Geldi, kendisini bana teslim etti. Onu soyup da ona bir şeyler yapacağım zaman kadın titredi. Neyin var, dedim? O da: Allah'tan korkuyorum, dedi. Ben de: Sen ondan darlıkta korkuyorsun, ben ise bollukta korkmuyorum, dedim ve onu bıraktım, ona istediğini de verdim. Allah'ım, eğer ben bunu senin rızan için yaptı isem bizi buradan kurtar, dedi. Kaya biraz daha aralandı, öyle ki, birbirlerini gördüler.

Üçüncü de şöyle dedi: Benim yaşlı annemle babam vardı, benim koyunlarım vardı, o ikisini yedirir ve içirir, sonra koyunlarıma dönerdim. Bir gün yağmur yüzünden geç kaldım, akşam oluncaya kadar dönemedim. Akşam aileme geldim, süt kabını aldım, ona süt sağdım ve onlara gittim; uyuduklarını gördüm. Onları uyandırmak istemedim, oturup bekledim, süt kabı da elimde idi, sabahleyin uyandılar, ben de onlara sütlerini içirdim. Allah'ım, eğer ben bunu senin rızan için yaptı isem, bizi buradan kurtar, dedi. Allah da onları kurtardı, dışarı çıktılar. Bunu Numan bin Beşir Merfû' hadis olarak rivâyet etmiştir.

10

 Hatırla ki, o gençler, mağaraya sığınmış da:

"Rabbimiz, bize kendi katından bir rahmet ver ve bize işimizden bir doğruluk hazırla” demişlerdi.

"Hatırla ki, o gençler mağaraya sığınmıştı” bu gençler Rumların eşrafından idiler, Dakyanus bunları şirke zorladı, onlar da kabul etmeyip mağaraya sığındılar.

"Rabbimiz, bize kendi katından bir rahmet ver, dediler” bizi bağışlayacağın bir rahmet, rızık ve düşmandan emniyet ver. (Bize işimizden bir doğruluk hazırla) onun sebebiyle irşat olup doğruyu bulalım.

Ya da bütün işimizi doğruluk eyle dediler. Tıpkı: Raeytü minke eseden: Senden bir aslan gördüm, gibi. Tehyie bir şeyi hazır hâle getirmektir.

11

 Biz de mağarada nice yıllar kulaklarının üzerine vurduk.

"Biz de kulaklarının üzerine vurduk” yani duymalarını engelleyecek bir perde çektik demektir. Mana da onları seslerin uyandıramayacağı şekilde uyuttuk, demektir. Hicaben mef'ûlu hazf edilmiştir, tıpkı bena alemreetihi (karısına (ev) yaptı) sözünde olduğu gibi. (Mağarada nice yıllar) bu ikisi daraba'nın iki zarfıdır "adeden” zevate adedin (sayılı yıllar) . Yılların bununla nitelenmesi teksire de (çokluğa da) taklile de (azlığa da) muhtemeldir. Çünkü Onun (Allahü teâlâ'nın) yanında onların kalış süreleri yarım gün gibidir.

12

 Sonra, iki hizipten hangisi eğlendikleri süre bakımından daha iyi sayandır bilelim, diye onları uyandırdık.

"Sonra onları uyandırdık, bilelim diye” şimdiki ilmimiz ezeldeki gelecek ilmimize mutabık olsun diye "eyyül hizbeyni” onlardan ve diğerlerinden mağarada ne kadar kaldıkları hususunda ihtilâf edenlerden hangisi (eğlendikleri süreyi daha iyi sayandır) kalış sürelerini kayıt altına alan.

"Eyyü"deki istifham manası "linaleme"yi amelden düşürmüştür. Eyyu mübteda’dır,

"ahsa” da haberidir. Ahsa fiil-i mazidir,

"emeden” de mef'ûlüdür,

"lima lebisu” da onun hâlidir ya da mef’ûlün lehidir.

Şöyle de denilmiştir: O mef'ûldur, lâm da mezittir,

"mâ” da mevsûledir,

"emeden” de temyizdir.

Şöyle de denilmiştir: Ahsa ism-i tafdildir, zaitleri atılmakla ihsa'dan gelir, tıpkı: Hüve ahsa lilmali (o malı daha iyi hesap eder) ve eflesü min ibnü müzellaki (İbn Müzellak'tan daha müflis) gibi.

Şu mısrada da öyledir.

(Tepelerine bizim kadar kılıç vuran görmedik).

13

 Biz sana onların haberini doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz onlar Rablerine îman eden gençlerdir. Biz de onların hidâyetlerini artırdık.

"Biz sana onların haberini doğru olarak anlatıyoruz. Şüphesiz onlar gençlerdi” fitye feta'nın çoğuludur, sabiy ve sıbye gibi,

"Rablerine îman ettiler. Biz de onların îmanlarım artırdık” onlara sebat vermekle.

14

 Kalplerini bağladık / sardık. Hani, kalkmışlar:

"Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başkasına asla ilâh demeyiz. O zaman gerçekten saçma bir söz söylemiş oluruz” demişlerdi.

"Kalplerini bağladık” vatanı, aileyi ve malı terk etmeye; hakkı müdafaa ve Dakyanus'u reddetmeye cesaret vererek sabırla güçlendirdik.

"Hani kalkmışlardı” onun huzurunda "Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başkasına asla ilâh demeyiz. O zaman gerçekten saçma bir söz söylemiş oluruz, demişlerdi” Allah'a yemin ederiz ki, haktan çok uzak ve aşırı zâlim söz etmiş oluruz.

15

 Şunlar ki, kavmimizdir, ondan başka İlâhlar edindiler. Onlara açık bir delil getirselerdi, ya! Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir?

 (Şunlar) mübteda’dır,

"kavmuna” atıf beyandır (ondan başka İlâhlar edindiler) haberidir. Bu da inkâr manasına haber vermedir.

"Onlara getirselerdi” ibâdetlerine getirselerdi,

"açık bir delil” görünen bir delil. Çünkü Dîn ancak böyle bir şeyle alınır. Bunda şuna delil vardır ki, delil olmayan Dîn işleri reddir. O konuda taklit câiz değildir.

"Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimdir?” ona ortak isnat etmekle.

16

 Madem ki, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, öyleyse mağaraya sığının; Rabbiniz size rahmetinden genişçe versin ve size işinizden bir fayda hazırlasın.

 (Mademki onlardan ayrıldınız) birbirlerine hitaptır (ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden) mensûb zamire atıftır, yani o kavimden ve Allah'tan başka taptıkları mabutlarından ayrıldınız demektir. Çünkü onlar diğer müşrikler gibi hem Allah'a hem de putlara tapıyorlardı.

"Mâ"nın mastariye olması da câizdir o zaman takdir: Ve izi'tzeltumuhum ve ibâdetehum illâ ibâdetallahi olur. 'nın nafiye olması da câizdir ki, o zaman Allahü teâlâ gençlerin tevhidinden haber vermiş olur ve gerçekten ayrıldıklarını bildirmek için izâ ile cevabının arasına girmiş muterize cümlesi olur.

"Öyleyse mağaraya sığının; Rabbiniz size genişçe versin” rızkınızı önünüze sersin ve size bol versin "rahmetinden” iki dünyada.

"Ve size işinizden bir fayda hazırlasın” yararlanacağınız bir şey versin. Buna kesin inanmaları yakînlerinin sağlam ve Allah,ü teâlâ'ya güvenlerinin kuvvetli olmasındandır. Nâfi' ile İbn Âmir mim'in fethi ve fe'nin kesri ile merfika okumuşlardır ki, o mastardır, merci ve mahiyd gibi şaz olarak gelmiştir. Çünkü kıyası fetihtir.

17

 Güneşi doğduğu zaman görürsün ki, mağaralarından sağ tarafa meylediyor. Battığı zaman da onları sol tarafından makaslıyor. Onlarsa onun genişçe bir yerindedirler. İşte bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kime hidâyet ederse, o doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, onun için asla yol gösteren bir dost bulamazsın.

"Güneşi görürsün” onları gördüğün zaman, hitap Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'edir ya da herkesedir.

"Doğduğu zaman mağaralarından meylediyor” onlardan sapıyor, ışıkları rahatsız edecek şekilde onların üzerine düşmüyor, çünkü mağara güneyde idi ya da Allahü teâlâ onu onlardan uzaklaştınyordu. Tezzaverü'nün aslı "tetezaverü"dür, te ze'ye idgam edilmiştir. Kûfeliler te'nin hazfi ile okumuşlardır. İbn Âmir ile Ya'kûb da tahmerrü gibi "tezverrü” okumuştur. Tahmarru gibi "tezvarrü” de okunmuştur. Hepsi zevrden gelir ki, meyletmek manasınadır. (Sağ tarafına) aslı cihettin zatü ismil yemin demektir.

"Battığı zaman da onları makaslıyordu” onları kesiyor ve onlardan hızla uzaklaşıyordu.

"Sol taraftan” yani mağaranın sağından ve solundan demektir.

"Onlarsa onun genişçe bir yerinde idiler” yani ortasında idiler, öyle ki, havanın esintisi onlara ulaşıyordu, onlara ne mağaranın sıkıntısı ne de güneşin ısısı zarar vermiyordu. Zira mağaranın kapısı küçük ayı yıldız kümesinin karşısında idi. Hizasındaki en yakın doğu ve batı da yengeç burcunun doğusu ve batışıdır. Güneş o yörüngede olursa sağ tarafa eğik olarak doğar, bu da batı tarafı demektir. Batarken de sol tarafına eğik olarak batar ki, ışınları her iki tarafa düşer. Kokuşmayı önler, havayı dengeler, üzerlerine düşmez, bu da cesetlerini bozup elbiselerini çürütmez.

"Bu, Allah'ın âyetlerindendir” yani bu durum yahut böylesi bir mağaraya sığınmaları yahut kıssalarını sana anlatması yahut güneşin doğarken onlardan meyledip onları makaslaması onun âyetlerindendir demektir.

"Allah kime hidâyet ederse” tevfiki ile "o doğru yolu bulmuştur” iflâh olacağı doğru yolu. Bundan murat edilen de ya onları methetmektir ya da şuna dikkat çekmektir ki, bu gibi âyetler çoktur, fakat onlardan yararlanacak olan Allah'ın düşünmeye ve basiretini çalıştırmaya muvaffak kıldığı kimsedir.

"Kimi de saptırırsa” başarısız kılarsa "onun için asla yol gösteren bir dost bulamazsın” ona sahip çıkacak ve onu irşat edecek bir dost.

18

 Onları uyanıklar sanırsın, halbuki onlar uyuyorlar. Onları sağ yanlarına ve sol yanlarına çeviriyoruz. Köpekleri de kollarını eşiğe yaymıştır. Eğer onlara varsaydın mutlaka kaçarak onlardan arkam dönerdin ve için korku dolardı.

"Onları uyanıklar zannedersin” gözleri açık yahut (sağa sola) çok döndükleri için

"halbuki onlar uyuyorlar. Onları çeviriyoruz” uykularında

"sağ yanlarına ve sol yanlarına” uzun zaman yattıkları için toprağa temas eden kısımları çürümesin diye. Ye ile "yukallibuhum” da okunmuştur ki, zamir Allah'a râci olur. Mastar olarak "ve takullubehüm” de okunmuştur ki,

"tahsebuhum"un gösterdiği bir fiille mensûb olur yani ve tera takallübehüm demektir.

"Köpekleri” o da rastladıkları köpektir, arkalarına düştü; kovdularsa da Allahü teâlâ onu konuşturdu: Ben Allah dostlarını severim; siz uyuyun, ben sizi korurum, dedi.

Ya da rastladıkları bir çobanın köpeği idi, çoban onların arkasına düştü, o da çobanın.

"Ve kâlibuhmu” okuyanın kırâati da bunu destekler ki, köpeklerinin sâhibi demektir.

"Kollarını eşiğe yaymıştı” bu da geçmiş zamanın hikayesidir, bunun içindir ki, ism-i fâil amel etmiştir.

"Bilvasid” mağaranın girişine. Vasid'in kapı olduğu da söylenmiştir. Eşik diyenler de vardır.

"Onlara varsa idin” onlara baksa idin, vâv’ın zammı ile "levuttala'te aleyhim” de okunmuştur.

"Muhakkak kaçarak onlardan arkanı dönerdin” onlardan kaçardın.

"Firaren"in mastar olma ihtimali de vardır, çünkü o da bir nevi arka dönmektir, mef’ûlün leh ve hâl olma ihtimali de vardır.

"Ve için korku dolardı” ödün kopardı; çünkü Allah onlara bir heybet vermişti ya da cüsselerinin iriliğinden ve gözlerinin açıklığından. Yerlerinin korkunçluğundan da denilmiştir.

Rivâyete göre Muaviye radıyallahü anh Rumlarla savaş etti, o mağaraya rastladı: Bunlardan bize bir şey keşfolsa da onlara baksak, dedi! İbn Abbâs da ona: Bu senin için mümkün değildir; Allah onu senden daha hayırlısına bile vermedi ve:

"Onlara baksa idin arkanı döner kaçardın” buyurdu, dedi. Muaviye dinlemedi, birkaç adam gönderdi, onlar da içeri girince bir yel geldi, onları yaktı.

Hicazlı iki kurra mübalağa için şedde ile "lemülli'te” okumuşlardır. İbn Âmir, Kisâî ve Ya'kûb da ayn'ın zammı ile "ruuba” okumuşlardır.

19

 Böylece onları aralarında sormaları için uyandırdık. İçlerinden bir sözcü:

"Ne kadar kaldınız?” dedi. Onlar da:

"Bir gün yahut bir kısmı” dediler. Dediler:

"Rabbiniz ne kadar kaldığınızı daha iyi bilir. Birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderin de hangi yiyecek daha temiz ise baksın, ondan size bir rızık getirsin. Dikkat etsin ve sâkin sizi kimseye sezdirmesin".

"Böylece onları uyandırdık” onları bir âyet olarak uyuttuğumuz gibi bir âyet olarak da uyandırdık ki, Allahü teâlâ’nın kemal-i kudretine inançları tam olsun, bu vesile ile yeniden dirilmeyi basiret gözü ile görsünler ve verdiği nimetlere şükretsinler.

"İçlerinden bir sözcü,

"ne kadar kaldınız?” dedi. Onlar da: Bir gün yahut bir kısmı, dediler” bunu da zann-ı gâliplerine göre söylediler. Çünkü uyuyan kimse ne kadar yattığını bilemez. Bunun içindir ki, bilgiyi Allahü teâlâ'ya havale ettiler "Rabbiniz ne kadar kaldığınızı daha iyi bilir” dediler. Bunu kendi aralarında birbirlerine demiş ve diğerleri de reddetmiş olabilirler.

Şöyle de denilmiştir: Çünkü onlar mağaraya sabah erkenden girdiler, öğleyin de uyandılar, aynı günde olduklarını zannettiler.

Ya da ertesi gün olduğunu sandıkları için böyle dediler. Tırnaklarının ve saçlarının uzamasına bakınca bunu dediler. Sonra da işin karışık olduğunu ve bilemeyeceklerini öğrenince bu işi konuşmaya başladılar ve.

"Birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderin” dediler. Verik sikkeli veya sikkesiz (basılmış veya basılmamış) gümüştür. Ebû Amr, Hamze, Ebû Bekir ve Ravh de Ya'kûb'tan rivâyetle hafif olarak ra'nın sükûnu ile (verkıküm) okumuşlardır. Şedde ve kafin kâf'e idgamı ile ve şeddesiz olarak vâv'ın kesri ve idgamlı ve idgamsız olarak da okunmuştur. Yanlarında para taşımaları yolculukta azık bulundurmanın tevekküle mani olmadığına delildir. Şehir de Tarsus'tur.

"Baksın hangisi” yani şehir halkının hangisi "daha temiz yiyecek satıyor” daha helâl, daha temiz, daha çok ve daha ucuz demektir.

"Size ondan bir rızık getirsin ve dikkat etsin” dikkat etsin ki, aldanmasın yahut gizlenmekte özen göstersin ki, tanınmasın.

"Sizi kimseye sezdirmesin” tanıtacak bir harekette bulunmasın.

20

Çünkü onlar sizden haberdar olurlarsa, sizi taşla öldürürler yahut sizi kendi dinlerine döndürürler. O zaman da asla iflâh olmazsınız.

 (Çünkü onlar sizden haberdar olurlarsa) sizi fark eder veya sizi ele geçirirlerse demektir. Zamir "eyyüha"daki gizli ehl'e râcidir.

"Sizi taşa tutarlar” taşlayarak öldürürler "yahut sizi kendi dinlerine döndürürler” yahut sizi ona çevirirler. Bu da sayruret manasına olan avd'den gelmektedir.

Şöyle de denilmiştir: Onlar önce onların dîninden idiler, îman ettiler.

"O zaman asla iflâh olmazsınız” onların dinine girdiğiniz takdirde.

21

Böylece onları fark ettirdik ki, şüphesiz Allah'ın va'dinin hak olduğunu ve kıyâmette de şüphe olmadığını bilsinler. O zaman işlerini aralarında çekişiyorlardı; "üzerlerine bir yapı yapın. Rableri onları daha iyi bilir” dediler. İşlerine hâkim olanlar:

"Üzerlerine mutlaka bir mescit edineceğiz” dediler.

"Böylece onları fark ettirdik” onları uyuttuğumuz ve basiretleri açılsın diye uyandırdığımız gibi onları fark ettirdik ki,

"bilsinler” hâllerinden haberdar kıldıklarımız bilsinler ki,

"şüphesiz Allah'ın va'di” yeniden dirilme va'di yahut va'dedilen yeniden dirilme "haktır” çünkü uyumaları ve uyanmaları ölüp de sonradan dirilme gibidir.

"Ve kıyâmette şüphe olmadığını bilsinler” kıyâmetin imkanında şüphe olmadığını bilsinler. Zira onların canlarını alan, bedenlerini çürümeden ve dağılmadan üç yüz yıl koruyan, sonra da canlarını bedenlerine gönderen kimse bütün insanları öldürüp onları bedenleriyle haşir oluncaya kadar tutmaya, sonra da onlara göndermeye de kâdirdir.

"O zaman çekişiyorlardı” bu da "a'serna"nın zarfıdır yani onlar "kendi aralarında işlerini çekişirlerken” fark ettirdik demektir ki, Dîn işlerini tartışırlarken demektir. Bazıları: Yalnız ruhlar dirilir, derlerdi. Bazıları da: İkisi de dirilir derlerdi ki, ihtilâf kalksın ve ikisinin birlikte dirilecekleri açığa çıksın diye ya da gençlerin durumunu tartışıyorlardı, çünkü Allah onları ikinci kez ölümle öldürmüştü. Bazıları da: Öldüler, dediler. Başkaları da: İlk seferki gibi uyudular, dediler.

Ya da bir grup: Üzerlerine bir bina yapalım, insanlar orada otursun ve orasını belde edinsinler. Başkaları da şöyle dediler: Elbette üzerlerine bir mescit yapacağız, insanlar onda namaz kılarlar, dediler. Nitekim Allahü teâlâ da:

"Üzerlerine bir yapı yapın - Rableri onları çok iyi bilir - dediler. İşlerine hâkim olanlar da:

"Üzerlerine mutlaka bir mescit yapacağız” dediler". "Rableri onları çok iyi bilir” ara cümledir, ya Allah'tandır ki, onların işine dalıp da zamanlarında münakaşa edenlerdir ya da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem zamanında münakaşa edenlerdir. Bunu da durumu kendi aralarında müzakere ettikten ve soyları ve hâlleri hakkında kelâmlar naklettikten ve gerçeği de bulamadıktan sonra demişlerdi.

Anlatıldığına göre gönderdikleri kimse çarşıya girip de dirhemleri çıkarınca - ki, üzerinde Dakyanos'un ismi yazılı idi - onu hazine bulmakla suçladılar ve onu Krala götürdüler. Kral da Hıristiyan'dı ve tek ilâha inanıyordu. Ona durumu anlattı, birisi: atalarımız birkaç gencin dinlerini Dakyonus'tan kaçırdıklarını söylerler, belki de bunlar onlardır, dedi. Kral ve mü'min ve kâfir şehir halkı onunla beraber gittiler ve onları görüp onlarla konuştular. Sonra gençler Krala: Seni Allah'a emanet ediyoruz, seni cinlerin ve insanların gözlerinden saklaması için ona havale ediyoruz, dediler. Sonra da yattıkları yere geri döndüler, öldüler. Kral da onları mağaraya gömdü ve üzerlerine bir mescit yaptı.

Şöyle de denilmiştir: Onlar mağaraya varınca genç onlara. Siz bekleyin, önce ben gireyim, arkadaşlarım telaşlanmasınlar dedi ve içeri girdi. Halk nereden girdiğini bilemediler, oraya bir mescit inşa ettiler.

22

"Üçtürler, dördüncüleri köpekleridir; beştirler, altıncıları köpekleridir” diyecekler, karanlığa taş atarak.

"Yedidirler, sekizincileri köpekleridir” diyecekler. De ki:

"Rabbim onların sayısını daha iyi bilir". Onları ancak pek azı bilir. Öyleyse onlarla zahirî bir mücadele dışında mücadele etme ve onlar hakkında onlardan hiç kimseden fetva isteme.

"Diyecekler” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem zamanındaki ehl-i kitap ve mü'minler "üçtürler, dördüncüleri köpekleridir” yani onlar üç kimsedirler, dördüncüleri de onlara katılan köpekleridir.

Şöyle de denilmiştir: Bu, Yahûdîlerin sözüdür.

Şöyle de denilmiştir: Bu, Necran Hıristiyanlarından Seyyid'in sözüdür; o da Yakubi mezhebine mensup idi.

"Beştirler, altıncıları köpekleridir, diyecekler” bunu da Hıristiyanlar demiştir, yahut onlardan Akıb demiştir. O da Nasturî mezhebine mensup idi.

"Karanlığa taş atarak” bilemedikleri gizli habere taş atarak ve rast gele konuşarak ya da gaybi zannederek demektir ki, receme bizzani deyiminden gelir, o da zannetmektir. Burada sin'i kullanmaması sin'liye atıf olduğu içindir.

"Yedidirler, sekizincileri köpekleridir, diyecekler". Bunu da Müslümanlar Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in Cebrâîl aleyhisselâm'dan haber vermesiyle ve Allah,ü teâlâ’nın işaretiyle demişlerdir. Çünkü arkasından:

"De ki: Rabbim onların sayısını daha iyi bilir” buyurmuştur. İlk iki görüşten sonra "karanlığa taş atarak” demiş, zikredilen üç görüşü belirttikten sonra bir grubun bileceğini kabul etmiştir. Çünkü bu gibi yerde dördüncüyü söylememek, başkasının olmadığını söylemektir, üstelik yokluk da asıldır. Sonra ilk ikisinin arkasından "karanlığa taş atarak” diyerek reddetmiştir ki, üçüncüsü kendiliğinden meydana çıksın. Bir de nekireye sıfat düşen cümlenin (vesaminühüm kebühüm) başına vâv getirmiştir; bunu da sıfatın mevsûfa şiddetle bağlı olduğunu göstermek ve onu marifeye hâl düşen şeye benzetmek için buyurmuştur. Bu da bu birliğin gerçek olduğunu gösterir. Hazret-i Ali radıyallahü anh'ten rivâyet edilmiştir: Onlar yedidir, sekizincileri köpekleridir. Adları da şöyledir: Yemliha, Mekseline, Mislina - bunlar Kralın sağında otururlardı -Mernuş, Debernuş, Şazenuş - bunlar da Kralın solunda otururlardı -. Yedincileri de onlara katılan çobandır, köpeklerinin ismi da Kıtmir'dir, şehirlerinin ismi da Efsus'tur.

Şöyle de denilmiştir: Bu üç görüş ehl-i kitaba aittir, bilen az grup da onlardandır.

"Öyleyse onlarla zahirî bir mücadele dışında mücadele etme” gençler hakkında ancak yüzeysel, derine dalmadan tartış. O da onlara Kur'ân'daki kıssalarını anlatmak, cahilliklerini yüzlerine vurmamak ve onları reddetmemekle olur.

"Ve onlar hakkında hiç kimseden fetva isteme” kimseye onlar hakkında öğrenmek için soru sorma; çünkü o hususta vahyedilen sana yeter, kaldı ki, onların gerçek bilgileri de yoktur. Onları rezil etmek için ve bilgilerini çürütmek için de sırf inat olsun diye soru sorma. Çünkü bu, güzel ahlaka aykırıdır.

23

Hiçbir şey için:

"Gerçekten ben bunu yarın yapacağım” deme.

24

"Meğerki Allah dileye, de” Allah'tan Nebisini tedip şeklinde mendir, çünkü Yahûdîler, Kureyş'e: Ona ruhtan, Ashâb-ı Kehf'ten ve Zülkarneyn'den sorun, dediler. Onlar da sordular, o da: Yarın gelin, size haber vereyim, dedi. İnşallah demedi, bu sebeple vahiy on küsur gün gecikti. Bu da kendisine zor geldi, Kureyş de onu yalanladılar. İstisna (inşallah) nehiydendir yani yapacağım diye karar verdiğin bir şey için, inşallah demedikçe yapacağım, deme. Hep onun dilemesine bağla ya da dileyeceği yani sana izin vereceği vakte bağla. İstisnanın faiül'üne (yapacağım kavline) bağlanması câiz değildir; çünkü Allah'ın dilemesini işe bağlayıp da sonra inşallah demek yahut fiili aşarak öne çıkan dilemesini istisna etmek yasağa uygun değildir (o zaman, ben yapacağım,levki Allah dilesin olur ki, doğru değildir).

"Rabbini hatırla” Rabbinin dilemesini hatırla ve: İnşallah (Allah dilerse) de. Nitekim

rivâyete göre bu kayıt inince Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm: İnşallah, buyurmuştur.

"Unuttuğun zaman” unutma gibi bir kusur olur da sonra hatırlarsan. İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir: Yeminini bozmadıkça ister ki, bir sene sonra inşallah, desin. Bunun içindir ki, sonradan inşallah demeyi câiz görmüştür, Fakihlerin çoğunluğu ise bunu kabul etmez; zira böyle bir şey lursa ne borç ikrarı ne boşama ne de köle azat etme diye bir şey kalmaz ve yalanla doğru birbirine karışır. Ne Âyette ne de haberde geçmiş sözden istisna yapılacağına dâir bir işâret yoktur; bilâkis ondan anlaşıldığı gibi sonradan olacak şeye inşallah denir. Mananın şöyle olması da câizdir: İnşallah demeyi unuttuğun zaman tesbih ve istiğfar ederek Rabbini hatırla. Bu da bunlara teşvik olur.

Ya da Rabbinin bazı emrini terk ettiğin zaman Rabbini ve azabını hatırla ki, kaçırdığını telâfi edesin ya da unutma durumu vaki olduğu zaman onu hatırla ki, unutulan şeyi sana hatırlatsın.

Ve:” Umarım, Rabbim beni, bundan daha doğru olana ulaştırır” de. Peygamberliğimi Ashâb-ı Kehfin haberinden daha çok gösterecek ve ona delâlet edecek şeyi bana gösterir, de. Ve de ondan daha büyüğünü de göstermiştir, Meselâ çok eski zamanlarda geçen peygamberlerin kıssaları, gaybe ait haberler ve kıyâmete kadar olacak hadiseleri haber vermesi gibi.

Ya da” umulur ki, bana unutulandan daha hayırlısını gösterir” de.

25

Mağaralarında üç yüz yıl, artı dokuz yıl kaldılar.

"Mağaralarında üç yüz yıl, artı dokuz yıl kaldılar” yani kulaklarına perde çekilmiş olarak canlı vaziyette kaldılar demektir. Bu da yukarıda özetle geçen şeyi açıklamaktadır.

Şöyle de denilmiştir: Bu, ehl-i kitabın sözlerini hikâye etmektedir; çünkü onların sayılarında ihtilâf ettikleri gibi kalma sürelerinde de ihtilâf ettiler. Bazıları: Üç yüz yıl, dediler. Bazıları da: Üç yüz dokuz yıl, dediler. Hamze ile Kisâî izafetle selase mieti sinine okumuşlar; çoğulu tekil yerine koymuşlardır. Burada bunu güzel yapan da şudur: çünkü ondaki cemi alâmeti müfredinden hazf edileni telâfi etmek içindir ve sayılarda asıl olan da çoğula muzâf olmaktır. Muzâf yapmayan da sinin'i selas'tan bedel yapar.

26

De ki:

"Rabbim ne kadar kaldıklarını daha iyi bilir". Göklerin ve yerin gaybi onundur. O ne kadar iyi gören ve ne kadar iyi işitendir! Onların ondan başka hiçbir dostu yoktur ve hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.

"De ki: Ne kadar kaldıklarını Rabbim daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybi onundur” o ikisinde bilinmeyen ve orada yaşayanlardan gizli kalan şey na aittir. Hiçbir mahlukun bilgisi ona gizli kalmaz.

"Ebsır bihi ve esmi” taaccüp sıygası ile ifade etmesi, işinin kulak ve gözle idrak edilemeyecek kadar ince olduğunu göstermek içindir. Zira hiçbir şey na engel olmaz; yoğun ve ince, küçük ve büyük, gizli ve açık onun için fark etmez. Bihi'deki he Allah'a râcidir, fâil olarak da mahallen merfû’dur, be de Sîbeveyh'e göre zâittir. Aslı ebsara yani göz sâhibi demektir. Sonra inşa manasında emir sıygasına çevrildi. O zaman sıyga müsait olmadığı için zamir açığa çıktı ya da zâit be'den dolayı böyle oldu, Meselâ "ve kefa bihi” (Nisa: 50; Furkân: 58;Ahkâf: 8) âyetlerinde olduğu gibi. Ahfeş'e göre he mehil olarak mensûbtur, fâil de memure giden zamirdir, o da herkestir, be de zâittir, eğer hemze tadiye için olursa. Eğer sayruret için olursa; tadiye için olur.

(Onlar için yoktur) zamir gökler ve yer halklarına râcidir.

"Ondan başka hiçbir dost” işlerini görecek "ve hükmüne hiç kimseyi ortak etmez” onlardan, ona müdahale hakkı vermez. İbn Âmir, Kalun da Ya'kûb rivâyetinde te ve cezm ile (vela tüşrik) okumuşlardır ki, herkesi şirkten men eder.

Sonra Kur'ân'ın Ashâb-ı Kehf kıssasını içine alması - çünkü o, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e göre gâiplerdendir - onun mu'cize bir vahiy olduğunu gösterince, onu okuması ve ashâbı ile beraber olmasını emredip şöyle dedi:

27

Rabbinin katından sana vahyolunanı oku. Onun sözlerini değiştirecek yoktur. Ondan başka asla bir sığınak bulamazsın.

"Rabbinin kitabından sana vahyolunanı oku” Kur'ân'dan, onların "bu Kur'ân'dan başkasını getir yahut onu değiştir” diyenlerin sözlerini dinleme.

"Onun sözlerini değiştirecek yoktur” kimse onu değiştiremez ve yerine başkasını getiremez.

"Ondan başka asla bir sığınak bulamazsın” öyle bir şeye tevessül edersen ona denk bir korunak bulamazsın.

28

Kendini sabah akşam rızâsını isteyerek dua edenlerle beraber tut. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözünü onlardan çevirme. Kalbini zikrimizden gâfil kıldığımız, keyfîne uyan ve işi ifrat olan kimseye uyma.

"Kendini tut” onu hapset ve sâbit kıl "sabah akşam Rablerine dua edenlerle” bütün vakitlerinde yahut gündüzün iki ucunda. İbn Âmir "bilğudveti” okumuştur, bunda da şöyle bir mülahaza vardır; ğudve çoğunluğa göre alem (özel isim)dir. O zaman ondaki lâm-ı tarif nekireye te'vil düşüncesiyle girmiş olur.

"Yüzünü (rızâsını) istiyorlar” Allah'ın rıza ve tâatini istiyorlar. (Gözün onlardan ayrılmasın) onlardan başkasına bakma. Ta'dü'nün "an” ile geçişli kılınması neba (uzaklaşmak) manasına olmasındandır. Nebet ve alet anhu aynuhu denir ki, gözü bir şeye bakıp da takılmamaktır. Bundan maksat da her iki manayı vermektir yani onlara bakıp da onları görmeden başkasına geçme demektir,

"vela tu'di ayneyke” ve "vela tüaddi” de okunmuştur ki, a'dahu ve addahu'dan gelir. Maksat Resûlüllah'm, fakir mü'minleri hor görmeyip üstlerinin başlarının pejmürdeliğinden tiksinerek zenginlerin alayişli kıyafetlerine takılmamasıdır.

"Türidü ziynetel hayatid dünya” bu da meşhur kırâattaki kaftan hâl’dir, diğer kırâatlarda da fiilde gizli zamirden hâl’dir.

"Vela tuti' men ağfelna kalbehu” kalbini gâfil kıldığımıza itâat etme "zikrimizden gâfil kıldığımıza” Meselâ Ümeyye bin Halefin, fakirleri meclisinden kov, Kureyş'in uluları gelsin, demesi gibi. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, onu bu isteğe iten şey, kalbinin akılla bilinen şeylerden boş olup maddî şeylere takılmasıdır, öyle ki, o, şerefin beden süsü ile değil de rûh ziynetiyle olduğunu kavrayamamıştır: Faraza Peygamberimiz ona itâat etse idi onun gibi beyinsizlerden olurdu. Mu'tezile fırkası Allah'ın bir adamın kalbini zikirden boş koymasını hazm edemediklerinden şöyle demişlerdir: Bu, ecbentuhu gibidir ki, birini korkak bulmak yahut ona nispet etmektir ya da ağfele ibilehu deyimindendir ki, devesini işâret koymadan salıvermektir. Yani kalbini zikrimizle damgalamadığımıza uyma, ama mü'minlerin kalplerine îmanı yazmışızdır. Onlar: Maksat "keyfine uydu” kavimdeki dış mana değildir, demişlerdir ki, cevabı da yukarıda defalarca geçmiştir.

"Ağfelena” şeklinde de okunmuştur ki, o zaman fiil kalbe isnat edilir, mana da kalbi bizi onu unutup da sorumlu tutmayacağımızı zannetti şeklinde olur.

"İşi ifrat olan” yani haktan uzaklaşıp onu arkasına atan kimse demektir. Feresün furutun denir ki, atları geçen at demektir, fart ve farat da bundan gelir.

29

De ki: Hak Rabbinizdendir; artık dileyen îman etsin, dileyen inkâr etsin. Gerçekten biz zâlimler için bir ateş hazırladık ki, duvarları onları kuşatmıştır. Eğer yardım isterlerse erimiş maden gibi, yüzleri kavuran bir su ile onlara yardım edilir. Ne kötü içecek ve ne kötü yaslanacak yer!

"De ki: Hak Rabbinizdendir” hak Allah tarafından olandır; keyfin istediği şey değildir. Hakk'ın mahzûf mübtedanın haberi ve "min rabbiküm"ün de hâl olması da câizdir.

"Artık dileyen îman etsin, dileyen de inkâr etsin” îman edenin îmanına da inkâr edenin İnkârına da aldırmam. Bu, kulun, fiilinde bağımsız olduğunu göstermez; çünkü her ne kadar onun istemesiyle ise de istemesi de Allah'ın istemesine bağlıdır.

"Gerçekten biz zâlimler için bir ateş hazırladık ki, duvarları onları kuşatmıştır” süradık çadır demektir. Onları kuşatan ateş ona benzetilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Süradık çadırın etrafındaki odadır. Süradık dumandır da denilmiştir. Ateşten duvar manası da verilmiştir.

"Eğer yardım isterlerse” susuzluktan dolayı "erimiş maden gibi bir su ile yardım edilir” erimiş çeşitli madenler gibi. Zeytinyağı tortusu gibi de denilmiştir. Bu da daha büyük sıkıntı ile cevap verme kabilindendir.

"Yüzleri kavuran” yaklaştırılınca şiddetli hararetinden dolayı. Bu da (su) lâfzının ikinci sıfatıdır yahut "mühl"den veyahut kâf'taki zamirden hâl’dir.

"Ne kötü içecek” o erimiş şey "ne kötü yaslanacak yerdir” ateş (cehennem). İrtifakın aslı dirseği yanağın altına dayamaktır. Bu da "ne güzel yaslanacak yerdir” ifadesinin karşılığıdır, yoksa cehennem halkı için yaslanacak yer yoktur.

30

Îman edip sâlih âmeller işleyenlere gelince: Şüphe yok ki biz, güzel amel işleyenlerin mükâfatını zâyi etmeyiz.

"İnnelellezine amenu ve amilüs salihati inna lâ nudiu ecre men ahsene amela” birinci inne'nin haberi, ikinci inne ile mamulleridir. Râci zamir de mahzûftur, takdiri: Men ahsene amelen minhüm demektir.

Ya da "men ahsene amela” genel olduğu için ona gerek kalmamıştır, tıpkı: Nimerrecülü zeydün kavlinde olduğu gibi.

Ya da onun (zamirin) yerine zâhir geçmiştir; çünkü "men ahsene amelâ” gerçekte îman edip iyi amel işleyenlerden başkası değildir.

31

İşte onlar için altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bileziklerle süslenir; ince dibadan ve kalın dibadan yeşil elbiseler giyerler. Orada tahtlara kurulmuş olarak. Ne güzel sevap ve ne güzel yaslanacak yer!

Ya da birinci inne'nin haberi "ülâike lehüm cennâtün...” kavlidir, ikisinin arasındaki de itiraz cümlesidir.

Birinciye göre (ülâike) mükâfatı beyan eden yeni söz başıdır ya da ikinci haberdir.

"Yuhallevne fiha min esavire min zehebin” birinci min ibtida, ikincisi de esavir'in sıfatını açıklamak için beyaniyedir. Esavir'in nekire olması da güzelliğinin tarif edilemeyecek kadar büyük olmasındandır. O esvire'nin yahut sivarın çoğulu olan esvar’ın cemidir.

"Yeşil elbiseler giyerler” çünkü yeşil, renklerin en güzeli ve en göz alıcısıdır.

"Min sündüsin ve istebrakin” ince ve kalın diba'dan demektir. İki çeşidi de içine alması, orada nefislerin çekeceği ve gözlerin hoşlanacağı her şeyin olmasındandır.

"Orada tahtlara kurulmuş olarak” tıpkı nimet içinde yüzen insanlar gibi.

"Ne güzel sevaptır” cennet ve nimetleri "ve ne güzel yaslanacak yerdir” o koltuklar.

32

Onlara iki adamın misalini getir: Birisine üzüm bağlarından iki bahçe verdik. O ikisini hurma bahçeleriyle kuşattık ve aralarına da bir ekinlik yaptık (koyduk).

"Onlara misal getir” kâfir ve mü'min için "iki adamı” gerçek veya hayalî iki adamın hâlini. Bunlar İsrâîl oğullarından iki kardeştiler: Kâfirin ismi Kartuş, mü'minin ismi de Yahuda idi. Bu ikisine babalarından sekiz bin dinar miras kaldı; yarı yarıya bölüştüler. Kâfir onunla tarla, gayrimenkul aldı, mü'min de onu hayır yollarına harcadı. Sonları da Allahü teâlâ’nın anlattığı gibi oldu.

Şöyle de denilmiştir: Bu iki kardeş Mahzum oğullarından idiler. Kâfirin ismi Esved bin Abdülesed, mü'minin ismi da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den önce Ümmü Seleme'nin kocası olan Ebû Seleme idi.

"Birisine iki bahçe verdik” iki bostan "üzümlerden” asmalardan, bağlardan. Cümle tamamıyla temsili açıklamaktadır ya da iki adamın sıfatıdır.

"O ikisini hurmalarla kuşattık” hurma ile çevirip asmaları destekledik, bu da haffehul kavmu deyiminden gelir ki, adamın etrafını çevirmektir.

"Aralarına bir ekinlik koyduk” ki, azıklar da meyveler de bulunsun, en güzel şekilde ve en iyi düzenleme ile hep mamur kalsın.

33

Bahçelerin her ikisi de meyvelerini verdi ve ondan hiçbir şeyi kısmadı. Aralarından da bir ırmak akıttık.

"Bahçelerin her ikisi de meyvelerini verdi” ürününü verdi. Zamirin müfred olması "kilta” lâfzının tekil olmasındandır.

"Küllül cenneteyni ata ükülehu” şeklinde de okunmuştur.

"Ondan kısmadı” ürününden eksik vermedi "hiçbir şey” diğer bahçelerde görüldüğü gibi, çünkü meyve ağaçları genellikle bir sene verir, bir sene vermez.

"Aralarından bir ırmak akıttık” ki, devamlı sulansın. Çünkü asıl olan odur (su ile yaşar), güzelliği de artar. Ya'kûb'tan şeddesiz olarak "fecerna” okuduğu rivâyet edilmiştir.

34

Onun meyveleri vardı. Kendisiyle konuşan arkadaşına "ben malca senden daha çoğum, adamca da senden daha güçlüyüm dedi.

"Onun meyveleri de vardı” iki bahçeden başka gelirleri de vardı, bu da semmere malehu deyiminden gelir ki, malını çoğaltmaktır. Âsım se'nin ve mim'in fethi ile; Ebû Amr da se'nin zammı ve mim'in sükûnu ile (sümür, sümr), kalanlar da iki zamme ile okumuşlardır.

"Ve uhita bisemerihi” (Kehfi 42) âyetinde de böyle okunmuştur.

"Kendisiyle konuşan arkadaşına dedi ki:” karşılıklı konuştuğu arkadaşına, bu da hare lâfzından gelir ki, dönmek manasınadır.

"Ben malca senden daha çoğum, adamca da senden daha güçlüyüm” hizmetçi ve yardımcıları demektir. Erkek evlatlar da denilmiştir, çünkü onlar kişi ile beraber hareket ederler.

35

Nefsine zulmeder vaziyette bahçesine girdi: Bunun ebediyen yok olacağını zannetmiyorum, dedi.

"Bahçesine girdi” arkadaşı ile beraber, onu gezdiriyor ve ona övünüyordu. Cennetin tekil olması bahçe manasına olduğu içindir, zira o da dünyadan istifade ettiği şeydir. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, onun bundan başka cenneti olmayacaktır, müttekılere va'dedilen cennetten nasibi de yoktur.

Ya da iki bahçenin bitişik olmasından tekil ifade edilmiştir ya da giriş birisindendi.

"Nefsine zulüm eder bir vaziyette girdi” çünkü kendini beğenmiş ve inançsız idi,

"bunun yok olacağını zannetmiyorum, dedi” bu bahçenin fani olacağını demek istiyor "ebediyen” çünkü bitmez tükenmez hülyalara ve gaflete dalmıştı, süre verildiği için de aldanmıştı,

36

Kıyametin de kopacağını zannetmiyorum. Yemin olsun, eğer Rabbime döndürülürsem, mutlaka bundan daha hayırlısını bulacağım.

"Kıyametin de kopacağını zannetmiyorum” gerçekleşeceğini.

"Yemin olsun eğer Rabbime döndürülürsem” senin iddia ettiğin gibi öldükten sonra dirilmekle "mutlaka bundan daha hayırlısını bulacağım” bahçemden. Hicazlı iki kurra ile Şamî "minhüma” okumuşlardır ki, o iki bahçeden demektir "gidecek yer” dönecek yer ve sonuç demektir. Çünkü o fani, bu ise bakidir. Yemin etmesi de Allahü teâlâ'nın ona bunu ehil ve lâyık olduğu ve şahsına ait olarak verdiğine inandığı içindir. Allah'a kavuşsa da onu orada bulacağını zannediyordu.

37

Onunla konuşan arkadaşı dedi: Seni topraktan, sonra meniden yaratan, sonra da seni bir adam (insan) olarak tesviye eden Rabbini mi inkâr ettin?

"Onunla konuşan arkadaşı dedi: Seni topraktan yaratanı mı inkâr ettin?” çünkü toprak senin asıl maddendir yahut maddenin aslıdır.

"Sonra meniden” o da senin yakın maddendir,

"sonra da seni bir adam olarak tesviye edeni mi inkâr ettin?” Sonra seni dengeledi ve seni adamlar sınıfında mükemmel bir erkek yaptı. Yeniden dirilmeyi inkârı Allahü teâlâ'yı inkâr kabul etmiştir; çünkü onun kaynağı Allahü teâlâ'nın kemal-i kudretine karşı şüphedir. Bunun içindir ki, inkârı topraktan yaratılmaya bağlamıştır; çünkü ondan yaratmaya başlayan Allah ondan tekrar etmeye de kâdirdir.

38

Ancak ben, o Allah benim Rabbimdir. Rabbime hiç kimseyi şirk koşmam.

 (Ancak ben, o Allah benim Rabbimdir. Rabbime hiç kimseyi şirk koşmam). Aslı lakin ene'dir. Hemze hazf edildi, harekesi "lakin"in nûn'una verildi, iki nûn birleşti ve idgam yapıldı. İbn Âmir'in ve Ya'kûb'un da bir rivâyette kırâati vasü hâlinde elif iledir, çünkü o hemzeden bedeldir ya da vasi, vakf yerine konulmuştur. Aslı üzere "lakin ene” de okunmuştur.

"Hüve” de zamir-i şan'dır, o da kendine haber düşen cümle ile birlikte "ene"nin haberidir yahut Allah'a râci zamirdir "Allahü” da bedelidir,

"rabbi” de haberidir; cümle de "ene"nin haberidir. Lakin'in istidraki de ekeferte'dendir, sanki: Ente kafirün billahi lakinni ene mü'minün bihi demiş gibidir.

39

Bahçene girdiğin zaman: Maşallah, kuvvet ancak Allah iledir. Eğer beni mal ve evlatça senden daha az görüyorsan,

"Bahçene girdiğin zaman deseydin yaoraya girdiğin zaman demeli değil miydin "maşallah” el - emrü maşallah (durum maşallahtır) yahut maşaallahu kainün (Allah'ın dediği olur) bu durumda "mâ” mevsûledir ya da eyyü şeyin şaallahu kâne (Allah'ın dediği olur) demektir ki, bu durumda "mâ” şartıye olur. Cevap da mahzûftur, bu da şunu ikrar ettirmektedir ki, bahçe de ondaki şeyler de Allah'ın dilemesiyledir. İsterse onları bırakır isterse yok eder.

"Kuvvet ancak Allah iledir” böyle deseydin de nefsinin acizliğini ve Allah’ın gücünü itiraf etseydin. Elinde bulunan şeyler de onun yardımı ve gücü iledir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Kim bir şey görür de, maşallah kuvvete illâ billah derse, ona zararı dokunmaz.

(Eğer beni mal ve evlatça senden daha az görüyorsan) "ene"nin fasıla olma ihtimali de birinci mef'ûlu te'kit olma ihtimali de vardır. Merfû' olarak "ekallü” de okunmuştur ki, o zaman "ene"nin haberi, cümle de "tereni"nin ikinci mef'ûlu olur.

"Veveleda” kavlinde nefer'i evlatla tefsir edene delil vardır.

40

Dilerse Rabbim bana senin bahçenden daha hayırlısını verir ve onun üzerine gökten yıldırımlar gönderir de kaygan bir toprak hâline gelir.

"Dilerse Rabbim bana senin bahçenden daha hayırlısını verir” dünyada yahut âhirette, çünkü îmanım vardır. Bu da şartın cevabıdır.

"Onun üzerine gönderir” inkâr ettiğin için bahçenin üzerine

(gökten yıldırımlar) mermiler, bu da hüsbane'nin çoğuludur ki, yıldırımlar demektir. Bunun hesap manasına mastar olduğu da söylenmiştir ki, tahribine dâir takdir demektir ya da kötü amellerin hesabından doğan azâp demektir.

"Kaygan bir toprak hâline gelir” düz bir yer hâline gelir de bitkisi ve ağacı olmadığı için ayak kayar.

41

Yahut suyu dibe çekilir de onu aramaya asla güç yetiremezsin.

 (Ya da suyu dibe çekilir) ğairen filardı demektir. Gavr mastardır, sıfat olarak kullanılmıştır, tıpkı Âyetteki zelak gibi.

"Onu aramaya asla güçyetiremezsin” yerin dibine çekilen suyu çıkaramazsın, bunun için hareket edemezsin.

42

Ürünü kuşatıldı; sabahleyin ellerini masraf ettiği şeye çeviriyor (oğuşturuyordu). O bahçe ise çatıları üzerine çökmüştü, kendisi de: keşke hiçbir kimseyi Rabbime şirk koşmaya idim, diyordu.

 (Ürünü kuşatıldı) malı arkadaşının beklediği ve uyardığı gibi helâk edildi, bu da ehata bihil adüvvü'den gelir ki, düşman birini kuşatmaktır. Onu kuşatınca mağlup eder, mağlup edince de helâk eder. Bunun bir benzeri de ütiye aleyhi deyimidir ki, o da düşman gelip onları yenmektir.

"Sabahleyin ellerini oğuşturuyordu” yüreğinin yangısından ve derin üzüntüsünden "masraf ettiği şeye” bakımına harcadığı şeylere.

"Alâ mâ enfaka fiha” "yukallibü"ye mütealliktir, çünkü elini oğuşturmak pişmanlıktan kinayedir, sanki feasbaha yendemü (sabahleyin pişman oldu) denilmiş gibidir.

Ya da hâl’dir yani ettiği masrafa üzülerek demektir.

"O da çatıları üzerine çökmüştü” yani çatıları yere çökmüş, asmalar da onun üzerine düşmüştü. (Ve diyordu) bu da "yukallibü"ye atıftır ya da zamirinden hâl’dir "keşke hiç kimseyi Rabbime şirk koşmaya idim” sanki arkadaşının öğüdünü hatırlamış ve şirkinden dolayı bunların başına geldiğini öğrenmişti. O zaman müşrik olmayıp da Allah'ın, bahçesini helâk etmemesini temenni etmiştir. Bunun şirkten tevbe ve geçmiş şeylere pişmanlık olma ihtimali de vardır.

43

Ona Allah'tan başka yardım edecek bir cemâat yoktu ve intikâm alacak durumda değildi.

 (Onun bir cemâati de yoktu) Hamze ile Kisâî fiil önce geçtiği ve araya da fasıla girdiği için ye ile (velem yekûn) okumuşlardır.

"Kendisine yardım edecek” helâki def etmek yahut helâk yerinden uzaklaştırmak veyahut tekrarına mani olacak bir cemâati olmadı "Allah'tan başka". Çünkü buna tek gücü yeten odur.

"Ve intikâm alacak durumda değildi” Allah'ın intikâmını durduracak gücü de yoktu.

44

Orada hâkimiyet hak olan Allah'ındır. O, sevapça da hayırlıdır, sonuç bakımından da hayırlıdır.

 (Orada) bu makamda ve bu durumda "hakimiyet hak olan Allah'ındır” yardım tek ona mahsustur, başkasının gücü yetmez. Bu da "ona yardım edecek bir cemâati yoktu” kavlinin tesbitidir.

Ya da kâfirlere karşı mü'min dostlarına yardım etmek ona aittir, nitekim mü'min kâfir misalinde mü'mine yardım etmişti.

"O, sevapça da hayırlıdır, sonuç bakımından da hayırlıdır” kavli de bunu destekler. O dostları için böyledir.

Hamze ile Kisâî kesr ile el-vilayetü okumuşlardır, manası da yetki ve mülk demektir. Yani orada güç onundur, mağlup edilmez, ona mani olunmaz ya da ondan başkasına ibâdet edilmez, demektir. Tıpkı:

"Gemiye bindikleri zaman dinde samimi olarak Allah'a dua ederler” (Ankebut: 65) âyeti gibi. Bu da şuna dikkat çekme olur ki,

"keşke şirk koşmaya idim” sözü dara düştüğü ve başına gelen beladan dolayı söylenmiştir. Hünalike işaretinin âhirete olduğu da söylenmiştir.

Ebû Amr, Hamze ve Kisâî ref ile "elhakku” okumuşlardır ki,

"elvelayetü"nün sıfatı olur. Te'kit eden mastar olmak üzere de nasb ile "elhakka” da okunmuştur.

 Âsım ile Hamze sükûn ile "ukben” okumuşlardır.

"Ukba” da okunmuştur ki, hepsi akibet manasınadır.

45

Onlara misal ver ki, dünya hayatı, gökten indirdiğimiz bir su gibidir. Onunla yerin bitkileri birbirine karıştı da derken rüzgârın savurduğu kuru çer çöp oldu. Allah her şeye muktedirdir.

"Onlara dünya hayatının misalini ver” dünya hayatının parlaklık ve çabuk geçmede yahut garip hâlini demektir "bir su gibi” yani o bir su gibidir, bunun "vadrib"in ikinci mef'ûlu olması da câizdir. O zaman onu çevirdi manasına olur.

"Gökten indirdiğimiz, onunla yerin bitkileri birbirine karıştı” bitkiler çok ve sık olduğu için birbirine dolandı ya da su bitkilere işledi, öyle ki, doydu ve filizlendi. Buna göre cümlenin hakkı, su yerin bitkisine işledi olmalı idi. Ancak her ikisi de yanmdakinin sıfatını alarak birbirine karıştığı için abartmak üzere böyle denilmiştir.

"Kuru çöp oldu” kuru ve kırılgan "rüzgârların savurduğu” dağıttığı demektir. Ezra'dan "tüzrihi” de okunmuştur. Müşebbehün bih su değildir, suyun hâli de değildir; bilâkis toplamdan çıkarılan durumdur ki, o da su ile gelişen bitkinin hâlidir. Yeşerdi, sürgün verdi, sonra da rüzgârın savurduğu kırıntı hâline geldi, hiç olmamış gibi oldu.

"Allah her şeye” var ve yok etme bakımından "muktedirdir” kâdirdir.

46

Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak iyi ameller ise Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır.

"Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür” insan, dünyasında onunla süslenir, tez zamanda da yok olur.

"Baki kalacak iyi ameller” hayırlı amellerin ise semeresi sonsuza kadar devam eder. Bunlar beş vakit namazlar, hac işleri, ramazan orucu, sübhanallahi velhamdü lillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber ve güzel söz ile de tefsir edilmiştir.

"Rabbinin katında daha hayırlıdır” maldan ve oğullardan "sevapça” getiri bakımından "umutça da daha hayırlıdır” çünkü sâhibi dünyada umduğuna âhirette kavuşur.

47

Hatırla o günü ki, biz dağları yürütürüz. Yeryüzünü açık olarak görürsün. Onları toplamış; içlerinden hiçbirini bırakmamışızdır.

"Hatırla o günü ki, biz dağları yürütürüz” onları kökünden söktüğümüz ve havada yürüttüğümüz veyahut onları götürüp de toz duman ettiğimiz günü hatırla. Bunun "inde rabbike"nin üzerine atfı da câizdir yani baki kalacak ameller Allah katında ve kıyâmet gününde daha hayırlıdır demek olur. İbn Kesîr, Ebû Amr ve İbn Âmir te ile meçhul olarak "tüseyyerü” okumuşlardır. Saret'ten "tesiyrü” de okunmuştur.

"Yeryüzünü açık olarak görürsün” dağların altından açığa çıkmış, üzerinde onu örtecek bir şey lmadan. Meçhul kalıbı ile "ve tura” şeklinde de okunmuştur.

"Onları topladık” mahşer yerine biriktirdik,

"nüseyyirü” ve "tera"dan sonra mâzi siygası ile gelmesi haşrin mutlaka gerçekleşeceğindendir ya da toplanmaları yürütmeden önce olacaktır ki, kendilerine va'dedileni görsünler. Buna göre vâv "kad” takdir etmekle hâl için olur.

"İçlerinden hiçbirini bırakmamışızdır". Ğaderehu ve ağderehu denir ki, terk etmektir. Vefayı terk etmeye gadr denilmesi de bundandır. Sel suyunun terk ettiği göle de gadir denilir. Ye ile "felem yüğadir” de okunmuştur.

48

Rabbine saflar hâlinde arz edilmişlerdir. Yemin olsun ki, sizi ilk yarattığımız gibi bize geldiniz. Hayır, sizin için tayin edilmiş bir zaman kılmayacağımızı iddia ettiniz.

"Rabbine arz olundular” onların hâli hükümdara arz olunan askerlere benzetilmiştir, bu da tanıması için değil de onlara emretmek içindir.

"Saflar hâlinde” kimse kimseye mani olmaz.

"Yemin olsun ki, bize geldiniz” onlara böyle denilir, bu durumda hâl olur ya da "yevme nüseyyirü"ye âmil olur.

"Sizi ilk yarattığımız gibi” çıplak, yanınızda mal ve evlattan bir şey lmamak üzere. Çünkü "Yemin olsun ki, bize teker teker geldiniz” (En'âm: 94) buyurmuştur.

Ya da ilk yarattığımız gibi yaratma ile demektir, çünkü "hayır, sizin için tayin edilmiş bir zaman kılmayacağımızı iddia ettiniz” buyurmuştur. Yeniden dirilmeyi ve toplanmayı gerçekleştirecek ve peygamberlerin size yalan söylemediklerini gösterecek bir vakit demektir.

"Bel” takısı da bir kıssadan diğerine geçiş içindir.

49

Kitap konulmuştur. Günahkârların ondaki şeylerden korktuklarını görürsün.

"Eyvah bize, bu kitaba ne oluyor da, küçük büyük bırakmamış illâ ki, onları saymıştır” derler. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.

"Kitap konulmuştur” amel defterleri sağlarına ve sollarına ya da mizana konulmuştur. Bunun hesabı ortaya koymaktan kinaye olduğu da söylenmiştir.

"Günahkârların ondaki şeylerden korktuklarını görürsün” günahlardan korktuklarını "Eyvah bize, derler!” çeşitli helâklerden kendi helâklerini çağırırlar,

"bu kitaba ne oluyor” ona şaşarlar "ne küçük bırakmış” ne küçük bir şey bırakmış "ne de büyük, hepsini yazmış” tesbit etmiş ve kuşatmıştır.

"Yaptıklarını hazır bulmuşlardır” amel defterlerine yazılı olarak "Rabbin hiç kimseye zulmetmez” yapmadığını yazmak ve hak ettiği cezadan daha ağırını vermek gibi.

50

Hani, Rabbin meleklere:

"Âdem'e secde edin” demişti de, İblis hariç secde etmişlerdi. O, cinden olup Rabbinin emrinden çıktı. Onu ve zürriyetini dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki o, sizin için bir düşmandır. Bu trampa, zâlimler için ne kötüdür!

"Hani, Rabbin meleklere,

"Âdem'e secde edin” demişti de İblis hariç secde etmişlerdi” bunu birçokyerde tekrar etmesi anlatılmak istenen konuya giriş olmasındandır. Burada da o övünenleri teşhir edip de yaptıklarını çirkin bulunca, bunun İblis'in yollarından olduğunu bildirmekle tespit etti ya da dünyaya aldananla ondan yüz çevirenin hâlini açıklayınca - ki, ona aldanmanın sebebi şehvet tutkunluğu ve şeytanın süslemesidir - önce dünya zevklerini onların gözlerinden düşürdü, çünkü zevale mahkumdur, iyi ameller ise daha hayırlı ve daha nefis ve daha yüksektir, sonra da aralarındaki eski düşmanlığı hatırlatarak şeytandan nefret ettirdi. İşte Kur'ân'da bütün tekrarların böyle bir gerekçesi vardır.

"Kâne minel cinni” gizli "kad” ile hâl’dir ya da gerekçe mahiyetinde yeni söz başıdır, sanki: İblis niçin secde etmedi, denildi? Sonra da: Çünkü o cinden idi diye cevap verildi. (Rabbinin emrinden çıktı) secdeyi terk etmekle emrinden çıktı. Fe de sebebiyet içindir. Bunda şuna delil vardır ki, melek asla isyan etmez, İblis'in isyanı ise aslen cinlerden olmasındandır. Bu da Bakara'da geniş olarak anlatılmıştır.

(Onu edinecek misiniz?) bunca yaptıklarından sonra onu edinecek misiniz? Hemze inkâr (red) ve şaşma içindir.

"Ve zürriyetini” evlatlarını ve ona tâbi olanları, bunlara zürriyet denilmesi mecâzîdir.

"Benden başka dostlar mı?” beni onlara değiştirip bana itâat edeceğiniz yerde ona mı edeceksiniz?

"O ki, sizin düşmanınızdır. Bu trampa zâlimler için ne kötüdür!” Allah'ı verip İblis'i ve zürriyetini alma.

51

Onları ne göklerin ve yerin yaratılışına ne de kendilerinin yaratılışına şâhit tutmadım. Ben, saptıranları yardımcı da tutmadım.

"Onları ne göklerin ve yerin yaratılışına ne de kendilerinin yaratılışına şâhit tutmadım” İblis ve zürriyetinin göklerin ve yerin yaratılışına ve birbirlerinin yaratılışına da şâhit olmalarını reddir, bu da onlardan yardım alınmadığını göstermektedir, nitekim "ben saptıranları yardımcı tutmadım” kavli ile de bunu açıklamıştır. Adud yardımcılar demektir, bu da Allah'tan başkasını tapmada ona şirk koşmayı reddetmektedir. Çünkü ibâdeti hak etmek yaratıcılığın şanmdandır. Onda ortak olan ibâdette de ortak olur. Zamir yerine mudilline'nin zâhir konulması onları kınamak ve onları yardımdan uzaklaştırmak içindir.

Şöyle de denilmiştir: Zamir müşriklere râcidir,

Mana da şöyledir: Onları bunların yaratılmasına şâhit tutmadım, onlara başkalarında olmayan özel bilgiler de vermedim ki, îman ettikleri takdirde insanlar arkalarına düşsünler. Öyleyse dine yardım ederler umuduyla onların dediklerine kulak asma. Çünkü saptıranları dinimde yardımcı edinmek bana yaraşmaz. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e hitapla "vema künte” okunuşu da bunu destekler. Aslı üzere "müttehizen elmudilline” de okunmuştur. Dad'ın sükûnu ile "âdda” da okunmuştur. Dad'a uydurarak ayn'ın zammesi ile ududa da okunmuştur, hadem vezninde adad da okunmuştur ki, adıd'ın çoğulu olur, bu da adadehu deyiminden gelir ki, takviye etmektir.

52

Hatırla o günü ki, Allah:

"İddia ettiğiniz ortaklarımı çağırın” der. Onlara cevap vermediler ve aralarında tehlikeli bir uçurum kılmışızdır.

 (Hatırla o günü ki, Allah der) yani Allahü teâlâ kâfirlere der, Hamze nûn ile (nekulu) okumuştur.

"İddia ettiğiniz yardımcılarımı çağırın” benim yardımcılarım, sizin de şefaatçileriniz diye iddia ettiğiniz putlarınızı çağırın da sizi azabımdan korusun. Ortakların mütekellim ye'sine muzâf olması onların iddiasına göredir ve onları azarlamak içindir. Maksat da ondan başka taptıkları şeylerdir. İblis ve zürriyeti oldukları da söylenmiştir.

"Çağırdılar” yardım için onları çağırdılar "onlara cevap vermediler” yardım etmediler.

"Aralarına” kâfirlerle İlâhlarının aralarına koyduk "bir uçurum” helâk yeri ki, onda ortaktırlar, o da ateştir.

Ya da öyle şiddetli bir düşmanlık koyduk ki, onları helake götürür, Meselâ Hazreti Ömer'in şu sözü gibi: Sevgin tutku, nefretin de helâk olmasın. Mevbik ism-i mekandır ya da mastardır,bika yevbeku vebekan ve mevbikan'dan gelir ki, helâk olmak demektir.

"Beynehüm” lâfzının bağlantı manasına olduğu da söylenmiştir ki, dünyadaki bağlantılarını kıyâmet gününde helâk kıldık demek olur.

53

Günahkârlar ateşi görüp içine kesin düşeceklerini ve ondan savuşacak bir yer bulamayacaklarım bilmişlerdir.

"Günahkârlar ateşi gördüler, içine kesin düşeceklerini bildiler” ona karışacaklarını ve içine gireceklerini "ondan savuşacak bir yer bulamadılar” ya da savuşma imkanı demektir.

54

Yemin olsun ki, bu Kur'ân'da insanlar için her misalden açıkladık. İnsan en çok tartışan varlıktır.

"Yemin olsun ki, bu Kur'ân'da insanlar için her misalden açıkladık” muhtaç oldukları her cinsten.

"İnsan en çok tartışan varlıktır” hep mücadele eder. Cedelen bâtıl argümanla mücadele eder demektir. Temyiz olarak mensûbtur.

55

İnsanları kendilerine hidâyet geldiği zaman îman etmekten ve Rablerine istiğfar etmekten ancak onlara öncekilerin kanununun gelmesi yahut onlara göz göre göre azabın gelmesi men etti.

"İnsanları kendilerine hidâyet geldiği zaman îman etmekten men etmedi” hidâyet onları davet eden Peygamber ve her şeyi açıklayan Kur'ân'dır.

"Rablerine istiğfar etmekten” günahlardan istiğfar etmekten "ancak onlara öncekilerin kanununun gelmesi men etti” öncekilerin kanununu istemeleri yahut beklemeleri veyahut gözetlemeleri men etti. Böylece muzâf hazf edilmiş, muzâfun ileytı onun yerine geçirilmiştir.

Ya da göz göre göre azabın gelmesi men etti” âhiret azabının gelmesi.

"Kubulen” gözle görmektir. Kûfeliler iki zamme ile "kubulen” okumuşlardır ki, o da bir lügattir ya da kabil'in çoğuludur ki, çeşitler manasınadır. İki fetha ile (kabelen) de okumuşlardır ki, o da lügattir. Lakıytuhu mukabeleten ve kubulen ve kıbelen ve kıbeliyyen denir. Zamirden yahut azâp'tan hâl olarak mensûbtur.

56

Biz peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfirler bâtılla (bâtıl sebeplerle) mücadale ederler ki, onunla hakkı iptal etsinler. Onlar âyetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alay konusu edindiler.

"Biz peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz” mü'minleri ve kâfirleri.

"Kâfirler bâtılla (bâtıl argümanlarla) mücadele ederler” mu'cizeler gördükten sonra akıl almaz tekliflerle, Ashâb-ı Kehf 'in kıssasını sormak ve benzeri şeylerle, bunu da inadına yaparlar ki,

"hakkı iptal etsinler” mücadele ile yerinden kaydırsınlar. Bu da idhadul kadem'den gelir ki, ayağı kaydırmaktır. Bu da peygamberlere "siz ancak bizim gibi bir insansınız” (Yasin; 15) ve "eğer Allah dilese idi melekler indirirdi” (Mü'minun: 64) demeli gibi şeylerdir.

"Âyetlerimi edindiler” Yani Kur'ân'ı "ve uyarıldıkları şeyleri” ya da uyarıldıkları azâbı "alay konusu edindiler". Sükûn ile "hüz'en” de okunmuştur. Bu da her iki takdire göre alay edilen şeydir.

57

Kendisine Rabbinin âyetleri ile öğüt verilip de ondan yüz çeviren ve iki elinin önceden gönderdiği şeyleri unutandan daha zâlim kim vardır? Gerçekten biz, onu anlamalarından kalplerinin üzerine örtüler çektik, kulaklarına da ağırlık koyduk. Eğer onları doğru yola çağırırsan, o zaman ona ebediyen yol bulamazlar.

"Rabbinin âyetleri ile” Kur'ân ile "öğüt verilip de ondan yüz çevirenden daha zâlim kim vardır?” onları düşünmeyenden ve on lardan öğüt almayandan "ve iki elinin gönderdiği şeyleri unutandan” önce gönderdiği küfür ve isyanları unutup da onların sonucunu dü şünmeyenden.

"Gerçekten biz kalplerinin üzerine örtüler çektik” bu da yüz çevirmelerinin ve unutmalarının sebebidir; çünkü kalpleri mühürlenmiştir. (Onu anlamalarından) anlamalarını istemediğimiz için, zamirin müzekker olması manadan (Kur'ân'dan) dolayıdır.

"Kulaklarına da ağırlık koyduk” hakkı ile dinlemelerine mani olacak.

"Eğer onları doğru yola çağırırsan, o zaman ona ebediyen yol bulamazlar” ne gerçek olarak ne de taklit yolu ile, çünkü onlar anlamazlar ve duymazlar.

"İza” edâtı bildiğin gibi hem ceza hem de Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e cevaptır. Çünkü "neden onları davet etmeyeyim?” dediği var sayılmıştır. Zira onların Müslüman ol malarını çok istiyordu. Bu da;

58

Rabbin çok bağışlayıcı, rahmet sâhibidir. Eğer onları kazandıkları şeylerle sorumlu tutsaydı, mutlaka onlara acele azâp ederdi. Hayır, onlar için belirli bir zaman vardır ki, ona karşı asla bir sığınak bulamazlar.

"Rabbin çok bağışlayıcıdır” cümlesinden anlaşılmaktadır ki, aşırı derecede bağışlayıcıdır demektir,

"rahmet sâhibidir” rahmetle nitelenmiştir.

"Eğer onları kazandıkları şeylerle sorumlu tutsa idi mutlaka onlara acele azâp ederdi” bu da ona şâhit getirmektir, zira Kureyş, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ileri derecede düşmanlık ettiği hâlde onlara mühlet verilmiştir.

"Hayır, onlar için belirli bir zaman vardır” o da Bedir savaşıdır ya da kıyâmet günüdür.

"Ona karşı asla bir sığınak bulamazlar". Mevil sığınak ve korunak demektir ki,ele kurtulmaktır,ele ileyhi de sığınmaktır.

59

İşte bunlar haksızlık ettikleri zaman helâk ettiğimiz kentiçin belli bir zaman kıldık.

"Ve tilke” mübteda’dır,

"ehleknahüm” de haberidir yahut gizli ve tefsir edilen bir fiilin mef'ûlüdür,

"el - kura” da sıfatıdır. İkisinden birinde muzâf takdir edilmelidir ki, zamirlerin mercii olsun "işte bu kentler haksızlık ettikleri zaman” Kureyş gibi, Meselâ yalanlamak, tar tışmak ve çeşidi şekillerde isyan etmek gibi.

"Onları helâk için belli bir zaman kıldık” helâkleri için belli bir vakit belirttik ki, ondan ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler. Öyleyse onlardan ibret alsınlar, azabın gecikmesine aldanmasmlar. Ebû Bekir mim'in ve lâm'ın fethi ile "limehlekihim” okumuştur ki, helâkleri için demektir. Hafs da lâm'ın kesri ile okumuş, bunu yef'ilü fiilinin şaz mastarları kabilinden saymıştır.

60

Hani Mûsa, genç adamına:

"İki denizin birleştiği yere varın caya değin durmadan yürüyeceğim yahut uzun süreler geçirece ğim” demişti.

 (Hani Mûsa, dedi) burada "üzkür” takdir edilmiştir "genç adamına” o da Yuşa bin Nûn bin Efraim bin Yûsuf tur, onlara salât ve selâm olsun. Çünkü Mûsa'ya hizmet ederdi ve yanından ayrılmazdı. Bunun içindir ki, genç adamı (uşağı) buyurmuştur. Kölesidir de denilmiştir.

"Lâ ebrahu” durmadan yürüyeceğim, haber hazf edilmiştir, çünkü durumdan anlaşılmaktadır, o da yolculuktur. Bir de "iki denizin birleştiği yere varıncaya değin” sözü de bunu göstermek tedir. Çünkü bir bitiş noktası tespit etmiştir. Bu cümlenin aslının layebrahu mesiri hatta ebluğa olması da câizdir; o zaman "hatta ebluğa” haber olur, muzâf da hazf edilmiş, muzâfun ileyh onun yerine geçiril miştir; zamir de fiil de değiştirilmiştir.

"Lâ ebrahu"nûn yürümekten ve aramaktan ayrılmayacağım manasına gelmesi de câizdir ki, o zaman haber istemez.

"Mecmaul Bahreyn” iki denizin birleştiği yer demektir, burası da İran ve Rum denizlerinin doğuda birleştiği noktadır. Orada Hızır ile buluşacağı vaad edilmiş idi. İki denizin Mûsa ile Hızır olduğu da söylenmiştir, o ikisine salât ve selâm olsun. Çünkü Mûsa zâhir il min denizi, Hızır da batın ilmin denizi idi. Yef alü fiilinden şaz olarak mim'in kesri ile "mecmi” de okunmuştur, tıpkı meşrik ve matli' gibi.

"

Yahut uzun süreler geçireceğim”

Mana da şöyledir: Ya birleşme nok tasına varacağım ya uzun süre yürüyeceğim ya da o noktayı bulama yacağıma aklım kesinceye kadar dolaşacağım demektir. Hukub uzun zamandır, seksen yıl da denilmiştir. Yetmiş yıl da denilmiştir.

Rivâyete göre Mûsa aleyhisselâm, Kiptiler helâk olduktan, kendisi de Mısır'a girdikten sonra özlü bir hutbe okudu, kendini beğendi, ona: Senden daha bilgili birini biliyor musun, dediler? O da: Hayır, dedi. Allahü teâlâ da ona vahyetti; hayır, kulumuz Hızır hariç, o da iki denizin birleştiği yerdedir diye vahyetti. Hızır Feridun zamanında idi, Büyük Zülkarneyn'in öncü kuvvetinde idi. Mûsa devrine kadar yaşadı.

Şöyle de denilmiştir: Mûsa aleyhisselâm, Rabbine sordu, hangi kulunu en çok seversin, dedi? O da: Beni zikredip de unutmayanı, dedi. O da: Hangi kulun daha iyi hüküm verir, dedi? O da: Hak ile hükmedip de keyfine uymayan, dedi. O da: Hangi kulun en büyük alimdir, dedi? O da: İnsanların ilmini kendi ilmine katıp da hidâyete götürecek veya tehlikeden koruyacak bir kelime öğrenme kaydında olan, dedi. O da: Eğer kullarının arasında benden daha bilgilisi varsa, onu bana salıkla, dedi. O da: Hızır senden daha bilgilidir, dedi. Onu nerede arayayım, dedi? O da: Sahilde, kayanın yanında, dedi. Onu nasıl tanıyacağım, dedi? O da: Bir sepete balık koyarsın, onu kaybettiğin yerde Hızır'ı bu lursun, dedi. O da uşağına: Balığı kaybettiğin zaman bana haber ver, dedi. İkisi yürümeye başladılar.

61

İkisinin birleştiği yere varınca, balıklarım unuttular. O da denizde bir deliğe doğru yolunu tuttu.

"İkisinin birleştiği yere varınca” yani iki denizin birleştiği yere demektir, beynehüma zarftır, mecma ona mecazen muzâf olmuştur ya da beyn vasi (temas) manasınadır.

"Balıklarım unuttular” Mûsa onu istemeyi ve durumunu öğrenmeyi unuttu, Yuşa da onun canlanıp denize gittiğini anlatmayı unuttu.

Rivâyete göre Mûsa uyudu, pişmiş balık kımıldadı ve denize sıçradı, bu da Mûsa'nın yahut Hızır'ın mu'cizesi idi.

Şöyle de denilmiştir: Yuşa abıhayat pınarından abdest aldı, balığın üzerine su sıçradı, o da dirilip suya zıpladı. Şöyle de denilmiş tir: İkisi de onu kontrol etmeyi ve aradıkları şeyi ele geçirmek için bir işâret görmeyi unuttular.

"O da denizde bir deliğe doğru yolunu tuttu” balık da denizde bir yola gitti. Sereb yol demektir, nitekim "ve saribün binnehar” (gündüz yoluna giden) âyetinde bu manayadır.

Şöyle de denilmiştir: Allahü teâlâ balığın üzerinden suyun akmasını durdur du, su balığın üzerinde kemer gibi oldu. Sereben ikinci mef'ûl olarak mensûbtur,

"filbahri” de ondan yahut "sebil"den hâl’dir, ittehaze'ye taalluku da câizdir.

62

Orayı geçtikleri zaman genç adamına "sabah yemeğimizi getir. Yemin olsun, bu yolculuğumuzdan bir yorgunlukla karşılaştık” dedi.

"Orayı” iki denizin birleştiği yeri "geçtikleri zaman genç ada mına dedi ki: Sabah yemeğimizi getir” kahvaltımızı demektir.

"Yemin olsun, bu yolculuğumuzdan bir yorgunlukla karşılaştık". Şöyle de nilmiştir: Mûsa belirlenen noktayı geçmedikçe yorgunluk hissetmedi. Orayı geçip de gece ve ertesi gün de öğleye kadar yürüyünce açlık ve bitkinlik hissetti.

Şöyle de denilmiştir: Mûsa ondan başka hiçbir yol culukta bitkinlik hissetmedi. İsm-i işaretle (bu yolculuğumuz ile) ka yıtlaması da bunu destekler.

63

O da:

"Gördün mü, biz karaya sığındığımız zaman şüphesiz ben balığı unuttum. Onu söylememi bana ancak şeytan unutturdu. O, şaşılacak şekilde denizde yolunu tuttu” dedi.

"O da:

"Gördün mü, biz sığındığımız zaman” biz sığındığımız zaman başıma geleni gördün mü?

"Karaya sığındığımız zaman” Mûsa'nın yaslanıp uyuduğu kayaya.

Şöyle de denilmiştir: O, zeytin ırmağının yanındaki kayadır.

"Şüphesiz ben balığı unuttum” onu kay bettim yahut ondan gördüğüm şeyi sana söylemeyi unuttum,

"onu söylememi bana ancak şeytan unutturdu” yani onu hatırlatmamı başkası değil ancak şeytan unutturdu.

"En ezkürehu” zamirden be deldir,

"en üzekkire lehu” şeklinde de okunmuştur ki, bu da şeytanın verdiği vesvese ile unutmasından dolayı özür dilemektir. Durum her ne kadar acayip olsa da o gibi olay unutulmaz, fakat Yuşa Mûsa'dan o gibi şeyleri çok gördüğü için ona fazla önem vermemişti. Belki de o gibi şeylere daldığı ve kendisini tamamiyle Allah'ın huzuruna verdiği için açık âyetleri gördüğünden unutmuştu. Onu şeytana nisbet etme si alçak gönüllüğündendir, ya da akıl gücünün hak ve halk taraflarını taşıyamadığından ve biriyle uğraşmasından dolayı diğerini ihmal etmesindendir ki, bu da o kimse için eksiklik sayılır.

"O, şaşılacak şekilde denizde yolunu tuttu” acayip bir yol tuttu ki, o da dehliz gibi idi.

Ya da acayip bir şekilde yolunu tuttu demektir, ikinci mef'ûl da zarftır.

Şöyle de denilmiştir: O (aceb) gizli fiilin mastarıdır yani sözünün sonunda böyle (acibtü aceben) demiştir.

Yahut da Mûsa o durumdan şaşarak aceben (acaba!) demiştir.

Şöyle de denilmiştir: Fiil Mûsa'ya aittir yani Mûsa denizde acayip şekilde balığın yolunu tuttu.

64

O da:

"Aradığımız şey idi” dedi; hemen izlerini sürerek geri döndüler.

"O da: O” yani balığın durumu "aradığımız şeydir, dedi” çünkü o aradığımız şeyin işaretidir; "hemen izlerini sürerek geri döndüler” geldikleri yoldan geri döndüler.

"Kasasan” izlerini sürmekle yahut sü rerek kayaya geldiler demektir.

65

Orada kullarımızdan kendisine katımızdan bir rahmet ver diğimiz ve ona yanımızdan bir ilim öğrettiğimiz bir kul buldular.

"Orada kullarımızdan bir kul buldular” çoğunluk onun Hızır olduğu görüşündedir. İsmi da Bilya bin Melkân'dır. İlyesa olduğu da söylenmiştir. İlyas da denilmiştir.

"Katımızdan kendisine rahmet ver diğimiz bir kul” o da vahiy yahut peygamberliktir.

"Ona katımızdan ilim verdiğimiz” ilm-i ledün ki, ancak Allah'ın vergisi ile sahip olunur, o da gâiplere ait ilimdir.

66

Mûsa ona:

"Sana öğretilen yol gösterici bilgiden bana da öğ retmen için sana tâbi olayım mı, dedi?

"Mûsa ona: Bana öğretmen için sana tâbi olayım mı, dedi?” bana öğretmen şartı ile (alâ en tüallimeni), bu da kaftan hâl yerinde dir.

"Sana öğretilen yol gösterici ilimden” doğru ilim ki, hayra isabet eden demektir. Basralı iki kurra iki fetha ile (reşeden) okumuşlardır. Bunlar da buhl ve bahal gibi iki lügattir. O da "tüallimeni"nin mef'ûlüdür,

"ullimte"nin mef'ûlu da hazf edilen ait zamiridir. İkisi de bir mef'ûl alan alime fiilinden dönüşmüştür.

"Ettebiüke"nin illeti ya da gizli ilinin mastarı olması da câizdir. Başkasından dinde şart olmayan bir şeyi öğrenmesi de onun peygamberliğine aykırı değildir. Çünkü peygamberin, gönderildiği kimselerden dinin aslı ve fer'i ile ilgili şeylerde onlardan daha bilgili olması istenir, yoksa her şeyde değil. Mûsa da bu hususta tevâzu ve edebe riayet etti; kendini câhil yerine koydu, ona tâbi olması için izin istedi ve ondan kendisini irşat etmesini ve Allah’ın ona özel olarak verdiği ilimden öğretmekle ihsanda bulunmasını istedi.

67

O da: Şüphesiz sen benimle beraber sabretmeye güç yetire -m ezsin, dedi.

"O da:

"Şüphesiz sen benimle beraber sabretmeye güç yetiremezsin, dedi” Sabredemeyeceğini birkaç çeşit tekitle vurguladı; sanki bunun mümkün olamayacağını îma etti. sebebini ve mazeretini de şöyle bildirdi:

68

Haberce kavramadığın şeye nasıl sabredersin?

"Haberce kavramadığın şeye nasıl sabredebi lirsin?” yani sen bir peygamberken benim dışı kötü olan ve içini de kavrayamadığın şeylerime nasıl sabredebilirsin? Hubran temyizdir ya da mastardır, çünkü kavramadığın şey de denemediğin manasınadır.

69

O da: İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın ve senin hiç bir emrine isyan etmeyeceğim, dedi.

"O da: İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın, dedi” sana itiraz etmeyeceğim,

"hiçbir emrine de isyan etmeyeceğim” bu da sabiren kavline atıftır, yani beni sabırlı ve isyan etmeyen biri olarak bulacaksın, demektir, ya da setecidüni kavline ma’tûftur. Va'dini inşallahla kayıtlaması ya teberrük içindir, unutarak karşı çıkması da onun masumiyetine halel getirmez ya da işin zor olduğunu bildiği için dir. Çünkü kötü bir şeyi görüp de alışılmadık şekilde ona sabretmek zordur, va'dinde durmamak değildir. Bunda kulların fiillerinin Allahü teâlâ'nın dilemesiyle olduğuna delil vardır.

70

Dedi: Eğer bana tâbi olursan, sana anlatmaya başlayıncaya kadar bana hiçbir şey sorma.

"Dedi: Eğer bana tâbi olursan, sana anlatmaya başlayıncaya kadar bana bir şey sorma". Hoşuna gitmeyen ve iç yüzünü bilmediğin bir şey için soru sorup da bana muhalefet etme,

"ben sana anlatıncaya kadar” onu ben açıklayana kadar. Nâfi' ile İbn Âmir şeddeli nûn ile "felâ tes'elenni” okumuşlardır.

71

İkisi gittiler. Nihayet gemiye bindikleri zaman onu deldi. Mûsa:

"İçindekileri boğman için mi onu deldin? Yemin olsun, sen kötü bir şey yaptın!” dedi.

"İkisi gittiler” sahilde bir gemi bulmak üzere "nihayet gemi ye bindikleri zaman onu deldi” Hızır bir balta aldı, gemiyi deldi yani tahtalardan birini yerinden söktü.

"Mûsa: İçindekileri boğman için mi onu deldin, dedi?” çünkü delmesi suyun içeri girmesine sebeptir, o da yolcuların boğulmalarına götürür. Teksir için şedde ile "litüğarrika” şeklinde de okunmuştur. Hamze ile Kisâî de liyağraka ehlüha okumuşlardır ki, o zaman ehl lâfzı fâil olur.

"Yemin olsun, sen kötü bir şey yaptın, dedi!” Büyük bir iş yaptın, bu da emirel emrü deyiminden gelir ki, iş büyümektir.

72

O da: Benimle beraber sabretmeye güç yetiremezsin, deme dim mi, dedi?

"O da: Benimle beraber sabredemezsin, demedim mi, dedi?” bu da öncekini hatırlatmadır.

73

Mûsa:

"Unuttuğum için bana çıkışma ve işimden bana zor luk yükleme (işimi zorlaştırma)” dedi.

"Mûsa: Unuttuğum için bana çıkışma, dedi” unuttuğum şey için bundan da itiraz etmeme vasiyetini kast ediyor yani onu unuttuğum için demektir ki, bu da unuttuğu için özürdür, bunu da mani mevcut olduğu için sorumlu tutmamaya ge rekçe olarak söylemiştir.

Şöyle de denilmiştir: Unutmaktan terk etme yi kast etmiştir yani ilk olarak vasiyetini terk ettiğim için beni sorumlu tutma demektir.

Şöyle de denilmiştir: Bu kaçamak türü konuşmalar dandır, maksat unuttuğu başka bir şeyi demek istemiştir.

"İşimden bana zorluk çıkarma” beni sıkıştırarak ve sorumlu tutarak bastırma, çünkü bu, seni takip etmemi zorlaştırır. Usren, türhikni'nin ikinci mef'ûlüdür, çünkü rehakahu denir ki, birini bastırmaktır, erhakahu da onun geçişli şeklidir. İki zamme ile usuren de okunmuştur.

74

Gittiler. Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar; onu öldür dü. (Mûsa): Tertemiz bir canı can karşılığı olmaksızın mı öldürdün? Yemin olsun, sen kötü bir şey yaptın, dedi.

"Gittiler” yani gemiden çıktıktan sonra "nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar; onu öldürdü” boynunu bükerek öldürdü, denil miştir. Başını duvara vurarak da denilmiştir. Yatırıp boğazladı da de nilmiştir. Fekatelu'daki fe şunu göstermektedir ki, onu karşılaşır karşı laşmaz öldürdü; duraklamadı, durumu öğrenmek de istemedi. Bunun içindir ki:

"Tertemiz bir canı can karşılığı olmaksızın mı öldürdün?” demiştir. Yani günahsız demektir.

İbn Kesîr, Nâfi', Ebû Amr ve Rüveys de Ya'kûb rivâyetinde "zakiyeten” okumuşlardır.

Birincisi daha müba lağalıdır. Ebû Amr: Zakiye hiç günah işlememiş, zekiyye ise günah iş leyip de sonra tevbe eden kimsedir, demiştir. Belki de birinciyi tercih etmesi bunun içindir, çünkü o küçük idi ve buluğa ermemiş idi ya da öldürülmesini gerektirecek bir günah işlediğini görmemiş idi ya da bir cana kıymamış idi ki, kısasen öldürülsün. Burada şuna dikkat çekmek tedir ki, öldürme ancak had ile ya da kısas ile mubah olur; burada ikisi de yoktur.

Belkide nazmı değiştirip gemiyi delmesini ceza, Mûsa aleyhisselâm’ın da itirazını birincide yeni söz başı yapıp ikincide katelehu'yu şart cüm lesinden, itirazını da ceza yapması şunun içindir; çünkü öldürmek daha çirkindir, ona itiraz daha yerindedir. O sebeple onun cümlenin öğesinden sayılması uygun düşmüştür. Bunun içindir ki, Âyetin sonunu "lekad ci'te şey'en nükra” diyerek bağlamıştır. Yani akla mantığa sığmayan bir iş yaptın, demektir. Nâfi', Kalun rivâyetinde,rş, İbn Âmir, Ya'kûb ve Ebû Bekir iki zamme ile (nüküren) okumuşlardır.

75

Sanat Benimle sabretmeye gücün yetmez, demedim mi, dedi?

"Sana: Benimle sabretmeye gücün yetmez demedim mi dedi?” burada "leke” lâfzını ziyade etmiştir, bu da vasiyeti tutmadığı için ona açıkça sitem etmek ve onu sabırsız ve sebatsız olarak damga lamak içindir. Çünkü tiksintisi ve olayı beğenmemesi tekrar etmiş ve ilk hatırlatmayı dikkate almamıştı. Onun için ikinci seferde bu ilaveyi yaptı.

76

Dedi: Eğer sana bundan sonra bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme. Mutlaka benim tarafımdan bir özre erdin (mazursun).

"Dedi: Eğer sana bundan sonra bir şey sorarsam, benim le arkadaşlık etme” eğer senden arkadaşlık istersem, Ya'kûb'tan felâ tashâbni okuduğu rivâyet edilmiştir ki, beni arkadaşın yapma demek olur.

"Benim tarafımdan mazursun” sana üç defa muhalefet ettiğim için mazursun. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dedi ği rivâyet edilmiştir: Allah kardeşim Mûsa'ya rahmet etsin, utandı da bunu dedi; eğer arkadaşıyla biraz daha kalsa idi çok acayip şeyler gö recekti. Nâfi' nûn'u harekeleyerek ve onu yeterli görüp vikaye nûn'una ihtiyaç duymayarak (min ledüni) okumuştur. Meselâ şurada olduğu gibi:

Kadni min nasril hubeybeyni kadiy

(Hubeyplere yardım etmemen bana yeter. Burada vikaye nûn'u düşmüştür). Ebû Bekir de nûn'un harekesi ve sad’ın sükûnu ile oku muş, buna da adud'un sükûn ile okunmasını örnek göstermiştir.

77

İkisi gittiler. Nihayet bir şehir halkına gelip halkından yi yecek istediler. Onlar da o ikisini misafir etmekten çekindiler. İki si orada yıkılmak isteyen bir duvar buldular. Hızır onu doğrulttu. Mûsa: Eğer isteseydin buna karşı bir ücret alırdın, dedi.

"İkisi gittiler. Nihayet bir şehir halkına geldiler” Antakya denil miştir, Basra'nın Übelle'si de denilmiştir. Ermenistan da denilmiştir.

"Halkından yiyecek istediler, onlar da o ikisini misafir etmekten çe kindiler". Edafehu'dan yudiyfuhuma da okunmuştur ki, dafehu konuk olmaktır, edafehu da konuk almaktır. Bu terkibin aslı meyil manası nadır, dafes sehmü anilğaradı denir ki, ok hedeften sapmaktır.

"İkisi orada yıkılmak isteyen bir duvar buldular” düşmeye yaklaşmış de mektir. Yaklaşma durumuna istiare yolu ile düşme manası verilmiş tir, nitekim istemek ve karar vermek manası da verilmiştir. Şâir şöyle demiştir:

Mızrak Ebû Bera'nın göğsünü istiyor;

Akil oğullarının kanlarından ise geri çekiliyor.

Biri de şöyle demiştir:

Bir zaman ki, sevgilim Cümül'le beni birleştiriyor;

O iyilik etmek isteyen bir zamandır.

İnkadda, infaale veznindedir, kadattuhu deyiminden gelir ki, kır maktır. İnkıdadut tayri velkevakibi de kuşun ve yıldızın süzülmesidir, ya da ifalle veznindendir ki, o da nakd'dan (yıkmaktan) gelir. Enyunkada ve sad ile en yunkasa da okunmuştur, bu da inkasatis sinnü'den gelir ki, diş uzunluğuna çatlamaktır.

"Onu doğrulttu” tamir ederek ya hut ona destek dayayarak. Eliyle sıvazlayarak doğrulttu da denilmiştir. Yıkıp yeniden yaptığı da söylenmiştir.

"Mûsa: Eğer isteseydin buna karşı bir ücret alırdın, dedi” akşam yemeği temin etmek için onu üc red almaya teşvik etmek istedi ya da fuzuli iş yaptığını söylemek istedi. Çünkü lev edatında az da olsa olumsuzluk manası vardır. Sanki azık tan mahrum kalıp da ihtiyaç duydukları ve lüzumsuz bir şeyle meşgul olduğu için kendine sahip olamamıştır. İtteahze ifteale veznindedir, tehize'den gelir, tıpkı ittebea'nın tebia'dan geldiği gibi. Basra ekolüne göre ehaze'den değildir. İbn Kesîr ile Basralı iki kurra letehizte oku muşlardır leehazte demektir. İbn Kesîr, Ya'kûb ve Hafs idgamsız, diğer leri ise idgamlı okumuşlardır.

78

Dedi: İşte bu, benimle senin aramızın ayrılık ânıdır. Sabret meye güçyetiremediğin şeylerin içyüzünü sana anlatacağım, dedi.

"Dedi: İşte bu, seninle benim ayrılığımızın ânıdır” işâret "bana arkadaşlık etme” sözü ile verilen ayrılık vaadine yahut üçüncü itiraza ya da vaktedir. Yani bu itiraz ayrılık sebebidir yahut bu vakit onun zamanıdır demektir. Firak’ın beyn'e lâfzına izafeti mastarın me cazen zarfa izafeti kabilindendir. Aslı üzere de okunmuştur (Hâza firakun beyne). "Sabretmeye güç yetiremediğin şeylerin iç yüzünü sana anlatacağım” batından haber vererek, çünkü onun dış yüzü kötüdür.

79

Gemiye gelince: O, denizde çalışan yoksullarındı. Ben onu kusurlu kılmak istedim. Önlerinde bütün gemileri zorla alan bir kral vardı, dedi.

"Gemiye gelince: O, denizde çalışan yoksullarındı” muhtaç larındı, bu da miskin'in kendine yetmeyecek kadar şeye sahip olana denildiğinin delilidir.

Şöyle de denilmiştir: Onlara miskinler denilme si krala karşı koyamadıkları ya da kötürüm oldukları içindir. Çünkü onlar on kardeş idiler; beşi kötürüm hasta idi, beşi de denizde çalı şıyordu.

"Ben onu kusurlu kılmak istedim” onu arızalandırmak is tedim.

"Arkalarında bir kral vardı” yahut önlerinde demektir, onun yanından geçiyorlardı. İsmi da Cülenda bin Kerker idi.

"Bütün gemile ri zorla alıyordu” sahiplerinden. Nazmın hakkı "onu arızalandırdım” sözünün "önlerinde bir kral vardı” sözünden sonra gelmek idi. Çünkü arızalandırma isteği gasp korkusundan kaynaklanmıştı. Başa alınma sı, ya ona önem vermek içindir ya da sebep iki şeyin, gasp korkusu ile gemi sahiplerinin miskinliklerinin toplamından ibaret olduğu için iki cüzden en kuvvetlisini ve en etkilisini başa almış, ötekisini de kayıt lamak ve tamamlamak niyetiyle sona koymuştur. Külle sefinetin salihatin (bütün sağlam gemileri) de okunmuştur ki, mana buna göredir (kral sağlam gemileri alıyordu).

80

Oğlan çocuğuna gelince: Onun ebeveyni mü'min kimselerdi. Onlara bir taşkınlık ve küfür yüklemesinden korktuk.

"Oğlan çocuğuna gelince: Onun ebeveyni mü'min kimselerdi. Onlara bir taşkınlık ve küfür yüklemesinden korktuk". Nimetlerine karşı isyan ederek onlara kötülük etmesinden korktuk ya da o ikisi nin îmanına kendi taşkınlık ve İnkârını getirip de bir evde iki mü'minle bir azgın kafirin birleşmesinden ya da hastalığım onlara bulaştırıp da onun saptırmasıyla veyahut taşkınlık ve küfrüne destek vermeleriyle dinden dönmelerinden korktuk. Korkması da Allah'ın ona bildirmesindendir. İbn Abbâs radıyallahü anhuma şöyle buyurmuştur: Necdet el-Haruri ona şöyle yazdı: Nasıl öldürür ki, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem çocukları öldürmeyi men etmiştir, dedi? O da şöyle yazdı: Eğer sen de çocukların hâllerini Hızır'ın bildiği kadar bilirsen, sen de öldürebilirsin, dedi "Fehafe rabbüke” de okunmuştur ki, kötü sonucundan korkan biri gibi ondan hoşlanmadı demektir.

"Korktuk” ifade sinin azîz ve celil olan Allah'ın sözünü hikâye olması da câizdir.

81

Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe ondan daha hayırlı ve merhametçe ondan daha yakın birini vermesini istedik.

"Rableri onun yerine kendilerine ondan daha hayırlısını vermesini istedik” ondan daha hayırlı bir evlât nasip etmesini istedik "daha temiz” günahlardan ve kötü ahlaklardan "merhametçe daha yakın” ebeveynine merhamet ve şefkati daha fazla demektir.

Şöyle de denilmiştir: Onların bir kız çocuğu oldu, bir peygamberle evlendi, o da bir peygamber doğurdu. Allah da onun sayesinde ümmetlerden bir ümmeti hidâyet etti. Nâfi' ile Ebû Amr şedde ile yübeddilehüma; İbn Âmir ile Ya'kûb da ha'nın zammı ile (ruhuma) okumuşlardır. Temyiz olarak mensûbtur, âmili de ism-i tafdildir, zekâten de öyledir.

82

Duvara gelince: Şehirde yetim iki oğlan çocuğunun idi. Altında da onlara ait bir define vardı ve babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin kendinden bir rahmet olarak onların rüştlerine ermelerini ve definelerini çıkarmalarım istedi. Ben bunları kendi işimden (kafamdan) yapmadım. İşte onlara karşı sabra güç yetiremediğin şeylerin yorumu budur.

"Duvara gelince: Şehirde yetim iki oğlan çocuğunun idi” isimlerinin Asram ve Sureym olduğu, öldürülenin isminin de Ceysur olduğu söylenmiştir.

"Altında da onlara ait bir define vardı” altın ve gümüşten. Bu Merfû' hadis olarak da rivâyet edilmiştir.

"Onlar ki, altın ve gümüşü biriktirirler ...” âyetinde kınanması zekatını ve ilgili hak larını vermeyen içindir. Onun ilim kitapları olduğu da söylenmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Altın bir levha idi, üzerinde şöyle yazılı idi: Ka dere inanana, nasıl üzülür diye şaşarım. Rızka inanana, nasıl yorulur diye şaşarım. Hesaba inanana, nasıl gaflet eder diye şaşarım. Ölüme inanana, nasıl sevinir diye şaşarım. Dünyayı ve dönekliğini bilene, ona nasıl güvenir diye şaşarım. Lâilahe illâllah muhammedün resu lullah.

"Babaları sâlih bir kimse idi” bu da şuna dikkat çekmektedir ki, Hızır'ın böyle yapması onun iyiliğinden dolayı idi. Şöyle de denil miştir: Ebeveynle bereketini gördükleri atalarının arasında yedi göbek vardı, babası da gezgindi, ismi da Kaşih idi.

"Rabbin o ikisinin rüştlerine ermelerini istedi” buluğa ve kemale ermelerini istedi "ve kendinden bir rahmet olarak definelerini çıkar malarını” rahmetine nâil olmalarını istedi.

"Rahmeten"in erade'nin mef’ûlün lehi yahut mef’ûlün mutlakı olma ihtimali de vardır, çünkü hayır istemek de rahmettir. Mahzûfa müteallik olduğu da söylenmiş tir ki, takdiri şöyledir: Faaltü faaltü rahmeten min rabbik (yaptığı mı Rabbinin merhameti için yaptım). Belki de irâdenin önce (Hızır'ın) nefsine isnat edilmesi, anzalandırmayı direkt kendisinin yapmasın dan, ikinci olarak da hem Allah'a hem de nefsine nispet etmesi, ço cuğun helâk edilmesiyle değiştirilmesinin ve Allah’ın icat etmesiyle olmasından, üçüncü olarak da yalnız Allah'a nispet edilmesinin bun da çocuğun buluğa ermesinde Hızır'ın müdahalesinin olmamasmdandır.

Ya da şöyledir; çünkü birincisi (çocuğu öldürme) bizzat şer idi, üçüncüsü (duvarı yapma) ise hayır idi, ikincisi (çocuğu öldürme) ise karışık idi.

Ya da Ârif-i billah'ın vasıtalara bakması farklı olmasından dır.

"Ben bunları kendiliğimden yapmadım” azîz ve celil olan Allah'ın emri ile yaptım. Bütün bunların dayandığı espri şudur: İki zarar çeli şirse daha büyüğünü def etmek için ehveni tercih edilir (ehven-i şer). Bu da temel bir hukuk kuralıdır, ancak tafsilatı şerîatlarda farklıdır.

"İşte onlara karşı sabra güç yeüremediğin şeylerin yorumu budur” testı'ın aslı testatı' idi, hafif olması için te'nin biri atılmıştır.

Bu kıssanın içerdiği faydalardan bazıları şunlardır: Kişi kendini beğenmemeli, hoşuna gitmeyen bir şeyi hemen reddetmemeli, belki de onda bilmediği bir sır vardır. Öğrenmeye devam etmeli, öğretmene karşı mütevazı davranmalı, sözünde edebe riayet etmeli, suçluyu suçundan dolayı uyarmalı ve onu affetmeli; eğer ısrar ederse yanından ayrılmalı.

83

Sana Zülkarneyn'den sorarlar. De ki: Size ondan bir haber vereceğim.

"Sana Zülkarneyn'den sorarlar” yani İran'a ve Rum'a hükme den İskender Rumi'den, doğuya ve batıya hükmettiği söylenmiştir, bu sebeple de ona Zülkarneyn (iki boynuzlu) denilmiştir.

Ya da doğusu ve batısı ile dünyayı dolaştığı için böyle denilmiştir. Zamanında iki karın yok olduğu için de denilmiştir. İki karn'ı yani iki saç örgüsü olduğu için böyle denilmiştir. Tacının iki boynuzu olduğu için de denilmiştir. Bunun yiğitliğinden dolayı ona lâkap olduğu da söylenmiştir, Meselâ yiğide, koç gibi denir, sanki hasmını toslamıştır. Mü'min ve iyi kimse olduğu hususunda ittifak edildikten sonra peygamberliğinde ihtilâf edilmiştir. Bu soruyu soranlar Yahûdîlerdir, onu denemek için sormuşlardı ya da Mekke müşrikleridir.

"De ki: Size ondan bir haber okuyacağım” hitap soranlaradır, minhu zamiri de Zülkarneyn'e git mektedir. Allah'a râci olduğu da söylenmiştir.

84

Gerçekten biz ona yeryüzünde imkân verdik ve ona her şey den bir sebep verdik.

"Gerçekten biz ona yeryüzünde imkân verdik” yani ona sağ lâm bir konum verdik ki, dünyada istediği gibi hareket ederdi. Burada emrahu mef'ûlu hazf edilmiştir.

"Ona her şeyden verdik.” istediği ve yöneldiği her şeyden verdik "bir sebep” onu ilme, kudrete ve alete ulaştıracak bağlantı (araç) demektir.

85

O da sebebe uydu / sarıldı.

"O da sebebe uydu” yani batıya varmak istedi; oraya ulaştıra cak sebebe sarıldı. Kûfelilerle İbn Âmir hemze-i katı' ve şeddesiz te ile (feetbea) okumuşlardır.

86

Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, onun kara balçıklı bir pınarda battığını buldu. Yanında da bir kavim buldu. Dedik: Ey Zülkarneyn, ya azâp etmende yahut onlar hususunda güzelliği tutmanda (serbestsin).

"Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, onun kara balçıklı bir pınarda battığını buldu". "Hamietin” çamurlu demektir, hameetil bi'rü deyiminden gelir ki, kuyu çamurlu olmaktır. İbn Âmir, Hamze, Kisâî ve Ebû Bekir hamiyetin okumuşlardır ki, sıcak demektir. İkisinin arasında çelişki yoktur; çünkü hem çamurlu hem de sıcak olabilir. Hamiyeten de okunmuştur ki, hemzesi ye'ye kalb edilmiştir, çünkü mâ-kabli meksurdur. Belki de o okyanusun kıyısına ulaştı, orasını öyle gördü. Çünkü gözünün gördüğü yerde sudan başka bir şey yoktu. Bu nûn içindir ki,

"battığını buldu” demiş, batıyordu dememiştir. Şöyle anlatılmıştır: İbn Abbâs, Muaviye'nin hamiyetin okuduğunu duydu, o da hamietin, dedi. Muaviye, Kabulahbar'a haber gönderdi, (Tevrat'ta) güneşin nasıl battığını görüyorsun, dedi? O da: Suya ve çamura batar, onu Tevrat'ta bu şekilde buluyoruz, dedi.

"Onun yanında buldu” yanı pınarın yanında demektir,

"bir kavim". Şöyle denilmiştir: Giysi leri vahşi hayvan postları, yiyecekleri de denizin attığı şeylerdi. Kâfir idiler, Allah da onu onlara azâp etme ile îmana davet etme arasında serbest bıraktı, nitekim şöyle buyurmuştur:

"Ey Zülkarneyn, ya azâp etmende” küfürlerinden dolayı öldürmekle "ya da onlar hususunda güzelliği tutmanda serbestsin” irşat etmek ve şerîat öğretmekle.

Şöyle de denilmiştir: Allah onu öldürme ile esir etme arasında serbest bıraktı, öldürmeye karşılık olana güzellik (ihsan) dedi. Şu âyet de onu destekler:

87

Dedi: Zulmedene gelince: İleride ona azâp edeceğiz. Sonra da Rabbine döndürülür; o da ona kötü bir azapla azâp eder.

"Dedi: Zulmedenlere gelince: İleride ona azâp edeceğiz. Son ra da Rabbine döndürülür; o da ona kötü bir azapla azâp eder". Yani Zülkarneyn daveti tercih etti ve: Kimi davet ederim de o da küfürde ısrar etmekle yahut şirk demek olan zulmünde ısrar etmekle kendine zulmederse, ben ve yanımdakiler ona dünyada öldürmekle azâp ede riz. Sonra da Allah ona eşi görülmemiş bir azâp eder.

88

Ama kim de îman eder ve iyi şey yaparsa, onun için en güzel bir mükâfat vardır ve ona işimizden kolayını diyeceğiz.

"Ama kim de îman eder ve iyi bir şey yaparsa” bu da îmanın gerektirdiği şey demektir,

"onun için vardır” iki dünyada "en güzel bir mükâfat vardır” Hamze, Kisâî, Ya'kûb ve Hafs cezaen'i tenvinli ve hâl olarak mensûb okumuşlardır ki, felehül mesubetül hüsna mecziyyen biha demektir ya da mukadder fiilinin hâli olarak okumuşlardır ki, yücza biha cezaen demektir ya da temyiz olarak böyle okumuşlardır. Tenvinsiz olarak mensûb da okunmuştur ki, tenvini iki sâkin cem ol duğu için hazf edilmiştir. Tenvinli ve Merfû' olarak da okunmuştur ki, o zaman mübteda olur, elhüsna da bedeli olur. îmma ve imma'nın seç me için de değil de taksim için olması da câizdir ki, onlarla durumun ya azâp etmek ya da iyilik etmek olsun demektir.

Birincisi küfürde ıs rar eden içindir, ikincisi de ondan tevbe eden içindir. Allah'ın ona ses lenmesi, eğer peygamber ise vahiy iledir, eğer başkası ise ilham iledir ya da bir peygamberin dili iledir.

"Ona işimizden kolayını diyeceğiz” emrimizden zor olmayanı demektir ki, takdiri za yüsrin demektir. İki zamme ile (yüsüren) de okunmuştur.

89

Sonra bir sebep izledi.

"Sonra bir sebep izledi” sonra kendisini doğuya ulaştıracak bir yol tuttu.

90

Nihayet güneşin doğduğu yere gelince: Onun bir kavmin üs tüne doğduğunu buldu ki, ona karşı bir örtü kılmadık.

"Nihayet güneşin doğduğu yere gelince” yani mamur bölge den üzerine ilk defa güneşin doğduğu yere gelince demektir. Lâm’ın fethi ile (matla) da okunmuştur ki, o zaman muzâf gizlenmiş olur, yani mekâne matlaiş şemsi demek olur, çünkü bu durumda mastardır.

"Onun bir kavmin üzerine doğduğunu buldu ki, onlara ona karşı bir örtü kılmadık” elbise veya bina gibi. Çünkü toprakları binaları tutmu yordu ya da onlar bina yerine yer altı dehlizlerinde yaşıyorlardı.

91

İşte böyle, gerçekten onun yanındakini bilgice kuşattık.

"İşte böyle” yani Zülkarneyn'in durumu bu anlattığımız gibi mekan itibarı ile yüksek ve mülk itibarı ile de geniş idi ya da onla ra karşı durumu batıdakilere karşı durumu gibi idi ki, serbest idi.

"Kezâlike"nin vecede'nin yahut necal'in mahzûf mastarının sıfatı ya hut kavmin sıfatı olması da câizdir. Yani güneş küfür ve hükümde on lar gibi bir kavmin üzerine doğuyordu.

"Gerçekten onun yanındaki ni kuşattık” yanındaki orduları, aletleri, sayıları ve sebepleri "bilgice” içini de dışını da biliyorduk. Maksat bunlar o kadar çok idi ki, onları ancak her şeyden haberdar olan Allah bilirdi.

92

Sonra bir sebep izledi.

"Sonra bir sebep izledi” yani doğu ile batı arasında gü neyden kuzeye doğru aykırı üçüncü bir yol tuttu.

93

Nihayet iki setin arasına ulaştığı zaman onların önünde bir kavim buldu ki, neredeyse söz anlamıyorlardı.

"Nihayet iki setin arasına ulaştığı zaman” aralarına set yapılan iki dağın arasına ulaştığı zaman, onlar da Ermenistan ve Azerbeycan dağlarıdır. Şöyle de denil miştir: O ikisi kuzey taraflarının sonunda Türk topraklarıyla kesiştiği yerde iki dağdır, arkalarında da Ye'cûc ile Me'cûc vardır. Nâfi', İbn Âmir, Hamze, Kisâî, Ebû Bekir ve Ya'kûb iki zam ilebeynessüddeyn okumuşlardır ki, ikisi de geçerli lügattir.

Şöyle de denilmiştir: Mazmûm olanı Allah'ın yarattığıdır, meftuh olanı da insanların yaptığıdır. Çünkü sed lâfzı aslında mastardır, insanların ortaya koyduğu şeye isim olmuştur. Bunun aksi de söylenmiştir. Burada beyne lâfzı mef’ûlün bihtir, o munsarif zarflardandır.

"Onların önünde bir kavim buldu ki, nere deyse söz anlamıyorlardı” çünkü dilleri garip ve zekâları da geri idi. Hamze ile Kisâî layufkıhune okumuşlardır ki, konuştuklarını dinleyiciye anlatamıyor ve açıklayamıyorlardı, çünkü tutuk konuşuyorlardı.

94

Dediler: Ey Zülkarneyn, gerçekten Ye'cûc ile Me'cûc, bu yer de bozgunculuk ediyorlar. Onlarla bizim aramızda bir set yapman için sana malî yardım kılalım mı?

"Dediler: Ey Zülkarneyn” mütercimleri böyle dedi, İbn Mes'ud'un Mushafında: Ellezîne min dunihim (başkaları dedi) şeklin de geçmektedir.

"Gerçekten Ye'cûc ile Me'cûc, bu yerde bozgunculuk ediyorlar” bu ikisi Nûh'un çocuklarından Yafes'in evlatlarındandır.

Şöyle de denilmiştir: Ye'cûc Türklerdendir, Me'cûc da bir nesildir. Bu ikisi yabancıdırlar, delili de gayri munsarif olmalarıdır. Arapça oldukları ve eccez zalîm'den geldiği de söylenmiştir ki, erkek deve kuşu hızla koşmaktır. Asılları hemzelidir, nitekim Âsım öyle okumuştur, gayri munsarif olmaları da marifelik ve müenneslikten dolayıdır.

"Bu yerde bozgunculuk ediyorlar” yani bizim toprağımızda öldürmek, tahribat yapmak ve ekinleri telef etmekle.

Şöyle de denilmiştir: Onlar bahar mevsiminde çıkarlardı; buldukları yeşili (yaşı) yer, kuruyu da götürürlerdi. İnsan yedikleri de söylenmiştir.

"Sana malî yardımda buluna lım mı?” sana mal verelim mi? Hamze ile Kisâî haracen okumuşlardır ki, ikisi birdir; nevi ve neval gibi.

Şöyle de denilmiştir: Haraç topraktan ve gayri Müslim vatandaştan alman vergidir, hare da mastardır (o ver giyi almaktır). "Onlarla bizim aramıza bir set yapman için” üzerimize gelmelerini engelleyecek bir set, yukarıda süddeyn okuyanlar burada da aynı şekilde okumuşlardır, ancak Hamze ile Kisâî hariç.

95

Dedi: Rabbimin o hususta bana verdiği imkân daha hayırlı dır. Siz bana beden gücüyle yardım edin de sizinle onların arasına bir engel koyayım.

"Dedi: Rabbimin o hususta bana verdiği imkân daha hayırlıdır” bana verdiği mal ve mülk sizin bana vereceğiniz haraçtan daha hayırlıdır. Benim ona ihtiyacım yoktur. İbn Kesîr aslı üzere mekkenenî okumuştur.

"Siz bana beden gücü ile yardım edin” iş gücü ile ya da alet gücü ve edavatla.

"Sizinle onların arasına bir engel koyayım” sağlam bir mani koyayım, redm sed'den daha büyüktür, sevbün mürdemün kavlinden gelir ki, üst üste yamalı elbisedir.

96

Bana demir kütleleri getirin. Nihayet iki dağın arasını düz leyince, körükleyin, dedi. Nihayet onu ateş hâline getirince "bana getirin, üzerine erimiş bakır dökeyim” dedi.

"Bana demir kütleleri getirin” demir parçaları, zübre büyük parça demektir. Bu da haraç istemeyip yardımla yetinmesine aykırı değildir; çünkü vermek elle uzatmak manasınadır. Ebû Bekir'in tenvinin kesri ve hemze-i vâsılla redmeni'tuni okuması da bunu destekler ki, ciunu bizüberil hadid (bana demir kütleleri getirin) demektir. Be, emertükel hayra deyimindeki gibi hazfedilmiştir. Çünkü aleti vermek bedenen yardım etmek türündendir, iş için haraç almak değildir.

"Ni hayet iki dağın arasını düzleyince” iki dağın arasını duvarla örerek düzleyince demektir. İbn Kesîr, Amir ve Basralı iki kurra iki zamme ile (sudufeyn) okumuşlardır; Ebû Bekir de sad'ın zammı ve dal’ın sükûnu ile (sudfeyni) okumuştur. Sad'ın fethi ve dal’ın zammı ile de okunmuştur ki, hepsi de geçerli lügattir. Bu da meyil manasınadır. Çünkü ikisi birbirinden ayrıdır. Tesadüf de buradan gelir ki, karşı karşıya gelmektir.

"Körükleyin, dedi” işçilere, körükleri çekin, çalıştırın, demirleri eritin, dedi.

"Nihayet onu getirince” yani körük çekilen madeni "ateş hâline” ısıtmakla ateş gibi yapınca "bana getirin, üzerine erimiş ba kır dökeyim, dedi” yani bana bakır getirin, onu demirin üzerine döke yim. Birinci kıtran hazfedilmiştir, çünkü ikincisi onu göstermektedir. Basra uleması bunu şuna delil getirmişlerdir ki, iki âmil bir mamule taalluk ederse, ikinciyi amel ettirmek birinciden daha iyidir. Çünkü kıtran atuni'nin mef'ûlu olsa idi karışıklığı önlemek için üfriğ'in mef'ûlu zamir olurdu. Hamze ile Ebû Bekir de vâsıl hemzesi ile kâle'tuni okumuşlardır.

97

Artık üzerine çıkmaya da onu delmeye de güç yetiremediler.

 (Artık güç yetiremediler) te atılmıştır, çünkü mahreçleri yakın iki harf yan yana gelsin istenmemiştir. Hamze iki saki ni haddi dışında cem ederek idgam ile (femesttau) okumuştur. Sin'i sad'a kalb ederek de okunmuştur.

"Üzerine çıkmaya” çünkü yüksek ve kaygan idi.

"Onu delmeye de güç yetiremediler” kalın ve sert oldu ğu için.

Şöyle de denilmiştir: Temeli suya varıncaya kadar kazıldı. Onu kayalardan ve erimiş bakırdan yaptı. Gövdesi demir parçalarından idi, aralarında da odun ve kömür vardı. İki dağın zirvesi ile eşitlendi. Sonra üzerine körükler konuldu, sonunda ateş gibi oldu. Üzerine de erimiş bakır döküldü. Birbirine karıştı, sert bir dağ hâlini aldı.

Şöyle de denilmiştir: Onu demirle birbirine bağlanmış ve boşluklarına erimiş bakır dökülmüş kayalardan yaptı.

98

Dedi: Bu Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi geldiği zaman onu dümdüz kılar. Rabbimin vaadi haktır.

"Dedi: Bu” bu set yahut onu düzlemeye gücün yetmesi "Rabbimden bir rahmettir” kullarına.

"Rabbimin vaadi geldiği zaman” Ye'cûc ile Me'cûc'un çıkma vaadi yahut kıyâmetin kopma vaadidir ki, o da yaklaşmasıdır "onu dümdüz kılar” yerle bir eder, dekken mastardır, mef'ûl manasınadır. Cemelün edekkü de bundan gelir ki, hörgücü düz deve demektir. Kûfeliler med ile dekkâe okumuşlardır ki, düz yer demektir.

"Rabbimin vaadi haktır” muüaka yerini bulacaktır. Zülkarneyn kıssası burada bitti.

99

Onların bazılarını o gün bazılarının içinde dalgalanmaya bıraktık. Sûra üfürüldü, onları toplamakla topladık.

"Onların bazılarım o gün bazılarının içinde dalgalanmaya bıraktık” Ye'cûc ile Me'cûc şeddin arkasından çıkarlarken birbirlerine karışır, ülkelerde izdiham meydana getirirler ya da halk birbirine girer, sarsılır; insanlarla cinler karışır ve şaşkın hâle gelirler.

"Sûra üfürüldü” sözü de bunu destekler, çünkü kıyâmet kopmak üzeredir.

"Onları toplamakla (tamamen) topladık". Hesap ve ceza için.

100

O gün cehennemi kâfirlere sunmakla sunduk.

"O gün cehennemi kâfirlere sunmakla sunduk” onla ra açtık ve gösterdik.

101

Onlar ki, gözleri zikrimden perde içinde idi ve onlar onu dinlemeye dayanamazlardı.

"Onlar ki, gözleri zikrimden perde içinde idi” bakılıp da birliğim ve büyüklüğüm hatırlanan âyetlerimden "Onları dinlemeye dayanamazlardı” zikrimi ve kelâmımı, çünkü haktan aşırı şekilde sağır idiler. Sağıra bağırıldığı zaman bazen duyabilir, bunların ise sanki kulakları tamamen tıkanmıştır.

102

Kâfirler beni bırakıp kullarımı dostlar edineceklerini mi zannettiler? Şüphesiz biz cehennemi kâfirler için ikram olarak hazırladık.

"Kâfirler zan mı ettiler?” istifham inkâr içindir (zannetme sinler) (kullarımı edinmeyi) melekleri ve Mesih Îsa'yı edindiklerini "benden başka dostlar” kendilerine fayda sağlayacak mabutlar ya da lauazzibehüm bihi (o yüzden kendilerine azâp etmeyeceğimi). Bu durumda ikinci mef'ûl hazf edilmiştir, nitekim karine olunca haber de hazf edilir.

Ya da enyettehizu hasibenin iki mef'ûlu yerine geçmiştir.

"Efehasbüllezine keferu” da okunmuştur ki, kurtulmaları için kendilerine yeteceğini mi zannettiler demek olur. Bu durumda en ve mamulü hasbü'nün fâili olduğu için merfû’dur. Çünkü sıfat (ism-i fâil) hemzeye itimat ederse fiil gibi amel eder.

Ya da onun haberidir.

"Şüphesiz biz cehennemi kâfirler için ikram olarak hazırladık” konuğa yapılan ikram. Bunda alay vardır ve şuna dikkat çekilmiştir ki, onlar için bunun ötesinde öyle azâp vardır ki, cehennem onun yanında küçük kalır.

103

De ki: Size ameller bakımından en çok ziyan edenleri haber vereyim mi?

"De ki: Size ameller bakımından en çok ziyan edenleri haber vereyim mi?” a'malen temyiz olarak mensûbtur, cemi olması da müevvel olarak ism-i fâil (âmiline) olmasından ya da amellerinin çeşitliliğindendir.

104

Onlar ki, çalışmaları dünya hayatında boşa gitmiştir, onlarsa kendilerinin güzel iş yaptıklarını sanıyorlar.

"Onlar ki, çalışmaları dünya hayatında boşa gitmiştir” küfürlerinden ve kendilerini beğenmelerinden dolayı zâyi oldu, Meselâ râhipler gibi; çünkü onlar da dünya ve âhiretlerini zâyi ettiler.

"Ellezîne dalle sa'yuhum” mahzûf haber olarak mahallen merfû’dur, çünkü sualin cevabıdır yahut bedel olarak mecrûrdur yahut da zem üzere mensûbtur.

"Onlar iyi iş yaptıklarını sanıyorlar” kendilerini beğenmek ve doğru yolda olduklarına inanmakla.

105

İşte onlar Rablerinin âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr et tiler de amelleri boşa gitti. Biz de kıyâmet gününde onlar için terazi kurmayacağız.

"İşte onlar Rablerinin âyetlerini inkâr ettiler” Kur'ân'ı yahut tevhid ve peygamberlik için gözlerinin önüne dikilen delilleri "ve ona kavuşmayı” gerçek manada yeniden dirilmeyi ya da azabını inkâr ettiler.

"Amelleri boşa gitti” inkârları sebebiyle, artık onlara karşı sevap kazanamazlar.

"Biz de kıyâmet gününde onlar için terazi kurmayız” onları hor görürüz, onlara kâdir ve itibar tanımayız.

Ya da amellerini tartacak mizan kurmayız, çünkü amelleri boşa gitmiştir.

106

İşte inkâr ettikleri, âyetlerimi ve peygamberlerimi bir eğ lence edindikleri için onların cezası cehennemdir.

 (İşte) yani durum böyledir (onların cezası cehennemdir) bu da onu açıklayan cümledir, Zâlike'nin mübteda, cümlenin de haber olması da câizdir, aid de mahzûftur yani cezauhum bihi demektir.

Ya da cezauhum bedeli, cehennemu de haberidir yahut cezauhum haberidir, cehennemu de haber için atıf beyandır.

"İnkâr ettikleri, âyetlerimi ve peygamberlerimi eğlence edindikleri için".

107

Şüphesiz îman edip iyi ameller yapanlar için de Firdevs cennetleri bir konak olmuştur.

"Şüphesiz îman edip iyi ameller yapanlar için de Firdevs cennetleri bir konak olmuştur” Allah'ın geçen hüküm ve vaadinde. Firdevs cennet derecelerinin en yükseğidir. Aslı içinde asma ve hurma ağaçları bulunan bahçedir.

108

Orada ebedî kalacaklar ve ondan ayrılmak istemeyecek lerdir.

 (Orada ebedî kalacaklardır) mukadder (gelecekte) hâl’dir.

"Ve ondan ayrılmak istemeyeceklerdir” çünkü oradan daha güzelini bulamazlar ki, canları orayı çeksin. Bundan ebedî kalmayı te'kit murat etmek de câizdir.

109

De ki: Eğer deniz Rabbimin kelimelerini yazmak için mü rekkep olsa, Rabbimin kelimeleri tükenmeden deniz mutlaka biter di, bir o kadar ilave getirsek de.

"De ki: Eğer deniz mürekkep olsa” midad yazı yazacak boyadır, o, destekleyecek şeydir Meselâ divit için mürekkep; kandil için yağ gibi.

"Rabbimin kelimeleri için” ilminin ve hikmetinin kelimeleri için "mutlaka deniz biterdi” deniz cinsi tamamıyla biterdi, çünkü her cisim sonludur.

"Rabbimin kelimeleri tükenmeden” çünkü onlar ilmi gibi sonsuzdur. Hamze ile Kisâî ye ile (yenfede) okumuşlardır.

"O kadar getirsek de” mevcut deniz kadar "ilave” fazla ve yardım. Çünkü sonlu olan iki şey de sonludur; hatta varlıktaki cisimlerin toplamı da sonludur. Çünkü boyutların sonlu olduğu kesin delillerle ispat edilmiştir. Sonlu olan da hiç şüphesiz sonsuz olandan önce tükenir. Ye ile yenfedü ve mim'in kesri ile de mideden okunmuştur ki, midde'nin çoğulu olur, o da kâtibin temin ettiği şeydir. Âyetin iniş sebebi de şöy ledir: Yahûdîler: Kitabınızda "kime hikmet verilirse ona çok hayır verilmiştir” (Bakara: 269) deniyor; bir de "size ilimden ancak az bir şey verildi” (İsra: 85) okuyorsunuz, dediler, âyet bunun üzerine indi.

110

 De ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım. Ancak bana, Rabbinizin bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmak isterse, iyi amel etsin ve Rabbinin ibâdetine hiçbir kimseyi ortak koşmasın.

"De ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim” onun bütün kelime lerini kavradığımı iddia etmiyorum.

"Ancak bana, Rabbinizin bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor” sizden ayrıldığım bu noktadır.

"Artık kim Rabbine kavuşmak isterse” ona güzelce kavuşmayı umar yahut kötü kavuşmaktan korkarsa "iyi amel etsin” Allah'ın râzı olacağı "ve Rabbinin ibâdetine hiç kimseyi ortak koşmasın” Meselâ gösteriş yapmak yahut ona karşı bir ücret istemekle.

Rivâyete göre Cündüb bin Züheyr, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e: Ben Allah için amel ediyorum, birisi onu gördüğü zaman hoşuma gidiyor, dedi. O da: Şüphesiz Allah, şirk koşulan şeyi kabul etmez, dedi. Âyet de onu tasdik etmek için indi. Efendimiz aleyhisselâm'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Küçük şirkten sakının, dedi. Onlar da: Küçük şirk nedir, dedi. O da: Riya (gösteriş) dedi. Âyet ilimle amelin hülasasını içinde toplamıştır. O ikisi de tevhid ile taatta ihlâstır.

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edil miştir: Kim bu sureyi yatağında okursa, yatağında onun için nûr olur. Yatağından Mekke'ye kadar o nûrun içinde melekler olur, kalkıncaya kadar ona rahmet okurlar. Eğer yatağı Mekke'de olursa, yatağından Beytülmamur'a kadar nûr olur. Onun içindeki melekler kendisi uyanıncaya kadar ona rahmet okurlar. Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm şöyle de buyurmuştur: Kim Kehf sûresinin sonundan okursa tepesinden tırnağına kadar nûr olur. Kim de tamamını okursa, yerden göğe kadar nûr olur.

0 ﴿