19 / MERYEM

Mekke'de inmiştir. 98 yahut doksan dokuz âyettir.

1

 Kâf. Ha. Ya. Ayn. Sâd.

"Kâf, ha, ya, ayn, sâd” Ebû Amr he'yi imâle ile okumuştur, çünkü hece isimlerinin elitleri aslında ye'dir; İbn Âmir'le Hamze de ye'yi imâle etmişlerdir. Kisâî de her ikisini etmiştir. Nâfi' de belli belirsiz okumuştur; Nâfi', İbn Kesîr ve Âsım hece dal'ı zal'a rastladığı zaman açık okurlar, kalanlar ise idgam ederler.

2

 Bu, Rabbinin, kulu Zekeriyya'yı anışıdır.

"Zikrü rahmeti rabbike” mâkablinin haberidir; eğer sûre veya Kur'ân ile tefsir edilirse; çünkü onu içine almaktadır.

Ya da mahzûf mübtedanın haberidir ki, hazel metlüvvü zikrü rahmeti rabbike demektir ya da mübteda’dır, haberi hazf edilmiştir ki, fîma yütla aleyke zikrüha demektir. Mâzi olarak zekere, emir olarak zekkir de okunmuştur.

"Abdehu” rahmetin yahut zikrin mef'ûlüdür, o zaman rahmet mecazen faüi olmuş olur, Meselâ zekerini cudu zeyd'in (Zeyd'in cömertliği beni andı) gibi.

"Zekeriyya” bu da ondan bedeldir ya da atıf beyandır.

3

 Hani, Rabbine, gizli bir nida ile seslenmişti.

"Hani, Rabbine gizli bir nida ile seslenmişti” çünkü Allah katında gizli de açık da birdir, gizli daha samimidir ve daha ihlâslıdır ya da yaşlı iken çocuk istediğinden dolayı kınanmaması için.

Ya da korktuğu hısımları haberdar olmasınlar içindir ya da ihtiyarlığın verdiği zayıflık sesini kısmıştı. O zamanki yaşında ihtilâf edilmiştir; almıştır, denilmiştir. Yetmiştir de denilmiştir. Yetmiş beş de denilmiştir, seksen beş de denilmiştir, doksan dokuz da denilmiştir.

4

 Demişti: Rabbim, şüphesiz ben, benim kemiklerim zayıfladı, başım ak saçlarla tutuştu. Ben sana dua etmekle hiç bedbaht olmadım.

"Kâle rabbi inni vehenel azmu minni” bu da seslenmenin tefsiridir,hn de zayıflıktır. Özellikle kemiği dile getirmesi bedenin dayanağı ve binasının temeli olmasındandır, bir de ondaki en sert şey dur. O zayıfladığı zaman onun ötesindekiler daha çok zayıflar. Tekil kılması, cinsi murat etmesindendir. Zam ve kesr ile vehüne ve vehine de okunmuştur. Onun bir benzeri de kemele'dir, üç hareke ile de okunmuştur (kemüle ve kemile). (Başım ak saçlarla tutuştu) saçın beyazlığını ve parlaklığını ateşin alevine; yayılıp dağılmasını ateşin tutuşmasına benzetmiş; sonra da onu istiare gibi kullanmıştır. Tutuşmayı da mübalağa olsun diye ak saçın mekânı olan başa isnat etmiştir. Maksadı izah etmek için de onu mümeyyiz kılmıştır. İzafet yerine (re'siy) lâm ile yetinmesi de muhatabın murat edilen şeyi tayin etmesinin kayda gerek kalmadığını bildirmek içindir.

"Ben sana dua etmekle Rabbim, hiç bedbaht olmadım". Bilâkis sana dua ettikçe icabet ettin. Bu da geçmişteki icabetini vesile kılmaktır. Ve şuna dikkat çekmektir ki, dua edilen (çocuk) her ne kadar mutat değilse de icabeti mutattır (olağandır) ve Allah,ü teâlâ onu icabete alıştırmış ve ümitlendirmiştir. Ümitlendirdiğini boş çevirmemek de kerem sâhibine haktır.

5

 Gerçekten ben, arkamdan yerime geçeceklerden korktum. Karım da kısır oldu. Artık bana kendi tarafından bir dost (oğul) ver.

"Gerçekten ben yerime geçeceklerden korktum” amcaoğullarını kast ediyor, onlar İsrâîl oğullarının kötüleri idiler. Ona ümmeti hakkında iyi hâlife olamayacaklarından ve dinlerini değiştireceklerinden korktu.

"Arkamdan” yani ölümümden sonra demektir. İbn Kesîr'den med ile (verâi) ve ye'nin fethi ile kısa olarak (veraye) okuduğu rivâyet edilmiştir. Min verai mahzûfa mütealliktir ya da mevali'nin manasına mütealliktir, yani hiftü 'lel mevali min verai demektir.

"Haffetil vali min verai” şeklinde de okunmuştur, yani azaldılar, benden sonra dini uygulamaktan aciz kaldılar ya da benden önce yok olup gittiler demek olur. Buna göre min verai zarfı haffet'e müteallik olur.

"Karım da kısır oldu” çocuk doğuramaz; "artık bana kendi katından bir dost (oğul) bağışla” kendi sulbümden.

6

 Bana mirasçı olacak ve Ya'kûb hanedanına mirasçı olacak (bir oğul). Rabbim, onu râzı kıl.

 (Bana mirasçı olacak ve Ya'kûb hanedanına mirasçı olacak) veli'nin iki sıfatıdır. Ebû Amr ile Kisâî onları duanın cevabı olarak meczum okumuşlardır. Maksat şerîata ve ilme mirasçı olmaktır. Çünkü peygamberler mal bırakmazlar.

Şöyle de denilmiştir: Bana hahamlıkta mirasçı olacak, çünkü kendisi haham idi. Ya'kûb ailesine de mülkte mirasçı olacak. O da İshak oğlu Ya'kûb'tur, ikisine de salât ve selâm olsun.

Şöyle de denilmiştir: Ya'kûb Zekeriyya'nın kardeşi idi ya da Süleyman aleyhisselâm neslinden İmran bin Masan'dır. İki zamirden birinden hâl olmak üzere yerisüni varisün âle yakube; küçük olduğu için tasgîr siygası ile üveyris'ün; yerisü'nin fâili olmak üzere ve varisün min âl-i yakube şeklinde de okunmuştur. Buna beyan ilminde tecrit denir, çünkü önce zikredilen şey murat edildiği hâlde ondan soyutlanmıştır.

"Rabbim, onu râzı kıl” sözünden ve işinden râzı ol.

7

 Ey Zekeriyya, şüphesiz biz, seni Yahya adında bir oğlan çocuğu ile müjdeliyoruz ki, daha önceden ona adaş kılmadık.

"Ey Zekeriyya, şüphesiz biz, seni Yahya adında bir oğlan çocuğu ile müjdeliyoruz” bu da nidasının cevabı ve duasının kabul olunduğuna dâir vaattir. Ona ismini kendisinin koyması onu şereflendirmek içindir.

"Daha önceden ona adaş kılmadık” ondan önce kimseye Yahya ismi verilmedi. Bu da şuna şahittir ki, garip isim koymak isim sâhibini yüceltmek içindir. Semiyyen'in şebihen (benzer) manasına olduğu da söylenmiştir, Meselâ "hel talemü lehu semiyya” (Meryem: 65) âyetinde olduğu gibi. Çünkü benzer iki kimse isimde de ortak olurlar. Daha açık olan onun yabancı isim olmasıdır. Eğer Arapça olursa fiil den aktarılmış olur, meselâ Yaîş ve Yamur gibi.

Şöyle de denilmiştir: Ona bu ismin verilmesi ana rahminin onunla hayat bulmasındandır ya da davetiyle Allah'ın dininin onunla canlanmasındandır.

8

 Dedi: Rabbim, benim nasıl bir oğlan çocuğum olur ki, karım kısırdır, ben de ihtiyarlığın son sınırına ulaştım.

"...İtiyyen” cilt kurumak ve deri kemiğe yapışmaktır. Aslı kuud vezninde utuvvun'dur, iki zammenin ve iki vâv'ın arka arkaya dile ağır gelmesinden ötürü te'yi meksûr kıldılar, o zaman vavye'ye kalb oldu. Sonra da ikincisi kalb oldu ve idgam yapıldı. Hamze ile Kisâî kesr ile itiyya okumuşlardır. Yaşlı bir erkek ile bir koca karıdan çocuğun olması şundan garip karşılanmıştır; çünkü bunda etki eden Allah'ın kemal-i kudretidir ve gerçek araştırıldığı zaman vasıtaların geçersiz olduğu görülür. Bunun içindir ki, şöyle buyurmuştur:

9

Dedi: Öyledir. Rabbin dedi: O bana kolaydır. Ben seni daha önce sen hiçbir şey değilken yarattım.

"Dedi” yani Allahü teâlâ yahut müjdeyi getiren melek bunu tasdik etmek için dedi:

"Öyledir” yani vaziyet bundan ibarettir. Kezâlike'deki kâf’ın "kâle rabbüke"deki kâle ile mensûb olması da câizdir.

"Zâlike” kapalı bir şeye işarettir, onu da "o bana kolaydır” sözü açıklamaktadır. Birinciyi "vehüve aleyye heyyiünün” okuyanın okuması teyit eder. Yani vaziyet benim dediğim gibidir ya da va'dettiğim gibidir, buna göre durum bana kolaydır ya da va'dettiğim gibidir, o bana kolaydır, yapmak istediğim şeyde sebeplere muhtaç değilim. İkinci kâle'nin mef'ûlu mahzûftur.

"Ben seni daha önce hiçbir şey değilken yarattım” hatta sen tamamen yok idin. Bu da yok'un şey lmadığına delildir. Hamze ile Kisâî vekad halaknake okumuşlardır.

10

 Dedi: Rabbim, bana bir işâret kıl (ver). Dedi: Senin işaretin sağlamken insanlarla üç gece konuşamamandır.

"Dedi: Rabbim bana bir işâret ver” bir alâmet ver ki, müjdelediğin şeyin gerçekleşeceğini bileyim.

"Dedi. Senin işaretin sağlamken insanlarla üç gece konuşamamandır” ahres ve dilsiz olmadığın hâlde. Burada geceler, Al-i İmran'da da günler demesi, insanlarla konuşamayıp da sırf zikir etmesinin üç gün üç gece sürmesindendir.

11

 Mihraptan kavmine çıktı; onlara: Sabah akşam (Allah'ı) tesbih edin, diye işâret etti.

"Mihraptan kavmine çıktı” namazgahından yahut odadan "feevha ileyhim” onlara işâret etti, çünkü (işâret hariç) (Al-i Imrân: 41) buyurmuştur. Yere yazdığı da söylenmiştir.

"Tesbih edin” namaz kılın yahut Rabbinizi tenzih edin "sabah akşam” gündüzün iki ucunda. Belki de kendisi tesbih etmek ve kavminin ona katılmasıyla memur idi.

"En” edatının mastariye yahut müfessire olması da ihtimal dahilindedir.

12

 Ey Yahya, kitabı kuvvetle tut, dedik. Ona çocukken hikmet verdik.

"Ey Yahya” ey Yahya dedik "kitabı tut” Tevrat'ı "kuvvetle” tevfikimiz sayesinde ciddiyetle tut, ezberle ve onunla amel et.

"Ona çocukken hikmet verdik” yani erdemlik ve Tevrat'ı anlama kabiliyeti verdik.

Şöyle de denilmiştir: Allah ona peygamberlik verdi, çocukken olgun bir akıl verdi ve onu peygamber kıldı.

13

 Katımızdan bir şefkat ve temizlik verdik. O, çok muttaki idi.

"Katımızdan bir şefkat verdik” kendimizden ona merhamet verdik ya da ebeveynine ve diğerlerine karşı kalbine şefkat ve merhamet koyduk "ve temizlik verdik” günahlardan temizlik yahut sadaka yani Allah onu ebeveynine sadaka gibi ikram etti ya da onu insanlara sadaka vermeye muvaffak kıldı.

"O, çok muttaki idi” itâatkâr ve günahlardan sakınan biri idi.

14

 Ebeveynine itâatkâr idi. Zorba ve âsi de değildi.

"Ebeveynine itâatkâr idi” onlara muti idi,

"zorba ve âsi değildi” ebeveynine ve Rabbine âsi değildi.

15

(Allah’tan) ona selâm olsun: Doğduğu gün(de), öleceği gün(de) ve canlı olarak dirileceği gün(de).

"Ona selâm olsun” Allah'tan

"doğduğu gün” Allah onu diğer insanlardan farklı olarak şeytandan korudu

"öldüğü gün” kabir azabından

"ve canlı olarak dirildiği gün” cehennem azabından ki, o da kıyâmette olacaktır.

16

 Kitapta Meryem'i de an. Hani, ailesinden doğu tarafında bir yere ayrılmıştı.

"Kitapta an” Kur'ân'da "Meryem'i” yani kıssasını. (Hani ayrılmıştı) Meryem'den bedel-i istimal şeklinde bedeldir, çünkü zamanlar ondaki şeyleri içine almaktadır ya da bedel-i kül olarak, çünkü Meryem'den maksat kıssasıdır, zarftan maksat da onda olacak durumdur ki, ikisi birdir.

Ya da izintebezet mukadder muzâfın (kıssanın) zarfıdır.

Şöyle de denilmiştir:

"İz” en-i mastariye manasınadır, Meselâ: Ekremtüke iz tükrimüni (bana ikram ettiğin için ben de sana ikram ettim) gibi. O zaman hiç şüphesiz bedel olur.

"Ailesinden doğu tarafına ayrılmıştı” Beytülmukaddes'in doğusuna yahut evinin doğusuna. Bunun içindir ki, Hıristiyanlar doğuyu kıble edinmiştir.

"Mekânen” intebezet'in zarfı yahut mef'ûlüdür, çünkü etet (geldi) manasınadır.

17

 Önlerinden bir perde edindi; biz de ona ruhumuzu gönderdik; o da onun için düzgün bir insan suretine büründü.

"Önlerinden bir perde edindi; biz de ona Ruhumuzu gönderdik; o da onun için düzgün bir insan suretine büründü". Şöyle denilmiştir: Meryem hayızdan gusül etmek için güneşlik bir yere oturdu, bir perde çekti. Adet olduğu zamanlarda teyzesinin evine giderdi; temizlenince de geri dönerdi. Bir gün gusül hanesinde iken ona Cebrâîl aleyhisselâm eli yüzü düzgün tüysüz bir genç suretinde geldi. Maksat Meryem'i konuşmaya ısındırmaktı ki, şehvet duysun da menisi (Meryem'in menisi) rahmine insin.

18

 Dedi: Senden Rahmân'a sığınırım, eğer çekinen biri isen.

"Dedi: Senden Rahmân'a sığınırım” bunu gayet iffetli oldu ğu için dedi,

"eğer çekinen biri isen” Allah'tan korkuyorsan, ona sığınmayı ciddiye alıyorsan. Şartın cevabı mahzûftur, geçenler de onu göstermektedir yani feinni aizetün minke ya da fetteiz bitavizi (sığınmamdan öğüt al) ya da bana sataşma demektir. Mübalağa için hazf edilmesi de câizdir yani çekingen ve takva sâhibi biri isen bile senden Allah'a sığınırım, kaldı ki, öyle değilsen.

19

 Dedi: Ben ancak Rabbinin bir elçisiyim; sana pak bir oğlan çocuğu bağışlamam için.

"Dedi: Ben ancak Rabbinin elçisiyim” sığındığın Rabbinin "sana bir oğlan çocuğu bağışlamam için” kombinezona (entarisine) üfurmekle, onu bağışlamasına sebep olmam için, bunun Allahü teâlâ'nın sözünü hikâye etmek olması da câizdir. Bunu Ebû Amr, Ya'kûb ve çoklarının da Nâfi''den ye ile okumaları da destekler.

"Zekiyyen” pak, günahlardan temiz demektir ya da hayır üzerinde büyüyen. yaşlandıkça hayır ve salahı artan demektir.

20

Dedi: Benim nasıl oğlum olur ki, bana bir insan dokunmadı ve ben iffetsiz de değilim.

"Dedi: Benim nasıl oğlum olur ki, bana bir insan dokunmadı” bir erkek helâl olarak el sürmedi, demektir. (Helâl kaydı şundandır) çünkü bu kinayeler ancak helâl temas için kullanılır; zina için ise habüse biha ve fecere gibi lâfızlar kullanılır.

"Ben iffetsiz de değilim” kavlinin bunun üzerine atfı da bunu destekler. Bağiyy feul veznindedir, bağy'den gelir, vâv'ı ye'ye kalb edilmiş, idgam yapümış, sonra da ses uyumu için ğayın meksûr kılınmıştır. Bunun için de ona te gelmemiştir.

Ya da bağiyy fâil manasınadır, mübalağa olduğu için sonuna te gelmemiştir.

Ya da bu kalıp tâlık (boş kadın) gibi nispet içindir.

21

Öyledir, Rabbin dedi: O, bana kolaydır. Onu insanlara bir işâret ve bizden bir rahmet kılmamız için. Zaten hükme bağlanmış bir emir oldu.

"Öyledir, Rabbin dedi: O bana kolaydır ve onu kılmamız için” yani bunu yapıyoruz ki, onu bir işâret kılalım ya da onunla kudretimizi açıklayalım ve onu kılalım.

Şöyle de denilmiştir: Velinecalehu, liyehebe'nin üzerine atıftır, bunda da üslup değiştirilmiştir.

"İnsanlar için bir işâret” onlar için bir alâmet ve kemal-i kudretimizi gösteren bir delil kılalım.

"Ve bizden bir rahmet kılalım” irşadiyle kulların hidâyet bulacağı bir rahmet.

"Zaten hükme bağlanmış bir emir oldu” Allah'ın ezelde hükmünün taalluk ettiği bir emir ya da Levh-i Mahfûz'a yazılmış bir kader ve satır oldu yahut âyet ve rahmet olduğu için hüküm verilmeye ve yapılmaya lâyık bir şey ldu.

22

Ona hamile kalıp onunla uzak bir yere ayrıldı.

"Ona hamile kaldı” Cebrâîl'in Meryem'in gömleğine üfürmesiyle nefes içine girdi, yedi ay hamile kaldı. Bir yıl diyenler vardır, sekiz ay diyenler vardır. Ondan başka sekiz aylık yaşamamıştır denilmiştir. Bir saat da denilmiştir ki, hamile kalır kalmaz doğurmuştur. Yaşı da o zaman on üç idi, yirmi olduğu da söylenmiştir. îki hayız görmüş idi.

"Onunla ayrıldı” o karnında iken oradan ayrıldı Meselâ:

Tedusu binel cemacime vetteriba

(Atlar bize düşmanların kafataslarını ve göğüslerini çiğnetti) örneğinde olduğu gibi. Bihi câr ve mecrûru hâl yerindedir.

"Uzak bir yere” ailesinden uzak dağın arkasına yahut evinden çok uzak bir yere demektir.

23

Doğum sancısı onu hurma kütüğüne getirdi:

"Keşke bundan önce ölseydim de unutulan bir şey lsaydım” dedi.

 (Doğum sancısı onu getirdi) doğum sancısı onu sığınmak durumuna getirdi demektir. O aslında caeden nakledilmiştir ancak özellikle sığınma manasında kullanılmıştır, tıpkı âtâ'nın (a'ta) verdi manasında kullanıldığı gibi. Kesre ile Mihad da okunmuştur ki, ikisi de mastardır. Mahadatil mer'etü deyiminden gelir ki, çocuk çıkmak için kadının karnında kımıldamaktır.

"Hurma kütüğüne” arkasına gizlenmek ve doğum sırasında yaslanmak için. Ciz' salkımla dal arasındaki kısımdır. Hurma ağacı kuru idi, başı da yoktu. Yeşil de değildi, vakit de kış idi. Ennahle şeklinde mâ'rife olması ya cins içindir ya da ahd (bilinen bir ağaç) içindir, çünkü orada başka ağaç yoktu. Halk tarafından bilinirdi. Belki de Allahü teâlâ ona böyle ilham etmişti ki, korkusunu giderecek âyetler görsün ve ona loğusalar için şifa olan taze hurma yedirsin.

"Keşke bundan önce ölseydim, dedi” insanlardan utandığı ve kınamalarından korktuğu için. Ebû Amr, İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ebû Bekir mate yemutü'den getirerek müttü okumuşlardır.

"Ve küntü nesyen” unutulan ve aranmayan bir şey lsaydım. Bunun bir benzeri de zibh'tir kesilecek hayvan demektir. Hamze ile Hafs feth ile (nesyen) okumuşlardır ki, o da lügattir ya da isim yerine kullanılan mastardır, öyle ve hemze ile de okunmuştur ki, az olduğu için su ile karıştırılan ve sâhibinin unuttuğu süt demektir.

"Mensiyya” ismi anılmayan akıldan çıkmış demektir. Ses uyumundan dolayı mim'in kesri ile (minsiyya) da okunmuştur.

24

Ona altından seslendi: Üzülme, Rabbin senin altında bir su arkı kıldı, diye.

"Ona altından seslendi” Îsa, Cebrâîl de denilmiştir. Çünkü ona ebelik ediyordu.

Şöyle de denilmiştir: Altı, olduğu yerin aşağısı demektir. Nâfi', Hamze, Kisâî, Hafs ve Rûh kesre ve cer ile min tahtiha okumuşlardır ki, o zaman nâdâ'da ikisinden birine giden bir zamir olur. Zamirin hurma ağacına gittiği de söylenmiştir. (Üzülme diye) bu da latahzeni yahut bienla tahzeni demektir.

"Rabbin senin altında bir su arkı kıldı” çay, dere demektir. Bu, Merfû' hadis olarak da rivâyet edilmiştir. Seyyiden de okunmuştur ki, serv'den gelir, o da Îsa aleyhisselâm'dır.

25

Hurma kütüğünü kendine doğru salla; üzerine devşirilmiş taze hurma dökülsün.

"Hurma kütüğünü kendine doğru çek” sana doğru eğdir, biciz'in nahleti'deki be te'kit için zâit kılınmıştır.

Ya da onu salla ve eğdir ya da onu sallamakla meyveyi de salla demektir. Hez çekerek ve iterek hareket ettirmektir.

"Tessakat aleyki” üzerine dökülsün, tetesakat demektir ki, ikinci te sin'e idgam edilmiştir. Hamze onu hazf etmiştir, Ya'kûb ye ile Hafs da sâkatat'tan "eskatat” manasına tüsakıt okumuştur. Tetesakat, tüskıt ve yüskıt da okunmuştur, te nahleden, ye de cizi'den dolayıdır.

"Devşirilmiş taze hurma” rutaban temyizdir ya da mef'ûlüdür.

Rivâyete göre hurma ağacı kuru idi, başı da meyvesi de yoktu, mevsim de kıştı. Onu salladı, Allah ona baş, yaprak ve taze hurma verdi. Bundan teselli olması şu bakımdandır, çünkü bunda onun temiz olduğunu gösteren mu'cizeler vardır. Zira bu gibi şeyler fuhuş yapan birinden düşünülemez. Bunlar şuna da delâlet etmektedir ki, kuru hurma ağacını kışın yeşertmeye gücü yetenin, onu (Meryem'i) erkeksiz hamile bırakmaya da gücü yeter ve bu onun için yadırganacak bir şey de değildir. Kaldı ki, onda yiyecek de içecekde vardır. Bunun içindir ki, arkasından şöyle buyurmuştur:

26

Ye, iç, gözün aydın olsun. Eğer insanlardan bir kimseyi görürsen: Ben Rahmân'a oruç adadım; bugün kimse ile asla konuşmayacağım, de.

"Ye, iç” yani taze hurmalardan ye, dere suyundan iç ya da taze hurmadan ve suyundan.

"Ve karri aynen” gönlünü hoş tut, üzüntü nü at. Kesr ile kırri de okunmuştur ki, o da Necid lehçesidir. Karar'dan türetilmiştir, çünkü göz rûhu sevindirecek bir şey gördüğü zaman sakinleşir, başkasına bakmaz.

Ya da kurr'dan (soğuktan) gelir, zira sevinç gözyaşı soğuk, hüzün gözyaşı sıcaktır. Bunun içindir ki, sevilen şey için kurratül ayn, kötü şey için de suhnetül ayn denilmiştir.

"Eğer insanlardan bir kimseyi görürsen” yani bir adam görürsen demektir. Tereinne de okunmuştur ki, bu da lebbeytü bil hacci diyecek yerde lebbe'tü diyenin şivesine göredir. Çünkü hemze ile liyn harfinin ara sında kardeşlik (yakınlık) vardır.

"Ben Rahmân'a oruç adadım, de” samten (susma orucu) da denilmiştir ki, öyle de okunmuştur.

Ya da oruç demektir, onlar oruçlarında konuşmazlardı.

"Bugün kimse ile asla konuşmayacağım” adak ettiğimi size haber verdikten sonra; ben ancak meleklerle konuşurum ve Rabbime niyaz ederim.

Şöyle de denilmiştir: Adağını işaretle haber verdi ve Allah,ü teâlâ ona böyle emretti ki, kimse ile tartışmasın ve Îsa aleyhisselâm'ın konuşması ile yetinsin. Çünkü o, dil uzatanların dillerini kesmeye yeter.

27

Meryem onu taşıyarak kavmine getirdi.

"Ey Meryem, yemin olsun, gerçekten sen büyük bir şey getirdin” dediler.

"Meryem onu getirdi” çocuğunu "kavmine” loğusalıktan temizlendikten sonra kavmine döndüğü zaman "onu taşıyarak". "Ey Meryem, yemin olsun, gerçekten sen büyük bir şey getirdin” dediler. Feriyya görülmemiş, kötü bir şey demektir, bu da ferelcilde (deriyi delmekten, yarmak)tan gelir.

28

Ey Hârûn'un kız kardeşi, baban kötü bir adam değildi, an nen de iffetsiz bir kadın değildi.

"Ey Hârûn'un kız kardeşi” Hârûn aleyhisselâm'ı kast ediyorlar, Meryem onunla kardeş olanların neslinden idi. Bizzat onun neslinden de denilmiştir ki, aralarında bin sene vardır.

Şöyle de denilmiştir: O, kötü veya iyi bir adamdı, onların zamanında idi, alay ederek ona benzettiler yahut daha önce iyi olduğunu gördükleri için böyle dediler ya da ona küfrettiler.

"Baban kötü bir adam değildi, annen de iffetsiz değildi” durum tespitidir, çünkü yaptığı kötü idi ve şuna vurgu yapmaktadır ki, iyi kimselerin evlatlarının fuhuş yapması daha çirkindir.

29

Meryem ona işâret etti. Onlar da:

"Beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?” dediler.

"Ona işâret etti” Îsa aleyhisselâm'a işâret etti, yani onunla konuşun, size cevap versin, dedi.

"Onlar da: Beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz, dediler?” beşikteki bir çocukla bir akıllının konuştuğunu görmedik. Metinde geçen kâne zâittir, zarf da men'in sılasıdır, sabiyyen de onda müstetir zamirden hâl’dir ya da kâne tâmmedir yahut daimedir, meselâ "vekânallahu alîmen hakîma” (Nisa: 17) âyetinde olduğu gibi.

30

Îsa dedi: Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum: Bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı.

"Îsa: Ben Allah'ın kuluyum, dedi” Allah ona ilk olarak bunu konuşturdu; çünkü makamların ilki odur (kulluktur) ve onun İlâh olduğunu iddia edenlere reddiyedir.

"Bana kitap verdi” İncil'i "ve beni peygamber kıldı.”

31

Beni nerede olursam mübarek kıldı ve bana hayatta olduğum sürece namazı ve zekâtı tavsiye etti.

"Beni mübarek kıldı” hayır öğreten yararlı bir kimse kıldı. Mâzi siygası ile ifade etmesi ya Allah'ın kaderinde geçmesindendir ya da mutlaka olacak şeyi olmuş gibi kabul etmesindendir.

Şöyle de denilmiştir: Allah onun aklını olgunlaştırdı ve çocukken onu peygamber kıldı "nerede olursam” nerede bulunursam "ve bana vasiyet etti” bana emretti "bissalati (namazı) ve zekâtı” malın zekâtını, eğer malım olursa ya da nefsi rezilliklerden temizlemeyi "Hayatta olduğum sürece

32

Anama itâatkâr kıldı. Beni bir zorba, bir bedbaht kılmadı.

 (Anama itâatkâr kıldı) ve bârren biha demektir ki, mübarek'e ma’tûftur. Kesr ile (birren) de okunmuştur ki, sıfat mastar olur ya da evsani'nin delâlet ettiği fiille mensûbtur yani ve kellefeni berren demektir. Salât'a atfen kesr ve cer ile birren kırâati da bunu destekler.

"Beni bir zorba kılmadı” aşırı kibrinden dolayı Allah katında bir zorba kılmadı.

33

Selâm olsun bana, doğduğum gün, öleceğim gün ve canlı olarak dirileceğim gün.

"Selâm olsun bana, doğduğum gün, öleceğim gün ve canlı olarak dirileceğim gün” Yahya aleyhisselâm'a olduğu gibi, esselam şeklinde mâ'rife olması cins içindir ve düşmanlarına lâneti akla getirmektedir. Çünkü selâm cinsi ona olunca, zıddı da düşmanlarının üzerine olmuş olur. Meselâ:

"hidâyete tâbi olanlara selâm olsun” (Tâhâ: 47) âyeti gibi. Çünkü bu da yalanlayan ve arka dönene azâp olsun, demeyi telmih eder.

34

İşte Meryem oğlu Îsa budur, şüphe ettikleri hak sözünce.

"İşte Meryem oğlu Îsa budur” yani yukarıda niteliği geçen kimse Meryem oğlu Îsa'dır; Hıristiyanların nitelediği değil. Bu da onların nitelediğini daha beliğ bir şekilde ve burhan (delil) tarzında yalanla maktadır. Öyle ki, onu onların nitelediklerinin zıddı ile nitelemiş, sonra da hükmü ters çevirmiştir (Zâlike'yi mübteda, Îsa'yı haber yapmıştır). "Kavrul hakkı” mahzûf mübtedanın haberidir yani hüve kavlül hakkıllezi raybe fihi (içinde şüphe olmayan hak söz budur) demektir. İzafet beyan içindir, zamir (hüve) de geçen söze yahut kıssanın tamamına râcidir. (Kavlul hak) Îsa'nın sıfatıdır yahut bedeldir veyahut ikinci haberdir de denilmiştir. Mana da: Îsa, Allah'ın kelimesidir demektir. Âsım, İbn Âmir ve Ya'kûb nasp ile kavlel hakkı okumuşlardır ki, te'kit eden mastar olur (manayı pekiştirir). Kalel hakka da okunmuştur ki, o da kavl manasınadır,

"şüphe ettikleri” tereddüt ettikleri yahut çekiştikleri demektir. Yahûdîler, sihirbazdır, dediler; Hıristiyanlar da Allah'ın oğludur, dediler. Hitap siygası te ile (temterun) da okunmuştur.

35

Allah için bir evlât edinmek olmadı. O bir şeye hükmettiği zaman, ancak ona "ol” der; o da oluverir.

"Allah için bir evlât edinmek olmadı, onu tenzih ederiz” bu da Hıristiyanları yalanlamakta ve Allah’ı onların iftirasından takdis etmektedir.

"O bir şeye hükmettiği zaman, ancak ona,

"ol” der; o da oluverir” bu da onları tekdir etmektedir. Çünkü var etmek istediği şeyi ol demekle yaratan Allah mahlukata benzemekten münezzehtir, kadınları hamile bırakarak evlât edinmeye muhtaç değildir. İbn Âmir emrin cevabı olarak nasb ile feyekune okumuştur.

36

Şüphesiz Allah, benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir; öyleyse ona ibâdet edin. İşte doğru yol budur.

"Şüphesiz Allah, benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir, öyleyse ona ibâdet edin". Bunun tefsiri de Al-i İmran sûresinde geçmiştir. Hicazlı iki kurra ile Basralı iki kurra feth ile veenne okumuşlardır ki,lienne demektir. Bunun bissalati'ye ma’tûf olduğu da söylenmiştir.

37

Aralarından hizipler ihtilâf ettiler. Kâfirlere büyük günde hazır olacakları için yazıklar olsun!

"Aralarından hizipler ihtilâf ettiler” Yahûdîlerle Hıristiyanlar ya da Hıristiyan fırkaları ki, Nasturiler: O, Allah'ın oğludur, dediler. Yakubiler de: O Allah'tır, yere indi, sonra da göğe çekildi, dediler. Melkâniler de: O, Allah'ın kulu ve peygamberidir, dediler.

"Kâfirlere büyük günde hazır olacakları için yazıklar olsun” büyük güne, korkusuna, hesabına ve cezasına şâhit olacakları için ki, o da kıyâmet günüdür ya da şâhit olmak vaktinden veya mekânından ya da o günün onlara şahitlik etmesinden ki, onlara melekler, peygamberler, dilleri, organları ve ayakları inkâr ve fasıklıkla şahitlik edecektir.

Ya da şahitlik vaktinden veya mekânından dolayı demektir. Îsa ve annesi hakkında ettikleri şahitlikten de denilmiştir.

38

Bize gelecekleri gün ne iyi işitecek ve ne iyi görecekler! Ancak zâlimler bugün apaçık bir sapıklıktalar.

"Esini' bihim ve esbır” taaccüp siygasıdır, manası da şüphesiz kulakları ve gözleri "bize geldikleri gün” yani kıyâmet gününde şaşmaya değer demektir, çünkü dünyada kör ve sağır idiler ya da o gün duyacakları ve görecekleri şeylerle tehdittir. Bunun o gün vazedilenleri ve onları saracak şeyleri duyma ve görme ile emir olduğu da söylenmiştir. Bihim câr ve mecrûru

birinciye göre mahallen merfû’dur,

ikinciye göre de mahallen mensûbtur.

"Ancak zâlimler bugün apaçık bir sapıklıktalar” zamir yerine zâhir olarak zâlimine demesi, onların, nefislerine zulmettiklerini hissettirmek içindir. Çünkü kendilerine fayda sağlayacak zamanda duymaktan ve görmekten gâfil kaldılar. Gafilliklerini de açık bir sapkınlık olmakla tescil etmiştir.

39

Sen onları iş bitirildiği zaman hasret günü ile korkut. Halbuki onlar gafletteler ve onlar îman etmezler.

"Sen onları hasret günü ile korkut” o gün kötülük edenin kötülüğünden, iyilik edenin az iyilik etmesinden dolayı üzüleceği gün ile korkut. (İş bitirildiği zaman) hesap görüldüğü ve iki fırka cennete ve cehenneme gönderildiği zaman; "iz” yevm'den bedeldir yahut hasret'in zarfıdır. (Halbuki onlar gafletteler ve onlar îman etmezler). Bu da dalalin mübin kavline bağlı hâl’dir, aralarındaki de itiraz cümlesidir ya da enzirhüm'e bağlı hâl’dir yani ğafiline gayra mü'minine demektir. O zaman illet manası içeren bir hâl olur.

40

Şüphesiz biz yeryüzüne ve üzerindeki kimselere mirasçı olacağız. Yalnız bize döndürülürler.

"Şüphesiz biz yeryüzüne ve üzerindeki kimselere mirasçı olacağız” üzerinde bizden başka kimse kalmayacaktır, ne iktidarları ne de mülkleri olacaktır.

Ya da yeri ve üzerindekileri mirasçısı yok olmuş gibi tamamen yok ve helâk ederek ele geçireceğiz.

"Yalnız bize döndürülürler” cezalarını çekmek için.

41

Kitapta İbrâhîm'i de yâd et. Çünkü o, çok doğru idi, bir peygamber idi.

"Kitapta İbrâhîm'i de yâd et. Çünkü o, çok doğru idi, bir peygamber idi” doğruluktan ayrılmazdı ya da çok tasdik ederdi; çünkü Allah'ın haber verdiği gâipler, âyetler, kitaplar ve peygamberler gibi şeyleri çok tasdik ederdi.

42

Hani, babasına: Ey babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sen den hiçbir şeyi def etmeyen şeylere niçin tapıyorsun?” demişti.

 (Şöyle demişti) İbrâhîm'den bedeldir, ikisinin arasındaki da itiraz cümlesidir ya da "kâne"ye veyahut sıddikan nebiyya'ya mütealliktir. (Babacığım) te, izafet ye'sinden ivazdır, bunun içindir ki, ya ebetiy denilmez; ya ebeta denilir. Bu ifade yalnız yalvarmak için kullanılır, bunun içindir ki, onu tekrar etmiştir.

"İşitmeyen, görmeyen şeylere niçin tapıyorsun?” seni tanır, yakarışını işitir ve karşısında iki büklüm olduğunu görür mü?

"Senden hiçbir şeyi def etmeyen” fayda sağlamayan veya zarar def etmeyen. Babasını doğru yola davet etti, yolunun sapık olduğunu açıkladı ve ona yumuşak şekilde ve hüsn-ü edeple en içli ve en uygun şekilde delil getirdi. Çünkü açıktan sapık olduğunu söylemedi, bilâkis ibâdet şöyle dursun sade aklın hafif bulacağı ve ona meyletmeyi kabul etmeyeceği şeye tapma sebebini öğrenmek istedi, zira tapmak ta'zîmin son haddidir. Tapmayı ancak kimseye muhtaç olmayan ve herkese nimet veren hak eder ki, o da yaratan, rızık veren, öldüren, azâp eden ve sevap veren Allah'tır. Bununla şuna dikkat çekmiştir ki, akıllı kimse yaptığı şeyi gerçek bir gaye ile yapmalıdır. Bir şey canlı, iyi ile kötüyü ayırır, görür, fayda ve zarar vermeye muktedir olsa da ancak varlığı mümkün olsa, yine de sağlam akıl ona ibâdet etmek istemez; ister ki, o şey melekler ve peygamberler gibi halkın en şereflisi olsun. Çünkü onun da kendi gibi muhtaç olduğunu ve bizatihi vâcip olana itâat ettiğini görür. Hele bir de işitmeyen ve görmeyen cansız bir şey lursa! Sonra babasını kendine tâbi olmaya davet etti ki, onu doğru hakka ve düz yola götürsün. Onun İlâhi ilimden nasibi olmadığını ve doğru fikir yürütemediğini görünce de şöyle dedi:

43

Ey babacığım, gerçekten bana, sana gelmeyen ilim geldi. Bana tâbi ol da seni düz bir yola götüreyim.

"Ey babacığım, gerçekten bana, sana gelmeyen ilim geldi. Bana tâbi ol da seni düz bir yola götüreyim". Babasına mürekkep câhil demedi, kendisini de üstün ilimle nitelemedi, bilâkis ona yolu iyi bilen bir rehber gibi davrandı. Sonra da onu yaptığı şeyden engelledi. Çünkü o şey yararsız olduğu gibi zarar getiriyordu. Zira o yaptığı aslında şeytana tapma idi, çünkü emreden o idi. O sebeple şöyle dedi:

44

Ey babacığım, şeytana tapma; çünkü şeytan Rahmân'a âsi oldu.

"Ey babacığım, şeytana tapma” bunu çirkin görünce ondaki zararı açıkladı; çünkü şeytan bütün nimetleri veren Rabbe isyan etmişti, şöyle dedi:

"Şüphesiz şeytan Rahmân'a âsi oldu” malumdur ki, asiye itâat eden de asidir, her âsi de nimeti kaybetmeye ve kendisinden intikâm alınmaya müstahak olur. Bunun içindir ki, onu kötü akıbetten korkutarak şöyle dedi:

45

Ey babacığım, şüphesiz ben, sana Rahmân'dan bir azâp dokunup da şeytana dost olmandan korkuyorum.

"Ey babacığım, ben, sana Rahmân'dan bir azâp dokunup da şeytana dost olmandan korkuyorum". Lanette ve azapta şeytana arkadaş olursun da bir daha ondan ayrılamazsın ya da dostluğuna devam edersin ki, bu da azaptan daha kötüdür. Nitekim Allah'ın rızâsı da sevaptan daha büyüktür. Korkudan, dokunmaktan bahsetmesi ve azâbı nekire kılması nezaket icabıdır ya da sonucun belli olmamasındandır. Belki de bir dolu suçlarından yalnız isyanı zikretmesi İbrâhîm'in hep Allah'ı düşünmesindendir ya da isyanın en temel kötülük olmasındandır. Zira o, Âdem'e ve zürriyetine düşmanlığın sonucudur, buna dikkat çekmek istemiştir.

46

(Babası) dedi: Ey İbrâhîm, benim İlâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Yemin olsun, eğer vazgeçmezsen seni mutlaka taşa tutarım. Beni uzun süre bırak.

"Dedi: Ey İbrâhîm, benim İlâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun?” merhamet ve kibarca irşadına sertlikle cevap verdi ve aşırı inat gösterdi. Ona ismi ile mukabele etti; babacığım ifadesine karşılık, oğulcuğum, demedi. Adını sona bıraktı, haberi mübtedadan önce getirdi ve başına da hemze koydu, maksadı da yüz çevirmesini bir çeşit taaccüple reddetmekti, sanki akıllı kimse ondan yüz çevirmezmiş gibi. Sonra tehditle şöyle dedi:

"Yemin olsun ki, eğer vazgeçmezsen” İlâhlarım hakkındaki konuşmandan yahut onlardan yüz çevirmenden "seni mutlaka taşlarım” dilimle yani sana söverim yahut ölünceye kadar taşlarım ya da benden uzak durursun. (Beni bırak) bu da leercümenneke'nin gösterdiği şeye atıftır, yani benden sâkin ve başımdan savul.

"Meliyyen” uzun zaman demektir, melavet'ten gelir yahut meliyyen bizzehabi anni demektir.

47

(İbrâhîm) dedi: Selâm sana, senin için Rabbimden istiğfar edeceğim. Çünkü o, bana lütufkârdır.

"İbrâhîm dedi: Selâm sana” onunla vedalaşmak, silâh bırakmak ve kötülüğüne karşılık iyilik etmek istedi yani sana bir kötülük etmeyeceğim, seni üzecek bir söz söylemeyeceğim, ancak "senin için Rabbimden istiğfar edeceğim". Umarım ki, seni tevbeye ve îmana muvaffak kılar. Çünkü kafire istiğfar etmenin gerçek manası bağışlanmasını temin edecek şeye muvaffak olmasını istemektir. Bunun izahı da Tevbe sûresinde geçti.

"Çünkü o, bana lütufkârdır” aşırı derecede iyilik ve ihsan edendir.

48

Sizden de Allah'tan başka taptıklarınızdan da ayrılıyor ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle bedbaht olmam.

"Sizden de Allah'tan başka taptıklarınızdan da ayrılıyorum” dinimle hicret ederek "ve Rabbime dua ediyorum” yalnız ona ibâdet ediyorum.

"Umulur ki, Rabbime dua etmekle bedbaht olmam” sizin, ilâhlarınızda olduğu gibi emeğim boşa çıkmaz. Sözün başında, umulur ki, demesi tevâzu içindir, nefsini çiğnemek içindir ve şuna dikkat çekmek içindir ki, duayı kabul etmek ve ibâdete sevap vermek lütuftur, Allah'ın üzerine vâcip değildir. Ve şuna işarettir ki, mühim olan sonuçtur, o da gâiptir.

49

Onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından ayrılınca, ona İshak'ı ve Ya'kûb'u bağışladık. Her birini peygamber yaptık.

"Onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından ayrılınca” Şâm'a hicret etmekle "ona İshak'ı ve Ya'kûb'u bağışladık". Ayrıldığı kâfirlere karşılık olarak.

Şöyle de denilmiştir: O Şâm'a niyet edince önce Harran'a geldi, Sara ile evlendi. Ondan İshak doğdu, ondan da Ya'kûb oldu. Belki de özellikle bu ikisinden bahsetmesi bunların peygamberler ağacı (menşei) olmasındandır ya da İsmâîl'i faziletinden dolayı ayrı zikretmek istemesinden dolayıdır.

"Her birini peygamber yaptık.” onlardan ve ondan hepsini.

50

Onlara rahmetimizden bağışladık ve onlara çok yüce doğruluk dili (iyi bir ad) bıraktık.

"Onlara rahmetimizden bağışladık” peygamberlik, mal ve ev lat "ve onlara çok yüce doğruluk dili bıraktık” insanlar onlarla iftihar eder ve onları meth ederler, bu da İbrâhîm'in "bana sonrakiler arasında iyi bir ad ver” (Şuarâ': 84) duasının kabul olunmasındandır. Dilden maksat ondan meydana gelendir. Arap dili Arapların lügatidir. Lisanın sıdka izafeti ve yücelikle nitelenmesi onların övgüyü hak ettiklerini ve övgülerinin aradan asırlar geçse de milletler ve dinler değişse de yok olmayacağını göstermek içindir.

51

Kitapta Mûsa'yı da an. Çünkü o, samimi idi ve gönderilmişti, bir peygamber idi.

"Kitapta Mûsa'yı da an, çünkü o, samimi idi” Allah'ı bir bilen ibâdetine şirki ve riyayı sokmayan ihlâslı biri idi ya da kendini Allah'a teslim etmiş, masivaden el çekmiş idi. Kûfeliler feth ile (muhlasan) okumuşlardır ki, onu Allah ihlâslı kılmış olur.

"Gönderilmiş bir peygamber idi” Allah onu halka gönderdi, o da onlara Allah'tan haber verdi. Bunun içindir ki, Resûlü önce zikretmiştir, hâlbuki o (nebi) daha ihlâslı ve daha yücedir.

52

5– Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik ve onu yalvarıcı olarak kendimize yaklaştırdık.

"Ona Tûr'un sağ tarafından seslendik” eymen sağ taraf demektir ki, yemin'den gelir, o da Mûsa'nın sağ tarafına tekabül eden cihettir, yani Allah'ın kelâmı ona o taraftan gelmiş gibi oldu demektir.

"Onu yaklaştırdık” şereflendirmek için, onu kralın, özel konuşmak için yanına aldığı kimseye benzetmiştir. (Yalvarıcı olarak) münaciyen demektir ki, iki zamirden birinden hâl olur. Yükselmiş olarak denilmiştir ki, necve'den gelir, o da yüksekliktir. Çünkü

rivâyete göre o yedi kat göklerin üzerine çıkarılmış, öyle ki, Kalem'in cızırtısını duymuştur.

53

Ona rahmetimizden kardeşi Hârûn'u peygamber olarak bağışladık.

"Ona rahmetimizden bağışladık” rahmetimizden dolayı yahut rahmetimizden birazını verdik demektir.

"Kardeşini” kardeşinin desteğini ve yardımını, bu da "bana ailemden bir yardımcı ver” (Tâhâ: 29) duasını kabul ettiği içindir. Çünkü o, Mûsa'dan daha yaşlı idi. Ehahu lâfzı mef'ûldur yahut bedeldir, o zaman min, bazı manasına gelmiş olur.

"Hârûn'u” ehahu'nûn atıf beyanıdır.

"Peygamber olarak” ondan hâl’dir.

54

Kitapta İsmâîl'i de an. Çünkü o, va'dine sadık idi, gönderilmiş bir peygamber idi.

"Kitapta İsmâîl'i de an. Çünkü o, va'dine sadık idi” bunu dile getirmesi böyle meşhur olmasındandır ve öyle şeylerle mevsûf olmuştur ki, bu konuda benzeri yoktu. Boğazlanmaya sabredeceğini söyleyip "inşallah beni sabredenlerden bulacaksın” (Saffat: 102) demesi yeter de artar da, bunu da tam olarak yerine getirmişti.

"Gönderilmiş (Resûl) peygamber idi” bu da Resûlün şerîat sâhibi olmayacağına delâlet eder, çünkü İbrâhîm'in evlatları onun şerîatından idiler.

55

Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi. Rabbinin yanında râzı kılınmış idi.

"Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi” en önemlisi ile meşgul olmak için; insan önce kendine bakmalı, arkasından da kendine en yakınlara ilgi göstermelidir ki, kemale ersin. Allahü teâlâ:

"En yakın ak rabalarını uyar” (Şuarâ': 214) ve "ailene namazı emret” (Tâhâ: 132) ve "kendinizi ve ailenizi ateşten koruyun” (Tahrim: 6) buyurmuştur.

"Rabbinin yanında râzı kılınmış idi".

56

Kitapta îdris'i de an. Çünkü o, çok doğru idi, bir peygamber idi.

"Kitapta İdris'i de an". O Şît'in dedesi ve Nûh aleyhisselâm'ın babasının dedesidir. İsmi Ahnuh'tur. İdris'in ders'ten türediğini gayri munsarif olması reddeder. Evet, o dilde de bu manaya olup buna yakın olması da akla uzak değildir. Çok ders yaptığı için bu ismi almıştır. Çünkü

rivâyete göre Allahü teâlâ ona otuz suhuf indirmiştir. Kalemle ilk defa yazı yazan ve yıldız ve astronomi ilmine bakan odur.

"O, çok doğru idi, bir peygamber idi".

57

Onu yüksek bir yere kaldırdık.

"Onu çok yüksek bir yere çıkardık” yani peygamberlik makamına ve Allah katında yüce bir yere. Cennet de denilmiştir. Altıncı veya dördüncü kat gök de denilmiştir.

58

İşte bunlar; onlara Allah'ın nimet verdiği kimselerdendir; Âdem'in neslinden, Nûh ile beraber gemide taşıdığımız kimselerden; İbrâhîm ve İsrâîl neslinden; hidâyet ettiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara Rahmân'ın âyetleri okunduğu zaman secdeye kapanır ve ağlarlardı.

 (İşte bunlar) sûrede Zekeriyya'dan İdris'e kadar zikredilenlere işarettir, onlara salât ve selâm olsun.

"Allah'ın nimet verdiği kimselerdir” dînî ve dünyevî çeşitli nimetler verdiği (peygamberlerden) bu da Mevsûlu beyan etmektedir "min zürriyeti âdeme” harfi çerin tekrarı ile ondan bedeldir, min'in bazı manasına olması da muhtemeldir, çünkü nimet verilenler peygamberlerden daha genel, zürriyetten de daha özeldir.

"Nûh ile beraber gemide taşıdığımız kimselerden” yani özellikle taşıdığımız kimselerin zürriyetinden ki, onlar da İdris'in dışında kalanlardır. Çünkü İbrâhîm de Sam bin Nûh'un zürriyetindendir.

"İbrâhîm zürriyetinden” kalanlar "ve İsrâîl zürriyetinden” bu da İbrâhîm'e atıftır yani İsrâîl zürriyetinden demektir ki, Mûsa, Hârûn, Zekeriyya, Yahya ve Îsa da onlardandır. Bunda kızların evlatlarının da zürriyetten olduğuna delil vardır.

"hidâyet ettiklerimizden” hakka ilettiklerimizin cümlesinden "ve seçtiğimiz kimselerden” peygamberlik ve ikram için. (Onlara Rahmân'ın âyetleri okunduğu zaman secdeye kapanır ve ağlarlardı) bu da ülâike'nin haberidir, eğer Mevsûlu onun sıfatı yaparsan, yeni söz başıdır, eğer onu haber yaparsan. O zaman Allah'tan korkmalarını ve ona karşı tevazularını açıklamış olur. Ayrıca onların asil soyda, kemale ermiş nefiste yüksek dereceleri ve Allah’a yakınlıkları vardır. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kur'ân'ı okuyun ve ağlayın; eğer ağlayamazsanız ağlar gibi davranın. Âyetin sonunda geçen bükiyya bakin'in cem'idir, tıpkı sucudun sacid'in çoğulu olduğu gibi. Ye ile yütla da okunmuştur, çünkü (ayat'ın) te'nisi hakiki değildir. Hamze ile Kisâî de be'nin kesri ile (bikiyya) okumuşlardır.

59

Onlardan sonra arkalarından namazı zâyi eden ve şehvetlerine uyan kötü bir nesil geldi. İleride gayyaya düşecekler.

"Onlardan sonra arkalarından kötü bir nesil geldi” onları çirkef bir nesil takip etti, feth ile halefu sıdkm (iyi nesil), sükûn ile de halfu suin (kötü nesil) denilir.

"Namazı zâyi ettiler” terk ettiler yahut vaktini geçirdiler.

"Şehvetlere uydular” içki içme, baba bir kız kardeşle evlenmeyi helâl görme ve isyanlara dalma gibi. Hazret-i Ali radıyallahü anh'ten:

"Şehvetlere uydular” kavlinde: Sağlam binalar yaptılar, dikkat çekecek bineklere bindiler ve gösterişli elbiseler giydiler, dediği rivâyet edilmiştir.

"İleride gayyaya düşecekler” kötülüğün içine demektir, şu beyitte olduğu gibi:

Kim hayırla karşılaşırsa insanlar onları över,

Kim de azgınlık ederse, ondan dolayı kınayanı çok olur.

Ya da azgınlığın cezası ile demektir, tıpkı "günahla karşılaşır” (Furkân: 68) âyetinde olduğu gibi.

Ya da cennet yolundan sapmadır. Onun cehennemde bir dere olduğu ve diğer derelerin ondan sığındığı da rivâyet edilir.

60

Ancak tevbe edip iyi ameller yapanlar hariç. İşte onlar cennete girecekler. Hiçbir şekilde haksızlığa da uğratılmayacaklar.

"Ancak tevbe edip iyi ameller yapanlar hariç” bu da Âyetin kâfirler hakkında olduğunu gösterir.

"İşte onlar cennete girecekler” İbn Kesîr, Ebû Amr, Ebû Bekir ve Ya'kûb edhale'den getirerek meçhul kalıbı ile (yudhalune) okumuşlardır.

"Hiçbir şekilde haksızlığa da uğratılmazlar” amellerinin karşılığı eksiltilmez. Şey'en'in mastar olarak mensûb olması da câizdir. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, geçmiş inkârları onlara zarar vermez ve mükâfatları azaltılmaz.

61

"Rahmân'ın gıyapta kullarına va'dettiği Adn cennetlerine. Şu bir gerçektir ki, onun va'di yerine getirilmiştir.

"Cennati adnin” cennetten bedel-i ba'zdır, çünkü onu içine almaktadır ya da medh üzere mensûbtur. Mahzûf mübtedanın haberi olarak Merfû' da okunmuştur. Adn Âlem (özel isim)dir, çünkü alemde muzâfun ileyh durumundadır ya da ikamet manasına alemdir, Meselâ Berre gibi. Bunun içindir ki, ona muzâf olana "elleti vuidel müttekun” kavli sıfat olmuştur yani gâip olduğu hâlde onlara va'detmiştir demektir.

Yahut onlar cennetlerden gâiptirler ya da gaybe îman ettikleri için onlara va'detmiştir, demektir.

"Şüphesiz onun” muhakkak Allah'ın "va'di” ki, o da cennettir "yerine getirilmiştir” kendilerine va'dedilen halkı ona gelecektir.

Şöyle de denilmiştir: O iyilik olarak yerine getirilmiştir.

62

Orada boş bir lâf işitmezler, ancak selâm. Onların orada sabah akşam rızıkları vardır.

"Orada boş bir lâf işitmezler” fuzuli söz işitmezler "ancak selâm” fakat selâm sözü işitirler, onda da ayıp ve kusurdan salimdirler.

Ya da melekler onlara selâm verirler yahut birbirlerine selâm verirler. O zaman istisna munkatı' olur ya da şu manaya ki, selâm vermek eğer lağv olursa, ondan başka lağv işitmezler demektir, Meselâ şu beyitte olduğu gibi:

Onlarda kusur yoktur, ancak şu var ki,

Düşmana çalmaktan kılıçları körelmiştir.

Ya da selamın manası selamet duası etmektir, cennet halkının da buna ihtiyacı yoktur. Bu da zâhiren lağv ise de faydası ikram olmasıdır.

"Orada sabah akşam rızıkları vardır” refah içinde ve zahitlikle bolluk içinde yaşayanların ortası gibi.

Şöyle de denilmiştir: Bundan maksat, rızkın devamı ve devridir.

63

İşte kullarımızdan takva sahipleri olanlara miras vereceğimiz cennet budur.

"İşte kullarımızdan takva sâhibi olanlara miras vereceğimiz cennet budur” onlara takvalarının semeresi olarak saklayacağız tıpkı miras bırakanın malının mirasçılara saklanması gibi. Veraset mülk edinmede ve hak sâhibi olmada kullanılan en güçlü lâfızdır; çünkü fesh edilmez, geri dönülmez, reddetmekle iptal edilmez ve düşürülmez.

Şöyle de denilmiştir: Müttekılere cehennemliklerin itâat ettikleri takdirde girecekleri meskenler miras olarak verilir, bu da ikramlarını artırmak içindir. Ya'kûb'tan şedde ile nüverrisü okuduğu rivavet edilmiştir.

64

Biz (elçiler) ancak Rabbinin emri ile ineriz. Önümüzdeki, arkamızdaki ve bunların arasındaki şeyler onundur. Rabbin unutkan değildir.

"Biz (elçiler) ancak Rabbinin emri ile ineriz” Cebrâîl aleyhisselâm'ın sözünün hikayesidir, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e gelmesi gecikince söylemişti. Efendimize Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve Rûh sorulunca, ne cevap vereceğini bilemedi ve kendisine vahiy gelmesini bekledi. O da on beş gün gecikti, kırk gün olduğu da söylenmiştir. Öyle ki, müşrikler: Rabbi onu terk etti ve ona kızdı, dediler. Sonra Cebrâîl indi, açıklamayı getirdi. Tenezzül yavaş yavaş inmektir, çünkü nezzele'nin mutâvaat şeklidir. Bazen mutlak inme yerine kullanılır, nitekim nezzele de enzele manasına kullanılır. Mana şöyledir: Biz zaman zaman inerken ancak Allah'ın emri ve hikmetin gereği ile ineriz. Ye ile yetenezzelü de okunmuştur ki, zamir vahye gider.

"Önümüzdeki, arkamızdaki ve bunların arasındaki şeyler onundur” biz içinde bulunduğumuz zaman ve mekanlardan taşınmayız, belli bir zamanda inmeyiz, ancak onun emri ve dilemesi ile ineriz.

"Rabbin unutkan değildir". Seni bırakacak değildir yani inmeme ancak emir olmadığı içindir. Yoksa kâfirlerin iddia ettikleri gibi Allah'ın seni terk etmesinden ve seni bırakmasından değil, ancak onda gördüğü bir hikmetten dolayıdır.

Şöyle de denilmiştir: Âyetin başı müttekılerin cennete girerken dediklerini hikayedir,

Mana da şöyledir: Biz ancak Allah'ın emri ve lütfü ile ineriz. Bütün geçmiş, gelecek ve hazır şeylere sahip olan odur. Bulduğumuz ve bulacağımız her şey nun lütuf ve keremindendir.

"Rabbin unutkan değildir” sözü Allah'tan bir tespittir yani Rabbin amel edenlerin amellerini ve onlara va'dettiği sevabı unutacak değildir.

65

O, göklerle yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbidir. Öyleyse ona ibâdet et ve ibâdetine sabır göster. Onun için bir adaş biliyor musun?

 (O, göklerle yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbidir) bu da unutmanın imkânsızlığını beyan etmektedir, mahzûf mübtedanın haberidir yahut rabbike'den bedeldir.

"Öyleyse ona ibâdet et ve ibâdetine sabret” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e hitaptır, yukarıdakilerin bir sonucudur yani Rabbini bildiğin için demektir. Çünkü onun seni yahut amel edenlerin amellerini unutması düşünülemez. Öyleyse onun ibâdetine yönel, ona sabret; vahyin gecikmesinden ve kâfirlerin alayından telaş etme. Istabir'in lâm ile geçişli kılınması ibâdete sebat manasını içerdiği içindir, çünkü onda zorluklar ve meşakkatler vardır, Meselâ: Hasmına sabret sözü gibi.

"Onun için bir adaş biliyor musun?” İlâhlığı hak eden yahut Allah ismini alan birini; çünkü müşrikler her ne kadar puta tapsalar da ona ilâh ismini vermemişlerdir. Bu da Allahü teâlâ’nın birliği çok açık olduğu ve zâtının benzerden münezzeh olduğu içindir. Bu da durumu tespittir, yani onun gibi ve ibâdete müstahak biri olmayınca, emrine teslim olmaktan ve ona ibâdet etmekten ve ibâdetin zorluklarına dayanmaktan başka çare yoktur.

66

İnsan: Öldüğüm zaman mı, gerçekten ben (kabirden) çıkarılacak mıyım, der?

"İnsan der” bundan murat edilen tümden insan cinsidir, çünkü söylenen şey aralarında söylenmiştir, hepsi demese öyledir, Meselâ: Filan oğulları filanı öldürdü, denilir ki, katil onlardan biridir ya da kâfirlerden belli biridir yahut Übey bin Haleftir. Çünkü o, çürümüş bir kemik aldı, onu ufaladı ve: Muhammed biz öldükten sonra bunun dirileceğini iddia ediyor, dedi.

"Öldüğüm zaman mı, gerçekten ben çıkarılacağım?” yerden yahut ölüm hâlinden. Zarfın başa alınması ve inkâr harfinden sonra gelmesi, inkâr edilen şeyin ölümden sonraki hayat vakti olmasındandır. Uhracu'nûn gösterdiği bir fiille mensûbtur, onunla değil. Çünkü lâm’ın maba'di mâkablinde amel etmez. O (lâm) burada sırf te'kit içindir, hâl manasından soyutlanmıştır, nitekim ya allah'daki hemze ile lâm. da elilah'taki manasından soyutlanmıştır, o sebeple istikbal edâtı olan sevfe ile birlikteliği câiz görülmüştür. İbn Zekvân'dan haber olmak üzere meksûr tek hemze ile okuduğu rivâyet edilmiştir.

67

İnsan düşünmez ki, gerçekten biz onu daha önce yarattık ve kendisi hiçbir şey değildi.

"Evela yezkürül insanu” yekul'uya atıftır, onunla atıf edatının arasına hemzenin girmesi -aslında atfın o ikisinden önce olması lâzımdır - şuna delâlet etmektedir ki, zât olarak inkâr edilen şey ma’tûftur; ma’tûfun aleyh ise ondan meydana gelmiştir. Çünkü eğer o düşünüp taşmsa idi:

"Gerçekten biz onu daha önce yarattık ve kendisi hiçbir şey değildi” hatta sırf yokluktan ibaret idi, işte bunu tefekkür etse idi, bunu demezdi. Çünkü o, dağılan maddeleri toplamaktan ve eskisi gibi arızi şeylerden var etmekten daha acayiptir. Nâfi', İbn Âmir, Âsım, Kahin da Ya'kûb'tan tefekkür manasına zikrden yezkürü okumuşlardır. İdgamsız olarak aslı üzere yetezekkerü de okunmuştur.

68

Rabbine Yemin olsun ki, mutlaka onları da şeytanları da toplayacağız, sonra da onları cehennemin çevresinde diz çökmüş vaziyette hazır edeceğiz.

"Rabbine Yemin olsun ki, mutlaka onları toplayacağız” Allahü teâlâ, Nebisine muzâf ederek kendi adına yemin ediyor, bu da durumun gerçek olduğunu bildirmek ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in şânını yüceltmek içindir. (Şeytanları da) bu da atıftır yahut mef’ûlün maah'tir. Çünkü

rivâyete göre kâfirler kendilerini saptıran şeytanlarıyla beraber haşrolunurlar. Her biri şeytamyla beraber zincire vurulur. Bu, onlara mahsus ise de tamamen cinse nispet etmek de câizdir. Çünkü onlar içlerinde kâfirler şeytanlarla birleştiril miş hâlde haşir olunurlarsa, hep birlikte onlarla beraber haşir olunmuş olurlar.

"Sonra da onları cehennemin çevresinde hazır edeceğiz” mutlular Allah'ın kendilerini nelerden kurtardığını görsünler de neşe ve sevinçleri artsın, bedbahtlar da âhiretleri için biriktirdiklerini elde etsinler de mutluların onlardan ayrılarak sevap yurduna dönmeleri ve yüreklerini soğutmalarıyla öfkelerini daha da artırsınlar. (Dizleri üstü) çünkü kıyâmetin korkusu onları aciz bırakacak ya da bu sevap ve azaba ulaşmadan önce hesap için durmanın bir parçasıdır. Mahşer halkı diz çökecekler, çünkü Allahü teâlâ:

"Bütün ümmetleri diz çökmüş görürsün” (Casiye: 28) buyurmuştur. Çünkü sözleşme yerlerinde normalde böyle yapılır. Eğer insandan kâfirler murat edilirse, belki onlar mahşer yerinden cehennemin kıyısına kadar onları horlamak için diz çökmüş olarak sevk edilirler ya da çektikleri zorluktan dolayı ayağa kalkamamalarından. Hamze ile Kisâî cim'in kesri ile cisiyya okumuşlardır.

69

Sonra her bölükten hangisi Rahmân'a karşı daha cüretli ise onları elbette çıkaracağız.

"Sonra her bölükten çıkaracağız” bir dini tutan her ümmetten "hangisi Rahmân'a karşı daha cüretli ise” daha âsi ve dik başlı olanları, onları cehennemin içine atacağız. Eşedd tabirinin kullanılmasında şuna dikkat çekilmiştir ki, Allahü teâlâ asilerden çoklarını affedecektir. Eğer bu, kâfirlere mahsus ise maksat onların sırasıyla en azılıları ayıklanacak ve sıra ile cehenneme atılacaklardır.

Ya da herkesi lâyık olduğu kendi tabakasına girdirecektir. Eyyühüm lâfzı Sîbeveyh'e göre zam üzere mebnidir, hakkı diğer mevsûllar gibi mebni olmaktır. Ancak küllü ve ba'z kelimelerine kıyasla mûreb kılınmıştır, çünkü onlar gibi hep izafetle kullanılır. Sılasının baş kısmı atılıp da noksanlığı artınca kendi hakkına döndü, o da nenzianne ile mahallen mensûb olmaktır. Bunun içindir ki, mensûb olarak okunmuştur. Başkasına göre de merfû’dur; bu da ya mübteda olaraktır ki, o zaman kendisi istifhamiye olur, haberi de eşeddü'dür. Cümle de hikâye edilmiştir, takdiri şöyledir: Lenenzianne min külli şiatin Ellezîne yukalu lehüm fihim eyyühüm eşeddü.

Ya da lenenzianne onda amel etmemektedir, çünkü temyiz manasınadır, ondan ilim lâzım gelir (o da amelden düşmüştür).

Ya da yeni söz başıdır, fiil de min külli şiatine nisbet edilir, min zâit olmuş olur ya da lenenzianne ba'da külli şiatin demek olur.

Yahut bişiatin ile merfû’dur, çünkü o teşeyyea manasınadır, alâ da beyan içindir.

Ya da ef'ale'ye (eşeddü'ye) mütealliktir.

70

Sonra elbette biz ona girip yanmaya daha lâyık olanları pekiyi bileniz.

"Sümme lenahnü a'lamü billezine hüm biha sılıyya” kavlindeki be de böyledir, yani cehenneme atılmaya daha lâyık olanı pekiyi biliriz demektir ki, onlar da bir tarafa ayrılanlardır. Onlardan murat edilenin en çok dik başlılık edenler olmaları da câizdir, onlar da taraftarların başlarıdır. Çünkü onların azâbı hem sapma hem de saptırmalarından dolayı iki kattır. Hamze, Kisâî ve Hafs sad'ın kesri ile sıliyya okumuşlardır.

71

İçinizde ona uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin, üzerine lâzım kıldığı, yerine getirilmiş bir şeydir.

 (İçinizde yoktur) vema minküm demektir ki, gâipten muhataba geçilmiştir,

"ve in minhüm” okunuşu da bunu destekler.

"Ona uğramayacak” mü'minler onun alevi dinmişken geçecekler, diğerleri ise içine düşeceklerdir. Cabir radıyallahü anh'ten rivâyet edilmiştir, aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimize bu soruldu, şöyle dedi: Cennetlikler cennete girdikleri zaman birbirlerine:

"Allah bize cehenneme uğrayacağımızı va'detmedi mi?” derler. Onlara: Siz ona alevi sönükken vardınız, denilir.

"Onlar ondan uzaklaştırılmışlardır” (Enbiya: 101) âyeti ise azabından demektir.

Şöyle de denilmiştir: Cehenneme varmak Sırâttan geçmektir, Sırât onun üzerinde kuruludur.

"Bu, Rabbinin üzerine lâzım kıldığı, yerine getirilmiş bir şeydir” onların oraya varmalarını Allah kendine vâcip kılmış, buna hükmetmiş ve bunu öyle bir vaat etmiştir ki, dönmek mümkün değildir. Bunun yemin olduğu da söylenmiştir.

72

Sonra sakınanları kurtaracağız ve zâlimleri orada diz üstü bırakacağız.

"Sonra sakınanları kurtaracağız” onlar cennete sevk edilirler. Kisâî ile Ya'kûb şeddesiz olarak nünci okumuşlardır. Se'nin fethi ile semme de okunmuştur ki, orada demektir.

"Zâlimleri orada diz üstü bırakacağız” oldukları gibi ona yuvarlanmış vaziyette, bu da ona varmaktan murat edilenin etrafında diz çökmek olduğunu gösterir. Mü'minler günahkârların diz çökmelerinden sonra onlardan ayrılarak cennete doğru giderler, kâfirler ise o vaziyette içine yuvarlanırlar.

73

Onlara Allah'ın âyetleri açık açık okunduğu zaman kâfirler, îman edenlere:

"İki gruptan konumu daha hayırlı ve meclisi daha güzel olan hangisidir?” der.

"Onlara Allah'ın âyetleri açık açık okunduğu zaman” lâfızları okunup manaları kendiliğinden yahut peygamberin beyanı ile muciz olduğu açık olarak okunduğu zaman "Kâfirler, îman edenlere der” onların hakkında yahut onlarla beraber "iki gruptan hangisi” mü'min ve kâfirlerden hangisi "konumu daha hayırlı” makam kıyam yeri yahut mekân demektir. İbn Kesîr zam ile (mukaman) okumuştur ki, ikamet yeri ve konak demektir.

"Meclis bakımından daha güzel” dernek ve toplantı yeri bakımından. Mana şöyledir: Onlar açık âyetleri dinleyip de onlara karşı gelmekten ve onlara müdahale etmekten aciz oldukları zaman dünyalıkları ile övünmeye başladılar, dünyadan nasiplerini Allah katında da üstünlüklerine delil getirdiler. Bu da durumu anlayamamalarından ve dünya hayatının yalnız dışını bilmelerindendir. Bunu da reddetti, çürüterek şu sözü ile tehdit etti:

74

Onlardan önce nice nesiller helâk ettik ki, onlar, malca da görünüşçe de daha güzeldiler.

 (Onlardan önce nice nesiller helâk ettik ki, onlar, malca da görünüşçe de daha güzeldiler) kem, ehlekna'nın mef'ûlüdür, min de onun beyanıdır. Her asırda yaşayanlara karın denmesi, boynuz (karn) gibi önde olmalarındandır. Çünkü ötekiler arkalarından gelir. Hüm ahsenü de kem'in sıfatıdır, esasen ise nisbetin temyizidir, o da ev eşyasıdır.

Şöyle de denilmiştir: Esas yeni olana, hursa da eski olana denir. Ri'y lâfzı manzara (görüntü) demektir. Rü'yet kökünden fiil veznindedir, görünen şeye denir, tıhn (öğütülmüş) ve hıbr (ekilmiş) gibi. Nâfi' ile İbn Âmir hemzeyi kalp ve idğam ederek riyya okumuşlardır.

Ya da o rey'den gelir ki, nimet demektir. Ebû Bekir harfleri yer değiştirerek riy'a okumuştur. Hemzenin hazfi ile riya ve zey (kıyafet) kökünden ziyya da okunmuştur ki, toplamak manasınadır, çünkü o toplu güzelliktir. Sonra onları istifade ettirmenin istidraç (gazabına) olduğunu, ikram olmadığını beyan etti. Çünkü önemli olan âhiretteki fazlalık ve eksikliktir, şöyle dedi:

75

De ki: Kim sapıklıkta ise, Rahmân onun için uzatsın. Nihayet azâp yahut kıyâmetten kendilerine va'dedileni gördükleri zaman, yerce kim daha kötü ve askerce kim daha zayıf imiş bileceklerdir.

"De ki: kim sapıklıkta ise, Rahmân onun için uzatsın” ona uzun ömür vermek ve ondan istifade ettirmekle süre versin. Bunu emir kalıbı ile ifade etmesi mühletinin istidraç (gazabına) olmasından ve mazeretlerini kesme bakımındandır, tıpkı "günahları artsın diye onlara süre tanıyoruz” (Al-i İmran: 178) ve "size düşünecek kimsenin düşüneceği kadar ömür vermedik mi?” (Fatır: 37) âyetleri gibi.

"Nihayet gördükleri zaman” uzatmanın sonunu,

şöyle de denilmiştir: Kâfirlerin îman edenler için:

"İki fırkadan hangisi daha hayırlıdır” sözlerinin sonunu, nihayet gördükleri zaman "azâp yahut kıyâmetten” bu da va'dedilen şeyi açıklamaktadır; çünkü o ya dünyada azaptır ki, o da Müslümanların onları yenmesi ve onlara öldürme ve esir alma ile azâp etmeleridir ya da kıyâmet gününde başlarına gelecek olan perişanlık ve ibretlik azaptır.

"Yerce kim daha kötü imiş bilecekler” iki fırkadan, o zaman durumun kendi takdirlerinin tam aksine olduğunu görecekler ve istifade ettikleri şeyin perişanlığa döndüğünü ve boyunlarına vebal olduğunu göreceklerdir. Bu da şartın cevabıdır, cümle de hatta'dan sonra hikâye edilmiştir (hatta iptidaiyedir). "Askerce kim daha zayıf imiş” takım ve yardımcılar bakımından, bu da "meclisçe kim daha güzeldir” cümlesine karşılıktır. Şöyle ki, meclisin güzel olması; toplumun ileri gelenlerinin ve ekâbirlerinin toplanması, güçlerinin açığa çıkması ve onlardan yardım alınması ile olur.

76

Allah doğru yolu bulanların hidâyetim artırır. Baki kalan iyi şeyler, Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır, sonuçça da daha yararlıdır.

"Ve yezidüllahu” bu da kavl maddesinden sonra hikâye edilen şart cümlesine atıftır, sanki kafire süre verilmesini ve faziletinden dolayı olmayarak dünya hayatından istifade ettirmeyi açıkladıktan sonra mü'minin ondan nasibinin de kusurundan dolayı olmadığını bilâkis Allah'ın ona daha hayırlısını murat ettiği olmasını beyan etmek istemiştir.

Şöyle de denilmiştir: Bu cümle felyemdüd'ün üzerine atıftır, çünkü o haber manasınadır, sanki şöyle denilmiştir: Kim sapıklıkta olursa Allah onun sapıklığını artırır, karşıtının da hidâyetini artırır.

"Baki kalan iyi ameller” sevabı ebediyetlere kadar devam edecek olan taatlar demektir ki, rivâyete göre bunlara beş vakit namaz, sübhanallahi velhamdü lillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber zikri de girer.

"Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır” kâfirlerin istifade ettikleri ve onlarla övündükleri eksik ve geçici nimetlerin getirişinden daha hayırlıdır. Kaldı ki, iyi amellerin sonu ebedî nimettir, bunun sonu ise pişmanlık ve sürekli azaptır. Nitekim buna "sonuçça da daha ha yırlıdır” ifadesi ile işâret etmiştir. Hayır burada ya sırf fazlalık içindir ya da yaz kıştan daha sıcaktır sözü gibidir yani sıcağı kışın soğuğundan daha baskılıdır (iyi amelin sevabı kötü amelin cezasından daha etkilidir demektir).

77

Âyetlerimizi inkâr edip de:

"Mutlaka bana mal ve evlât verilecektir” diyeni gördün mü?

"Âyetlerimizi inkâr edip de:

"Bana mal ve evlât verilecektir” diyeni gördün mü?” Âyet As bin Vail hakkında indi, Habbab'ın onda alacağı vardı; istedi; o da: Hayır, Muhammed'i inkâr etmedikçe vermem, dedi. O da: Hayır vallahi, Muhammed'i ne diri ne ölü ne de yeniden dirildiğim zaman inkâr etmem, dedi. O da: Ben yeniden dirildiğim zaman bana gelirsen; benim orada malım ve evlatlarım olur; sana veririm, dedi. Görme haber kaynaklarından en sağlamı olduğu için "gördün mü” lâfzı haber yerine kullanılmıştır. Eferaeyte'deki fe de aslında takip içindir, mana da, onların sözünden sonra hemen bu kafirin kıssasını haber ver, demektir. Hamze ile Kisâî vülden okumuşlardır ki,led'in çoğuludur, tıpkı üsd'ün, esedin çoğulu olduğu gibi.

Ya da bu da bir lügattir, tıpkı arap ve urb gibi.

78

Gaybi gördü mü yoksa Rahmân'ın katından bir söz mü aldı?

"Gaybi mi gördü?” o kadar büyük olduğu için gaybin ilmine mi yükseldi? Ki onu yalnız her şeyi kahreden Allah bilir. Sonunda da âhirette mal ve evlât verileceğini iddia etti ve buna ant içti.

"Yoksa Rahmân'ın katından bir söz mü aldı?” yahut gaybi bilenden söz mü aldı; çünkü ona ancak bu iki yoldan biri ile varılır.

Şöyle de denilmiştir: And kelime-i şahadet ve iyi ameldir, çünkü Allah'ın bu ikisine se vap va'detmesi buna söz verme gibidir.

79

Hayır. Dediğini yazacağız ve onun için azaptan uzatmakla uzatacağız.

"Hayır” reddir ve şuna dikkat çekmektedir ki, o (As bin Vail) kendi için düşündüğü şeyde yanılmaktadır.

"Dediğini yazacağız” dediğini yazdığımızı kendisine göstereceğiz demektir. Bu da:

Nesebimizi söylediğimiz zaman, beni kötü bir kadın doğurmamıştır.

Yani beni kötü bir kadının doğurmadığı meydana çıkar sözü kabilindendir.

Ya da düşmanın suçunu yazan ve onun adına kayda geçen biri gibi ondan intikâm alacağız, demektir. Çünkü yazmak sözden geri kalmaz. Çünkü Allahü teâlâ:

"Ne zaman ağzından bir söz çıkarsa mutlaka yanında titiz bir gözetleyici (yazıcı melek) vardır” (Kaf: 18) buyurmuştur.

"Ve onun için azaptan uzatmakla uzatacağız” lâyık olduğu azâbı genişleteceğiz ya da azabını artırıp küfür, iftira ve yüce Allah'ı alayından dolayı ona katlayacağız, demektir. Bunun içindir ki, onu mastarla te'kit etmiştir, bu da ona aşırı derecede azâp ettiğini gösterir.

80

Dediğine biz mirasçı olacağız. O da bize tek başına gelecektir.

"Ona mirasçı olacağız” ölmesiyle "dediğine” yani malına ve evlatlarına.

"Bize gelecek” kıyâmet gününde "tek başına” yanında dünyadaki malı da evladı da olmayacaktır, kaldı ki, fazlası! "Ferden” bu sözü reddederek, ondan ayrılarak da denilmiştir.

81

Kendilerine güç olsun diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler.

"Kendilerine güç olsun diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler” onlardan şeref kazansınlar da kendilerini Allah'a kavuştursun ve onun yanında kendilerine şefaatçi olsunlar.

82

Hayır. İbâdetlerini inkâr edecekler ve onlara karşı zıt olacaklar.

(Hayır) red ve güçlenmelerini inkârdır,

"İbâdetlerini inkâr edecekler” ilâhlar onların ibâdetlerini inkâr edecek ve bize tapmadınız, diyecekler. Çünkü Allahü teâlâ:

"O zamanlar astlar üstlerden ellerini çekecek” (Bakara: 166) buyurmuştur.

Ya da kâfirler onlara tapmalarının kötü sonucunu görünce inkâr edecekler, çünkü Allahü teâlâ:

"Sonra cevapları: Vallahi Rabbimiz, bizler müşrikler değildik, demek oldu” (En'âm: 23) buyurmuştur.

"Onlara karşı zıt olacaklar” birinciyi zıddı şerefin aksi ile tefsir edilmesi destekler yani onlara zillet olacaklar demektir.

Ya da zıtlarına olacaklar, şu manaya ki, onlar kâfirlerin azaplarına yardımcı olacak; şöyle ki, ateşleri putlarla tutuşturulacak ya da yekunune'nin vâv'ı (zamiri) kâfirlere gider yani onlara ibâdet ettikten sonra onları inkâr ederler. Zıdd'ın tekil olması, zıtlıklarını gösteren mananın tek olmasından dolayıdır. Çünkü onlar bu hususta tek şey gibidirler. Benzeri de Efendimiz aleyhisselâm'm: Müslümanlar başkalarına karşı tekel gibidirler (yedün) sözüdür.

Elifi vakf hâlinde nûn'a kalp ederek tenvinle "kellen” de okunmuş-. tur, bu kalp şu mısradaki ıtlak elifinin (sondaki elifin) kalbine benzemektedir:

(Ey kınayan, beni az kına ve bana az sitem et).

Ya da mana şöyledir: Kelle hazer re'yü kellen (bu görüş tamamen zayıftır, sâhibine yüktür). Maba'dindeki fiilin tefsir etmesiyle "küllen” de okunmuştur, yani "hepsini ikrar edecekler ve ibâdetlerini inkâr edecekler” demek olur.

83

8 - Görmedin mi, şüphesiz biz, şeytanları kâfirlerin üzerine gönderdik de onları kışkırtmakla kışkırtıyorlar,

"Görmediler mi, şüphesiz biz, şeytanları kâfirlerin üzerine gönderdik” onlara musallat ettik ve kötü arkadaşlar olarak başlarına sardık "onları kışkırtmakla kışkırtıyorlar” süslemek ve şehvetleri sevdirmekle onları isyanlara teşvik ediyorlar. Maksat kâfirlerin sözlerinden, azgınlığa dalmalarından ve geçen âyetlerin dile getirdiği gibi hak açığa çıktıktan sonra küfrün üzerinde kararlarından dolayı Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'in dikkatini çekmektir.

84

Onlara karşı acele etme. Ancak biz onlar için saymakla sayıyoruz.

"Onlara karşı acele etme” onlar helâk olurlar da sen ve mü'minler şerlerinden rahat edersiniz ve yeryüzü de pisliklerinden temizlenir "biz onlar için sayıyoruz” ecel günlerini "saymakla” mana şöyledir: Onların helâkini acele etme; çünkü onların sınırlı birkaç günleri ve sa yılı nefesleri kaldı.

85

O günde ki, müttekıleri Rahmân'a binitli olarak süreceğiz.

"O gün müttekıleri süreceğiz” toplayacağız "Rahmân'a” rahmetiyle onları bürüyen Rablerine. Bu sûrede bu ismin seçilmesinin özel bir durumu vardır, belki de bütün anlatılanlar onun büyük nimetlerini saymak ve ona şükredenlerle inkâr edenlerin hâllerini şerh etmek içindir.

"Vefden” heyetlerin kralların ikramlarını görmek ve nimetlerine nâil olmak için gelmeleri gibi binitli olarak gelirler.

86

Günahkârları da cehenneme susuz sevk edeceğiz.

"Günahkârları da sevk ederiz” hayvan sevk edilir gibi "cehenneme susuz olarak” çünkü suya gelen ancak susuz olduğu için gelir ya da suya gelen hayvanlar gibi gelirler.

87

Şefaate sahip olamazlar; ancak Rahmân'ın katından bir söz alan kimse hariç.

"Şefaate sahip olamazlar” Layemlikune'deki zamir kullara gitmektedir, o da iki bölümün zikrinden anlaşılmaktadır, yemlikune, yevme'yi nasb etmektedir.

"Ancak Rahmân'ın katından bir söz alan hariç” ancak Allah'ın va'di üzerine îman ve amel-i salihle kendini asilere şefaat etmeye hazırlayan ve buna lâyık olmaya çalışan müstesnadır ya da Allah'tan izin alan hariç demektir, Meselâ "şefaat ancak Rahmân'ın izin verdiğine fayda sağlar” (Taka: 109) âyeti gibi. Bu da ahidel emirü ilâ fülanin deyiminden gelir ki, kral birine bir şey yapması için emir vermektir. Zamirden bedel olarak mahallen merfû’dur ya da muzâf takdiri ile mensûbtur ki, illâ şefaate menittehaze demektir ya da müstesna olarak mensûbtur. Zamirin mücrimlere gittiği de söylenmiştir,

Mana da şöyledir: kendilerine şefaat edilmesine sahip olamazlar, ancak Allah'tan bir söz alan müstesnadır ki, Müslüman olmakla kendisine şefaat edilmesine lâyık olur.

88

Rahmân evlât edindi, dediler.

"Vekalut tehazer rahmanu veleda” zamirin iki itibara da (mücrimlerle müttekıler) ihtimali vardır, çünkü bu, insanlar arasında denildiği için onlara nispet edilmesi câizdir.

89

Yemin olsun, çok kötü bir şeye geldiniz,

"Yemin olsun, çok kötü bir şeye geldiniz” burada gâipten muhataba geçmekle iltifat edilmiştir, bu da kınamada mübalağa ve Allah’a karşı cesaretlerini tescil etmek içindir. Edd ve idd çok büyük kötü şeydir. İddet şiddet demektir. Eddenil emrü ve âdeni de ağır yükün altında ezilmektir.

90

Neredeyse ondan gökler parçalanacak, yer çatlayacak ve dağlar gürültü ile devrilecektir.

 (Neredeyse gökler) Nâfi' ile Kisâî ye ile okumuşlardır,

"ondan parçalanacak” arka arkaya defalarca yarılacak. Ebû Amr, İbn Âmir, Hamze, Ebû Bekir ve Ya'kûb yenfatırne okumuşlardır.

Birincisi daha beliğdir, çünkü tefa'ul kalıbı 'ale'nin mutâvaatıdır; infial kalıbı ise faale'nin mutâvaatıdır. Bir de tefa'ul'un aslı tekellüf (zorlanmak) içindir.

"Yer çatlayacak ve dağlar gürültü ile devrilecek” teheddü hedden yahut muheddedeten demektir ya da yer kırılacak demektir ki, bu da edde'ni doğrular.

Mana da şöyledir: Bu kelime o kadar korkunç ve o kadar büyüktür ki, maddî bir şekilde tasavvur edilse, ona bu büyük cisimler bile tahammül edemez, şiddetinden darmadağın olur ya da o kadar fecidir ki, Allah'ın gazabını celp eder, öyle ki, eğer onun yumuşaklığı olmasa idi Âlem harap olur, bunu söyleyenlere gazabından dolayı ayakları kırılırdı.

91

Rahmân'a evlât iddia ettiler, diye.

 (Rahmân'a evlât iddia ettiler, diye) tekâdü'ünün illeti (mef’ûlün lehi) olmak ya da lâm'ın hazfı ve fiilin ona yanaşması ile nasba; lâm'ın izmari ile veya minhü'deki he'den bedel olarak cerre; mahzûf mübtedanın haberi olarak da ref'e ihtimali de vardır. Takdiri şöyledir: Elmucibü lizalike en daav.

Ya da hedd'in fâili olmak üzere merfû’dur yani heddehu duaul veledi lirrahman (onu Rahmân'a çocuk nispet etmeleri devirdi). Bu da isim vermek ve iki mef'ûl alan dea'dandır. İkinci mefulla yetinilmesi onun adına iddia edilen her şeyi kapsaması içindir.

Ya da nesebe manasına dea'dandır ki, onun mutâvaat şekli iddea ilâ fülanin'dir ki, birine intisap etmektir.

92

Rahmân'a evlât edinmek yaraşmaz.

"Rahmân'a evlât edinmek yaraşmaz” evlât edinmek ona lâyık değildir, onun için aranmaz da, faraza aransa da bulunmaz, çünkü onun için imkânsızdır. Belki de hükmün Rahmaniyet sıfatına verilmesi şunun içindir, çünkü ondan başkası ya nimettir ya da nimete konandır; öyleyse bütün nimetlerin başlangıcı ve hepsinin sâhibi olana benzemez; artık onu evlât edinmesi nasıl mümkün olur? Sonra bunu şöyle açıkladı:

93

Göklerde ve yerdekilerin hepsi mutlaka Rahmân'a kul olarak gelecektir.

"Göklerde ve yerdekilerin hepsi mutlaka Rahmân'a kul olarak gelecektir” bunlardan ne varsa onun mülküdür, kul ve muti olarak ona dehalet eder. Asıl üzere (izafetsiz olarak) atin errahmane şeklinde de okunmuştur.

94

Yemin olsun ki, onları tespit etmiş ve onları saymakla saymıştır.

"Yemin olsun ki, onları tespit etmiş” sınırlamış ve etrafını çevirmiştir, öyle ki, onun ilminin sınırından ve kabza kudretinden çıkamazlar.

"Ve onları saymakla saymıştır” şahıslarını, nefeslerini ve fiillerini saymıştır, çünkü her şey nun yanında miktar iledir.

95

Hepsi ona kıyâmet gününde tek başına gelecektir.

"Hepsi ona kıyâmet gününde tek başına gelecektir". Yalnız olacaktır, yanında adamları ve yardımcıları olmayacaktır. Binâenaleyh bunlardan hiçbiri ona benzemez ki, onu evlât edinsin. Ona ortak olmaya münasip değildir.

96

Şüphesiz îman edip iyi şeyler yapanlar var ya, Rahmân onlar için bir sevgi kılacaktır.

"Şüphesiz îman edip iyi şeyler yapanlar var ya, Rahmân onlar için bir sevgi kılacaktır” onlar için kalplerde kendiliğinden gelişen, hiçbir sebebe bağlanmayan bir hüsn-ü kabul yaratacaktır. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Allah bir kulu sevdiği zaman Cebrâîl'e "ben filanı sevdim; sen de onu sev” der; Cebrâîl de onu sever. Sonra gök halkına "şüphesiz Allah filanı sevdi; siz de onu sevin” der; gök halkı da onu sever. Sonra yeryüzünde de onun için sevgi konulur. Seyecalü'deki sin ya sûrenin Mekkî olmasındandır ki, o zamanlar bunlar kâfirler tarafından nefret edilirdi; İslâm güçlendiği zaman onlara bunu va'detti ya da va'dedilen şey kıyâmette iyilikleri halkın gözü önünde arz edildiği zaman olacaktır ki, kalplerindeki kin ve nefret o zaman sökülüp atılır.

97

Onu diline kolaylaştırdık ki, onunla müttakiieri müjdeleyesin ve onunla inatçı bir kavmi uyarasın.

 (Onu (Kur'ân'ı senin diline kolaylaştırdık ki,) be alâ manasınadır ya da aslı üzeredir, yessernahü'ye enzelnahu manası sokuşturulmuştur yani onu senin dilinle indirdik demektir.

"Onunla müttekıleri müjdeleyesin” takvaya gidenleri "ve onunla inatçı bir kavmi uyarasın” şiddetle çekişen, hemen karşıya dikilen bir kavmi, çünkü aşırı cahilliklerinden dolayı çok sırnaşıktırlar, öyleyse onunla (Kur'ânla) müjdele ve onunla korkut.

98

Onlardan önce nice nesiller helâk ettik. Onlardan hiçbirini hissediyor veya onlar için gizli bir ses işitiyor musun?

"Onlardan önce nice nesiller helâk ettik” bu da kâfirleri korkutma ve onları korkutması için Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i cesaretlendirmedir.

"Onlardan hiçbirini hissediyor musun?” onların hiçbirini fark ediyor ve görüyor musun?

"Veyahut onlar için gizli bir ses duyuyor musun?” esma'tü'den tüsmiü de okunmuştur. Rikz gizli (hafif) sestir. Bu terkip aslında gizlilik için konulmuştur; rikzür rumh da bundandır ki, mızrağı yere saplamaktır. Rikâz da yere gömülmüş maldır (gömü).

Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim Meryem sûresini okursa, ona Zekeriyya, Yahya, Meryem ve Îsa'yı tasdik eden ve yalanlayanların sayısı; bu sûrede zikredilen diğer peygamberlerin sayısı ve dünyada Allah'a dua edenlerin ve etmeyenlerin sayısı kadar onar sevap verilir.

0 ﴿