20 / TÂHÂ

Mekke'de inmiştir. 135 âyettir.

1

 Ta.Ha.

"Tâ Hâ.” Kâlun, İbn Kesîr, İbn Âmir, Hafs ve Ya'kûb aslı üzere bu ikisini tefhîm ile (kalın) okumuşlardır. Ebû Amr ile Verş de yalnız 'yı kalın okumuşlardır. Diğerleri ise imâle etmişlerdir. Bu ikisi harflerin isimlerindendir.

Şöyle de denilmiştir: Bunun manası: Ya Recülü (ey kimse) demektir, bu da Akk kabilesi lehçesidir. Eğer bu doğru ise belki de aslı: Ya Hâza demektir; onda kalp ederek ve kısaltarak tasarruf etmişlerdir. Şu şiiri buna şâhit getirmek zayıftır:

Ta ha (ey kimse) gerçekten sefahet huyunuz,

Kötüdür, Allah melunların ahlakını kutsamasın.

Çünkü kasem olması da câizdir, Meselâ Mîm, layunsarun kavlinde olduğu gibi. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e emir olarak "tah” da okunmuştur ki, yere iki ayağıyla basması istenmiştir. Çünkü o, teheccüt namazında tek ayağı üzerinde dururdu. Aslı ta'dır; hemzesi he'ye kalp olunmuştur ya da yetau'da elife kalp olunmuştur, Meselâ: henakel merteu (otlak sana yaramasın) kavli gibi (aslı heneeke'dir). Sonra ondan emir yapıldı ve ona sekte he'si ilave edildi. Buna göre aslının ta'ha olması muhtemeldir. Elif de hemze'den çevrilmiştir, he de yerden kinayedir. Ancak harf şeklinde yazdması bunu reddeder. Ya recülü tefsiri de böyledir ya da iki kelimeden kısaltmadır, isimleri ile ifade edilmiştir.

2

 Kur'ân'ı sana bedbaht olasın diye indirmedik.

 (Kur'ân'ı sana bedbaht olasın diye indirmedik) bu da taha'nın haberidir, eğer onu mübteda kılarsan. O zaman sûre veya Kur'ân ile te'vil edilmiş olur, Kur'ân lâfzı da ait yerine geçer. Eğer taha'yı kasem kılarsan bu da cevabı olur; onu nida kılarsan, bu da münadası olur. enzelna'yı fiil cümlesi yahut mübtedayı gizleyerek isim cümlesi yaparsan yeni söz başı olur.

Ya da hikâye edilen birtakım harflerdir, manası da şöyledir: Kur'ân'ı sana Kureyş'e aşırı üzüntün den dolayı bitesin diye indirmedik. Çünkü senin görevin tebliğden ibarettir.

Ya da çok riyazat etmek, çok teheccüt kılmak ve bacak üze rinde uzun durmakla yorulman için indirmedik. Şeka (teşka) yorgun luk manasında yaygındır, eşka min raidıl muhri (tayı eğitenden daha yorgun) ve seyyidül kavmi eşkahum (kavmin seyyidi en yorgunudur) sözleri de bundandır. Belki de şeka tabirinin kullanılması, inen şeyin, mutlu olması için indiğini akla getirmesi içindir.

Şöyle de denilmiştir: Bu, kâfirleri red ve yalanlamadır, çünkü onun çok ibâdet ettiğini gö rünce: Sen dinimizi terk etmekle bedbaht olacaksın ve Kur'ân sana bedbaht olasın diye indirildi, dediler.

3

 Ancak korkan kimse için öğüt vermek için.

 (Ancak öğüt vermek için) fakat öğüt vermek için indirilmiştir, müstesna-i munkatı olarak mensûbtur, liteşka'nın mahallinden bedel olması câiz değildir, çünkü iki cins farklıdır; enzelna'nın mef'ûlu olması da câiz değildir, çünkü bir fiil iki illete etki edemez. Bunun aleyke'nin kâfmdan veya Kur'ân'dan hâl yerinde mastar (mef’ûlün mutlak) olduğu da söylenmiştir. Ya mef’ûlün leh'tir, o zaman liteşka Kuran'a sıfat düşen mahzûf bir şeye müteallik olur, yani indirilen Kur'ân'ı tebliğ etmekle yomlasın diye indirmedik, ancak öğüt vermen için indirdik.

"Korkan kimse için” kalbinde korku ve yuf kalık olup da uyarma ile etkilenen kimseyi yahut Allah'ın, korkutma ile çekinececeğini bildiği kimseye öğüt vermen için indirdik. Çünkü ondan istifade edecek odur.

4

 - Yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından azar azar indirilmiştir.

"Tenzilen” gizli fiiliyle yahut yahşâ ile mensûbtur, ya da medih üzere veya tezkireten'den bedel olarak, eğer hâl kılarsan; eğer lâfzan veya manen mef'ûl kılarsan olmaz; çünkü bir şey ne kendi ne de nev'i ile talil edilmez.

"Mîmmen halekal adra vessemavatil ula” bu,

"lehüll esmaül hüsna” kavline kadar Kur'ân'ı indirenin şânım yüceltmektedir. Çünkü fiilleri ve sıfatları makul bir sıra ile zikredilmiştir. Önce âlemin aslı olan yerin ve göğün yaratılması ile başladı; yeri önce zikretti; çün kü hisse en yakın olan odur ve yüksek göklerden önce göze çarpmak tadır. Ulâ, ulya'nın çoğuludur, o da a’'nın müennesidir. Sonra kâinatı var etme ve onu yönetme cihetine işâret etti, bunu da Arş'a yönelmekle yaptı; hükümleri ve takdirleri oradan yürüttü. Sebepleri de hikmetinin gereğine ve dilemesine göre sıra ve miktarla oradan indirip şöyle dedi:

5

 Rahmân Arş'i istiva etti.

6

Göklerdeki, yerdeki, ikisinin arasındaki ve nemli toprağın altındaki şeyler onundur.

"Göklerdeki, yerdeki, ikisinin ara sındaki ve ıslak toprağın altındaki şeyler onundur". Bununla da son suz kudret ve irâdesini göstermek istedi. Kudret irâdeye tâbi olduğu, o da ilimden ayrılmadığı için bunun arkasından onun açık ve gizli şey leri eşit olarak bildiğini sıralayıp şöyle dedi:

7

 Eğer sözü açık söylersen, şüphesiz o, gizliyi de daha gizliyi de bilir.

"Eğer sözü açık söylesen, şüphesiz o, gizliyi de daha gizliyi de bilir” yani Allah'ın zikrini ve duasını açık yapsan, şüphesiz o, sırrı da daha gizlisini de bilir. O da nefsin içinden geçenlerdir. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, zikri ve duayı açık yapmak Allah'a bildirmek (du yurmak) için değildir; bilâkis zikri nefiste tasvir etmek, ona yerleştir mek, onu başka şeylerle meşgul olmaktan alıkoymak ve yalvarma ve yakarma ile kırmaktır. Sonra o, böylece uluhiyet sıfatlarını toplamış olunca, bunların yalnız kendinde bulunduğunu ve gereğini yalnız kendinin yapacağını açıklayıp şöyle dedi:

8

 Allah odur ki, ondan başka ilâh yoktur. En güzel isimler onundur.

"Allah odur ki, ondan başka ilâh yoktur. En güzel isimler onun dur". Mîmmen halekal arda'daki men tenzilen'in sılası yahut bedeli dir. Mütekellim kalıbından gaibe çekilmesi konuşmada sanat yapmak ve indireni iki açıdan büyütmek içindir: İndirmeyi şânı yüce birinin zamirine isnat etmek ve onu celal .ve ikram sıfatlarıyla özelleşen zata nispet etmek. Ve şuna dikkat çekmek içindir ki, ona îman ve itâat et mek vâciptir, zira bu, onun gibi bir ulunun sözüdür.

"Enzelnahu"nûn Cebrâîl'in ve onunla beraber inen meleklerin sözünün hikayesi ol ması da câizdir. Men halaka'mn sıfatı olarak cer lirrahmani de okun muştur, o zaman alel arşis teva mahzûf mübtedanın haberi olur. Eğer rahmân mübteda olarak değil de medih üzere Merfû' olursa yine böyle olur. İkinci haber olması da câizdir. Sera yerin toprak katmanıdır ki, en son tabakasıdır. Hüsna da ahsen'in müennesidir. Allah'ın isimlerinin diğer isimlerden daha güzel olması manalarından dolayıdır, onlar da manalarının en şereflisi ve en faziletlisidir.

9

 Sana Mûsa'nın haberi geldi mi?

"Sana Mûsa'nın haberi geldi mi?” Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'in peygamberliğine giriş yaptıktan sonra arkasından Mûsa kıssasını getirdi ki, peygamberliğin yüklerini taşımada, risaleti tebliğde ve zorluklara dayanmada ona uysun. Çünkü bu sûre ilk inenlerdendir.

10

 Hani, bir ateş görmüştü de ailesine:

"Durun, şüphesiz ben bir ateş gördüm. Belki size ondan bir kor getirir yahut ateş üzerinde bir yol gösterici bulurum” demişti.

 (Hani, bir ateş görmüştü) bu da hadîs lâfzının zarfıdır, çünkü o, hades (olay) demektir ya da üzkür'ün mef'ûlüdür.

Şöyle de denilmiştir: O, annesine gitmek için Şuayb Peygamberden izin istedi. İkisine de salât ve selâm olsun. Ailesiyle çıktı. Tuva vadisine varınca bir oğlan çocuğu doğdu. Soğuk, karlı ve buzlu karanlık bir kış gecesiydi. Cuma gecesi idi, yolunu kaybetmiş, sürüsü dağılmıştı. Birden Tûr tarafından bir ateş gördü. (Ailesine: Durun, dedi) yerinizden ayrılmayın, dedi. Hamze burada ve Kasas'ta vasi hâlinde he'nin zammı ile (li-ehlihumküsu) okumuştur. Kalanlar ise kesri ile okumuşlardır.

"Şüphesiz ben bir ateş gördüm” apaçık gördüm.

Şöyle de denilmiştir: Burada geçen iynâs can yoldaşı olacak birini görmektir.

"Belki size ondan bir kor getiririm” meşale yahut köz.

"

Yahut ateşin üzerinde bir yol gösterici bulurum” bana yolu yahut dinin kapılarını gösteren bir rehber. Çünkü iyilerin fikirleri karşılarına çıkan her şeyde onlara meyyaldir. Bu ikisini elde etmek beklenti hâlinde olduğu için belki, dedi, ateşi görmek ise öyle değildir. Çünkü o gerçek idi. O da bunu kesin söyledi ki, fikren rahat etsinler. Alennari'deki üzerinde olma meselesi ateşi yakanlar başmdalar ya da yakın bir yerdeler demektir. Nitekim Sîbeveyh de: Merertü bizeydin (Zeyd'e uğradım) sözünde: Yakınından geçtim manasınadır, demiştir.

11

 Ona geldiği vakit:

"Ey Mûsa!” diye seslenildi.

"Ona geldiği vakit” yani ateşe geldiği zaman onu yeşil bir ağaçta yanan beyaz bir ateş (akkor) olarak buldu.

"Ey Mûsa” diye seslenildi. (Şüphesiz ben senin Rabbinim) İbn Kesîr ile Ebû Amr feth ile (ennî) diğerleri ise gizli kavl maddesi ile ya da nidayı da o kabüden sayarak kesr ile (innî) okumuşlardır. Zamirin tekrar edilmesi te'kit ve tahkik içindir.

Şöyle de denilmiştir: Seslenilince Mûsa: Konuşan kim, dedi? O da:

12

Şüphesiz ben senin Rabbinim; ayakkabılarım çıkar. Çünkü sen kutsal Tuvâ vâdisindesin.

Şüphesiz ben senin Rabbinim, dedi. İblis ona vesvese verdi, belki de sen şeytanın sözünü işittin, dedi. O da: Ben onun Allah kelâmı olduğunu her cihetten gelmesinden ve bütün azalarımla işit mekten bildim, dedi. Bu da şuna işarettir ki, Mûsa aleyhisselâm Rabbinden doğrudan rûhânî bir kelâm işitti, sonra o kelâm bedenine işledi, sağduyusuna geçti, bütün benliğine nakş olundu.

"Ayakkabılarını çıkar” ona böyle emretmesi, ayak yalınlığının tevâzu ve edep olmasındandır. Bunun içindir ki, eskiler ayakkabısız dolaşmıştır.

Şöyle de denilmiştir: Çünkü ayakkabıları necis, tabaklanmamış merkep derisinden idi.

Şöyle de denilmiştir: Kalbini aileden ve maldan boşalt.

"Çünkü sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin". Bu da o bölgeye hürmet etmenin gerekçesidir. Mukaddes lâfzının iki manaya (ism-i mef'ûl ve ism-i mekâna) ihtimali vardır.

"Tuvâ” vadinin atıf beyanıdır, İbn Âmir onu mekânla te'vil ederek tenvinle okumuştur.

Şöyle de denilmiştir: O, sünen gibidir; tayy'den nûdiye'nin yahut mukaddes'in mef'ûlu mutlakıdır yani nûdiye nidâeyni (iki kere nidâ edildi) yahut iki kere takdis edildi, demektir.

13

 Ben seni seçtim; sen de vahyolunanı dinle.

"Ben seni seçtim” seni peygamberlik için beğendim, Hamze: Ve inna ihternake okumuştur.

"Sen de vahyolunanı dinle” sana vahiy edileni yahut vahiy için demektir. Lâm'ın her iki fiile de taalluku mümkündür.

14

 Şüphesiz ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Sen de bana ibâdet et ve beni anmak için namazı dosdoğru kıl.

 (Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka ilâh yoktur. Sen de bana ibâdet et) bu da yûha'dan bedeldir ve şunu göstermek tedir ki, o, ilmin sonu olan tevhidi ve amelin kemali olan ibâdet em rini tespit ile sınırlıdır.

"Ve beni anmak için namazı dosdoğru kıl” onu özellikle zikredip tek başına emretmesi, namaz kılmanın illetini göstermek içindir. O da mabudu hatırlamak, kalbi ve dili onun zikri ile meşgul etmektir. Şöyle denilmiştir: Lizikrî onu kitaplarda zikretti ğim ve emrettiğim için demektir ya da seni medih ile anmam için ya da özellikle beni zikretmen için; gösteriş yapmak benim zikrimi başkasıyla karıştırmak için değil.

Şöyle de denilmiştir: Zikrimin vakitleri için kıl, o da namaz vakitleridir ya da namazımı hatırladığın için kıl, demektir. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Kim uyur veya unutur da bir namazı kılamazsa onu hatırladığı zaman kıl sın. Çünkü Allahü teâlâ: Namazı beni hatırladığın için kıl, buyurmuştur.

15

 Şüphesiz kıyâmet gelecektir. Onu neredeyse saklıyorum ki, herkes çalıştığı şey ile cezalandırılsın.

"Şüphesiz kıyâmet gelecektir” mutlaka kopacaktır.

"Onu neredeyse saklıyorum ki,” onun vaktini gizlemek istiyorum yahut onu gizlemeye yaklaşmak istiyorum; gelecektir demiyorum; eğer haber vermede lütuf ve mazeretleri sona erdirme olmasaydı onu haber vermezdim.

Ya da neredeyse onu açıklayacağım demektir. Çünkü ahfahu gizliliği kaldırmak demektir. Feth kırâati de bunu teyit eder ki, o da hafahu (açıkladı) lâfzından gelir. (Herkes kazandığı şey ile cezalandırılsın) bu da atiyetün'e ya da son manaya göre uhfiha'ya mütealliktir.

16

 Ona îman etmeyen ve keyfine uyan kimse seni ondan çevir mesin. Sonra helâk olursun.

"Seni ondan çevirmesin” kıyâmeti tasdik etmekten yahut na mazdan "ona îman etmeyen” kafiri, Mûsa aleyhisselâm'ı ondan çevir mekten men ediyor. Maksat da onu çevrilmekten men etmektir, me sela: Seni burada görmüyorum (görmeyeyim) sözü gibi. Bu da şuna dikkat çekmektedir ki, onun fıtrat-ı selimesi eğer hâli üzere bırakılsa idi, onu seçerdi ve ondan yüz çevirmezdi. O dininde sağlam olmalıdır. Çünkü kafirin onu çevirmesi ondaki zafiyetten dolayıdır.

"Ve keyfine uyan” nefsinin maddî ve eksik zevklerine uyup da başka şeylere bakan kimse seni ondan çevirmesin.

"Sonra helâk olursun” onun çevirme siyle çevrilmekle uçuruma yuvarlanırsın.

17

 Ey Mûsa, o sağ elindeki nedir?

 (O nedir) ondaki acayiplikleri göstermek için uyarma manasını içeren bir sorudur. (Sağ elindeki) bu da işaretteki manadan hâl’dir. Tükenin sıfatıdır da denilmiştir.

"Ey Mûsa” ısındırmak ve dikkatini çekmek için tekrardır.

18

 Mûsa dedi: O, asanıdır. Ona yaslanırım ve onunla koyunları yaprak silkerim. Benim onda başka ihtiyaçlarım da var.

"Mûsa dedi: O asamdır” Hüzeyl lehçesiyle asayye de okunmuştur.

"Ona yaslanırım” yorulduğum yahut sürünün başında du rurken ona dayanırım.

"Onunla koyunlarıma yaprak silkerim” koyunlarıma yaprak düşürürüm. Ehişşü de okunmuştur ki, ikisi de heşşel hubzu'dan gelir ki, ekmek kuruduğu için kırılmaktır. Hess'ten sin ile de okunmuştur ki, o da koyunları azarlamaktır.

"Onda başka ihtiyaçlarım davar” Meselâ yürüdüğü zaman omzuna koyup üzerine su kabını as mak, çatallarında çakmak çakmak, üzerine abasını atıp gölgelenmek, ip kısa olduğu zaman ilave edip su çekmek, canavar saldırdığı zaman onunla müdafaa etmek gibi. Sanki Mûsa aleyhisselâm sorudan asa nın gerçeği ve göreceği işler sorulduğunu anlamış gibidir. Sonunda ondan bu gerçek hilafına şeyler gördüğü ve başka harikalar hissettiği zaman - Meselâ çatalının gece mum gibi yanması, su çekeceği zaman kova olması, kuyunun derinliğine göre uzaması, düşman gördüğü zaman onunla savunması, yere saplamakla suyun kaynaması, çekmekle suyun çekilmesi, istediği zaman dikmekle yaprak ve meyve vermesi gibi - Bilsin ki, bunlar açık ve karşı konulmaz mu'cizelerdir. Allah onları Mûsa için meydanagetirmiştir, yoksa onun özelliklerinden değildir. O sebeple gerçeğini ve faydalarını özet ve uzun olarak zikretmiştir. Bu da onun sopa cinsinden olduğunu; emsalleri gibi faydalar sağladığını göstermek içindir. Tâ ki, cevabı anladığı maksada uygun olsun.

19

 Dedi: At onu, ey Mûsa!

20

Onu attı; baktı ki, o, koşan bir yılandır.

Onu atınca sopa kalınlığında sarı bir yılana döndü, sonra şişti ve büyüdü. Onun içindir ki, ona bazen esas hâline bakarak küçük yılan, bazen de sonuç itibarı ile ejderha demiştir. Bazen de her iki hâle uyacak şekilde hayye (yılan) demiştir.

Şöyle de denilmiştir: Ejderha gibi iri ve küçük yılan gibi çevik idi, bunun içindir ki, keenneha cânnün demiştir.

21

Dedi: Tut, onu. Korkma. Biz onu ilk hâline döndüreceğiz.

"Dedi: tut onu. Korkma” çünkü onun koşan ve taşı ve ağacı yutan bir yılan olduğunu görünce korktu ve ondan kaçtı.

"Biz onu ilk hâline döndüreceğiz” eski durum ve şekline demektir. Siyret seyr'den filet veznindedir, mecazen yol ve usule denilmiştir. Harf-i çerin hazfi ile mensûbtur ya da eâde, âdehu'dan menkuldür, o da âde ileyhi demektir.

Ya da zarf olarak yahut mukadder fiiliyle mensûbtur, yani sinüîdüha bade zehabiha tesiyrü siyretehel ula demektir ki, ondan es kisi gibi yararlanırsın demektir.

Şöyle de denilmiştir: Rabbi ona böyle deyince rahatladı, öyle ki, elini yılanın ağzına soktu ve sakalından tuttu.

22

Elini koynuna sok da bir kötülük olmadan başka bir mu'cize olarak bembeyaz çıksın.

"Elini koynuna sok” bazunun altındaki koynuna, insanın her iki yanına cenahan denilir, Meselâ askerin cenahı (kanadı) gibi. Bu da kuşun iki kanadından istiare edilmiştir. Böyle denilmesi kuşun uçar ken meyletmesindendir.

"Bembeyaz çıksın” nûr saçar gibi,

"bir kötü lük olmadan” afet ve çirkinlik olmadan, bundan baras (alaca) hasta lığı kinaye edilmiştir, tıpkı avret yerinden sev'e ile kinaye edildiği gibi. Çünkü insan tabiatı ondan tiksinir ve ondan nefret eder. (Başka bir mu'cize olarak) ikinci bir mu'cize olarak, bu da tahruc'un zamirinden hâl’dir, Meselâ beydâe gibi, ya da beydâe'nin zamirinden hâl’dir yahut huz veyahut duneke izmar ederek memldur.

23

Sana en büyük âyetlerimizden birini gösterelim, diye.

(Sana en büyük âyetlerimizden gösterelim, diye) bu da muzmara yahut Âyetin veya kıssanın delâlet ettiği şeye mütealliktir yani bunları delâlet ettik yahut bunları yaptık ki, sana gös terelim demektir. Kübra da ayatina'nın sıfatıdır yahut nüriyeke'nin mef'ûlüdür, min ayatina da ondan hâl’dir.

24

Fir'avn'e git; çünkü o, azgınlaştı.

 "Fir'avn'e git” bu iki mu'cize ile ve onu ibâdete davet et,

"çünkü o, azgınlaştı” isyan etti ve kibir tasladı.

25

Mûsa dedi: Rabbim, bana göğsümü aç.

"Mûsa dedi: Rabbim, bana göğsümü aç.". Allah ona büyük işi ve ağır şeyi emredince, ondan göğsünü açmasını ve kalbini genişletmesini istedi ki, ağır yükleri kaldırsın ve zorluklarına tahammül etsin, üzerine inecek âyetleri alsın. Sebepler yaratarak ve engelleri kaldırarak işini kolaylaştırsın.

26

“ İşimi bana kolaylaştır.”

"Bana” demesinin faydası da, açılan ve kolaylaştırılan şeyi önce kapalı hâle getirip sonra da te'kit ve mübalağa etmek için göğsü ve işi zikrederek onu ortadan kaldırmaktır.

27

Dilimden düğümü çöz ki,

Âyetin tefsiri için bak:28

28

Sözümü anlasınlar.

"Dilimden düğümü çöz ki, sözümü anlasınlar” tebliğ de ancak beliğ (düzgün konuşan)dan güzel olur. Mûsa aleyhisselâm’ın dilinde tutukluk vardı, o da ağzına soktuğu bir kordan olmuştu. Şöy le ki, bir gün Fir'avn onu kucağına aldı, o da sakalından tutup yoldu. Fir'avn kızdı ve öldürülmesini emretti. Karısı Asiye: O bir çocuktur, közle yakutu ayıramaz, dedi. Bu ikisini önüne koydular, o da közü alıp ağzına koydu. Belki elindeki beyazlık ondan kalmıştır.

Şöyle de denilmiştir: Eli yandı, Fir'avn onu tedavi etmek istedi, iyi olmadı. Sonra kendisi dua edince Fir'avn: Sen hangi rabbe dua ediyorsun, dedi. O da: Senin aciz kalıp da elimi iyi edene, dedi. Dilindeki tutukluğun tamamen gidip gitmediğinde ihtilâf edilmiştir. Kim, gitti derse, "ey Mûsa, isteğin yerine getirildi” (Tâhâ: 36) ayetine tutunur. Kim de gitmedi derse "o (Hârûn) benden daha düzgün konuşur” (Kasas: 34) ile "neredeyse meramını anlatamıyor” (Zuhrûf: 2) âyetlerini delil getirir ve birinciye şöyle cevap verir: O dilindeki düğümün tamamen çözülmesini istemedi, ancak anlaşılmasına mani olan için istedi. Bunun içindir ki, onu nekire kılmış ve yefkahu'yu da emrin cevabı yapmıştır. Min lisanî de ukdeten'in sıfatı da olabilir, uhlul'ün sılası da olabilir.

29

Bana ailemden bir vezir ver.

Âyetin tefsiri için bak:30

30

Kardeşim Hârûn'u.

"Bana ailemden bir vezir ver, kardeşim Hârûn'u". Bana yüklediğin görevde yardım etsin. Vezir ya vizr'den (yükten) gelir, çün kü o Emir'in (Sultan'm) yükünü taşır ya da vezer'den gelir ki, o da sı ğmaktır. Çünkü Sultanın görüşü alınır ve işlerinde ona sığınılır. Müvazere de bundandır ki, aslı ezir'dir, ezer'den (kuvvetten) gelir. O da faîl veznindedir, aşîr ve celîs gibi. Muvazir'deki gibi hemzesi vâv'a kalb edilmiştir.

"İcal"in iki mef'ûlu veziren ile Hârûn'dur, ikincisinin takdim edilmesi öneminden dolayıdır.

"Lî” de sıladır ya da hâl’dir.

Ya da iki mef'ûl lî ile veziren'dir, Hârûn da vezir'in atıf beyanıdır.

Ya da iki mef'ûl veziren ile min ehli'dir, lî de açıklama içindir, Meselâ "velem yekûn lehu küfüven ahad” (İhlas; 4) âyetinde olduğu gibi. Ahî de bu ihtimallere göre Hârûn'dan bedeldir ya da mübteda’dır, haberi de:

31

Onunla arkamı kuvvetlendir.

Âyetin tefsiri için bak:32

32

Onu işime ortak et ki,

 (Onunla arkamı kuvvetlendir. Onu işime ortak et) kavlidir. Bu da emir kalıbıdır. İbn Âmir bu ikisini emrin cevabı olarak haber (fiil) lâfzı ile okumuştur.

33

Seni açıkça tesbih edelim.

Âyetin tefsiri için bak:34

34

Seni açıkça zikredelim.

"Seni çokça tesbih edelim ve seni çokça zikredelim". Çünkü yardımlaşma isteği kabartır ve hayrın çoğalmasına ve artması na götürür.

35

Şüphe yok sen bizi gören idin.

"Şüphe yok ki, sen bizi gören idin” hâllerimizi ve yardım laşmanın bizi ıslah edeceğini, Hârûn'un da bana emrettiğin şeyde ne güzel yardımcı olduğunu bilirsin.

36

Dedi: Ey Mûsa, gerçekten isteğin sana verilmiştir.

"Dedi: Ey Mûsa, gerçekten isteğin sana verilmiştir” sü'l fu'l veznindedir, mef'ûl manasınadır, hubz ve ükl gibi ki, mahbuz ve me'kul manasınadır.

37

Yemin olsun ki, sana bir defa daha lütfetmiştik.

"Yemin olsun ki, sana başka bir defa daha lütfetmiştik” yani sana başka bir vakitte de nimet vermiştik.

38

Hani, annene vahyolunanı vahyetmiştik.

"Hani, annene vahyetmiştik” ilham ile yahut rüyada yahut o vakitteki peygamberin dili ile yahut da melekle - peygamberlik vahyi ile değiltıpkı Meryem'e vahyettiği gibi.

"Vahyolunanı” ancak vahiyle bilinen şeyleri ya da şânı büyük ve önemli olduğu için vahyedilmeyi değen ve ona halel getirmeyen şeyi demektir.

39

Onu tabuta koy; onu denize at; deniz de onu sahile atsın da onu benim de düşmanım, onun da düşmanı alsın. Sana benden bir sevgi bıraktım ve gözümün önünde yapılasın (büyütülesin) diye.

 (Onu tabuta koy, diye) bienikzifihi yahut ikzifihi demektir. Çünkü vahiy de kavl (söz) manasınadır.

"Onu denize at” kazf atmak için de koymak için de denilir, Meselâ "Kalplerine korku saldı” (Ahzab: 26) âyetinde olduğu gibi. Remy de öyledir, Meselâ: Gulamun remahullahu bilhusni yafian (Allah bütün güzelliği o gence vermiş) sözünde olduğu gibi.

"Onu deniz de sahile atsın” denizin onu sahi le atması mutlaka olması gereken bir şey lduğu - çünkü ona Allah'ın irâdesi taalluk etmiştir - ve deniz de iyiyi kötüyü ayıran uysal bir kul gibi kabul edildiği için ona böyle emretmiş, cevap da emir tarzında verilmiştir. En iyisi bütün zamirlerin Mûsa'ya gönderilmesidir, çünkü nazma riayet gerekir. Denize atılan ve sahile çıkarılan her ne kadar biz zât tabut / sandık ise de dolayısı ile Mûsa'dır.

"Onu benim de düşmanım, onun da düşmanı alsın” düşman, mübalağa için tekrar edilmiştir ya da birincisi o andaki düşmandır, ikincisi de beklenen düşmandır.

Şöyle de denilmiştir: Annesi sandığın içine pamuk koydu, çocuğu da içine yatırdı, sonra da sandığı ziftleyip denize attı. Denizden (Nil'den) de Fir'avn'in bahçesine bir kanal vardı, su bebeği oraya sürükledi, o da onu bahçedeki havuza attı. Fir'avn de havuz başında karısı Asiye bint Müzahim ile oturuyordu. Onun çıkarılmasını emretti, açıldı, baktılar ki, ay parçası gibi bir çocuk. Onu çok sevdi, nitekim Allahü teâlâ:

"Sana benden bir sevgi bıraktım” buyurmuştur. İnsanların kalplerine koydum, öyle ki, seni gören ayrılığına sabredemezdi.

"Minnî” lâfzının elkaytü'ye müteallik olması da câizdir yani seni sevdim, kimi de Allah severse, bütün kalpler de onu sever. Dış anlama göre deniz onu sahile yani kı yısına atmıştır, çünkü su onu kazar, bebek de oradan alınmıştır. An cak sahilin kanalın ağzı olma ihtimali de vardır.

"Gözümün önünde yapılasın, diye” büyütülesin, sana iyilik edile, ben de seni gözetleye yim. Velitusnaa gizli bir illete atıftır Meselâ liyutaattafa aleyke gibi ya da illete bağlı gizli bir fiile mütealliktir, Meselâ faaltü Zâlike gibi. Emir olarak lâm'ın kesri ve sükûnu, ayn'ın da cezmi ile (veli tusna',ltusna) ve nasb ve te'nin fethi ile de (velitasnaa) da okunmuştur. Yani yaptığın gözümün önünde olsun ki, emrime muhalefet etmeyesin demektir.

40

Hani, kız kardeşin yürüyor:

"Ona kefil olacak birini size gös tereyim mi?” diyordu. Seni annene götürdük ki, gözü aydın olsun ve üzülmesin. Sen bir adam öldürmüştün. Biz de seni sıkıntıdan kur tarmış ve bir deneme ile denemiştik. Medyen halkı arasında yıllarca kalmıştın. Sonra bir takdir üzerine gelmiştin, ey Mûsa!

 (Hani kızkardeşin yürüyordu) elkaytü'nûn yahut litusnaa'nın zarfıdır ya da iz evhayna'nın bedelidir, çünkü on dan geniş çaplı bir zaman murat edilmiştir.

"Ona kefil olacak birini size haber vereyim mi, diyordu?” zira Mûsa sütannelerin memelerini kabul etmiyordu. Kız kardeşi Meryem onun haberini araştırmak için geldi, memesini kabul edecek bir sütanne aradıklarını gördü: Sizi biri lerine götüreyim mi dedi, annesine götürdü; o da memesini kabul etti.

"Seni annene döndürdük ki, gözü aydın olsun” sana kavuşmakla "ve üzülmesin” senden ayrılmakla ya da sen ondan ve şefkatinden mah rum kalmakla üzülmeyesin.

"Sen bir adam öldürmüştün” İsrâîlli'ye karşı yardım isteyen Kıpti'yi.

"Biz de seni sıkıntıdan kurtarmıştık” Allah'ın azabından ve Fir'avn'in kısasından korkarak üzülmenden seni bağışlamak ve Medyen toprağına hicret etmekle güvene kavuşturarak kurtarmıştık.

"Seni çeşitli denemelerle denemiştik". Çeşitli belala ra maruz bırakmış ya da değişik imtihanlara tâbi tutmuştuk. Fûtun fetn'in ya da te'yi dikkate almayarak fitne'nin çoğuludur, Meselâ hücze ve büdre'nin çoğulunda hucûz ve budur denildiği gibi. Seni arka arkaya kurtarmıştık. Bu da vatanından ayrılırken ve dostlarını terk ederken başına gelen şeylerin özetidir. Tedirgin olarak yaya yürümek, azık temin edememek, işçi durmak vb. gibi şeyler de buna dahildir.

Ya da bunlar ve yukarıda anılanlar demektir.

"Medyen halkı arasında yıllarca kalmıştın” orada iki süreden en uzununu doldurarak on yıl kalmıştın. Medyen Mısır'a sekiz konaklık mesafede bir ülkedir.

"Sonra bir takdir üzerine geldin” seninle konuşmak ve seni ileri de gitmeyen ve geri de kalmayan bir vakitte peygamber yapmam için.

Ya da pey gamber olacağın yaşta demektir.

"Ey Mûsa” bu da kıssanın bittiğini göstermek için her kıssadan sonra tekrar edilmiştir.

41

Seni kendim için yaptım.

"Seni kendim için yaptım” seni sevgim için seçtim. Onu kralın onurlandırmak ve gözde kılmak için kendine yaklaştırdığı kim seye benzetmiştir.

42

Sen ve kardeşin mu'cizelerimle gidin, zikrimde gevşeklik etmeyin.

"Sen ve kardeşin âyetlerimle gidin” mu'cizelerimle,

"gevşeklik etmeyin” zayıflık göstermeyin, kusur etmeyin. Te'nin kesri ile "tiniya” da okunmuştur "zikrimde” nerede olursanız beni unutma yın.

Şöyle de denilmiştir: Zikrimi tebliğde ve bana davette gevşeklik etmeyin.

43

İkiniz de Fir'avn'e gidin; çünkü o, azdı.

"İkiniz de Fir'avn'e gidin, çünkü o, azdı” yukarıda Mûsa aleyhisselâm'a tek başına gitmesini emretti, burada ise kardeşiyle be raber gitmesini buyurdu, onun için tekrar yoktur. Şöyle de denilmiş tir: Hârûn'a Mûsa ile buluşmasını vahyetti.

Şöyle de denilmiştir: O da Mûsa'nın geldiğini işitti, onu karşılamaya çıktı.

44

Varın da ona belki dinler veya korkar diye yumuşak dille söyleyin.

"Ona yumuşak söz söyleyin” Meselâ "arınmak ister misin? Seni Rabbine hidâyet edeyim mi” (Naziat: 19) gibi. Çünkü bu, arz ve istişare mahiyetinde bir davettir. Ahmaklık edip de size saldırmasın.

Ya da üzerinde büyütme hakkı vardır. (Fir’avun’un sarayında büyütülmüştü.)

Şöyle de denilmiştir: Mûsa ona künyesi ile hitap etmiştir. Onun üç künyesi vardı: Ebul Abbâs, Ebul velit ve Ebû Mürre.

Şöyle de denilmiştir: Ona arkasında ihtiyarlık olmayan gençlik ve ölüm dışında zeval bulmayacak mülk vaat et.

(Belki o öğüt alır yahut korkar) bu da izheba'ya ya da kûlâ'ya bağlıdır yani işe umut ve reca ile başlayın, belki sonuç verir de gayretiniz boşa gitmez. Çünkü umutlu çalışkandır, umutsuz ise tembeldir. Îman etmeyeceğini bildiği hâlde o ikisini göndermenin ve çabalarının faydası; onu delille susturmak, mazereti kesmek, bu arada geçecek olan mu'cizeleri göstermek, gerçekleri düşünmeye sevk etmek, dolayısıyla korkutmaktır. Onun içindir ki, birincisi öne alınmıştır yani doğruluğunuzu kabul etmez ve aklını başına almazsa da en azından düşünceye dalar da korkar demektir.

45

İkisi dediler: Ey Rabbimiz, onun bize hemen kötü bir şey yapmasından yahut taşkınlık etmesinden korkuyoruz.

"İkisi dediler: Ey Rabbimiz, onun bize hemen bir kötülük yap masından yahut taşkınlık etmesinden korkuyoruz". Bize acele azâp etmesinden; daveti bitirmeyi ve mu'cize göstermeyi beklemeden böy le yapmasından korkuyoruz. Bu da farata'dan gelir ki, önde gitmektir, farıt da bundandır, feresun faratun da atları geçen attır. Afrattuhu'dan yufrıta da okunmuştur ki, birini acele ettirmektir yani kibir yahut mülk korkusu veyahut insan veya cin şeytanının sürüklemesiyle bize ace le ile azâp etmesinden korkuyoruz. İfrat'tan yufrata da okunmuştur ki, işkence etmektir.

"

Yahut taşkınlık etmesinden” ya da aşırı taşkınlık edip de cesaretinden ve kalbinin katılığından dolayı senin hakkında yakışıksız şeyler söylemesinden korkuyoruz. Taşkınlığı genel söylemeleri hüsn-ü edeplerindendir.

46

Dedi: Korkmayın; şüphesiz ben sizinleyim, işitir ve görürüm.

"Dedi: Korkmayın; şüphesiz ben sizinleyim” muhafazam ve yardımımla "işitir ve görürüm” sizinle onun arasında geçen söz ve işleri. O zaman şerrini sizden def edecek ve size yardımımı getirecek şeyi yaparım. Hiçbir şey takdir edilmeyip şöyle mana vermek de câizdir: Şüphesiz ben sizin koruyucunuzum; sizi dinler ve görürüm.

47

Hemen ona gidin; ona: Biz Rabbinin sana peygamberleriyiz; İsrâîl oğullarını bizimle gönder, onlara işkence etme. Sana Rabbinden bir mu'cize getirdik. Doğruya uyana selâm olsun, deyin.

"Hemen ona gidin; ona: Biz Rabbinin sana peygamberleriyiz; İsrâîl oğullarını bizimle gönder; onlara işkence etme, deyin". Zor işlerde çalıştırmak ve oğlan çocuklarını öldürmekle. Çünkü onlar Kıptilerin ellerinde idiler, onları ağır işlerde çalıştırır ve kullanırlardı. Erkek çocuklarını iki yılda bir öldürürlerdi. Gelmenin arkasından bunu söylemesi şuna delildir ki, mü'minleri kâfirlerden kurtarmak onları îmana davet etmekten daha önemlidir. Bunun davette aşamaya riayet için olması da câizdir.

"Sana Rabbinden bir mu'cize getirdik” daha önce geçen risalet davasını tespit eden cümledir. İki mu'cize olduğu hâlde tekil getirmesi, maksat davanın delille ispat edilmesidir, delilin birlik veya çokluğuna işâret etmek değildir. Şu âyetlerde de öyledir:

"Size bir mu'cize getirdim” (Al-i İmran: 49). "Bir mu'cize getir” (Şuarâ': 154) ve "size açık bir mu'cize getirsem de mi?” (Şuarâ': 30). "Doğruya uyana selâm olsun” meleklerin ve cennet hazinlerinin selamı doğru yolda olanların üzerine olsun yahut iki dünyada selamet onlara olsun.

48

Gerçekten bize vahyolundu ki, şüphesiz azâp, yalanlayan ve sırt çevirenin üzerinedir.

"Gerçekten bize vahyolundu ki, şüphesiz azâp, yalanlayan ve sırt çevirenlerin üzerinedir” müşriklerin azâbı peygamberleri yalan layanların üzerinedir. Nazmın bozulup tehdit ve tekidin açıklanması, işin başında tehdidin yararlı ve gerçeğe daha uygun olmasındandır.

49

Fir'avn dedi: Sizin Rabbiniz kim, ey Mûsa?

"Fir'avn dedi: Sizin Rabbiniz kimdir, ey Mûsa?” yani ikisi ona geldikten sonra ve ona Allah'ın emrini dedikten sonra. Belki de bu, durumdan anlaşıldığı için söylenmemiştir. Çünkü muti bir kimse em redilen şeyi mutlaka yerine getirir. Mûsa aleyhisselâm kast edildiği hâlde ikisine hitap edilmesi onun asıl, Hârûn'un da vezir ve yardımcı olmasındandır ya da onun dilinde tutukluk olduğunu ve kardeşinin de güzel konuştuğunu bildiği içindir. Böylece onu susturmak istemiş tir.

"Ben mi yoksa bu meramını ifade edemeyen mi daha hayırlıdır?” (Zuhrûf: 52) kavli de bunu göstermektedir.

50

Dedi: Rabbimiz odur ki, her şeye yaratılışını verdi, sonra da yol gösterdi.

"Mûsa dedi: Rabbimiz odur ki, her şeye verdi” her çeşit şeye "yaratılışını” onun için mümkün olan en mükemmelini verdi ya da mahlukata muhtaç oldukları ve yararlanacakları her şeyi verdi. Muzâfm ileyhin yahut şaz olarak muzaûn sıfatı olarak halakahu da okun muştur, o zaman ikinci mef'ûl mahzûf olur yani a'ta külle mahlukm yuslihuhu demek olur.

"Sonra da yol gösterdi” verdiği şeylerden nasıl yararlanacağını ve onunla hayatını nasıl sürdüreceğini ve kemale ere ceğini öğretti, bu da ya irâdesi iledir ya da doğal olaraktır. Bu da kısa olduğu ve derece derece bütün varlıkları içine aldığı için gayet veciz bir cevaptır ve şuna delâlet etmektedir ki, bizzat zengin ve güçlü olan, mutlak olarak nimet veren Allahü teâlâ'dır, ondan başka her şey zatın da, sıfatlarında ve fiillerinde ona muhtaçtır. Bunun içindir ki, kâfir lal oldu, kömür gibi kap kara kesüdi, lafı değiştirmek zorunda kaldı ve:

51

Dedi: İlk nesillerin hâli nedir?

"İlk nesillerin hâli nedir, dedi?” öldükten sonra mutluluk veya bedbahtlık bakımından hâlleri nedir?

52

Dedi: Onların ilmi Rabbimin yanında bir kitaptadır. Rabbim şaşmaz da unutmaz da.

"Dedi: Onların ilmi Rabbi min yanındadır” yani o gâiptir, onu ancak kendisi bilir; ben de senin gibi bir kulum, ancak bana haber verdiği şeyi bilirim.

"Bir kitaptadır” Levh-i Mahfûz'da tespit edilmiştir. Bunun, Allah'ın kesin ilmindeki şeyi alimin bildiği ve yazıya geçirdiği şeye misal olması da câizdir.

"Rabbim şaşmaz da unutmaz da". Şaşmak (dalâl) bir şeyin yerini şaşı rıp bulamamaktır. Unutmak da bir şeyi aklından gittiği için hatırlayamamaktır. Bu ikisi zâtı ile bilen Allah için imkânsızdır. Fir'avn'in böyle sorması Allah'ın her şeyi bümesine ve ayrıntılarına kadar inip özellik lerini ortaya koymasına müdahale manasına da gelebilir. Çünkü bu, eşyayı bütün ayrıntılarıyla bilmeyi gerektirir. Eski nesiller de çok olduklarından, uzun süre yaşadıklarından ve çok uzaklarda oldukların dan Allah onları, parçalarını ve hâllerini nasıl bilecektir? Cevabın nası da şöyledir: Allah'ın ilmi bütün bunları kuşatmıştır, bunlar onun yanında tespit edilmiştir; o şaşmaz da unutmaz da.

53

O ki, yeri sizin için beşik kıldı. Size orada yollar açtı. Gökten su indirdi. Onunla çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.

"Ellezi ceala lekümül arda” bu da mermdur, Rabbinin sıfatıdır ya da mahzûf mübtedanın haberidir veyahut medih üzere mensûb tur. Kûfeliler burada ve Zuhrûf sûresinde mehden okumuşlardır ki, kelmehdi demektir yani onu beşik gibi kullanırsınız demektir. O (mehd) mastardır, isim olarak kullanılmıştır. Diğer kurralar ise mihaden oku muşlardır, o da döşek gibi serilen şeyin ismidir ya da mehd'in çoğulu dur. Nebe' sûresindekinde ise ihtilâf etmemişlerdir.

"Size orada yollar açtı” dağların, derelerin ve kırların arasında yollar açtı, onlarla bir yer den bir yere gidersiniz, menfaatlerinden istifade edersiniz.

"Gökten su indirdi, onunla çıkardık” gâipten mütekillem kalıbına geçti, bu da Allahü teâlâ'nın kelâmını hikâye etmek içindir. Ve şuna dikkat çekmek içindir ki, bunlar onun kemal-i kudret ve hikmetini göstermektedir; eşya da onun irâdesine boyun eğmektedir. Bütün benzerleri de bu şe kildedir, Meselâ şu âyetler gibi:

"Görmedin mi Allah gökten su indirdi; onunla renkleri farklı meyveler çıkardık” (Fatır: 27). "Onlar mı hayırlı, yoksa gökleri ve yeri yaratan ve size gökten su indiren Allah mı? Biz o su ile bahçeler çıkardık” (Neml: 60). (Çiftler) sınıflar demektir, bu denilmesi birleşmelerinden ya da birbirlerine girmelerindendir.

"Min nebatin” bu da ezvacen'in açıklaması yahut sıfatıdır.

"Şetta” da öyledir, bunun "Nebatin"in sıfatı olma ihtimali de vardır, çünkü aslın da mastardır, onda tekil de çoğul da birdir. O şetît'in cem'idir Meselâ merîd ve marda gibi. Manası da şekilleri, maksatları ve menfaatleri değişiktir demektir. Kimisi insanlara uyar kimisi de hayvanlara. Bunun içindir ki:

54

Yiyin ve hayvanlarınızı otlayın. Şüphesiz bunda akıl sahip leri için ibretler vardır.

 (Yiyin ve hayvanlarınızı otlatın) buyurmuştur. Bu da feahrecna'daki zamirden hâl’dir, bunda kavl maddesi takdir edilmiştir. Yani onlara çeşitli bitkiler çıkardık, yiyin ve Hayy vanlarınızı otlatın, dedik.

Mana da şöyledir: Bunları sizin yemeniz ve hayvanlarınıza da yem olmak üzere hazırlayarak ve buna izin vererek.

"Şüphesiz bunda akıl sahipleri için ibretler vardır” bâtıla uymayı ve çirkin şeyleri yapmayı men eden akıl sahipleri için. Nüha, nühye'nin çoğuludur.

55

Sizi ondan yarattık. Ona döndüreceğiz ve sizi başka bir defa ondan çıkaracağız.

"Sizi ondan yarattık” çünkü toprak ilk atalarınızın aslıdır ve bedenlerinizin de ilk maddesidir.

"Ona döndüreceğiz” öldürmek ve cüzleri dağıtmakla.

"Ve sizi başka bir defa da ondan çıkaracağız” da ğılıp toprağa karışan parçalarınızı eski suretinde ve ruhlarını onlara iade ederek derlemekle.

56

Yemin olsun, biz ona bütün âyetlerimizi gösterdik; o ise yalan ladı ve diretti.

"Yemin olsun, biz ona âyetlerimizi gösterdik” onları kendisine gösterdik yahut doğruluğunu tanıttık "bütün âyetlerimizi” bu da nevi lerin kapsamını yahut fertlerin kapsamını tekittir, şu demektir ki, âyet lerimizden murat edilen belli olandır ki, onlar da Mûsa aleyhisselâm'a hâs olan dokuz mu'cizedir.

Ya da Mûsa aleyhisselâm ona önce âyetleri gösterdi, kendine verilen diğer mu'cizeleri de saydı.

"O ise yalanladı” aşırı inadından dolayı Mûsa'yı yalanladı "ve diretti” inadından dolayı îman ve itâat etmemede.

57

Fir'avn dedi: Bizi sihrinle yerimizden çıkarman için mi gel Dîn, ey Mûsa?

"Fir'avn dedi: Bizi yerimizden çıkarman için mi geldin” Mısır toprağından,

"sihrinle, ey Mûsa?” bu da oyalanma ve şaşırmasıdır, onun gerçek olduğunu bildiğinin delilidir, öyle ki, bu yüzden mül künden korktu. Çünkü sihirbaz kendi gibi bir hükümdarı yerinden çıkaramaz.

58

Biz de sana mutlaka aynı sihri getireceğiz. Bizimle senin aranda bizim de senin de şaşırmayacağımız orta bir yerde belli bir vakit kıl / tespit et.

"Biz de sana aynı sihri getireceğiz” benzer sihri demektir,

"aramızda belli bir vakit tespit et” burada geçen mev'iden mastardır, vaat demektir, çünkü "ne senin ne de bizim şaşırmayacağımız (dönmeyeceğimiz)buyurmuştur. Zira dönmek zamana ve mekâna uygun düşmez.

"Mekânen süva” bu da mastarın delâlet ettiği bir fiille man suptur, onunla (mastarla) değil. Çünkü o mevsûftur.

Ya da ona muzâf mekân takdiri ile mev'iden'den bedeldir, buna göre

59

Mûsa dedi: Sizin belli vaktiniz süs (bayram) günü ve insanların kuşluk vaktinde toplanmasıdır.

"Kâle mev'idüküm yevmü’z-ziyneti"deki cevabın uygunluğu ancak mana bakımından olur. Çünkü ziynet günü belli ve halkın toplandığı bir günü gösterir.

Ya da

birinciye göre misi izmar etmekle bedel olur Meselâ mislü mekani mevidiküm mekanu yevmiz ziyenti demektir yahut va'dukum va'du yevmiz ziyneti demektir. Nasb ile yevme de okunmuştur ki, açıktır, bu ikisinden murat edilen de mastardır. Süven orta demektir ki, size de bize de eşit mesafede manasınadır. Na'tteki benzeri de kavmun iden (düşman kavim) dir, bu da şazdır.

İbn Âmir, Âsım, Hamze ve Ya'kûb zam ile (süven) okumuşlardır. Süs gününün Aşure günü yahut Nev ruz günü yahut bayram günü olduğu söylenmiştir ki, her yıl böyle bir günleri vardı. Yerini belirlemesi hakkın açığa çıkması, batılın da hâlkın gözü önünde yok olması ve bunun da her tarafa yayılması içindir.

“Ve insanların kuşluk vaktinde toplanmasıdır” bu da yevme veyahut ziynete atıftır. Malum siygası ve te ile Fir'avn'e hitap olarak (tahşüre) de okunmuştur. Ye ile Fir'avn'e hitap olarak da okunmuştur ki, o zaman yevm'e yahut Fir'avn'e gider. Hitap da kavmine olur.

60

Fir'avn dönüp tuzağım topladı, sonra da geldi,

"Fir'avn dönüp tuzağını topladı” tuzak yapacak şeyleri, bundan sihirbazlarla aletlerini kast ediyor.

"Sonra geldi” randevu yerine.

61

Mûsa onlara: Yazıklar olsun size, Allah'a yalan iftira etmeyin; sonra sizi bir azapla helâk eder. İftira eden gerçekten ziyan etmiştir, dedi.

"Mûsa onlara: Yazıklar olsun size, Allah'a yalan iftira etmeyin, dedi” onun âyetlerini sihir saymakla.

"Sonra sizi bir azapla helâk eder” kökünüzü kazır. Hamze, Kisâî, Hafs ve Ya'kûb zam ile eshate'den yushiteküm okumuşlardır, bu da Necid ve Temim lehçesidir. Süht lü gatte engel demektir.

"İftira eden gerçekten ziyan etmiştir” Fir'avn'in ziyan ettiği gibi. Çünkü o, mülkü kendisine kalsın diye iftira etti ve hile yaptı; ancak ona fayda vermedi.

62

Sihirbazlar işlerini kendi aralarında tartıştılar. Fiskosu giz lediler.

"Sihirbazlar işlerini kendi aralarında tartıştılar” Mûsa’nın durumu hakkında, onun konuşmalarını duyunca birbirlerine: Bu, sihizbazların tekerlemelerinden değildir, dediler.

"Fiskosu gizlediler” eğer Mûsa bizi yenerse ona tâbi oluruz, dediler yahut Mûsa'ya ne ile karşı koyacaklarını tartıştılar, gizlice istişare ettiler. Zamirin Fir'avn'e ve kavmine gittiği de söylenmiştir.

63

Dediler: Şüphesiz bunlar iki sihirbazlardır; sihirleri ile sizi toprağınızdan çıkarmak ve en ideal yolunuzu gidermek (ortadan kaldırmak) istiyorlar.

 (Şüphesiz bunlar iki sihirbazdır, de diler) bu da gizli konuşmayı tefsir etmektedir. Sanki onlar anlaşmak ister gibi davrandılar, o ikisi gâlip gelir de halk da arkalarına düşer diye endişe ettiler. Hazani'nin ismidir, bu da Belharis bin Ka'b oğulları leh çesine göredir. Çünkü onlar elifi tensiye alâmeti kabul eder, müsennayı da takdiren irap ederler.

Şöyle de denilmiştir: İn, naam (evet) manası nadır, maba'di de mübteda ile haberdir; ancak bu ikisine, lâm mübtedanın haberine dahil olmaz diye itiraz edilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Bunun aslı innehu hazani lehuma sahirani'dir, zamir hazf edilmiştir. Buna da, lâm ile te'kit edilenin hazfi uygun değildir, denilmiştir. Ebû Amr inne hazeyni okumuştur ki, bu da açıktır. İbn Kesîr ile Hafs da in hazani okumuşlardır. O zaman in tahfif edilmiş olur, lâm da ya fârika dır ya da Nâfi’yedir, lâm da illâ manasınadır.

"Sihirleri ile sizi toprağı nızdan çıkarmak ve en ideal yolunuzu gidermek (ortadan kaldırmak) istiyorlar” en ideal idare tarzınızı yok etmek, yerine kendi idare tarzla rını ve dinlerini koymak suretiyle, çünkü "Fir'avn: Gerçekten ben onun dininizi değiştirmesinden korkuyorum” (Ğafir: 26) buyurmuştur.

Şöyle de denilmiştir: İdarenizin halkını kastetmişlerdir ki, onlar da İsrâîl oğullarıdır. Çünkü onlar ilim adamları idiler, zira Mûsa "İsrâîl oğullarını bizimle gönder” (Şuarâ': 17) buyurmuştur.

Şöyle de denilmiştir: Yol, halkın ileri gelenleri ve eşrafıdır, çünkü onlar başkalarına örnek idiler.

64

Hilenizi birleştirin, sonra da saf saf gelin. Bugün üstün gelen gerçekten iflâh olmuştur.

"Hilenizi birleştirin” buna karar verin, içinizden bir kimse mu halefet etmesin. Ebû Amr fecmau okumuştur ki, bunu "fecemaa keydehu” (Tâhâ: 60) kırâati destekler. Kâlû'daki zamir, eğer sihirbazlara giderse, bu sözü birbirlerine demiş olurlar.

"Sonra da saf saf gelin” çünkü o zaman seyircilerin gözünde daha heybetli görünürler. Şöy le de denilmiştir: Onlar yetmiş bin kişi idiler, her birinin elinde ip ve sopa vardı. Hep birden Mûsa'nın üzerine saldırdılar.

"Bugün üstün gelen gerçekten iflâh olmuştur” gâlip gelen muradına ermiştir. Bu da ara cümledir.

65

Dediler: Ey Mûsa, sen mi atacaksın, yoksa ilk atan biz mi olalım?

"Dediler: Ey Mûsa, sen mi atacaksın, yoksa ilk atan biz mi ola lım?” yani meydana geldikten sonra nezaket icabı böyle dediler. En edâtı mabe'diyle birlikte gizli bir fiille mensûbtur ya da mahzûf mübtedanın haberidir yani ihter ilkaene eveelan ev ilkaena demektir ya da elemrü ilkauke evilkauna demektir.

66

Dedi:

"Hayır, siz atın". Bir de ne görsün, ipleri ve sopaları si hirlerinden ona koşuyor gibi görünüyor.

"Dedi: Hayır, siz atın” nezaketlerine centilmenlikle karşılık ver di ve sihirlerine aldırış etmedi, bir de önce kendileri başlamak istedik lerini îma etmişler ve nazmı daha beliğ bir şekle sokmuşlardı. Mûsa şunu da istiyordu ki, onlar olanca hünerlerini göstersinler ve bütün çabalarını harcasınlar da Allah da kendi kuvvetini göstersin ve hakkı batılın tepesine atsın da beynini parçalasın.

"Bir de ne görsün, iple ri ve sopalan sihirlerinden ona (Mûsa'ya) koşuyor gibi görünüyor” yani iplerini ve sopalarını attılar demektir. İza fücaiyedir, o, aynı za manda zarfiyedir, kendini nasb edecek bir mütaallak ve muzâf olacak bir cümle ister. Ancak fiilin ficaiye, cümlenin de iptidaiye olması onun özelliğindendir.

Mana da şöyledir: Ellerindekini attılar, Mûsa aleyhis selâm şaşkına döndü; iplerini ve sopalarını koşuyor sandı. Çünkü on lara civa sürmüşlerdi. Güneş de vurunca kıpırdadı, hareket ediyor gibi oldu. İbn Âmir, İbn Zekvân rivâyetinde ve Ravh tehayyele okumuş lardır ki, zamir iplere ve sopalara gider ve enneha tes'â ondan bedel-i istimal olur. Ye ile de yuhayyilü de okunmuştur zamir Allahü teâlâ'ya gider. Tetehayyelü manasına tehayyelü de okunmuştur.

67

Mûsa içinde bir korku hissetti.

"Mûsa içinde bir korku hissetti” normal insanlık icabı ani baskından yahut insanların içine şüphe girer de kendisine uymazlar diye korktu.

68

Korkma; şüphesiz sen, evet sen, en üstünsün, dedik.

"Biz de: Korkma” aklına gelen şeyden,

"evet sen en üs tünsün, dedik” bu da yasağın gerekçesi ve galibiyetinin tescilidir. Yeni söz başı olmak, te'kit harfi getirilmek, zamirin tekrar edilmesi, haberin mâ'rife olması, açık üstünlüğü gösteren yücelik maddesinin kullanılması ve ism-i tafdil siygası ile de te'kit edilmiştir.

69

Sağ elindekini at, onların yaptıklarını yutsun. Onların yaptıkları ancak sihirbaz hilesidir. Sihirbaz da nereye gitse iflâh olmaz.

"Sağ elindekini at” sopa demeyip de kapalı bırakması onu gözden düşürmek içindir. Yani onların iplerine ve sopalarına aldırma, elindeki o sırık parçasını at demektir ya da onu büyütmek için söylememiştir, yani o şeylerin çokluk ve kalabalığına aldırma; çünkü senin sağ elindeki şey etki bakımından onlardan daha büyüktür; sen onu at demektir. (Onların yaptıklarını yutsun) Allah'ın kudretiyle onları yutsun. Aslı tetelakkaf idi, iki te'den biri hazf edildi. Muzaraat harfinin tenise de hitaba da ihtimali vardır. O zaman fiil müsebbebe (sonuca) isnat edilmiş olur. İbn Âmir, Zekvan rivâyetinde hâl yahut yeni cümle başı olarak ref ile (telkafu); Hafs da cemz ile hafif olarak (sülasiden getirerek) (telkaf) okumuştur. O zaman lekaftuhu'dan gelir ki, telekkaftuhu demektir.

"Onların yaptıkları ancak” göz bağcılık edip uydurdukları (sihirbaz hilesidir) nasb ile (keyde) de okunmuştur ki, o zaman edâtı "inne"yi amelden düşürmüş, keyde de sanau'nûn mef'ûlu olmuş olur. Hamze ile Kisâî de sihr okumuşlardır ki, zi sihr demektir ya da mübalağa için sihirbaza sihr denilmiştir yahut keyd'in sihre izafeti beyaniye şeklinde okunmuştur, Meselâ ilmü fıkhin gibi. Sahir'in tekil olması ondan mutlak cins murat edilmesindendir. Bunun içindir ki,

"ve la-yüflihu’s-sâhıru” buyurmuştur yani sihirbaz cinsi iflâh olmaz demektir. Birincisinin (birinci sahir'in) nekire olması, muzâfı nekire kılmak içindir, Meselâ Şâir Accac'ın şu beytinde olduğu gibi:

O gün (kıyâmette) insanlar ne hazırladığını görürler,

Uzun uzadıya dünya için çalışmaları sona erdiği zaman.

(Burada sa'yi dünya denilerek (dünya) nekire kılınmakla sa'y de nekire kılınmıştır). Sanki Âyette: Onların yaptıkları herhangi bir sihirle yapılan şeydir demek istenilmiştir.

"Nereye gelse” nerede olsa ve nereye yönetse (iflâh olmaz).

70

Sihirbazlar secdeye kapandılar.

"Biz, Hârûn ile Mûsa'nın Rabbine îman ettik” dediler.

"Sihirbazlar secdeye kapandılar” yani Mûsa elindeki asayı attı, onların enstürümanlarını yuttu; sihirbazlar da bunun sihir olmadığını, Allah'ın âyetlerinden bir âyet ve mu'cizelerinden bir mu'cize olduğunu anladılar. Bu da onları yüzükoyun Allah'a secde etmeye götürdü. Bunu da yaptıkları şeyden tevbe etmek, özür dilemek ve gördükleri şeyi büyütmek için yaptılar.

"Biz Hârûn ile Mûsa'nın Rabbine îman ettik, dediler". Hârûn'un önce zikredilmesi yaşının büyüklüğündendir yahut âyet sonlarının tutması içindir veyahut şunun içindir; çünkü Fir'avn, Mûsa'yı küçük ken büyütmüştü. Eğer sadece Mûsa'nın Rabbi denilse idi yahut Mûsa önce zikredilse idi, akla onun Fir'avn olduğu, Hârûn da ona tâbi oldu ğu için söylenmiş olduğu gelebilirdi.

Rivâyete göre onlar secdelerinde cenneti ve ondaki yerlerini gördüler.

71

Fir'avn dedi: Ona ben size izin vermeden îman ettiniz, hesiz o, muhakkak size sihri öğreten büyüğünüzdür. Ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazdan keseceğim ve sizi elbette hurma kütüklerine mutlaka asacağım. Hangimizin azapça daha çetin ve daha sürekli olduğunu elbette bileceksiniz.

 (Fir'avn dedi: Ona îman ettiniz) yani Mûsa'ya, lâm fiilin ittiba' manasına olmasındandır. Kunbul ile Hafs haber olarak amentüm okumuşlar, diğerleri ise istifham olarak oku muşlardır.

"Ben size izin vermeden önce” ona îmana.

"Şüphesiz o, muhakkak sizin büyüğünüzdür” sanatta büyüğünüz ve en iyi bileninizdir yahut üstadınızdır.

"Size sihri öğreten” siz de onunla anlaşmış vaziyettesiniz (şike yaptınız). "Ellerinizi ve ayaklarınızı mutlaka çap razdan keseceğim” sağ el ile sol ayağı. Min edâtı iptidaiyedir, sanki kesmek çaprazdan başlamıştır. Min, mecrûru ile birlikte hâl olarak mahallen mensûbtur yani leukattıanneha muhtelifatin demektir. Leukattıan ve leusalliben şeklinde nûn şeddesiz de okunmuştur.

"Sizi elbette hurma kütüklerine mutlaka asacağım” asılan kimsenin kü tükteki durumu zarfın içindeki şeye benzetilmiştir. İlk adam asan Fir'avn'dir.

"Hangimizin olduğunu elbette bileceksiniz” kendisi ile Mûsa'yı kast ediyor,

"çünkü amentüm lehu” demiştir. Allah'ın kitabında nerede îman lâfzı lâm ile geçmişse Allah'tan başkası murat edilmiştir. Fir'avn böyle "hangimizin olduğunu bileceksiniz” demekle Mûsa'yı küçültmek ve onunla alay etmek istemiştir. Çünkü Mûsa'nın azapla bir alâkası yoktu. Sihirbazların îman ettiği Rabb da denilmiştir.

"Azapça daha çetin ve daha sürekli” azapça daha devamlı demektir.

72

Dediler: Seni bize gelen açık delillere ve bizi yaratana asla tercih etmeyeceğiz. Neye hükmedeceksen hükmet. Sen ancak bu dünya hayatına hükmedersin.

"Dediler: Seni bize gelen şeye tercih etmeyeceğiz” Mûsa'nın getirdiği şeylere. Cae'deki zamirin edatına gitmesi de câizdir.

"Açık delillerden” açık mu'cizelerden (bizi yaratana) bu da macaena'ya atıftır yahut yemindir.

"Neye hükmedeceksen hük met” ne yapacaksan yap.

"Sen ancak bu dünya hayatına hükmedersin” ancak keyfine uyanı yaparsın ya da bu dünyada gördüğüne hükmedersin.

"Âhiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir” (A': 17). Bu da geçenin gerekçesi, geleceğin de hazırlığı gibidir. Meçhul kalıbı ile tukda hazihil hayatüd dünya (ancak bu dünya hayatı hükmedilir), ör neğin: Siyme yevmul cumuati (Cuma günü oruç tutuldu) gibi.

73

Muhakkak ki, biz Rabbimize îman ettik ki, günahlarımızı ve bizi zorladığın o sihri bağışlasın. Allah daha hayırlı ve daha sürek lidir.

"Muhakkak biz Rabbimize îman ettik ki, günahlarımızı bağış lasın” küfür ve isyan gibi "ve bizi zorladığın o sihri” mu'cizeye karşı koymak için.

Rivâyete göre onlar Fir'avn'e: Bize Mûsa'yı uyurken gös ter, dediler. Asanın onu beklediğini gördüler: Bu, sihir değildir, çünkü sihirbaz uyuduğu zaman sihri bozulur, dediler. O ise mutlaka yarışmalarını istedi.

"Allah daha hayırlı ve daha süreklidir” ceza bakımın dan yahut sevap bakımından daha hayırlı ve azâp bakımından daha süreklidir demektir.

74

Şüphe yok ki, kim Rabbine günahkâr olarak gelirse, şüphesiz onun için cehennem vardır; orada ne ölür, ne yaşar.

"Şüphe yok ki, kim Rabbine günahkâr olarak gelirse” Meselâ küfür ve isyan üzere ölmekle "şüphesiz onun için cehennem vardır; orada ölmez de” ölmez ki, istirahat etsin "yaşamaz da” mutlu bir ha yat sürsün.

75

Kim de ona gerçekten iyi ameller yapmış bir mü'min olarak gelirse, işte onlar için en yüksek dereceler vardır.

"Kim de ona” dünyada "gerçekten iyi ameller etmiş olarak gelirse, işte onlar için en yüksek dereceler vardır” kıymetli menziller vardır.

76

Altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları Adn cennetleri. İşte arman kimsenin mükâfatı budur.

"Cennatü adnin” bu da derecelerden bedeldir,

"altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler” tecri hâl’dir, âmili de ülâike'deki işâret manasıdır ya da istikrardır.

"İşte arınan kimsenin mükâfatı budur” küfür ve isyanların kirlerinden arman. Üç Âyetin sihirbazların sözünden olma ihtimali de vardır, Allahü teâlâ'nın yeni kelâmı olma ihtimali de vardır.

77

Yemin olsun, gerçekten Mûsa'ya:

"Kullarımı geceleyin yürüt". Yetişilmekten ve korkmaktan endişe etmeden onlar için denizde kuru bir yol aç, diye” vahyettik.

"Yemin olsun, gerçekten Mûsa'ya: Kullarımı geceleyin yürüt, diye vahyettik” yani Mısır'dan yürüt.

"Onlar için denizde kuru bir yol aç” bu da darabe lehu malihi sehmen deyiminden (malından ana bir hisse ayırdı) yahut darabellebine'den gelir ki, kerpiç dökmektir. (Denizde kuru bir yol) yabisen demektir ki, mastar sıfat olarak kullanılmıştır. Yebise yebesen ve yübsen denir ki, sekime sekamen ve sukmen gibidir. Bunun içindir ki, sıfat olarak kullanılır; şatün yübsün de memesi kurumuş koyun demektir. Yebsen de okun muştur ki, bu ya ondan (yebese'den) tahfif edilmiştir ya da 'l veznin de sıfattır, sa'b gibi yahut yabis'in çoğuludur, sahb gibi, mübalağa için teke sıfat olmuştur. Şu beyitte olduğu gibi:

Semerimin ağacı sütü azalan devenin karnını

Ve aç bağırsağını sıktığı zaman

(Yavrusunu kaybeden cılız vahşi hayvanın sırtına konmuş gibi dir).

Ya da yollar çok olduğu için çoğul olarak kullanılmıştır. Çünkü Mûsa her kabileye bir yol açmıştır. (Yetişilmek ten korkmadan) bu da vurma ile emredilenin hâlidir yani düşmanın yetişmesinden emin olarak demektir ya da ikinci sıfattır, aid zamiri de hazf edilmiştir. Hamze emrin cevabı olarak latehaf okumuştur.

"Vela tahşâ” bu da yeni söz başıdır,ente tahşa (sen korkmazsın) demektir ya da ona atıftır, elifi de işba içindir "ve tezunnune billahiz zununâ” (Ahzab: 10) âyetinde olduğu gibi yahut vâv ile hâl’dir, mana da: Boğulmaktan korkmayarak demektir.

78

Fir'avn askerleri ile onları takip etti de denizden onları kap layan kapladı.

"Fir'avn askerleri ile onları takip etti” şöyle ki, Mûsa aleyhisselâm onları gecenin başında çıkardı; bu Fi'ravn'e haber verildi, izlerini sürdü.

Mana da şöyledir: Fir'avn onları bizzat takip etti, yanında da askerleri vardı. Böylece ikinci mef'ûl hazf edildi.

Şöyle de denilmiştir: Feetbaahüm ittebeahüm manasınadır, böyle okunması da bunu destekler, be de ta'diye içindir, zâit olduğu da söylenmiştir.

Mana da şöyledir: Askerlerini arkalarına düşürdü, kendisi de onları arkadan sürdü (krallar arkadan gelir). (Denizden onları kaplayan kapladı) zamir askerlerine gitmektedir yahut hem ona hem de onlara gitmektedir. Bunda mübalağa ve vecizlik vardır,

Mana da şöyledir: Onları kıssalarından işittiğin şey bürüdü ki, ne olduğunu ancak Allah bilir. Feğaşşahüm ğaşşahüm da okunmuştur ki, mana şöyledir: Üzerlerine kapattığını kapattı, bu durumda kapatan Allah'tır ya da mağaşşahümdür yahut da Fir'avn'dir. Çünkü onları tehlikeye atan odur.

79

Fir'avn kavmini saptırdı, doğru yola iletmedi.

"Fir'avn kavmini saptırdı, doğru yola iletmedi” yani onları dinde saptırdı, hidâyet etmedi. Bu da onun "ben size başka değil an cak doğru yolu gösteriyorum” (Ğafir: 29) sözünden dolayı alaydır ya da onları denizde saptırdı, kendisi de kurtulmadı, demektir.

80

Ey İsrâîl oğulları, gerçekten sizi düşmanınızdan kurtardık ve sizinle Tûr'un sağ tarafını vaatleştik. Üzerinize kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik.

"Ey İsrâîl oğulları” denizden kurtardıktan ve Fir'avn'i helâk ettikten sonra onlara hitaptır, onlara dedik manasınadır.

Ya da Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem zamanındakilere atalarının yaptıklarından dolayı hitaptır.

"Gerçekten sizi düşmanınızdan kurtardık” Fir'avn'den ve kavminden "ve sizinle Tûr'un sağ tarafını vaatleştik” Mûsa ile konuşmak ve Tevrat'ı indirmek için. Asıl vaat Mûsa'ya yahut onunla beraber seçilen yetmiş kişiye olduğu hâlde onlara sayılması, bir şekilde münasebetlerinden dolayıdır.

"Üzerinize kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik” yani Tih çölünde demektir.

81

Size rızık ettiklerimizin temizlerinden yiyin, onda taşkınlık etmeyin, sonra üzerinize gazabım vâcip olur. Kime de gazabım vâcip olursa, gerçekten uçurumdan yuvarlanmıştır.

"Size rızık ettiklerimizin temizlerinden yiyin” lezzetlilerin den yahut helalinden. Hamze ile Kisâî te ile enceytüküm vevaattüküm ve marazaktüküm okumuşlardır. Veveattüküm ve vednaküm de okunmuştur. Veyleymeni cerr-i civar (ses uyumu) ile mecrûrdur, tıpkı: Cuhru dıbbin haribin gibi.

"Onda taşkınlık etmeyin” size verdiğim rı zıkta, şükrünü ihlal ederek ve Allah’ın hududunu aşarak, Meselâ israf ve şımarıklık etmek, hak sâhibine vermemek gibi.

"Sonra üzerinize gazabım vâcip olur. Kime de gazabım vâcip olursa, uçuruma yu varlanmıştır” çukura düşmüş, helâk olmuştur. Haviye cehennemine düşmüştür de denilmiştir. Kisâî zam ile yehullu ve yahlul okumuştur ki, inmek manasına halle yehullu'den gelir.

82

Gerçekten ben; tevbe eden, iyi amel işleyen, sonra da doğru yolu bulan için gerçekten çok bağışlayanım.

"Şüphesiz ben; çok bağışlayanım, tevbe eden” şirkten tevbe eden "îman eden” inanması gerekene îman eden "iyi amel işleyen, sonra da doğru yolu bulan için” sonra da zikredilen doğru yolda isti kamet gösteren için.

83

Ey Mûsa, seni kavminden acele ettiren nedir?

"Ey Mûsa, seni kavminden acele ettiren nedir?” acelenin se bebini sormaktadır, zımnen hoşnutsuzluk ifade etmektedir; çünkü o, bizzat bir eksikliktir, bir de onda kavmini ihmal etme ve onlara kar şı büyüklenme vardır. Bunun içindir ki, Mûsa iki durumdan da cevap verdi ve reddi (hoşnutsuzluğu) öne aldı, çünkü en önemlisi odur.

84

Mûsa dedi: Onlar, işte onlar izim üzereler. Acele ettim ki, Rabbim, benden râzı olasın.

"Mûsa dedi: İşte onlar, işte onlar izim üzereler” yani onlardan ancak birkaç adım öndeyim, çok önemli değil, aramızda sadece bazı yolcuların bazılarını geçeceği kadar bir mesafe vardır.

"Acele ettim ki, Rabbim, râzı olasın” çünkü dinlemek ve sözünü tutmak rızanı gerek tirir.

85

Dedi: Şüphesiz biz, senden sonra kavmini gerçekten denedik ve Samiri onları azdırdı.

"Dedi: Şüphesiz biz, senden sonra kavmini gerçekten dene dik” sen aralarından çıktıktan sonra onları buzağıya tapmakla dene dik. Onlar da Hârûn ile beraber kalanlardır ki, altı yüz bin idiler. İçlerin den ancak buzağıya tapmayanlar kurtuldular. Onlar da on iki bin kişi idiler.

"Samiri onları azdırdı” buzağıyı İlâh edinmek ve ona tapmaya davet etmekle. Ve edalluhum samiriy de okunmuştur ki, en çetinleri ve sapkınları Samiri'dir demektir. Çünkü o hem sapık hem de saptırıcı idi. Eğer bu doğru ise onlar Mûsa gittikten sonra yirmi gece dinlerinin üzerinde kaldılar, onu gündüzleriyle beraber kırk saydılar ve: Biz sayıyı tamamladık, dediler, sonra da buzağı olayı çıktı. Eğer bu doğru ise bu hitap ona Tûr'a geldiği zaman edilmiş olur. Çünkü Âyette bunun Allah tarafından kendi âdeti üzere beklenen şeyden olmuş gibi haber verdi ğine dâir bir şey yoktur. Çünkü esasen bir şeyin olması onun (Allah'ın) ilminde ve irâdesinde olmasıdır. Samiri de İsrâîl oğullarından Samire denilen bir kabileye mensup kimse demektir.

Şöyle de denilmiştir: O Kirman'lı bir kâfir idi.

Şöyle de denilmiştir: O Bacarma halkındandır, ismi da Mûsa bin Zafer'dir, kendisi münâfık idi.

86

Mûsa kavmine öfkeli, üzgün vaziyette döndü. Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaat etmedi mi? Üzerinizden uzun zaman mı geçti yahut üzerinize Rabbinizden bir gazap vâcip olsun istediniz de va'dimden caydınız mı, dedi?

"Mûsa kavmine döndü” kırk günü tamamladıktan ve Tevrat'ı aldıktan sonra "Öfkeli” onlara kızgın "üzgün vaziyette” yaptıklarına üzülmüş bir şekilde.

"Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaat etmedi mi?” içinde nûr ve hidâyet olan Tevrat'ı vaat etmekle.

"Üzerinizden uzun zaman mı geçti” onlardan ayrıldığı vakti kast ediyor "yahut üze rinize Rabbinizden bir gazap vâcip olsun mu istediniz de” kalın kafalıkta (bönlükte) misal hâline gelmiş (öküz)e tapmakla "vaadimden caydınız?” îmanda sebat etmeniz ve emrini yerine getirmeye dâir size ettiğim vaatten.

Şöyle de denilmiştir: Bu, afılefe va'dehu deyiminden gelir ki, onda döneklik bulmaktır. Yani kırk gün sonra döneceğim diye ettiğim vaatten cayma mı buldunuz demektir. Bu da ne tekrara ne ar kasından gelen şıkka ne de onun cevabına uygun değildir.

87

Onlar da: Biz kendi isteğimizle va'dinden caymadık. Ancak kavmin süsünden ağırlıklar yüklendik; onları da ateşe attık (erit tik). Samiri de böyle attı, dediler.

"Onlar da: Biz kendi isteğimizle vaadinden caymadık” bunu kendi irâdemizle yapmadık, çünkü eğer serbest olsa idik ve Samiri de bizi ayartmasa idi, sana ettiğimiz vaatten caymazdık. Nâfi' ile Âsım feth ile melkina, Hamze ile Kisâî de zam ile okumuşlardır. Üçü de melektüş şeye'nin mastarıdır.

"Ancak kavmin süsünden ağırlıklar yük lendik” Mısır'dan çıkarken düğüne gidiyoruz diye halkından emane ten aldığımız süs eşyalarım yüklendik.

Şöyle de denilmiştir: Bayram için ödünç almışlardı, sonra da çıkarken bilinme korkusu ile onları iade etmediler.

Şöyle de denilmiştir: Bu süs eşyaları Fir'avn ve adam ları boğulduktan sonra denizin attığı şeylerdir. Bunları aldılar, belki de onlara ağırlık demeleri günah olmasındandır. Çünkü ganimetler o zamanlar helâl değildi ya da onlar müte'men (korunma altına alın mış) vatandaşlardı. Müsete'men'in de harbi'nin (savaş hâlindekiler in) malını alma hakkı yoktur.

"Onları attık” ateşe attık,

"Samiri de öyle attı” yani o mallardan yanında olanları.

Rivâyete göre onlar sayının tamam olduğunu sanınca, Samiri onlara: Mûsa'nın sözünde durmaması yanınızdaki ziynet eşyalarından dolayıdır, onlar size haramdır. En iyisi bir çukur kazıp üzerine ateş yakarak onları içine atmaktır. Geliniz, yanımızdakilerin hepsini atalım, dedi. Onlar da öyle yaptılar. Ebû Amr, Hamze, Kisâî, Ebû Bekir ve Ravh fetha ile şeddesiz olarak hamelna okumuşlardır.

88

Onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli çıkardı. Onlar da: İşte sizin de Mûsa'nın da İlâhsı budur: Mûsa unuttu, dediler.

"Onlara böğürmesi olan bir buzağı heykeli çıkardı” o erimiş ziynet eşyalarından.

"Dediler” yani Samiri ile onunla fitneye kapılan lar, onu ilk gördükleri zaman:

"İşte sizin de Mûsa'nın da İlâhsı budur, Mûsa unuttu, dediler” Mûsa onu unuttu ve Tûr'da onu aramaya çıktı ya da Samiri açıklaması gereken îmanı unuttu demektir.

89

Kendilerine bir söz döndürmediğini ve kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermediğini görmüyorlar mı?

"Görmüyorlar mı?” bilmiyorlar mı "kendilerine bir söz döndüremediğini” sözlerine karşılık ve cevap veremediğini. Nasb ile yercia da okunmuştur ki, zayıftır, çünkü nasb edâtı en, yakîn fiillerinden sonra gelmez.

"Kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermediğini?” fayda ve zararlarına güç yetiremediğini.

90

Yemin olsun, gerçekten onlara daha önce Hârûn: Ey kavmim, ancak siz onunla denendiniz. Şüphesiz Rabbiniz Rahmân'dır; bana tâbi olun ve emrime itâat edin, demişti.

"Yemin olsun, gerçekten onlara daha önce Hârûn demişti” Mûsa aleyhisselâm'ın dönmesinden yahut Samiri'nin o sözü demesinden önce, sanki Samiri çukurdan çıkarken onu görür görmez bunu anladı ve hemen onları uyardı:

"Ey kavmim, ancak siz onunla denendiniz, dedi” buzağı ile "şüphesiz sizin Rabbiniz Rahmân'dır” başkası değil dir.

"Bana tâbi olun ve emrime itâat edin” dinde sebat emrime.

91

Onlar da: Mûsa bize dönünceye kadar onun üzerinde ibâdet için durmadan ayrılmayacağız, dediler.

"Onlar da, onun üzerinden ayrılmayacağız, dediler” başından "ibâdet etmek için durmaktan” ikamet etmekten "Mûsa bize dönün ceye kadar” bu cevap da birinci görüşü destekler.

92

Mûsa: Ey Hârûn, saptıklarını görünce seni ne men etti?

"Mûsa: Ey Hârûn, dedi” Mûsa Tûr'dan dönünce ona "sap tıklarını görünce seni ne men etti?” buzağıya tapmakla saptıklarını görünce,

93

Bana tâbi olmandan, emrime karşı mı geldin?

"Bana tâbi olmandan” Allah için kızıp onu inkâr edenlerle savaşmakta bana tâbi olmandan ya da arkamdan gelip bana yetiş mekten demektir. edâtı zâittir, Meselâ "mâ meneake en lâ tescüde” (Araf: 12) âyetinde olduğu gibi.

"Emrime karşı mı geldin?” dinde sert lik göstermek ve taviz vermemekle.

94

Dedi: Ey anamın oğlu, ne sakalımdan ne de başımdan tut . Gerçekten ben: İsrâîl oğullarının arasını açtın; sözümü gözet medin, demenden korktum.

"Dedi: Ey anamın oğlu” özellikle anadan bahsetmesi onu acındırmak ve yumuşatmak içindir.

Şöyle de denilmiştir: Mûsa onun anadan kardeşi idi. Cumhur ise ana baba bir kardeş oldukları görü şündedir.

"Ne sakalımdan ne de başımdan tutma” başımın saçından, Mûsa bu ikisinden tutmuş onu kendine doğru çekmişti. Çünkü Allah adına ona çok kızmıştı. Mûsa aleyhisselâm sert ve zor bir adamdı, her şeyde böyle davranırdı, onların buzağıya taptıklarını görünce kendini tutamadı.

"İsrâîl oğullarının arasını açtın demenden korktum” eğer savaşsa ve birbirlerinden ayırsa idim,

"sözümü tutmadın demenden korktum". Çünkü bana: Kavmimde yerime geç ve ıslahat yap demiş tin. Çünkü ıslahat toplumu korumakta ve onları idare etmekte olur. Senin dönüp de durumu kendi görüşünle düzeltmeni istedim.

95

Mûsa: Ey Sâmiri, senin meselen nedir, dedi?

"Mûsa dedi: Ey Sâmiri, senin meselen nedir?” yani sonra ona döndü ve hoşlanmayarak: Sen ne istiyorsun, seni buna iten nedir, dedi. Hatb, hatabeş şey'e'nin mastarıdır ki, bir şeyi aramaktır.

96

Dedi: Ben onların görmediğini gördüm; elçinin izinden bir avuç (toprak) aldım; onu erimiş ziynet eşyasının içine attım. Nefsim bana böyle süslü gösterdi.

“Dedi: Ben onların görmediğini gördüm” Hamze ile Kisâî, hitap te'si ile (tabsurû) okumuşlardır ki, sizin bilmediğinizi bildim ve fark etmediğinizi ettim, demektir. Şöyle ki, sana gelen elçi (melek) ruhanidir, neye dokunursa ona can verir.

Ya da ben sizin görmediğinizi gördüm, demektir, o da şöyledir: Cebrâîl aleyhisselâm sana hayat atının üze rinde geldi.

Şöyle de denilmiştir: Onu tanıması şundandır, çünkü an nesi onu doğurduğu zaman Fir'avn'in korkusundan uzak bir yere attı. Cebrâîl de onu büyüyünceye kadar besledi.

"Elçinin izinden bir avuç aldım” ayağını bastığı yerden toprak aldım. Kabza bir avuç almak demektir. Alınan şey manasına kullanılmıştır, Meselâ darbul emiri gibi ki, hükümdarın dövdüğü adam demektir. Sad ile (kabsa) da okunmuştur ki, birincisi elin her tarafı ile almaktır, ikincisi ise parmakların ucu ile almaktır. Hadm ve kadm da öyledir. Elçi de Cebrâîl aleyhisselâm'dır, belki de ismini vermemesi onu tanımadığı içindir ya da vakte dikkat çekmek içindir ki, o da onu Tûr'a götürmek için gönderildiği zamandır.

"Onu attım” erimiş süs eşyalarının içine ya da buzağının içine, o da canlandı.

"Nefsim bana böyle süsledi” yaldızladı ve güzelleştirdi.

97

Mûsa dedi: Git, şüphesiz senin için hayatta:

"bana dokun yoktur” demen vardır. Şüphesiz senin için tespit edilmiş bir süre vardır ki, senden asla cayılmayacak. Üzerine kapandığın İlâhna bak, onu kesinükie yakacağız, sonra da onu denize savuracağız.

"Mûsa dedi: Git, şüphesiz senin için hayatta vardır” yaptığına ceza olarak "bana dokunmayın, demen” biri sana dokunur da sana ve dokunana sıtma bulaşır korkusu ile. Böylece sen insanlardan onlar da senden kaçarlar. Sen de vahşi bir hayvan gibi tek başına kalırsın. mesasi şeklinde de okunmuştur ki, fecari gibidir, o da messe'nin ço ğuludur.

"Şüphesiz senin için tespit edilmiş bir süre vardır” âhirette,

"senden asla cayılmayacaktır” Allah senin için ondan asla caymayacaktır, seni dünyada cezalandırdıktan sonra onu âhirette de gerçekleş tirecektir. İbn Kesîr ile Basralı iki kurra lâm'ın kesri ile (len tuhlifehu) okumuşlardır ki, vaat edeni caydıramayacaksm, mutlaka başına gele cektir demektir. Böylece birinci mef'ûl hazf edilmiştir, çünkü maksat tespit edilen vakittir. Bunun ahleftül mev'ide'den gelmesi de câizdir ki, vaadi cayılmış bulmaktır. Allahü teâlâ’nın sözünü hikâye tarzında ola rak nûn ile de okunmuştur.

"Üzerine kapandığın İlâhna bak” zalilte alâ ibâdetihi demektir ki, hafif olması için birinci lâm hazf edilmiştir. 'nın kesri ile (zılte) de okunmuştur ki, o zaman lâm'ın harekesi ona nakledilmiş olur.

"Onu kesinlikle yakacağız” ateşte, lenuhrikannehu okunuşu da onu teyit eder.

Ya da törpü ile törpüleyerek demektir, bu da mübalağa içindir, çünkü haraka törpü ile törpülemektir, lenahrukannehu kırâati da bunu destekler.

"Sonra da onu savuracağız” kü lünü saçacağız, ya da yonultusunu. Sin'in zammı ile de okunmuştur,

"denize savurmakla” böylece hiçbiri kalmaz, bundan maksat da aza bını artırmak ve az bir aklı olan için ona kapılanların ahmaklığını açı ğa çıkarmaktır.

98

İlâhınız ancak Allah'tır ki, ondan başka ilâh yoktur. İlmi her şeyi kuşatmıştır.

"İlâhınız ancak” ibâdetinizi hak eden İlâhınız "Allah'tır ki, on dan başka ilâh yoktur” çünkü kemal-i ilim ve kudrette ona eş ve ben zer biri yoktur. (İlmi her şeyi kuşatmıştır) ilmi bilinmesi mümkün olan her şeyi kaplamıştır, yoksa kalıba dökü len ve yakılan buzağı ilâh değildir, o (buzağı) her ne kadar canlı ise de bönlükte misaldir. Vessea da okunmuştur ki, ilmen mef'ûl olarak man sup olur. Meşhur kırâatta her ne kadar temyiz ise de ancak o, mana bakımından faildir. Fiil şedde ile iki mefula geçişli kılınınca mef'ûl oldu.

99

Bunun gibi sana geçmiş haberlerden anlatacağız. Gerçekten sana yanımızdan bir zikir verdik.

 (Bunun gibi) bu anlatım gibi yani Mûsa aleyhisselâm’ın kıssasını anlatım gibi "sana geçmiş haberlerden an latacağız". Eski milletlerin ve soyları tükenmiş ümmetlerin haberle rinden, bunu da basiretini açmak, mu'cizelerini çoğaltmak ve ümme tinden gözlerinin açılmasını isteyenlerin dikkatini çekmek ve onlara öğüt vermek için yapacağız.

"Gerçekten sana yanımızdan bir zikir verdik” bu kıssaları ve haberleri içine alan, düşünmeyi ve ibret almayı hak eden bir kitap verdik. Zikren'in nekire kılınması büyütmek içindir. Halk arasında yâd-ı cemil ve iyi şöhret de denilmiştir.

100

Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz o, kıyâmet gününde ağır bir günah yükü taşır.

"Kim ondan yüz çevirirse” zikirden yani Kur'ân'dan, çünkü onun içinde mutluluk ve kurtuluş vardır. Allah'tan yüz çevirirse de denilmiştir.

"Şüphesiz o, kıyâmet gününde ağır bir günah yükü taşır” küfrüne karşılık ağır ceza ile karşılaşır. Bunlara günah yükü denilmesi, suçluya verdiği ağırlıkta ve taşınmasının zorluğunda taşıyıcının iflahını kesen ve belini kıran yüke benzetilmesindendir.

Ya da büyük günah taşır demektir.

101

Orada ebedî kalıcılar olarak. Bu, onlar için kıyâmet günün de ne kötüdür!

"Onda ebedî kalıcılar olarak” günahta veya taşımada, burada cemi, a'rada fiilinde tekil kullanması mana ve lâfız itibarı iledir.

"Bu, onlar için kıyâmet gününde ne kötü yüktür!” yani bi'se lehüm de mektir. Ondaki kapalı zamiri himlen tefsir etmektedir. Mahsus bizzem ise mahzûftur, sae himlen vizrühüm demektir. Lehüm'deki zamir de beyan içindir, tıpkı "heyte lek” (Yûsuf: 23) kavimdeki gibi. Sae ahzene manasına verüse, fihi'deki zamir de vizr'e gönderilse, lâm'ın durumu ve himlen'in nasbi çıkmaza girer, çok mana da kazandırmaz.

102

O gün sûra üfürülür ve biz, günahkârları mahşerde gök gözlü olarak toplayacağız.

"Yevme yunfehu fissuri” Ebû Amr daha büyütmek için isnadı emredene yahut üfürene vererek nûn ile (nenfuhu) okumuştur. Meftuh ye ile (yenfuhu) da okunmuştur ki, o zaman zamir Allah'a yahut İsrâîl'e gider. Daha önce zikri geçmese de bu işle meşhur olduğu için câizdir. Fissuveri de okunmuştur ki, o da suretin çoğuludur. Bunun açıklaması da yukarıda geçmiştir.

"Ve nahşürül mücrimine yevmeizin” yuhşerül mücrimune şeklinde de okunmuştur.

"Zürkan” gök gözlü olarak demektir. Çünkü gök, Araplara göre göz için en kötü ve istenmeyen renktir. Zira Rumlar onların en azılı düşmanları idiler, onlar da gök gözlü idiler. Bunun içindir ki, düşmanı nitelerken: Ciğeri kara, bıyığı kırmızı, gözü mavi denilir.

Ya da kör olarak toplayacağız demektir, çünkü körün gözbebeği mavileşir.

103

Kendi aralarında gizli konuşurlar.

"Dünyada ancak on gün kaldınız” derler.

 (Kendi aralarında gizli konuşurlar) seslerini kısarlar, çünkü yürekleri korku ve ürküntü ile doludur. Haft sesi kıs maktır.

"Ancak on gün kaldınız, derler” yani dünyada, orada kalma sürelerini kısa görürler, çünkü geçicidir ya da âhiretin müddetini uzun görmelerinden veyahut ona üzülmelerinden böyle derler. Çünkü zor lukları görüp de onu ihtiyaçlarmı görmede ve şehvetlerine uymada geçirdikleri için teessüf ederler.

Ya da kabirde sesleri kısılır, çünkü "kı yamet koptuğu gün...” (Rum: 12-14) denilmiştir.

104

Yolca en doğru olanları:

"Ancak bir gün kaldınız” derken ne dediklerini pekiyi biliriz.

"Biz onların dediklerini pekiyi biliriz” o da dünyada kalış sü releridir.

"Yolca en doğruları derken” görüş yahut amel bakımından en iyi olanları "ancak on gün kaldınız derken” en az kaldıklarını söyleyenin görüşü tercih edilmiştir.

105

Sana dağlardan sorarlar. De ki: Rabbim onları savurmakla savuracak.

"Sana dağlardan sorarlar” sonunun ne olacağından so rarlar, bunu da Sakif kabilesinden bir adam sormuştu, onlara "de ki: Rabbim onları savurmakla savurur” onları kum gibi eder, sonra da üzerine rüzgâr gönderir, onları dağıtır.

106

Onları dümdüz bir ova olarak bırakacak.

"Onu bıraktık” temelini yahut yeri demektir, yer her ne kadar daha önce geçmese de dağlar ona delâlet etmektedir, çünkü Allahü teâlâ "üzerinde bir canlı bırakmadı” (Nahl: 61) buyurmuştur.

"Kaan” boş "safsafan” da dümdüz, bir sıra gibi demektir.

107

Orada ne bir eğrilik ne de bir yokuş görmezsin.

"Orada ne bir eğrilik ne de bir yokuş görmezsin” onu geo metrik ölçülerle ölçsen de. (Kaan, safsafan, emten) üçü de sıra ile hâl dir; ilk ikisi his itibarı iledir, üçüncüsü de ölçek itibarı iledir. Bunun içindir ki, kesr ile ivecen denilmiştir, çünkü o manevî şeylerde kulla nılır. Emt ise hafif tümsekliktir.

Şöyle de denilmiştir: tera iki hâli açıklayan yeni söz başıdır.

108

O gün kendisi için hiçbir eğrilik olmayan davetçiye tâbi olurlar. Sesler Rahmân için kısılmıştır. Artık ancak bir fısıltı duyar sın.

 (O gün) yani dağlar savrulduğu gün, burada yevm, savrulma vaktine izafe edilmiştir. Kıyamet gününden ikinci be del olması da câizdir.

"Davetçiye tâbi olurlar” mahşere davet edene. Bunun İsrafil olduğu söylenmiştir ki, o insanları Beytülmukaddes'in kayası üzerinde durarak davet eder. İnsanlar da her taraftan ona gelir ler.

"Eğriliği olmayan” davet edilen ondan eğrilmez de ondan sapmaz da.

"Sesler Rahmân için kısılmıştır” heybetinden cılız çıkar.

"Ancak bir fısıltı duyarsın” gizli bir ses. Hemîs de ondandır ki, develerin ayak larından duyulan sestir. Hems ayakların sesi ve mahşere gitmesi ile de tefsir edilmiştir.

109

O gün şefaat fayda vermez; ancak Rahmân'ın izin verdiği ve sözce ondan râzı olduğu kimse hariç.

"O gün şefaat fayda vermez; ancak Rahmân'ın izin verdiği hariç” şefaatten istisnadır yani ancak izin verdiğinin şefaati hariç de mektir ya da en geniş anlamdaki mefullardan istisnadır yani (latenfauş şefaatü) illâ men ezine en yüşfaa lehu demektir, çünkü şefaat ancak ona fayda verir. Men edâtı

birinciye göre bedel olarak merfû’dur,

ikinciye göre de mef'ûl olarak mensûbtur. Ezine'nin de ezen'den ve izn'den olması da câizdir.

"Ve sözce râzı olduğu kimse hariç” Allah katındaki yerinden dolayı şefaat sözüne râzı olduğu yahut onun hatırı için şefatçinin onun hakkındaki sözünden râzı olduğu hariç demektir.

110

 önlerindekini ve arkalarındakini bilir. Onlarsa onu ilimce kavrayamazlar.

"Onların önlerindekini bilir” geçmiş hâllerini "ve arkaların dakini” sonradan kendilerini karşılayacak olan şeyleri.

"Onlarsa onu ilimce kavrayamazlar” onların ilmileri onun bildiklerini kuşatamaz. Zatım da denilmiştir. Bihi'deki zamirin iki Mevsûldan birine yahut toplamına gittiği söylenmiştir. Çünkü onlar ondan bildiklerinin ne özetini ne de açıklamasını bilmezler.

111

 Yüzler gerçek hayat sâhibi, her şeyi ayakta tutan (Allah) için eğilmiştir. Haksızlık taşıyan kimse perişan olmuştur.

"Yüzler gerçek hayat sâhibi, her şeyi ayakta tutan (Allah) için eğilmiştir". Onun karşısında ezici bir hükümdarın önündeki esir gibidirler. İfadenin zahiri genelliği gerektirirse de ondan günahkâr ların yüzlerini murat etmek de câizdir. O zaman lâm izafetten bedel olur,

"haksızlık taşıyan kimse perişan olmuştur” âyeti de onu des tekler. Bunun hâle de yüzlerin ne için eğildiğini gösteren yeni söz başı olmaya da ihtimali vardır.

112

 Kim mü'min olduğu hâlde iyi şeylerden amel ederse, hak sızlıktan da korkmaz, eksiltilmekten de.

"Kim iyi şeylerden amel ederse” bazı taatları yaparsa "mü min olduğu hâlde” çünkü îman taatların sahih ve hayırların kabul ol ması için şarttır. (Haksızlıktan da korkmaz) vaat ile hak ettiği sevaptan men edilmez "eksiltilmekten de” puanını kırmakla ya da zulmün karşılığı ve eksikliği ile, çünkü başkasına zulmetmemiş ve hakkını yememiştir. Nehy-i gâip olarak felâ yehaf de okunmuştur.

113

 Böylece biz onu da Arapça bir Kur'ân olarak indirdik ve onda tehditleri türlü türlü açıkladık ki, onlar korkarlar yahut onlara bir ibret verir diye.

"Vekezalike” yukarıda ki, (âyet: 99) nekussu'nûn üzerine atıf tır. Yani o indirme gibi yahut tehditler içeren bu âyetlerin indirilme si gibi "onu da bir Arapça Kur'ân olarak indirdik” hepsini bu minval üzere indirdik "ve onda tehditten evirip çevirdik” tehdit âyetlerini tekrar ettik.

"Belki onlar korkarlar” isyanlardan; dolayısıyla takva onlar için bir meleke olur "yahut onlar için bir ibret meydana getirir". onu duydukları zaman bir öğüt ve hatırlatma meydana getirir de onları o isyanlardan engeller. Bu nükteden dolayı takva onlara, meydana getirme de Kur'ân'a nispet edilmiştir.

114

 Hak Padişah Allah'ın şânı yücedir. Kur'ân'ın sana vahyedilmesi bitirilmeden önce acele etme.

"Rabbim, ilmimi artır” de.

"Allah'ın şânı yücedir” zatında ve sıfatlarında, mahlukla ra benzemekten münezzehtir, zâtı nasıl onların zatına benzemezse, kelâmı da onların kelâmına benzemez.

"Padişah'tır” emri ve yasağı geçerlidir, vaadinden umut edilir, tehdidinden korkulur "haktır” melekutünde, bunu zâtı ile hak eder ya da zatında ve sıfatında sabittir.

"Kur'ân'ın sana vahyedilmesi bitirilmeden önce acele etme” Cebrâîl aleyhisselâm'dan vahyi almada ve onu izlemede acele etmesini men etmektedir. Bu da Kur'ân'ın indirilmesini zikrettikten sonra bilmünasebe zikredilmiştir.

Şöyle de denilmiştir. Kapalı şeyleri, açıklaması yapılmadan önce tebliğ etmekten mendir.

"Rabbim, ilmimi artır, de” yani acele edeceğin yere Allah'tan ilmini artırmasını iste. Çünkü vahyedilene muhakkak nâil olacaksın.

115

 Yemin olsun ki, gerçekten Âdem'e daha önce emrettik de unuttu; onun için bir azim bulamadık.

"Velekad ahidna ilâ ademe” ona emretmiştik; tekaddemel melikü ileyhi, evaze ileyhi, azeme ileyhi ve ahide iîeyhi denir ki, kral birine verdi manasınadır. Lâm da mahzûf kasemin cevabıdır. Âdem kıssası "ve sarrafna fihi minel vaidi” (Tâhâ: 113) kavline atfedilmiştir, bu da unutmanın insanoğlunun mayasında olduğunu ve damarlarına işlediğini göstermek içindir,

"min kablu” bu zamandan önce "unuttu” emri unuttu, ona ilgi göstermedi, nihayet ondan gâfil oldu ya da ağaç tan sakınması hakkındaki uyarıyı dikkate almadı.

"Onun için bir azim bulamadık” kararlı bir görüş ve işte sebat bulamadık, zira eğer azimli ve kararlı olsa idi şeytan onu kaydıramaz ve onu aldatamazdı. Belki de bu, daha tecrübe sâhibi olmadan ve acıyı ve tatlıyı denemeden önce işin başında olmuştu. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den rivâyet edilmiştir: Eğer âdemoğullarının aklı Âdem'in aklı ile tartılsa idi Âdem'in aklı ağır gelirdi, buna rağmen Allahü teâlâ, onu azimli bulmadık, buyurmuştur. Günaha azim de denilmiştir, çünkü o yanılmıştı, kasten yapmamıştı. Necid fiili eğer ilim (bilme) manasına olursa, lehu ile azmen iki mef'ûlu olur; eğer yokluğun zıddı olan vücut'tan (varlıktan) olursa lehu, azmen'den hâl’dir ya da necidü'ye mütealliktir.

116

 Hani meleklere: Âdem'e secde edin, demiştik de İblis hariç secde etmişlerdi. O ise diretmişti.

 (Hani, meleklere: Âdem'e secde edin demiştik de) üzkür emri mukadderdir yani o vakitteki hâlini zikret ki, onun unuttuğunu ve azim ve sebat ehlinden olmadığını anlayasın.

"Onlar da İblis hariç secde etmişlerdi” bu husustaki açıklama yukarıda geç miştir. (O ise diretti) onu secdeden neyin men ettiğini açıkla mak için yeni söz başıdır, o da kibirlenmesidir. Buna göre onun için "fesecedu"dan anlaşıldığı üzere secde gibi bir mef'ûl takdir edilmez. Çünkü mana, itaate karşı diretme gösterdi demektir.

117

 Ey Adem, şüphesiz bu, senin ve eşin için düşmandır. Sâkin sizi cennetten çıkarmasın; sonra bedbaht olursun, demiştik.

"Ey Âdem, şüphesiz bu, senin ve eşin için düşmandır. Sâkin sizi çıkarmasın” sizi çıkarmaya sebep olmasın. Maksat şeytanın o ikisini cennetten çıkarmaya sebep olmasını men etmektir.

"Cennet ten, sonra bedbaht olursun” çıkmada onları ortak ettikten sonra bedbatlığı yalnız ona nispet etmesi, onun bedbaht olması ile Havva'nın da bedbaht olmasındandır. Çünkü o, eşinin idarecisidir.

Ya da âyet sonlarına riayet için böyle denilmiştir.

Ya da bedbahtlıktan maaş temin etmedeki yorgunluk murat edilmiştir, bu da erkeklerin vazifesidir.

118

 Şüphesiz senin için orada acıkmaman ve çıplak kalmaman vardır.

"Şüphesiz senin için orada acıkmaman ve çıplak kal maman vardır. Ve sen orada susamayacak ve güneşte kalmayacaksın” kavli de bunu destekler. Çünkü bu, cennetteki rızık sebeplerini ve diğer maddelerin dört dörtlük olduğunu göstermektedir. Orada in sanlar hep toktur, susuzluk; giyim, barınma ihtiyaçları yoktur. Bunları temin etmek için çalışmaya gerek yoktur, bitip tükenme korkusu da yoktur. Bunu da zıtlarını söyleyerek (orada senin için acıkmaman var dır...) açıklamıştır ki, ikaz edilen bedbahtlık kulağına küpe olsun.

119

Ve sen orada susamayacak ve güneşte kalmayacaksın.

Atıf vâv'ı her ne kadar "enne” tekidinin yerine geçmişse de ancak onun ye rine âmil olarak geçmiştir, tahkik harfi olarak geçmemiştir. O sebeple enne'ye duhulü, enne'nin ona duhulü kadar imkânsız değildir. Nâfi' ile Ebû Bekir hemzenin kesri ile ve inneke, diğerleri ise fethi ile (enneke) okumuşlardır.

120

Şeytan ona vesvese verdi ve: Ey Âdem, sana ölümsüzlük ağacım ve yıpranmayan mülkü göstereyim mi, dedi?

"Şeytan ona vesvese verdi” vesvesesi onayetişti ve:

"Ey Âdem, sana ölümsüzlük ağacını göstereyim mi, dedi?” kim o ağaçtan yerse ebedî olur, bir daha ölmez. Ağacı ebediliğe nispet etmesi, kendince ona sebep olmasındandır.

"Ve yıpranmayan mülkü” zeval bulmayan ve gerilemeyen demektir.

121

İkisi de ondan yediler; ayıp yerleri onlara göründü. Üzer lerine cennet yapraklarından yamamaya başladılar. Âdem Rabbine âsi oldu ve saptı.

"İkisi de ondan yediler; ayıp yerleri onlara göründü. Üzerlerine cennet ağaçlarından yamamaya başladılar” ayıp yerlerini örtmek için yapraklan üst üste koymaya başladılar. O da incir yaprağı idi.

"Âdem Rabbine âsi oldu” ağaçtan yemekle "ve sapıttı” hedefi şaşırdı, perişan oldu, çünkü ağaçtan yemekle ölümsüzlük aradı ya da düşmanın sözüne aldandığı için doğrudan saptı. Ğaviye de okunmuştur, ğaviyel fasilü deyüninden gelir ki, deve yavrusunun sütten midesi bozulmaktır. Zellesi küçük olmakla beraber isyan edip saptığını haber vermek de zelleyi büyütmek ve evlatlarını da ancak sakındırmak içindir.

122

Sonra Rabbi onu seçti; tevbesini kabul etti ve onu doğru yola iletti.

 (Sonra Rabbi onu seçti) tercih etti ve tevbeye sevk etmek ve ona muvaffak kılmakla. Bu da ecba ilâ keza fecteba hu deyiminden gelir ki, celeytü alelarusi fecteleytüha gibidir (gelinin peçesini açmaktır). Bu kelimenin asıl manası toplamaktır.

"Tevbesini kabul etti” tevbe ettiği zaman "ve onu doğru yola iletti” tevbede sebat etmeye ve günahlardan korunma sebeplerini araştırmaya.

123

Dedi: İkiniz, kiminiz kiminize düşman olarak hepiniz inin. Eğer size benden bir hidâyet gelir de kim hidâyetime tâbi olursa, ar tık sapmaz da bedbaht olmaz da.

"Dedi: İkiniz hep birlikte inin” hitap Âdem'le Havva'yadır ya da Âdem'le îblis'edir. Onlar (Âdem'le Havva) zürriyetin aslı oldukla rından onlara hitap eder gibi hitap etti ve "kiminiz kiminize düşman olarak” dedi. Geçim sebeplerinden dolayı, nitekim bugün insanlar bunun için çekişir ve savaşırlar.

"Eğer size benden bir hidâyet gelir de” kitap ve peygamber gibi "kim hidâyetime tâbi olursa, artık sapmaz da” dünyada "bedbaht olmaz da” âhirette.

124

Kim de zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun için dar bir geçimlik vardır ve onu kıyâmet gününde kör olarak hasredeceğiz.

"Kim de zikrimden yüz çevirirse” beni zikreden ve iba detime davet eden hidâyetten "şüphesiz onun için dar bir geçimlik vardır” danken dar demektir, mastardır, sıfat olarak kullanılmıştır. Bunun içindir ki, onda müzekker ve müennes birdir. Sükra gibi dunka da okunmuştur. Çünkü onun bütün düşüncesi ve tek gördüğü şey dünya matahlarıdır. Onu artırmak için canım tehlikeye atmış, eksil mesinden korkmuştur. Âhireti isteyen mü'min ise öyle değildir. Kaldı ki, Allahü teâlâ bazen küfrün uğursuzluğu sebebiyle rızkını daraltır ve îmanın bereketiyle de bolaltır. Nitekim:

"Onların üzerine zillet ve mes kenet damgası vuruldu” (Bakara: 61) ve "eğer onlar Tevrat ve İncil'i tatbik etselerdi...” (Maide: 66) ve "eğer kentler halkı îman edip sakınsalardı...” (Araf: 96) buyurmuştur.

Şöyle de denilmiştir: O (dar geçim) ce hennemdeki diken ve zakkumdur; kabir azâbı olduğu da söylenmiştir.

"Ve nahşuruhu” vakf şeklinde he'nin sükûnu ile (venahşuruh) ve feinne lehu maişeten dankâ’nın mahalline atfen cezim ile (venahşurhu) da okunmuştur, çünkü o şartın cevabıdır.

125

Dedi: Rabbim, beni niçin kör hasrettin; hâlbuki ben görür idim?

"Kıyamet gününde kör olarak” gözü veya kalbi kör olarak. Birinciyi "Rabbim, beni niçin kör olarak haşr ettin; hâlbuki ben görür idim” kavli destekler. Hamze ile Kisâî a' ile basirâ'yı imâle etmişlerdir, çünkü elif ye'den dönmedir. Ebû Amr ise aralarında fark görmüş; birincisi (a') âyet başı ve vakıf mahallidir. O sebeple değişikliğe daha uygundur, demiştir.

126

Dedi: İşte böyle; sana âyetlerim geldi; sen de onları unut tun. İşte bugün de sen unutulacaksın.

"Dedi: İşte böyle” yani böyle yaptım, sonra da izah edip "sana âyetlerim geldi” dedi, açık ve parlak olarak "sen de onları unuttun” on lardan kör oldun, bakmayıp bıraktın,

"bunun gibi” onları terk ettiğin gibi "bugün de sen unutulacaksın” körlükte ve azapta bırakılacaksın.

127

İsraf edip Rabbinin âyetlerine îman etmeyeni böyle ceza landırırız. Âhiretin azâbı ise daha çetin ve daha süreklidir.

"İsraf edenleri böyle cezalandırırız” şehvetlere dalarak âyet lerden yüz çevirmekle israf edenleri "ve Rabbinin âyetlerine îman et meyeni” tam tersine onlara muhalefet edenleri,

"âhiretin azâbı” ki, o da kör olarak haşr olunmaktır.

Şöyle de denilmiştir: Ateş azâbı yani bunun ardındaki ateş azâbı "daha çetin ve daha süreklidir” dar ge çimlikten ya da ondan ve körlükten. Belki de ateşe girdiği zaman körlüğü gidecektir ki, yerini ve hâlini görsün.

Ya da âyetleri terk edip onları inkâr etme gibi yaptığı şeylerden daha çetindir.

128

Kendilerinden önce nice nesilleri - ki, şimdi onların yurt larında yürüyorlar / dolaşıyorlar - helâk etmemiz onları hidâyet et medi mi? Şüphesiz bunda aklıselim sahipleri için gerçekten ibretler vardır.

"Efelem yehdi lehüm” hidâyet Allahü teâlâ'ya yahut Peygam bere ve arkasındaki cümlenin delâlet ettiği şu şeye isnat edilmiştir "kendilerinden önce nice nesiller helâk ettik” yani helâk etmemiz ya hut da cümleye tüm içeriğiyle isnat edilmiştir. Fiil ilk ikiye göre amel den talik edilmiş (düşürülmüş) tür, çünkü âleme yerine konulmuştur, nûn ile (nehdi) okunuşu da bunu gösterir.

"Onların yurtlarında dolaşıyorlar” helâk izlerini gözleriyle müşahede ediyorlar.

"Şüphesiz bunda aklıselim sahipleri için gerçekten ibretler vardır” gâfil ve kör ce davranmaktan men eden akıl sahipleri için.

129

Eğer Rabbinden geçmiş bir söz ve belli bir süre olmasaydı, (helâk) onlar için kaçınılmaz olurdu.

"Eğer Rabbinden geçmiş bir söz olmasa idi” o da azabın bu ümmetten âhirete kadar tehir edilme va'didir (helâk kaçınılmaz olurdu), Âd ve Semûd'un başına geldiği gibi bu kâfirler için de zorunlu olurdu. Lizam mastardır, sıfat olmuştur ya da ism-i âlettir, lâzım olan şey çok lâzım olduğu için ona isim olmuştur, bu da lizazü hasmın (sırnaşık düşman) kavli gibidir.

"Ve ecelün müsemmen” bu da kelimenin lâfzına atıftır yani azabın tehiri ve ömürleri için belli bir süre olmasaydı demektir ya da azapları için demektir ki, o da kıyâmet günü yahut Bedir savaşı günüdür, azâp kaçınılmaz olurdu. Aradaki fasıla da bu ikiden her birinin azâbı tehir etmede müstakil olmasındandır. Ecelün'ün kâne lâfzında gizli şeye atfı da câizdir, yani acele yakalama ve belli süre kaçınılmaz olurdu demektir.

130

O halde (kâfirlerin) dediklerine sabret. Güneşin doğmasından önce (sabah) ve batmasından önce tesbih et (öğle ve ikindi namazlarını kıl). Gece saatlerinde (akşam ve yatsı namazlarını kıl)  ve gündüzün taraflarında (öğle vaktinde) de tesbih et (namaz kıl). Böylece Rabbinin rızasına kavuşasın.

“ O halde onların dediklerine sabret ve Rabbini hamd ile tes pih et” hidâyet ve tevfikinden dolayı Rabbine hamd ederek namaz kıl ya da onu şirkten ve ona nispet ettikleri diğer eksikliklerden tenzih et. Sana verdiği hidâyet ayrıcalıklarından ve bütün nimetlerin sâhibi olmasından dolayı ona hamd ederek bunu yap.

"Güneşin doğmasından önce” sabah namazını murat ediyor

"ve batmasından önce” öğle ile ikindiyi kast ediyor. Çünkü bu ikisi gündüzün sonudur yahut yalnız ikindiyi kast etmiştir.

"Ve min ânâil-leyli” gece saatlerinden, ânâ' kesr ve kasr ile ina'nın çoğuludur ya da feth ve med ile enâ'in çoğuludur.

"Tesbih et” bundan da akşamla yatsıyı murat etmiştir. Gecenin önce zikredilmesi daha faziletli olmasındandır. Çünkü kalp onda daha toplu, nefis de rahata daha meyillidir. O sebeple ondaki ibâdet daha me şakkatlidir. Bunun içindir ki, kusursuz Mevlâ "şüphesiz gece ibâdeti daha oturaklı ve sözü de daha doğrudur” (Müzzemmil: 6) buyurmuştur.

(Gündüzün taraflarında) bu da sabahla akşam namazını tekrardır, çünkü özel bir yerleri vardır, cemi lâfzı ile gelmesi karışıklık olmadığı içindir, Meselâ şunun gibi:

O ikinin sırtları iki kalkanın sırtları gibidir.

Ya da öğle namazı için emirdir; çünkü o, gündüzün ilk yarısının sonu ve son yarısının başıdır. Çoğul olması da iki yarım olması nede niyledir ya da gündüz cins olduğu içindir yahut da gündüz esnasında nafile kılma emridir.

"Böylece rızaya kavuşasın” bu da sebbih'e mütallıktır yani Allah katında nefsini râzı edecek şeye nâil olman umuduyla bu vakitlerde tesbih et, demektir.

Kisâî ile Ebû Bekir meçhul olarak (turda) okumuşlardır ki, Rabbin seni râzı eder demektir.

131

Onları denemek için onlardan bazı sınıfları yararlandırdı ğımız şeye, dünya hayatının süsüne sâkin göz dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.

"Gözlerini sâkin dikme” gözlerinin bakışını "onunla fayda landırdığımız şeye” onu güzel görerek ve aynısı senin de olmak üzere "onlardan bazı sınıfları” kâfirlerden bazı grupları "ezvacen minhüm” bihi'deki zamirden hâl, minhüm'ün de mef'ûl olması da câizdir. Yani ellezi metta'na bihi demektir. O da bazı sanırlarıdır yahut onlardan bazı kimselerdir.

"Zehretel hayatid dünya” metta'na'nın gösterdiği mahzûf fiille yahut a'tayna manasını içeren bihi ile mensûbtur ya da bihi'nin mahallinden yahut da muzâf takdir ederek yahut onsuz ezvacenden bedel olarak mensûbtur ya zem (ezümmü fiili) ile mensûbtur. Zehre de ziynet ve parıltı demektir. Ya'kûb feth ile (zeherete) okumuştur ki, o da lügattir, Meselâ cehre'deki cehere gibi ya da zâhir'in çoğuldur, onların dünyaları parlak demektir çünkü nimet içindedirler ve üstleri başları da düzgündür. Zahit mü'minler ise öyle değildir.

"Onları deneyelim diye” onları sınayalım ve imtihan edelim diye ya da onlara bu sebeple âhirette azâp edelim, diye.

"Rabbinin rızkı” sana âhirette sakladığı şey ya da sana rızık ettiği hidâyet ve peygamberlik "daha hayırlıdır” dün yada onlara verdiği şeyden "ve daha süreklidir” çünkü kesilmez.

132

Ailene namazı emret, sen de onun üzerinde sabret. Senden rızık istemiyoruz. Sonuç takvanındır.

"Ailene namazı emret” ona ev halkına yahut kendisine tâbi olan ümmetine namazı emretmesini buyurmuştur, daha önce de na mazla ihtiyaçlarına karşı yardım istemekle emretmişti, Tâ ki, geçim derdine düşmesinler ve servet sahipleri gibi ona iltifat etmesinler.

"Sen de onun üzerinde sabret” devam et.

"Senden rızık istemiyoruz” onlardan da, âhiret işi için kalbini boşalt.

"Sonuç” iyi sonuç "takvanındır” takva sahiplerinindir.

Rivâyete göre Efendimiz aleyhissalatü vesselam ev halkı sıkıntıya düştükleri zaman onlara namazı emreder ve bu âyeti okurdu.

133

"Bize Rabbinden bir mu'cize getirseydi, ya” dediler. Onlara ilk suhatlardaki şeyin delili gelmedi mi?

"Bize Rabbinden bir mu'cize getirseydi, ya, dediler” peygam berlik iddiasında doğruluğunu gösterecek bir mu'cize yahut teklif edi len bir mu'cize. Bunu da getirdiği mu'cizeleri inkâr ettikleri için ya da ona inanmamak için, bunu da inat ve dik kafalılıklarından yaptılar. Allah da onları Kur'ân ile susturdu, çünkü o mu'cizelerin anasıdır, en büyüğüdür ve en süreklisidir. Zira mu'cizenin aslı, peygamberlik id dia eden kimsenin özel olarak bir çeşit ilim veya amelle ilgili olarak harikulade bir şey getirmesidir. Şunda şüphe yoktur ki, ilim amelin aslıdır, derecesi ondan yüksektir ve tesiri daha kalıcıdır. Bu kabüden olan şeyler de böyledir. Bu konuda daha açık özel bir şeyle dikkatlerini çekerek şöyle dedi:

"Onlara ilk suhuflardaki şeyin delili gelmedi mi?” Tevrat, İncil ve diğer semâvî kitaplardan. Çünkü Kur'ân'ın onlardaki itikat ve küllî kaideleri içine alması, üstelik onu getirenin ümmi olup o belgeleri görmemesi ve onları bilenden öğrenmemesi açık bir muci zedir. Bunda şuna telmih vardır ki, Kur'ân onun peygamberliğine de lalet ettiği gibi geçmiş kitaplara da delildir. Çünkü kendisi mucizdir, diğerleri ise öyle değildir. Bilâkis onlar doğrululuklarmı gösterecek bir şeye muhtaçtır. Ha'nın sükûnu ile (suhfi) de okunmuştur. Nâfi', Ebû Amr ve Âsım da Hafs rivâyetinde te ile evelemte'tihim, diğerleri ise ye ile (evelemye'tihim) okumuşlardır.

134

Eğer gerçekten biz onları bundan önce bir azapla helâk etse idik, muhakkak "Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de, hor ve rezil olmadan önce âyetlerine tâbi olsaydık” derlerdi.

"Eğer gerçekten biz onları bundan önce bir azapla helâk etse idik” Muhammed aleyhis-salâtü ves-selâm'dan önce yahut beyyineden (mu'cizeden) önce demektir. O zaman zamirin müzekker olması bur han manasına olduğu içindir ya da ondan Kur'ân murat edildiği için dir.

"Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de, hor olmadan önce âyetlerine tâbi olsaydık” dünyada öldürülme ve esir edilme ile "ve rezil olmadan önce” kıyâmette ateşe girmekle. İkisi de meçhul ka lıbı ile de okunmuştur (nüzelle ve nuhza).

135

De ki: Herkes beklemektedir; siz de bekleyin. Doğru yolun sahipleri kimmiş ve doğru yolu bulan kimmiş yakında bileceksiniz.

"De ki: herkes” bizden ve sizden herkes "beklemektedir” durumumuzun ve durumunuzun ne olacağını beklemektedir "feterabbesu” fetemetteu da okunmuştur,

"doğru yolun sahipleri kimmiş yakında bileceksiniz” son kelime essevâ' şeklinde de okunmuştur ki, orta ve iyi demektir. Sûâ ve sev' şeklinde de okunmuştur ki, kötü de mektir. Süvey de okunmuştur ki, sev'in tasgiridir.

"Doğru yolu bulan” sapıklıktan doğru yolu bulan demektir. Men edâtı iki yerde de istifham içindir, mübteda olarak da mahallen merfû’dur. İkincisinin mevsûle olması da câizdir, birincisi olamaz, çünkü aid zamiri yoktur. O zaman istifham cümlesine atfedilmiş, fiil de onda amel etmemiş olur, çünkü ilim marifet manasına alınmıştır.

Ya da ashâb’ın veyahut Sırât’ın üze rine atfedilmiş olur ki, ondan da Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem murat edilmiş olur.

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim Tâhâ sûresini okursa, ona kıyâmet gününde Muhâcirlerin ve Ensâr'ın sevabı verilir. Allah onların hepsinden râzı olsun.

0 ﴿