24 / NÛRMedîne'de inmiştir. 64 âyettir. 1Bu bir sûredir; onu indirdik ve onu farz ettik ki, öğüt alır sınız diye. Onda açık açık âyetler indirdik. "Sûretün” yani "hazihi sûretün” demektir yahut fima evhayna ileyke suretün (sana vahyettiklerimiz arasında bu bir sûredir) demektir, (onu indirdik) sûrenin sıfatıdır, kim sureyi nasb ile okursa onu nasb eden fiilinin müfessiri kabul eder, o zaman i'rabtan mahalli olmaz, ancak ütlü (oku) yahut duneke (al) vb. bir şey takdir ederse iraptan mahalli olur. (Onu farz ettik) ondaki hükümleri farz kıldık. İbn Kesîr ile Ebû Amr onu şeddeli okumuşlardır, çünkü farzları yahut üzerine farz kılman kimseler çoktur ya da vacipliğini mübalağa etmek içindir. "Onda açık açık âyetler indirdik” dela letleri açık olan âyetler, "ki, öğüt alasınız” haramlardan sakınırsınız, zel şeddesiz olarak da okunmuştur. 2Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değ nek vurun. Allah'ın dininde onlara karşı sizi bir acıma tutmasın, eğer Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorsanız. Cezalarına mü'min lerden bir grup şâhit olsun. "Ez-zaniyetü vez-zaniy” yani fima faradna yahut fima enzelna hükmühüma (farz ettiğimiz yahut indirdiğimiz şeyler arasında bu ikisinin hükmü vardır, her birine yüzer değnek vurun) demektir o da celde, dayak cezasıdır. Bu ikisinin mübtedâ olarak Merfû' olması da câizdir, haber ise "feclidu külle vahidetin"dir. Fe de haber cümlesinin şart manasını içermesindendir, çünkü lâm ellezi manasınadır. Zahirin tefsir ettiği bir fiil gizleyerek nasb ile "ez-zaniyete vez-zaniye” de okunmuştur. Bu, emirden dolayı sureten'i nasb ile okumaktan daha güzeldir. Ye'siz olarak vez-zani de okunmuştur. Zina eden kadının önce zikredilmesi zinanın genellikle kadının erkeğe yanaşması ve kendini ona arz etmesiyle olmasındandır, bir de zinanın kötülüğü kadına nis petle kendini daha çok gösterir. Celd de cild'e yani deriye vurmaktır. Bu, muhsan olmayana hâs bir hükümdür. Çünkü delille sâbit oldu ğu üzere muhsan'ın haddi / cezası recm'dir. Şâfiî buna hür için bir yıl sürgünü de ilave etmiştir, çünkü Efendimiz aleyhisselâm; Bekar bekarla zina ederse yüz değnek vurulur ve bir yıl sürgün edilir, buyurmuştur. Âyette bunu def edecek bir şey lmadığı için birinin diğerini makbul veya merdut şekilde neshi söz konusu değildir. Şâfiî'nin köle hakkında üç görüşü vardır. İhsan; hürriyet, buluğ, akıl ve sahih nikahla duhul ile gerçekleşir. Hanefiler Müslüman olmayı da ilave etmişlerdir ki, bu, Efendimizin iki Yahûdîyi recm etmesiyle reddedilmiştir. "Kim Allah'a şirk koşarsa muhsan değildir” hadisi bununla çelişmez; zira muhsandan maksat ona karşılık Müslümanın kısas edildiği kimsedir. "Allah'ın dininde onlara karşı sizi bir acıma tutmasın” Allah'ın taatında ve haddini tatbik etmede, acıyıp da onu işlevsiz bırakmayın, onda tole rans göstermeyin. Bunun içindir ki, aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Eğer Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık etse idi, onun da elini keserdim, demiştir. İbn Kesîr hemzenin fethi ile (reefetün) okumuştur. Med ile feâlet vezninde reâfet de okunmuştur. "Eğer Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorsanız” çünkü îman Allah'a itâat hususunda ciddi yet, had ve hükümlerini tatbik etmede gayret ister. Bu da taâta teşvik kabilindendir. "Cezalarına mü'minlerden bir grup şâhit olsun” daha çok caydırmak için. Çünkü teşhir işkenceden daha çok önleyicidir. Âyette geçen Tâife bir şeyin etrafını sarabilecek kalabalık demektir. En azı üç kişidir. Bir veya iki kişi olduğu da söylenmiştir. Maksat teşhiri gerçekleştirmektir. 3Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik kadınla nikahlanır. Zina eden kadını da ancak zina eden erkek yahut müşrik bir erkek nikahlar. Bu, mü'minlere haramdır. "Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik kadınla nikahlanır. Zina eden kadım da ancak zina eden veya müşrik bir erkek nikahlar” çünkü genellikle zinaya meyyal olan kimse temiz kadınların nikahına rağbet etmez. Zina eden kadına da iyi kimseler rağbet etmez. Çünkü benzerlik ülfet ve dayanışmanın sebebidir. Muhalefet de nefret ve ayrılığın sebebidir. Cümlenin gelişi ezzaniyetü latenkihu illâ men hüve zanin ev müşrik demeyi gerektirirdi, ancak maksat erkeklerin onlara rağbetini dile getirmektir. Çünkü âyet zayıf Muhâcirler hakkında inmiştir. Onlar kendilerini kiraya veren fahişe kadınlarla evlenmek istediler, cahiliyye adetine göre onların kazancından yararlanmak istediler. İşte bundan dolayı önce zina eden erkek denildi. "Bu, mü'minlere haram kılınmıştır” çünkü bu, fâsıklara benzemedir, töhmete maruz kalmaktır, kötü söze sebep olmaktır, soya dil uzatmaktır ve daha birçok kötülükleri vardır. Bunun içindir ki, mübalağa olsun diye tenzih yerine tahrim ifadesi kullanılmıştır. Olumsuzluğun yasak manasına olduğu da söylenmiştir ve öyle de okunmuştur. Haramlık zahirine göredir, hüküm ise varit olduğu sebebe göredir. (Hüküm geneldir) ya da Allahü teâlâ'nın: "İçinizden dulları evlendirin” (Nûr: 32) ayetiyle mensuhtur. Çünkü o fahişe kadınları da içine alır. Şu da onu teyit eder ki, Efendimiz aleyhisselâm'a bunu sordular, o da: Başı zina, sonu nikahtır. Haram helali harâm etmez, buyurmuştur. Şöyle de denilmiştir: Nikahtan maksat cimadır, o zaman zina eden erkeğin ancak zina eden kadınla zinasını ve zina eden kadınla ancak zina eden erkeğin zinasını men etmiş olur ki, bu da bozuktur. 4Namuslu kadınlara iftira edip de sonra dört şâhit getirmeyenlere, onlara seksen değnek vurun ve onların şahitliklerini ebedî kabul etmeyin. İşte onlar fâsıkların ta kendileridir. "Namuslu kadınlara iftira edip de” onlara zina suçu isnat edip de. Zina suçu şuradan anlaşılmaktadır; çünkü namuslu kadınlara denilmiştir, hemen zina edenlerden sonra zikredilmiştir, dört şâhit denilmiştir, çünkü "sonra dört şâhit getirmeyenlere, onlara seksen değnek vurun” denilmiştir. Zira başkasıyla iftira etmek Meselâ fasık yahut içkici demek muhsan olmayan kadında olduğu gibi taziri icap eder. Burada ihsan hürriyet, buluğ, akıl, İslâm ve zina yapmamış olmakladır. Bunda erkekle kadın arasında fark yoktur. Özellikle namuslu kadınların zikredilmesi, ya özel bir olay sebebiyledir ya da kadınlara böyle iftiranın daha yaygın ve daha çirkin olmasındandır. Değnek vururken şahitlerin toplanması şart değildir, iftiraya uğrayan kadının kocasının şahitliği de muteber değildir, Ebû Hanîfe ise buna muhalefet eder. Ancak vurma zina vurmasından daha hafif olmalıdır; çünkü sebebi de zayıftır ve yalan olma ihtimali de vardır. Bunun içindir ki, değneğin sayısı azaltılmıştır. "Şahitliklerini ebedî kabul etmeyin” hangi şahitlik olursa olsun. Çünkü o, müfteridir. Şöyle de denilmiştir: İftirada şahitliklerini kabul etmeyin, bu da dayağın yapılmasına bağlı değildir, Ebû Hanîfe buna da muhalefet eder. Çünkü dayak emri ile şahitliğin kabul olunmaması şarta cevap olmada eşittir, aralarında sıra da yoktur ki, bir seferde yapılmaları lâzım gelsin. Nasıl olabilir ki, onun dayaktan önceki hâli sonrasından daha kötüdür. "Ebedî olarak” tevbe etmediği sürece, Ebû Hanîfe'ye göre ömrünün sonuna kadar kabul olunmaz. "İşte onlar fâsıkların ta kendileridir” fasıklıkları tescillenen fâsıklar demektir. 5Ancak bunun ardından tevbe edip de hâllerini ıslah edenler müstesna. "Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir". "Ancak tevbe edenler müstesna” iftiradan tevbe edenler "bunun ardından ve hâllerini ıslah edenler” kötü amellerini telâfi edenler. Hadde teslim olmak yahut iftira ettiği kimseden helâllik dilemek de bundandır. İstisna esas hükme râcidir, o da şartın bu şeyleri gerektirmesidir. Bundan hareketle haddin düşmesi gerekmez, nitekim böyle diyenler de olmuştur. Çünkü teslim olmak veya helâllik dilemek tevbenin tamammdandır. Müstesnanın mahalli istisna olarak mensûbtur. Şöyle de denilmiştir: İstisna nehye râcidir, mahalli de lehüm'deki hüm'den bedel olarak mecrûrdur. Şöyle de denilmiştir: İstisna sonuncuya yani ülâike hümül fasikun'a râcidir, mahallen de mensûbtur. Çünkü kelâm menfi değil muceptir. İstisna munkatıdır, maba'dine muttasıldır da denilmiştir. "Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” bu da istisnanın illetidir. 6Eşlerine iftira atıp da kendilerinden başka şahitleri olmayanlar ise, onlardan birinin şahitliği, şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna dâir Allah'a dört şahitliktir. "Eşlerine iftira atıp da kendilerinden başka şahitleri olmayanlar” âyet Hilal bin Ümeyye hakkında indi; yatağında bir adam gördü, enfüsühüm, şühedaü'den bedeldir yahut onların sıfatıdır, o zaman illâ gayr manasına olmuş olur. "Onlardan birinin şahitliği dört şahitliktir” vâcip olan onlardan birinin şahitlik etmesidir yahut onlardan birinin şahitlik etmesi gerekir. Erbaa lâfzı da mef'ûlu mutlak olarak mensûbtur. Hamze ile Kisâî onu şehâdetü'nün haberi olarak Merfû' okumuşlardır. (Allah'a) bu da şehadatin'e mütealliktir, çünkü ona yakındır. Şehâdetü’ye müteallık olduğu da söylenmiştir, çünkü ondan önce geçmiştir. (Şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna dâir) yani kadınına zina isnadında. Aslı alâ ennehu demektir; harf-i cer hazf edilmiş, inne de meksûr okunmuştur, âmili de te'kit için ondan talik edilmiştir (amelden düşürülmüştür). 7Beşincisi de, eğer yalancılardan ise, muhakkak Allah'ın lânetinin kendi üzerine olmasıdır. "Velhamisetü” beşinci şahitlik de "eğer yalancılardan ise, mutlaka Allah'ın lânetinin kendi üzerine olmasıdır” , Bu, erkeğin lânetleşmesidir, hükmü de iftira haddinin üzerinden düşmesi ve birbirlerinden ayrılmalarıdır. Bu bize göre fesih ayrılığıdır, çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: İki lanetleşen bir daha ebediyen birleşemezler, buyurmuştur. Hakimin ayırması Ebû Hanîfe'ye göre talak ayırmasıdır. Yine bunun hükmü çocuğun babadan silinmesi ve kadına zina haddinin vâcip olmasıdır, çünkü "ondan (kadından) azâbı def eder” buyurmuştur ki, haddi demektir. 8Kocasının gerçekten yalancılardan olduğuna dâir Allah'a dört şahitlik etmesi, ondan (kadından) cezayı def eder. "kocasının gerçekten yalancılardan olduğuna dâir Allah'a dört şahitlik etmesi” bana attığı iftirada yalancıdır, diye. 9Beşincisi de, eğer kocası doğru ise, Allah'ın gazabının kendi (kadının) üzerine olmasıdır. "Beşincisi de, eğer kocası doğru ise, Allah'ın gazabının kendi (kadının) üzerine olmasıdır” elhamisetü mübteda olarak merfû’dur, mabadi de haberdir ya da enteşhede'ye atıfla merfû’dur. Hafs ise onu erbaa'nın üzerine atf ederek mensûb okumuştur. Nâfi' ile Ya'kûb da en lanetallahi ve en gadaballahi şeklinde nûn'u hafif (sükûn ile) okumuştur; ğadıbe'nin dad'mı meksûr, be'sini meftuh ve Allah, isminin de he'sini Merfû' okumuşlardır. Diğerleri ise ikisinde de nûn'u şeddeli, te'yi mensûb, dad'ı meftuh ve he'yi mecrûr okumuşlardır. 10Eğer üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı ve Allah, tevbeleri çok kabul eden ve hikmet sâhibi olmasaydı (hâliniz nice olurdu)? "Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı ve Allah, tevbeleri çok kabul eden ve hikmet sâhibi olmasaydı” cevabı ta'zîm için terk edilmiştir yani sizi rüsva eder ve size acele azâp ederdi, demektir. 11Şüphesiz o iftirayı getirenler (atanlar), içinizden bir zümredir. Onu sizin için bir şer sanmayın. Bilâkis o, sizin için bir hayırdır. Ondan herkes için günahtan kazandığı vardır. Onlardan büyüğünü üstlenen için de ona büyük bir azâp vardır. "İnnellezine cau bilifki” ifk kizb'ten (yalandan) daha mubalâgalıdır, çünkü efk'ten gelir ki, o da çevirmektir, zira o, doğru istikametten çevrilen sözdür. Maksat Hazreti Âişe radıyallahü anha'ya atılan iftiradır. Şöyle ki, aleyhisselat vesselam Efendimiz onu bir gazada yanına aldı. Bir gece, dönüşü ilan etti. Hazreti Âişe de ihtiyacını görmek için gitti, sonra yerine döndü, elini göğsüne attı, akik gerdanlığının kopmuş olduğunu gördü. Onu aramak için geri döndü. Onu mahfesinde taşıyan da içinde olduğunu zannetti ve devesini yürüttü. Âişe yerine döndüğünde orada kimseyi bulamadı, ararlar diye orada oturdu. Safvan bin Muattal es - Sülemi radıyallahü anh da ordunun gerisinde gecelemiş, sabahleyin oraya varmıştı. Âişe'yi tanıdı, bineğini çöktürdü, o da bindi, o da onu yularından tutarak orduya getirdi. O zaman Âişe suçlandı. (İçinizden bir gruptur) içinizden bir bölüktür, usbe on'dan kırka kadar denir, isabe de öyledir. Bunlardan Abdullah hin Übey, Zeyd bin Rifaa, Hassan bin Sâbit, Mistah bin Üsase, Hanıne bint Cahş ve onlara katılanlar murat ediliyor. Usbetün minküm, inne'nin haberidir. "Onu kendiniz için şer sanmayın” kavli de yeni söz başıdır. Hitap Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e, Âişe'ye ve Safvan'adır. Allah onlardan râzı olsun. Hu zamiri de ifk'e râcidir. "Bilâkis o, sizin için bir hayırdır” büyük sevap kazanmanız ve Allah katındaki değerinizin ortaya çıkmasıyla hayırdır. Çünkü beratınız hakkında on âyet indirmiştir. Sizin hakkınızda konuşanlar için tehdit ve sizin için iyilik düşünenler için de övgüdür. "Onlardan herkes için günahtan kazandığı vardır” içine daldığı o şey kadar özel olarak günahı vardır. (Onlardan büyüğünü üstlenen için) Ya'kûb kâf ‘ın zammı ile okumuştur ki, o da geçerli lügattir. (Onlardan) onun içine dalanlardan, o da İbn Übeyy'dir, çünkü işi başlatan ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e düşmanlık için yayan odur ya da O, Hassan ve Mistah'tır, çünkü bu ikisi bunu açıktan söylemekle onu yaydılar. Ellezi de Ellezîne manasınadır. "Onun için büyük bir azâp vardır” âhirette yahut dünyada; Meselâ değnek cezasına çarptırılmakla. İbn Übeyy kovuldu ve münâfıklıkla meşhur oldu. Hassan da kör oldu ve elleri felç oldu. Mistah da gözünü kaybetti. 12Onu işittiğiniz zaman mü'min erkekler ve mü'min kadınlar içlerinde bir hayır zannedip, "bu, gerçekten apaçık bir iftiradır” demeli değiller miydi? "Onu işittiğiniz zaman mü'min erkekler ve mü'min kadınlar içlerinde bir hayır zannedip bu” kendilerinden olan erkek ve kadın mü'minler hakkında, Meselâ "kendinizi ayıplamayın” (Hucurat: 11) âyetinde olduğu gibi. Hitaptan gâip üslubuna geçilmesi daha çok kınamak ve şunu bildirmek içindir ki, îman; mü'minlere hayır düşünmeyi, onlara dil uzatmamayı ve kendi nefislerini müdafaa eder gibi onları da müdafaa etmeyi gerektirir. Levla ile fiilinin arasına zarf ile fasıla girmesinin câiz olması, zarfın da ondan sayılmasındandır, çünkü ondan ayrılması câiz değildir. Bunun içindir ki, başka şeylerde câiz olmayan onda câiz olur. Zira zarfı zikretmek çok önemlidir. Çünkü teşvik etmek o şeyi duyar duymaz olmalıdır demektir. "Bu, gerçekten apaçık bir iftiradır, demeli değiller miydi?” nitekim durumdan kesin haberdar olan kimse öyle der. 13Ona dört şâhit getirmeli değiller miydi? Getirmedilerse, işte onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir. "Ona dört şâhit getirmeli değiller miydi? Getirmedilerse, işte onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir” bu da onların dedikleri sözlerdendir, yalan olduğunu tespit için söylenmiştir. Çünkü delil olmayan şey Allah katında yani onun hükmünde yalandır. Bunun içindir ki, ona had lâzım gelmiştir. 14Eğer dünya ve ahîrette üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız şeyde size mutlaka hüyük bir azâp dokunurdu. (Eğer dünya ve âhirette üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı) bu levla bir şey lduğu için bir şeyin olmaması içindir. Mana da şöyledir: Eğer Allah'ın size dünyada çeşitli lütufları olmasaydı ki, onlardan bazıları; tevbe etmek için size süre vermesi, âhirette de sizin için mukadder olan af ve mağfiret şeklindeki rahmetidir "size mutlaka dokunurdu” vakit geçmeden "içine daldığınız bu şeyde büyük bir azâp dokunurdu". Ki onun yanında kınanmak ve dayak cezası hiç kalır. 15Çünkü siz onu dilinize doluyor ve o hususta hiç bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla konuşuyorsunuz. Hâlbuki o, Allah katında büyüktür. (Çünkü siz) lemesseküm yahut efattüm'ün zarfıdır, "onu dilinize doluyorsunuz” sorarak birbirinizden alıyorsunuz. Telekkal kavle ve telekkafehu ve telakkanehu denir ki, hepsi aynı manayadır. Aslı üzere teteleakkanehu da okunmuştur ki, lakıyehu demektir, lekıfehu ile aynı manayadır. Muzaraat harfinin kesri ile tilkavnehu da okunmuştur, tulkunehu da okunmuştur ki, birbirlerine atmaktan gelir. Telikavnehu ve telikunehu da okunmuştur ki,lk ve elk'dan gelir, o da yalandır. Sekıftuhu'dan teskafunehu okunmuştur ki, bir şeyi arayıp bulmaktır. Takfunehu da okunmuştur ki, izini takip etmektir. "Ve ağızlarınızla konuşuyorsunuz” yani kalplerin yardımı olmadan sadece ağızlarınızla konuşuyorsunuz. "O hususta hiç bilginiz olmayan şeyi” çünkü o kalbinizde ifadesini bulmuş değildir. Meselâ "ağızlarıyla kalplerinde olmayan şeyi söylerler” (Al-i İmran: 167) âyeti gibi. "Ve onu basit sanıyorsunuz” kolay ve sorumsuz "hâlbuki o, Allah katında büyüktür” günahta ve azâbı çekmede. Bunlar arka arkaya sıralanmış üç günahtır, hepsi de büyük azabın dokunması ile ilgilidir: İftirayı dilleriyle demeleri, araştırmadan konuşmaları ve Allah katında büyük olduğu hâlde bunu küçük görmeleridir. 16Onu işittiğiniz zaman: Bizim için bunu konuşmak olmaz. Seni tenzih ederiz. Bu, büyük bir günahtır, demeli değil miydiniz? "Onu işittiğiniz zaman: Bizim için olmaz” yaraşmaz, doğru olmaz "bunu konuşmak, demeli değil miydiniz?” Hâza'nın belli söze ve çeşidine işâret olması da câizdir. Çünkü sıradan insanların da namuslarına dil uzatmak şer'an haramdır, kaldı ki, Ebû Bekir Sıddik'in kızı, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in haremi olan Âişe Sıddıka için olursa! (Seni tenzih ederiz) o iftiradan veya onu diyenden taaccüptür. Aslı Allah'ı zor gelecek gibi düşünülecek şeylerden tenzih etmektir. Sonra her şaşılacak şey için kullanıldı ya da Peygamberinin eşinin kötü kadın olmasından Allah'ı tenzih etmektir. Çünkü o kadının kötü olması insanları Peygamberden uzaklaştırır ve evlilik gayesine zarar verir. Ama kâfir olması öyle değildir, bu durumda bu ifade geçmişi tespit ve "bu büyük bir iftiradır” sözüne de hazırlık olur. Çünkü iftira atılan büyüktür. Zira günahların küçüklük ve büyüklüğü ilgili olduğu kimse ile doğru orantılıdır. 17Eğer mü'minler iseniz, Allah size böyle bir şeye ebediyen dönmenizden size öğüt veriyor. "Allah size böyle bir şeye dönmenizden öğüt veriyor” dönmenizi istemediği için yahut ona dönmeniz hususunda "ebediyen” hayatta mükellef olduğunuz sürece, "eğer mü'minler iseniz". Çünkü îman buna mani olur, Bunda teşvik ve tehdit vardır. 18Allah size âyetlerini açıklıyor. Allah hakkıyla bilendir, hikmet sâhibidir. "Allah size âyetlerini açıklıyor” şer'î hükümleri ve hüsnü edebi gösteren âyetlerini, Tâ ki, öğüt alasınız, edebinizi takmasınız. "Allah hakkıyla bilendir” bütün hâlleri, "hikmet sâhibidir” bütün tedbirlerinde, o sebeple Nebisinin, hanımını kıskanmaması câiz değildir, Allah bunu onaylamaz da. 19Şüphesiz îman edenler arasında çirkin şeylerin yayılmasını sevenler var ya, onlar için dünya ve âhirette acıklı bir azâp vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. "Şüphesiz îman edenler arasında çirkin şeylerin yayılmasını sevenler var ya, onlar için dünya ve âhirette acıklı bir azâp vardır” had cezası, cehennem ateşi vb. gibi. "Allah bilir” kalplerde ne olduğunu, "siz bilmezsiniz” öyleyse dünyada zahire bakarak ceza verin, kalplerdeki kötülüğü ifşa sevgisine göre ise kusurdan münezzeh olan Allah ceza verir. 20Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, şüphesiz Allah çok şefkatli, çok merhametli olmasaydı. "Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı” bu da suçun büyüklüğünü göstermek için acele azâbı terk etmekle minnetin (ihsanın) tekrarıdır. Bunun içindir ki, "şüphesiz Allah çok şefkatli, çok merhametlidir” kavli, onlara lütuf ve rahmetinin meydana gelmesine atfedilmiştir. Cevap da hazf edilmiştir, çünkü daha önce defalarca geçtiği için gerek görülmemiştir. 21Ey îman edenler, şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, şüphesiz o, çirkin ve kötü şeyleri emreder. Eğer üzerinizde Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimseyi ebediyen temizlemezdi. Ancak Allah dilediği kimseyi temizler. Allah hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir. "Ey îman edenler, şeytanın adımlarını izlemeyin” fuhşu yaymakla, tı'nın fethi ile (hutavat) da okunmuştur. Nâfi', Bezzi, Ebû Amr, Ebû Bekir ve Hamze onun fethi ile (hutavat) okumuşlardır. "Kim şeytanın adımlarım izlerse, şüphesiz o, çirkin ve kötü şeyler emreder” bu da onu izleme yasağının gerekçesidir. Fahşa (fuhuş) çok çirkin şeydir, münker de şerîatın beğenmediği şeydir. "Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve merhameti olmasaydı” günahları silip süpüren tevbeye muvaffak kılmak ve günahları örten hadleri meşru kılmakla "sizden temizlemezdi” kirini antmazdı "içinizden hiç kimsenin, sonsuza kadar” zamanın sonuna kadar. "Ancak Allah dilediği kimseyi temizler” onu tevbeye sevk etmek ve kabul etmekle. "Allah hakkıyla işitendir” onların söylediklerini, "kemaliyle bilendir” niyetlerini. 22İçinizden fazilet ve bolluk sâhibi olanlar; akrabalara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermemelerine yemin etmesinler. Affetsinler, vazgeçsinler. Allah'ın, sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Vela ye'telî” yemin etmesin, iftial babından eliyye'den gelir yahut kusur etmesin, bu da ülüvv'den gelir. Vela yeteelle okunması birinciyi destekler. Bu hüküm, Ebû Bekir es - Sıddik radıyallahü anh hakkında inmiştir. Mistah'a daha önce mali yardımda bulunurken, artık bulunmamaya yemin etti. Teyzesi oğlu idi, fakir Muhâcirlerden idi. "Fazilet sâhibi olanlar” dinde "ve bolluk sâhibi olanlar” malda. Bunda Ebû Bekir radıyallahü anh'in fazilet ve şerefine delil vardır. "En yu'tu” alâ enla yu'tu (vermemeye) yahut fî en yu'tu (verme hususunda), üslup değiştirerek te ile (tu'tu) da okunmuştur. "Akrabalara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere” bunlar bir mevsûfun sıfatlarıdır yani kendinde bunu toplayan insanlara demektir. Çünkü bu kelâm böyle olanlar hakkındadır. Ya da sıfatları onların yerine kullanılan mevsûfların sıfatlarıdır, o zaman maksadı ifadede daha mubalâgalı olur. "Affetsinler” onlardan sadır olan kusurları "vazgeçsinler” ona göz yummakla. "Allah'ın, sizi bağışlamasını istemez misiniz?” affınızdan, vazgeçmenizden ve size kötülük edene iyilik etmenizden dolayı. "Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” sonsuz gücüne rağmen. Öyleyse siz de onun ahlakını alın. Rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz bunu Ebû Bekir'e okudu, o da: Evet, isterim dedi ve Mistah'a yardıma devam etti. 23Şüphesiz bir şeyden habersiz namuslu kadınlara iftira atanlar, dünyada ve âhirette lâ'net edilmişlerdir. Onlar için büyük bir azâp vardır. "Şüphesiz namuslu kadınlara iftira atanlar” iffetli kadınlara "bir şeyden habersiz” kendilerine atılan iftiradan "mü'min kadınlara” Allah'a ve Resûlüne inanan kadınlara iftira atanlar, namuslarını pâyimal etmek ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ve mü'minlere dil uzatmak için, Meselâ Abdullah bin Übey gibi "dünyada ve âhirette lâ'net edilmişlerdir". Onlara dil uzattıkları için. "Onlar için büyük bir azâp vardır” çünkü günahları büyüktür. Bunun, tevbe etmeyen her iftiracı için bir hüküm olduğu söylenmiştir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in ashâbına iftira atanlara mahsus olduğu da söylenmiştir. Bunun içindir ki, İbn Abbâs radıyallahü anhuma: Onun tevbesi yoktur, buyurmuştur. Eğer Kur'ân'ın tehditlerini araştırsan Hazreti Âişe radıyallahü anha'nın iftirası hakkında inen kadar ağırını bulamazsın. 24O günde dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları şeylere dâir aleyhlerine şahitlik edecektir. (O gün onlara şahitlik edecektir) lehüm'deki istikrar manasının zarfıdır, azabın değil, çünkü o mevsûftur. Hamze ile Kisâî ye ile (yeşhedü) okumuşlardır, çünkü fâ'iline takaddüm etmiş ve arası açılmıştır. "Dilleri, elleri ve ayaklan yaptıkları şeylere dâir aleyhlerine şahitlik edecektir” Allah'ın konuşturması ile istemleri dışında onları itiraf edecekler, ya da üzerlerinde eserleri görülmekle. Bunda azaptan daha çok korkutma vardır. 25O gün Allah onlara hak ettikleri cezalarını verecektir ve şüphesiz Allah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerdir. "O gün Allah onlara hak ettikleri cezalarını eksiksiz verecektir ve bilecekler” durumu gözleriyle görünce "Allah'ın apaçık hak olduğunu” zâtı ile sâbit, uluhiyetinin açık, bu konuda kimsenin ona ortak olmadığını, sevap ve ceza vermeye ondan başkasının gücünün yetmediğini. Ya da açık hak sâhibidir, adaleti gün gibi meydandadır. Kim de böyle olursa mazlumun intikâmını zâlimden alır, bunda da şüphe yoktur. 26Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara, temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara (yaraşır). İşte onlar (başkalarının) dediklerinden münezzehtirler. Onlar için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır. "Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara, temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara yaraşır". Yani kötü kadınlar kötü erkeklerle evlenir, aksi de öyledir. Temizler de böyledir. Bu da "işte onlar” kavlinin delili gibidir, bundan da Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in ehl-i beytini yahut Resûl, Âişe ve Safvan'ı kast ediyor. Allah onlardan râzı olsun. "Onlar (başkalarının) dedikleri şeylerden münezzehtirler” zira eğer doğru olsa idi aleyhis-salâtü ves-selâm'ın zevcesi olmaz ve bu evlilik onaylanmazdı. Şöyle de denilmiştir: Bunlar kötü ve iyi sözlerdir, ülâike (onlar) işâreti de temiz erkekleredir, yekulune'deki zamir de iftira atanlara râcidir. Yani onlar kendi haklarında söylenen şeylerden müberradırlar ya da kötü erkeklere ve kötü kadınlara râcidir yani temizler onlar gibi demekten müberradırlar. "Onlar için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır” yani cennet vardır. Allahü teâlâ dört kimseyi dört şeyle temize çıkarmıştır: Yûsuf aleyhisselâm'ı kadının ev halkından birinin şahitliği ile, Mûsa aleyhisselâm'ı Yahûdîlerin dediklerinden elbisesini kaçıran taş ile, Meryem'i çocuğunu konuşturmakla ve Hazreti Âişe radıyallahü anha'yı da bu mübalağalı âyet-i kerimelerle temize çıkarmıştır. Bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in makamım göstermek ve derecesini yükseltmekten başka bir şey için değildir. 27Ey îman edenler, evlerinizden başka evlere, durumu öğreninceye ve halkına selâm verinceye kadar girmeyin. İşte bu, sizin için daha hayırlıdır. Eğer iyice düşünürseniz. "Ey îman edenler, evlerinizden başka evlere girmeyin” oturmadığınız evlere, çünkü kiraya ve ödünç veren de ancak izinle girebilirler. "Durumu öğreninceye kadar” izin isteyinceye kadar. İsti'Nâs bilgi almaktır, âneseş şey'eden gelir ki, görmektir. Çünkü izin isteyen durumu öğrenmek ve vaziyeti keşf etmek istemektedir; girmesi isteniyor mu yahut izin verilecek mi diye beklemektedir. Ya da isti'Nâs'tan gelir ki, ürkmenin zıddıdır; çünkü izin isteyen ürkek ve korkaktır, izin verilmez diye endişe etmektedir. İzin verildiği zaman rahatlar. Ya da orada insan var mı diye öğreninceye kadar demektir ki, o zaman ins kökünden gelir. "Halkına selâm verinceye kadar” esselamü aleyküm, eedhulu (selamün aleyküm, girebilir miyim?) dersiniz. Efendimiz şöyle buyurmuştur: Teslim, üç defa esselamü aleyküm, eedhuhu demektir. Eğer izin verilirse girer, yoksa döner. "Bu sizin için daha hayırlıdır” yani izin istemek yahut selâm vermek sizin için ansızın girmekten daha hayırlıdır ya da cahiliye selamından demektir. O zamanlar bir adam başkasının evine girdiği zaman: İyi sabahlar yahut iyi akşamlar, derdi. Çoğu zaman ev sâhibini karısıyla beraber yatakta bastırırdı. Rivâyete göre bir adam, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e: Anamın yanına girmek için izin isteyecek miyim, dedi? O da: Evet, dedi. Adam: Onun benden başka hizmet edeni yoktur, her girişimde izin isteyecek miyim, dedi? Efendimiz de: Onu çıplak görmek ister misin, dedi? O da: Hayır, deyince: Öyleyse izin iste, dedi. "eğer iyice düşünürseniz.” bu da mahzûfa mütealliktir yani ünzile aleyküm demektir ya da size bu denildi ki, düşünesiniz de gereği ile amel edesiniz. 28Eğer orada bir kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size "dönün” derlerse, dönün. Bu, sizin için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilendir. "Eğer orada bir kimse bulamazsanız” size izin verecek "size izin verilinceye kadar oraya girmeyin". İzin verecek biri gelinceye kadar, çünkü girmek için mani sadece avret yerlerini görme mahzuru değildir, bunun yanı sıra adet icabı gizlenmesi gereken şeyleri görmemek içindir. Ayrıca başkasının mülkünde izin vermeden tasarruf etmek yasaktır (hane masuniyeti). Orada yangın çıkması, sel gelmesi vb. gibi şeylerin olması ise istisna edilmiştir. "Eğer size "dönün” derlerse, dönün” ısrar etmeyin. "Bu sizin için daha temizdir” dönmek daha temizdir, çünkü ısrar etmek ve kapıda beklemek kerahetten hâli değildir, insanlığa aykırıdır. Ya da dininiz ve dünyanız için daha yararlıdır. "Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilendir” size hitap edilenden neyi yapıp yapmadığınızı bilir de size ona göre ceza verir. 29Oturulmayan ve içinde eşyanız bulunan evlere girmenizde size bir günah yoktur. Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir. "Oturulmayan evlere girmenizde size günah yoktur” Meselâ kervansaraylar, mağazalar, hanlar ve oteller gibi. "İçinde eşyanız bulunan evlere” içinde istifade edeceğiniz şeyler bulunan yerlere, Meselâ sıcaktan ve soğuktan barınmak, eşyayı indirmek, oturmak ve alışveriş etmek gibi. Bu da geçen hükümden istisnadır, çünkü meskun olanı da olmayanı içine alır. "Allah açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilir” bu da bir yere kötülük etmek veyahut başkalarının açık yerlerini görmek için girenlere tehdittir. 30Mü'minlere söyle gözlerini kapatsın ve namuslarını faza etsinler. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır. "Mü'minlere söyle, gözlerini kapatsınlar” haram olan şeylerden "ve namuslarını muhafaza etsinler” ancak eşleri veya cariyeleri hariç. İkinci şıkta istisna edilen pek nadir olduğu için onu kayıtlamadı, bakma ise öyle olmadığından onu azlık ifade eden min edâtı ile kayıtladı. Şöyle de denilmiştir: Burada namusları muhafaza etmek avret yerlerini örtmektir. "Bu, onlar için daha temizdir” onlar için daha yararlı ve daha paktır, çünkü şüpheden daha uzaktır. "Şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır” gözlerini sağa sola döndürmeleri, organları çeşitli şekillerde kullanmalarını, el ve kol hareketleri ve bunlardan ne kastettikleri ona gizli kalmaz. Öyleyse her türlü aktif ve pasif hareketlerinde dikkatli olsunlar. 31Mü'min kadınlara söyle gözlerini kapatsın, namuslarını muhafaza etsin ve ziynetlerini, görünen kısmı hariç, göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar. Ziynetlerini de göstermesinler; ancak şunlar hariç: Kocaları yahut babaları yahut kocalarının babaları yahut kocalarının oğulları yahut kardeşleri yahut kardeşlerinin oğulları yahut kız kardeşlerinin oğulları yahut kadınları (hemcinsleri) yahut sağ ellerinin sahip oldukları (köleleri) yahut erkeklerden kadınlara ihtiyacı olmayan uyuntular veyahut kadınların avret yerlerini fark etmeyen çocuklar. Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü'minler, hep birlikte Allah'a tevbe edin ki, muradınıza eresiniz. "Mü'min kadınlara söyle, gözlerini kapatsınlar” bakması helâl olmayan erkeklere bakmasınlar, "namuslarını (cinsel organlarını) muhafaza etsinler” örtmekle yahut zinadan korumakla. Göz yummanın öne alınması, bakmanın zinanın postası olmasındandır. "Ziynetlerini göstermesinler” Meselâ takılan, elbiseleri, boyaları gibi. Bunlar haram olunca, bunların yerleri ise namahremler için haydi haydi harâm olur. "Görünen kısmı hariç” iş yaparken, bunlar da elbise ve yüzük gibi şeylerdir, çünkü bunları kapatmakta zorluk vardır. Şöyle de denilmiştir: Ziynetten maksat ziynet mahâlleridir (mevadıuha), bu durumda muzâf hazf edilmiştir ya da yaratılıştan gelen ve süsleme ile yapılan şeyleri içine alması içindir. İstisna edilen de yüz ile ellerdir, çünkü bunlar avret değildir. Öyle anlaşılıyor ki, bu namazda böyledir, bakma için değildir. Çünkü hür kadının bütün bedeni avrettir, kocasından ve mahreminden başkasının bunlardan birine bakması câiz değildir, ancak zaruret hâli hariçtir, Meselâ tedavi olmak ve şahitlik etmek gibi. "Başörtülerini yakalarının üzerine vursunlar” boyunlarım kapatmak için, Nâfi', Âsım, Ebû Amr ve Hişâm cim'in zammı ile 'cuyubihinne, diğerleri kesri ile (ciyubihinne) okumuşlardır. "Ziynetlerini göstermesinler” bunu tekrar etmesi; göstermesi ve göstermemesi helâl olanları açıklamak içindir. "Ancak şunlar hariç: Kocaları” çünkü kadının süslenmesinden maksat onlardır, onlar kadınlarının her yerine bakabilirler hatta cinsel organlarına bile. " Yahut babaları yahut kocalarının babaları yahut kocalarının oğulları yahut kardeşleri yahut kardeşlerinin oğulları yahut kız kardeşlerinin oğulları". Çünkü bunlar kadınların yanlarına çok girip çıkarlar ve bunların müdahalelerine çok ihtiyaçları vardır. Bir de bunlar tarafından fitne korkusu azdır, çünkü insan tabiatında yakınlarla temastan nefret vardır. Bunlar kadınların iş ve hizmet sırasında görünen yerlerine bakabilirler. Amcaların ve dayıların zikredilmemesi, bunlar kardeşler manasına olmasındandır ya da bunlardan kapanmanın daha ihtiyatlı olmasındandır, çünkü bunlar oğlan çocuklarına kadınları anlatırlar. " Yahut kadınları” yani mü'min kadınlar, çünkü kâfir kadınlar onları erkeklere anlatmakta sakınca görmezler ya da bütün kadınlar demektir. Ulema bu konuda ihtilâf etmiştir. " Yahut sağ ellerinin sahip oldukları” yani cariyeler ve köleler. Zira rivâyete göre aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz Fatıma'ya bir köle getirdi ve ona bağışladı, Fatıma'nın üzerinde de bir elbise vardı ki, onunla yüzünü kapattığı zaman ayaklarına ulaşmıyordu, ayaklarını kapattığı zaman da başına ulaşmıyordu. Efendimiz: Zararı yok, ben babanım, o da kölendir, dedi. Şöyle de denilmiştir: Bunlardan maksat cariyelerdir, kadının kölesi kadına nispetle yabancı gibidir. " Yahut erkeklerden kadınlara ihtiyacı olmayan uyuntular” yani kadına ihtiyaç duymayanlar demektir ki, onlar da yaşlı ihtiyarlar, erkeklik organı ve yumurtaları kesik olanda ise ihtilâf vardır. Bunların halkın fazla yemeklerini yemek için arkalarına düşüp kadınlardan bir şey bilmeyen kimseler olduğu da söylenmiştir. İbn Âmir ve Ebû Bekir ğayra'yı hâl olarak mensûb okumuşlardır. " Yahut kadınların avret yerlerini fark etmeyen çocuklar” çünkü bunlar böyle şeyi ayıramazlar, bu da zuhur'dan gelir ki, üste çıkmaktır. Ya da şehvet çağma ermeyenlerdir ki, o zaman galibiyetten gelir. Tıfl cinstir, cemi yerine konulmuş, sıfatının delaleti ile yetinilmiştir. "Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar” halhalları ses çıkarması için, o zaman kadının halhallı olduğu bilinir. Bu da erkeklerde bir eğilim meydana getirir. Bu, ziyneti göstermeyi men etmekten daha mubalâgalı ve sesi yükseltmeyi men'e daha çok delaletlidir. "Ey mü'minler, hep birlikte Allah'a tevbe edin” çünkü içinizde hiç kimse kusurdan azade değildir, bilhassa şehvetlerden uzak durmada. Şöyle denilmiştir: Cahiliyede yaptığınız şeylerden tevbe edin, çünkü onlar her ne kadar İslamiyetle kesildi ise de ancak ona pişman olmak ve her hatırladıkça ona dönmemeye azmetmek gerektir. İbn Âmir eyyühül mü'mfnun, Zuhrûf'ta "ya eyyuhus sahiri” Rahmân'da "eyyühus sekalan” şeklinde vasi hâlinde he'nin zammı ile okumuştur. Diğerleri ise fethi ile (eyyühe) okumuşlardır. Ebû Amr ile Kisâî bunların üzerinde elifle vakfetmişler, kalanlar ise elifsiz vakfetmişlerdir. "ki, muradınıza eresiniz” iki dünyanın mutluluğu ile. 32İçinizden bekârları, köle ve cariyelerinizden iyileri evlendirin. Eğer fakir olurlarsa, Allah onları lütfünden zengin eder. Allah geniştir, hakkıyla bilendir. "İçinizden bekârları, köle ve cariyelerinizden iyileri evlendirin” kaynaşmayı, güzel terbiyeyi ve insan nevinin devamına götüren daha çok şefkate ileten soya zarar veren zinayı mübalağalı bir şekilde men ettikten sonra arkasından onu koruyan nikahı emretti ve veli ve büyüklere böyle hitap etti. Bunda velayet altındaki kadınları ve köleleri evlendirmenin vâcip olduğuna delil vardır, bu da bu ikisinin bunu istemeleri hâlindedir ve şunu da bildirmektedir ki, kadın ile köle bu işi kendi başlarına yapamazlar. Zira eğer kendi başlarına yapsalardı bunu yapmak veliye ve velayet sâhibine vâcip olmazdı. Eyama lâfzı, eyayim'in maklup şeklidir, yetama gibidir, o da eyyim'in çoğuludur ki, erkek olsun kadın olsun bekâr demektir. Şâir şöyle demiştir. Ey kadın, eğer benimle evlenirsen ben de seninle evlenirim, eğer bekâr kalırsan, Ben her ne kadar sizden daha genç isem de ben de bekâr kalırım. Özellikle iyilerin belirtilmesi, onların dinini garanti altına almanın ve durumlarıyla ilgilenmenin çok önemli olmasındandır. Şöyle de denilmiştir: Maksat evlenmeye uygun olanlar ve onun hakkını verenlerdir. "Eğer fakir olurlarsa Allah onları lütfünden zengin eder” bu da evlenmeye mani olabilecek şeyi reddir, Mana da şöyledir: İsteyen erkeğin yahut istenen kadının fakirliği buna mani olmasın. Çünkü Allah'ın lütfü mala ihtiyaç bırakmaz, çünkü o, gelip geçicidir ya da Allah'ın onları zengin edeceğine vaadidir. Çünkü Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem: Bu Âyetteki zenginliği arayın, buyurmuştur. Ancak bu, Allah'ın dilemesi şartına bağlıdır, Meselâ "eğer fakirlikten korkarsanız Allah sizi dilediği takdirde zengin edecektir” (Tevbe:28) kavli gibi. "Allah geniştir” geniş şeylerin sâhibidir, nimeti bitmez, çünkü kudretinin sonu yoktur, "hakkıyla bilendir” hikmetinin gereğine göre rızkı genişletir de daraltır da. 33Evlenme imkânı bulmayanlar, Allah'ın, kendilerim lütfünden zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar. Sağ ellerinizin sahip olduğu kölelerden (azat olmak için) yazışmak isteyenlerle, eğer onlarda bir hayır olduğunu bilirseniz, onlarla yazışın. Allah'ın size verdiği malından onlara verin. Genç cariyelerinizi, eğer namuslarını korumak isterlerse, dünya hayatının metaını istemeniz için fuhşa zorlamayın. Kim onları zorlarsa, şüphesiz Allah, onları zorlamanın ardından (o cariyeleri) çok bağışlayan, çok merhametlidir. "İffetlerini korusunlar” iffet hususunda ve şehveti bastırma konusunda çaba göstersinler "evlenme imkânı bulamayanlar” sebeplerini elde edemeyenler. Burada geçen nikâhtan nikah yapılacak şeyi veya bulmaktan da imkânını murat etmek de câizdir "Allah'ın, kendilerini lütfünden zengin edinceye kadar” evlenecek bir şey buluncaya kadar. (Yazışmak isteyenler) mükâtebe şöyledir: Bir adam kölesine şu kadar meblağ üzerine seninle yazıştım, der, bu da kitaptan (yazışmaktan) gelir. Çünkü Efendi köle malı ödediği takdirde onu azat etmeyi kendine yazmıştır ya da tecil etmek için yazmaktan gelir yahut ketb maddesinden gelir ki, cem etmek, toplamaktır. Çünkü karşılık mal taksit taksit olur, birbirine eklenir. "Sağ ellerinizin sahip olduğu kimselerden” ister köle olsun isterse cariye olsun. Ellezîne ism-i Mevsûlu sılasıyla beraber mübteda’dır, "fekâtibuhum” da haberidir. Ya da gizli bir fiilin mef'ûlüdür ki, bu onu tefsir eder. Fe de şart manasını içerdiği içindir. Bu emir ulemanın çoğunluğuna göre (vücup için değil) nedb içindir, çünkü kitabet karşılıklı alıp vermedir, köleye acımayı ifade eder. O sebeple başkaları gibi vâcip değildir. Hanefilerin emrin mutlaklığını ileri sürerek peşin kitabeti câiz görmeleri zayıftır. Çünkü mutlak genellik ifade etmez, kaldı ki, derhal ödeyememesi de sahih olmasına manidir, Meselâ süresi geldiği zaman bulunmayan bir şey üzerine selem akdi yapmak gibi. "Eğer onlarda bir hayır olduğunu bilirseniz” güvenirlik, mesleğiyle malı ödeme gücü gibi. Aynısı Merfû' hadis olarak da rivâyet edilmiştir. Dinde dürüstlük de denilmiştir. Mal da denilmiştir ki, lâfzan da manen de zayıf olduğu açıktır. Bu, emrin şartıdır; onun (hayrın) olmamasından (akdin de) câiz olmaması lâzım gelmez. "Allah'ın size verdiği malından onlara verin” önceki gibi bu da efendilere onlara mallarından bir şeyler verme emridir. Kitabet malından biraz düşürmek de bu manayadır. Bu da çoğunluğa göre vâciptir. En az mal denecek kadar vermek kafidir. Hazret-i Ali radıyallahü anh'ten: Dörtte birini düşürür, dediği rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs'tan da üçte biri rivâyet edilmiştir. Bunun verdikten ve azat ettikten sonra onlara yardıma teşvik olduğu söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Bu bütün Müslümanlara mükâteplere yardım ve onlara zekattan hisselerini vermek için emirdir. Mükâtebine verileni efendisinin taksit olarak alması câizdir, çünkü onu sadaka olarak almamaktadır, o borç sâhibi ve müşteri gibidir. Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm’ın Berire hadisinde: Ona verilen sadakadır, bizim için de hediyedir, sözü de bunu gösterir. "Genç cariyelerinizi zinaya zorlamayın” Abdullah bin Übey'in altı cariyesi vardı, onları zinaya zorlardı. Onlara vergi koymuştu. Birileri Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e şikayet etti, âyet bunun üzerine indi. "Eğer namuslarını korumak isterlerse” iffetlerinden dolayı, bu da zorlamanın şartıdır, çünkü iffet onsuz olmaz. Eğer yasağın şartı kılımrsa onun olmamasından zorlamanın câiz olması lâzım gelmez. Çünkü yasağın yasak edilen şeyin imkânsız olmasıyla kalkması da câizdir. İn edatının iz'e tercih edilmesi, cariyelerin namuskârlık gösterme irâdesinin neredeyse kural dışı ve nadir olmasındandır. "Dünya hayatının metaını istemeniz için. Kim onları fuhşa zorlarsa, şüphesiz Allah, onları zorlamanın ardından çok bağışlayan, çok merhametlidir” onları yahut tevbe ettiği takdirde onu (zorlayanı). Birincisi Âyetin zahirine daha uygundur. Bir de İbn Mes'ud radıyallahü anh'in Mushaf'ında da "lehünne” kaydı vardır. Bundan zorlananın günahkâr olmadığı ve mağfirete ihtiyacı olmadığı çıkarılamaz. Çünkü zorlama bizzat fiille sorumlu tutulmaya mani değildir. Bunun içindir ki, zorlanan kimsenin zorlayanı öldürmesi harâmdır ve ona kısas da vâciptir. 34Yemin olsun, gerçekten size apaçık âyetler ve sizden önce geçenlerden bir misal ve müttekıler için bir öğüt indirdik. "Yemin olsun, gerçekten size apaçık âyetler indirdik” bu sûrede açıklanan ve onlarda hüküm ve hadlerin izah edildiği âyetleri kast ediyor. İbn Âmir, Hafs, Hamze ve Kisâî burada ve Talak sûresinde kesr ile (mübeyyinatin) okumuşlardır. Bu âyetler açıktır, eski kitaplar ve aklıselimler onu tasdik eder. Bu da beyyene'den gelir ki, tebeyyene demektir. Ya da onlar hüküm ve hadleri açıklamıştır. "Ve sizden önce geçenlerden bir misal” sizden öncekilerin misallerinden bir misal getirdik yani onların kıssaları gibi acayip kıssa demektir. O da Hazreti Âişe radıyallahü anha'nın kıssasıdır; çünkü o, Yûsuf ve Meryem kıssası gibidir. "Ve müttekıler için bir öğüt” yani bu âyetlerde öğüt indirdik demektir. Özellikle müttekılerin anılması, bunlardan istifade edecek olanların kendileri olmasındandır. Âyetlerden maksat Kur'ân âyetleri, sıfatlardan maksat da onun sıfatları olduğu da söylenmiştir. 35Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali, içinde kandil bulunan duvarda bir oyuk (çıralık, taka) gibidir. O kandil cam fanus içindedir. Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. O kandil, ne doğulu ne de bâtılı olmayan, neredeyse ateş dokunmadan yanacak mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûr. Allah dilediği kimseyi nuruna hidâyet eder. Allah insanlara misaller verir. Allah her şeyi çok iyi bilendir. "Allah göklerin ve yerin nurudur” nûr aslında bir niteliktir ki, onu önce göz idrak eder, onun aracılığı ile diğer görülen şeyler Meselâ hizalarındaki kesif cisimlere nûr saçan güneşle aydan yayılan nitelik gibi. Onun bu mana ile Allahü teâlâ'ya denilmesi doğru olmaz, ancak muzâf takdiri ile olur Meselâ zeydün keremün gibi ki, zeyd kerem sâhibidir demektir ya da mecazen denir. O da ya gökleri ve yeri nurlandırandır manasınadır, nitekim böyle (münevvir) şeklinde de okunmuştur. Çünkü Allahü teâlâ o ikisini yıldızlarla, onlardan taşan nurlarla ya da Melâike ve peygamberlerle aydınlatmıştır. Ya da Allah o ikisini (yerle göğü) idare edendir, demektir. Bu da iyi bir şekilde idare eden başkana: Nurul kavm (toplumun nûru) deyiminden gelir. Ya da o ikisini icat / yoktan var edendir demektir. Çünkü nûr kendi zâtı ile görünür, başkasını da görünür hâle getirir. Görünmenin aslı varlıktır, nitekim gizlenmenin aslı da yokluktur. Kusurdan uzak Allah ise zâtı ile mevcuttur, başkasını da icat edendir. Ya da göklerle yer onunla idrak edilir yahut o ikisinin halkı onunla idrak eder demektir, şöyle ki, ona (nura) basıra (görme duyusu) da denilir. Çünkü onunla alâkası vardır ya da idrakin ona dayanmasında onunla alâkası vardır. Sonra da basirete denilir, çünkü onun idraki daha güçlüdür, zira hem kendini idrak eder hem de başka külliyat ve cüziyatları, var ve yok olanları idrak eder. İçlerine dalar ve onların üzerinde birleştirerek ve ayrıştırarak tasarruf eder. Sonra bu basar ve basiret idrakleri zâtı ile kaim değildir, öyle olmasa idi ondan hiç ayrılmazdı. Böyle olunca o, onu üzerine aktaran bir sebeptendir, o da Allahü teâlâ'dır, bu daya doğrudandır ya da meleklerin ve peygamberlerin aracılığı iledir. Bunun içindir ki, onlara nûr ismi verilmiştir. İbn Abbâs radıyallahü teâlâ anhüma'nın sözü de buna yakındır ki, manası şöyledir: Allah o ikisinde olanlara hidâyet edendir, onun nûru ile yollarını bulurlar. Nûrun göklere ve yere nispet edilmesi geniş çapta parlamalarından ya da hissi ve aklî nurları içine almalarından, idraklerin bu ikisi ve onlarla ilgili olan şeylerle sınırlı olmasından ve bunların Allah'a delâlet etmesindendir. "Onun nurunun misali” acayip nurunun sıfatı, nûrun Allah'a giden zamire muzâf olması, ona nûr demenin zahirine göre olmadığını göstermek içindir. "Kemişkâtin” kesıfati mişkâtin demektir, o da duvardaki dipsiz takadır. Kisâî, Durî rivâyetinde imâle ile (kemişkeytin) okumuştur. "Fiha misbah” içinde kandil, ışığı karanlığı delip geçen büyük çerağ vardır. Şöyle de denilmiştir: Mişkât kandilin ortasındaki borudur, misbah da tutuşan fitildir. "O kandil cam fanus içindedir. "Cam da sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır” Venüs yıldızı gibi parlaktır. Dürriyyin, dür'e mensup demektir. Fu'iyl veznindedir, mürriyk gibi, der'den gelir ki, karanlığı ziyasıyla uzaklaştırmaktır. Ya da parıltısından dolayı ışığı birbirini iter demektir. Ancak hemzesi ye'ye kalb olunmuştur. Hamze ile Ebû Bekir'in aslı üzerine okuyuşları da bunu gösterir. Ebû Amr ile Kisâî'nin okuyuşları ise dirriyyin şeklindedir ki, şirriyb veznindedir, maklub olarak böyle de okunmuştur. "O kandil mübarek bir zeytin ağacından yakılır” yani kandilin yağı çok yararlı zeytin ağacından temin edilir, bu da fitilinin yağa iyice batırılması ile olur. Şeceretin'in nekire olup bereketle nitelenmesi, sonra da bedel olarak zeytunetin'in getirilmesi şânını yüceltmek içindir. Nâfi', İbn Âmir ve Hafs ye ile ve meçhul kalıbı ile okumuşlardır ki, ukide'den gelir. Hamze, Kisâî ve Ebû Bekir böyle te ile (tukadu) okumuşlardır ki, muzâfm hazfi ile zücace'ye isnat edilir. Tetevakkade'den tevakkade ve yuvakkadu de okunmuştur, iki zâit harf birleşmesin diye te atılmıştır ki, bu gariptir. "Ne doğulu ne de bâtılı olmayan” güneş ona aralıklara değer değildir, bilâkis gündüz boyu değer, Meselâ tepede yahut geniş bir düzlükte olan ağaç gibi. Çünkü onun meyvesi daha olgun, yağı da daha saf olur. Ya da meskun bölgenin doğusunda ve batısında olmayan, bilâkis ortasında olan demektir ki, o da Şâm'dır. Çünkü onun zeytinyağı yağların en kalitelisidir ya da devamlı güneşin vurup yaktığı yahut hiç değmeyip de meyvesi çiğ kalan gibi değildir demektir. Hadiste: Hiç güneş değmeyen ve hep güneşte kalan malda hayır yoktur, denilmiştir. "Yağı neredeyse ateş dokunmadan ışık verecek” yani neredeyse ateşsiz kendi kendine ışık verecek, çünkü o kadar parlak ve o kadar ışıltılıdır. "Nûr üstüne nûr” kat kat nûr, çünkü zeytinyağının parlaklığı ve yansıtıcı çıralık ışığım artırmıştır. Temsilin manası hakkında da birkaç mülahaza ileri sürülmüştür. Birincisi bu, açık âyetlerin delâlet ettiği gibi manasındaki parlaklık ve içerdiği hidâyet niteliği anlatılan çerağ yuvasına benzetilmiştir. Ya da insanların evham ve hayallerinin karanlıkları ile sarılı olan hidâyet kandile benzetilmiştir. Kâf edatının mişkâta getirilmesi kandilin orada olmasındandır. Ona benzetmek güneşe benzetmekten daha iyidir. Ya da Allah'ın mü'minlerin kalplerini nurlandırdığı ilim ve marifetler o oyuktaki kandilden yayılan ışığa benzetilmiştir. Übey'in: Meselü nuril mü'mini okuyuşu da bunu destekler. Ya da Allah'ın, mü'min kullarına bahşettiği ve dünya ve âhiret yaşamını temin eden idrak güçleri bununla temsil edilmiştir. îdrak güçleri de şunlardır: His gücü ki, beş duyu ile hissedilen şeyler onunla idrak edilir. Hayal gücüdür ki, hissedilen şeylerin suretlerini muhafaza eder, istediği zaman da onları akıl gücüne arz eder. Akıl gücü ki, külli gerçekleri idrak eder. Tefekkür gücü ki, akılla bilinen şeyleri uzlaştırır, onlardan bilmediği şeylerin bilgisini elde eder. Kutsal güç ki, onda gaybin levhaları, melekutun sırlan tecelli eder. Bu da peygamberlere ve evliyalara mahsustur, "fakat onu bir nûr kıldık; onunla kullarımızdan dilediğimizi hidâyet ederiz” (Şura: 52) ayetiyle kast edilen de budur. Bu güçler Âyette zikredilen beş şeye benzetilmiştir: Çıralık, fanus, kandil, ağaç ve zeytinyağı. Çünkü his gücü içinde çerağ bulunan taka gibidir, çünkü his gücünün yeri duvardaki o oyukluk gibidir; yüzü dışarıyadır, arkasındakini idrak etmez. Bizzat ışık saçmaz, aklın bulgularıyla aydınlanır. Hayal gücü de cam fanus gibidir, idrak edilen şeyleri çevreden toplar kabul eder ve onları akıl nurları için kontrol altına alır. Aydınlatması da içine aldığı aklî şeylerledir. Akıl gücü de kandil gibidir, çünkü idrak edilen külli şeyler ve İlâhî marifetlerle aydınlanır. Tefekkür gücü de mübarek ağaç gibidir, çünkü sonsuz meyvelere götürür. Tefekkür gücü zeytin ürünü veren zeytin ağacına da benzetilmiştir. O yağ da kandillerin ana maddesidir, ne doğuludur ne de batılıdır. Çünkü cismanî ilavelerden soyutlanmıştır ya da suretlerle manalar arasına düştüğü içindir. O her ikisi üzerinde de tasarruf eder ve iki taraftan da yararlanır. Kutsal güç de zeytinyağı gibidir, çünkü saftır, içinde karışım yoktur. Düşünmeden ve öğrenmeden marifetlerle aydınlanır. Ya da çeşitli mertebeleri olan akıl gücünün temsilidir. Çünkü başlangıçta içinde ilim yoktur, çerağ takası gibi onları kabule hazırdır. Sonra cüzîleri hissetme aracılığı ile zorunlu ilimler ona nakş edilir, öyle ki, zaruri (teorik) şeyleri elde etme imkânı bulur, cam fanus gibi olur, kendiliğinden parlar, nurları çeker. Bu imkân eğer tefekkür ve çalışma ile olursa zeytin ağacı gibidir. Eğer sezgi ile olursa zeytinyağı gibidir. Eğer kutsal güç ile olursa yağı neredeyse ışık saçan gibi olur, çünkü neredeyse bilir, ister ki, ateş gibi olan vahiy meleği ve ilham ile temasa geçmesin. Çünkü akıllar ateşini ondan alır. Sonra istediği zaman ilimleri hazır edecek imkâna kavuşmakla ilimleri elde ederse kandil gibi olur. Eğer onları hazır ederse nûr üstüne nûr olur. "Allah nuruna hidâyet eder” karanlığı delip geçen nuruna "dilediği kimseyi” çünkü sebepler onun yanında hükümsüzdür, sebepler onun dilemesiyle tamam olur. "Allah insanlara misaller verir” akılla bilinen şeyleri hisle bilinene yaklaştırmak, açıklamak ve beyan etmek için. "Allah her şeyi çok iyi bilendir” ister akılla bilinsin ister hisle, ister açık isterse kapalı olsun. Bunda bunları düşünüp ve ilgilenmeyen için vaat ve tehdit de vardır. 36O kandil öyle evlerde yakılır ki, Allah, onların yüceltilmesine izin vermiştir. Orada ismi andır. Onu orada sabah akşam tesbih eder, (Evlerde) bu da mâkabline mütealliktir yani kemişkâtin fî ba'dı buyutin (bazı evlerdeki çerağ takası gibidir) demektir. Ya da tukadu fî buyutin demektir ki, o zaman temsil edilen şeyin kaydı olur, onu süsler ve onun için mübalağa olur. Çünkü mescitlerdeki kandil daha büyük olur. Ya da mü'minlerin namazını ya da bedenlerini mescitlere benzetmiş olur. Buyut'in çoğulluğu mişkât'ın tekilliği ile çelişki oluşturmaz, çünkü mişkât'tan maksat bu sıfatı taşıyandır, tekliği ve çokluğu değildir ya da (fî buyutin) mabedine bağlıdır ki, o da yüsebbihü'dür. Bunda te'kit eden bir tekrar vardır, fî buyutin yüzkerü'ye müteallik değildir, çünkü o, en edatının sılasındandır, o da mâkablinde amel edemez. Ya da mahzûfa mütealliktir Meselâ sebbihu fî buyutin gibi. O evlerden maksat da mescitlerdir. Çünkü sıfatlar ona okşamaktadır. Üç mescitler de denilmiştir ki, o zaman nekire oluşu ta'zîm içindir. "Allah yükseltilmesine izin verdi” yapı ve saygı ile. "Orada ismi anılır” bu da zikri içeren şeyler için geneldir; hatta fiillerini müzakere ve hükümlerini mübahase etmek de buna girer. "Onu orada sabah akşam tesbih eder” onu tenzih ederler, onun için orada sabahları ve akşamları namaz kılarlar. Ğuduv mastardır, vakte denilir, bunun içindir ki, asalla birlikteliği hoş olmuştur, o da asil'in çoğuludur, îsal da okunmuştur ki, o da asıl vaktine girmektir. İbn Âmir ile Ebû Bekir feth ile yüsebbihü okumuşlardır ki, isnat üç zarftan birine olur. Ricalün'ün Merfû' olması da onun gösterdiği fiilledir. Meksûr te ile (tisebbihü) de okunmuştur, çünkü cemi müennestir, be'nin fethi ile de okunmuştur ki, ğuduv vakitlerine isnat edilir. 37Birtakım adamlar ki, onları ne ticaret ne de alışveriş Allah'ın zikrinden, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymaz. Öyle bir günden korkarlar ki, onda gözler ve kalpler döner. "Birtakım adamlardır ki, onları ne ticaret alıkoymaz” onları kârlı işlem meşgul etmez "ne de alışveriş Allah'ın zikrinden” bu da tahsisten sonra tamim yaparak mübalağadır, eğer ondan mutlak değiş tokuş kast edilirse, ya da ticaretin iki kısmından önemli olan alışveriş tek olarak zikredilmekle mübalağadır. Çünkü kâr satmakla gerçekleşir, almakla da beklenilir. Şöyle de denilmiştir: Ticaretten maksat satın almaktır, çünkü asıl ve baş odur. Mal getirmek de denilmiştir, çünkü çoğunluk öyledir. Tecire fî keza denir ki, dışardan mal getirmektir. Bunda o kimselerin tüccar olduklarına îma vardır. (Namazı dosdoğru kılmaktan) burada i'lalla düşen aynelfi'lin yerine geçen te'ye izafet bedel olmuştur, Meselâ şu mısrada olduğu gibi: Veahlefuke idel emrillezi vaadu (Sana verdikleri sözde durmadılar). "Ve zekâtı vermekten” hak edenlere verilmesi gerekeni vermekten. "Öyle bir günden korkarlar ki,” o kadar zikir ve taatlarıyla beraber. "Onda gözler ve kalpler döner” korkudan sarsılır ve değişir yahut hâlleri döner de kalpler anlamadığını anlar, gözler görmediğini görür ya da kalpler kurtuluş beklemek ve helâk olmak korkusuyla gözler de hangi taraftan yakalanacak ve kitapları nereden verilecek diye döner. 38Bu da Allah'ın onları, yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandırması ve onlara lütfünden fazla vermesi içindir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir. (Allah'ın onları ödüllendirmesi için) bu da yüsebbihü'ye yahut latülhihim'e veyahut yahafune'ye mütealliktir. "Yaptıklarının en güzeli ile” yaptıklarının ve kendilerine vaat olunan şeyin en güzeli ile o da cennettir. "Ve onlara lütfünden fazla vermesi için” amellerine karşılık vaat etmediği ve akıllarına gelmeyen şeyleri fazladan vermesi için. "Allah dilediğine hesapsız rızık verir". Bu da o fazlalığı tesbittir ve kemal-i kudretine, irâdesinin geçerliliğine ve ihsanın bolluğuna dikkat çekmedir. 39Kâfirlerin amelleri düz bir yerdeki serap gibidir. Susuz kimse onu su zanneder. Nihayet ona geldiği zaman onun bir şey lmadığım görür. Allah'ı onun yanında bulur. Allah hesabı çabuk görendir. "Kâfirlerin amelleri düz bir yerdeki serap gibidir” kâfirlerin hâlleri ise bunun aksinedir, çünkü iyi ve Allah katında yararlı zannettikleri amelleri boştur, ümit kırıcıdır, serap gibidir. Serap düz bir yerde güneş ışıklarının öğle üzeri oraya vurmasıyla akarsu gibi görünen şeydir. Âyette geçen kıy'a ka' manasınadır ki, o da üzerinde bitki vb. olmayan düz yerdir. Kıy'a'nın ka'ın çoğulu olduğu da söylenmiştir, Meselâ câr ve ciyre gibi. Kıy'ât da okunmuştur ki, diyme'de diymât denilmesi gibi. "Susuz kimse onu su zanneder” özellikle bunun seçilmesi kâfiri tam ihtiyaç ânında eli boş kalmakla ona benzetmek içindir. "Nihayet ona geldiği zaman” su zannettiği şeye yahut yerine geldiği zaman "onun bir şey lmadığını görür” zannettiği şeylerden "ve Allah’ı onun yanında bulur” azabını yahut zebanilerini bulur yahut onu hesaba çektiğini bulur. "Allah ona hesabını eksiksiz öder” ona saydırarak yahut cezalandırarak "Allah hesabı çabuk görendir". Birinin hesabını görmek onu ötekisinden meşgul etmez. Rivâyete göre âyet Utbe bin Rebia bin Ümeyye hakkında indi, cahiliyede kendini Allah'a verdi. İslâm gelince inkâr etti. 40Yahut onların amelleri derin bir denizde karanlıklar gibidir ki, onu bir dalga kaplar, üstünden bir dalga, üstünden de bir bulut kaplar. Birbirinin üstünde karanlıklar. Elini çıkardığı zaman onu neredeyse göremez. Allah kime nûr vermezse onun nûru yoktur, ( Yahut onların amelleri) bu keserabin'e atıftır ev edâtı ise seçme içindir, çünkü amelleri boş olduğu için sonuçsuzdur, serap gibidir ve hak nurundan hâli olduğu için de denizden, dalgalardan ve buluttan oluşan üst üste yığılmış karanlıklar gibidir. Ya da ev edâtı çeşit bildirmek içindir, çünkü amelleri eğer iyi ise serap gibidir; eğer kötü ise karanlıklar gibidir ya da iki zaman itibarı ile taksim içindir; çünkü onlar dünyada karanlıklar gibidir, âhirette de serap gibidir. "Derin bir denizde” lücciy derin demektir, lücc'e mensuptur ki, o da suyun çok olduğu yerdir. "Onu kaplar” yani denizi kaplar "bir dalga, üstünden bir dalga” yani üst üste yığılmış, "onun üstünden” ikinci dalganın üstünden "bir bulut” o da yıldızları kaplar ve ışıklarını keser. Yağşahu cümlesi denizin başka bir sıfatıdır. "Zulumatün” yani hazihi zulumatün (bunlar karanlıklardır) demektir "birbirinin üstünde” İbn Kesîr birinciden bedel olarak cer ile yahut Bezzi rivâyetinde sehab'ı ona muzâf kılarak cer ile zulümatin okumuştur. "Elini çıkardığı zaman” o ise kendine en yakın görülecek şeydir "neredeyse onu göremez” görmeye yaklaşamaz, kaldı ki, görmek. Meselâ Şâir Zürrümme'nin şubeyitinde olduğu gibi: Ayrılık sevgilileri değiştirdiği zaman neredeyse Benim Meyye'ye olan aşkım yerinden kımıldamayacaktır. Zamirler denizde olan kimseye râcidir, daha önce zikri geçmese de mana onu göstermektedir. "Allah kime nûr vermezse” ona hidâyeti takdir etmez ve onu sebeplerine muvaffak kılmazsa "onun nûru yoktur” nûr üstüne nûru olan başarılı mü'min ise öyle değildir. 41Görmedin mi, Allah'ı göklerde ve yerde olan kimseler ve kanat açan kuşlar tesbih eder. Her biri gerçekten duasını ve teşbihini bilmiştir. Allah onların yaptıklarını bilendir. "Görmedin mi” yakın ve güvenirlikte görmeye benzeyen bir ilimle bilmedin mi, vahiy yahut delilden sonuç çıkarma ile "Allah'ı göklerde ve yerde olan kimseler tesbih eder” göklerdeki ve yerdekiler onun zâtını bütün eksiklikten ve kusurdan tenzih ederler. Men edâtı akıllıları daha çok kabul etmekten yahut meleklerle insanlar ve cinlerden dolayıdır. Bu da ya hâl diliyle ya da beden diliyle olur "Ve kuşlar” birinciye göre kuşlar tahsis edilmiştir; çünkü onlarda açık sanat ve parlak delil vardır. Bunun içindir ki, onu "kanat açanlar” diye kayıtlamıştır. Çünkü ağır cisimlere kanatlarını açarak havada durma özelliğinin verilmesi, Allahü teâlâ'nın sonsuz kudretini ve lâtif tedbirini gösteren kesin delildir. "Küllün” bu sayılanların her biri yahut kuşlar "gerçekten duasını ve teşbihini bilmiştir” yani Allah ona duasını ve tenzihini isteyerek ya da tabiatlarına koymakla öğretmiştir. Çünkü: "Allah onların yaptıklarını pekiyi bilendir” buyurmuştur. Ya da her biri bilmiş demektir, bu da hâlinin kendine hâs bir şekilde Hakk'a delalette ve faydalı şeye meyilde bunu bilen kimseye benzetme iledir. Kaldı ki, Allahü teâlâ'nın kuşa dua ve tesbih ilham etmesi de akla uzak değildir. Nitekim ona hayatını devam ettirmek için öyle ince ilimler öğretmiştir neredeyse akıllı insanlar onları düşünemez. 42Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dönüş yalnız Allah'adır. "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır” çünkü onları, onlardaki zât, sıfat ve fıilieri yaratan odur. Çünkü onlar mümkün varlıklardır, vacibülvücuda ihtiyaçları izahtan varestedir. "Dönüş yalnız Allah'adır” hepsinin döneceği yer O'dur. 43Görmedin mi, Allah bulutu sürüyor, sonra arasını birleştiriyor, sonra onu bir yığın kılıyor. Arasından yağmurun çıktığını görürsün. Allah gökten dağlar gibi bulutlardan dolu indiriyor da onunla dilediği kimseyi vuruyor ve onu dilediği kimseden de çeviriyor. Şimşeğin parıltısı neredeyse gözleri alacak! "Görmedin mi, Allah bulutu sürüyor” yüzci sürmek demektir, bidaat müzcat da bundan gelir ki, hiç kimsenin kabul etmediği değersiz maldır. "Sonra arasını birleştiriyor” Meselâ parça hâline geliyor, onları birbirine ekliyor. Bu itibarladır ki, beyne lâfzı burada sahih düşmüştür, çünkü mana parçalan arasında demektir. Nâfi',rş rivâyetinde hemzesiz olarak yulifü okumuştur. "Sonra onu bir yığın kılıyor” üst üste küme yapıyor. "Arasından yağmurun çıktığını görürsün” hilâl halel'in çoğuludur, tıpkı cebel ve cibal gibi. Min halelihi de okunmuştur. "Gökten indirir” buluttan demektir, çünkü başının üzerindeki her şey senin için semadır (göktür). "Min cibalin fiha” onlardaki dağlardan, büyüklüğünde veya katılığında dağlara benzeyen parçalardan demektir. "Min beredin” cibal'in açıklamasıdır, mef'ûl mahzûftur yani yünezzilü mübtedeen minessemai ve fiha cibalün min beredin (gökteki dolu dağlarından dolu indirir) demektir. Nitekim yerde de taştan dağlar vardır. Bunda akıl almayacak bir şey yoktur, meşhur anlayışa göre buhar yukarı çıkar da hararetle karşılaşmaz ve soğuk hava tabakasına ulaşır da orada soğuk da şiddetli olursa toplanır ve bulut olur. Eğer soğuk şiddetli olmazsa yağmur olarak düşer. Eğer şiddetli olursa, toplanmadan önce buharın içine girerse kar olarak iner, yoksa dolu olarak iner. Bazen hava o kadar soğur ki, büzülür ve bulut hâline gelir. Ondan da yağmur yahut kar iner. Bütün bunlar mutlak hikmet sâhibi vâacibü’l-vücûd Allah'ın irâdesine dayanmak zorundadır. Çünkü bunu yapanın o olduğu delille sabittir. Olayların yerlerini ve zamanlarım tespit eden O'dur. Buna da: "Onunla dilediği kimseyi vuruyor ve onu dilediği kimseden de çeviriyor” kavli ile işâret etmiştir. Bihi zamiri doluya gider. "Şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alacak” med ile senae de okunmuştur. Yükseklik manasınadır. Dal'ın sin'e idgamı ile (yekessena) da okunmuştur. Be'nin zammı ve ra'nın fethi ile burakıhı de okunmuştur ki, bürka'nın çoğuludur. Bu da berk'ın miktarı demektir. Ğurfe gibi, ses uyumundan dolayı burukuhi de okunmuştur. "Gözleri giderecek” ona bakanların gözlerini, o kadar parlak demektir. Bu da onun kemal-i kudretine delildir, çünkü zıttan (sudan) zıt (ateş) çıkarmaktadır. Be zâit sayılarak yüzhibü de okunmuştur. 44Allah geceyi ve gündüzü çeviriyor. Şüphesiz bunda göz sahipleri için gerçekten ibret vardır. "Allah geceyi ve gündüzü çeviriyor” birbirini takip ettirmekle yahut birini kısaltıp diğerini uzatmakla yahut sıcaklık, soğukluk, karanlık ve aydınlıkla ya da bütün bunları içine alacak şeylerle hâllerini değiştirmekle. "Şüphesiz bunda vardır” zikri geçen şeylerde "göz sahipleri için gerçekten ibret vardır” çünkü varlığının başı olmayan Yaratıcıya, sonsuz kudretine, ilminin genişliğine, irâdesinin geçerliliğine, ihtiyaçtan ve ona götürecek şeylerden münezzeh olduğuna delâlet etmektir. Bu da basiret sâhibi olanlar içindir. 45Allah her hayvanı sudan yarattı. Onlardan kimi karnı üzeri yürür. Onlardan kimi iki ayak üzere yürür. Onlardan kimi de dört ayak üzere yürür. Dilediği şeyi yaratır. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir. "Allah her hayvanı yarattı” yerde kımıldayan her canlıyı, Hamze ile Kisâî izafetle hâliku külli dabbetin okumuşlardır. "Min main” sudan, maddesinin bir parçası olan sudan yahut özel bir sudan ki, o da menidir. Böylece çoğunluk tümün yerine geçirilmiş olur, çünkü hayvanlardan meniden yaratılmayan da vardır. Şöyle de denilmiştir: Min main dabbe'ye mütealliktir, halaka'nın sılası değildir. "Onlardan kimi karnı üzere yürür” Meselâ yılan gibi, sürünmeye yürüme denilmesi istiare yoluyladır ya da şeklen benzediği içindir. "Onlardan kimisi de iki ayak üzere yürür” insan ve kuş gibi. "Onlardan kimisi de dört ayak üzere yürür” davarlar, vahşi hayvanlar gibi, bunun içine dörtten çok ayağı olanlar da girer, örümcekler gibi, çünkü onlar da yürürken dört ayağına dayanır. Hüm zamirinin müzekker olması akıllıların çok kabul edilmesindendir. Sınıfları men ile ifade etmesi de açıklamanın özete uyması içindir, tertip de Allah'ın kudretini en iyi gösterenle başlamak içindir. "Dilediğini yaratır” zikredilenden ve zikredilmeyenden, basit olsun, bileşik olsun, şekilleri, organları, hâlleri, hareketleri, tabiatları, güçleri ve fiilleri farklı olmakla beraber, hâlbuki maddeleri birdir, bu da Allah'ın irâdesine göredir. "Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir” dilediğini yapar. 46Yemin olsun, gerçekten size açık açık âyetler indirdik. Allah dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir. "Yemin olsun, gerçekten size açık açık âyetler indirdik” gerçekleri çeşitli delillerle açıklayan âyetler, "Allah dilediği kimseyi doğru yola hidâyet eder” onu araştırmaya ve manalarını düşünmeye muvaffak kılmakla "dosdoğru yola” o da hakkı idrak etmeye ve cenneti kazanmaya götüren İslâm dinidir. 47Münâfıklar: "Allah'a ve Peygamber'e îman ve itâat ettik” derler. Sonra bunun ardından içlerinden bir zümre yüz çevirir. Onlar mü'minler değildir. "Münâfıklar: "Allah'a ve Resûlüne îman ettik derler” münâfık Bişr hakkında indi, bir Yahûdî'yi dava etti ve onu Ka'b bin Eşrefe davet etti, o da Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e davet etti. Muğire bin Vail hakkında da denilmiştir, o, bir arazi meselesinde Hazret-i Ali ile davalık oldu. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e gitmek istemedi. "İtaat ettik” yani o ikisine "sonra yüz çevirir” hükmünü kabul etmekten "sonra bunun ardından yüz çevirir” bu sözlerinin ardından "onlar mü'minler değillerdir” bu da bunu söyleyen herkese işarettir. O zaman Allah'tan şu bildirilmiş olur ki, onların hepsi dilleriyle îman etseler de kalpleriyle etmemişlerdir. Ya da içlerinden bir zümreye işarettir. Îmandan soyulmaları ise yüz çevirmelerindendir. Ülâike ile mâ'rife işâreti onların bildik mü'minler olmadıklarını göstermek içindir. Bildik mü'minler ise îmanda ihlâslı olanlar ve onun üzerinde sebat edenlerdir. 48Peygamber aralarında hüküm vermesi için (münâfıklar) Allah'a ve Peygamberine çağrıldıkları zaman, bir bakarsın içlerinden bir zümre yüz çevirenlerdir. "Peygamber aralarında hüküm vermesi için münâfıklar Allah'a ve Peygamberine çağrıldıkları zaman” yani Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'in hüküm vermesi için, çünkü zâhiren hâkim ve davet edilen odur. Allah'ın zikredilmesi ta'zîm içindir ve gerçekte hüküm verenin o olması içindir. "İçlerinden bir grup yüz çevirenlerdir” hemen yüz çevirirler, hak aleyhlerine olursa, çünkü lehlerine hüküm vermeyeceğini bilirler. Bu da yüz çevirmelerini şerh etmekte ve onu abartmaktadır. 49Eğer hak onların olursa, ona koşa koşa gelirler. "Eğer hak onların olursa” aleyhlerine olmazsa "ona koşa koşa gelirler” itâat ederek, çünkü lehlerine hüküm verileceğini bilirler. İleyhi lâfzı ye'tu'nûn yahut müzinin'in sılasıdır, başa geçmesi ise tahsis içindir. 50Kalplerinde hastalık mı var yoksa Allah ve Resûlünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zâlimler onlardır. "Kalplerinde hastalık mı var?” inkâr yahut haksızlığa meyil "yoksa şüphe mi ettiler” senden töhmetli bir şey gördüler de yakînleri kalmadı ve güvenleri mi sarsıldı? "Yoksa Allah ve Resûlünün kendilerine haksızlık edeceğini mi sanıyorlar?” kararda. "Hayır, asıl onlar zâlimlerdir” birinci kısım gerçekleştiği için son iki kısmı iptal etmektedir. Taksimin açıklaması şöyledir: Onların çekinmeleri ya onlardaki bir kusurdan ya da hâkimdekinden dolayıdır. İkincisi de ya kendilerince gerçektir ya da beklenti hâlindedir. Bunların ikisi de bâtıldır. Çünkü onun peygamberlik makamı ve aşırı güvenilirliği buna manidir. Öyleyse birincisi kendiliğinden meydana çıkar. Haksızlıkları da akidelerinin bozukluğunu, nefislerinin haksızlığa meylini kaplayacak şekilde geneldir. Hum zamirinin araya girmesi bunu diğerlerinden özellikle hükmüne davet edilenden silmek içindir. 51Mü'minlerin Peygamberi aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resûlüne çağrıldıkları zaman ancak sözü: "İşittik ve itâat ettik” demeleri oldu. İşte asıl felâh bulanlar onlardır. "Mü'minlerin Peygamber aralarında hüküm vermesi için Allah'a Resûlüne çağrıldıkları zaman ancak sözü: İşittik ve itâat ettik, demeleri oldu. İşte asıl felâh bulanlar onlardır". Bu da Allahü teâlâ’nın âdeti üzeredir ki, ne zaman bâtılı zikrederse arkasından hakkı zikreder ve şuna dikkat çekmiştir ki, ne zaman uygun olmayanı zikrederse arkasından da olması gerekeni zikreder. Merfû' olarak kavlun ve meçhul kalıbı ile liyuhkeme de okunmuştur ki, o zaman fiil mastarının zamirine isnat edilmiş, mana da liyüfalel hükmü şeklinde olur. 52Kim Allah'a ve Resûlüne itâat eder, Allah'tan korkar ve ondan çekinirse, işte asıl kurtuluşa erenler onlardır. "Kim Allah'a ve Resûlüne itâat eder” emrettikleri şeyde yahut farzlarda ve sünnetlerde "Allah'tan korkar” kendinden sadır olan günahlar için "ve ondan çekinirse” ömrünün kalan kısmında, Ya'kûb ve Kalun da Nâfi' rivâyetinde ye'siz; Ebû Bekir ile Ebû Amr da he'nin sükûnu ile (yettekıh); Âsım da kafin sükûnu ile (yettakhi) okumuşlardır. Âsım takhi'yi ketf’e benzetmiştir. He de hepsine göre vakf hâlinde sakindir. "İşte asıl kurtuluşa erenler onlardır". Ebedî nimete kavuşmakla. 53Olanca yeminleri ile Allah'a kasem ettiler ki, "eğer sen onlara cihadı emredersen, mutlaka yapacaklardır". De ki: Yemin etmeyin. Normal şekilde itâat sizin için daha hayırlıdır. Şüphesiz Allah, yaptığınız şeylerden haberdardır. "Olanca yeminleri ile Allah'a kasem ettiler” bu da hükmünden kaçınmalarını reddir, "eğer onlara cihadı emredersen” yurtlarından ve mallarından çıkmayı "mutlaka çıkacaklardır” bu da hikâye tarzında yeminlerinin cevabıdır. "De ki: Yemin etmeyin” yalan yere "normal şekilde itâat” yani sizden istenen normal şekilde itaattir, münâfıklık tarzında ve beğenilmeyen şekilde itâat yemini değildir ya da normal itâat ondan daha iyidir ya da yapacağınız itâat olsun demektir. Etıyu taaten takdirinde nasb ile de okunmuştur. "Şüphesiz Allah, yaptığınız şeylerden haberdardır” sırlarınız ona gizli değildir. 54De ki: Allah'a da itâat edin, Peygamber'e de itâat edin. Eğer yüz çevirirseniz, ancak ona düşen yüklendiğidir, size düşen de yüklendiğinizdir. Eğer ona itâat ederseniz, hidâyete erersiniz. Peygamberin üzerine düşen ancak tebliğdir. "De ki: Allah'a da itâat edin, Peygambere de itâat edin” Allah'ın hikâye tarzında onlara hitabını tebliğ emridir, bu da onları daha çok paylamak içindir. "Eğer yüz çevirirseniz ancak ona düşen” yani Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e düşen "yüklendiğidir” tebliğden "size düşen de yüklendiğinizdir” emre itaatten. "Eğer ona itâat ederseniz” verdiği kararlarda "hidâyete erersiniz” hakka nâil olursunuz "Peygamberin üzerine düşen ancak açıkça tebliğ etmektir” mükellef olduğunuz şeyi alenen tebliğ etmektir. Onu da etmiştir. Geriye sizin yüklendiğiniz kaldı; eğer onu yerine getirirseniz lehinizedir, eğer yüz çevirirseniz aleyhinizedir. 55Allah içinizden îman edip de iyi şeyler yapanlara va'detti ki, mutlaka yeryüzünde onları (kâfirlerin) yerine geçirecektir, kendilerinden öncekileri geçirdiği gibi. Elbette onlar için beğendiği dinlerini yerleştirecek ve onları mutlaka korkularının ardından güvenliğe değiştirecek / kavuşturacaktır. Bana ibâdet edersiniz ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazsınız. Kim bunun ardından nankörlük ederse, işte asıl fâsıklar onlardır. "Allah içinizden îman edip iyi şeyler yapanlara va'detti ki,” Resûl sallallahü aleyhi ve sellem ve ümmetine yahut ona ve beraberindekilere hitaptır. Min edâtı beyaniyedir, "mutlaka yeryüzünde onları (kâfirlerin) yerine geçirecektir” onların halefi kılacaktır ki, topraklarında kralların, mülklerinde tasarrufları gibi tasarruf ederler. Bu da gizli kasemin cevabıdır, takdiri şöyledir: Vaadehümüllahu ve akseme leyestahlifennehüm ya da vaat mutlaka gerçekleşeceği için yemin yerine konulmuştur. "Kendilerinden öncekileri geçirdiği gibi” İsrâîl oğullarını kast ediyor ki, onları eski zorbalardan sonra Mısır'a ve Şâm'a yerleştirdi. Ebû Bekir te'nin zammı ve lâm'ın kesri ile okumuştur, o kelime ile başlanırsa hemze Mazmûm olur (üstuhlife). Diğerleri ise ikisini de feth ile okumuşlardır, ondan başladıkları zaman hemzeyi meksûr kılarlar (istahlefe). "Elbette onlar için beğendiği dinlerini yerleştirecektir” o da İslâm'dır ki, onu kuvvetlendirecek ve sağlamlaştıracaktır. "Ve mutlaka korkularının ardından” düşmanlarının ardından, İbn Kesîr ile Ebû Bekir sükûn ile (ieyübdilennehüm) okumuşlardır "güvenliğe değiştirecektir". Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ve ashâbı Mekke'de on yıl korkarak kaldılar. Sonra Medîne'ye hicret ettiler. Silâhları ile yatar, silâhları ile kalkarlardı. Sonunda Allah vaadini yerine getirdi, onları bütün Araplara gâlip kıldı. Doğu ve batı ülkelerini onlara fethetti. Bunda peygamberliğinin doğruluğuna delil vardır, çünkü gaybi olduğu gibi haber vermiştir. Hulefe-i Raşidinin de doğruluğuna delil vardır, çünkü va'dedilen şey ve va'dedilen kimse onlar kadar başkası için gerçekleşmemiştir, bunda da icma vardır. Korkunun azaptan, ondan güvenin de âhirette olduğu da söylenmiştir. (Bana ibâdet ederler) bu da Ellezîne'den hâl’dir, va'Dîn tevhidte sebata bağlı olduğunu kayıtlamak içindir ya da eskilerin yerlerine geçmeyi ve güveni temin edecek şeyi açıklamak için yeni söz başıdır. "Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar” bu da vâv'dan hâl’dir yani ya'buduneni ğayre müşrikine demektir. "Kim inkâr ederse” dîninden döner yahut bu nimete nankörlük ederse "bunun ardından” bu va'Dîn yahut hilafetin ardından "işte asıl fâsıklar onlardır” tam fâsıklar onlardır, çünkü bu gibi âyetler açığa çıktıktan sonra dinden döndüler ya da bu büyük nimeti inkâr ettiler. 56Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Peygamber'e itâat edin ki, merhamet olunasınız. "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Peygamber'e itâat edin” size emrettiği diğer şeylerde. Bunun etıyullahe'ye atfı akla uzak değildir; çünkü araya giren, emredilen şeye karşı va'dedilendir, o zaman Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e itâat emrini tekrar olur ve rahmeti itaata, itâati içine alan şeylerin de "ki, merhamet olunasınız” kavline taliki için emir olur, nitekim hidâyet de ona talik edilmişti (veetiyuhu tehtedu). 57Sâkin kâfirlerin yeryüzünde bizi aciz bırakacaklarını sanma. Onların varacakları yer ateştir. Orası ne kötü yerdir. "Sâkin kâfirlerin yeryüzünde bizi aciz bırakacaklarını sanma". Ey Muhammed, kâfirlerin Allah'ı aciz bırakıp da onlara yetişmeyeceğini ve helâk edemeyeceğini zannetme. Filardı lâfzı muciziyn'e bağlıdır. İbn Âmir ile Hamze ye ile (vela yahsebenne) okumuşlardır ki, ondaki zamir Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e gider. Mana da te ile olduğu gibi olur. Ya da Ellezîne keferu fâil olur, mana da şöyle olur: Kâfirler yeryüzünde hiç kimsenin Allah'ı aciz bırakacağını sanmasın. Bu durumda muciziyne filardı latahsebenne'nin iki mef'ûlu olur ya da layahsebennehüm muciziyne olur ki, birinci mef'ûl hazf edilmiş olur. Çünkü faille mef'ûl bir tek şeye ait olduğu için üç yerine iki şeyle yetinilmiş olur. (Onların varacakları yer ateştir) bu da ona mana itibarı ile atıftır, sanki: Kâfirler bizi aciz bırakamazlar, onların yeri cehennemdir, denilmiş gibi olur. Çünkü zannetme yasağından kast edilen, aciz bırakamamanın gerçekleşmesidir. "Orası ne kötü yerdir” varacakları yer olarak. 58Ey îman edenler, sağ ellerinizin sahip oldukları ile sizden erginliğe varmayanlar üç defa izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle sıcağından elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve yatsı namazından sonra. Bunlar üç mahrem vakitlerdir. Bunlardan sonra size de onlara da günah yoktur. Onlar sizi dolaşırlar, bazınız bazılarını. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah hakkıyla bilen, "Ey îman edenler, sağ ellerinizin sahip oldukları sizden izin istesinler". Bu da geçen hükümlerde ve diğerlerinde, onlara karşı vaatta ve onlardan yüz çevirmede tehditte itâatin vâcip olduğunu gösteren İlâhî emirlerini bitirdikten sonra geçen ahkâmın devamına dönmedir. Hitaptan maksat da erkeklerle kadınlardır, genelleme yapılarak erkek kalıbı kullanılmıştır. Rivâyete göre Esma bint Ebi Mersed'in kölesi istemediği bir vakitte odasına girdi, âyet bunun üzerine indi. Şöyle de denilmiştir: Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, genç köle Müdlic bin Amr el - Ensârî'yi öğle sıcağında çağırması için Ömer'e gönderdi. O da içeri girdi, Ömer uyuyordu, üzeri açılmıştı. Bunun üzerine Ömer radıyallahü anh: İsterdim ki, azîz ve celil olan Allah babalarımızı, oğullarımızı ve hizmetçilerimizi bu saatte izinsiz olarak odalarımıza girmekten men edeydi, dedi. Sonra onunla beraber Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e gitti. Bu Âyetin indirilmiş olduğunu gördü, "sizden erginliğe varmayanlar” buluğa ermemiş hür çocuklar, ergenliği ihtilam ile ifade etmesi, en güçlü delillerinden olmasındandır. "Üç defa” bir gün bir gecede "sabah namazından önce” çünkü o, yataktan kalkma, uyku elbisesini çıkarma ve uyanıklık elbisesini giyme vaktidir. Min kabli, selase merrat'tan bedel olarak mahallen mensûbtur. Ya da mahzûf mübtedâmn haberi olarak merfû’dur: Hiye min kabli salatil fecri demektir. "Elbiselerinizi çıkardığınız vakit” öğle uykusuna yatmak için gündüz elbisesini çıkardığınız zaman "öğle sıcağından” bu da o zamanı açıklamaktadır. "Ve yatsı namazından sonra” çünkü o da elbiseyi soyma ve yatağa girme vaktidir. (Bunlar üç mahrem vakitlerdir) yani bunlar tesettürünüzün aksayacağı üç vakittir. Bunun mübteda olup haberin de arka taraf olması da câizdir. Avret lâfzının aslı bir şeye halel vermektir. AVerel mekânü (yer korumada arızalı olmaktır) recülün a'ver (görmesi arızalı, şaşı adam) demektir. Ebû Bekir, Hamze ve Kisâî selase merratin'den bedel olarak nasb ile selase okumuşlardır. "Bunlardan sonra size de onlara da günah yoktur” bu üç vakitten sonra izin istememede. Bunda izin isteme ayetine zıt bir şey yoktur, çünkü bu, çocuklarla yanına girilecek kimsenin köleleri hakkındadır, o ise ergin hürler hakkındadır. "Etrafınızda çokça dolaşırlar” yani hum tavvafune demektir ki, izin almama mazeretini beyan eden yeni söz başıdır. Gerekçe de o sırada aile fertlerinin birbirine karışmış olup çokça girip çıkmalarındandır. Bunda hükümlerin illete bağlı olduğuna delil vardır; aynı şekilde bu üç vakitle diğerlerinin farklı oluşuna da delil vardır; çünkü bunlar avret zamanlarıdır. "Birbirinize” birbirinizi dolaşırsınız demektir. "Bunun gibi” bu açıklama gibi "Allah size âyetlerini açıklıyor” yani hükümlerini. "Allah hakkıyla bilendir” hâllerinizi, "hikmet sâhibidir” size meşru kıldığı şeylerde. 59Sizden çocuklar erginliğe ulaştıkları zaman, kendilerinden öncekiler izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah hakkıyla bilen, hikmet sâhibidir. "Sizden çocuklar erginliğe ulaştıkları zaman, kendilerinden öncekiler izin istedikleri gibi onlar da izin istesinler” kendilerinden önce buluğa erenler gibi onlar da bütün vakitlerde izin istesinler. Buluğa eren kölenin hanım efendisinin yanına girerken izin istemesini vâcip kılanlar bunu delil göstermişlerdir. Cevabı şudur; bundan maksat bilinen ve kölelere alternatif olanlardır, bu sebeple köleler buna girmez. "Allah size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah hakkıyla bilen, hikmet sâhibidir” izin isteme emrini te'kit ve mübalağa için tekrar edilmiştir. 60Oturan (hayızdan, nifastan kesilmiş) evlenme beklemeyen kadınların süs ile teşhire çalışmaksızın (dış) elbiselerini bırakmalarında onlara günah yoktur. İffetlerini korumaları onlar için daha hayırlıdır. Allah hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir. "Oturan” hayızdan ve çocuktan kesilen "evlenme beklemeyen kadınların” yaşlandıkları için böyle şey düşünmeyen kadınların "elbiselerini bırakmalarında onlara günah yoktur” yani çarşaf ve ferace gibi sokak elbiselerini giymemede. Feleyse'deki fe elkavaidü'deki lâm ellati manasına olmasından yahut onunla sıfatlanmasındandır. "Süsü teşhire çalışmaksızın” gizlemeleri emredilen ziynetlerini göstermeksizin, çünkü Allahü teâlâ: "Ziynetlerini göstermesinler” (Nûr: 31) buyurmuştur. Teberrücün aslı bir şeyi zorlayarak göstermektir. Sefinetün baricetün (yelkensiz gemi) deyiminden gelir. Burç gözün büyük olmasıdır, öyle ki, beyazı siyahım tamamen çevirmiş, beyazından hiçbir şey de kaybolmamış genişliktedir. Ancak kadının ziynetini ve güzelliklerini açıp erkeklere göstermesine denilmiştir. "İffetlerini korumaları onlar için daha hayırlıdır” o elbiseleri atmaktan, çünkü bu hareket töhmetten daha uzaktır. "Allah hakkıyla işitendir” erkeklerle konuşmalarını "hakkıyla bilendir” maksatlarını. 61Köre zorluk yoktur, topala zorluk yoktur, hastaya zorluk yoktur. Evlerinizden yahut babalarınızın evlerinden yahut annelerinizin evlerinden yahut kardeşlerinizin evlerinden yahut kız kardeşlerinizin evlerinden yahut amcalarınızın evlerinden yahut halalarınızın evlerinden yahut dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden yahut anahtarlarına sahip olduğunuz evlerden yahut dostunuzun evlerinden yemenizde size günah yoktur. Topluca yahut ayrı ayrı yemenizde size günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah katından mübarek, hoş bir selamla kendinize selâm verin. Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki, aklınızı çalıştırasınız diye. "Köre zorluk yoktur, topala zorluk yoktur, hastaya zorluk yoktur” bunların sıkıntı duyarlar diye sağlarla yemek yemesinden rahatsızlık duymalarını bertaraf etmektedir ya da savaşa çıktığı ve evlerini kendilerine teslim edip hareket serbestisi verdiği kimsenin evinden belki gönülleri râzı olmaz diye yemekten çekindikleri kimselerin evlerinden yemeleri yahut kendilerini babalarının, evlatlarının ve akrabalarının evlerine davet edenlere yük oluruz diye çekinmelerini bertaraf etmektedir. Bu da ev sâhibinin izin vermek veya bir karine ile râzı olduğunu bildiği takdirdedir. Ya da bu İslâm'ın ilk yıllarında idi, sonra "Peygamberin evlerine izin verilmeden girmeyin” (Ahzab: 53) ayetiyle nesh edilmiştir. Savaşa çıkmamadaki sıkıntıyı def etmiştir de denilmiştir ki, ne öncesine ne de sonrasına uygun değildir. "Kendi evlerinizden yemenizde de size sıkıntı yoktur” eşlerinizin ve ailelerinizin olduğu evlerden. Buna evlatların evleri de dahildir, çünkü evladın evi kendi evi gibidir. Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: Sen ve malın babana aittir, şöyle de buyurmuştur: Mü'minin yediği en temiz şey kendi kazancıdır, evladı da kendi kazanandandır. " Yahut babalarınızın evlerinden yahut annelerinizin evlerinden yahut kardeşlerinizin evlerinden yahut kız kardeşlerinizin evlerinden yahut amcalarınızın evlerinden yahut halalarınızın evlerinden yahut dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden yahut anahtarlarına sahip olduğunuz evlerden yemenizde” bu son madde ellerinizin ve tasarruflarınızın altında olan tarla yahut davar gibi şeylerden demektir ki, ister vekalet yoluyla olsun isterse bakım yolu ile olsun. Bunlara kölelerin evleri de denilmiştir. Mefatih, miftah'ın çoğuludur, o da anahtar demektir. Miftahahu şeklinde de okunmuştur. " Yahut dostunuzun” yani dostunuzun evlerinden demektir. Çünkü onlar mallarında rahatça hareket etmelerinden memnun kalır ve buna çok sevinirler. Sadiyk teke de çoğa da denir, hâliyt gibi. Bütün bunlar ev sâhibinin izin veya bir karine ile râzı olduğunu bildiği zaman böyledir. Bunun içindir ki, özellikle bunlar zikredilmiştir. Çünkü bunlar âdet icabı serbestlikten rahatsız olmazlar. Ya da bu İslâm'ın başında idi, sonradan nesh edilmiştir. Bunda Hanefilerin, mahrem akrabanın malını çalanın eli kesilmez görüşlerine delil yoktur. "Toplu yahut ayrı ayrı yemenizde size günah yoktur” bu da Kinane kabilesinden Leys bin Amr kolu hakkında inmiştir. Onlar bir adamın tek başına yemek yemesinden sıkıntı duyarlardı. Ya da Ensâr'dan bir toplum hakkında inmiştir ki, onlara bir misafir geldiği zaman ancak onunla yerlerdi. Ya da bir toplum hakkında indi ki, bunlar toplu hâlde yemekten sıkıntı duyarlardı; çünkü kimi az yer kimi de çok yer, iyi olmaz derlerdi. "Evlere girdiğiniz zaman” bu evlerden birine "kendinize selâm verin” içinde bulunan ve Dîn ve yakınlık bakımından sizden olanlara selâm verin "Allah katından bir selâm olarak” onun emri ile sâbit ve onun emri ile meşru olan selamla. (Min indülah'taki) min'in tahiyyeten'e sıla (müteallik) olması da câizdir. Çünkü tahiyye hayat istemektir. O da Allah katındandır. Mef'ûlu mutlak olarak mensûbtur, çünkü teslim manasınadır. "Mübarek” çünkü daha çok hayır ve sevabı umulur "pek hoş” onu duyanın gönlü hoş olur. Enes radıyallahü anh'ten, aleyhis-salâtü ves-selâm bana şöyle dedi: "Ne zaman ümmetimden biri ile karşılaşırsan ona selâm ver; Ömrün uzar. Evine girdiğin zaman onlara selâm ver; evinin bereketi artar. Kuşluk namazını kıl; çünkü o, iyilerin ve tevbekarların namazıdır". "Allah size âyetlerini böyle açıklıyor” bunu üç defa tekrar etmiştir, daha çok te'kit etmek ve bunlarla sona eren hükümleri önemsetmek için böyle yapmıştır. İlk iki âyeti gereğine göre sona erdirdi, bunu da maksadı açıklayarak "ki, aklınızı çalıştırasınız diye” dedi, yani hakta ve hayırlı işlerde demektir. 62Mü'minler ancak Allah'a ve Resûlüne îman eden kimselerdir. Onunla beraber içtimai bir iş üzerinde oldukları zaman izin almadan gitmezler. Şüphesiz senden izin isteyenler, işte onlar Allah'a ve Resûlüne îman eden kimselerdir. Senden bazı işleri için izin istedikleri zaman, onlardan istediğine izin ver. Onlar için Allah'tan bağış dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Mü'minler ancak” yani îmanda kâmil mü'minler "Allah'a ve Resûlüne îman eden kimselerdir” kalplerinin derinliklerinden. "Onunla beraber içtimai bir mesele üzerinde oldukları zaman” Cuma ve bayram namazları, savaşlar ve müşâvere gibi. İşin içtimai (toplumsal) olarak nitelenmesi mübalağa içindir. "Emrin cemiin” şeklinde de okunmuştur. "İzin almadan gitmezler” Resûlüllah sallallahu aleyhi ve selleıriden izin istemeden, o da izin vermeden gitmezler. Îmanın bununla kemale ereceği düşüncesi, onun doğruluğunun ve onda samimi olanla müNâfi’ğın ona göre ayrılmasındandır. Çünkü müNâfi’ğın huyu sıvışma ve firardır. Bir de Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in meclisinden izinsiz ayrılmanın büyük suç olmasındandır. Bunun içindir onu çok özlü bir şekilde tekitle iade edip "şüphesiz senden izin isteyenler, işte onlar Allah'a ve Resûlüne îman eden kimselerdir” buyurmuştur. Çünkü bu, izin isteyenin kesin olarak mü'min olduğunu, izinsiz gidenin ise öyle olmadığını ifade eder. "Senden bazı işleri için izin istedikleri zaman” meydana çıkan bazı önemli şeyler için, bunda da mübalağa ve işi sıkı tutma vardır "onlardan istediğine izin ver” bu da işi Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e bırakmadır. Bu şuna delil getirilmiştir ki, bazı hükümler onun görüşüne bırakılmıştır. Bunu kabul etmeyenler ise dilemeyi onun doğru bilmesine bırakmakla kayıtlamışlardır, sanki mana şöyledir: Mazereti olduğunu bildiğine izin ver. "Onlar için Allah'tan bağış dile” izin verdikten sonra, çünkü izin istemek velev ki, bir mazeretten dolayı olsun, o bir kusurdur. Çünkü o, dünya işini Dîn işine üstün kılmaktır. "Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır” kulların kusurlarını "çok merhametlidir” onlara kolaylık sağlamakla. 63Peygamberi çağırmayı kendi aranızda kiminizin kiminizi çağırması gibi kılmayın. Gerçekten Allah içinizden saklanarak sıvı-ş ani arı biliyor. Onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir fitne gelmesinden yahut başlarına bir azâp gelmesinden sakınsınlar. "Peygamberi çağırmayı kendi aranızda kiminizin kiminizi çağırması gibi kılmayın". Onu çağırmayı birinizin birinizi çağırmasına kıyas etmeyin; ondan yüz çevirmenin, icabet etmede yavaş davranmanın ve izinsiz dönmenin câiz olduğunu sanmayın. Çünkü onun emrine koşmak vâciptir, izni olmadan dönmek haramdır. Şöyle de denilmiştir: Onu çağırmayı ve ona ismi ile hitap etmeyi birbirinizin ismiyle çağırması gibi kılmayın, bunu yüksek sesle ve odalarının arkasından seslenmekle yapmayın. Fakat büyütücü lâkabıyla seslenin, Meselâ ey Allah'ın Nebisi ve ey Allah'ın Resûlü gibi, saygı, tevâzu ve alçak sesle söyleyin. Ya da onun duasını birbirinize yaptığınız dua gibi saymayın; onun kızmasını küçümsemeyin. Çünkü onun duası makbuldür. Ya da onun Rabbine yakarışını küçüğünüzün büyüğüne yakarışı gibi kabul etmeyin, bazen icabet edip bazen de reddetmeyin; çünkü Allah onun duasını duyar. "Gerçekten Allah içinizden saklanarak sıvışanları biliyor” yetesellelune cemâatten yavaş yavaş ayrılanlar demektir. Tesellele, tederrece ve tedahhale de bunun gibidir. (Saklanarak) çıkıncaya kadar başkasının arkasına geçerek demektir. Ya da izin verilene katılıp onunla beraber gideni, sanki ona tâbi imiş gibi hareket edeni. Livazen hâl olarak mensûbtur, feth ile (levazen) de okunmuştur. "Onun emrine muhalefet edenler sakınsınlar” gereğini yapmayarak emrine muhalefet edenler ve onun gittiği semte gitmeyenler, an emrihi denilmesi muhalefetin i'raz (yüz çevirme) manasına olmasındandır ya da mü'minler değil de onlar onun emrinden yüz çevirirler demek olmasındandır. Bu da halefehu anil emri dunehu (ötekisi değil de o yüz çevirdi) deyiminden gelir. Mef'ulün hazfi şunun içindir, çünkü maksat muhâlifi ve muhalefet edileni açıklamaktır, zamir Allahü teâlâ'ya râcidir. Çünkü gerçek emir onundur ya da Resûl'e aittir, çünkü zikirden kast edilen odur. "Başlarına bir fitne gelmesinden” dünyada sıkıntı "yahut başlarına acıklı bir azâp” âhirette demektir. Bu, emrin vücup için olduğuna delil getirilmiştir; çünkü emrin gereğini terk etmenin iki azaptan birini getireceği ön görülmüştür. Çünkü sakınma emri gerekeni yerine getirmenin şart olduğunu gösterir, bu da vücup için olmasını iktiza eder. 64Bilin ki, şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa Allah'ın'dır. Gerçekten neyin üzerinde olduğunuzu biliyor. Ona döndürülecekleri gün yaptıklarını onlara haber verecektir. Allah her şeyi pekâlâ bilendir. "Bilin ki, şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Gerçekten neyin üzerinde olduğunuzu biliyor". Ey mükellefler, muhalefet, muvafakat, münâfıklık ve ihlâs gibi hâllerinizi pekiyi biliyor. İlmini kad edâtı ile te'kit etmesi, tehdidi te'kit etmek içindir. "Ona döndürüldükleri gün” kâfirler ceza için ona döndükleri gün. Üslup değişikliği (yerciune) ile hitabın (maentüm aleyhi'nin) de onlara mahsus olması da câizdir. Ya'kûb ye'nin fethi ve cim'in kesri (terciune) okumuştur. "Yaptıklarını onlara haber verir” kötü amellerini haber verir, azarlamak ve cezalandırmakla. "Allah her şeyi pekâlâ bilir” hiçbir sır ona gizli kalmaz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Kim Nûr sûresini okursa, ona geçmişte ve gelecekte her erkek ve dişi mü'min sayısı kadar onar sevap verilir. |
﴾ 0 ﴿