25 / FURKÂNMekke'de inmiştir. 77 âyettir. 1Âlemlere bir uyarıcı olması için kuluna Furkân'ı indiren Allah pek yücedir! (Kuluna Furkân'ı indiren Allah pek yücedir!) Tebâreke hayrı çok olmaktır, bereketten gelir ki, o da hayrın çokluğudur ya da her şeyden fazla ve sıfat ve fiillerinde yüce demektir. Çünkü berekette fazlalık manası vardır. Bunu Furkân'ı indirmesine bağlaması onda çok hayır olmasındandır ya da yüceliğine delâlet etmesindendir. Şöyle de denilmiştir: Tebâreke devam manasınadır, burukut tayri alelmai (kuşun su üzerinde durmasından) gelir. Birke (su birikintisi) de bundandır, çünkü su onda devamlı durur. Tebâreke'nin çekimi yoktur, ancak Allah için kullanılır. Furkân da mastardır, iki şeyin arasını açmaktır. Kur'ân'a böyle denilmesi açıklamasıyla hakla bâtılı ayırmasından ya da icazı ile haklı ile haksızı ayırt etmesinden ya da onda indirilen sûrelerin birbirinden ayrı olmasındandır. "Abdihi” ibadihi şeklinde de okunmuştur ki, onlar Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile ümmetidir, "size âyetler indirdik” (Nûr: 34) kavlinde olduğu gibi. Ya da peygamberlerdir, o zaman Furkân gökten inen kitaplar için cins ismi olur. (Olsun diye) o kul yahut Furkân "âlemler için” cin ve insanlar için (bir uyarıcı) münziren demektir ya da inzaren demektir ki, mastar olur, tıpkı nekir'in inkâr manasına olduğu gibi. Bu sıla cümlesi her ne kadar (müşrikler için) bilinmiyor idiyse de ancak delilinin kuvvetli olmasından dolayı bilinmiş kabul edilmiştir ve ellezi mevsûluna sıla kılınmıştır. 2O ki, göklerin ve yerin mülkü onundur. Evlât edinmedi. Mülkte ortağı yoktur. Her şeyi yaratıp takdir etmekle (iyice) takdir etti. (O ki, göklerin ve yerin mülkü onundur) bu da birinci ellezi'den bedeldir ya da Merfû' veya mensûb olarak medihtir. "Evlât edinmedi” Hıristiyanların iddia ettiği gibi, "mülkte ortağı olmadı” dualistlerin dediği gibi. Mutlak olarak mülkünün var olduğunu ortaya koydu, yerine geçecek yahut o kendine direnecek birini kabul etmedi, sonra da buna delâlet eden şeye dikkat çekerek: "Her şeyi yarattı” dedi. İradesine göre ölçüp biçerek yarattı, Meselâ insanı belli maddelerden ve bilinen şekilde yaratması gibi. "Onu iyice takdir etti” ondan murat ettiği şeye göre onu hazırladı. Meselâ insanı idrak, fehim, bakmak, düşünmek, çeşitli sanatları ortaya koymak, çeşitli işler yapmak vb. şeyler için hazırlaması gibi. Ya da eceli gelinceye kadar koymak üzere takdir etti. Halk maddesi bazen kökenine bakılmaksızın icat etmek manasına kullanılır, o zaman mana şöyle olur: Her şeyi var etti, farklı olmasınlar diye de ölçülü yaptı. 3Ondan başka bir şey yaratmayan, kendileri yaratılan; kendileri için ne zarara ne de bir yarara sahip olmayan; ne öldürmeye ne diriltmeye ne de öldükten sonra diriltmeye sahip olmayan şeyleri İlâhlar edindiler. "Ondan başka İlâhlar edindiler” kelâm tevhidi ve peygamberliği ispat etmeyi içerince bu ikisinde muhâlifleri reddetmeye başladı "bir şey yaratmayan, kendileri yaratılan” dedi, çünkü tapanları onları yontmuşlar ve onlara şekil vermişlerdir. "Sahip olmayan” gücü yetmeyen "kendileri için bir zarara” bir zararı def etmeye, "ne yarara” bir yararı temin etmeye. "Ne öldürmeye ne diriltmeye ne de öldükten sonra diriltmeye sahip olmayan” kimseyi önce öldürmeye ve diriltmeye, ikinci kez de yeniden diriltmeye sahip değillerdir. Böyle olan da Hanlıktan çok uzaktır, çünkü gereklerinden mahrumdur ve aksine şeylerle nitelenmiştir. Bunda şuna dikkat çekilmiştir ki, İlâhın yeniden diriltmeye ve ceza vermeye gücü yermelidir. 4Kâfirler: "Bu Kur'arı, ancak onun uydurduğu ve ona başka bir kavmin yardım ettiği bir iftiradır” dediler. Böylece gerçekten bir zulüm ve haksızlık getirdiler. "Kâfirler: Bu Kur'ân ancak bir iftiradır, dediler” istikametinden çevrilmiş bir yalandır "onun uydurduğu ve ona başka bir kavmin yardım ettiği bir iftiradır, dediler” onlar da Yahûdîlerdir, çünkü ona ümmetlerin haberlerini verirlerdi, o da kendi ifadesiyle dillendirirdi. Şöyle de denilmiştir: Bunlar Cebr, Yesar ve Addas idiler, bu da "ona ancak bir insan öğretiyor” (Nahl: 103) âyetinde geçmiştir. "Böylece gerçekten bir zulüm getirdiler” insanları ve cinleri aciz bırakan kelâmı uydurulmuş ve Yahûdîlerden devşirilmiş saymakla "ve bir yalan". Ondan beri olduğu bir şeyi ona isnat etmekle. Eta ile cae faale manasına da kullanılırlar, onun gibi de geçişli olurlar. 5Öncekilerin masallarıdır, onu yazdırdı. O, ona sabah akşam okunuyor, dediler. (Öncekilerin masallarıdır, dediler) geçmiş insanların yazdıkları şeylerdir. (Onu yazdırdı) kendisi için yazdı yahut yazdırdı. Meçhul kalıbı ile (üktütibe) de okunmuştur, çünkü o ümmidir, aslı: İktetebeha kâtibün lehti, demektir. Lâm hazf edildi, fiil ona yanaştırıldı, iktetebehü iyyahu oldu. Sonra fâil de hazf edildi ve fiil müstetir zamire isnat edildi. "O, sabah akşam ona okunuyor” ezberlemesi için, çünkü o ümmidir yazıdan okuyamaz ya da yazması için okunuyor. 6De ki: Onu göklerde ve yerde gizliyi bilen (Allah) indirdi. Şüphesiz o, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "De ki: Onu göklerde ve yerde gizliyi bilen (Allah) indirdi” çünkü o, fesahati ile ve ancak sırları bilen Allah'ın bileceği gelecekteki gâiplerden ve gizli şeylerden haber vermesi ile sizi baştan sona aciz bıraktı. Artık onu nasıl masal sayabilirsiniz? "Şüphesiz o, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir” bunun için dediğiniz şeylerden dolayı size acele azâp etmez; hâlbuki buna gücü yeter ve siz de azabın üzerinize su gibi aktarılmasını hak etmişsinizdir. 7Dediler: Bu Peygamber'in nesi var ki, yemek yiyor ve pazarlarda dolaşıyor? Onayanında onunla beraber bir uyarıcı olması için bir melek indirilmeli değil miydi? "Dediler: Bu Peygamber'e ne oluyor” peygamberlik iddia eden buna ne oluyor? Bunda horlama ve dalga geçme vardır. "Yemek yiyor” bizim gibi "ve pazarlarda dolaşıyor” bizim gibi geçimini sağlamak için, mana şöyledir. Eğer onun iddiası doğru ise ne oluyor da bizden başka bir hâl yaşamıyor? Bu da şaşkınlıklarını ve gözlerinin maddeye takıldığını göstermektedir. Çünkü peygamberlerin diğerlerinden ayrıcalıkları bedensel şeylerle değildir; ancak o öze ait şeylerledir, nitekim Allahü teâlâ buna "de ki: Ben de sizin gibi bir insanım; bana İlâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor” (Kehf: 110) ayetiyle işâret etmiştir. "Ona yanında onunla beraber bir uyarıcı olması için bir melek indirilmeli değil miydi?” Tâ ki, meleğin tasdiki ile onun doğruluğunu bilelim. 8
Yahut ona bir hazine atılmalı yahut ondan yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi? O zâlimler: "Siz ancak büyülenmiş birine tâbi oluyorsunuz!” dediler. " Yahut ona bir hazine atılmalı değil mi?” onunla desteklenir ve geçim teminine gerek kalmazdı "ya da ondan yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” bu da çıtayı düşürmedir yani eğer ona bir hazine atılmazsa, hiç olmazsa köy ağaları gibi bağ ve bahçeleri olsun da geliri ile geçimini sağlasın. Hamze ile Kisâî nûn ile "ne'külü” okumuşlardır, o zaman zamir kâfirlere gider. "O zâlimler dediler” zâlimleri zamir yerine koyması dedikleri şeylerde zulümlerini tescillemek içindir. "Siz ancak büyülenmiş birine tâbi oluyorsunuz” büyülenip de aklı bozulmuş birine. Zu saharin de okunmuştur ki, akciğeri olan yani melek değil bir insana tâbi oluyorsunuz demektir. 9Bak, sana nasıl isimler getirdiler; böylece sapıttılar; artık doğru yola güç getiremezler, "Bak, sana nasıl misaller getirdiler?” Yani senin hakkında kural dışı konuştular ve senin için olmadık şeyler uydurdular. "Böylece sapıttılar” peygamberin özelliğini bilmeye götüren ve onu yalancı peygamberden ayıran şeyden uzaklaştılar, karanlıkta görmeyen deve gibi nereye bastıklarını bilmez oldular. "Artık yol bulamazlar” peygamberliğine dil uzatmaya yahut hidâyet ve irşat edecek şeye. 10O Allah pek yücedir ki, dilerse sana bundan daha hayırlısını, altından ırmaklar akan cennetler kılar ve sana saraylar kılar. "O Allah pek yücedir ki, dilerse sana verir” dünyada "bundan daha hayırlısını” onların dediklerinden, ancak onu âhirete erteledi, çünkü o daha hayırlı ve daha kalıcıdır "altlarından ırmaklar akan cennetler” bu da hayran'dan bedeldir "ve sana saraylar kılar” bu cezanın mahalline atıftır. İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ebû Bekir ref ile (veyecalü) okumuşlardır, çünkü şart mâzi olursa, cezasında cezm de ref de câizdir, şu şiirde olduğu gibi: Eğer açlık gününde ona bir dost gelirse, Malım gâip de değildir haram da değildir, der. Veyecalü'nün âhirette olacak şeye dâir vaat için yeni söz başı olması da câizdir. Vâv ile cevap olarak nasb ile (veyecale) de okunmuştur. 11Hayır, onlar kıyâmeti yalanladılar. Biz de kıyâmeti yalanlayanlara çılgın bir ateş hazırladık. "Hayır, onlar kıyâmeti yalanladılar” o sebeple gözleri dünya malına çakılıp kaldı ve şerefin mal ile olduğunu zannettiler, fakirliğinden dolayı sana dil uzattılar ya da bunun için seni yalanladılar, yoksa geçersiz iddiaları için bin bir dereden su getirmelerinden değil. Ya da bu cevaba nasıl iltifat eder de Allah'ın sana âhirette vaat ettiğini tasdik ederler ya da seni yalanlamalarına şaşma, çünkü bu, daha çok şaşırtıcıdır. "Biz de kıyâmeti yalanlayanlara çılgın bir ateş hazırladık” çok kızgın. Saîr'in cehennemin ismi olduğu da söylenmiştir. Munsarif olması da mekân sayılmasındandır. 12Onları uzaktan gördüğü zaman onlar, onun için bir öfkelenme ve uğultu duyarlar. "Onları gördüğü zaman” görüş alanına girdikleri zaman, Meselâ Peygamber aleyhisselâm'm: Mü'minle kâfirin ateşleri birbirini görmez, hadisi gibi yani mecaz olarak, birbirlerini görecek kadar yaklaşmazlar demektir. Raet fiilinin müennes olması nar (ateş) ya da cehennem manasına olmasındandır. "Uzak bir yerden” bu da görebileceği en uzak mesafeden demektir. "Onun için bir öfkelenme ve bir uğultu (homurtu) duyarlar” öfkelenme sesidir, onun kaynarken çıkardığı ses kızgın kimsenin çıkardığı sese benzetilmiştir. Zefir de içten duyulan homurdanma sesidir. Bu böyle, hayat biz (ehlisünnete göre) bünye ile kaim olmadığından Allahü teâlâ’nın ateşte bir hayat yaratıp da onunla görmesi, öfkelenmesi ve homurdanması da mümkündür. Şöyle de denilmiştir: Bu ses zebanilere aittir, muzâfm hazfi ile ona nispet edilmiştir. 13Elleri kelepçeli olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman orada "helâk, Ölüm!” diye çağırırlar. (Onun bir yerine atıldıkları zaman) fî mekânın demektir, minha da beyaniyedir, başa geçerek hâl olmuştur "dar bir yerine” azabın artması için; çünkü sıkıntı darlıkladır, ferahlık da bollukladır. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ cenneti, eni göklerle yerin eni kadar diye nitelemiştir. "Mukarraniyne” elleri zincirlerle boyunlarına bağlı olarak demektir. "Orada çağırırlar” o mekânda "ölüm” helâk diye çağırırlar yani helâk olmayı temenni ederler ve onu çağırırlar: Ey helâk, gel, şimdi gelme zamanındır, derler (gel, canımı al, derler). 14Bir helâk / ölüm çağırmayın, çok ölüm / helâk çağırın. "Bugün bir helâk çağırmayın” yani onlara böyle denilir, "çok helâk çağırın” çünkü azabınız çeşit çeşittir, her çeşidi şiddetinden dolayı bir helâktır. Ya da yenilenir, çünkü Allahü teâlâ: "Derileri her piştikçe yenileriyle değiştiririz ki, azâbı tatsınlar” (Nisa: 56) buyurmuştur. Ya da kesilmez, o bütün vakitlerde helâktır. 15De ki: "Bu mu daha hayırlıdır yoksa müttekılere va'dolunan ölümsüzlük cenneti mi?” O onlar için bir mükâfat ve bir varış yeri oldu. "De ki: Bu mu daha hayırlıdır yoksa müttekılere vaat olunan ölümsüzlük cenneti mi?” işâret azabadır; istifham, ism-i tafdil ve tereddüt edâtı em alayla beraber azarlama içindir ya da işâret hazineye ve cennetedir. Mevsûla râci zamir de mahzûftur. Cennetin huld'e izafeti medih içindir ya da ebediliğini göstermek içindir ya da dünya cennetlerinden ayırmak içindir. "Onlar için oldu” Allah'ın ilminde yahut Levh-i Mahfûz'daya da Allah'ın va'dettiği gerçekleşme bakımından olmuş gibidir de ondan. (Bir mükâfat) amellerine vaat edilen "ve bir varış yeri” dönecekleri bir yer. Onlar için mükâfat olması başkaları (asiler) için Allah'ın rızâsı ile lütuf olmasına mani değildir. Kaldı ki, müttekılerden küfür ve yalanlamadan kaçınanları murat etmek de câizdir. Çünkü onlar bunların karşılığıdır. 16Onlar için orada ne dilerlerse vardır. Orada ebedî kalıcılar. Bu, Rabbinin üzerine sorumlu bir vaat oldu. "Onlar için orada ne dilerlerse vardır” diledikleri nimetler. Belki de her Tâife kendi rütbesiyle mütenasip şey isteyecek, başkasını istemeyecektir, çünkü zahirden anlaşıldığına göre düşük rütbeli kimse istese de kâmilin derecesine yetişemez. Bunda bütün muratlara ancak cennette nâil olunacağına dikkat çekilmiştir. (Orada ebedî kalıcılar olarak) bu da üç zamirden birine hâl’dir. (Bu, Rabbinin üzerine sorumlu bir vaat oldu) kâne'deki zamir istedikleri şeye râcidir, vaat de vaat olunan şeydir yani bu, istenmeyi ve arzu edilmeyi değen bir vattır, demektir yahut insanların dualarında istedikleri şeydir, çünkü "Rabbimiz, peygamberlerine vaat ettiğin şeyi bize ver” (Âl-i İmran: 194) buyurmuştur. Ya da meleklerdir ki, Rabbimiz, onları vaat ettiğin cennetlere girdir, derler. Alâ harf-i cerindeki vücup manası Allahü teâlâ’nın vaadinde dönme olmadığını göstermek içindir. Bundan vaadi mutlaka yerine getirmesi de lâzım gelmez (Allah mecbur değildir). Çünkü vaat edilen şeye irâdenin taalluku yerine getirmeyi icap eden vaatten öncedir. 17Onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri topladığı gün: "Kullarımı siz mi saptırdınız yoksa onlar mı yolu sapıttılar” der. (O gün onları toplarız) cezalarını vermek için, şin'in kesri ile de okunmuştur. İbn Kesîr, Ya'kûb ve Hafs ye ile (yahşuruhum) okumuşlardır. "Onları ve Allah'tan başka taptıkları şeyleri” bu, ondan başka bütün taptıklarını içine alır. Mâ edatının kullanılması ya konumu genel olmasındandır, bunun içindir ki, görünüp de tanınmayan her surete denilir. Ya da ondan sıfat kast edilmesindendir, sanki ve mabudiyhim, denilmiştir ya da hakaret etmek için putlar daha çok kabul edilmiştir ya da ibâdet edenleri daha çok kabul edilmiştir yahut sual ve cevap karinesiyle özel olarak melekler, Üzeyr ve Mesih murat edilmiştir. Ya da putlardır ki, Allah onları konuşturur yahut hâl dilleriyle konuşurlar, nitekim eller ve ayaklar için de aynısı denilmiştir. "Der” mabutlara, bu, üslup değişimidir. İbn Âmir nûn ile (fenekulu) okumuştur. "Kullarımı siz mi saptırdınız yoksa onlar mı yolu sapıttılar?” Çünkü doğru düşünememiş ve iyiliklerini isteyen mürşitten yüz çevirmişlerdir. Bu da onlara tapanlar için azarlama ve paylamadır. Aslı eedlaltüm ev dallu'dur; nazmın değişmesi istifham edatının asıl sorguya çekilmek istenenin başına gelmesi içindir ki, o da işi yapandır, iş değildir. Çünkü onda şüphe yoktur. Eğer öyle olmasa idi azapla yüz yüze gelmezdi. Dallu'nûn sılası olan (an) edatının hazf edilmesi mübalağa içindir. 18Onlar da: "Seni tenzih ederiz. Senden başka dostlar edinmek bizim için olmaz. Ancak sen onları ve atalarını yararlandırdın, Tâ ki, zikri unuttular ve helâk olan bir kavim oldular” dediler. "Onlar da: Seni tenzih ederiz, dediler” kendileri hakkında denilen şeye şaştıkları için, çünkü onlar ya melekler ya da peygamberlerdir ki, günahtan masumdurlar ya da cansız şeylerdir ki, hiçbir şeye güçleri yetmez ya da hep tesbih ve tevhid ile uğraşanlardır. Öyleyse kullarını saptırmak onlara nasıl yaraşır? Ya da Allahü teâlâ'yı eşi ve benzeri olmaktan tenzih etmek içindir. "Senden başka dostlar edinmek bizim için olmaz” çünkü ya masumdurlar ya da güçleri yoktur, öyle ise bizden başkalarını senden başka birini dost edinmeye nasıl davet ederiz? Meçhul kalıbı ile nüttehaze de okunmuştur ki, iki mehil alan ittehaze'den gelir Meselâ "vettehazallahu ibrahime hâlila” (Nisa: 125) âyetinde olduğu gibi. İkinci mef'ûlu da min evliyae'dir. Min ba'zı manasınadır, birinciye göre de olumsuzluğu te'kit için zâit kılınmıştır. "Ancak sen onları ve atalarını yararlandırdın” çeşitli nimetlerle, onlar da şehvetlere daldılar, "Tâ ki, zikri unuttular” zikrinden gâfil kaldılar yahut nimetlerini hatırlamaktan ve âyetlerini düşünmekten. Bu da sapıklığın onlara nispet edilmesidir, bu onların kesbi ile olmasındandır. Onlara yapılan şey (yararlandırma) Allah'a nisbet edilmiş, o da onları bu sonuca götürmüştür. Bu da biz ehl-i sünnetin düşündüğü şeyin aynısıdır. Öyle ise Mu'tezile'nin bunu aleyhimize delil olarak kullanma şansları yoktur. "Onlar oldular” senin hükmünde (helâk olan bir kavim) hâlikiyne demektir ki, bûr mastardır, sıfat olarak kullanılmıştır. Bunun içindir ki, tekili ve çoğulu birdir. Ya da bair'in cem'idir, meselâ aiz ve ûz gibi. 19Allahü teâlâ: "İşte gerçekten sizi, dediğiniz şeyde yalanladılar. Artık ne azâbı sizden çevirmeye ne de yardıma güç yetiremezsiniz. Sizden kim zulmederse, ona büyük bir azâp tattırırız” dedi. "Gerçekten yalancı mabutlar sizi yalanladı” bu da susturmak için tapanlara dönmedir, kavl maddesi hazf edilmiştir, mana mabutlar sizi yalanladı demektir, "dediğiniz şeyde” onlar İlâhlardır yahut bizi onlar saptırdılar, sözünüzde, bima'daki be fî manasınadır ya da mecrûrla beraber (küm) zamirinden hâl’dir. İbn Kesîr'den ye ile (yekulun) okuduğu rivâyet edilmiştir ki, "bunu demek bize yaraşmaz” sözü ile sizi yalanladılar demek olur. (Artık güç yetiremezler) yani mabutlar. Hafs ibâdet edenlere hitap olarak te ile (testetıune) okumuştur. "Sarfen” azâbı sizden def edemezler, çare bulamazlar da denilmiştir ki, innehu yetesarrafu kavlinden gelir ki, çare arıyor demektir. "Yardıma da güçleri yetmez” aleyhinize yardıma demektir. "Sizden kim zulmederse” ey mükellefler "ona büyük bir azâp tattırırız” o da ateştir. Şart her ne kadar bütün kâfirleri ve bütün fâsıkları içine alacak şekilde genel ise de ancak karşıtının olmaması ile kayıtlıdır ki, o da tevbedir, bunda da hepimiz müttefikiz ya da daha büyük taatla çürütülmemesidir ki, bunda da icma vardır ya da af ile silinmemesidir ki, bu da bize göredir. (Bu üçü olmazsa zâlim azâbı tadar). 20Senden önce ancak gerçekten yemek yiyen ve pazarlarda dolaşan peygamberler gönderdik. Kiminizi kiminize bir fitne kıldık; sabredecek misiniz, diye? Rabbin hakkıyla görendir. "Senden önce ancak gerçekten yemek yiyen ve pazarlarda dolaşan peygamberler gönderdik” illâ rüsülen innehüm demektir, mevsûf (rüsülen) hazf edilmiştir, çünkü mürselin ona delâlet etmektedir, sıfat onun yerine geçirilmiştir. Şu Âyette de öyledir "vema minna illâ lehu makamun malum” (Saffat: 164) zamirle yetinilerek hâl olması da câizdir, bu da "bu Peygamber'e ne oluyor; yemek yiyor ve pazarlarda dolaşıyor” (Furkân: 7) demelerine cevaptır. Yümeşşune de okunmuştur ki, ihtiyaçları yahut insanlar onları pazara gitmeye mecbur bırakıyor demektir. "Kiminizi kıldık” ey insanlar "kiminize bir fitne” imtihan, fakirlerin zenginlerle, peygamberlerin ümmetlerle denenmesi ve onlara düşmanlık edip eziyet etmeleri de buna girer. Bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i ona denen şeyleri çürüttükten sonra tesellidir. Bunda kaza ve kadere de delil vardır. "Sabredecek misiniz?” bu da imtihanın sebebidir, Mana da şöyledir: Sizi birbirinizle denedik ki, içinizden sabredenleri bilelim. Allahü teâlâ'nın: "Hanginizin daha güzel amel ettiğini denememiz için” (Mülk: 2) âyeti de böyledir. Ya da imtihan edildikleri şeye sabır için teşviktir. "Rabbin hakkıyla görendir” sabredeni ya da denendiği vb. şeyde doğru olanı. 21Bize kavuşmayı ummayanlar: "Üzerimize melekler indirilmeli yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Yemin olsun, gerçekten içlerinde bir kibir tasladılar ve büyük bir azgınlıkla azdılar. "Bize kavuşmayı ummayanlar, dediler” hayırla kavuşmayı ummayanlar demektir, çünkü yeniden dirilmeyi inkâr etmişlerdir ya da bize kötülükle kavuşmayı ummayanlar demektir ki, bu da Tiharae lehçesidir. Burada geçen lika'nın aslı bir şeye ulaşmaktır, rü'yet (görme) de bundandır, çünkü o da görülen şeye varmaktır. Bundan maksat da Allah'ın vereceği karşılığa ulaşmaktır, bundan birinciye göre görmeyi murat etmek de mümkündür. "Üzerimize melekler indirilmeli değil miydi?” indirilmeli idi de bize Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in doğruluğunu haber vermeli değil miydi? Bize peygamber olmaları için de denilmiştir. " Yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?” bize onu tasdik etmemizi ve ona tâbi olmamızı emrederdi. "Yemin olsun, gerçekten içlerinde bir kibir tasladılar” yani kendi nefisleri hakkında demektir, öyle ki, onlar için ancak bazı peygamberlerin en mükemmel vakitlerde nâil olduğu şeyi düşündüler. Bunu ve bundan daha büyüğünü istiyorlar. "Azgınlaştılar” zulümde haddi aştılar "büyük bir azgınlıkla” onun en yüksek derecesine ulaştılar, öyle ki, ezici mu'cizeleri gördüler de onlardan yüz çevirdiler. Pis nefisleri için kutsal nefislere bile kapalı olan şeyleri umdular. Lekad'deki lâm mahzûf kasemin cevabıdır. Böylesi cümle ile yeni söze başlamada güzellik vardır ve kibir ve taşkınlıklarına şaşma îması vardır. Tıpkı şu beyitte olduğu gibi: Cessas'ın komşu kadınının dişi devesine karşılık öldürdük, Küleybi; bedel olarak Küleyb'in öldürüldüğü deve ne pahalıdır! 22Melekleri görecekleri gün, o gün günahkârlar için müjde yoktur. Size yasaktır, yasak, derler! "Melekleri gördükleri gün” ölüm yahut azâp meleklerini, yevme üzkür ile ya da onun delâlet ettiği şeyle mensûbtur "o gün günahkârlar için müjde yoktur” müjdeden men edilirler yahut onlara müjde yoktur demektir. Yevmeizin tekrardır ya da haberdir, lilmücrimin'deki lâm beyaniyedir (onları göstermek içindir). Ya da ikinci haberdir ya da lâm'ın taalluk ettiği şeye zarftır ya da lâm büşra'ya mütealliktir, eğer büşra lâm ile beraber mebni olmayarak tenvinli takdir edilirse, çünkü lâm o zaman amel etmez. Günahkârlar da ya geneldir ki, hükmü delil bakımından öteki günahkârları da içine alır. O zaman genel günahkârlara müjdenin olmamasından başka bir vakitte af ve şefaat ile müjde olmayacağını gerektirmez. Ya da günahkârlar özeldir ki, zamir yerine konulmuşlardır. Bu da suçlarını tescillemek ve müjdeye mani olanla karşıtını icap ettiren şeyi akla getirmek içindir. "Size müjde yasaktır, yasak, derler!” bu da manaya atıftır yani kâfirler o zaman bu kelimeyi Allah'a sığınmak ve kavuşmalarına engel çıkarılmamak için söylerler. Bu da düşmanla veyahut kötü bir şeyle karşılaştıkları zaman söyledikleri sözlerdendir. Yahut da bunu melekler derler, şu manaya ki, cennet veya müjde size haram edilmiştir, haram! Zam ile hücren de okunmuştur, aslı feth iledir. Ancak özel bir yerde kullanıldığı için değiştirilmiştir, Meselâ ka'deke ve amreke gibi, bunun içindir ki, çekimi yapılmaz, nasb edeni de açığa çıkmaz. Mahcuren ile sıfatlanması te'kit içindir, Meselâ mevtün maitün kavlinde olduğu gibi. 23Onların yaptıkları amele vardık, onu dağılmış toz yaptık. "Onların yaptıkları amele vardık, onu saçılmış / dağılmış toz yaptık". Küfürlerinde yaptıkları misafir ağırlama, sıla-ı rahim ve darda kalana yardım gibi yaptıkları iyi amele geldik, onu boşa çıkardık, çünkü muteber kılacak şarttan yoksun idi. Bu, hâllerini ve amellerini bir toplumun hâline benzetmedir ki, bunlar hükümdarlarına isyan ettiler, o da geldi eşyalarını darmadağın etti. Her şeylerini yok etti, geriye bir şey bırakmadı. Heba delikten giren güneş ışığında görünen tozdur, hebve'den gelir ki, o da toz demektir. Mensuren de onun sıfatıdır, yok sayılan amelleri değersizlik ve işe yaramazlık bakımından toza, sonra da dağılmış toza benzetilmiştir ki, bir daha toplanması mümkün değildir. Ya da maksat ve niyetleri dağınık toza benzetilmiştir. Yahut hebaen üçüncü mef'ûldur, çünkü o arkadan gelen haber gibidir, Meselâ "kunu kıredeten hasiin” (Bakara: 65) âyetinde olduğu gibi. 24Cennet yaranları o gün kalacak yer bakımından daha hayırlı ve dinlenecek yer bakımından daha güzeldir. "Cennet yaranları o gün kalacak yer bakımından daha hayırlıdır” çoğu zaman oturup konuşmak için eğleştikleri yer bakımından demektir. "Ve dinlenecek yer bakımından daha güzeldir” eşleri ile dinlenmek ve zevklenmek için barındıkları yer olarak demektir. Bu da mecazendir ki, benzetme yolu ile kaylule (öğle uykusun) dan gelir. Ya da genellikle o (dinlenme) bulunur demektir, çünkü cennette uyku yoktur. Daha güzeli ifadesinde şuna işâret vardır ki, istirahat ettikleri mekan görüntü ve diğer güzellikler bakımından daha güzeldir. Müstekar ve makiyi lâfızlarından mastar yahut zaman murat edilmek de câizdir, o zaman mekân ve zamanlarının hayal edilen en hoş zaman ve mekân olduğuna işâret edilmiş olur. En güzeli kalıbı ile ism-i tafdil kullanılması ya da mutlak fazlalık irâdesi iledir ya da dünyada refah erbabına nispetledir. Rivâyete göre hesaptan yarım günde ayrılırlar; cennet halkı cennette, cehennem halkı da cehennemde istirahat yerlerine çekilirler (eğer cehennemde böyle bir yer varsa!). 25Hatırla o günü ki, gök bulutla yarılır ve melekler bir indirilmekle indirilir. "Hatırla o günü ki, gök yarılır” aslı teteşakkaku'dur, te hazf edilmiştir. İbn Kesîr, Nâfi', İbn Âmir ve Ya'kûb onu idgam etmiştir (teşşakkaku) "bulutla” ondan bulutun doğması ile, bu da "Allah’ın ve meleklerin onlara bulutun gölgesi içinde gelmesini mi bekliyorlar?” (Bakara: 210) âyetinde zikredilen buluttur. "Ve melekler bir indirilmekle indirilir” o bulutun içinde, kulların amel defterleri ile. İbn Kesîr ve nünezzile okumuştur. Nüzzilet, ünzile, nüzile ve kelimedeki nûn'un hazfı ile nüzzilel Melâiketü şeklinde de okunmuştur. 26O gün gerçek mülk Rahmanındır. O gün kâfirlere zor oldu. "O gün gerçek mülk Rahmân'ındır” sâbit mülk onundur, çünkü o gün bütün mülkler iptal edilecektir, onun mülkünden başkası kalmayacaktır. Hak haberdir, lirrahman da ona mütealliktir ya da onu beyan etmektedir. Yevmeizin de mülkün mamulüdür (mef'ûlu fihidir), hakkın mamulü değildir, çünkü o arkasındadır ya da hak mülkün sıfatıdır haber de yevmeizin'dir yahut lirrahman'dır. "O gün kâfirlere zor oldu” şiddetli oldu. 27O günde zâlim, ellerini ısırır ve: "Keşke ben Peygamberle beraber bir yol tutsa idim!” der. "O günde zâlim elini ısırır” aşırı pişmanlığından. Elleri ısırmak, parmak uçlarını yemek, dişleri törpülemek (gıcırdatmak) ve benzeri şeyler öfkeden ve pişmanlıktan kinayedir. Çünkü bunlar bu ikisini takip eden şeylerdendir. Zâlimden maksat da cinstir. Ukbe bin Muayt olduğu da söylenmiştir. O, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem ile çok otururdu, bir gün onu (Peygamberimiz'i) yemeğe davet etti, o da kelime-i şahadet getirmedikçe yemeğinden yemek istemedi. Sonunda yaptı. Übey bin Halef de onun dostu idi, onu kınadı ve: Dîninden döndün, dedi. O da: Hayır, evimde yemeğimden yememeye ant içince ondan utandım, şahadet getirdim, dedi. Übey de: Gidip onun boynuna basarak yüzüne tükürmedikçe, olmaz, dedi. O da Efendimiz'i Darünnedve'de buldu ve bunu yaptı. Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm ona: Mekke dışında seninle karşılaşırsam, tepene kılıcı indiririm, dedi. Ukbe Bedir savaşında esir edildi, Efendimiz Hazret-i Ali'ye emretti, o da onu öldürdü. Efendimiz Uhut'ta Übey'e onunla düello ederken bir mızrak dürttü, o da Mekke'ye döndü, öldü. "Keşke ben Peygamberle beraber bir yol tutsa idim” kurtuluşa giden bir yol yahut bir yol ki, o da hak yoludur, sapıklık yollarına gitmese idim. 28"Eyvah bana, keşke ben falancayı dost edinmese idim!" (Eyvah bana) aslı üzere ye ile (yaveyleti) de okunmuştur, "keşke ben falancayı dost edinmese idim” yani kendini aldatanı kast ediyor, falan, özel isimlerden kinayedir, nitekim hen de cinslerden kinayedir. 29Yemin olsun, gerçekten zikir bana geldikten sonra beni (ondan) şaşırttı. Şeytan insanı yardımsız bırakandır. "Yemin olsun, gerçekten beni zikirden saptırdı” Allah'ın zikrinden yahut kitabından veyahut Peygamberin öğüdünden ya da kelime-i şahadetten "bana geldikten sonra” ona imkân bulduktan sonra. "Şeytan oldu” saptıran dostu ya da İblis'i kast ediyor, çünkü dostluğuna ve Peygambere muhalefete o teşvik etti ya da cin ve insandan şeytanlık eden herkesi kast ediyor "insanı yardımsız bırakan” ona yaklaşır, sonunda onu helaka götürür, sonra bırakır, ona faydası olmaz. Hazul faul veznindedir, hizlan'dan gelir. 30Peygamber: Ya Rabbi, şüphesiz kavmim bu Kur'ân'ı terk edilmiş bir şey edindiler” dedi. "Peygamber dedi” Muhammed, o gün yahut dünyada Allah'a şikâyet ederek "ya Rabbi, şüphesiz kavmim” Kureyş "bu Kur'ân'ı terk edilmiş bir şey edindiler” onu terk etmek ve ondan yüz çevirmekle. Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Kim Kur'ân'ı öğrenir de Mushaf'ını duvara asar, yaprağını açmaz ve ona bakmazsa, kıyâmet gününde yakasına sarılır: Ya Rabbi, bu kulun beni terk edilmiş bir şey yaptı, onunla aramızda hükmünü ver, der. Ya da onu duydukları zaman saçmaladılar ve gürültü yaptılar ya da onun boş ve öncekilerin masalları olduğunu zannettiler. Bu durumda aslı mehcuren fîh olup câr hazf edilmiş olur. Mehcur'un hucr manasına mastar olması da câizdir Meselâ meclud (celade) ve makul (akl) gibi. Bunda kavmini korkutma vardır, çünkü peygamberler - onlara salât ve selâm olsun - kavimlerini Allahü teâlâ'ya şikayet ettikleri zaman onlara acele azâp edilir. 31İşte böyle, her peygamber için günahkârlardan bir düşman kıldık. Yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin yeter. "İşte böyle, her peygamber için günahkârlardan bir düşman kıldık” sana düşman kıldığımız gibi, öyleyse onlar gibi sen de sabret. Bunda Allah'ın kötülüğü de yarattığına delil vardır. Adüv lâfzının tekile de çoğula da ihtimali vardır. "Yol gösterici olarak Rabbin yeter” onları kahredecek yolu "ve yardım edici olarak” onlara karşı sana yardım edici olarak. 32Kâfirler: "Kur'ân ona bir seferde toptan indirilmeli değil miydi?” dediler. İşte böyle yaptık ki, onunla gönlünü kuvvetlendirelim diye. Ve onu tane tane okumakla okuduk. "Kâfirler: Kur'ân ona bir seferde toptan indirilmeli değil miydi, dediler?” nüzzile ünzile manasınadır, tıpkı habbere ahbere manasına olduğu gibi, bu durumda "toptan” sözü ile çelişmemiş olur, eski kitaplar gibi bir seferde demektir. Bu da hiçbir faydası olmayan bir itirazdır, çünkü i'caz durumu toptan ya da perakende indirilmesiyle değişmez. Kaldı ki, perakende inmesinin faydaları vardır, onlardan bazısına şöyle işâret edilmiştir. "İşte böyle perakende indirdik ki, onunla gönlünü (kalbini) kuvvetlendirelim". Yani onu parça parça indirdik ki, onu ezberlemeye ve anlamaya kalbine (hafızana) yardım etsin. Çünkü onun durumu Mûsa, Davut ve Îsa'nın durumuna benzemez, çünkü Efendimiz ümmi idi, onlarsa okuryazar idiler. Eğer Kur'ân ona toptan indirilse idi ezberlemesi zorlaşırdı. Belki de tamamlayamazdı. Çünkü bir şeyi almak için azar azar gelmesi lâzımdır. Bir de onun olaylara göre inmesi daha çok bakılmasını ve manasının derinine dalınmasını gerektirir. Aynı zamanda parça parça indiği vakit her parçasında ona benzerini getirmeleri için meydan okumuş olur, onlar da karşılık veremeyince kalbi daha da kuvvetlenmiş olur. Ayrıca Cebrâîl onu değişik hâllerde indirince kalbi daha da sağlamlaşır. Bunun faydalarından bazıları da şunlardır: Nasih ile mensuhu bilmek, vaziyet icabı manasını daha kolay anlamak. Çünkü ortam da onun beliğ olmasına yardım eder. "Kezâlike” mahzûf mastarın sıfatıdır, işâret de parça parça inmesinedir, çünkü "Kur'ân ona toptan indirilmeli değil miydi?” sözünden bu anlaşılmaktadır. Bunun kâfirlerin sözlerinden olma ihtimali de vardır, o zaman kezalik lâfzı üzerinde vakf edilir, işâret de geçmiş kitaplara olur. Lâm da iki durumda mahzûfa müteallik olur (enzelnahu). "Ve onu tane tane okumakla okuduk” sana azar azar yavaş yavaş yirmi yahut yirmi üç yılda okuduk. Tertil'in aslı dişlerde kullanılır ki, aralarını açmak, onları seyreltmektir. 33Sana bir misal getirmezler ki, ancak biz sana hakkı ve tefsirce en güzelini getiririz. "Sana bir misal getirmezler ki,” batıllıkta darbı mesel olmuş bir soru getirmezler ki, demektir. Bundan da peygamberliğini gözden düşürmek isterler "ancak biz sana hakkı getiririz” ezici cevabı veririz "ve tefsirce en güzelini getiririz” en güzel açıklama getiririz ya da hikmetimize göre hak olanı ve seninle gönderilen şeyi daha güzel açıklayanı getiririz. 34Onlar ki, yüzleri üstü haşrolunurlar, işte onlar yerce daha kötü ve yolca daha sapıktırlar. "Onlar ki, yüzleri üstü haşrolunurlar” yani tepeleri üstü dönmüş yahut oraya sürüklenerek ya da kalpleri aşağılık şeylere bağlı ve yüzleri onlara dönük olarak getiririz. Efendimiz'den rivâyet edilmiştir: İnsanlar kıyâmet gününde üç sınıf olarak haşrolunurlar: Bir sınıf binekler üzerinde, bir sınıf yaya olarak, bir sınıf da yüzleri üstü. Bu da (Ellezîne) zemdir Merfû' yahut mensûbtur ya da mübteda’dır, haberi de "ülâike şerrün mekânen"dir. (Onlara göre) durumu kötü olan Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'dir, bu da şu Âyetteki metot üzeredir: "De ki: Size sonuç bakımından Allah katında daha kötüsünü haber vereyim mi? O da Allah'ın lâ'net ettiği ve ona gazap ettiği kimsedir” (Maide: 60). Sanki şöyle denilmiştir: Onları bu sorulara sürükleyen şey nun konumunu küçümsemeleri ve yolunun sapık olduğunu sanmalarıdır. Kendi hâllerini bilmiyorlar ki, konumlarının daha kötü ve yollarının da daha sapık olduğunu bilsinler. Şöyle de denilmiştir: Bu, "cennet yaranı o gün yer bakımından daha hayırlıdır” (Furkân: 24) ayetine bağlıdır. Yolu sapıklıkla nitelemek mecâzîdir, mübalağa içindir (onlar o kadar sapıktırlar ki, bu sapıklık yollarına kadar ulaşmıştır). 35Yemin olsun, Mûsa'ya o kitabı verdik ve kardeşi Hârûn'u da yanında vezir kıldık. "Yemin olsun, Mûsa'ya o kitabı verdik ve kardeşi Hârûn'u da yanında vezir kıldık” davette ve Allah, kelâmını yüceltmede ona yardım ediyordu. Bu, onun da peygamberliğine mani değildir, çünkü bir işte ortak olanlar, yardımlaşırlar. 36Âyetlerimizi yalanlayan kavme gidin, dedik. Onları helâk etmekle helâk ettik. "Âyetlerimizi yalanlayan kavme gidin” yani Fir'avn'e ve kavmine demektir. "Onları helâk etmekle helâk ettik” yani onlara gittiler, onlar da ikisini de yalanladılar, biz de onları fena şekilde helâk ettik. Kıssanın iki ucunu vermesi, maksut olan şeyle yetinmek içindir, o da peygamberler göndermek ve yalanlamakla helâki hak ederek diyecek bir şeyleri kalmamaktır. Takip edâtı fe, hüküm itibarı takibi göstermektedir gerçekleşme ile değil. Şöyle de okunmuştur: Fedemmertühüm, fedemmirahüm ve şeddeli te'kit mm'u ile fedemmirannihim. 37Nûh kavmini de hatırla. Peygamberleri yalanladıkları zaman onları suda boğduk, onları insanlar için bir ibret kıldık. Zâlimler için acıklı bir azâp hazırladık. "Nûh kavmini de hatırla, peygamberleri yalanladıkları zaman” Nûh'u ve ondan öncekileri yalanladılar ya da yalnız Nûh'u yalanladılar, fakat peygamberlerden birini yalanlamak hepsini yalanlamak gibidir ya da mutlak olarak peygamber göndermeyi yalanladılar, Meselâ Brahmanlar gibi. "Onları suda boğduk” tufanla "ve onları kıldık” suya boğulmalarını yahut kıssalarım "insanlar için bir ibret” bir âyet kıldık. "Zâlimler için acıklı bir azâp hazırladık” zâlimlerin genel ve özel olma ihtimali vardır. Özel olunca zamir yerine zâhir konulması onları zâlimlikle damgalamak içindir. 38Âd’i, Semûd'u, Res halkını ve bunların arasındaki birçok nesilleri de hatırla. (Âd'i ve Semûd'u) bu da caalnahüm'deki hüm'e ya da zaiimin'e atıftır. Hamze ile Hafs kabile te'vili ile (gayri munsarif olarak) semude okumuşlardır. "Res halkını” bunlar putlara tapan bir kavim idiler, Allah onlara Şuayb'i gönderdi, ona inanmadılar. Onlar örülmemiş res kuyusunun başında iken, toprak kaydı, kendileri de yurtlan da yere battı. Şöyle de denilmiştir: Res Yemame'nin Felec bölgesinde bir köydür, orada Semûd'un son nesli kalmıştı. Allah onlara bir peygamber gönderdi, onu öldürdüler, onlar da helâk oldular. Onun uhdut olduğu, Antakya'da bir kuyu olduğu, orada Habib Neccar'ı öldürdükleri de söylenmiştir. Şöyle de denilmiştir: Onlar Peygamber Hanzala bin Safvan’ın kavmidir, Allah onları büyük bir kuş ile denedi, Onda her renkten tüy vardı. Ona boynunun uzunluğundan dolayı Anka adını verdiler. Fetah yahut Demah denilen dağlarında yaşardı. Av bulamadığı zaman çocuklarının üzerine pike yapar onları kaçırırdı. Hanzala ona beddua etti, ona yıldırım çarptı, onlar da onu öldürünce helâk edildiler. Şöyle de denilmiştir: Onlar bir kavim idiler, peygamberlerini yalanladılar, onu bir kuyuya attılar. "Nice nesilleri de hatırla” nice çağlarda yaşayanları, karn kırk yıla, yetmiş yıla ve yüz yirmi yıla denilmiştir, "bunların arasında” bu da zikri geçenlere işarettir. "Birçok” sayılarını ancak Allah bilir. 39Her birine misaller getirdik ve her birini kırıp geçirmekle kırıp geçirdik. "Her birine misaller getirdik” ona öncekilerin hikayelerinden acayip kıssalar açıkladık, bunu da korkutmak ve mazereti ortadan kaldırmak için yaptık. Israr edince helâk edildiler, nitekim şöyle buyurmuştur: (Her birini kırıp geçirmekle kırıp geçirdik) parçaladık, bu sebeple altın ve gümüş kırığına tibr denilir. Birinci küllen darabna'nın işâret ettiği bir şeyle Meselâ enzerna ile mensûbtur, ikincisi ise tebberna ile mensûbtur, çünkü o, zamirle meşgul değildir. 40Yemin olsun, gerçekten (Mekkeliler) kötü yağmura tutulan o memlekete geldiler. Onu görmediler miydi? Hayır, onlar dirilmeyi ummuyorlar. "Yemin olsun, gerçekten geldiler” yani Kureyşler Şâm'a ticaretlerinde defalarca uğradılar "kötü yağmura tutulan o memlekete” yani Sodam'a demektir ki, Lût kentlerinin en büyüğüdür, üzerine taş yağmuru yağmıştı. "Onu görmediler miydi?” yanından gelip geçerlerken, Uğradıkları azâbı görüp de öğüt alsalardı. "Hayır, onlar dirilmeyi ummuyorlardı” bilâkis kâfir idiler, yeniden dirilmeyi ve böyle bir sonucu beklemiyorlardı. Bunun içindir ki, bakmadılar da ondan öğüt almadılar da, oradan bindikleri hayvanlar gibi geçtiler ya da mü'minlerin sevap umduğu gibi bir şey beklemiyorlardı. Ya da ondan korkmuyorlardı, son te'vil Tihame lehçesine göredir. 41Seni gördükleri zaman ancak bir eğlence edinirler: "Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mu?” (derler). "Seni gördükleri zaman ancak bir eğlence edinirler” seni eğlenme konusu yahut eğlenilen şey edinirler "Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu mu (derler)?” burada deme lâfzı gizlidir. "Bu mu?” işâreti de hakaret içindir. Onu tamamen reddettikleri hâlde kabullenip de peygamber bu mu demeleri alay ve istihza yolludur. Eğer öyle olmasa idi: Allah'ın peygamberi olduğunu iddia eden bu mu, derlerdi? 42"Eğer onların üzerinde sabretmeseydik, neredeyse bizi İlâhlarımızdan saptıracaktı". İleride azâbı gördükleri zaman yolca kimin daha sapık olduğunu bilecekler. "Neredeyse bizi İlâhlarımızdan saptıracaktı” bizi onlara ibâdetten çevirecekti, bu da tevhide çok çalışmasından ve dediklerini delil ve mu'cizeler olduğunu akla getirecek şekilde çok tekrar etmesindendir "eğer onların üzerinde sabretme şeydik” onların üzerinde sebat etmese ve ibâdetlerine sıkıca tutunmasa idik. Levla edâtı bu gibi yerlerde mutlak hükmü mana bakımından kayıtlar, lâfız bakımından değil. "İleride azâbı gördükleri zaman yolca kimin daha sapık olduğunu bilecekler” bu da "neredeyse bizi gerçekten saptıracaktı” sözlerine cevaptır. Çünkü bu, ondan gerekeni ve onu lâzım kılanı bertaraf etmektedir. Bunda onlara mühlet verse de ihmal etmeyeceğine delil vardır. 43Arzusunu İlâhsı edineni gördün mü? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın? (Arzusunu İlâh edineni gördün mü?) ona itâat etmek ve dinini onun üzerine kurmakla, artık kanıta bakmaz ve delili görmez. İkinci mef’ûlün öne alınması ona önem verildiği içindir. "Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” hâli böyle olanı şirkten ve isyanlardan sen mi önleyeceksin. Birinci istifham takrir ve şaşma içindir, ikincisi ise inkâr içindir. 44Yoksa gerçekten çoklarının işittiklerini yahut akıllarını çalıştıracaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler, hatta onlar yolca daha sapıktırlar. "Yoksa gerçekten çoklarının işiteceklerini yahut akıllarını çalıştıracaklarını mı sanıyorsun?” âyet ve kanıtların onlara fayda verip de onların durumları ile ilgileneceğini ve îmanlarına ümit edeceğini mi sanıyorsun? Bu da öncekinden daha şiddetli bir kınamadır, onun içindir ki, em edatiyle ondan yüz çevirmeyi hak etmiştir. Çoğunluğun bildirilmesi içlerinden îman edenler ve hakka akıl erdirdiği hâlde mevkiini kaybetme korkusu ile inat gösterenler olduğu içindir. "Onlar ancak hayvanlar gibidirler” kulaklarına çarpan âyetlerden yararlanmadıkları ve gözleriyle gördükleri delil ve mu'cizeler üzerinde düşünmedikleri için. "Hatta onlar yolca daha sapıktırlar” hayvanlardan, çünkü hayvanlar kendilerine bakanlara uyarlar, kendilerine iyilik edeni kötülük edenden ayırırlar. Faydalı şeyi arar ve zararlı şeyden uzak dururlar. Bunlar ise Rablerine itâat etmezler, onun ihsanım şeytanın kötülüğünden ayırmazlar. Menfaatlerin en büyüğü olan sevabı aramaz, zararların en şiddetlisi olan azaptan sakınmazlar. Bir de onlar hakka inanmaz ve hayır işlemezlerse de bâtıla da inanmaz ve şerri de işlemezler. Onlar ise öyle değiller. Bir de hayvanların cahilliği kimseye zarar vermez, bunların cahilliği ise fitne koparır, insanları haktan çevirir. Bir de hayvanların kemal isteme imkânı olmadığı için ne kusurları ne de ayıpları vardır. Bunlar ise kusurludurlar, kusurlarından dolayı da en büyük azâbı hak ederler. 45Rabbine bakmadın mı, gölgeyi nasıl uzattı? Eğer dileseydi onu elbette durgun kılardı. Sonra güneşi ona delil kıldı. "Rabbine bakmadın mı?” sanatım görmedin mi "gölgeyi nasıl uzattı?” onu nasıl yaydı yahut gölgeye bakmadın mı, Rabbin onu nasıl uzattı? (Böyle olacakken) nazmı değiştirmesi şunu bildirmek içindir: Bu kelâmdan anlaşılan aklî şey (o da gölgenin uzamasıdır) delilinin açık olmasından dolayı - o da sonradan meydana gelip mümkün sebeplerle (güneşin doğması ile) yararlı bir şekilde uzayıp kemale erdikten sonra kısalarak hikmet sâhibi sanatkârın işi olduğuna delâlet etmesidir - işte o aklî olan bu delalette, gözle müşahede edilen (gölge) gibidir. Artık hisle görülen gölge nasıl delâlet eder, var düşün (daha çok delâlet eder)! Ya da şöyle demektir: ilmin şu dereceye varmadı mı ki, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı? O da şafağın sökmesiyle güneşin doğması arasıdır ki, hâllerin en güzelidir. Çünkü zifiri karanlık tabiatı kaçırır ve bakışı önler, güneşin ışığı ile havayı ısıtır ve gözü alır. Bunun içindir ki, cenneti böyle nitelemiş ve "uzun gölgeler” (Vakıa: 30) buyurmuştur. "Eğer dileseydi onu elbette durgun kılardı” sâbit kılardı, bu da sükna'dan gelir ya da büzülmez kılardı ki, bu da sükûndan gelir, Bu da güneşi tek hâl üzere durdurmakla olurdu. "Sonra güneşi ona delil kıldık” çünkü güneş doğup da ışığı nesnelerin üzerine düşünceye kadar gölge göze görünmez. Ya da meydana gelmez, güneş hareket etmedikçe farklılık olmaz. 46Sonra onu azar azar kendimize çektik. "Sonra onu kendimize çektik” yani güneşi onun yerine geçirmekle onu izale ettik. Gölgeyi meydana getirmeden uzatma yani yürütme ile tabir edince izale etmeden de kendine çekme ile tabir etti, bu kabz toplama manasınadır. "Azar azar çektik” güneşin yükselmesine göre, Tâ ki, bununla kâinatın menfaati temin olsun, mahlukatın sayısız yararı meydana gelsin. İki yerdeki sümme edâtı işlerin farklılığından yahut görünme vakitlerinin başlama vakitlerinin farklıhğmdandır. Şöyle denilmiştir: Gölgenin uzatılması göğü ışık saçan nesne olmadan bina edip yeri altında yaydığı zaman olmuştur. Göğün gölgesini yerin üzerine düşürmüştür. Eğer dileseydi onu o hâl üzere sâbit kılardı. Sonra güneşi buna delil olarak halk etti yani ona hâkim kıldı, onu arkasına düşürdü, tıpkı delilin sonucu arkasına düşürdüğü yahut rehberin yol gösterdiği kimseyi arkasına düşürdüğü gibi. Çünkü gölge onun hareketiyle farklılaşır, onun değişmesiyle değişir. Sonra onu azar azar yavaş yavaş kendimize çektik, sonra en kısa hâline geldi. Ya da kıyâmet koptuğu zaman onu yavaşça çekeceğiz, bu da gölge veren ve gölge alan nesnelerin çekilmesiyle olacaktır. 47O ki, geceyi size örtü, uykuyu dinlenme kıldı ve gündüzü de dağılma zamanı kıldı. "O ki, geceyi size örtü kıldı” onun karanlığım elbisenin örtmesine benzetmiştir "uykuyu dinlenme kıldı” meşguliyetleri kesmekle bedenler için rahatlık kıldı. Burada geçen sebî'in asıl manası kesmektir ya da uykuyu ölüm kıldı demektir, "o sizi gece öldürür” (En'âm: 60) âyetinde olduğu gibi. Çünkü uyku hayatın kesilmesidir. Ölüye mesbut denilmesi de bundandır. "Gündüzü de dağılma zamanı kıldı” nuşuren za nuşurin demektir yani dağılma zamanı ki, insanlar onda geçimlerini temin için dağılırlar ya da uykudan uyanmaktır ki, ölülerin dirilmesi gibidir. O zaman uyku ile uyanmanın ölüm ve dirilme için örnek olduğuna işâret olur. Lokman Hekim oğluna: Oğulcuğum, uyuduğun gibi uyandırılırsın, ölmen ve dirilmen de öyledir, buyurmuştur. 48O ki, rüzgârı rahmetinin önünde müjdeciler kıldı. Gökten de temizleyici su indirdik. "O ki, rüzgârı gönderdi” İbn Kesîr tekil ve cins murat ederek (rih) şeklinde okumuştur "büşüren” bulutları yayarak demektir ki, neşur'un çoğulu olur. İbn Âmir hafifçe sükûn ile (nüşren) Hamze ile Kisâî de hem öyle hem de nûn'un fethi ile (neşren) okumuşlardır ki, mastar olur ve sıfat olarak kullanılmış olur. Âsım ise büşren okumuştur ki, büşür'ü tahfif etmiştir, o da beşur'un çoğuludur, mübeşşir (müjdeci) manasınadır. "Rahmetinin önünde” yağmurdan önce demektir. "Gökten de temizleyici su indirdik” tahuren mutahhiren (temizleyici) demektir. Çünkü Allahü teâlâ: "Onunla sizi temizlemek için” (Enfai: 11) buyurmuştur. Tahur temizlenecek şeyin (maddenin) ismidir, vadu' ve vekud gibi ki, abdest alacak su ve yakacak odun demektir. Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm da şöyle buyurmuştur: Toprak mü'minin temizlik maddesidir; birinizin kabım köpek yalarsa, onu biri toprakla olmak üzere yedi defa yıkayın. Tahuran'ın çok temizleyici manasına geldiği de söylenmiştir. Feul vezni her ne kadar iki manada yaygın ise de ancak o, mef'ûl için de gelmiştir, Meselâ dabus (etli mi diye elle yoklanan deve) ve mastar olarak da gelmiştir, kabul (makbul) gibi ve isim olarak da gelmiştir, zenub (dolu yahut doluya yakın kova) gibi. Suyu onunla nitelemek; ondaki nimeti hatırlatmak ve arkadan gelen ihsanı tamamlamak içindir. Çünkü temizleyici su daha sağlıklı ve içine karışıp da temizleyicilik özelliğini kaybettiren şeyden daha yararlıdır. Ve şuna dikkat çekmek içindir ki, su ile dışlarını temizledikleri gibi daha çok içlerini temizlemelidirler. 49Onunla ölü bir beldeyi diriltmemiz ve yarattığımız hayvanlara ve birçok insanlara içirmemiz için. "Onunla ölü bir beldeyi diriltmemiz için” bitki ile, meyten'in müzekker olması belde'nin beled manasına olmasındandır. Bir de o (meyten) diğer mübalağa kalıpları gibi fiil yerine geçenlerden değildir, o sebeple çekimsiz gibi kabul edilmiştir. "Ve yarattığımız hayvanlara ve birçok insanlara içirmemiz için” bundan yağmurla yaşayan çöl sakinlerini kast ediyor. Bunun içindir ki, en'ara ve enasiy lâfızları nekire kılınmıştır. Özellikle bunların (çöl halkının) verilmesi şundandır; çünkü şehir ve köy halkları nehir ve pınarlara yakın yerlerde yaşarlar. Onlar da davarları da yağmur suyuna ihtiyaç duymazlar. Diğer hayvanlar ise su aramak için uzaklara gider, genellikle su ihtiyacı duymazlar. Üstelik Âyetin esprisi Allah'ın büyük kudretini göstermek içindir. Bu, nimet çeşitlerini saymak içindir, davarlar ise insanların vazgeçemeyecekleri şeylerdir. En çok onlardan yararlanırlar, geçimleri de büyük çapta onlara bağlıdır. Bunun içindir ki, onları sulamak insanlara içirmekten önce zikredilmiştir. Nitekim toprağın sulanması da ondan önce söylenmiştir, çünkü o da hayvanların hayat ve yaşamlarının sebebidir. Feth ile neskıyehu da okunmuştur. Seka ile eska ikisi de geçerli lügattir, aynı manayadır. Şöyle de denilmiştir: Eskahu birine içecek su hazırlamaktır. Bir ye'nin hazfi ile enasiy de okunmuştur, insi'nin çoğuludur ya da insanın çoğuludur ki, zırban'da zerabiy denildiği gibi. Üstelik onun aslı enasiyn'dir, nûn yey'e kalp olunmuştur. 50Yemin olsun, gerçekten onu ibret almaları için aralarında çevirdik. Fakat insanların pek çoğu nankörlükten başka bir şeyi kabul etmedi. "Yemin olsun, gerçekten onu aralarında çevirdik” bu sözü insanlar arasında Kur'ân'da ve diğer kitaplarda çevirdik ya da yağmuru çeşitli beldeler ve değişik vakitlerde şiddetli ve hafif olmak üzere aralarında çevirdik. İbn Abbâs radıyallahü anhuma'dan: Bir yılın yağmuru diğer yıldan daha çok olmaz, ancak Allah onu kulları arasında dilediği şekilde taksim eder, dediği ve bu âyeti okuduğu rivâyet edilmiştir. Ya da ırmaklarda ve kaynaklarda demektir. "İbret almaları için” düşünsünler de onun sonsuz kudretini ve bu husustaki nimetini bilsin ve şükrünü eda etsinler ya da birilerinden diğerlerine çevirmesinden ibret alsınlar. "Fakat insanların çoğu nankörlükten başka bir şeyi kabul etmediler” ancak nimete nankörlük edip ona ilgi göstermediler yahut asıl kudret sâhibini görmezden gelip: Filanca yıldız dolayısıyla yağmur yağdı dediler. Kim yağmurun yalnız yıldızlardan geldiğini söylerse kâfir olur, ama Allah'tan geldiğini bilir de onları Allah'ın yaratmasıyla aracı bilirse öyle olmaz. 51Eğer dilese idik her memlekete elbette bir uyarıcı gönderirdik, "Eğer dileseydik her memlekete elbette bir uyarıcı gönderirdik". Halkını uyaran bir peygamber, o zaman peygamberlik yükün hafiflerdi, ancak bunu yalnız sana verdik, bunu da şânını yüceltmek ve seni diğer peygamberlere üstün kılmak için yaptık. Sen de bunu sebatla ve davette ve hakkı açığa çıkarmada çalışmakla karşıla. 52Öyleyse kâfirlere itâat etme ve onunla onlara karşı büyük bir cihâdla cihâd et. "Öyleyse kâfirlere itâat etme” aleyhinde yapmak istedikleri şeyde. Bu da Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm ile mü'minleri teşviktir. "Ve onunla onlara karşı büyük bir cihâdla cihâd et” Kur'ân ile yahut onlara itâat etmemekle, bu da "onlara itâat etme” sözünden anlaşılmaktadır. Mana da şöyledir: Onlar senin hakkını iptal etmek için uğraşıyorlar, sen de onlara muhalefet etmek ve batıllarım yok etmek için çalışmakla karşılık ver. "Büyük bir cihâdla” çünkü beyinsizlere karşı delille savaşmak düşmanla kılıçla savaşmaktan daha büyüktür ya da onlara muhalefet etmek o kadar taşkınlık ve galibiyetlerine rağmen içlerinde iken olacaktır ki, bu da çok büyüktür ya da o bütün kâfirlerle savaşacaktır, çünkü o, bütün kentlere gönderilmiştir. 53O ki, iki denizi salıverdi; bu tatlıdır, bu da tuzlu acıdır. Aralarında bir engel ve yasaklanmış bir yasak kıldı. "O ki, iki denizi salıverdi” komşu ve bitişik iki denizi, öyle ki, birbirlerine karışmazlar. Merece dabbetehu deyiminden gelir ki, hayvanı otlağa salmaktır. "Bu tatlıdır” aşırı tatlılığından susuzluğu kesicidir "bu da tuzlu acıdır” aşırı derece şoraktır. Fâ'lün vezninde meihün de okunmuştur, belki aslı malihun'dur, tahfif edilmiştir, Meselâ baridün yerine berdün gibi. "Aralarına bir engel kıldı” kudretinden bir perde çekti "ve yasaklanmış bir yasak kıldı” aralarına şiddetli bir şekilde itme koydu, sanki biri diğerine, sığmanın sığınılana dediği o kelimeyi der (hicran mahcura). Belli bir hudut da denilmiştir. Şöyle ki, Dicle nehri denize dökülür, onun arasında kilometrelerce akar, tadı da değişmez. Şöyle de denilmiştir: Tatlı denizden maksat Nil gibi büyük ırmaktır, tuzlu denizden maksat da büyük denizdir. Engel de aralarındaki kara parçasıdır. O zaman Allah'ın kudreti onları ayırmada ve sıfatlarının değişikliğinde görülür, hâlbuki tabiat gereği her unsurun cüzleri karışmayı ve birbirine yapışmayı ve nitelikte birbirine benzemeyi gerektirir (araya kara girmekle sular değişmemeli idi). 54O ki, sudan bir insan yarattı; onu bir soy sop kıldı. Rabbin her şeye kâdirdir. "O ki, sudan bir insan yarattı” bundan Âdem'in hamurunu yoğurduğu (çamurunu kardığı) suyu kast ediyor ya da onu insan maddesinin bir parçası kıldı ki, o madde toplansın, akışık hâle gelsin ve şekilleri ve hâlleri kolaylıkla kabul etsin ya da meniyi kast ediyor. "Onu bir soy sop kıldı” yani onu nesep sâhibi olarak ayırdı; daha açıkçası soyun başladığı erkeğe ve hısımlığı başlatan kadına ayırdı. Meselâ "ondan erkek ve dişi iki çift kıldı” (Kıyamet: 39) âyeti gibi. "Rabbin her şeye kâdirdir” öyle ki, bir tek maddeden insan yarattı; ona da çeşitli organlar, farklı karakterler verdi ve onu karşıt iki kısma ayırdı. Bazen de bir meniden erkekli dişili ikiz yaratır. 55Allah'tan başka, kendilerine fayda vermeyen, zarar da vermeyen şeylere tapıyorlar. Kâfir Rabbinin aleyhine yardımcı oldu. "Allah'tan başka, kendilerine fayda vermeyen, zarar da vermeyen şeylere tapıyorlar” yani putlara ya da Allah'tan başka tapılan bütün şeylere demektir. Çünkü ondan başka kendi başına fayda ve zarar veren yoktur. "Kâfir Rabbinin aleyhine yardımcı oldu” düşmanlık ve şirkle şeytana yardım ediyor. Kâfirden cins (bütün kâfirler) yahut Ebû Cehil murat edilmiştir. Ya da kâfir değersiz, etkisiz oldu demektir. Bu da zahartü bihi (onu zahrıma (arkama) attım) sözünden gelir, bu durumda "Allah onlarla konuşmaz da yüzlerine bakmaz da” (Âl-i İmran: 77) âyeti gibi olur. 56Seni ancak müjdeci ve yardımcı olarak gönderdik. "Seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik” mü'minler ve kâfirler için. 57De ki: "Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum, ancak Rabbine karşı bir yol edinmek isteyen müstesnadır". "De ki: Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum” risaleti tebliğe karşı, bu da müjdeci ve uyarıcı sözlerinden anlaşılmaktadır, "bir ücret, ancak dileyen kimse müstesnadır” dileyen kimsenin işi müstesnadır demektir "Rabbine bir yol edinmek isteyen” îman ve tâat ile ona yaklaşmak ve onun katma varmak isteyen hariç. Bunu ücret şeklinde tasvir etti, şöyle ki, onun fiilinden kast edilen odur, onu da ücrete tamah şüphesini def etmek ve onlara çok acıdığını göstermek için istisna etti. Şöyle ki, sevap kazanma ve azaptan kurtulma olasılığını tam, istenilen ve tek bir ücret kabul etti. Ve şunu da bildirmek istedi ki, onların itâat etmeleri sevap olarak ona geri döner, çünkü o bunda aracıdır, rehberdir. İstisnanın munkatı' olduğu da söylenmiştir ki, manası şöyledir: Fakat Rabbine bir yol bulmak isteyen bunu yapsın. 58Ölmeyen gerçek hayat sâhibine tevekkül et ve onun hamdı ile tesbih et. Onun kullarının günahlarından haberdar olması yeter. "Ölmeyen gerçek hayat sâhibine tevekkül et” onların serlerini def etmek ve ücretlerine muhtaç olmamak için. Çünkü gerçek tevekkül edilecek odur, ölümlü canlılar değildir; çünkü onlar öldüğü zaman onlara tevekkül eden de perişan olur. "Onu hamdi ile tesbih et” onu noksan sıfatlardan tenzih et, kemal sıfatları ile öv, bol nimetlerine şükretmekle de daha fazlasını iste. "Onun kullarının günahlarından haberdar olması yeter” açık ve gizli olanlardan "haberdar olması yeter” bilmesi yeter. Artık îman etmelerinden yahut İnkâr etmelerinden sorumlu değilsin. 59O ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yarattı, sonra da Arş'a hükümran oldu (istiva etti). Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor. "O ki, gökleri, yeri ve ikisinin arasındakiler! altı günde yarattı. Sonra da Arş'a hükümran oldu. Rahmân'dır” bunun izahı yukarılarda geçmiştir. Belki de burada zikri tevekkül edilmeyi hak ettiğini akıllara yerleştirmek içindir. Çünkü hepsinin yaratıcısı O'dur, onların üzerinde tasarruf eden de O'dur. Bu aynı zamanda iş üzerinde sebata ve o hususta ağır hareket etmeye de teşviktir. Çünkü Allahü teâlâ sonsuz kudreti ve her murat ettiğini süratle yerine getirmeye gücü yettiği hâlde eşyayı ağır ağır ve aşama ile yaratmıştır. Rahmân lâfzı ellezi'nin haberidir, eğer onu mübteda kılarsan, mahzurun haberidir, eğer onu (az önce geçen) Hayy lâfzının sıfatı yaparsan ya da isteva'daki gizli zamirden bedeldir. Hayyin sıfatı olarak cer ile (errahmani) de okunmuştur. (Bunu bir bilene sor) yaratma ve Arşa istiva gibi zikredilen şeyleri bir bilene sor da onun gerçekten Allah olduğunu sana anlatsın ya o bilen Cebrâîl'dir yahut onu eski kitaplarda bulandır, ona sor ki, seni tasdik etsin. Bihi zamirinin Rahmân'a gittiği de söylenmiştir, mana şöyledir: Her ne kadar onu Allah'a kullanmak istemiyorlarsa da onu sana ehli kitaptan haber verecek olana sor ki, onun kitaplarında eşanlamlısı olduğunu bilsinler. Buna göre rahmân'ın mübteda, haberin de arkadan gelen olması da câizdir. Sual lâfzı teftiş manasını içerdiği için an edâtı ile geçişli olduğu gibi ilgi göstermek manasına be ile de geçişli olur. Bihi'nin habir'e müteallik olduğu da söylenmiştir. 60Onlara: "Rahmân'a secde edin” denildiği zaman: "Rahmân nedir? Bize emrettiğine mi secde edeceğiz?” derler. Bu onların kaçmalarını artırır. "Onlara: "Rahmân'a secde edin” denildiği zaman "Rahmân nedir? derler". Çünkü onlar Allah'a Rahmân demezlerdi. Ya da ondan başkasını murat ettiğini zannettiler, bunun için de "bize emrettiğine mi secde edeceğiz?” dediler yani secde etmemizi emrettiğin şeye yahut bilmediğimiz hâlde emrettiğin şeye mi secde edeceğiz? Şöyle de denilmiştir: Çünkü Rahmân sonradan Arapça'ya girmişti, onu duymamışlardı. Hamze ile Kisâî ye ile ye'muruna okumuşlardır ki, bu da birbirlerine dedikleri söz olur. "Bu da onların kaçmalarını artırır” îmandan kaçmalarını. 61Gökte burçlar kılan ve onda bir kandil, bir de nûr saçan ay kılan Allah pek yücedir. "Gökte burçlar kılan Allah pek yücedir!” yani on iki burç ki, onlar da yüksek saraylardır. Çünkü onlar gezegen yıldızlardır, içindekiler için mesken gibidir. Teberrüc'ten gelir ki, görünmektir. "Onda bir kandil kıldı” yani güneş demektir, çünkü "güneşi bir kandil kıldı” (Nûh: 16) buyurmuştur. Hamze ile Kisâî sürücen okumuşlardır ki, onlar da güneş ile büyük yıldızlardır. "Bir de nûr saçan ay” gece ışık veren, kumran da okunmuştur ki, za kumrin demektir, o da kamrâe'nin cem'idir. Kamer manasına olması da câizdir, Meselâ reşed ve rüşd, arap ve urb gibi. 62O ki, iyice düşünmek isteyen yahut şükretmek isteyen için geceyi ve gündüzü art arda kıldı. "O ki, geceyi ve gündüzü art arda kıldı” zevi hilfetin demektir ki, yapılacak iş için biri diğerinin yerine geçmekle arka arkaya gelirler. Ya da birbirlerini takip etmekle, çünkü Allahü teâlâ "gece ile gündüzün arka arkaya gelişi” (Bakara: 164) buyurmuştur. Hilfet arkadan gelme durumuna denir Meselâ rikbe (biniş) cilse (oturuş) gibi. "İyice düşünmek isteyen için” Allah'ın nimetlerini düşünüp ihsanlarım tefekkür ederek muhakkak bunu yapan hikmet sâhibi, vâacibü’l-vücûd, kullara çok merhametli biri olduğunu bilsin. " Yahut şükretmek isteyen için” Allah'ın ondaki nimetlerine ya da düşünen ve şükredenler için iki vakit olup da birinde kaçırdığı virdini diğerinde telâfi etmek isteyenler için. Hamze zekere'den en yezküre okumuştur ki, o da tezekkere manasınadır, liyezzekkeru (Furkân: 5) da öyledir, Kisâî de bunda ona katılmıştır. 63Rahmân'ın kulları o kimselerdir ki, yeryüzünde vakarlı yürürler ve Câhiller onlara hitap ettiği zaman: "Selâm!” derler. (Rahmân'ın kulları) mübteda’dır, haberi de ülâike yüczevnel ğurfete'dir ya da "enezine yemşune alel ardı"dır. Rahmân'a izafetleri özellik ve faziletlerinden dolayıdır ya da onun ibâdetinde sağlamdırlar demektir. O zaman ibad âbid'in çoğulu olur, tacir ve tüccar gibi. "Hevnen” heyyinin (vakarla) ya da meşyen heyyinen demektir ki, mastar ve sıfat olur, mana da sükûnet ve tevâzu ile yürürler demek olur. "Câhiller onlara hitap ettiği zaman: "Selâm” derler” sizinle barış ve mütareke hâlindeyiz, aramızda hayır da şer de yoktur demektir ya da doğru söz söylerler ki, kimseyi rahatsız da etmezler, günaha da girmezler. Savaş ayetiyle çelişik olmadığı için mensûh değildir, çünkü maksat beyinsizlere tav olmamak ve onlarla konuşmamaktır. 64Onlar o kimselerdir ki, Rablerine secde ederek ve ayakta durarak gecelerler. "Onlar o kimselerdir ki, Rablerine secde ederek ve ayakta durarak gecelerler” namazda, özellikle geceyi zikretmesi onda ibâdetin zor ve riyadan uzak olmasındandır. Kıyamen in sona bırakılması âyet sonlarının tutması içindir. Kıyam kaimin çoğuludur ya da mastardır, cemi yerine geçmiştir. 65Onlar o kimselerdir ki: "Rabbimiz, cehennem azabını bizden çevir. Şüphesiz onun azâbı ayrılmaz” derler. "Onlar o kimselerdir ki: Rabbimiz, cehennem azabını bizden çevir. Şüphesiz onun azâbı ayrılmaz, derler” lâzımdır, ğarim (alacaklı) da bundan gelir ki, o borçlusundan ayrılmaz. Bu da şunu bildirmektedir ki, onlar halk ile iyi geçindikleri ve Hakkın ibâdetinde gayret gösterdikleri hâlde azaptan korkarlar ve onu kendilerinden çevirmesi için ona yalvarırlar. Çünkü amellerine güvenleri yoktur, hâllerinin öyle devam edeceğinden emin değillerdir. 66Şüphesiz o, karargâh olarak da ikametgâh olarak da ne kötüdür! (Şüphesiz o, karargâh olarak da ikametgâh olarak da ne kötüdür!) bi'set müstekarren demektir, bunda mümeyyizin tefsir ettiği bir zamir vardır, mahsus bizzem de mahzûftur, cümleyi inne'nin ismine rap etmekte (bağlamakta) dır. Ahzenet demektir ki, onda inne'nin ismine giden zamir vardır. Müstekarren de hâl’dir yahut temyizdir, cümle de birinci illetin illetidir ya da ikinci illettir. İkisinin de hikayeye de Allah'tan yeni söz başı olmaya da ihtimali vardır. 67Onlar o kimselerdir ki, harcadıkları zaman israf etmezler, sıkmazlar da. Bunun arasında ortalama olur. "Onlar o kimselerdir ki, harcadıkları zaman israf etmezler” cömertlik hududunu aşmazlar da "velem yaktüru” cimri gibi sıkmazlar da. Şöyle de denilmiştir: İsraf harama harcamaktır, taktir (sıkmak) da vâcip olanı yapmamaktır. İbn Kesîr ile Ebû Amr ye'nin fethi ve te'nin kesri ile (yaktiru), Nâfi', İbn Âmir ve Kûfeliler de ye'nin zammı ve te'nin kesri ile aktere'den getirerek (yuktiru) okumuşlardır. Şedde ile (yukattiru) da okunmuştur ki, hepsi birdir. (Bunun arasında ortalama olur) mutedil (dengeli) olur. Vasatan'a kavamen denilmesi iki ucun düz olmasındandır, nitekim eşit oldukları için de sevaen denilmiştir. Kesr ile (kıvamen) de okunmuştur ki, ne artık ne eksik ihtiyacı gören (ayakta tutan) demektir ya da kıvamen ikinci haberdir yahut te'kit edici hâl’dir. Haber'in zarf-ı lağv olarak beyne Zâlike olması da câizdir. Şöyle de denilmiştir: "Beyne” lâfzı inne'nin ismidir, ancak o, değişmeyen şeye muzâf olduğu için mebnidir, fakat bu görüş zayıftır, çünkü o (beyne zalik) kavam manasınadır, o zaman bir şeyden kendi nefsi ile haber verilmiş (vasatan vasatan denilmiş) gibi olur. 68Onlar o kimselerdir ki, Allah ile beraber başka bir İlâha tapmazlar. Allah'ın haram ettiği cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Kim bunu yaparsa, ceza ile karşılaşır. "Onlar o kimselerdir ki, Allah ile beraber başka bir İlâha tapmazlar, Allah'ın haram ettiği cana kıymazlar” haram etmesi öldürmesini harâm etmesidir "illâ bilhakkı” bu da mahzûf katl'e ya da layaktulun'e mütealliktir. "Zina etmezler” onlara taatların asıllarını verdikten sonra onlardan ana günahları da bertaraf etti, bu da kâmil îmanlarını açığa çıkarmak, zikredilen sevabın bunları topluca yapanlara va'dedildiğini bildirmek ve kâfirlere de bunun zıddını telmih etmek içindir. Bu sebepledir ki, onları tehdit etmek üzere "kim bunu yaparsa, ceza ile karşılaşır” (sonucuna katlanır) diyerek onlara gözdağı vermiştir. Esamen, cezae ismin ya da ismen demektir ki, ceza gizlenmiş olur. Eyyamen de okunmuştur ki, zorluklar demektir, bu da yavmun zu eyyamin'den gelir ki, zor gün demektir. 69Ona kıyâmet gününde azâp katlanır ve içinde hor olarak ebedî kalır. (Ona kıyâmet gününde azâp katlanır) bu da yelka'dan bedeldir. Çünkü aynı manayadır, şu beyitte olduğu gibi: Bize ne zaman gelir yurdumuza uğrasan, Bol miktarda odun ve tutuşmuş ateş görürsün. Ebû Bekir yeni söz başı yahut hâl olarak Merfû' (yudaafu) okumuştur. Durum "ve yahlud fihi muhana” için de aynıdır. İbn Kesîr ile Ya'kûb cezm ile "yuda'af", İbn Âmir de ikisinde de ref ve şedde ile yuda'af'ta da elifin hazfi ile okumuşlardır. Şeddesiz ve meçhul sıygası ile yuhled de okunmuştur. Şedde ile yuhalled de okunmuştur. Azabın katlanması isyana bir de küfrün eklenmesi sebebiyledir, 70Ancak tevbe eden, îman eden ve iyi bir amel eden müstesnadır kî, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Ancak tevbe eden, îman eden ve iyi bir amel eden müstesnadır ki, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir” kavli de bunu göstermektedir. Bunu da geçmiş isyanlarım tevbe ile silmek ve yerine gelecek taatlarmı geçirmekle ya da nefîslerindeki isyan melekesini tâat melekesi ile değiştirmekle. Şöyle de denilmiştir: Onu geçmişinin zıtlarına muvaffak kılmakla ya da her günahın yerine bir sevap geçirmekle. "Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir". Bunun içindir ki, kötülükleri affeder, iyiliklerle sevaplandırır. 71Kim tevbe eder iyi bir amel işlerse, şüphesiz o, bir dönüşle Allah'a döner. "Kim tevbe eder” günahları terk ederek ve pişman olarak "iyi bir amel işlerse” kusurunu telâfi ederek ya da masiyetlerden çıkarak ve taâta girerek "şüphesiz o, Allah'a döner". Böylece Allah'a rucu eder "bir dönüşle döner” Allah'ın râzı olacağı, günahı silen ve sevabı kazandıran bir dönüşle döner yahut tevbekarları seven ve onlara güzel muamele eden Allah'a döner yahut Allah'a ve sevabına güzel bir dönüşle döner. Bu da özelleştirmeden sonra genellemedir. 72Onlar o kimselerdir ki, yalancı şahitliği etmezler. Boş şeylere uğradıkları zaman onurla çeker giderler. "Onlar o kimselerdir ki, yalancı şahitliği etmezler” bâtıl şahitlikte bulunmazlar ya da yalan meclislerinde hazır olmazlar, çünkü bâtılı müşahede etmek ona ortak olmaktır. "Boş şeylere uğradıkları zaman” atılacak ve itilecek bir şeylere "onurla çeker giderler” ondan yüz çevirirler; orada durmak ve içine dalmak gibi bir adilik yapmazlar. Çirkin şeylerden göz yummak, günahları bağışlamak ve müstehcen şeyleri üstü kapalı söylemek de bunlardandır. 73Onlar o kimselerdir ki, kendilerine Rablerinin âyetleri okunduğu zaman üzerine sağırlar ve körler olarak kapanmazlar. "Onlar o kimselerdir ki, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman” öğüt verme yahut okumakla "üzerine körler ve sağırlar olarak kapanmazlar” hiç duymamış ve görmemiş gibi anlamadan, kavramadan dikilip kalmazlar. Bilâkis alıcı kulaklar ve araştırıcı gözlerle üzerinde dururlar. Olumsuzluktan maksat hâlin olumsuzluğudur, fiilin olumsuzluğu değildir, Meselâ: Zeyd karşıma Müslüman olarak çıkmasın (karşıma çıksın, ama Müslüman olarak çıkmasın) gibi. Aleyha'daki he'nin lağv'den anlaşılan isyanlara gittiği de söylenmiştir. 74Onlar o kimselerdir ki: "Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soylarımızdan gözler aydınlığı bağışla. Bizi müttekılere önder kıl” derler. "Onlar o kimselerdir ki: "Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soylarımızdan gözler aydınlığı bağışla, derler” onları taâta muvaffak kılmak ve faziletleri elde etmekle. Çünkü mü'mine ailesi Allah'a itaatta ortaklık ederse, kalbi buna sevinir ve gözü aydın (çakmak çakmak) olur. Zira dinde ona yardım ettiklerini görür ve cennette ona yetişeceklerini bekler. Min ezvacina'daki min iptidaiyedir yahut beyaniyedir, Meselâ raeytü minke eseden (senden bir aslan gördüm, o da sensin) gibi. Hamze, Ebû Amr, Kisâî ve Ebû Bekir tekil olarak zürriyyetina okumuşlardır. İbn Âmir ile Harem'li iki kurra, Hafs ve Ya'kûb da elifle zürriyyâtina okumuşlardır. A'yün (gözler) lâfzının nekire olması sevinci de nekire kılmak düşüncesiyledir, bu da onu büyütmek içindir. Cemi kıllet kalıbı da müttekılerin gözlerinin diğerlerine nispetle daha az olmasındandır. "Bizi müttekılere önder kıl” Dîn işlerinde bize uysunlar, bize fazladan ilim vermen ve amele muvaffak kılmanla. İmamın tekil olması ya cinse delâlet ettiği ve karışıklık korkusu olmadığı içindir, Meselâ "sonra sizleri çocuk olarak çıkarır” (Ğafir: 67) gibi. Ya da aslında mastar olduğu içindir yahut maksat her birimizi imâm kıl demek olduğu içindir. Ya da onlar, yolları aynı ve sözleri bir olduklarından tek nefis gibidir. İmamın "âmm"in çoğulu olduğu da söylenmiştir, Meselâ saim ve siyam gibi. Manası da bize gelerek ve bize uyarak demektir. 75İşte onlar sabrettikleri şeylere karşılık da odalarla mükâfatlandırılırlar ve orada esenlik ve selamla karşılanırlar. "Onlar odalarla mükâfatlandırılırlar” burası cennetin en yüksek yeridir. Ğurfe (oda) cins ismidir, çoğul murat edilmiştir, Meselâ (onlar odalarda emniyetteler) (Sebe': 37) kavli gibi. Zaten böyle de okunmuştur. Bunların cennetin isimlerinden olduğu da söylenmiştir, "sabrettikleri şeylere karşılık” taatın sızılarına, şehvetlerin terkine ve ibâdetin uğraşlarını taşımaya sabretmeleri ile. "Orada esenlikle ve selamla karşılanırlar” tahiyye uzun ömür ve selametle duadır. Yani melekler onlara temenna eder ve onlara selâm verirler. Ya da birbirlerine esenlik diler ve selâm verirler ya da devamlı kalmaları ve her türlü afetten beri olmaları için dua ederler. Hamze, Kisâî ve Ebû Bekir, lakiye fiilinden yülkane okumuşlardır. 76Orada ebedî kalıcılar olarak. Orası karargâh olarak da ikametgâh olarak da ne güzeldir! "Orada ebedî kalıcılar olarak” orada ölmezler ve oradan çıkmazlar. "Orası karargâh olarak da ikametgâh olarak da güzeldir". Bu da karargâh olarak da ikametgâh olarak da ne kötüdür cümlesinin mana itibarı ile karşıtıdır, irapça da aynıdır. 77De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim size değer vermezdi. Gerçekten yalanladınız; ileride azâp gerekli olacaktır. "Kul mâ ya'be biküm rabbi” Rabbim sizi ne yapsın, bu da abbe'tül ceyşe'den gelir ki, orduyu hazırlamaktır (tabya) ya da size değer vermezdi "eğer duanız olmasa idi” ibâdetiniz olmasa idi. Çünkü insanın şerefi ve saygınlığı bilmesi ve itâat etmesiyledir. Yoksa o da diğer hayvanlar gibidir. Şöyle de denilmiştir: Bunun manası şudur: Eğer onunla beraber başka İlâhlara ibâdet etmese idiniz, size niçin azâp edeydi? Mâ edâtı istifhamiye kabul edilirse mef'ûlu mutlak olarak mahallen mensûbtur. Sanki: Size ne değer verirdi, demiş gibidir? "Gerçekten yalanladınız” size haber verdiğim şeyi, çünkü ona muhalefet ettiniz. Şöyle de denilmiştir: İbâdette kusur ettiniz, bu da kezzebel kıtalü deyiminden gelir ki, ciddi savaşılmadığı zaman söylenir. Fekad kezzebel kâfirun şeklinde de okunmuştur ki, içinizden kâfirler yalanladı demektir. Çünkü hitap bütün insanlaradır; içlerinde ibâdet edenler de yalanlayanlar da vardır. "İleride azâp gerekli olacaktır” yalanlamanın cezası lâzım olacak, sizi mutlaka saracaktır. Ya da eseri sizde kalacaktır ki, sonunda sizi yüzükoyun cehenneme atacaktır. Şöyle de denilmiştir: Daha önce geçmediği hâlde zamir olarak verilmesi korkutmak ve anlatılamayacak kadar büyük bir şey lduğuna dikkat çekmek içindir. Şöyle de denilmiştir: Maksat Bedir savaşıdır, çünkü orada kırılmaktan kurtulamamışlardır. Lâm’ın fethi ile lezamen de okunmuştur ki, lüzum manasınadır, sebat ve sübut gibi. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den: Kim Furkân sûresini okursa, Allah'a kıyâmetin şüphesiz kopacağına inanmış olarak kavuşur ve cennete yorulmadan girer. |
﴾ 0 ﴿