28 / KASAS SÛRESİMekke'de inmiştir. Ancak Ellezîne ateynahümül kitabetten lanebteğil cahiline kadar olan kısmı (Kasas: 51 - 55) hariç, denilmiştir. 88 âyettir. 1Ta. Sin. Mîm. Ta. Sin. Mîm. 2Bunlar apaçık kitabın âyetleridir. Âyetin tefsiri için bak:3 3Sana Mûsa ile Fir'avn'in haberinden (bir kısmını), îman eden bir toplum için, hak ile okuyacağız. “ Bunlar apaçık kitabın âyetleridir. Sana okuyacağız” Cebrâîl'in okumasıyla tilavet edeceğiz, mecaz yolu ile indireceğiz manasına olması da câizdir "Mûsa ile Fir'avn'in haberinden” o ikisinin bazı haberlerinden, min nebein, netlu'nûn mef'ûlüdür. "Hak ile” haklı olarak "îman eden bir toplum için” çünkü ondan istifade edecek olanlar onlardır. 4Şüphesiz Fir'avn o yerde büyüklendi, halkını fırkalara ayırdı ve onlardan bir gurubu zayıflatıyor, oğullarım kesiyor ve kadınlarını sağ bırakıyordu. Gerçekten o, bozgunculardandı. "Şüphesiz Fir'avn o yerde büyüklendi” bu da anlatılacak olanı açıklamak üzere yeni söz başıdır, yer de Mısır yeri, toprağıdır. "Halkını fırkalara ayırdı” istediği şeyde arkasına düşecek sürülere ayırdı ya da ona itaatte birbirlerini izleyen fırkalara yahut hizmetinde kullanacak sınıflara demektir, her sınıfı bir iş kolunda kullanıyordu. Ya da partilere ayırdı ki, birbirlerine düşman olsunlar da birleşmesinler. "Onlardan bir grubu zayıflatıyordu” onlar da İsrâîl oğulları idi, bu cümle caale'nin fâ'ilinden hâl’dir ya da şiyean'in sıfatıdır yahut yeni söz başıdır. (Oğullarını kesiyor ve kadınlarını sağ bırakıyordu) bu da o cümleden bedeldir. Bunu da şunun için yapıyordu; çünkü bir kâhin, İsrâîl oğullarından bir çocuk doğacak; mülkünü alıp götürecektir, demişti. Bu da gayet ahmak olduğunu gösterir; çünkü eğer doğru idiyse öldürmekle bunu önleyemezdi; eğer yalan idiyse öldürmenin ne manası vardı? "Gerçekten o, bozgunculardandı” bunun için asılsız bir hayal üzerine Peygamber evlatlarından birçoklarını öldürmeye cesaret etti. 5Biz de yeryüzünde zaafa uğratılanlara lütfetmek, onları liderler kılmak ve onları mirasçılar kılmak istiyorduk. "Biz de yeryüzünde zaafa uğratılanlara lütfetmek istiyorduk” onun baskısından kurtarmakla onlara ihsan etmek istiyorduk. Nüriydü sıygası geçmiş hâlin hikayesidir, inne fir'avne alâ fuardı kavline ma’tûftur, çünkü ikisi de nebe' (haber) lâfzını tefsir etmektedir ya da yestadifü'den hâl’dir. Fir'avn'in onları zayıf görmesi üzerine Allah'ın da onlara ihsan etmek istemesinden murad-ı İlâhi'nin de yerine gelmesi lâzım gelmez, çünkü o zamanki İradenin gelecektekine taalluk etmesi câizdir. Üstelik Allah'ın onları kurtarma lütfü yakın olduğu için irâde ile birlikte düşünülmesi câiz olmuştur. "Ve onları liderler kılmak” Dîn işinde önder kimseler kümak "ve onları mirasçılar kılmak istiyorduk” Fir'avn ve kavminin mülkiyetinde olan şeylere. 6O yerde onlara imkân verelim; Fir'avn'e, Haman'a ve ordularına onlardan sakındıklarını gösterelim. "O yerde onlara imkân verelim” Mısır ve Şâm toprağında. İmkân vermenin aslı bir şeye içine gireceği yer vermektir, sonra istiare yolu ile musallat kılmaya ve kayıtsız şartsız bırakmaya denildi. "Fir'avn'e, Haman'a ve askerlerine onlardan gösterelim” İsrâîloğullarından "sakındıkları şeyleri” bir çocuğun eliyle mülklerinin gitmesini ve helâk olmalarını. Hamza ve Kisâî ye ile ve Fir'avnu ve Hamanu ve cunuduhuma lâfızlarını Merfû' okumuşlardır. 7Mûsa'nın annesine: "Onu emzir; onun adına korktuğun zaman onu denize at. Korkma, üzülme. Gerçekten biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız” diye vahyettik. "Mûsa'nın annesine vahyettik” ilham yahut rüya ile "onu emzir diye” gizlemen mümkün olduğu sürece. "Onun adına korktuğun zaman” hissedileceği zaman "onu denize at” denizden Nil nehrini murat ediyor. "Korkma” zâyi olacağından ve şiddete uğrayacağından korkma "üzülme” ayrılığından. "Gerçekten biz onu sana döndüreceğiz” yakın zamanda, öyle ki, ondan emin olacaksın "ve onu peygamberlerden kılacağız". Rivâyete göre annesini doğum sancısı tutunca İsrâîl oğullarının gebeleriyle görevli bir ebe çağırdı. Mûsa yere düşünce alnındaki nûr ebenin gözünü aldı, her yeri titredi ve çocuğun sevgisi kalbine düştü, öyle ki, onu yetkililere bildirmedi. Annesi onu üç ay emzirdi, sonra Fir'avn doğan çocukları arama emrini sıkılaştırdı, casuslar çocukları didik didik aradılar. Annesi onu bir sandığa koydu, onu Nil'e bıraktı. 8Onu Fir'avn hanedanı buldu / aldı ki, onlara bir düşman ve bir keder olsun. Şüphesiz Fir'avn, Maman ve orduları hatalı idiler. "Onu Fir'avn hanedanı buldu ki, onlara bir düşman ve bir keder olsun". Bulmalarının gerekçesidir, sonu böyle oldu demektir, bu da onları buna sürükleyen gayeye benzetilmiştir. Hamze ile Kisâî hüznen okumuşlardır. "Şüphesiz Fir'avn, Haman ve orduları hatalı idiler” her şeyde, artık onların bu sebeple binlerce çocuğu öldürmeleri yadsınacak bir olay değildir. Sonra onu aldılar, terbiye etmeye başladılar ki, büyüsün de o korktukları şey başlarına gelsin. Ya da günahkârlar idiler, Allah da onları cezalandırdı; düşmanlarını elleriyle beslemeleri sebebiyle. "İnne fir'avne” cümlesi hatalarını pekiştirmek ya da başlarına o belâyı getiren şeyi açıklamak için itiraziyedir. Hemzenin hazfi ile hatıyn de okunmuştur, ya da doğrudan yanlışa gidenler (adım atanlar) manasınadır. 9Fir'avn'in karısı: Benim için de senin için de göz aydınlığı! Onu öldürmeyin. Bize fayda vermesi yahut onu evlât edinmemiz umulur, dedi. Onlar bilmiyorlardı. "Fir'avn'in karısı dedi” Mûsa'yı sandıktan çıkardıktan sonra Fir'avn'e: "Benim için de senin için de göz aydınlığı". Çünkü sandıktan çıktığını görünce onu sevdiler ya da Fir'avn'in baras hastası bir kızı vardı, doktorlar onu denizde yaşayan ve insana benzeyen bir hayvanın tükrüğü ile tedavi ettiler, o da tükrüğünü hasta yerlerinin üzerine sürdü, o da iyileşti. Hadiste şöyle denilmiştir: Fir'avn: O senin için göz aydınlığıdır, benim için değil, dedi. Eğer, benim için de dese idi Allah, Asiye'yi hidâyet ettiği gibi onu da ederdi. "Onu öldürmeyin” cemi lâfzı ile hitap etmesi onu büyütmek içindir. "Umulur ki, bize faydası olur” çünkü onda uğur işaretleri ve fayda ışıltıları görmüştü. Zira alnında bir nûr parladığını, başparmağından süt emdiğini ve tükrüğü ile baras hastalığını iyi ettiğini görmüştü. Ya da onu evlât ediniriz” çünkü buna layıktır. (Onlarsa bilmiyorlardı) bu da çocuğu bulanlardan ya da bu sözü söyleyenle bu sözün söylendiği kimseden hâl’dir yani onlar onu almakla ya da ondan fayda umurarak evlât edinmekle ne hata ettiklerini bilmiyorlardı. Ya da vehüm lâ yeşurun cümlesi nettehizü'deki iki zamirden birinden hâl’dir. O zaman zamir insanlara gider yani onun başkasına ait olduğu hâlde evlât edindiklerini bilmiyorlardı. 10Mûsa'nın annesinin gönlü bomboş sabahladı; eğer iman edenlerden olması için kalbine bağ vurmasa idik neredeyse onu açıklayacaktı. "Mûsa'nın annesinin gönlü bomboş (fariğan) sabahladı” akıldan sıfırlanmıştı, çünkü çocuğunun Fir'avn'in eline düştüğünü duyunca korku ve şaşkınlıktan paniğe kapılmıştı. Nitekim Allahü teâlâ "gönülleri boştur” (İbrâhîm: 43) buyurmuştur ki, içinde akıl yoktur demektir. Firğan okunuşu da bunu destekler ki, dimauhum beynehüm firğun deyiminden gelir, kanları boşa gitti demektir. Ya da üzüntüden bomboş oldu, çünkü Allah'ın vaadine güveniyordu ya da Fir'avn'in onu sevdiğini ve onu evlât edindiğini duymuştu. "Neredeyse onu açıklayacaktı” aşırı sıkıntısından yahut evlât edinilmesine sevincinden "kalbine bağ vurmasa idik” sabır ve sebatla " iman edenlerden olması için” Allah'ın vaadini tasdik edenlerden ya da onun hıfzına güvenenlerden olması için, yoksa Fir'avn'in evlât edinmesine ve şefkatine değil. Hemze ile Mu'sa da okunmuştur, bu da vâv’ın yanındaki harfin zammesinin vâv’ın zammesi kabul ederek hemzeye çevirmek içindir, nitekim vücuh'un vavı da hemzeye çevrilmiş ve ücuh denilmiştir. Bu (iman edenlerden olması için kaydı) kalbinin bağlanmasının (kuvvetlendirilmesinin) illetidir. Levla'mn cevabı da mahzûftur, mâ-kabli (in kâdet letübdi bihi) kavli de ona delâlet etmektedir. 11Kız kardeşine: Onu izle, dedi. Onu uzaktan gördü. Onlarsa fark etmiyorlardı. "Kız kardeşine dedi” Meryem'e "onu izle” izini takip et ve haberini araştır. "Onu uzaktan (an cünübin) gördü” an canibin demektir, an cenbin de okunmuştur aynı manayadır "Onlarsa fark etmiyorlardı” onun izlediğini ya da kız kardeşi olduğunu. 12Anasına dönmeden önce emziren kadınları ona haranı ettik. Kız kardeşi: "Sizin için ona kefil olacak (bakacak) bir ev halkım göstereyim mi? Onlar onun için iyi niyetliler” dedi. Âyetin tefsiri için bak:13 13Böylece onu annesine döndürdük ki, gözü aydın olsun, üzülmesin ve şüphesiz Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilsin. Ancak onların çoğu bilmezler. "Emziren kadınları ona haram ettik” manası şöyledir: Onlardan süt emmeyi men ettik, meradı' murdı’ın çoğuludur ya da marda'ın çoğuludur ki, mastardır yahut emme yeridir ki, meme demektir. "Önceden” izini takip etmeden önce "sizin için ona bakacak bir ev halkını göstereyim mi? Onlar onun için iyi niyetliler” onu emzirmede ve terbiye etmede kusur işlemezler. Rivâyete göre vezir Haman bunu duyunca: O kız, onu ve ailesini tanıyor; onu yakalayın, çocuğun durumunu ondan öğrenelim, dedi. Kız da: Ben, onlar Kral için iyi niyetliler demek istedim, dedi. Fir'avn de ona o kadını getirmesini emretti. O da annesini getirdi, Mûsa da Fir'avn'in elinde ağlıyordu, Fir'avn de onu susturmaya çalışıyordu. Mûsa annesinin kokusunu alınca sustu, memesini tuttu, Fir'avn ona: Sen bunun nesi oluyorsun; senin memenden başkasını kabul etmedi, dedi? O da: Benim kokum hoştur, sütüm iyidir, bana hangi çocuk getirilse beni kabul eder, dedi. Fir'avn de çocuğu ona teslim etti ve ona ücret verdi. O da o gün çocuğu evine götürdü. İşte Allahü teâlâ’nın: "Onu annesine döndürdük ki, gözü aydın olsun” dediği budur. Çocuğu ile mutlu olsun, "üzülmesin” ayrılığı ile "ve şüphesiz Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilsin” gözü ile görmüş gibi olsun. "Ancak onların çoğu bilmezler” onun vaadinin hak olduğunu; o sebeple onda şüphe ederler. Ya da çocuğu ona döndürmenin asıl maksadı, annesinin bunu bilmesidir, gerisi teferruattır. Bunda çocuğun Fir'avn'in eline düştüğünü duyduğu zaman annesinin gereksiz telaşına gönderme vardır. 14Mûsa erginlik çağına eriştiği, oturaklaştığı zaman ona hikmet ve ilim verdik. Biz iyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız. "Mûsa erginlik çağına eriştiği zaman” artık boy atmayacak yaşa geldiği zaman ki, bu da otuz - kırk arasıdır, çünkü akıl onda kemale erer. Rivâyete göre her peygamber kırk yaşında gönderilmiştir. "Oturaklaştığı zaman” boyu ve aklı tekâmül ettiği zaman "ona hikmet verdik” yani peygamberlik demektir "ve ilim” Dîn ilmi ya da hükemanın ve ulemanın ilmini ve onların yollarını verdik, peygamber olmadan önce. Artık cahilce bir şey demez ve yapmazdı. Bu da kıssanın akışına daha uygundur, çünkü peygamberlik hicretten dönüşte verilmiştir. "Bunun gibi” Mûsa'ya ve annesine yaptığımız gibi "iyilik edenleri de böyle mükâfatlandırırız” iyiliklerinden dolayı. 15Halkının gâfil olduğu zamanda şehre girdi. Orada iki adamı dövüşürlerken buldu. Şu kendi tarafından, şu da düşmanından idi. Kendi tarafından olan düşmanına karşı ondan yardım istedi. Mûsa ona bir yumruk vurdu, işini bitirdi. Bu, şeytanın işindendir. Şüphesiz o düşmandır, apaçık saptırandır, dedi. "Halkının gâfil olduğu zamanda şehre girdi” Fir'avn'in sarayından gelerek bir şehre girdi, bunun banliyölardan Menuf (Menfis) ya da Habin veyahut Aynışems olduğu söylenmiştir. "Halkının gâfil olduğu zamanda” oraya girmesi adet olmadığı yahut orada beklemedikleri bir zamanda. Öğle vakti de denilmiştir, akşam yatsı arası da denilmiştir. "Orada iki adamı dövüşürlerken buldu. Şu kendi tarafından, şu da düşmanından idi” birisi kendi dindaşlarından idi ki, o da İsrâîl oğullarıdır, Ötekisi de muhâlifierindendir, o da Kıpti idi. Şu (Hâza) demesi geçmişi hikâye olmasındandır. "Kendi tarafından olan düşmanına karşı olandan yardım istedi". Bunun içindir ki, fiil alâ edâtı ile geçişli kılınmıştır, isteanehu da okunmuştur. "Mûsa ona bir yumruk vurdu” Kıpti'ye bir yumruk vurdu, felekezehu da okunmuştur ki, göğsüne vurmaktır "işini bitirdi” onu öldürdü, kada aleyhi aslında hayatına son verdi demektir, "kadayna ileyhi zalikel emre” (Hicr: 66) (o işi bitirdiğine hükmettik) âyeti de bundandır. "Bu, şeytanın işindendir, dedi” çünkü kâfirleri öldürmesi emrolunmamıştı ya da ona emniyet etmişlerdi, onlara suikast yapması olamazdı. Bu (öldürme) onun masum olmasına zarar vermez, çünkü yanlışlıkla olmuştu. Onu şeytanın işinden sayıp ona zulüm demesi ve ondan istiğfar etmesi, peygamberlerin küçük zelleleri büyük görme adetlerine binaendir. "Şüphesiz o düşmandır, apaçık saptırıcıdır” düşmanlığı açıktır. 16Rabbim, ben kendime zulmettim; beni bağışla, dedi. O da onu bağışladı. Çünkü o, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Rabbim, ben kendime zulmettim, dedi” onu öldürmekle "beni bağışla” günahımı sil, "Allah da onu bağışladı” istiğfarından dolayı. "Çünkü o çok bağışlayıcıdır” kullarının günahlarını "çok merhametlidir” onları. 17Rabbim, bana ihsan ettiğin şey hakkı için, suçlulara asla arka olmayacağım, dedi. "Rabbim, bana ihsan ettiğin şey hakkı için” cevabı verilmemiş bir kasemdir yani beni bağışlama nimetine ve diğerlerine yemin ederim ki, elbette tevbe edeceğim, demektir "suçlulara asla arka olmayacağım, dedi". Ya da merhametini dilemektir yani bana olan nimetin adına beni koru da yardımı suça götüren kimseye yardımcı olmayayım. İbn Abbâs radıyallahü anhuma şöyle buyurmuştur: Eğer Mûsa inşallah suçlulara yardımcı olmayacağım dese idi başına ikinci kez böyle bir şey gelmezdi. Şöyle de denilmiştir: Bana bu kuvvet nimetini verdiğin için dostlarına yardım edeceğim, onu düşmanlarını desteklemede kullanmayacağım. 18Şehirde bekleyerek korkarak sabahladı. Bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen, kendisine sesleniyor. Mûsa ona: "Şüphesiz sen elbette apaçık bir azgınsın” dedi. "Şehirde bekleyerek korkarak sabahladı” kısası bekleyerek "bir de baktı ki, dün kendisinden yardım isteyen, kendisine sesleniyor” feryat ediyor, bu da surah kökünden türemiştir. "Mûsa ona: "Şüphesiz sen elbette apaçık bir azgınsın, dedi!” azgınlığı su götürmez, çünkü bir adamın öldürülmesine sebep oldun, şimdi de bir başkası ile dövüşüyorsun. 19İkisinin de düşmanı olanı tutmak isteyince: "Ey Mûsa, dün bir adam öldürdüğün gibi (bugün de) beni mi öldürmek istiyorsun? Sen başka değil, yeryüzünde zorba olmak istiyorsun ve ıslahatçılardan olmak istemiyorsun!” dedi. "İkisinin de düşmanı olanı tutmak isteyince” Mûsa ile İsrâîlli'nin düşmanı, çünkü onların dîninden değildi, bir de Kiptiler İsrâîl oğullarına düşman idiler. "Ey Mûsa, dün bir adam öldürdüğün gibi bugün de beni mi öldürmek istiyorsun, dedi?” Bunu İsrâîlli dedi, çünkü ona sen azgınsın deyince, onu da yakalayacağını zannetti ya da Kıpti'dir, çünkü onun bu sözünden Kıpti'yi İsrâîlli için öldürenin o olduğunu zannetmişti. "Sen başka değil, yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun” aklına geleni insanlara yapıyorsun, sonunu düşünmüyorsun "ve ıslahatçılardan olmak istemiyorsun” halkın arasım sulh etmek istemiyorsun; davayı güzele bağlamıyorsun. Bunu deyince olay yayıldı, ta Fir'avn'e ve kurmaylarına kadar vardı; onu öldürmek istediler. Fir'avn ailesinden îman eden kimse - ki, Fir'avn'in amcası oğlu idi - Mûsa'ya haber vermek üzere çıktı, nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: 20Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: Ey Mûsa, şüphesiz ileri gelenler, seni öldürmek için seninle ilgili olarak istişare ediyorlar. Çık, şüphesiz ben sana öğüt verenlerdenim, dedi. "Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi” yes'a, yesrau manasınadır ki, recülüri sıfatıdır ya da ondan hâl’dir, eğer min aksal medineti onun sıfatı kümırsa, cae'nin sılası değildir. Çünkü min aksal medineti denerek ihtisas kesp etmesi onu marifeler kategorisine katar. "Ey Mûsa, şüphesiz ileri gelenler, seni öldürmek için seninle ilgili olarak istişare ediyorlar” senin hakkında danışma meclisi kurmuşlar. İstişare'ye i'timar demesi istişare edenlerden her birinin diğerine emir verip emir almasındandır. "Çık, şüphesiz ben sana öğüt verenlerdenim, dedi” "leke” lâfzındaki lâm beyan içindir, nasıhıyn'in sılası değildir, çünkü sılanın mamulü mevsûlden önce gelemez. 21Oradan korkarak bekleyerek çıktı. "Rabbim, beni zâlimler topluluğundan kurtar” dedi. "Oradan çıktı” şehirden "korkarak bekleyerek” arayanların yetişmesinden korkarak "Rabbim, beni zâlimler topluluğundan kurtar, dedi” beni onlardan halas eyle ve beni onların yetişmesinden muhafaza eyle. 22Mûsa Medyen tarafına yönelince: "Rabbimin beni doğru yola iletmesini umarım” dedi. "Mûsa Medyen tarafına yönelince” Şuayb'in kenti Medyen istikametine, oraya banisi Medyen bin İbrâhîm'in ismi verilmiştir. Onlara salât ve selâm olsun. Fir'avn'in idaresinde değildi. Onunla Mısır arasında sekiz günlük mesafe vardı. "Rabbimin beni doğru yola iletmesini umarım, dedi” Allah'a güvendiğinden ve ona hüsn-ü zanda bulunduğundan. Yolu bilmiyordu; önüne üç yol çıktı; o da ortasını tuttu. Takipçiler geldiler, diğer iki yola gittiler. 23Medyen suyuna varınca, onun üzerinde (davarlarını) sulayan bir cemâat buldu ve onların gerisinde de davarlarını (sudan) men eden iki kadın buldu. Onlara: "Neyiniz var?” dedi. Onlar da: "Çobanlar çekilmedikçe biz davarlarımızı sulamayız” dediler. "Medyen suyuna varınca” oraya ulaşınca, orası davarlarını suladıkları bir kuyu idi "üzerinde buldu” kuyunun etrafında "insanlardan bir cemâat” büyük bir kalabalık buldu "suluyorlardı” davarlarını. "Onların gerisinde buldu” biraz aşağılarında "sudan (davarlarını) men eden iki kadın” davarları diğerlerinin davarlarına karışmasın diye. "Mûsa onlara: "Neyiniz var?” dedi” davarlarınızı niye men ediyorsunuz? "Onlar da: Çobanlar çekilmedikçe biz davarlarımızı sulamayız, dediler” çobanlar davarlarını sudan çekmedikçe, çünkü erkeklere karışmak istemiyorlardı. Mef'ulü (davarları) hazf etti; çünkü maksat iffetlerini gösteren ve onları sulamaya sevk eden şeyi açıklamaktır, onu (davarları) açıklamak değil. Ebû Amr ile İbn Âmir yasduru okumuşlardır ki, o da çekilmek manasınadır. Ra'nın zammı ile ruâ' da okunmuştur ki, o da cemi ismidir, ruhal gibi (dişi koyunlar). "Babamız da büyük bir ihtiyardır” yaşlıdır, sulamak için çıkamaz, o sebeple mecburen bizi gönderir. 24Onların davarlarını suladı, sonra da gölgeye çekildi: "Rabbim, şüphesiz ben, bana indirdiğin hayırdan muhtacım” dedi. "Onlara suladı” acıdığı için davarlarını suladı, şöyle de denilmiştir: Çobanlar kuyunun ağzına ancak yedi veya daha çok insanın kaldıracağı bir taş koyarlardı. Mûsa onu tek başına kaldırdı, üstelik yorgun, aç ve ayakları da yaralı idi. Şöyle de denilmiştir: Başka bir kuyu vardı, taş onun üzerinde idi, Mûsa onu kaldırdı ve davarlarını ondan suladı. "Sonra da gölgeye çekildi: Rabbim, bana indirdiğin şeye, hayra” az olsun çok olsun, çokları bunu yiyecek manasına almışlardır "muhtacım” ona ihtiyacım var ve onu istiyorum. Bunun içindir ki, lâm ile geçişli kılınmıştır. Şöyle de denilmiştir: Bana indirdiğin Dîn hayrından dolayı dünyada fakir oldum. Çünkü o Fir'avn'in yanında bolluk içinde idi. Gaye bundan memnuniyetini ve buna şükrünü açıklamaktır (sana şükürler olsun!). 25İki kadından birisi yürüyerek utanarak geldi: "Şüphesiz babam, bizim için suladığının ücretini vermek üzere seni çağırıyor, dedi” (Mûsa ona gelip de hikayeyi anlatınca: "Korkma, o zâlimler kavminden kurtuldun,” dedi. "İki kadından biri yürüyerek utanarak ona geldi” şiddetli utancından iki büklüm olarak. Şöyle de denilmiştir: Gelen küçük kız kardeştir, büyük olan da denilmiştir. İsmi da Safura yahut Safra idi. Mûsa'nın evlendiği kızdır. "Şüphesiz babam bizim için suladığının ücretini vermek üzere seni çağırıyor, dedi". Belki de Mûsa aleyhisselâm teberrüken ihtiyarı görmek ve onu tanımaktan yararlanmak için kabul etmişti, yoksa ücrete tamahından değil. Hatta şöyle rivâyet edilmiştir: Mûsa gelince ihtiyar ona yemek takdim etti. O da çekindi ve: Biz öyle bir aileden geliyoruz ki, dinimizi dünyamıza satmayız, dedi. Şuayb aleyhisselâm da ona: Bu bizim evimize konuk olan herkese adetimizdir, dedi. Bundan şu da çıkar kî iyilik yapan herkese bir şey verilirse onu almak haram değildir. "Mûsa ona gelip de hikayeyi anlatınca: Korkma, o zâlimler kavminden kurtuldun, dedi” Fir'avn'i ve kavmini kast ediyor. 2626 - İki kadından biri: "Baba, onu işçi tut. Şüphesiz işçi tuttuğun kimselerin en hayırlısı güçlü ve güvenilir olandır” dedi. "O iki kadından biri dedi” o da Mûsa'yı davet edendir "baba, onu işçi tut” koyunları gütmek için çoban tut "şüphesiz işçi tuttuğun kimselerin en hayırlısı güçlü ve kuvvetli olandır” bu da delil yerine geçen yaygın bir gerekçedir, ayrıca onun işçiliği hak ettiğini gösteriyor. Bunu da mübalağa etmek için hayr lâfzı inne'nin ismi kılınmış, fiil de mâzi sıygasıyla verilmiştir. Bu da onun tecrübeli ve iyi biri olduğunu gösterir. Rivâyete göre Şuayb kızına: Onun güçlü olduğunu nereden biliyorsun demiş; o da: Taşı kaldırdığım ve mesajı iletinceye kadar başını eğdiğini ve arkasından yürümesini istediğini söylemiştir. 2727 - O da: "Bana sekiz yıl işçilik etmen karşılığında şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer on'a tamamlarsan, o da sendendir. Sana zorluk vermek istemiyorum. İnşallah beni iyilerden bulacaksın, dedi. "O da: Bana sekiz yıl işçilik etmen karşılığında şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum, dedi” en te'cüreni, kendini bana kiralamak yahut işçim olmak ya da bana sevap kazandırmak manasınadır ki, ecerekallahu (Allah ivazını versin) deyiminden gelir. "Semaniye hicec” bu da ilk iki izaha göre zarftır, üçüncüye göre de muzâfm takdiri ile mef’ûlün bihtir yani ra'yete semani hicecin (sekiz yıl çobanlık) demektir. "Eğer on'a tamamlarsan” on yıl çalışırsan "o da sendendir” senden bir ikramdır, benim zorlamam ile değildir. Bu (Şuayb'in dedikleri) nikah akdini istemektir, bizzat akit değildir. Belki de akit belli bir ücrete karşılık, başka bir mehirle yahut ilk süreye göre çobanlıkla yapılmıştır. Ve eğer akit nasip olursa akitten önce Mûsa'nın vaadidir. Bunun ardından da koyunlar evlenen kızın olur. Üstelik bu konularda şerîatlar arasında fark da olabilir. "Sana zorluk vermek istemiyorum” on'a tamamlamaya itmekle ya da vakitlere riayet etmek ve işleri bitirmekle münakaşa ederek. Meşakkat şakk (yarmak)tan türemiştir ki, o da sana zor gelen şey gücünün yetme inancını ve becerme görüşünü fayda, ikiye böler demektir. "İnşallah beni iyilerden bulacaksın” güzel muamele eden, yumuşak davranan ve verdiği sözü tutanlardan. 28O da: Bu benimle senin aramızdadır. İki süreden hangisini tamamlarsam, bana tecâvüz yoktur. Allah dediklerimize vekildir, dedi. "O da: Bu, benimle senin aramızdadır” yani bana söz verdiğin şey aramızda durmaktadır, onun dışına çıkmayız. (İki süreden hangisini) uzununu veya kısasını "tamamlarsam” sana karşı yerine getirirsem "bana tecâvüz yoktur” fazlasını isteyemezsin, nasıl benden on yıldan fazlası istenmezse, sekizden fazlası da istenmez. Ya da fazlasını yapmamakla haddini aşmış olmam, Meselâ lâ isme aleyye (bir günahım yoktur) sözü gibi. Bu ifade, iki süre seçiminde ve iki sürenin eşitliği hususunda: Eğer kısa süreyi yerine getirirsem, bana tecâvüz (sitem) yoktur demekten daha etkilidir. (Şeddesiz olarak) eyma da okunmuştur, Meselâ şu beyitte olduğu gibi: Nasr'ı bekliyorum, Simak yıldızlarını bekliyorum; Üzerime hangisi daha çok rahmet yağdıracak (ikram edecek) diye! "Eyyel eceleyni mâ kadaytü” şeklinde de okunmuştur ki, mâ edâtı fiili te'kit etmek için zâit olur. Yani iki süreden hangisini yerine getirmeye karar verirsem, demektir. Kesr ile idvan da okunmuştur. "Allah dediklerimize” ileri sürdüğümüz şartlara "vekildir” şâhit ve gözcüdür. 29Mûsa süreyi bitirip de ailesi ile gece yürüyünce, Tûr tarafından bir ateş gördü. Ailesine: "Bekleyin, şüphesiz ben bir ateş gördüm. Umarım ki, size ondan bir haber getiririm de belki ısınırsınız, dedi. "Mûsa süreyi bitirip de ailesiyle beraber gece yürüyünce” karısı ile beraber, rivâyete göre iki süreden uzun olanı yerine getirdi, ondan sonra Şuayb'in yanında on yıl daha kaldı, sonra dönmeye karar verdi. "Tûr tarafından bir ateş gördü, ailesine: Bekleyin, şüphesiz ben bir ateş gördüm. Umarım ki, size ondan bir haber getiririm, dedi” yol haberi. " Yahut ateşten bir kor getiririm de” cezve kalın odun parçasıdır, başında ister ateş olsun isterse olmasın, Şâir şöyle demiştir: Leylanın odun toplayan kız arkadaşları geç saate kadar Zayıf olmayan, çok duman vermeyen bol odun topladılar. (Burada ateşsiz odun demektir). Bir başka şâir de şöyle demiştir: Kays kabilesinin üzerine bir cezve (ateşli odun) attı ki, Çok sıcak ve alevi de yüksek idi. (Burada da ateşli manasına kullanılmıştır). Bunun içindir ki, "ateşten” diyerek onu açıklamıştır. Âsım feth ile (cezve), Hamze de zam ile (cüzve) okumuştur ki, her ikisi de lügattir. "Belki ısınırsınız” soğuğu biraz önlersiniz. 30Mûsa ona gelince, derenin sağ kenarından mübarek bir yerde ağaçtan: "Ey Mûsa, şüphesiz ben, evet ben âlemlerin Rabbi Allah'ım” diye seslenildi. "Mûsa ona gelince, derenin sağ kenarından seslenildi” Mûsa'ya sağ tarafından nida edildi (mübarek bir yerde) bu da şatı'e bağlıdır ya da nudiye'nin sılasıdır (ağaçtan) şatı'dan bedel-i istimaldir, çünkü o ağaç kıyıda idi, (ey Mûsa, diye). "Şüphesiz ben, evet ben âlemlerin Rabbi Allah'ım". Bu, her ne kadar Tâhâ ve Neml'dekine lâfzan muhâlif ise de maksat olarak aynıdır. 31Asanı at. Mûsa onun küçük bir yılan gibi hareket ettiğini görünce arkasını dönerek kaçtı, geri dönmedi. "Ey Mûsa, dön, korkma. Şüphesiz sen eminlerdensin. "Asanı at. Mûsa onun hareket ettiğini görünce” yani onu attı, o da bir ejderha oldu, hareket etti, onun hareket ettiğini görünce "küçük bir yılan gibi” şekil ve cüsse bakımından yahut hız bakımından "arkasını dönerek kaçtı” korkudan hezimete uğrayarak "geri dönmedi. Ey Mûsa” ya Mûsa diye seslenildi "geri dön, korkma. Şüphesiz sen eminlerdensin” korkulardan, çünkü peygamberler benim huzurumda korkmazlar. 32Elini koynuna sok, kötülüksüz (hastalıksız) bembeyaz olacaktır. Kanadını korkudan sana yapıştır. İşte bu ikisi sana Rabbinden Fir'avn'e ve ileri gelenlerine iki delildir. Çünkü onlar bir fâsıklar topluluğu oldular. "Elini koynuna sok, kötülüksüz bembeyaz çıksın” kusursuz, "kanadını korkudan sana yapıştır” açılmış ellerini, onlarla yılandan sakınarak açılmış, korkan ve paniğe kapılan gibi, sağ elini sol koltuğunun, sol elini de sağ koltuğunun altına koymakla ya da yakana sokmakla. O zaman başka bir maksatla tekrar edilmiş olur ki, o da düşman karşısında cesaret göstermek ve mu'cize göstermek için de başlangıç olur. Ellerini yapıştırmak deyiminden asa yılana dönüşürken yiğitlik ve cesaret göstermeyi murat etmek de câizdir. Bu da kuşun durumundan istiare edilmiştir. Çünkü o korktuğu zaman kanatlarını açar, emin olup da rahatladığı zaman onları indirir. "Korkudan” korku dolayısıyla yani seni korku sardığı zaman, cesaret kazanmak ve kendini toparlamak için böyle yap. İbn Âmir, Hamze, Kisâî ve Ebû Bekir ra'nın zammı ve he'nin sükûnu ile (rühbi) okumuşlardır. İkisinin zammı ile (rühübi) de okunmuştur. Hafs feth ve sükûn ile (rehbi) okumuştur, hepsi de lügattir. (İşte bu ikisi sana) asa ile el, İbn Kesîr, Ebû Amr ve Rüveys şedde ile (fezânnike) okumuşlardır, (iki delildir) iki delildir, Burhan fu'lan veznindedir, çünkü ebreher recülü denilir ki, delil getirmektir. Bu da beherrecülü deyimindendir ki, adam beyaz tenli olmaktır. Beyaz tenli kadına berhâ' ve berehrehe denir. Fu'lal vezninde olduğu da söylenmiştir, çünkü berhene deyiminden gelir. "Rabbinden” bu ikisi ile gönderilmiş olarak "Fir'avn'e ve ileri gelenlerine. Çünkü onlar bir fâsıklar topluluğu idiler” onlara gönderilmeyi hak ettiler. 33Dedi: Rabbim, ben onlardan bir can (adam) öldürdüm; beni öldürmelerinden korkuyorum. Âyetin tefsiri için bak:34 34Kardeşim Hârûn o, dilce benden daha düzgündür; onu benimle beraber beni tasdik edici ve yardımcı olarak gönder. Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkuyorum, dedi. "Dedi: Rabbim, ben onlardan bir adam öldürdüm; beni öldürmelerinden korkuyorum” ona karşılık. "Kardeşim Hârûn o, dilce benden daha düzgündür; onu benimle beraber gönder” yardımcı olarak. Rid' aslında yardım edilen şeydir, dif' gibi (ısıtan şey). Nâfi' hafifçe feth ile (red'en) okumuştur. "Beni tasdik edici” hakkı açığa çıkarmak, delil beyan etmek ve şüpheyi ortadan kaldırmakla. "Şüphesiz ben, beni yalanlamalarından korkuyorum” dilim, delil getirirken iyi dönmüyor. Şöyle de denilmiştir: Maksat onun tespit ve izahı ile kavmin tasdik etmesidir, ancak fiili sebebe nispet etmek gibi ona nispet edilmiştir. Âsım ile Hamze ref' ile yusaddikuni okumuşlardır ki, o zaman sıfat olur, emrin cevabı da mahzûftur. 35Rabbi (dedi): Senin pazunu kardeşinle takviye edeceğiz ve size bir delil kılacağız da size âyetlerimiz sayesinde ulaşamayacaklar. İkiniz ve size tâbi olanlar gâliplersiniz. "Rabbi dedi: Senin pazunu kardeşinle takviye edeceğiz” seni onunla kuvvetlendireceğiz; çünkü kişinin kuvveti elinin işleri yapmaya olan gücüyledir. Bunun içindir ki, ondan el ile ve onun şiddetinden de pazunun şiddetiyle ifade edilir. "Ve size bir delil kılacağız” galibiyet yahut delil demektir. "Size ulaşamayacaklardır” sizi istila etmek veya susturmakla. "Biayatina” bu da mahzûfa mütealliktir yani âyetlerimizle gidin demektir ya da necalüye mütealliktir yani sizi âyetlerimizle üstün kılacağız ya da layesılune'nin manasına mütealliktir ki, size sokulamayacaklardır demektir. Ya da biayatina kasemdir, cevabı da layesılune'dir ya da "entüma ve menittebeakümel ğalibun” cümlesindeki ğalibun lâfzını açıklamaktadır, şu manaya ki, onun açıkladığı şeye mütealliktir (bimaza nağlibü?) ya da onun sılasıdır ki, o zaman elğalibun'daki lâm tarif için olur, ellezi manasına olmaz. 36Mûsa onlara açık âyetlerimizi getirince: "Bu, uydurulmuş bir sihirden başkası değildir ve biz önceki atalarımızda böyle bir şey işitmedik” dediler. "Mûsa onlara açık âyetlerimizi getirince: Bu, uydurulmuş bir sihirden başkası değildir, dediler” senin uydurduğun, daha önce benzeri yapılmamış bir sihir yahut senin yaptığın, sonra da Allah'a iftira ettiğin sihir yahut da diğer sihir çeşitleri gibi iftira ile nitelenen bir sihir. "Bunu işitmedik” sihri yahut peygamberlik iddiasını "önceki atalarımızda” onların gününde böyle bir şey lduğunu. 37Mûsa: Rabbim, yanından hidâyeti getiren kimseyi ve yurdun akibeti kimin olduğu kimseyi daha iyi bilendir. Şüphesiz zâlimler iflâh olmazlar, dedi. (Mûsa dedi: Rabbim, yanından hidâyeti getiren kimseyi bilir) benim haklı, sizin de haksız olduğunuzu bilir. İbn Kesîr vavsız olarak (kâle) okumuştur. Çünkü bu dediği onların dediklerinin cevabıdır. Atfın izahı da şöyledir: Maksat her iki sözün hikayesidir ki, bakan kimse onları tartsın da doğrusunu eğrisinden ayırsın. "Ve yurdun akibeti kimin olduğu kimseyi daha iyi bilendir” istenen sonucu demektir, çünkü yurttan kast edilen dünyadır; onun esas akibeti de cennettir. Çünkü o, âhirete geçiş için yaratılmıştır. Bundan doğrudan kast edilen de sevaptır, azâp ise dolaylı kast edilmiştir. Hamze ile Kisâî ye ile (yekunu) okumuşlardır. "Şüphesiz zâlimler iflâh olmazlar” dünyada hidâyeti, âhirette de güzel akibeti elde edemezler. 38Fir'avn dedi: Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka bir İlâh bilmedim. Ey Haman, sen benim için çamurun üzerine ateş yak (tuğla dök, pişir); bana bir kule yap. Belki Mûsa'nın İlâhsına çıkarım. Şüphesiz ben elbette onu yalancılardan zannediyorum, dedi. "Firavn dedi: Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka bir İlâh bilmedim” kendinden başka bir ilâh bilmediğini söylüyor, varlığına değinmiyor; çünkü kesin var olmadığı hakkında bilgisi yoktu. Bunun içindir ki, bir kule yapılmasını emretti; çıksın da durumu kontrol etsin istiyordu, şöyle demişti. "Ey Haman, sen benim için çamurun üzerine ateş yak; bana bir kule yap, Belki Mûsa'nın İlâhsına çıkarım". Sanki şöyle vehm etmiştir: Eğer İlâh gökte bir cisim olsa idi ona çıkmak mümkün olurdu. Sonra da: "Şüphesiz ben elbette onu yalancılardan zannediyorum” dedi. Ya da bir rasathane yapmasını emretti, oradan yıldızları gözetleyecek; orada bir peygamber gönderildiğine ve devletinin değişeceğine işâret eden bir şey var mı diye bakacaktı. Şöyle de denilmiştir: Bilgisinin olmamasından bilinen şeyin (Allah'ın) da olmamasını kast etmiştir, Meselâ Allahü teâlâ’nın: "Yoksa Allah'a gökte ve yerde bilmediği şeyleri mi haber veriyorsunuz?” (Yûnus: 18) âyeti gibi; çünkü bunun manası onlarda böyle bir şey yoktur, demektir. Bu da aktif ilimlerin özelliğindendir; çünkü bunlar bilinenlerinden ayrılmazlar. Onların olmamasından bilinenlerin de olmaması lâzım gelir (aktif ilim varlığı, bilinenin de dışarıda var olmasını gerektiren; pasif ilim de varlığı dışarıda bilinenin de var olmasını gerektirmeyen ilimdir). Şöyle de denilmiştir: İlk tuğla kullananan Fir'avn'dir, çünkü tuğla yapılmasını o sanatı öğretecek tarzda emretmiş ve bunun için de kendini büyük görmüştür. Bundan dolayıdır ki, Haman'a sözün ortasında ismi ile hitap etmiştir. 39O ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bize dönmeyeceklerini zannettiler. Âyetin tefsiri için bak:40 40Biz de onu ve askerlerini yakalayıp onları denize attık. Bak, zâlimlerin sonu nasıl oldu! "O ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bize dönmeyeceklerini zannettiler” tekrar dirilmekle. Nâfi', Hamze ve Kisâî ye'nin fethi ve cimin kesri ile (yerciun) okumuşlardır. "Biz de onu ve askerlerini yakalayıp onları denize attık” bunun açıklaması da yukarıda geçmiştir. Bunda yakalayanın önemine, yakalananın da değersizliğine işâret vardır; sanki çok olmalarına rağmen onları bir avucuna almış ve denize atmıştır. Şu âyetler de ona benzer: "Allah'ı hakkı ile takdir edemediler” (En'âm: 91), "bütün yer kıyâmet gününde avucundadır, gökler de sağ eliyle durulmuştur” (Zümer: 67). "Bak” ya Muhammed, "zâlimlerin sonu nasıl oldu?” kavmini bu gibi şeylerden ikaz et. 41Onları ateşe çağıran liderler yaptık. Kıyamet gününde yardım olunmazlar. "Onları liderler kıldık” sapıklığın önderleri kıldık; bunu da onları sapıklığa sürüklemekle yaptık. Şöyle de denilmiştir: Onlara sapıklık ismini verdik, Meselâ: "Allah'ın kulları olan meleklere dişilerin adlarını verdiler” (Zuhrûf: 19) gibi. Ya da sapıklıktan çeviren lütfu onlardan men etmekle. "Ateşe çağıran liderler” küfür ve isyan gibi onu gerektiren şeylere devam eden. "Kıyamet gününde yardım olunmazlar” azabın onlardan def edilmesiyle. 42Bu dünyada da arkalarına lâ'net taktık. Kıyamet gününde de onlar çirkinlerdir. "Bu dünyada arkalarına lâ'net taktık” rahmetten kovarak ya da lâ'net edenlerin lanetini ki, melekler ve mü'minler onlara lâ'net ederler. "Kıyamet gününde de onlar çirkinlerdendir” kovulanlardandır ya da yüzleri çirkinleştirilenlerdendir. 43Yemin olsun, gerçekten Mûsa'ya evvelki nesilleri helâk ettikten sonra insanlar için basiretler, bir hidâyet ve bir rahmet (olması) için o kitabı verdik. Belki öğüt alırlar. "Yemin olsun, gerçekten Mûsa'ya o kitabı verdik” Tevrat'ı "evvelki nesilleri helâk ettikten sonra” Nûh, Hûd, Sâlih ve Lût kavimlerini "insanlar için basiretler olarak” kalplerine nurlar olarak (verdik); onlarla gerçekleri görür ve hak ile bâtılı ayırırlar "bir hidâyet” Allah'ın yolları olan şerîatlara "ve bir rahmet olarak verdik". Çünkü onlarla amel ederlerse kusursuz ve yüce Allah'ın rahmetine nâil olurlar. "Belki öğüt alırlar” düşünmeleri melhuz bir hâlde olmaları için. Buradaki umut (lealle) fiili irâde ile de tefsir edilmiştir ki, bildiğin gibi zayıftır. 44Biz Mûsa'ya o emri verirken sen Tûr'un batı tarafında değildin ve şahitlerden de değildin. Âyetin tefsiri için bak:45 45Ancak biz nesiller meydana getirdik de üzerlerine ömür uzadı (aradan çok zaman geçti). Sen Medyen halkı arasında ikamet edip onlara âyetlerimizi okumuyordun. Fakat biz göndericiler idik. "Sen batı tarafında değildin” vadiyi kast ediyor ya da Tûr'u, çünkü o Mûsa'nın durduğu yerin batı cihetinde ya da onun batı yanında idi. Hitap Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'edir, yani hazır değildin. "Biz Mûsa'ya o emri verirken” tarif etmek istediğimiz emri vahyederken "ve şahitlerden de değildin” ona yapılan vahye. Onlar belirtilen vakit için seçilen yetmiş kişi idiler. Maksat ondan haber vermesinin gâipten haber vermesi kabilinden olmasıdır ki, bunlar ancak vahiy ile bilinir. Bunun içindir ki, telâfi ederek "ancak biz nesiller meydana getirdik de üzerlerine ömür uzadı” buyurmuştur. Yani fakat sana vahyettik, çünkü biz Mûsa'dan sonra değişik nesiller meydana getirdik; aradan uzun zaman geçti, haberler tahrif edildi, şerîatlar bozuldu ve ilimler silindi. Bu durumda düzeltileni attı, sebebini onun yerine geçirdi. "Sen Medyen halkı arasında” Şuayb kavmi ve ona îman edenler arasında ikamet ediyor "ve onlara okuyor değildin” onlardan öğrenerek onlara okumuyordun "âyetlerimizi” içinde kıssaları olan âyetlerimizi. "Fakat biz (sana eskilerin haberlerini) göndericiler idik” onları sana haber verenler idik. 46Biz nida ettiğimiz zaman sen Tûr tarafında değildin. Ancak seni Rabbinden bir rahmet olarak senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmeyen bir kavmi uyarman için gönderdik. Belki öğüt alırlar. "Biz nida ettiğimiz zaman sen Tûr tarafında değildin” belki de bundan murat edilen ona Tevrat'ı verdiği vakittir, birincisinden murat edilen de peygamberlik verdiği vakittir. Çünkü kıssadazikredilen bu ikisidir. "Ancak” sana öğrettik "Rabbinden bir rahmet olarak” Merfû' olarak (rahmetün) de okunmuştur ki, hazihi rahmetün min rabbike demektir. (Bir kavmi uyarman için) çünkü onlar seninle Îsa arasındaki tarih diliminde kalmışlardır ki, o da beş yüz elli beş yıldır. Ya da seninle İsmâîl arasında kalmışlardır. Çünkü Mûsa ile Îsa'nın davetleri - o ikisine salât ve selâm olsun - İsrâîl oğullarına ve çevrelerine özel idi. "Belki öğüt alırlar” nasihat dinlerler. 47Ellerinin öne sürdüğü şey yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman: "Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de âyetlerine tâbi olsaydık ve mü'minlerden olsaydık diyecek olmasalardı (onlara azâp ederdik). (Ellerinin öne sürdüğü şey yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman: "Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin, diyecek olmasalardı). Birinci levlâ şartıye, ikincisi ise tahdıdiye (teşvik edâtı)dır, onun (birincinin) bağlamında kullanılmıştır. Çünkü cevabında fe gelmesi emre benzediği içindir ve ikincisi yekulu lâfzının mef'ûlüdür, o da sebebiyet manası veren fe ile tusibehüm'ün üzerine atfedilmiştir. Bu da şuna dikkat çekmek içindir ki, bu sözden kast edilen, cevabın olumsuz verilmesine sebep olmasıdır ve şunu da îma etmektedir ki, azâp onları zorlamadıkça bu sözü demeyeceklerdir (azâp bu sözü demeye sebeptir, bu söz de cevabın olumsuz olmasına sebeptir). Cevap da hazf edilmiştir, Mana da şöyledir: Küfür ve isyanları sebebiyle başlarına azâp geldiği zaman "Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de bize âyetlerini tebliğ etse idi ve biz de tasdik edenlerden olsa idik” demeyecek olsalardı, biz de seni göndermezdik. Yani seni ancak onların mazeretlerini durdursun ve deliller karşısında bir şey diyemesinler diye gönderdik. "Âyetlerine tâbi olsa idik” yani çeşitli mu'cizelerle tasdik edilen peygamberine "ve mü'minlerden olsaydık". 48"Onlara katımızdan hak gelince: "Bize de Mûsa'ya verilenin benzeri verilmeli değil miydi?” dediler". Daha önceden Mûsa'ya verileni inkâr etmemişler miydi? "İki sihir birbirine destek oldu” dediler. "Biz hepsini inkâr ediyoruz, dediler"Onlara katımızdan hak gelince: "Bize de Mûsa'ya verilenin benzeri verilmeli değil miydi?” dediler” kitabın toptan indirilmesi, beyaz el, asa vb. gibi inadına teklif ettikleri şeylerden. "Daha önceden Mûsa'ya verileni inkâr etmemişler miydi?” yani aynı görüş ve kanaatte olanlar ki, Mûsa zamanındaki kâfirlerdir ya da Fir'avn'in Âd evlatlarından gelen Arap olmasıdır. "İki sihir, dediler” Mûsa ile Hârûn'u kast ediyorlar ya da Mûsa ile Muhammed'i kast ediyorlar, o ikisine salât ve selâm olsun "birbirine destek oldu” harikalar göstermek ya da iki kitabın birbirini tutması sebebiyle yardımlaştılar demektir. Kûfeliler muzâf takdiri ile sihrani (zu sihreyni) okudular ya da mübalağa için o ikisini sihir saydılar. Ya da destekleşmelerini icaza sebep olduğu için fiillerine isnat ettiler. İdgam ile izzahera da okunmuştur. "Biz hepsim inkâr ediyoruz, dediler” her ikisini de yahut bütün peygamberleri. 49De ki: "Eğer doğru söylüyorsanız Allah katından ikisinden daha doğru bir kitap getirin de ona tâbi olayım". "De ki: Eğer doğru söylüyorsanız Allah katından bu ikisinden daha doğru bir kitap getirin” Mûsa'ya ve Muhammed'e indirilenden, iki kitap yerine hüma zamirinin kullanılması mana buna delâlet ettiği içindir. Bu da iki sihirden Mûsa ile Muhammed'in murat edildiğini destekler, o ikisine salât ve selâm olsun. "Eğer doğru söylüyorsanız ona tâbi olayım” iki farklı sihir olduğumuzda doğru söylüyorsanız. Bu da hasmı susturmak ve azarlamak için getirilen şartlardandır, belki de şüphe harfi in'in getirilmesi onlarla dalga geçmek içindir. 50Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki, onlar ancak keyiflerine tâbi oluyorlar. Allah'tan bir yol gösterici olmadan keyfine tâbi olandan daha sapık kimdir? Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez. "Eğer sana cevap vermezlerse” o ikisinden daha doğru kitap getirme çağrına cevap vermezlerse demektir, bilindiği için mef'ûl hazf edilmiştir, bir de isticabet fiili duaya kendiliğinden, daiye (dua edene) de lâm ile geçişli kılınır. Daiye geçişli kılındığında genellikle dua kelimesi hazf edilir, meselâ şu beyitte olduğu gibi: Bir dua eden "sesimi duyan var mı?” diye ünledi; O zaman duasına cevap veren olmadı. "Bil ki, onlar ancak keyiflerine tâbi oluyorlar” çünkü eğer delile tâbi olsalardı, onu getirirlerdi. "Keyfine tâbi olandan daha sapık kimdir?” olumsuzluk manasına bir istifhamdır. (Allah'tan bir yol gösterici olmadan) bu da te'kit veya kayıtlamak için hâl yerindedir. Çünkü keyfine uymak bazen hakka uygun düşebilir. "Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna hidâyet etmez” keyfine uymada ölçüyü kaçıran zâlimlere. 51Yemin olsun, gerçekten onlara sözü ulaştırdık, belki öğüt alırlar. "Yemin olsun, gerçekten onlara sözü ulaştırdık” arka arkaya indirdik ki, öğüt verme kesilmesin ya da nazımda bunu yaptık ki, davet delille, öğütler vaatlarla ve nasihatlar da ibretlerle yer etsin. "Belki öğüt alırlar” îman ve itâat ederler. 52Bundan önce kendilerine kitap verdiklerimiz ona (Kur’ân’a) inanırlar. Âyetin tefsiri için bak:53 53Onlara Kur'ân okunduğu zaman: "Ona îman ettik. Şüphesiz o, Rabbinden (gelen) haktır. Gerçekten biz bundan önce Müslümanlar idik, derler. "Bundan önce kendilerine kitap verdiklerimiz ona (Kur’ân’a) inanırlar” bu âyet ehl-i kitap mü'minleri hakkında indi. Şöyle de denilmiştir: İncil'e inananlar hakkında indi, bunlar otuz iki kişi idiler, Cafer'le beraber Habeşistan'dan geldiler, sekizi de Şâm'dan geldi. Min kablihi'deki zamir Kur'ân'a gitmektedir (onlara (Kur'ân) okunduğu zaman "ona îman ettik, derler) kavlinde olduğu gibi, yani Allah kelâmı olduğuna. "Şüphesiz o, Rabbinden (gelen) haktır” bu da îman etmelerini gerektiren şeyin açıklamasıdır. "Gerçekten biz bundan önce Müslümanlar idik". Bu da îmanlarının o anda meydana gelmeyip eski olduğunu bildirmek için yeni söz başıdır. Çünkü onun eski kitaplarda geçtiğini görmüşlerdir. Kur'ân inmeden yahut onlara okunmadan önce İslâm dini üzerinde olmaları, kısmen de olsa onun doğruluğuna itikat etmelerindendir. 54İşte onlara sabrettikleri o şey yüzünden mükâfatları iki defa verilir, onlar kötülüğü iyilikle def eder ve onlara rızık ettiğimiz şeylerden harcarlar. "İşte onlara mükâfatları iki defa verilir” bir defa kitaplarına îman ettikleri için, bir defa da Kur'ân'a îman ettikleri için. "Sabrettikleri şey yüzünden” iki îmana sabır ve sebatlarından ya da Kur'ân inmeden ve indikten sonra îmanlarından ya da müşriklerin ve kendi dindaşlarından düşmanlık edenlerin eziyetlerine sabırdan dolayı. "Onlar kötülüğü iyilikle def ederler” masiyeti taatla savarlar, çünkü sallallahü aleyhi ve sellem: Kötülüğün arkasından iyilik yap ki, onu silsin, buyurmuştur. "Ve kendilerine rızık ettiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcarlar” hayır yolunda. 55Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirir ve: "Bizim amelimiz bize, sizin ameliniz de sizedir. Selâm size. Câhilleri istemiyoruz,” derler. "Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler” onurlarından dolayı ve "derler” boş söz edenlere "bizim amelimiz bize, sizin ameliniz de sizedir. Selâm size". Bu da onlarla mütareke ve vedalaşmadır ya da içinde bulundukları şeyden korunmaları için duadır. "Biz Câhilleri istemiyoruz” sohbetlerini de onları da istemiyoruz. 56Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremezsin. Ancak Allah, dilediğini hidâyete erdirir. O, hidâyete erenleri en iyi bilendir. "Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremezsin” onu İslâm'a girdiremezsin. "Ancak Allah dilediğini hidâyete erdirir” onu İslâm'a getirir. "O, hidâyete erenleri en iyi bilendir” buna hazır olanları. Cumhur bunun Ebû Talip hakkında indiği görüşündedir; çünkü o can vereceği zaman Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ona geldi ve: Amca, lâilahe illâllah, de, seni Allah katında onunla müdafaa edeyim, dedi. O da: Yeğenim, senin gerçekten doğru olduğunu biliyorum, ancak ölüm ânında korktu demelerini istemiyorum, dedi. 57Dediler: Eğer seninle beraber doğru yola tâbi olursak topraklarımızdan kapılırız (bizi kaçırırlar). Onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünleri oraya toplandığı güvenilir bir Harem'e yerleştirmedik mi? Ancak çokları bilmezler. "Dediler: Eğer seninle beraber olursak bizi toprağımızdan kapıp kaçırırlar” oradan çıkarırlar. Âyet Haris bin Nevfel bin Abdimenaf hakkında indi. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'e geldi: Senin hak yolda olduğunu biliyoruz, ancak sana tâbi olur da Araplara muhalefet edersek - ki, biz baş (kelle) yiyenleriz (azınlığız) - bizi toprağımızdan kaçıracaklarından korkuyoruz, dedi. Allah onu: "Biz onları güvenilir bir Harem'e yerleştirmedik mi?” kavli ile reddetti ya da emniyetle haremi onlara tahsis etmedik mi? Bu da Beytullah’ın sayesindedir ki, çevrelerindeki Araplar birbirlerini boğazlarken onlar orada güven içindedirler. (Oraya toplanır) taşınır ve biriktirilir. Nâfi' ve Ya'kûb da bir rivâyette te ile (tücba) okumuşlardır. "Her şeyin ürünleri” her taraftan, "katımızdan bir rızık olarak". Putlara taparken hâlleri böyle olursa, Beyt'in haremine ve tevhid inancına geçtikleri zaman nasıl kaçırılacaklar? "Ancak çokları bilmezler” cahildirler, bunu kavramazlar ve öğrenmek için de düşünmezler. Şöyle de denilmiştir: Bu cümle min ledünna'ya bağlıdır yani bunu düşünüp de Allah katından bir rızık olduğunu anlamazlar, çokları bunu bilmezler. Çünkü eğer bilselerdi ondan başkasından korkmazlardı. Rizkan, yücba'nın manasından mef'ûlu mutlak olarak mensûbtur (yürzekune rizkan). Ya da semeret'tan hâl’dir, çünkü izafetle özellik kazanmıştır. Sonra durumun ters olduğunu beyan etti, çünkü onlar üzerinde bulundukları şeyden ötürü Allah'ın hışmından korkmalıdırlar, bunu da şöyle diyerek açıkladı: 58Geçimlerinden şımaran nice kentler helâk ettik. İşte meskenleri, onlardan sonra oturulmadı, ancak pek az (süre meskun oldu). Mirasçıları biz olduk biz. "Geçimlerinden şımaran nice kentler helâk ettik” yani nice kentler vardı ki, güven ve bolluk içindeki hâlleri kendileri (Mekkeliler) gibi idi. Allah onları kırıp geçirdi ve yurtlarını tahrip etti. "İşte meskenleri” bomboştur "onlardan sonra oturulmadı, ancak pek az (süre meskun oldu)” mesken sükna'dan gelir çünkü içinde ancak gelip geçenler bir gün yahut yarım gün oturdular. Ya da günahlarının uğursuzluğundan oralarda oturanlar kalmadı. "Mirasçılar biz olduk, biz” çünkü yurtlarında ve diğer dolaştıkları yerlerde' arkalarında kimse kalmadı. "Maişeteha” lâfzı harfi çerin hazfi ile mensûbtur (bimaişetiha) yahut onu bizzat zarf kılmakla mensûbtur, Meselâ: Zeydün zanni (fî zanni) kaimün (Zeyd zanımca ayaktadır) gibi ya da muzâf zaman takdir etmekle (eyyame maişetiha) ya da batıret'in keferet manasını içermesiyle mef’ûlünbih olarak mensûbtur. 59Rabbin ana merkezine onlara âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe kentleri helâk edici değildir. Biz halkı zâlim olmayan kentleri helâk ediciler değiliz. "Rabbin değildir” Rabbinin âdeti değildir "ana merkezine göndermedikçe helâk edici değildir” şehirlerin merkezine (başkentine) çünkü oranın halkı daha anlayışlı ve daha zekidir. "Onlara âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe” insanları delille susturmak ve mazeretlerini kesmek için. "Biz halkı zâlim olmayan kentleri helâk ediciler değiliz” peygamberleri yalanlamak ve küfürde taşkınlık etmekle zâlim olmayanları. 60Size verilen şey, dünya hayatının metaı ve onun süsüdür. Allah'ın katındaki daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Aklınızı çalıştırmıyor musunuz? "Size verilen şey” dünyalıklardan verilenler "dünya hayatının metaı ve süsüdür” geçici hayatınız süresince ondan istifade eder ve onunla süslenirsiniz. "Allah'ın katındaki” ki, o da Allah'ın sevabıdır "daha hayırlıdır” ötekisinden bizzat daha hayırlıdır, çünkü o baştanbaşa lezzettir, mükemmel nimettir "ve daha kalıcıdır” çünkü ebedidir. "Aklınızı çalıştırmıyor musunuz?” da adi olanı o hayırlı ile değiştiriyorsunuz. Ebû Amr yeile (yakılun) okumuştur ki, bu, öğüt bakımından daha etkilidir. 61Kendisine güzel bir vaat ettiğimiz ve ona da kavuşan kimse, kendisini dünya hayatının geçici metaı ile faydalandırdığımız, sonra da o, kıyâmet gününde huzura getirilenlerden olan kimse gibi midir? "Kendisine güzel bir vaat ettiğimiz” cennet vaadi demektir, çünkü güzel vaat, vaat edilen şeyin güzelliği iledir "ve ona kavuşan kimse” mutlaka kavuşacaktır, çünkü Allah'ın vaadinde tutarsızlık imkânsızdır. Bunun içindir ki, sebep manasını veren fe ile atfetmiştir (fehüve) "kendisini dünya hayatının geçici metaı ile faydalandırdığımız kimse gibi midir?” yani acılarla karışık, yorgunluklara bulanık, kesileceği için arkasından hasret duyulan şey gibi midir? "Sonra da o, kıyâmet gününde huzura getirilecektir” hesap veya azâp için. Sümme hüve'deki sümme edâtı ya zamanda ya da derecede gerilik içindir. Nâfi', İbn Âmir de bir rivâyette ve Kisâî, he'nin sükûnu ile sümmehve okumuş, mufassalı (sümme hüve'yi) muttasıla benzetmişlerdir. Bu âyet bir öncekinin sonucu gibidir, bu sebeple de başına fe getirilmiştir (efemen). 62O günde ki, onlara nida edip: "İddia ettiğiniz ortaklarım (putlar) nerede?” der. (O günde ki, onlara nida eder) yevmel kıyâmeti üzerine atıftır ya da üzkür ile mensûbtur. "İddia ettiğiniz ortaklarım nerede, der?” yani Ellezîne küntüm tezumunehüm şürekâi demektir ki, iki mef'ûl da hazfedilmiştir, çünkü sözün akışından anlaşılmaktadır. 63Onlara söz (azâp) hak olanlar: "Rabbimiz, işte bunlar azdırdıklarımızdır. Biz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan beri olduk, (sana) döndük. Onlar bize ibâdet etmiyorlardı” dediler. "Onlara söz (azâp) hak olanlar dedi” sözün gereği sâbit olmak ve sonucu meydana çıkmakla, bu da "Yemin olsun ki, cehennemi cinlerden ve insanlardan mutlaka dolduracağım” (Hûd: 119) kavli ile diğer tehdit âyetleridir. "Rabbimiz, işte bunlar azdırdıklarımızdır” yani haülai Ellezîne ağveynahüm demektir ki, Mevsûla giden zamir hazf edilmiştir. "Biz azdığımız gibi onları da azdırdık” yani onları azdırdık; onlar da bizim azmamız gibi azdılar demektir. Bu da yeni söz başıdır, kendi istekleri ile azdıklarını ve bunu da başka değil onların vesvese ve süslemesi ile yaptıklarını göstermek içindir. Ellezîne'nin sıfat, ağyeynahüm'ün de haber olması da câizdir, çünkü (kema ğaveyna) ona bitiştiği için ona sıfattan fazla şey kazandırmıştır; o her ne kadar fazla İse de lâzım gibi olmuştur. "Onlardan beri olduk, sana döndük” onlardan ve heveslerine uyarak tercih ettikleri küfürden beri olduk. Bu da geçen cümleyi tespit etmektedir. Bunun içindir ki, atıf edâtı almamıştır. (Onlar bize ibâdet etmiyorlardı) cümlesi de böyledir. Yani bize ibâdet etmiyorlardı, ancak kendi heva ve heveslerine ibâdet ediyorlardı. Mâ kânu'daki mâ edatının mastariye olduğu da söylenmiştir ki, atla'na'ya bitişiktir yani atla'na min ibâdetihim iyyane (bize tapmalarını reddettik) demektir. 64"Ortaklarınızı çağırın” denildi; onlar da çağırdılar. Onlara cevap vermediler ve azâbı gördüler. Keşke onlar doğru yolda olsalardı! "Ortaklarınızı çağırın, denildi; onlar da çağırdılar” aşırı şaşkınlıklarından "onlar da cevap vermediler” karşılık vermekten ve yardım etmekten aciz oldukları için "ve azâbı gördüler” kendilerini bırakmayacağını gördüler. "Keşke onlar doğru yolda olsalardı!” bir çare bulabilselerdi, onunla azâbı def ederlerdi ya da azâbı gördükleri zaman hakka bir yol bilebilselerdi. Lev edâtı temenni içindir, yani doğru yolda olmalarını temenni ederlerdi. 65Onlara seslendiği günde: "Peygamberlere ne cevap verdiniz?” der. Âyetin tefsiri için bak:66 66O gün artık haberler onlara kör olmuştur. Onlar birbirine sormazlar. "Onlara seslenildiği günde: "Peygamberlere ne cevap verdiniz?” der” bu da birincisine atıftır, çünkü Allahü teâlâ onlara önce şirklerinden sorar, sonra da peygamberlere inanmamalarından. "O gün artık haberler onlara kör olmuştur” haberler körler gibi olmuştur; onlara yol bulamaz. Aslı, onlar haberlerden kör oldular şeklindedir; ancak mübalağa için ters çevrilmiştir, bir de şunu göstermek içindir ki, akla gelen şey ancak dışarıdan gelir; eğer onu şaşışırsa onu kafasında canlandıramaz. Haberlerden murat edilen şey, peygamberlere cevap verdikleri ya da onu da başkasını da içine alan genel bir şeydir. Peygamberler o gibi korkudan tutulur ve bilgiyi Allah'a havale ederlerse, artık ümmetlerinin ne kadar şaşacaklarını var sen hesap eyle! Amiyet fiilinin alâ ile geçişli kılınması, hafa (gizlilik) manasını içerdiği içindir. "Onlar birbirlerine sormazlar” birbirlerine cevabı sormazlar, çünkü dehşete kapılmışlardır ya da onun da kendisi gibi aciz olduğunu bilmektedir. 67Amma kim tevbe ve îman eder, iyi amel işlerse, onların muradına erenlerden olması umulur/kesindir. "Amma kim tevbe ederse” şirkten "ve îman eder, iyi amel işlerse” îmanla iyi ameli birleştirirse "onların muradına erenlerden olması umulur” Allah katında.” Asâ” (reca) fiilinin kullanılması büyüklerin adetine göre gerçektir (ricaları emirdir) ya da tevbe edenin umududur ki, iflâh olacağını bekleyebilir demektir. 68Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onlar için seçim yoktur. Allah onların şirk koştukları şeyden münezzeh ve pek yücedir! "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer” onu zorlayan ve ona engel olan yoktur. "Onlar için seçim yoktur” hiyere seçim demektir ki, tıyere veznindedir. Bunun dış anlamı onlar için baştan seçim olmadığıdır. Araştırıldığı zaman da durum öyledir. Çünkü kulun seçimi de Allah'ın irâdesi iledir, öyle sebeplere bağlıdır ki, onların onda hiç müdahalesi yoktur. Şöyle de denilmiştir: Maksat halkının hiçbirinin ona rağmen seçim hakkı yoktur. Bunun içindir ki, atıfsız gelmiştir (makâne). Şu rivâyet de onu destekler: Bu âyet onların "bu Kur'ân iki kentten büyük bir adama indirilseydi” (Zuhrûf: 31) demeleri üzerine indirilmiştir. Şöyle de denilmiştir: Mâ kâne lehüm'deki mâ mevsûledir, yahtaru'nûn mef'ûlüdür, râci zamir de hazf edilmiştir, mana da: Onlar için hayırlı yani iyi ve yararlı olanı seçer, demektir. "Allah münezzehtir” bir kimsenin onunla çekişmesinden yahut istediği şeyi irdelemesinden "ve pek yücedir şirk koştukları şeyden” şirklerinden ya da şirk koştukları şeylerden. 69Rabbin onların kalplerinin gizlediğini ve onların açıkladıklarını bilir. Âyetin tefsiri için bak:70 70O Allah'tır. Ondan başka ilâh yoktur. Önünde sonunda hamd (Övgü) onundur. Hüküm de onundur ve yalnız ona döndürüleceksiniz. "Rabbin onların kalplerinin gizlediğini bilir” Peygambere düşmanlık ve kin gibi "ve açıkladıklarını da bilir” ona dil uzatma gibi. "O Allah'tır” ibâdete müstahaktır, "ondan başka ilâh yoktur” ondan başka onu hak eden yoktur. "Önünde sonunda hamd onundur” çünkü peşin ve veresiye bütün nimetleri veren O'dur. Mü'minler dünyada olduğu gibi âhirette de ona hamd ederler, Meselâ şöyle: "Üzüntüyü bizden gideren Allah'a hamd olsun” (Fatır: 34). "Bize doğru vaatda bulunan Allah'a hamd olsun” (Zümer: 74). Bunu da ihsanını sevindikleri ve hamdinden zevk aldıkları için derler. "Hüküm onundur” her şeyde geçerli karar ona aittir, "yalnız ona döndürüleceksiniz” yeniden dirilmekle. 71De ki: Bana haber verin, eğer Allah geceyi kıyâmete kadar üzerinize sürekli kılarsa, size Allah'tan başka ışık getirecek ilâh kimdir? Dinlemeyecek misiniz? "De ki: Bana haber verin, eğer Allah geceyi üzerinize sürekli kılsa” devamlı kusa, bu, serd kökünden gelir ki, arka arkaya gelmektir, mim de zâittir, tıpkı dülâmis'de (şimşek) olduğu gibi. "Kıyamet gününe kadar” güneşi yerin altında tutmak yahut onu görünmeyen ufkun altında yürütmekle, "size Allah'tan başka ışık getirecek ilâh kimdir?” bunun hakkı (sözün gelişi) hel ilahın olmalı idi, men edâtı onların iddialarına göre ondan başka ilâhlar olduğuna binaendir. İbn Kesîr iki hemze ile bidıâeyni okumuştur. "Dinlemeyecek misiniz?” düşünür ve görürcesine. 72De ki: Bana haber verin, eğer Allah gündüzü üzerinize kıyâmet gününe kadar sürekli kdsa, size Allah'tan başka dinleneceğiniz geceyi getirecek ilâh kimdir? Görmeyecek misiniz? Âyetin tefsiri için bak:73 73O, rahmetinden geceyi ve gündüzü sizin için içinde dinlenmeniz ve lütfünden aramanız için kıldı. Şükredesiniz diye. "De ki: Bana haber verin, eğer Allah gündüzü üzerinize kıyâmet gününe kadar sürekli kılsa” onu göğün ortasında durdurmakla ya da ufkun üzerindeki yörüngede hareket ettirmekle "size Allah'tan başka dinleneceğiniz geceyi getirecek ilâh kimdir?” İşlerin yorgunluğundan dinlenmeniz için, belki de yukarıda olduğu gibi ışığı zikretmemesi şunun içindir; çünkü ışık bizatihi nimettir. Maksud bizzattır, gece ise öyle değildir. Bir de ışığın faydaları (karşıtı olan karanlıktan) daha çoktur. Bunun içindir ki, gündüzde dinlemeyecek misiniz, gecede ise "görmeyecek misiniz?", buyurmuştur. Çünkü akıl görmekten çok duymaktan istifade eder. "O rahmetinden geceyi ve gündüzü sizin için kıldı; onda dinlenmeniz için” gecede "ve lütfünden aramanız için” gündüzde, çeşitli kazançlarla. "Şükredesiniz diye.” Allah'ın bu husustaki nimetini bilirsiniz de ona şükredersiniz. 74Hatırla o günü ki, onlara seslenip: "İddia ettiğiniz ortaklarım nerede?” der. Âyetin tefsiri için bak:75 75Her ümmetten bir şâhit çıkarıp: "Kesin delilinizi getirin” dedik. Onlar da gerçekten” hak” Allah'ın olduğunu bildıler. Uydurdukları şeyler (putlar) da onlardan saptı (kaçacaklar). "Hatırla o günü ki, onlara seslenip: İddia ettiğiniz ortaklarım nerede, dedi?” bu da Allah'ın gazabını şirkten daha çok celp edecek bir şeyin olmadığını hatırlatmak için azar üstüne azardır. Ya da birincisi bozuk görüşlerini tespit etmek içindir, ikincisi de onun bir senede dayanmadığım, sadece heva ve hevese dayandığını açıklamak içindir. "Her ümmetten bir şâhit çıkardık” o da peygamberleridir, ne yaptılarsa onlara karşı şahitlik edecektir. "Biz de dedik” ümmetlere "kesin delilinizi getirin” Dîn diye tutturduğunuz şeyin doğruluğuna. "Onlar da bildiler” o zaman "hakkın Allah'a ait olduğunu” îlahlık hakkının, onda kimsenin ortak olmadığını. "Onlardan saptı” zâyi olmuş gibi kaybolup gitti "uydurdukları şeyler” ortaya koydukları bâtıllar. 76Şüphesiz Kârun, Mûsa kavminden idi; onlara karşı azgınlık etti. Ona o kadar hazineler verdik ki, gerçekten anahtarlarını taşımak kuvvetli bir topluluğa ağır gelirdi. Hani, kavmi ona: "Şımarma, şüphesiz Allah şımaranları sevmez” demişti. "Şüphesiz Kârun, Mûsa kavminden idi” amcası Yashar bin Kahes bin Lavi'nin oğludur. Ona îman edenlerden idi. "Onlara karşı azgınlık etti” onlardan üstün olduğunu iddia etti ve emri altına girmelerini istedi. Şöyle de denilmiştir: Bu da Fir'avn onu İsrâîl oğullarına Kral atadığı zaman oldu. Ya da onları kıskandı, çünkü rivâyete göre Mûsa aleyhisselâm'a: Peygamberlik senin, hahamlık Hârûn'un, benim neyim var? Ne zamana kadar sabredeceğim, dedi? Mûsa da: Bu, Allah'ın yaptığı bir şeydir, dedi. "Ona o kadar hazineler verdik ki,” saklı mallar "gerçekten anahtarları” sandıklarının anahtarları, mefatih kesr ile miftahm çoğuludur, o da açacak anahtar demektir. Hazineleri de denilmiştir, kıyasa göre bunun tekili meftahtır. "Güçlü topluluğa ağır gelirdi” bu inne'nin haberidir. Cümle de sıladır, o da "âtâ” fiilinin ikinci mef'ûlüdür. Nae bihil himlü yük ağır gelip belini eğdirmektir. Usbe ısabe'den gelir ki, kalabalık topluluktur, i'savsabu toplanmak manasınadır. Ye ile yenuu da okunmuştur, o zaman zamir (Kârun'a gider) muzâfa (mefatih'e) muzâfun ileyhin (Kârun'un) hükmü verilmiş (ve müzekker kılınmış) olur. "Hani, kavmi ona demişti” bu da tenuu fiili ile mensûbtur. "Şımarma” aşırı sevinme, dünyaya sevinmek kayıtsız şarttır kınanacak şeydir. Çünkü o dünya sevgisinin, ona râzı olmanın ve gitmesinden gâfil olmanın sonucudur. Çünkü onun zevki mutlaka gidicidir, üzülmeyi gerektirir, nitekim şâir şöyle demiştir: Bana göre en ağır keder şu sevinçtir ki, Sâhibi onun geçici olduğunu bile. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ "Size verdiğine sevinmeyin” (Hadid: 23) buyurmuştur. Burada sevinme yasağının illeti de onun Allah sevgisine mani olduğu gösterilmiştir: "Şüphesiz Allah, şımaranları sevmez” buyurmuştur. Yani dünyanın şatafatına sevinenleri demektir. 77Allah'ın sana verdiklerinde âhiret yurdunu ara. Dünyadan nasibini de unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et. Yeryüzünde fesat çıkarma. Şüphesiz Allah, fesatçıları sevmez. "Allah'ın sana verdiklerinde ara” verdiği zenginlikte "âhiret yurdunu” onu kazandıracak şeylere harcamakla, çünkü ondan maksat o yurda aracı olmasıdır. "Unutma” unutulmuş şey gibi "dünyadan nasibini” o da onun aracılığı ile âhireti elde etmektir, ondan da yeteri kadarını almaktır. "İhsan et” Allah'ın kullarına "Allah'ın sana ihsan ettiği gibi” verdiği nimetlerde. Şöyle de denilmiştir: Sana nimet verdiği gibi sen de şükür ve taatla iyilik et. "Yeryüzünde fesat arama” zulme ve taşkınlığa sebep olacak bir şey yapmakla, bu da onun yapmakta olduğu zulüm ve taşkınlığı men etmektedir, "Şüphesiz Allah, fesatçıları sevmez” işleri kötü olduğu için. 78Kârun: Bu, banabendeki ilim sayesinde verildi” dedi. Allah'ın, kendisinden önceki nesillerden kendisinden kuvvetçe daha çetin ve malca daha çok olan kimseleri helâk ettiğini bilmedi mi? Suçlular günahlarından sorulmazlar. "Kârun: Bu, bana bendeki ilim sayesinde verildi, dedi". Ben o sayede onlardan üstün oldum ve mal ve mevki itibarı ile de o üstünlüğü hak ettim. "Alâ ilmin” hâl yerindedir, o da Tevrat ilmidir. Kârun Tevrat'ı en iyi bilenleri idi. Kimya (Simya) ilmi olduğu da söylenmiştir. Ticaret, ziraat ve diğer meslek ilimleri olduğu da söylenmiştir. Yûsuf'un hazineleri ilmi olduğu da söylenmiştir. "İndî” lâfzı da ilmin sıfatıdır ya da utiytihu'ya mütealliktir, Meselâ: caze Hâza indi yani bu zannım ve kanaatimce câizdir, sözü gibi. "Allah'ın kendisinden kuvvetçe daha çetin ve malca daha çok olan kimseleri helâk ettiğini bilmedi mi?” Bu da kuvvetine ve malının çokluğuna gururlanmasına karşı şaşkınlık ve azarlama içermektedir, zira onu biliyordu; Tevrat'ı okumuş ve onu tarihçilerden duymuştu. Ya da o husustaki ilmini reddetmekle ilim ve ilimle böbürlenme iddiasını reddetmektedir yani onun yanında iddia ettiği gibi ilim mi vardır; bunu bilmedi de kendini helâk olanların düştüğü uçuruma attı demektir? "Suçlular günahlarından sorulmaz". Bu, öğrenme sorusudur, çünkü Allahü teâlâ onlardan haberdardır ya da sitem sorusudur, çünkü onlara ansızın azâp edilir. Sanki Kârun kendinden önce daha zengin ve daha güçlü olanların helâk edilmesiyle tehdit edilince bunun onlara hâs olmadığını, bilâkis Allah'ın bütün suçlulardan haberdar olduğunu, şüphesiz hepsini cezalandıracağını beyan etmekle bunu te'kit etti. 79Kârun ziynetinin içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler: "Keşke bizim de Kârun'a verilen gibi (malımız) olsaydı. Şüphesiz o, gerçekten büyük bir şansa sahiptir,” dediler. "Kârun ziynetinin içinde kavminin karşısına çıktı” dediklerine göre o gri bir katırın üzerinde çıktı, kendinin üzerinde mor kadife, katırın üzerinde de altın bir çul vardı. Yanında da aynı kıyafette dört bin kimse vardı. "Dünya hayatını isteyenler, dediler” insanların öyle istekleri üzere "keşke bizim de Kârun'a verilen gibi malımız olsa!” onun benzerini temenni ettiler, aynısını istemediler, çünkü kıskançlıktan çekmiyorlardı. "Şüphesiz o, gerçekten büyük bir şansa sahiptir” dünyalıktan. 80Kendilerine ilim verilenler ise: Yazıklar olsun size, îman eden ve iyi amel işleyen için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Ona ancak sabredenler kavuşturulur, dediler. "Kendilerine ilim verilenler ise dediler” âhiretin hâllerini bilenler temenni edenlere dediler (yazıklar olsun size) helâk bedduasıdır, istenmeyen şeyden men etmek için kullanılır "Allah'ın sevabı” âhirette "îman eden ve iyi amel işleyen için daha hayırlıdır” Kârun'a verilenden hatta dünyadan ve dünyadaki şeylerden. (Ona kavuşturulmaz) buradaki zamir ulemanın konuştuğu kelâma râcidir ya da sevaba dönüktür, çünkü o mesubet manasınadır ya da cennete ya da îman ve iyi amele râcidir. Çünkü bu ikisi siyret ve tarikat (davranış ve yol) manasınadır. "Ancak sabredenler kavuşturulur” taatları yapmaya ve isyanları terk etmeye sabredenler. 81Biz de onu ve konutunu yere geçirdik. Ona Allah'tan başka yardım edecek bir grup olmadı. Öç alanlardan da olmadı. "Biz de onu ve konutunu yere geçirdik” rivâyete göre o, her zaman Mûsa aleyhisselâm'a eziyet ederdi, o ise akrabalığından dolayı onu idare ederdi. Sonunda zekât emri indi. Onunla binde bir üzerinde anlaştı, o da hesap etti, bunu çok gördü. Mûsa'yı İsrâîl oğulları arasında rezil etmeyi planladı, onu terk etmelerini istedi. Fahişe bir kadına para verdi, Mûsa'ya iftira atmasını istedi. Bayram günü olunca Mûsa hutbe vermeye kalktı: Hırsızlık edenin elini keseriz, evli olmayarak zina edene değnek cezası veririz, evli olarak zina edeni de recm ederiz, dedi. Kârun: Sen olsan da mı, dedi? O da: Ben olsam da, dedi. O da: İsrâîl oğulları senin filanca kadınla zina ettiğini söylüyorlar, dedi. Mûsa aleyhisselâm da kadına yemin verdirdi, doğru söylemesini istedi. O da: Sana iftira etmem için Kârun bana mal verdi, dedi. Mûsa onu Rabbine şikâyet etmek üzere secdeye kapandı. Allah ona yere istediği şeyi emretmesini vahyetti. Mûsa da: Ey yer, onu yakala, dedi; dizlerine kadar yere battı. Sonra: Ey yer, onu yakala, dedi; o da beline kadar yere battı. Sonra: Ey yer, onu yakala, dedi; o da boğazına kadar battı. Sonra: Ey yer, onu yakala, dedi. O da tamamen yere battı. Kârun bu durumda yalvarıyordu; ona merhamet etmedi. Allah ona: Ne katı yüreklisin, senden defalarca merhamet istedi; ona merhamet etmedin. İzzet ve celalime yemin ederim ki, benden bir defa merhamet istese idi, ona merhamet ederdim, dedi. Sonra İsrâîl oğulları: Malına mirasçı olmak için böyle yaptı, dediler. O da Allah'a dua etti, evi de malları da yere battı. "Ona yardım edecek bir grup olmadı” fiet kelimesi feevtü re'sehu (başını eğdirdim) deyiminden gelir. "Allah'tan başka ona yardım edecek” azabını ondan def edecek. "Öç alanlardan da olmadı” onu engelleyemedi, bu da nasarahu min adüvvihi fentesara kavlinden gelir ki, birini bir şeyden men etmek ve karşılık vermesine mani olmaktır. 82Dün onun yerinde olmayı temenni edenler: "Vay, demek ki, Allah, kullarından dilediğine rızkı genişletir ve daraltırmış. Eğer Allah bize tütfetmese idi, elbette bizi de yere geçirirdi. Vay demek ki, kâfirler iflâh olmazmış! "Dün onun yerinde olmayı temenni edenler” hemen daha yakın zaman önce: "Vay, demek ki, Allah, kullarından dilediğine rızkı genişletir ve daraltırmış” irâdesine göre böyle yaparmış, yoksa bolluğu gerektiren saygınlık, darlığı gerektiren değersizlikten dolayı değil. Veykeenne lâfzı taaccüp için vey ile teşbih için keenne'den mürekkeptir, Mana da şöyledir: Durum şuna ne kadar benziyor ki, Allah geniş rızık verirmiş! Şöyle de denilmiştir: Veyke veyleke manasınadır, takdiri de: Veyke a'lemü ennallahe'dir. "Eğer Allah bize lütfetmese idi” bize temenni ettiğimiz şeyi verse idi "bizi de yere geçirirdi” ona yaptığını bize de yaparak. Hafs hı'mn ve sin'in fethi ile (lehasefe) okumuştur. "Vay demek ki, kâfirler iflâh olmazmış!” Allah'ın nimetine nankörlük edenler ya da peygamberlerini ve onlara va'dedilen âhiret sevabını yalan sayanlar. 83İşte âhiret yurdu, biz onu yeryüzünde ne büyüklük ne de fesat istemeyenlere veririz. Akibet takva sahiplerinindir. (İşte âhiret yurdu) büyütmek için işarettir, sanki: Haberini duyduğun ve niteliği sana ulaşan bu şey, demektir, "dâr” lâfzı da sıfattır, haber de (biz onu yeryüzünde ne büyüklük isteyenlere) üstünlük ve zorbalık isteyenlere "ne fesat isteyenlere veririz” insanlara zulüm etmek istemeyenlere veririz, nitekim Fir'avn ile Kârun istemişlerdi. "Akibet” istenilen akibet "takva sahiplerinindir” Allah'ın râzı olmadığı şeylerden sakınanlarındır. 84Kim iyilikle gelirse, onun için ondan daha hayırlısı vardır. Kim de kötülükle gelirse, kötülük yapanlar ancak yaptıkları ile cezalanırlar. "Kim iyilikle gelirse, onun için ondan daha hayırlısı vardır” zât, miktar ve sıfat bakımından, "kim de kötülükle gelirse, kötülükleri yapanlar cezalanmazlar” burada zamirin yerine zahirin konulması, kötülüğün onlara tekrar isnat edilmesiyle hâllerini sert bir dille eleştirmek içindir "ancak yaptıkları ile cezalanırlar” ancak yaptıklarının misli ile cezalanırlar. Burada misi hazf edilmiş, mâ kânu yamelun onun yerine geçirilmiştir. Bu da misilde mübalağa etmek içindir. 85Şüphesiz Kur'ân'ı sana farz eden, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: "Rabbim, hidâyetle geleni ve apaçık sapıkhkta olanı daha iyi bilendir". "Şüphesiz Kur'ân'ı sana farz eden” okumasını, tebliğini ve içindeki ile ameli sana vâcip kılan "seni dönülecek yere döndürecektir” hem de en mükemmel dönülecek yere! O da seni yükselteceğini va'dettiği Makam-ı Mahmut'tur. Ya da orada yaşamaya alıştığın Mekke'dir ki, fetih günü oraya döndürmüştür. Sanki güzel akibetin müttekılere olacağına hükmedip de bunu da iyilik edenlere vaat ve kötülük edenlere de tehdit ile te'kit edince, iki yurtta da güzel sonucun kendinin olacağım vaadetmiştir. Rivâyete göre hicret esnasında Cuhfe mevkiine varınca kendinin ve atalarının doğduğu yere sıla özlemi duydu, âyet de bunun üzerine indi. "De ki: Rabbim hidâyetle geleni daha iyi bilendir” sevap ve yardımı hak edeni çok iyi bilir. Men edâtı a'lemü'nün tefsir ettiği bir fiille mensûbtur. "Ve apaçık sapıklıkta olanı” azâbı ve zilleti hak edeni (iyi bilendir). Bundan da kendisi ile müşrikleri kast etmiştir. Bu da geçen vaadi tespit etmektedir, tıpkı şunun gibi: 86Sana kitap indirileceğini ummuyordun, ancak Rabbinden bir rahmet olarak (indirildi). Öyleyse kâfirlere asla arka çıkan olma! "Sana kitap indirileceğini ummuyordun” yani seni döneceğin yere döndürecektir, tıpkı ummadığın hâlde sana kitap indirdiği gibi "ancak Rabbinden bir rahmet olarak". Fakat ondan bir rahmet olarak indirdi. "İllâ rahmeten"in manaya göre istisna olması câizdir, sanki: Kitap sana ancak rahmet olarak indirilmiştir, demiş gibidir. "Öyleyse kâfirlere asla arka çıkma” onlara müdara etmek (iyi geçinmek), onlara katlanmak ve isteklerini yerine getirmekle (böyle yapma). 87Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra seni onlardan asla çevirmesinler. Rabbine davet et ve müşriklerden olma. "Seni Allah'ın âyetlerinden çevirmesinler” onları okumaktan ve onlarla amel etmekten "sana indirildikten sonra” esadde'den getirerek yusıddünneke de okunmuştur. "Rabbine davet et” ibâdetine ve tevhidine "ve müşriklerden olma” onlara yardım ederek. 88Allah ile beraber başka bir İlâha tapma. Ondan başka ilâh yoktur. Onun zâtı dışında her şey yok olacaktır. Hüküm onundur ve yalnız ona döndürüleceksiniz. "Allah ile beraber başka bir İlâha tapma” bu da bundan önceki de Efendimiz'i teşviktir, müşriklere yardım etme ihtimalini kesmektedir. "Ondan başka ilâh yoktur. Onun zâtı dışında her şey yok olacaktır” ancak zâtı yok olmayacaktır. Çünkü ondan başkası mümkündür, haddi zatında yoktur. "Hüküm onundur” halkında geçerli karar onundur, "yalnız ona döndürüleceksiniz” hak ile karşılığını görmek için. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den: Kim ta sin mim Kasas sûresini okursa, Mûsa'ya inanan ve inanmayanların sayısı kadar ona mükâfat verilir ve göklerde ve yerde ne kadar melek varsa kıyâmet gününde sadık (doğrulardan) olduğuna şahitlik eder. |
﴾ 0 ﴿