34 / SEBE' SÛRESİ

Mekke'de inmiştir.

Ancak "veyereliezine utul ilme” ayetinin Mekkî olmadığı söylenmiştir.

54 âyettir.

1

 Övgü Allah'a mahsustur. O ki, göklerde ve yerde ne varsa onundur. Âhirette de övgü onundur. O, hikmet sâhibidir, her şeyden haberdardır.

"Övgü Allah'a mahsustur. O ki, göklerde ve yerde ne varsa onundur” yaratılmış ve nimet olarak. Dünyada övgü ona mahsustur, çünkü kudreti mükemmel ve nimeti tamdır. (Âhirette de övgü onundur) çünkü âhiretteki şeyler de öyledir. Bu, mukayyedin mutlaka atfı kabilinden değildir; çünkü onun dünyada nimet veren olduğunu gösteren sıfat onun orada (dünyada) olduğunun kaydıdır. Sılanın (lehunun) başa alınması ihtisas içindir (mevsûfun özellikle sıfatla nitelendiğini gösterir). Çünkü dünyadaki nimetler övgüyü o nimetlerle hak edenin vasıtasıyla olabilir, âhiret nimetleri ise öyle değildir (arada vasıta yoktur). "O, hikmet sâhibidir” ki, iki dünyanın işini muhkem yapar "her şeyden haberdardır” eşyanın içini bilir.

2

 Yere gireni, yerden çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. O, çok merhametlidir, çok bağışlayıcıdır.

"Yere gireni bilir” Meselâ yağmur gibi ki, bir yerden girer, başka yerden kaynayarak çıkar. Gömüler, defineler ve ölüler de öyledir.

"Ondan çıkanı da bilir” hayvanlar, bitkiler, maden filizleri ve pınar suları gibi.

"Gökten ineni bilir” melekler, kitaplar, kaderler, rızıklar, çiyler (küçük su damlacıkları) ve yıldırımlar gibi.

"Ona çıkanı da bilir” melekler, kulların amelleri, buharlar ve dumanlar gibi.

"O, çok merhametlidir, çok bağışlayıcıdır” o kadar çok nimetine şükürde kusur edenleri ya da sayısız nimetlere nâil olduğu hâlde âhiret işlerinde kusur edenleri.

3

 Kâfirler: Bize kıyâmet gelmez, dediler. De ki: Hayır, görünmeyeni bilen Rabbime yemin ederim ki, size elbette gelecektir. Ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığında bir şey ndan kaçmaz. Ne bundan küçük ne de bundan büyük varsa, ancak apaçık kitaptadır.

"Kâfirler: Bize kıyâmet gelmez, dediler". Onun gelmesini inkârdır ya da o vaad ile alay ederek geciktiğini söylemektir.

"De ki: Hayır,” bu da sözlerini red ve olumsuz kıldıklarını olumlu kılmaktır.

"Görünmeyeni bilen Rabbime yemin ederim ki,” bu da olumlu kılınan şeyin kasemle te'kit edilerek ve yemin edilen Rabbin sıfatını ikrar ederek tekrarıdır. Bu sıfatlar da o şeyin mümkün olduğunu tespit edip akıldan uzak gördükleri şeyi de bertaraf etmektedir. Bu da defalarca geçmiştir. Hamze ile Kisâî mübalağa için allamil okumuşlardır. Nâfi', İbn Amr ve Rüveys de ref ile alimül ğayb okumuşlardır ki, mahzûf mübtedanın haberi olur yahut mübteda’dır, haberi de (ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şey ndan kaçmaz) cümlesidir. Kisâî de kesr ile layazibü okumuştur. (Ne bundan küçük ne de bundan büyük varsa, ancak apaçık bir kitaptadır). Bu da gözden kaçmadığım te'kit eden cümledir. Bu ikisi mübteda olarak merfû’dur, cinsi nefy etmek üzere feth ile okunuşu da (vela asğara) bunu teyit eder. Merhum mıskala, meftuhun da gayri munsarif mülahazasıyla zerreye atfı câiz değildir, çünkü istisna buna manidir (o zaman Levh-i Mahfûz'daki de ona gâip olmuş olur ki, yanlıştır). Ancak anhü'deki zamir gaybe gönderilir ve Levh-i Mahfûz'da tespit edilen ona bakanlar için açık olduğundan onun dışında kabul edilirse, istisna buna mani olmaz. O zaman mana şöyle olur: Gâipten hiçbir şey ndan kaçmaz ancak Levh-i Mahfûz'da satır satır yazılan hariç (zaten o da gâip değildir).

4

 Îman edip iyi şeyler yapanları mükâfatlandırması için. İşte onlar için bir bağış ve hoş bir rızık vardır.

Âyetin tefsiri için bak:5

5

 Bizi aciz bırakacaklarını sanarak âyetlerimize saldıranlar var ya, işte onlar için pek acıklı murdar bir azâp vardır.

"Îman edip iyi şeyler yapanları mükâfatlandırması için” bu da "elbette size gelecektir” sözünün gerekçesi ve gelmesini gerektiren şeyin de açıklamasıdır.

"İşte onlar için bir bağış ve hoş bir rızık vardır” onda zorluk ve başa kakma yoktur.

"Âyetlerimize koşanlar” iptal etmek ve halkın gözünden düşürmek için "bizi aciz bırakacaklarını sanarak” bizi geride bırakarak elimizden kaçmak isteyerek. İbn Kesîr ile Ebû Amr muciziyne okumuşlardır ki, isteyeni îmandan geri koyarak demek olur.

"İşte onlar için murdar bir azâp vardır” kötü bir azâp "pek acıklı” İbn Kesîr, Ya'kûb ve Hafs ref ile (elimün) okumuşlardır.

6

 Kendilerine ilim verilenler, sana indirilen şeyin, onun, Rabbinden bir hak olduğunu ve mutlak gâlib, övgüye lâyık (Allah'ın) yoluna ilettiğini görürler.

"Kendilerine ilim verilenler görürler” ashaptan ve onlara taraftar olan ümmetten ilim sahipleri bilirler ya da kitap ehlinin Müslümanları bilirler "Rabbinden sana indirilen şeyin” Kur'ân'ın (hak olduğunu bilirler). Kim Merfû' olarak elhakku okursa, hüve mübteda’dır, elhakku da haberidir, bu isim cümlesi de yera fiilinin ikinci mef'ûlüdür. O (yerellezine) kavli merfû’dur, yeni söz başıdır; ilim adamlarının âyetleri iptal etmeye koşan Câhillere karşı şâhit olduklarım bildirmek içindir. Mensûb olup liyecziye'nin üzerine ma’tûf olduğu da söylenmiştir ki, mana şöyle olur: Kıyamet kopacağı zaman ilim adamları delille bildikleri gibi o şeyin gözle görülen bir gerçek olduğunu da bilsinler.

"Ve mutiak gâlip, övgüye lâyık Allah'ın yoluna ilettiğini görürler” o yol da tevhidtir ve takva zırhına bürünmektir.

7

 Kâfirler:

"Size bir adam gösterelim mi ki, tamamen parçalandığınız zaman şüphesiz sizin yeni bir yaratılışta olacağınızı haber veriyordediler.

"Kâfirler dediler:” birbirlerine "size bir adam gösterelim mi?” Muhammed aleyhis-salâtü ves-selâm'ı kast ediyorlar.

"Size haber veriyor” en acayip şeyi anlatıyor "tamamen parçalandığınız zaman şüphesiz sizin yeni bir yaratılışta olacağınızı haber veriyor” cesetleriniz parçalanıp da toprak olduğu zaman yeniden yaratılacağınızı haber veriyor. İza zarfının başa alınması yeniden dirilmenin uzak olduğunu göstermek ve mübalağa etmek içindir. Âmili de mahzûftur, mabadi onu göstermektedir. Çünkü mâ-kabli (yünebbiüküm) ona (parçalanmaya zaman bakımından) yakın değildir, mabadi de (izadan sonrası) kendinin muzâfun ileyhidirya da araya inne girmiştir. Mümezzek'un da ism-i mekân olabilir ki, manası parçalandığınız ve sel sizi her tarafa götürdüğü ve sağa sola attığı zaman demektir, cedid de İsm-i fâ'il manasınadır, cedde'den gelmektedir, hadid'in hadde'den geldiği gibi ya da cedid ismi mef'ûl manasınadır ki, cedden nessacu essevbe (dokumacı kumaşı kesti) demektir.

8

 "Allah'a karşı yalan mı uydurdu yoksa onda delilik mi var?” Hayır, âhirete inanmayanlar azapta ve uzak bir sapıklıktalar.

"Allah'a karşı yalan mı uydurdu yoksa onda delilik mi var?” delilik de bunu aklına o mu getiriyor ve diline düşürüyor? Onların Peygamberin doğruluğuna inanmadıkları hâlde onu (deliliği) iftiranın alternatifi saymaları doğrulukla yalanın arasında bir aracı (kademe) olduğuna delil sayılmıştır; o da haber verilen şey hakkında basiretle olmayan her haberdir ki, bunun da zayıflığı açıktır. Çünkü iftira yalandan daha özel bir şeydir.

"Hayır, âhirete inanmayanlar azapta ve uzak bir sapıklıktalar". Bu da Allah'tan onların tereddütlerini reddir ve yalanın iki kısmından daha feci bir şeyin olduğunu ispattır. O da doğrudan çok uzak olan sapıklıktır ki, ondan ve onun götüreceği azaptan kurtuluş yoktur. Onların azaba düşmelerinin sapıklığa düşmeleri ile eş zamanlı ve ondan önce kılınması da bunu hak ettiklerini mübalağa etmek içindir (azaba daha sonra düşecekken şimdiki sapıklıkları da azâp kabul edilmiştir). Uzaklık aslında sapığın sıfatıdır; sapıklığa sıfat kılınması mecâzîdir (doğrudan o kadar uzaklar ki, sapıklık da ondan uzaklaşmıştır).

9

 Önlerindeki ve arkalarındaki göğe ve yere bakmıyorlar mı? Eğer dilersek onları yere geçiririz yahut üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda Allah'a dönen her kul için elbette bir ibret vardır.

"Önlerindeki ve arkalarındaki göğe ve yere bakmadılar mı? Eğer dilersek onları yere geçiririz yahut üzerlerine gökten parçalar düşürürüz". Allah'ın sonsuz kudretine delâlet eden ve buna ihtimali olan şeyi hatırlatmadır; bu da ölüyü diriltmeyi imkânsız gördüklerinden onu iftira saymalarını izale etmek ve bundan dolayı tehdit etmek içindir.

Mana da şöyledir: Kör mü oldular da gökten ve yerden çevrelerini saran şeye bakmadılar; düşünmediler mi onları yaratmak mı daha çetindir yoksa göğü yaratmak mı? Eğer istese idik delillerle açığa çıkan âyetleri yalanladıkları için onları yere geçirirdik yahut üzerlerine gökten parçalar düşürürdük. Hamze ile Kisâî ye ile yeşe' ve yahsif okumuşlardır, bunda da eftera alallahi lâfzını dikkate almışlardır. Hafs da sin'i harekeleyerek kisefen okumuştur.

"Şüphesiz bunda elbette vardır” bir delâlet "Allah'a dönen her kul için” Rabbine tekrar gelen için, çünkü onu çok düşünür (ondan istifade eder).

10

 Yemin olsun, gerçekten Dâvûd'a bizden bir lütuf verdik.

"Ey Dağlar ve kuşlar, onunla beraber tespihi tekrarlayındedik. Ona demiri yumuşattık.

"Yemin olsun, gerçekten Dâvûd'a bizden bir lütuf verdik” diğer peygamberlere karşı, o da az sonra anlatılacaklardır.

Ya da insanlara karşı demektir ki, bunun içine peygamberlik, kitap, mülk ve güzel ses de girer.

"Ey dağlar, onunla beraber tekrarlayın” tespihi yahut günaha ağlamayı. Bu da onlarda ya sesi gibi bir ses yaratmakla ya da bunların onu (Dâvûd'u) onlardaki şeyi tespihe zorlaması iledir ya da o nerede giderse siz de beraber gidin demektir. Evvibi okunmuştur ki, evb'den gelir yani o tespihe döndükçe siz de dönün demektir. Bu evvibi lâfzı fadlen'den yahut ateyna'dan kavl yahut kulna (dedik) lafzım gizlemekle bedeldir. (Ve kuşlar) bu da ya cibalü lâfzının mahalline atıftır. Cibalü'nün lâfzına atfen Merfû' okunması da bunu destekler. O zaman temeldeki zam harekesi irab harekesine benzetilmiş olur ya da fadlen'e atıftır yahut evvibi'nin mef'ûlu maahidir. Buna göre refi hâlinin evvibi'deki zamire atıf dolayısıyla olması câiz olur. Nazmın aslı şöyledir: Velekad ateyna davude minna fadlen te'vibel cibali vettayri. Bununla (Kur'ân'daki ile) değiştirilmesi daha doyurucu olmasından ve şânını, büyüklüğünü ve saltanatını daha çok göstermesindendir. Çünkü dağlar ve kuşlar akıllı insanlar gibi kabul edilmiş ve irâdesine itâat etmişlerdir.

"Ona demiri yumuşattık” onu elinde mum gibi yaptık; ısıtmadan ve çekiçle dövmeden istediği şekilde evirip çevirirdi ya da bunu kuvvetiyle yapardı.

11

 Bol bol zırh yap ve dokumada ölçüyü gözet. Ey Dâvûd hanedanı, iyi işler yapın Şüphesiz ben yaptıklarınızı görmekteyim.

 (Yap diye verdik) ona yapmasını emrettik, en edâtı müfessiredir ya da mastariyedir,

"bol bol zırhlar” geniş zırhlar. Sad ile sabiğatin de okunmuştur. İlk zırh yapan Dâvûd aleyhisselâm'dır.

"Dokumada ölçüyü gözet” öyle ki, halkalar uyumlu olsun ya da çivilerini gereği gibi yap; ince yapma, oynar, kalın yapma yırtar. Bu görüş zırhının çivili olmamasıyla reddedilmiştir.

"Demiri ona yumuşattık” kavli de bunu destekler. (İyi işler yapın) çoğul zamiri Dâvûd ile ailesine gitmektedir.

"Şüphesiz ben yaptıklarınızı görmekteyim” ona göre karşılığını veririm.

12

 Süleyman'a da rüzgârı (musahhar kıldık). Onun sabah gidişi bir aydır, akşam dönüşü de bir aydır. Onun için erimiş bakır pınarını akıttık. Cinlerden kimi de, Rabbinin izni ile önünde çalışır. Onlardan kim emrimizden saparsa, ona alevli ateş azabını tattırırız.

"Süleyman'a da” yani ona da rüzgârı musahhar kıldık, emrine verdik. Merfû' olarak erriyhü de okunmuştur ki,li süleymanerriyhu müsahharatün demektir. Çoğul olarak riyah da okunmuştur.

"Onun sabah gidişi bir aydır, akşam dönüşü de bir aydır” öğleden önce bir aylık, öğleden sonra da bir aylık yol kat eder. Ğudvetüha ve ravhatüha şeklinde de okunmuştur.

"Onun için erimiş bakır pınarını akıttık” onu madeninden akıttı, pınardan su kaynar gibi kaynadı. Bunun içindir ona pınar lâfzını kullanmıştır. Bu da Yemen'de idi. (Cinlerden kimi de önünde çalışırdı) bu da rih lâfzına atıftır ve minel cinni de mukaddem hâl’dir ya da mübteda ile haberden oluşmuş cümledir.

"Rabbisinin izni ile” onun emri ile.

"Onlardan kim saparsa” yoldan çıkarsa "emrimizden” Süleyman'a itâat emrimizden demektir. Ezağa'dan meçhul kalıbı ile yüzağ da okunmuştur.

"Ona alevli ateş azabını tattırırız” âhiret azabını.

13

 Onun için kalelerden, heykellerden, havuzlar gibi / kayık tabaklardan ve sâbit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvûd hanedanı, şükür için çalışın! Kullarımdan şükredenler azdır.

"Onun için kalelerden yaparlardı” sağlam kaleler, kıymetli evler, onlara mihrab denilmesi onların uğruna harp yapıldığı içindir.

"Heykellerden” suretlerden yani ibâdet yapar şekilde melek ve peygamber heykelleri yaparlardı. Bu da insanları onlar gibi ibâdete teşvik etmek içindi. Heykellerin haram olması yeni bir hükümdür.

Rivâyete göre onlar Süleyman için tahtının aşağı kısmında iki aslan, yukarı kısmında da iki kartal heykeli yaptılar. Çıkmak istediği zaman aslanlar kollarını açar, oturmak istediği zaman da kartallar kanatlarıyla ona gölge yaparlardı.

"Havuzlar gibi tabaklardan” büyük havuzlar gibi, cabiye cibÂyetten (toplamaktan) gelir, sonradan daha çok havuz için kullanılmıştır, Meselâ dâbbe gibi.

"Ve sâbit kazanlardan” üçtaş üzerinde duran, büyük olduğu için indirilmeyen demektir.

"Ey Dâvûd hanedanı, şükür için çalışın” bu da onlara denen şeyin hikâyesidir. Şükren de mef’ûlün leh olarak mensûbtur yani ona şükür için amel ve ibâdet edin demektir ya da mef’ûlün mutlak olarak mensûbtur, çünkü çalışmakta da şükür manası vardır ya da amel'in sıfatıdır (amelen şükren) ya da hâl’dir (şakiriyne) yahut mef’ûlün bihtir (i'melu şükren, şükür edin). "Kullarımdan şükredenler azdır” çok vakitlerinde kalbi, dili ve organlarıyla şükrü eda edenler azdır. Bununla beraber onlar da tam yerine getiremezler. Çünkü şükre muvaffak olmak da başka bir şükür isteyen bir nimettir, bu da sonsuza kadar gider. Bunun içindir ki: Şükreden şükürden aciz olduğunu bilendir, denilmiştir.

14

 Ona ölümü hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü onlara ancak asasını yiyen ağaç kurdu (güve) gösterdi. Ne zaman ki, düştü, cinler bildiler ki, eğer gaybi bilselerdi, o aşağılayıcı azabın içinde durmazlardı.

"Ona ölümü hükmettiğimiz zaman” Süleyman'a "onun ölümünü onlara göstermedi” cinlere yahut ailesine göstermedi "ancak dâbbetülarz” gösterdi. Yani güve ki, fiiline nispet edilmiştir. Kanın fethi ile araza da okunmuştur ki, ağacın onun fiilinden etkilenmesidir (çürümesidir). Aradatil aradatül haşebete ardan fearıdat aradan (kurt ağacı yedi, ağaç da ondan etkilendi) denir, tıpkı ekeletil kavadihul esnane eklen feekilet ekelen (kurtlar dişi yedi, onlar da çürüdü) kavlinde olduğu gibi. (Asasını yiyen) minsee, rıese'tül baîre deyiminden gelir ki, deveyi sopa ile uzaklaştırmaktır. Mîm'in fethi ve hemzeyi de şaz olarak elife kalb ve hazf ederek de (mensatehu, mensetehu) okunmuştur. Mif'âle vezninde minsatehu da okunmuştur ki, mîdaet yerine mîdat okunması gibi. Min se'tihi de okunmuştur ki, asanın ucundan yiyen kurt demektir. Bu da se'tül kavse (yayı eğdim) deyiminden gelir, bunda da iki lügat vardır, kıha ve kaha (sie ve see) gibi. Nâfi' ile Ebû Amr hemze yerine elifle minsatehu okumuşlardır. İbn Zekvân da sâkin hemze ile (minse'tehu) okumuştur. Hamze de vakfettiği zaman hemzeyi belli belirsiz okumuştur.

"Ne zaman ki, düştü, cinler bildi". Cinler önce karıştırdıktan sonra bildiler ki,

"eğer gaybi bilselerdi, o aşağılayıcı azabın içinde durmazlardı". Eğer onlar iddia ettikleri gibi gaybi bilselerdi, düştüğü zaman öldüğünü bilirlerdi ve yılsonuna kadar emrinde çalışmazlardı ya da zaharatil cinnü (cinler göründü) demektir, en de maba'di ile birlikte ondan bedel olur yani görüldü ki, cinler gaybi bilselerdi o azapta kalmazlardı. Olay şöyle gelişmiştir: Davut, Mûsa'nın çadırının yerinde Beytülmukaddes'i tesis etti, o ikisine selâm olsun. Onu tamamlamadan öldü. Oğlu Süleyman'a onu vasiyet etti. O da bu iş için cinleri çalıştırdı. Henüz bitmemişti ki, eceli geldi, kendisine bildirildi. O da binayı tamamlamak için ölümünü onlardan sakladı. Onları çağırdı, üzerine kristal bir köşk yaptılar, kapısı yoktu. Kalktı, asasına yaslanarak namaz kılmaya başladı. Ona yaslanmış vaziyette rûhu kabz edildi. O şekilde kaldı, sonunda güve asasını içinden kemirdi, o da düştü. Sonra onu açtılar ve ölüm vaktini tespit etmek istediler. Asanın içine bir güve koydular. Bir gün bir gece yedi, onu hesap ettiler, bir yıl önce öldüğünü öğrendiler. O zaman elli üç yaşında idi. Kral olduğu zaman da on üç yaşında idi. Krallığının dördüncü yılında da Beytülmukaddes'i yapmaya başladı.

15

 Yemin olsun, gerçekten Sebe' için yurtlarında bir ibret vardır, sağdan ve soldan iki bahçe. Onlara: Rabbinizin rızkından yiyin ve ona şükredin. Hoş bir ülke ve çok bağışlayıcı bir Rabb, denilmişti.

"Yemin olsun Sebe’ için vardı” Sebe' bin Yeşcüb bin Yamur bin Kahtan için. İbn Kesîr ile Ebû Amr onu gayri munsarif yapmışlardır, çünkü o kabile ismi olmuştur. İbn Kesîr'den hemzesini elife kalp ettiği rivâyet edilmiştir. Belki de o, belli belirsiz okumuştur, ravi ise tam aktaramamıştır. (Yurtlarında) Oturdukları memlekette. O da Yemen'de 'rib bölgesidir. Onunla Sana arasında üç günlük yol vardır. Hamze ile Hafs tekil ve kâfin da fethi ile (mesken) okumuşlardır. Kisâî de mescid ve matli' gibi şazlara kıyas ederek kesr ile (meşkin) okumuştur.

"Bir ibret vardır” serbest irâdesine göre iş yapan, istediği acayip şeylere gücü yeten, iyilik edeni ödüllendiren ve kötülük edeni cezalandıran bir Yaratıcının varlığına delâlet eden ve geçen burhanı destekleyen bir işâret vardır, Meselâ Dâvûd ile Süleyman kıssalarında olduğu gibi. O ikisine salât ve selâm olsun. (İki bahçe) bu da ayetün'den bedeldir ya da mahzûf mübtedanın haberidir, takdiri: El- ayetti cennetani demektir. Medh üzere nasb ile de okunmuştur (cenneteyni). Maksat iki bahçeler topluluğudur,

"sağdan ve soldan” bir topluluk memleketlerinin sağında, bir topluluk da solundadır. Her biri diğerine yakın ve iç içe olduğu için sanki bir bahçe gibidir ya da her adamın meskeninin sağında ve solunda olmak üzere iki bahçesi vardır demektir.

"Rabbinizin rızkından yiyin ve ona şükredin” bu da peygamberlerinin yahut hâl dillerinin onlara dediğinin hikâyesidir yahut da onlara böyle denilmesini hak ettiklerini göstermektedir.

"Hoş bir ülke ve çok bağışlayıcı bir Rabb” denilmişti. Bu da şükrü gerektiren şeyi göstermek üzere yeni söz başıdır yani rızkınızı temin ettiğiniz bu ülke hoş bir ülkedir ve size rızık veren ve sizden şükretmenizi isteyen Rabbiniz kendisine şükredenin kusurlarını çok bağışlayan bir Rabb'tir. Hepsi medih üzere beldeten, tayyibeten ve rabben gamran da okunmuştur. Oranın en verimli ve en hoş ülke olduğu, onda hiçbir afet ve haşeratın olmadığı da söylenmiştir.

16

 Yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların iki bahçelerini ekşi yemişli, acı ılgınlı ve az bir şey de Arabistan kirazından (olmak üzere) iki bahçe ile değiştirdik.

"Yüz çevirdiler” şükürden "biz de üzerlerine Arim selini gönderdik". Büyük bir sel gönderdik demektir ki, bu da arimer recülü deyiminden gelir, adam kötü ve sert huylu olmaktır.

Ya da şiddetli yağmur seli yahut köstebek seli demektir. Köstebek seli denilmesi Kraliçe Belkıs'ın yaptırdığı barajı delmesindendir. Baraj Şihr vadisinin suyunu tuttu, ona ihtiyaca göre bir de kapak konulmuştu.

Ya da kanal selini gönderdik demektir ki, o set bir baraj teşkil etmişti. Bu durumda arim, arime'nin çoğulu olur ki, o da yığılmış taş demektir.

Şöyle de denilmiştir: Arim selin geldiği vadinin adıdır. Bu da Îsa ile Muhammed arasında olmuştu, o ikisine salât ve selâm olsun.

"Onların iki bahçelerini ekşi yemişli iki bahçe ile değiştirdik” çünkü Âyette geçen hamt acımtırak her bitkiye denir. Bunun erak ağacı olduğu ya da dikensiz bütün ağaçlara denildiği de söylenmiştir. Takdiri üküle eklin hamtın demektir. Bu durumda muzâf hazf edilmiş, muzâfun ileyh bedel olarak onun yerine geçmiştir ya da atıf beyandır. (Acı ılgınlı ve az bir şey de Arabistan kirazından iki bahçe). Bu ikisi hamtın'a atıftır. Çünkü esi ılgın ağacıdır ki, meyvesi yoktur.

"Cenneteyni"ye atfen nasb ile de okunmuşlardır (ve eslen ve şey'en). Sidrin az oluşu nebık adındaki meyvesinin hoş olmasındandır, o sebepledir ki, bahçelere dikilir. Bunlara da bahçe denilmesi şeklen benzediği ve bir de alay içindir. Ebû Amr lâm'ı tenvinsiz olarak zatey ükli okumuştur; Haremli iki kurra da kâfin sükûnu ile üklin okumuşlardır.

17

 İşte onları kâfir oldukları şey yüzünden cezalandırdık. Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız?

"İşte onları inkâr ettikleri şey yüzünden cezalandırdık” nimete nankörlük ettikleri ya da peygamberlere inanmadıkları için. Çünkü

rivâyete göre onlara bir peygamber gönderildi, onlar da inanmadılar. Zâlike mef’ûlünun başa alınması ta'zîm içindir, tahsis için değildir. (Nankörden başkası cezalandırılır mı?) bu gibi cezaya ancak aşırı nankör yahut kızıl kâfir çarptırılır. Hamze, Kisâî, Ya'kûb ve Hafs nûn ile nücazi ve nasb ile de elkefure okumuşlardır.

18

 Onlarla bereket verdiğimiz kentlerin arasında sırt sırta kentler ve oralarda (eşit mesafelerde) yürümeyi takdir ettik ve:

"Orada gecelerce ve gündüzlerce güvenle yürüyündedik.

"Onlarla bereket verdiğimiz kentlerin arasında kıldık” halkına bolluk vermekle ki, onlar da Şâm köyleridir "sırt sırta kentler” birbirine yakın, birbirini gören ya da yol üzerinde demektir ki, yolcuların rahatlıkla seçecekleri demektir.

"Oralarda yürümeyi takdir ettik” öyle ki, bir köyde öğle uykusuna yatan, akşam uykusuna başka bir köyde yatardı, Şâm'a varıncaya kadar böyle olurdu.

"Orada yürüyün” onlara dille veya lisan-ı hâl ile böyle dedik "gecelerce ve gündüzlerce yürüyün” gece ve gündüz ne zaman isterseniz "güven içinde” güven hiçbir vakit sarsılmaz.

Ya da yolunuz ne kadar uzun olsa da emniyetle yürüyün.

Yahut ömrünüz oldukça gece ye gündüz seyahat edin, güvenden başka bir şey görmezsiniz.

19

 Onlarsa "Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştırdeyip kendilerine zulmettiler. Biz de onları masallara çevirdik ve onları büsbütün parçaladık. Şüphesiz bunda her çok sabreden ve çok şükreden için gerçekten ibretler vardır.

"Onlarsa: Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır, dediler” nimetten sunardılar, afiyetten bıktılar, tıpkı İsrâîl oğulları gibi, Allah'tan kendileri ile Şâm'ın araşma çöller koymasını istediler. Bunu da bineklere binmek ve azıklar temin etmekle fakirlere tafra atmak için yaptılar. Allah da onlara aradaki köyleri tahrip etmekle cevap verdi. İbn Kesîr, Ebû Amr ve Hişâm ba'id okumuşlardır. Ya'kûb da haber tarzında Rabbena bâade okumuştur ki, bu da seferlerinin uzaklığından şikâyet demek olur, bu da aşırı lükse boğulmalarından ve Allah’ın verdiği nimetlere saygısızlık etmelerinden idi. Rabbena baude yahut buide okuyanlarmki de böyledir, fiil beyne lâfzına isnat edilmiş olur.

"Kendilerine zulmettiler” refahtan şımarmak ve nimeti horlamakla.

"Biz de onları masallara çevirdik” insanlar onlardan konuşurlar, hayret ederler ve misal getirir: Sabahlar gibi darmağm oldular, derler.

"Biz de onları büsbütün parçaladık” öyle ki, Gassanlılar Şâm'a, Enmarlılar Yesrib'e, Cüzmlılar Tihame'ye ve Ezdliler de Uman'a yerleştiler.

"Şüphesiz bunda vardır” bu anlatılanlarda "her çok sabreden için ibretler” günahlardan kaçmaya sabreden için "ve çok şükreden için” nimetlere.

20

Yemin olsun, gerçekten İblis onlara zannını doğruladı da mü'minlerden bir grup hariç, ona tâbi oldular.

"Yemin olsun gerçekten İblis onlara zannını doğruladı” yani sadaka zannihi yahut sadaka yezunnu zannehu demektir ki, faaltehu cuhdeke (techedü cuhdeke / onu çabalayarak yaptın) kavli gibidir. Fiilin zanna doğrudan geçişli olması câizdir, Meselâ "sadaka va'dehu” hadisi gibi. Çünkü sıdk (doğruluk da) da söz cinsindendir. Kûfeliler şedde ile saddaka okumuşlardır ki, zannını gerçekleştirdi yahut onu doğru buldu demek olur. Saddaka şeklinde şedde ile İblise şeklinde nasb ile zannu şeklinde de ref ile okunmuştur ki, zannını doğru buldu demektir, şeddesiz sadaka da okunmuştur böyle okunmuştur ki, zan ona azdırmayı hayal ettirince doğruyu söyledi demektir. Şeddesiz olarak sadaka ve ikisinin de ref’i ile (iblisü zannu) da okunmuştur ki, bedel olur. Bu da ya şehvetiere daldıklarını görünce Sabahlar hakkındaki zaıımdır ya da âdemoğulları hakkındaki zannıdır; çünkü atalarının zayıf olduğunu görmüştü ya da onlara şehvet ve gazap verildiğini görmüştü.

Ya da meleklerin:

"Orada bozgunculuk yapacak birini mi yaratacaksın?” (Bakara: 30) dediklerini duyunca aklından geçen zannıdır. Kendisi de.

"Yemin olsun ki, onları azdıracağım” (Nisa: 119) ve "onları yoldan çıkaracağım” (Hicr: 39) demişti.

"Mü'minlerden bir grup hariç, ona tâbi oldular” ancak onlardan bir bölük ona tâbi olmadı. Bunların azlığı da kâfirlere oranladır ya da mü'minlerden bir fırka isyanda ona tâbi olmadı ki, onlar da ihlâslı olanlardır.

21

Hâlbuki onun kendileri üzerinde bir gücü yoktu, ancak bunu âhirete îman edenle ondan şüphe içinde olanı bilmemiz için yaptık. Rabbin her şeyi gözetleyicidir.

"Hâlbuki onun kendileri üzerinde bir gücü yoktu” vesvese etmek ve azmalarını istemekle tasallut ve hakimiyet gücü yoktu "ancak bunu âhirete îman edenlerle ondan şüphe içinde olanı bilmemiz için yaptık” ancak ilmimiz buna taalluk etsin de cezaya dayanak olsun diye yahut sağlam îman eden şüpheliden ayrılsın diye veyahut îmanı mukadder olan îman etsin ve sapıklığı takdir edilen de yapsın diye yaptık. İlmin meydana gelmesinden maksat mübalağa için taalluk ettiği yerin meydana gelmesidir. İki sılanın nazmında (men yü'minü ile mimmen hüve şekkin) gözden kaçmayacak bir nükte vardır.

"Rabbin her şeyi gözetleyicidir” muhafızdır, iki vezin (hafız ile muhafız) kardeştirler.

22

De ki:

"Allah'tan başka iddia ettiklerinizi çağırın; onlar ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığına sahip olmazlar. Onlar için bu ikisinde ortaklık yoktur ve onun için de onlardan bir arka çıkan yoktur.

"De ki:” müşriklere "iddia ettiklerinizi çağırın” zaamtümuhum aliheten demektir, bu ikisi zaame'nin mef'ûlüdür; birincisi mevsûl sılasıyla beraber uzadığı, ikincisi de sıfatı (min dunillahi) onun yerine geçtiği için hazf edilmiştir. Sıfatın ikinci mef'ûl olması câiz değildir, çünkü sözde uyum sağlanmaz. Yemlikune'nin de ikinci mef'ûlu olmaz, çünkü böyle bir iddiaları yoktur.

"Allah'tan başka” mana şöyledir: Sizin için önemli olan yararı celp etme ve zararı def etme gibi şeylerde onları çağırın, eğer davanız doğru ise size cevap versinler. Sonra cevap belli olduğu için ve inadı da götürmeyeceği için kendisi cevap verdi:

"Zerre ağırlığına sahip olmazlar” dedi. Hayır veya serden.

"Ne göklerde ne de yerde” hiçbir şeyde. Bu ikisinin zikredilmesi örfen genelliği ifade etmelerindendir.

Ya da onların bazı İlâhları gökseldir Meselâ melekler ve yıldızlar gibi, bazıları da yereldir Meselâ putlar gibi.

Ya da şerre ve hayra yakın olan sebepler gökle de yerle de ilgilidir. Cümle onların hâllerini beyan etmek için yeni söz başıdır.

"Onlar için bu ikisinde bir ortaklık yoktur” ne yaratma ne de mülk olarak "ve Onun için de onlardan bir arka çıkan da yoktur” bu ikisinin işlerini görmede ona yardım edecek bir destekçi yoktur.

23

Onun huzurunda şefaat ancak izin verdiğine fayda verir. Nihayet kalplerinden korku giderildiği zaman:

"Rabbiniz ne dedi?” derler, Onlar da: Gerçeği söyledi, derler. O, pek yücedir, çok büyüktür.

"Onun huzurunda şefaat fayda vermez” iddia ettikleri gibi onlara şefaat da fayda vermez; çünkü şefaat Allah katında fayda vermez "ancak izin verdiğine fayda verir” şefaat etmesine izin verdiği yahut kendisine şefaat olunmasına izin verdiği. Çünkü şânı yücedir, bu da sâbit olmamıştır. Limen'deki lâm

birinciye göre: Elkeremü lizeydin (kerem Zeyd'e aittir) sözündeki gibidir,

ikinciye göre de: Ci'tüke lizeydin (sana Zeyd için geldim) sözündeki lâm gibidir. Ebû Amr, Hamze ve Kisâî hemzenin zammı ile (üzine) okumuşlardır.

"Nihayet kalplerinden korku giderildiği zaman” sözden anlaşılan şeyin sonunu bildirmektedir, çünkü orada izin için bir duraklama ve bekleme olacaktır yani korku içinde beklerler, nihayet izin verilerek şefaat edeceklerin ve şefaat bekleyenlerin kalplerinden korku giderildiği zaman demektir. Hum zamirinin meleklere ait olduğu söylenmiştir, çünkü hükmen yukarıda zikredilmişlerdir. İbn Âmir ile Ya'kûb malum sıygası ile fezzaa okumuşlardır. Furriğa da okunmuştur ki, korku geçtiği zaman demektir. Bu daferağaz zadu (azık bitti) deyiminden gelir.

"Derler” birbirlerine "Rabbiniz ne, dedi?” şefaat hususunda "Onlar da: Gerçeği söyledi, derler” hak sözü söyledi ki, o da râzı olacaklarına şefaat iznidir. Onlar da mü'minlerdir. Ref' ile okunmuştur ki, mekuluhul hakku demektir.

"O, pek yücedir, çok büyüktür” yücelik ve büyüklüğe sahiptir. O gün izni olmadan ne bir melek için ne de peygamberlerden bir peygamber için bu yetki yoktur.

24

De ki:

"Size göklerden ve yerden rızık veren kimdir?” De ki:

"Allah'tır. Biz yahut siz doğru yol üzerindeyiz yahut apaçık bir sapıklık içindeyiz".

"De ki: Size gökten ve yerden rızık veren kimdir?” bundan "hiçbir şeye sahip değiller” kavlini kastediyor.

"De ki: Allah'tır” çünkü ondan başka cevap yoktur. Bundan şunu da andırıyor ki, eğer onlar altından kalkamayacakları korkusu ile susar veyahut duraksarlarsa, kalpleriyle ikrar etmişler demektir.

"De ki: Biz yahut siz doğru yol üzerindeyiz yahut apaçık bir sapıklık içindeyiz” yani rızık ve kudret ile ibâdete liyakatla Allah'ı bir bilen muvahhitlerle onu imkân mertebelerinin en aşağısında olan cansıza ortak kılan müşriklerden biri hidâyet yahut apaçık sapıklık üzerindedir. Bu; doğru yolda olanla sapıklık içinde bulunanı gösteren tespitten sonraki açık ifadeden daha etkilidir. Çünkü bu, mücadeleci hasmı sustarmak için insaflı bir ifade kullanmaktadır. Şâir Hassan'ın şu beytinde olduğu gibi:

Onu yeriyor musun, sen ki, onun dengi değilsin;

İkinizden kötünüz iyinize feda olsun.

Bu; maksadı doğru orantılı şekilde ifade etmiştir de denilmiştir ki, pek doğru değildir. İki harfin farklı oluşu (alâ ile ) şunun içindir; çünkü doğru yolda olan yüksek bir yere çıkmış, eşyaya tepeden bakan veyahut bir ata binip de istediği gibi koşturana benzer, sapık ise şiddetli bir karanlıkta apışıp kalan, hiçbir şey görmeyen yahut yer altında mahpus kalan gibidir ki, ondan bir türlü kurtulamaz.

25

De ki:

"Siz bizim işlediğimiz günahtan sorulmazsınız, biz de sizin yaptıklarınızdan sorulmayız".

"De ki: Siz, bizim işlediğimiz günahtan sorulmazsınız, biz de sizin yaptıklarınızdan sorulmayız” bu daha insaflı ve daha mütevazıâne bir ifadedir, çünkü suçu kendine, ameli de muhataplara isnat etmiştir.

26

De ki: Rabbimiz aramızı birleştirir. Sonra aramızı açar. O, açan / hükmedendir, her şeyi bilendir.

"De ki: Rabbimiz aramızı birleştirir” kıyâmet gününde "sonra da aramızı hak ile açar” hüküm verir ve kestirip atar, bu da hak perestleri cennete, batılcıları da ateşe sokmasıyla olur.

"O, açandır” hakimdir, kapalı davaları karara bağlar "bilendir” hüküm verilmesi gereken şeyi.

27

De ki: Ona kattığınız ortakları bana gösterin. Hayır, bilâkis o, mutlak gâlib, hikmet sâhibi Allah'tır.

"De ki: Ona kattığınız ortakları bana gösterin” göreyim de ibâdete lâyık olmada onları Allah'a hangi sıfatla ortak ettiğinizi bileyim? Bu da onları daha çok susturmak için, delilden sonra şüphelerini sormaktır.

"Hayır” bu da mukayeseyi iptal ettikten sonra onları ortaklıktan men etmektedir.

"Hayır, bilâkis o, mutlak gâlib, hikmet sâhibi Allah'tır” galibiyet, üstün kudret ve hikmet onun ayrılmaz sıfatıdır. Ona katılmak istenenler ise zillet damgasını yemişlerdir; ilim ve kudretten tamamen yoksundurlar. Hüve zamiri Allah'a yahut şana (ortama) gitmektedir.

28

Seni ancak bütün insanlar için müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.

"Seni ancak bütün insanlar için gönderdik” genel mesajla, kâffeten lâfzı keff'ten (önlemekten) gelir, çünkü kapladığı zaman bir kimsenin dahi dışarıda kalmasına müsaade etmez.

Ya da tebliğde genel demektir. Bu (kâffeten) erselnake'nin kâf 'ından hâl’dir, te de mübalağa içindir. Onu, tercih edilen fikre göre linnasi lâfzından hâl yapmak câiz değildir.

"Müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmezler” cahillikleri onları karşısına çıkmaya zorlar.

29

Eğer doğru söyleyenler iseniz bu tehdit ne zaman, derler?

"Derler” aşırı cahilliklerinden "bu vaat ne zaman?” bundan müjdesi verilen ve uyarılan şeyi kast ediyorlar ya da Allahü teâlâ’nın "Rabbimiz aramızı birleştirir” sözü ile vaat edileni kast ediyorlar.

"Eğer doğru söyleyenler iseniz” böylece Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile mü'minlere hitap ediyorlar.

30

De ki: Sizin için bir günün randevusu vardır ki, ondan ne bir saat geri kalırsınız ne de bir saat ileri gidersiniz.

"De ki: Sizin için bir günün randevusu vardır ki,” bir günün vaadi yahut va'Dîn zamanı vardır demektir. Mîad'ın yevm'e izafesi beyaniyedir, bedel olarak yevmun okunuşu da bunu destekler. A'nî fiilini gizleyerek yevmen de okunmuştur.

"Ondan ne bir saat geri kalırsınız ne de bir saat ileri gidersiniz” sizi bastırdığı zaman. Bu da tehdidin cevabıdır, inat ve inkârla karışık soruları ile kast ettiklerine uygun olarak gelmiştir.

31

Kâfirler:

"Biz ne bu Kur'ân'a ne de onun önündekine asla îman etmeyizdediler. O zâlimleri Rablerinin katında durdurulmuşken bir görsen! Bazıları bazılarına sözü döndürürler (söz atarlar). Zayıf görülenler kibir taslayanlara:

"Eğer siz olmasa idiniz muhakkak biz mü'minler olmuştukderler.

"Kâfirler: Biz ne bu Kur'ân'a ne de onun önündekine asla îman etmeyiz, dediler” ne de içinde Muhammed'in sıfatı geçen kitaplara.

Şöyle de denilmiştir: Mekke kâfirleri ehl-i kitaba Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i sordular; onlar da kitaplarında sıfatını bulduklarını haber verdiler. Onlar da kızıp böyle dediler. Önündekinin kıyâmet günü olduğu da söylenmiştir.

"O zâlimleri Rablerinin katında durdurulmuşken bir görsen” yani hesaplaşma yerinde demektir.

"Bazıları bazılarına söz döndürürler” karşılıklı atışır ve cevap verirler.

"Zayıf görülenler derler” tâbi olanlar derler "kibir taslayanlara” reislerine "eğer siz olmasa idiniz” eğer bizi îmandan saptırmanız olmasa idi "muhakkak biz mü'minler olurduk” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e uymakla.

32

Kibir taslayanlar da zayıf görülenlere:

"Size doğru yol geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır, siz suçlular idiniz!” derler.

"Kibir taslayanlar da zayıf görülenlere:

"Size doğru yol geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik, derler?” onları îmandan çevirmiş olmalarını inkâr ederler ve asıl çevirenlerin kendileri olduğunu ortaya koyarlar. Çünkü onlar hidâyetten yüz çevirdiler, taklidi ona tercih ettiler. Bunun içindir ki, cümlelerini, biz mi yaptık, diye kurdular?

33

Zayıf görülenler de büyüklük taslayanlara:

"Hayır, yaptığınız gece gündüz hile idi; çünkü bize Allah'ı inkâr etmemizi ve ona eşler koşmamızı emrederdinizderler. Azâbı görünce pişmanlıklarınıı içlerine atarlar. Kâfirlerin boyunlarına tasmalar geçirdik. Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalanıyorlar?

 (Zayıf görülenler de büyüklük taslayanlara: Hayır, yaptığınız gece gündüz hile idi derler). Bu da onların itirazları reddir yani günah işlememiz bizi haktan çevirmedi, bilâkis gece gündüz hileniz çevirdi, sonunda bizi fikren mağlup ettiniz.

"Çünkü bize Allah'ı inkâr etmemizi ve ona eşler koşmamızı emrederdiniz". Baştaki atıf vâv'ı bunu ilk kelâmlarına atfeder, mekr'in zarfa (gece ve gündüze izafesi) mecâzîdir. Mef'ûlu mutlak olarak nasb ile mekrelleyli de okunmuştur. Tenvinle mekren ve zarfın da nasbi ile (elleyle) de okunmuştur. Kurur maddesinden mekerrül leyli de okunmuştur.

"Azâbı görünce pişmanlığı gizlediler” iki fırka da sapma ve saptırmaya karşı pişmanlığı gizlediler, kınama korkusu ile karşı taraftan sakladılar.

Ya da onu açığa vurdular demektir, çünkü esere zıt anlamlı fiillerdendir. Çünkü hemzesi ispatta da kullanılır, olumsuzlukta da kullanılır, Meselâ eşkeytuhu (şikâyetini giderdim) gibi.

"Kâfirlerin boyunlarına tasmalar geçirdik” boyunlarına diyecekken açıktan kâfirlerin boyunlarına demesi onları daha çok kınamak ve tasmayı neden hak ettiklerini bildirmek içindir.

"Onlar yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalanıyorlar?” yani onlara yapılan amellerinin karşılığından başkası değildir. Yücza (ceza) fiilinin (iki mefula) geçişli kılınması ya yukda (karar verilir) manasını taşıdığı içindir ya da harfi çerin hazfi iledir (cezeytuhu bima sanaa).

34

Bir memlekete bir uyarıcı göndermedik. Ancak oranın varlıkla şımaranları:

"Şüphesiz biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruzdediler.

"Bir memlekete bir uyarıcı göndermedik, ancak oranın varlıkla şımaranları dediler". Bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i kavminden çektiği şeylere karşı tesellidir. Özellikle refah içindekilerin verilmesi şunun içindir, çünkü ona götüren en büyük sebep kibirlenmedir, dünyanın süsleriyle böbürlenmedir, şehvetlere dalmadır, ondan nasibi olmayanları horlamadır. Bunun içindir ki, yalanlamaya bir de dalga geçmeyi ve övünmeyi ilave etmiş ve:

"Şüphesiz biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz” demişlerdir. Çoğula (peygamberlere) karşı çoğul verilmiştir (kâfirler).

35

Biz malca da evlâtça da sizden daha çoğuz ve biz azâp edileceklerden değiliz, dediler.

"Biz malca da evlâtça da sizden daha çoğuz, dediler” bizler, eğer olacaksa iddia ettiğiniz şeylere sizden daha layıkız "ve biz azâp edilecek değiliz” ya azâp olmayacağı için ya da bize bu ikramı yaptığı için; bu durumda bizi gözden çıkarmaz.

36

De ki: Şüphesiz Rabbim dilediği kimseye rızkı bollaştırır ve daraltır. Fakat insanların çoğu bilmezler.

"De ki:” onların zannını reddederek "şüphesiz Rabbim dilediği kimseye rızkı bolaltır ve daraltır". Bunun içindir ki, özellik ve sıfatları eşit olan insanlar rızık konusunda farklı olurlar. Eğer bu saygınlıktan ve değersizlikten olsa idi, onun dilemesiyle olmazdı.

"Fakat insanların çoğu bilmezler” mal ve evlât çokluğunun şeref ve kıymetten olduğunu zannederler; hâlbuki çoğu zaman istidrac için (gazabına) olur. Nitekim şöyle buyurmuştur:

37

Ne mallarınız ne de evlatlarınız sizi bize yaklaştıracak değildir. Ancak îman edip iyi şeyler yapan müstesnadır ki, işte onlar için yaptıklarına karşılık iki kat mükâfat vardır. Ve onlar oralarda güvendedirler.

"Ne mallarınız ne evlatlarınız sizi bize yaklaştıracak değildir” elleti'yi tekil kullanması ya cemâatü emvaliküm ve evladiküm te'vilinde olmasındandır ya da takva ve haslet gibi mahzûfun sıfatı olmasındandır (mahiye bittakva elleti tukarribüküm). Ellezi de okunmuştur ki, bişşeyillezi yukarribüküm demektir. (Ancak îman edip iyi şey yapan müstesnadır). Bu da tükarribüküm'ün mef’ûlündan istisnadır yani mallar ve evlatlar kimseyi yaklaştırmaz ancak malını Allah yolunda harcayan ve evladına hayrı öğretip onu uslu evlât olarak terbiye eden Allah'a yaklaşır demektir ya da muzâfın hazfi ile min emvaliküm ve evladiküm demektir (illâ emvalu men amene ve evladuhu). "İşte onlar için yaptıklarına karşılık iki kat mükâfat vardır” on kat ve daha fazla mükâfat görürler. Cezaüd dı' mastar mef’ûlüna muzâftır. Aslı üzerine de okunmuştur (cezaün eddı'fe). Ya'kûb dı'fı bedel yaparak ikisini de Merfû', cezayı temyiz yahut lehüm'ün delâlet ettiği fiilinin mastarı olarak mensûb okumuştur.

"Yaptıklarına karşılık olarak ve onlar oralarda güvendeler” kötülüklerden. Ra'nın fethi (ğurafat) ve sükûnu ile (ğurfat) da okunmuştur. Hamze cins mülahazasıyla tekil olarak ğurfe okumuştur.

38

Bizi aciz bırakmak için âyetlerimize koşanlar ise, işte onlar da azaba celbedilmişlerdir.

Âyetin tefsiri için bak:39

39

De ki: Rabbim kullarından dilediğine rızkı bollaştırır ve ona daraltır. Hayırda ne harcarsanız onun ivazını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.

"Âyetlerimize koşanlar” reddetmek ve dil uzatmakla "bizi aciz bırakmak için” peygamberlerimize zorluk çıkaracaklarını ya da elimizden kurtulacaklarını sanarak "işte onlar da azaba celbedilmişlerdir.

"De ki: Rabbim kullarından dilediğine rızkı bolaltır ve ona daraltır” ona bazen bol verir, bazen de dar verir. Bu da iki vakitte bir şahsa göredir. Yukarıda geçen ise iki şahıs hakkındadır, bu sebeple tekrar yoktur.

"Hayırda ne harcarsanız onun ivazını verir” ya peşin ya da gelecekte.

"O, rızık verenlerin en hayırlısıdır” çünkü başkası rızkın ulaşmasında aracıdır, gerçek rızık veren değildir.

40

Hatırla o günü ki, Allah onların hepsini toplar, sonra da meleklerine:

"Size tapanlar bunlar mı?” der.

"Hatırla o günü ki, Allah onların hepsini toplar” kibirlileri de zayıf tanınanları da "sonra meleklere:

"Size tapanlar bunlar mı?” der". Müşrikleri azarlamak, paylamak ve şefaat beklentilerini boşa çıkarmak için. Özellikle meleklerin verilmesi onların ortakların en şereflileri ve hitaba uygun olmalarındandır. Bir de onlara ibâdetleri şirkin başlangıcı ve aslıdır. Hafs ile Ya'kûb ikisinde de ye ile (yahşuruhum ve yekulu) okumuşlardır.

41

Onlar da:

"Seni tenzih ederiz, bizim sâhibimiz sensin. Bilâkis onlar cinlere tapıyorlardı. Onların çoğu onlara inanıyorlardıderler.

"Onlar da: Seni tenzih ederiz, bizim sâhibimiz sensin, derler” seni sahip biliriz, onları değil, bizimle onların arasında bağlılık yoktur. Sanki bununla onların ibâdetlerine râzı olmadıklarını beyan etmiş gibiler. Sonra bundan da döndüler, onların kendilerine gerçekten ibâdet etmediklerini:

"Bilâkis onlar cinlere tapıyorlardı” diyerek reddettiler. Yani şeytanlara tapıyorlardı, çünkü Allah'tan başkasına ibâdette onlara itâat ettiler.

Şöyle de denilmiştir: Şeytanlar gözlerine görünürdü, onlara melekler hayalinde görünürlerdi; onlar da onlara taparlardı. (Onların çoğu onlara inanıyorlardı) birinci zamir insanlara yahut müşriklere aittir, çoğu lâfzı da hepsi manasınadır, ikinci zamir de cinlere râcidir.

42

Bugün kiminiz kiminize ne fayda ne de zarar vermeye sahip değilsiniz. Zâlimlere:

"İnkâr ettiğiniz cehennem azabım tadınderiz.

"Bugün kiminiz kiminize ne fayda vermeye ne de zarar vermeye sahip değilsiniz” çünkü onda bütün emir Allah'a aittir, çünkü orası ceza yurdudur, tek ceza veren de O'dur. (Zâlimlere: İnkâr ettiğiniz cehennem azabını tadın, deriz) bu da layemlikü lâfzına atıftır, onunla giriş yapmanın maksadım açıklamaktadır.

43

Onlara âyetlerimiz açıkça okunduğu zaman:

"Bu, ancak sizi atalarınızın taptığı şeylerden çevirmek isteyen bir adamdır dediler.

"Bu, ancak uydurulmuş bir yalandırdediler. Kâfirler kendilerine gelen hak için:

"Bu, ancak apaçık bir sihirdirdediler.

"Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman: Bu, değildir, dediler” Muhammed aleyhis-salâtü ves-selâmı kast ediyorlar "ancak sizi atalarınızın taptığı şeylerden çevirmek isteyen bir adamdır” kendinden icat ettiği şeylerle sizi arkasına düşürmek istiyor.

"Bu, değildir, dediler” Kur'ân'ı kast ediyorlar "ancak uydurulmuş” çünkü içindekiler gerçeğe uymuyor "bir yalandır” onu kusurdan uzan yüce Allah'a nispet etmekle.

"Kâfirler kendilerine gelen hak için” peygamberlik için yahut İslâm için veyahut Kur'ân için, dediler.

Birincisi (uydurulmuş yalan) mana itibarı iledir, bu da (sihirdir) lâfız ve mu'cizeliği itibarı iledir.

"Bu, ancak apaçık bir sihirdir, dediler” sihir olduğu meydanda. Kâle fiilinin tekrar edilmesinde, kâfirlerin açıkça zikrinde (Ellezîne kefem) ve iki lâm'da (Ellezîne, lilhakkı) bunu diyenlere ve dedikleri söze işâret vardır. Lemmâ edâtı ile hiç vakit kaybetmeden onun sihir olduğunu kesip atmalarından da onu fena şekilde reddettikleri ve ondan görülmedik şekilde şaştıkları anlaşılmaktadır.

44

Biz onlara okuyacakları kitaplar göndermedik ve biz onlara senden önce bir uyarıcı da göndermedik.

Âyetin tefsiri için bak:45

45

Kendilerinden öncekiler de yalanladılar. Bunlar onlara verdiklerimizin onda birine ulaşamadıkları hâlde peygamberlerimizi yalanladılar. Benim reddim nasıl oldu?

"Biz onlara okuyacakları bir kitap göndermedik” içinde şirkin doğruluğuna delil olan bir kitap "ve onlara senden önce bir uyarıcı da göndermedik” onları şirke davet eden ve onu terk ettikleri için uyaran, bundan şu anlaşılmaktadır ki, şirkin dayanağı yoktur. Öyleyse bu şüphe içlerine nereden düştü? Bu da onların gayet câhil olduklarım ve görüşlerinin tamamen tutarsız olduğunu göstermektedir. Sonra onları şöyle diyerek tehdit etti:

"Kendilerinden öncekiler de yalanladılar” kendileri yalanladıkları gibi.

"Bunlar onlara verdiklerimizin onda birine ulaşamadıkları hâlde” bunlar onlara verdiğimiz kuvvet, uzun ömür ve çok malın onda birine ulaşamadılar ya da onlar (öncekiler) bunlara (Kureyşlere) verdiğimiz delil ve hidâyetin onda birine ulaşamadılar, demektir "peygamberlerimizi yalanladılar. Benim reddim (reaksiyonum) nasıl oldu?” peygamberlerimizi yalanlayınca onları helâk şeklindeki reaksiyonum (tepkim) geldi, bu nasılmış görsünler, bunlar da onlar gibi sakınsınlar. Kezzebe'de tekrar yoktur; çünkü birincisi teksir içindir, ikincisi ise yalanlama içindir ya da birincisi mutlaktır, ikincisi ise mukayyettir. Bunun içindir ki, ona fe edâtı ile atfedilmiştir.

46

De ki: Size bir öğüt veriyorum: Allah için ikişer ikişer, teker teker kalkmanızı, sonra da arkadaşınızda delilik olmadığını; onun ancak sizin için çetin bir azabın önünde bir uyarıcı olduğunu (bilmenizi öğüt veriyorum).

"De ki: Size bir öğüt veriyorum” sizi irşat ediyor ve size nasihat ediyorum, size tek şey gösteriyorum, o da şudur:

"Allah için kalkmanızı” bu da Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in meclisinden kalkmaktır ya da emrini ciddiyetle yerine getirmek ve gösteriş ve taklitten yüz çevirmek için işi sıkı tutmaktır,

"ikişer ikişer, teker teker” ikişer ikişer ve teker teker ayrılarak; çünkü izdiham aklı karıştırır, sözün anlaşılmasına mani olur.

"Sonra da düşünmenizi” Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemi ve getirdiği şeyin gerçek olduğunu bilmeniz için düşünmenizi istiyorum. (Entekumu) lâfzı bedel yahut atıf beyan olarak mahallen mecrûrdur ya da merfû’dur yahut gizli a'ni fiili ile mensûbtur.

"Arkadaşınızda bir delilik olmadığını” o zaman onu buna sürükleyenin delilik olmadığını bilirsiniz.

Ya da yeni söz başıdır. Şuna dikkatlerini çekmektedir ki, onun aklının mükemmelliği doğruluğunu göstermek için yeterlidir. Çünkü aklı onu araştırmadan ve delille sâbit olduğuna güvenmeden tehlikeli işlere ve büyük sorunlara girişmesine müsaade etmez. Yoksa halkın gözü önünde rezil olur ve kendini tehlikeye atmış olur. Nasıl atabilir ki, birçok da mu'cize göstermiştir.

Şöyle de denilmiştir: bisâhibiküm'deki istifhamiyedir,

Mana da şöyledir: Sonra düşünün bakalım, onda ne gibi delilik eseri vardır?

"O ancak sizin için çetin bir azabın önünde bir uyarıcıdır” çünkü o, kıyâmet nesiminin ilk esintisinde gönderilmiştir (arkasından fırtına gelecektir).

47

De ki: Ben sizden bir ücret istedimse o, sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah'ın üzerinedir. O, her şeye şahittir.

"De ki: Ben sizden bir ücret istedimse” risalet için ücret olarak bir şey istedi isem "sizin olsun". Maksat ondan istemenin sadır olmamasıdır. Sanki yalancı peygamberlik iki şeyden birini ister; ya delilik ya da dünyevî karşılık. Çünkü o ya bir maksatla olur ya da başka bir şey için olur. Hangisi olursa olsun biri mutlaka olur. O ise her ikisini de reddetmiştir.

Şöyle de denilmiştir: edâtı mevsûledir, ondan murat edilen de şu âyetlerde istediği şeydir:

"Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum, ancak dileyen Rabbine bir yol tutar” (Furkân: 57), "ancak sizden akrabalık sevgisi istiyorum” (Şura: 23). Yol tutmak ise onlara fayda verir, onun (taatla Allah'a yakınlığı) onların da yakınlığı demektir.

"Benim ücretim ancak Allah'ın üzerinedir. O, her şeye şahittir” her şeyden haberdardır, doğruluğumu ve niyetimin temizliğini bilir. İbn Kesîr, Ebû Bekir, Hamze ve Kisâî sâkin ye ile (ecriy) okumuşlardır.

48

De ki: Rabbim gerçeği atar, gâipleri çok iyi bilendir.

"De ki: Rabbim gerçeği atar” onu kullarından seçtiği kimsenin üzerine fırlatır ve indirir ya da onu batılın üzerine atar, beynini parçalar yahut onu yerin uçlarına atar. Bu da İslâm'ın meydana çıkacağına ve ifşa olacağına vaattir. Nâfi' ile Ebû Amr ye'nin fethi ile (rabbiye) okumuşlardır. (Gâipleri çok iyi bilendir) bu da inne edatının ismine atıftır ya da yakzifü'de gizli zamirden bedeldir yahut ikinci haberdir veyahut mahzûf mübtedanın haberidir. Rabbiye'nin sıfatı olarak yahut gizli a'ni fiili ile mensûb olarak (allame) de okunmuştur. İbn Kesîr, İbn Zekvân, Kisâî, Hamze ve Ebû Bekir ğayn’ın kesri ile ğiyub okumuşlardır, Meselâ biyut gibi. Zam ile uşur gibi de okunmuştur. Sabur vezninde feth ile de okunmuştur ki, gaibin mübalağa şekli olur.

49

De ki: Hak geldi. Bâtıl ise başlatamaz da tekrar edemez de.

"De ki: Hak geldi” yani İslâm.

"Bâtıl ise başlatamaz da tekrar edemez de". Batılın canı çıktı, yani şirkin, öyle ki, izi bile kalmadı. Bu da dirinin helâk olmasından alınmıştır. Çünkü helâk olunca başlatması da tekrar etmesi de kalmaz. Şâir şöyle demiştir:

Ubeyd evinden uzak düştü;

Bugün başlatamaz da tekrar edemez de (helâk oldu).

Batılın İblis ya da put olduğu da söylenmiştir;

Mana da şöyledir: O bir mahlûk yaratamaz da onu tekrar edemez de.

Ya da ailesine hayır başlatamaz da tekrar edemez de. Vema yübdiü'deki 'nın istifhamiye ve maba'di ile mensûb olduğu da söylenmiştir.

50

De ki: Eğer ben saparsam ancak kendi aleyhime saparım. Eğer doğru yolu bulursam, Rabbimin bana vahyetmesiyledir. Şüphesiz o, hakkıyla işitendir, çok yakındır.

"De ki: Eğer ben saparsam” haktan "ancak kendi aleyhime saparım” çünkü sapmamın vebalim nefsim çeker, çünkü vebal nefis yüzündendir; zira o zâtı itibarı ile cahildir, daima kötülüğü emreder. Bu itibarla (sapıklık nefisten kaynaklanmakla) in ile başlayan şart cümlesine "eğer doğru yolu bulursam, Rabbimin bana vahyetmesiyledir” kavli ile karşılık vermiştir. Çünkü hidâyeti bulmak onun hidâyeti ve muvaffak kılması iledir.

"Şüphesiz o hakkıyla işitendir, çok yakındır” her sapığın ve doğru yolda olanın dediğini ve yaptığını anlar, ne kadar gizli de olsa öyledir.

51

Onları telaşlandıkları zaman bir görsen! Artık kaçış yoktur; yakın bir yerden yakalanırlar.

 (Onları telaşlandıkları zaman bir görsen!) ölüm ânında yahut yeniden dirilirken veyahut Bedir savaşında. Lev'in cevabı mahzûftur, takdiri şöyledir: Korkunç bir şey görürdün! "Artık kaçış yoktur” kaçmakla yahut sağlam bir yere sığınmakla Allah'tan kurtulamazlar "yakın bir yerden yakalanırlar” yerin üstünden altına ya da mahşerden cehenneme yahut Bedir kırsalından kör kuyuya iletilirler. Atıf feziu'ya yahut vela fevte'yedir,ahzün okunuşu da bunu destekler ki, mahalline atfedilmiş olur yani orada asla kaçış yok, yakalama vardır, demektir.

52

Ona îman ettik, dediler. Uzak bir yerden onu nereden alacaklar?

"Ona îman ettik, dediler” Muhammed aleyhis-salâtü ves-selâm'a, zikri de "arkadaşınız değildir” (Sebe': 46) âyetinde geçmiştir.

"Onu nereden alacaklar?” imâm nereden el uzatıp kolayca alacaklar "uzak bir yerden” çünkü îman teklif yurdundadır, o ise onlardan uzaklaşmıştır. Bu da kaçırdıkları ve kendilerinden uzaklaşan îmanı kurtarmak için durumlarının bir şeyi bir ok atımlık yerden el uzatıp almaya çalışânın hâline benzetmedir ve imkânsızdır. Ebû Amr ve Hafs dışında Kûfeliler vâv'ı Mazmûm olduğu için hemzeye kalp ederek teanüş okumuşlardır.

Ya da o (tenavüş) neeştüş şey'e'den gelir ki, bir şeyi aramaktır, Şâir Rube şöyle demiştir:

Ebû'l - Camus'un komşusu beni seni aramaya mecbur etti;

Yakasını bırakmayan kaderin araması gibi.

Ya da neeştü'den gelir ki, geç kalmaktır, şu beyitte bu manayadır:

Sonunda bana itâat etmeyi arzuladı;

Fakat iş işten geçtikten sonra.

Bu durumda tenavüş uzaktan el atma manasınadır.

53

Hâlbuki onu daha önce inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gaybe atıyorlar.

"Hâlbuki onu inkâr etmişlerdi” Muhammed aleyhis-salâtü ves-selâmyahut azâbı "önceden” bundan önce ki, o da dünyadaki teklif zamanıdır.

"Gaybe atıyorlar” zannediyorlar Resûlüllah aleyhis-salâtü ves-selâm hakkında bilmedikleri şeyle dil uzatıyorlar ya da azâp hakkında ki, onun kesin olmadığını söylüyorlar.

"Uzak bir yerden” onunla alâkası olmayan cihetten. Bu da Resûl sallallahü aleyhi ve sellem hakkındaki asılsız şüpheleridir ya da daha önce hikâye ettiği gibi âhiret hakkındaki şüpheleridir. Belki de bu onlar için bir temsildir; hâlleri, görmediği yere atış yapanın hâline benzetilmiştir ki, isabet ettirmesi uzak ihtimaldir. Meçhul kalıbı ile yukzefune de okunmuştur ki, onlara atan ve telkin eden şeytan olur. Ve kad keferu üzerine atıf da geçmiş hâlin hikayesi iledir (eskiden muzâri kalıbı ile olmuş, şimdi mâzi ile aktarılmıştır).

Ya da atıf Kâlû üzerinedir ki, dünyada kaçırdıkları îmanı elde etmek için çabalamaları karanlığa kurşun sıkanın hâline benzetilmiştir.

54

Onlarla arzuladıkları şeyin arasında engel konuldu; nitekim daha önce benzerlerine aynı şey yapılmıştı. Çünkü onlar kuşku verici bir şüphe içinde idiler.

"Onlarla arzuladıkları şeyin arasına engel konuldu” arzuladıkları şey de îmandan yararlanmak ve o sayede ateşten kurtulmaktır. İbn Âmir ile Kisâî ha'dan dolayı zammeyi işmâm ederek okumuşlardır.

"Nitekim daha önce de aynı şey benzerlerine yapılmıştı” geçmiş kâfirlerden.

"Çünkü onlar kuşku verici bir şüphe içinde idiler". Mürib'ya şüpheye düşüren demektir ya da şüphe sâhibi, şüphe eden demektir ki, müşekkik yahut şâkk olarak mübalağa için şüpheye sıfat olmuştur. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Kim Sebe' sûresini okursa ne kadar Resûl veya nebi varsa kıyâmet gününde ona arkadaş olur ve onunla el sıkışırlar.

0 ﴿