38 / SÂDMekke'de inmiştir. 86 yahut 88 âyettir. 1Sad. Zikir sâhibi Kur'ân'a Yemin olsun. Âyetin tefsiri için bak:2 2Hayır, kâfirler gurur ve anlaşmazlık içindedirler. "Sâd” kesr ile (Sadi) okunmuştur, çünkü iki sâkin cem olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Bu, musâdat'tan gelir ki, o da karşılaştırmaktır. Sada (seda) da bundan gelir, o da birinci sesle karşılaşmıştır. Yani Kur'ân'ı amelinle karşılaştır (onunla amel et) demektir. Feth ile (Sâde) okunmuştur, o da ya iki sâkin cem olduğu içindir ya da kasem harfi hazf olunup da fiilin ona yanaşması iledir ya da fiilin gizlenmesi ile meftuhtur, cer yerine fetha konulmuştur, çünkü gayri munsariftir, zira sûrenin alemidir (özel ismidir). Kitap te'vili ile cer ve tenvinle de (Sâdin) okunmuştur. (Zikir sâhibi Kur'ân'a Yemin olsun) vâv kasem içindir, eğer sâd harfin ismi olursa ya da meydan okumak için zikredilirse yahut bir kelâmın kısaltması olursa, meselâ sadaka muhammedün aleyhissalatü vesselam gibi yahut sûrenin özel ismi olursa o zaman mahzûf mübtedanın veyahut emir lâfzının haberi olur (hazihi sâdu). Vâv atıf içindir, eğer sâd yemin edilen bir şey lursa, Meselâ cer ile allahi le-efalenne (vallahi yapacağım) gibi. Vâv kasem için olursa kasemin cevabı da mahzûftur, sâd'daki meydan okuma ya da ameli Kur'ân ile karşılaştırma onu gösterir ki, o insanları aciz bırakır ya da onunla amel etmek vâciptir veyahut Muhammed elbette doğrudur demek olur. Ya da kasemin cevabı "belillezine keferu” kavlidir. Yani onu inkâr eden onda bulduğu bir kusurdan dolayı inkâr etmiş değildir, bilâkis (gurur içindedirler) yani hak tanımazlıklarından inkâr etmişlerdir "ve anlaşmazlık içindedirler” Allah ve Resûlüne muhalefet etmektedir; onun içinde inkâr etmişlerdir. İlk ikiye (cevabın mahzûf olması ve ameli Kur'ân'a uydurma emrine) göre bel edâtı ile yapılan ıdrab (ikinci söze geçiş) mukadder cevaptandır, ancak onu akla getirmesi itibarı iledir (açık cevaptan ıdrap değildir). Zikirden maksat da öğüttür yahut şan ve şereftir. Ya da dinde ihtiyaç duyulan itikat hükümleri, şer'i meseleler ve vaatlardır. İzzetin ve şikakın şeklinde nekire olmaları da bunların şiddetini göstermek içindir. Fi ğırretin de okunmuştur ki, düşünmeleri gereken şeyden gaflet içindeler demek olur. 3Onlardan önce nice nesiller helâk ettik de feryat ettiler. Hâlbuki kaçma zamanı değildi. "Onlardan önce nice nesiller helâk ettik” gurur ve anlaşmazlık için küfürlerinden dolayı onlara tehdittir "feryat ettiler” yalvarmak yahut tevbe etmek veyahut istiğfar etmekle (hâlbuki kaçma zamanı değildi) yani leysel hiynü hiyne menasın demektir. Lâ leyse'ye benzeyen lâ'dır, te'kit içine üzerine te'nis te'si ziyade kılınmıştır, nitekim rübbe ve sümme'de de ilave edilmiştir. Hep zaman ifade eden lâfızlarla birlikte kullanılır, iki mamulünden biri hazf edilmiştir. Onun cinsi nefy eden lâ olduğu da söylenmiştir ki,la hiyne menasın demek olur. Nefyin fiil için olduğu, nasbin da fiilin gizlenmesi ile olduğu da söylemiştir yani lâ era hiyne menas'ın (kaçacak zaman görmüyorum) demek olur. Ref ile (hiynü) de okunmuştur ki, lâ'nın ismi yahut mübteda olur, haberi de mahzûf olur yani leyse hiynü menasın hiynen lehüm ya da lâ hiynü menasın kainün lehüm demektir. Kesr ile (hiyni) de okunmuştur, Meselâ şu beyitte olduğu gibi: Bizden sulh istediler, zaman sulh zamanı değilken Biz de düşmanı bırakacak zaman değildir diye cevap verdik. Bu da ya late zaman lâfızlarını cer ettiğindendir, Meselâ levlanın zamirleri cer ettiği gibi: Levlake hazel amü lem ahcüc (sen olmasaydın bu sene hac etmezdim) gibi ya da evan (vakit) kelimesi iz zarfına benzetilmiştir, çünkü o izafetten kesilmiştir, zira aslı evane sulhin demektir. Sonra menas da ona (evan'e) hamledildi (öyle sayıldı), zarfın muzâf olduğu lâfız da zarfın yerine konulduğu için. Çünkü aralarında birlik vardır. Zira aslı hiyne menasıhim demektir. Sonra hiyn mebni kılındı, çünkü mebniye muzâftır. Lati ceyri gibi kesr ile de okunmuştur. Kûfeliler isim gibi onun üzerinde he ile dururlar (lah), Basralılar fiiller gibi te ile dururlar (lat). Şöyle de denilmiştir: Te hiyne'ye zâit kılınmıştır, çünkü Ana Mushaf'ta (Hazret-i Osman'ın Mushaf'ında) bitişiktir, Mushaf hattı kıyas dışıdır, öyle şey görülmemiştir, denemez. Esas ona itibar etmek lâzımdır, ancak hususi delille aksi ispat edilen hariçtir. Bir de şu şiirde hiyne'ye te ilâve edilmiştir: Şefkatli kimse kalmamışken onlar şefkatlilerdir (tehiynü), Yediren kimse kalmamışken onlar yedirenlerdir. Menas da kurtulacak zaman demektir, bu da nâsahu yenusuhu deyiminden gelir ki, elinden kaçıp kurtulmaktır. 4İçlerinden kendilerine bir uyarıcı gelmesine şaştılar. Kâfirler: Bu, çok yalancı bir sihirbaz, dediler. "İçlerinden kendilerine bir uyarıcı gelmesine şaştılar". Kendileri gibi bir insan yahut bir ümminin gelmesine şaştılar. "Kâfirler dedi” zamir yerine zâhir isim koyması onlara kızmak ve onları karalamak içindir ve şunu akla getirmek içindir ki, onları bu sözü söylemeye cesaretlendiren şey küfürleridir "bir sihirbazdır” mu'cize diye gösterdiği şeylerde "çok yalancıdır” dediklerini Allahü teâlâ'ya isnat etmekte. 5İlâhları bir tek İlâh mı kıldı? Gerçekten bu, şaşılacak bir şeydir! "İlâhları bir tek İlâh mı kıldı?” İlâhlığı birine vermekle. "Gerçekten bu, şaşılacak bir şeydir” çok acayiptir; çünkü atalarımız bunda mutabık kalmadılar, bir de şunu görüyoruz ki, bir İlâhnın bu kadar çok şeye ilmi de kudreti de yetmez, Şedde ile uccab da okunmuştur, bu daha mübalağalıdır, meselâ kuram ve kürram gibi. Rivâyete göre Hazreti Ömer radıyallahü anh Müslüman olunca bu, Kureyş'e ağır geldi; Ebû Talihe gittiler: Sen şeyhimiz ve büyüğümüzsün, bu beyinsizlerin ne yaptığını biliyorsun. Bizimle yeğeninin arasında karar vermen için sana geldik, dediler. Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'i çağırttı: Bunlar senin toplumundur, senden eşitlik istiyorlar; üzerlerine çok gitme, dedi. Aleyhis-salâtü ves-selâm da: Benden ne istiyorlar, dedi? Onlar da: Bizi bırak, İlâhlarımızı diline dolamayı bırak, biz de sana ve İlâhna karışmayalım, dediler. O da: Söyleyin bana, ben size istediğinizi verirsem siz de bana bir kelime verir misiniz ki, onunla Araplara sahip olursunuz, Acemler de size boyun eğerler, dedi? Onlar da: Evet, hem de on fazlasını, dediler. O da: Lâilahe illâllah, deyin, dedi. Onlar da (bu şaşılacak bir şeydir diyerek) kalktılar. 6İçlerinden ileri gelenler gittiler; yürüyün, İlâhlarınızın üzerinde diretin. Şüphesiz bu, elbette istenen bir şeydir, diye. "İçlerinden ileri gelenler gittiler” Kureyş'in eşrafı Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem onları hayal kırıklığına uğratınca gittiler "yürüyün dediler” birbirlerine böyle diyerek, "diretin” sebat edin. "İlâhlarınızın üzerinde” onların ibâdetinde; bununla konuşmak size fayda getirmez. "En” müfessiredir, çünkü konuşma meclisinden kalkmak konuşmayı akla getirir. Şöyle de denilmiştir: Gitmekten maksat söz söylemeye atılmaktır, imşu (yürümek) de meşetil mer'etü deyiminden gelir ki, kadının evlatları çok olmaktır Maşiye (sürü) de bundan gelir, toplanın, demektir. En'siz de okunmuştur, yemşune enisbiru da okunmuştur. "Şüphesiz bu, elbette istenen bir şeydir” gerçekten bu, kaderin bize bir cilvesidir, onu durduramayız ya da iddia ettiği tevhidi veyahut hedeflediği başkanlığı. Araplara ve Acemlere hâkim olmak herkesin temenni ettiği ve istediği bir şeydir ya da dininiz öyle bir şeydir ki, sizden alınması isteniyor. 7Bunu öteki dinde görmedik. Bu, ancak uydurma bir şeydir. "Bunu duymadık” dediklerini (öteki dinde) atalarımıza yetiştiğimiz dinde ya da Îsa aleyhisselâm’ın dininde ki, son Dîn odur. Çünkü Hıristiyanlar İlâhyı üç bilirler. Bunun Hâza'dan hâl olma ihtimali de vardır yani mâ semi'na min ehlil kitabi velel kühhani bittevhidi kâinen filmilletil müterakkıbeti (ne kitap ehlinden ne kâhinlerden gelecek millet içinde tevhidin olacağını duymadık). "Bu, ancak uydurma bir şeydir!” sahte bir yalandır. 8Aramızdan zikir ona mı indirüdi? Hayır, onlar zikrimden şüphededir. Hayır, azabımı henüz tatmadılar. "Aramızdan zikir ona mı indirildi?” vahyin ona mahsus olmasını inkârdır, o da kendileri gibidir hatta şerefte ondan daha aşağıdır. Meselâ "bu Kur'ân iki şehir halkından büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (Zuhrûf: 21) kavli gibi. Bu gibi âyetler delildir ki, onların yalanlamaları başka değil hasetten ve gözlerini yalnız dünya matahına dikmekten idi. "Hayır, onlar zikrimden şüphededir” Kur'ân'dan yahut vahiyden, çünkü kör taklide meyyaldırlar ve delilden yüz çevirmişlerdir. Yalancı bir sihirbazdır, bu uydurma bir şeydir sözlerinde bile samimi değildirler. "Hayır, azabımı henüz tatmadılar” tattıkları zaman şüpheleri ortadan kalkar. Mana da şöyledir: Onlar kendilerini tasdike zorlayan azâbı görmeden ona inanmazlar. 9Yoksa güçlü, çok bağışlayan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı? "Yoksa çok güçlü, çok bağışlayan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?” Onun rahmet hazineleri onların yanında da ondan istedikleri gibi istifade ediyorlar, istemediklerini onlara yanaştırmıyorlar? Öyleyse bazı büyüklerini peygamberlik için hazırlasınlar. Mana da şöyledir: Peygamberlik Allah vergisidir, Allah kullarından dilediğine lütfeder, ona mani yoktur. Çünkü o azîzdir, yani mutlak gâlibtir. Vehhabtır; istediği her şeyi dilediğine bağışlar, Sonra bu iddiayı takviye etti ve şöyle dedi: 10Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü onların mı? Öyleyse sebeplerin içinde (göğe) yükselsinler. "Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü onların mı?” sanki onun peygamberliği üzerindeki tasarruflarını beğenmeyip de Rabbinin sonsuz hazineleri onların yanında değildir deyince, arkasından şunu getirdi ki, onların, hazineleri yanında küçük bir şey kalan bu maddî âlemde bile müdahaleleri yoktur, öyleyse onda nasıl tasarruf edecekler demek istedi. "Öyleyse sebeplerin içinde göğe yükselsinler” bu, mahzûf bir şartın cevabıdır, yani eğer böyle bir imkânları varsa, merdivenlerle Arşe yükselsinler, üzerine çıksınlar ve âlemi idare etsinler. Doğru bildikleri kimselere vahiy indirsinler. Bu da onlarla büyük bir alaydır. Sebep aslında bir şeye ulaşma aracıdır. Sebeplerden gökler murat edildiği de söylenmiştir; çünkü onlar aşağıdaki olayların sebeplendir. 11Orada gruplardan yenilmiş herhangi bir ordu! "Orada gruplardan yenilmiş herhangi bir ordu!” yani kâfirlerden peygamberlere karşı bir araya gelmiş derme çatma bir ordu. Yakında yenilecek ve kırılacak. Artık onlar için İlâhî tedbirler ve Rabbanî tasarruflar nerede! Ya da dediklerine aldırma, bu durumda mâ edâtı zâittir, azlık bildirmek içindir. Ekeltü şey'en mâ (bir şeyler yedim!) sözü gibi. Alay yollu ta'zîm için olduğu da söylenmiştir ki, arkasındaki ile uyum sağlamaz. Hünalike de böyle söylemek için kendilerine lâyık gördükleri konuma işarettir. 12Onlardan önce Nûh kavmi, Âd ve kazıklı Fir'avn de yalanladı. "Onlardan önce Nûh kavmi, Âd ve kazıklı Fir'avn de yalanladı". Kazıklı kazıklarla sağlamlaştırılmış mülk demektir. Şu beyitte olduğu gibi: Orada çok rahat bir hayat sürdüler, Kazıklarla sağlamlaştırılmış mülkün gölgesinde. Bu da kazıklarla tutturulmuş ev deyiminden gelir ya da çok kalabalık demektir. Onlara böyle denilmesi kazık gibi birbirini pekiştirmesindendir, kazıkla pekiştirilmiş çadır gibi. Şöyle de denilmiştir: Dört sütun dikti, işkence yapacağı kimsenin elleri ve ayakları bunlara bağlanırdı, üzerine kazık çakılırdı. Ölünceye kadar öyle bırakılırdı. 13Semûd, Lût kavmi ve Eyke halkı. İşte o gruplar; "Semûd, Lût kavmi ve Eyke halkı” ormanlık yerde yaşayanlar ki, Şuayb kavmidir. İbn Kesîr, Nâfi' ve İbn Âmir Leyke okumuşlardır. "İşte o gruplar” yani peygamberlere karşı toplanan ve içlerinden yenilen ordunun çıktığı grup. 14Hepsi peygamberleri yalanladılar; azabım onlara hak oldu. "Hepsi peygamberleri yalanladılar” kısaca onlar isnat edilen tekzibi açıklamaktadır, içinde te'kit de vardır ki, azâbı hak edişleri tescillensin. Bunun içindir ki, arkasından "azabım hak oldu” buyurmuştur. Bu da (hepsi peygamberleri yalanladılar kavli) ya çoğulu çoğulla karşılamak içindir (herkes kendi elçisini yalanladı) ya da bir elçiyi yalanlamak bütün elçileri yalanlamak olduğu içindir. 15Bunlar, iki sağun aralığı kadar sürmeyecek tek bir haykırışı bekliyorlar. "Bunlar beklemiyor” senin kavmin yahut o hizipler beklemiyorlar; çünkü onlar zihinde hazır oldukları için huzurda gibidirler yahut Allah'ın ilminde hazırdırlar "ancak bir tek haykırış bekliyorlar” ki, o da sûra ilk üfürmedir "ancak iki sağım aralığı kadar sürecek” iki sağım arasında sütün birikeceği ya da dönüp geleceği kadar. Çünkü o sırada süt memeye döner. Hamze ile Kisâî zam ile (fuvak) okumuşlardır ki, ikisi de lügattir. 16Rabbimiz, amel defterimizi hesap gününden önce acele ver, dediler, "Rabbimiz, amel defterimizi hesap gününden önce acele ver, dediler” bize vaat ettiğin azâbı ya da mü'minlere hazırladığın cenneti, bu da kattahu deyiminden gelir ki, kesmektir. Ödül belgesine kat denilmesi bir kıta kâğıt olmasındandır, böyle de tefsir edilmiştir yani amel defterimizi acele ver de bakalım demektir, "hesap gününden önce” alay etmek için acele ettiler. 17Dediklerine sabret. Kuvvet sâhibi kulumuz Dâvûd'u an. Gerçekten o, (Allah'a) dönendir. "Dediklerine sabret. Kuvvet sâhibi kulumuz Dâvûd'u an” günahı gözlerinde büyütmek için kıssasını onlara anlat. Çünkü o, şânının o kadar yüceliğine ve büyük nimet ve ikramlara kavuşmasına rağmen küçük bir günah yapınca derecesinden düştü, melekler temsil getirmek ve üstü kapalı konuşmakla onu kınadılar. O da sonunda durumu fark etti; Rabbinden bağış diledi ve Allah’a döndü. Artık kâfirler ve taşkınlık edenler ne düşünür! Ya da onun kıssasını hatırla da kendini koru; onun gibi ayağın kaymasın. Ufak bir ihmalinden dolayı aynı sitem senin de başına gelmesin. (Kuvvet sâhibi) fülanün evdin ve zu eydin ve adin ve eyadin denir ki, hepsi aynı manayadır. "Gerçekten o, Allah'a dönendir” Allah'ın rızâsını güdendir. Bu da eyd lâfzının illetidir ve ondan Dîn kuvveti murat edildiğinin delilidir. Kendisi bir gün oruç tutar, bir gün de tutmazdı, gecenin yarısını da namazla geçirirdi. 18Gerçekten dağları ona ram ettik; onunla akşam ve kuşluk tesbih ediyorlardı. "Gerçekten dağları ona ram ettik” bunun tefsiri yukarıda geçmiştir. Yüsebbihne lâfzı hâl’dir, müsebbihatin yerine konulmuştur; bu da geçmiş hâli zihinde canlandırmak ve teşbihin hâlden hâle geçerek değişmesini göstermek içindir. "Onunla akşam ve kuşluk vakti tesbih ediyorlardı” işrak, vaktel işrak demektir ki, güneşin doğduğu vakittir. Yani ışık verip de ışığının kuvvetlendiği andır ki, o da kuşluk vaktidir. Güneşin şuruku da doğmasıdır, şerakatiş şemsü ve Lemmâ teşrik diye çekimi yapılır. Ümmühani radıyallahü anha şöyle demiştir: Aleyhis-salâtü ves-selâm kuşluk namazını kıldı ve: Bu, işrak namazıdır, dedi. İbn Abbâs radıyallahü anhuma da şöyle buyurmuştur: Ben kuşluk namazını ancak bu ayetle tanıdım. 19Toplucakuşları da. Hepsi ona dönücü idi. (Topluca kuşları da) iki hâl arasında mutabakata riayet edilmemesi kuşların topluca haşrinin Dâvûd'un gücünü aşamalı olarak haşrinden daha çok göstermesi içindir. Mübteda ve haber olarak vettayru mahşuretün de okunmuştur. "Hepsi ona dönücü idi” dağlardan ve kuşlardan her biri onun teşbihi sebebiyle teşbihe dönücü idi. Bununla mâ-kabli arasındaki fark şudur: Bu teşbihe katılmayı, o ise devamı akla getirir. Ya da onlardan her biri ile Dâvûd aleyhis-salâtü ves-selâm teşbihi Allah'a döndürürdü. 20Onun mülkünü sağlamlaştırdık ve ona hikmeti ve sözün ayrımını verdik. "Onun mülkünü sağlamlaştırdık” heybet, zafer ve asker çokluğu ile takviye ettik. Mübalağa için şedde ile (şeddedna) da okunmuştur. Şöyle denilmiştir: Bir adam bir adamda ineği olduğunu iddia etti, bunu da açıklayamadı. Dâvûd'a davalıyı öldür, bunu da ona bildir, diye vahyedildi. O da bildirdi, adam da: Şüphesiz ben onun babasını öldürdüm ve ineğini aldım, dedi. Bunun üzerine heybeti daha da arttı. "Ona hikmet verdik” peygamberlik, mükemmel ilim ve sağlam iş "ve sözün ayrımını verdik". Faslel hitab hakkı bâtıldan ayırmakla davaları karara bağlamak demektir ya da özlü konuşmadır ki, duracak yerde durmak, durmayacak yerde durmamak, atıflar yapmak, yeni söz başları kurmak, zamir, zâhir, hazf, tekrar vb. gibi şeylerle maksadı karşıya gayet açık şekilde anlatan veciz sözdür. Emma ba'd'e faslel hitap denilmesi, maksadı hamdele ve salveleden ayırdığı içindir. Orta halli konuşmadır da denilmiştir ki, ne meramı ifade etmeyecek kadar kısa ne de usandıracak kadar uzun olmayan demektir. Nitekim Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm’ın konuşması da: Ne çok kısa ne de bıktıracak kadar uzun idi denilerek böyle nitelenmiştir. 21Hasımların haberi sana geldi mi? Hani mihraba tırmanmışlardı. "Hasımların haberi sana geldi mi?” istifhamın manası şaşırtmak ve dinlemeye teşvik etmektir. Hasm kelimesi aslında mastardır, bunun içindir ki, çoğula kullanılmıştır. (Hani mihraba tırmanmışlardı). Odanın suruna tırmanmışlardı. Tesevvere sur kökünden tefe'ul veznindedir, sinam'dan tesenneme gibi. İz edâtı da mahzûfa müteallıktır yani nebee tehakümil hasmi iz tesevveru demektir ya da nebe' lâfzına mütealliktir ki, bundan maksat da Davut aleyhis-salâtü ves-selâm zamanında gerçekleşen olay demektir. Eta lâfzının da ona isnadı mahzûf muzâf itibarı iledir yani kıssatü nebeil hasm demektir. Çünkü hasm lâfzında fiil manası vardır; eta'ya müteallik değildir. Çünkü Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e gelmesi o zaman değildir. (Hani Dâvûd'un karşısına çıkmışlardı) buradaki iz birincisinden bedeldir yahut tesevveru'nûn zarfıdır. 22Hani, Dâvûd'un karşısına çıkmışlardı da onlardan korkmuştu. "Korkma, biz birbirine saldıran iki hasımız; aramızda hüküm ver, aşırı gitme ve bizi yolun doğrusuna ilet” dediler. "Onlardan korkmuştu” ziyaretçinin yasak ve korumaların da kapıda olmalarına rağmen yanına girmişlerdi. Çünkü Davut aleyhisselâm zamanını bölümlere ayırmıştı: Bir gün ibâdet ederdi, bir gün davalara bakardı, bir gün vaaz verir, bir gün de yakınları ile meşgul olurdu. Melekler boş olduğu bir gün sûra tırmanarak yanına girdiler: "Korkma, biz iki hasımız, dediler” biz iki bölük davacıyız demektir, hasmın yanındakileri de hasım saymışlardır. "Birbirimize haksızlık ettik” bu da melek oldukları takdirde - ki, meşhur görüş budur - faraza demek istiyor ve ona îma ediyorlar. "Aramızda hüküm ver, aşırı gitme” haksız karar verme. "Teştut” da okunmuştur ki, haktan uzaklaşma demektir, tüşattıt ve tüşatıt da okunmuştur ki, hepsi şatat'tan, haddi aşmaktan gelir. "Bizi yolun doğrusuna ilet” ortasına ki, âdil olana demektir. 23Şüphesiz bu, benim kardeşimdir; onun doksan dokuz dişi koyunu var, benim de tek bir dişi koyunum var. Onu da bana ver, dedi ve beni sözle mağlup etti. "Şüphesiz bu, benim kardeşimdir” Dîn yahut sohbet kardeşim demektir "onun doksan dokuz dişi koyunu var, benim de tek bir dişi koyunum var” burada geçen na'ce dişi koyun demektir, kadından da kinaye edilir. Üstü kapalı konuşmada kinaye ve misal maksadı daha iyi ifade eder. Te'nin fethi ile tes'un ve tes'une, nûn'un kesri ile de ni'cetün de okunmuştur. (Onu da bana ver) aslında elimin altındakilere baktığım gibi ona da bakayım, demektir. Bana kifl yani hisse ver de denilmiştir. (Beni konuşmada mağlup etti) öyle deliller getirdi ki, bir türlü reddedemedim ya da hıtbe (kadın isteme) konusunda beni mağlup etti demektir. Hatabtül mer'ete ve hatabeha deyiminden gelir ki, bir kadını ben de istedim, o da istedi, o evlendi demektir. Ve âzzenîde okunmuştur ki, beni mağlup etti demektir, şedde atılarak garip bir şekilde ve azenî de okunmuştur. 24Dâvûd dedi: Yemin olsun, gerçekten senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlık etti. Şüphesiz ortaklar elbette bazıları bazılarına haksızlık eder. Ancak îman edip iyi şeyler yapanlar müstesnadır ki, bunlar da pek azdır. Dâvûd onu imtihan ettiğimizi zannetti, Rabbine istiğfar etti ve rüku ederek Rabbine döndü. "Davut dedi: Yemin olsun, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlık etmiştir". Bu da mahzûf kasemin cevabıdır, ortağının yaptığını aşırı şekilde reddetmek ve açgözlülüğünü kötü göstermek içindir. Belki de bunu davalı itiraf ettikten sonra demiştir ya da davanın doğru olduğunu kabul ederek demiştir. Sual kelimesi mef’ûlüna muzâftır, ilâ edâtı ile geçişli kılınması da izafe (katmak, ilave etmek) manasına geldiği içindir. "Şüphesiz ortaklardan çokları” huleta mallarını birbirine karıştıran kimseler demektir ki, tekili hâliyt'tır (birbirlerine haksızlık eder) ye'nin fethi ve gizli nûn takdiri ve hazf ile (leyebğıye) de okunmuştur. Meselâ: Idrıbe ankel humume tarıkaha (Kapını çalan sıkıntılarını defet) Kavlinde olduğu gibi (ıdribe, ıdriben) demektir. Kesre ile yetinilerek ye'nin hazfi ile (leyebği) de okunmuştur. "Ancak îman edip iyi şeyler yapanlar müstesnadır ki, bunlar da pek azdır". Mahum'daki mâ kapalı bırakmak ve azlıklarından şaşmak için ziyade kılınmıştır. "Davut onu imtihan ettiğimizi zannetti” günahı ile mihnet verdiğimizi ya da ayılır mı diye bu kararla imtihan ettik, demektir. "Rabbine istiğfar etti” günahı için "rüku ederek kapandı” secdeye kapandı demektir, ona rüku demesi, secdeye rukûdan gidildiği içindir ya da rakian namaz kılarken demektir, sanki istiğfar etmek için iki rekat namaz kılmak istemiştir "ve döndü” tevbe ile Allah'a döndü. Bu kıssada en çok verilmek istenen şudur: Dâvûd aleyhisselâm başkasının olan bir şeyi kendinin olmasını istemiştir, üstelik benzeri de kendinde varken. Allah onu bu kıssa ile uyardı, o da tevbe ve istiğfar etti. Şu rivâyete gelince: Gözüne bir kadın çarpmış, ona aşık olmuş ve onunla evleninceye kadar uğraşmış, ondan da Süleyman olmuştur, hikayesi, eğer doğru ise belki de o kadını dünürlük yolu ile istemiştir ya da kocasından onu boşamasını istemiştir. Bu o zamanlar normal bir şeydi, Ensâr da Muhâcirlere bu mana da teklifte bulunmuştur. Şu anlatılan şeye gelince: O, Oriya denen birini defalarca savaşa göndermiş ve ön saflarda çatışmasını istemiş, o da öldürülünce karısı ile evlenmiştir; bu ise dalga geçme ve iftiradır. Şöyle de denilmiştir: Birileri onu öldürmek istediler, özel odasına tırmandılar, yanına girdiler. Orada başkalarını da görünce dava meselesini uydurdular, o da maksatlarını anladı ve onlardan intikâm almak istedi. Bunun Allah'tan bir imtihan olduğunu düşündü, aklına gelen şeyden tevbe ve istiğfar etti. 25Biz de onun bu hareketini bağışladık. Gerçekten onun için yanımızda yakınlık ve dönüş güzelliği var. "Biz de onun bu hareketini bağışladık” istiğfar ettiği şeyi. "Gerçekten onun için yanımızda yakınlık vardır” bağışlanmadan sonra yakınlık vardır "ve dönüş güzelliği vardır” cennette gideceği yer vardır. 26Ey Davut, şüphesiz biz seni yeryüzünde hâlife kıldık; sen de insanların arasında hak ile hükmet ve hevese uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah,'ın yolundan sapanlar için hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azâp vardır. "Ey Davut, şüphesiz biz seni yeryüzünde hâlife kıldık” ondaki mülkün üzerine getirdik yahut senden önce hakkı icra eden peygamberlerin hâlifesi kıldık. "Sen de insanlar arasında hak ile hükmet” Allah'ın hükmü ile "hevese uyma” nefsin arzusuna. Bu da daha önce denildiği gibi günahının, sormadan önce davacıyı tasdik etme ve ötekisini zâlimlikle suçlama olduğunu teyit eder. "Sonra seni Allah'ın yolundan saptırır” hakkı gösteren delillerden uzaklaştırır. "Şüphesiz Allah,'ın yolundan sapanlar için hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azâp vardır” unutmaları sebebiyle ki, o da hak yoldan sapmalarıdır. Çünkü onu hatırlamak hakka sarılmayı ve nefse muhalefeti gerektirir. 27Biz göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri boşuna yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır. Kâfirlere ateşten dolayı yazıklar olsun. "Biz göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri boşuna yaratmadık” hikmetsiz boş yere demektir ya da biz boşuna ve eğlenerek yaratmadık, Meselâ "biz gökleri ve yeri oyuncular olarak yaratmadık” (Enbiya: 16) âyeti gibi ya da bâtıl için yaratmadık demektir ki, o da keyfe uymadır. Bilâkis hak için yarattık ki, o da delilin gereğidir, hak da tevhid demektir ve şerîatın zırhına bürümektir, Meselâ "ben cinleri ve insanları yalnız bana ibâdet etsinler diye yarattım” (Zariyat: 56) âyeti gibi. Batılen, hakkan batılen demekle mastarın yerine konulmuştur, Meselâ henîen'den olduğu gibi (ki, eklen henîen demektir). (Bu, kâfirlerin zannıdır) işâret bunların boş yere yaratılmasmadır, zan da maznun (zannedilen şey) manasınadır. "Kâfirlere ateşten dolayı yazıklar olsun!” bu zan düşüncesinden ötürü. 28Biz îman edip iyi şeyler yapanları yeryüzünde bozguncular gibi kılar mıyız yahut takva sahiplerini kötüler gibi kılar mıyız? (Biz îman edip iyi şeyler yapanları yeryüzünde bozguncular gibi kılar mıyız?) Em munkatıadır, istifham da iki topluluğun eşitliğini inkâr içindir, bu da boş yere yaratılmasının gereklerindendir, olumsuzluğunu göstermek içindir. " Yahut takva sahiplerini kötüler gibi kılar mıyız?” kavli de böyledir. Sanki önce mü'minlerle kâfirlerin bir olmayacağını, sonra da takva sahipleri ile günahkârların bir olmayacağını bildirmiştir. Bunun birinci inkârın tekrarı olması da câizdir; çünkü onun başka iki durumu daha vardır ki, hikmet sâhibi ve merhametli Allah bunların eşit olmalarına imkân tanımaz. Âyet yeniden dirilmenin doğruluğunu gösteren bir delildir; çünkü bu iki zümre arasındaki üstünlük ya dünyada olacaktır ki, genellikle bu hikmete göre tecelli etmiyor ya da başka bir yerde olacaktır. Bu da insanların ceza görecekleri bir âlemi zorunlu kılar. 29Bu, âyetlerini iyice düşünsünler ve saf akıl sahipleri de öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. "Bu, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır” çok faydalı demektir, hâl olarak nasb ile (mübareken) de okunmuştur "âyetlerini iyice düşünsünler diye” onların üzerinde iyice düşünsünler de onların dışını idare eden sağlam te'villeri ve çıkarılan manaları bilsinler. Aslı üzere idgamsız olarak litüdebbiru da okunmuştur ki, sen ve ümmetinin alimleri demek olur. "Ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye” saf akıl sahipleri ibret alsınlar yahut akıllarında kazık gibi çakılı olan şeyleri gözlerinin önüne getirsinler. Çünkü ortaya konan delillerle buna rahatlıkla ulaşma imkânları vardır. Zira İlâhî kitaplar ancak şerîat tarafından bilinenleri açıklamak ve aklın altından kalkacağı şeyleri de göstermek içindir. Belki de düşünme ilk anda bilinen içindir, öğüt alma da ikincisi içindir. 30Dâvûd'a Süleyman'ı bağışladık. (Süleyman) ne güzel kuldu! Gerçekten o, (Allah'a) çok dönendi. Âyetin tefsiri için bak:31 31Hani, ona safin (bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağının üzerine duran) koşu atları arz edilmişti. "Dâvûd'a Süleyman'ı bağışladık. (Süleyman) ne güzel kuldu” nimel abdü Süleyman demehtir (mahsus bilmedh Süleyman'dır). Çünkü arkadan gelenler bu methin gerekçesidir ve onun (Süleyman'ın) hâlindendir. (Gerçekten o, çok dönendi) Allah'a tevbe ile çok dönendi yahut teşbihe dönüp onu çok tekrar edendi. (Hani, ona arz edilmişti) bu da evvab yahut nime'nin zarfıdır, zamir de cumhura göre Süleyman'a râcidir (akşam üzeri) öğleden sonra "safîn atlar” safin ön yahut arka ayak tırnağının ucudur. Bu, at için övülen bir niteliktir, neredeyse ancak asil Arap atlarında bulunur (koşu atları) ciyad cevad’ın yahut cevd'in çoğuludur. O da hızlı koşan attır. Mahmuzlandığı zaman hızlı koşan da denilmiştir. Ceyyid'in çoğulu olduğu da söylenmiştir. Rivâyete göre Süleyman aleyhisselâm Dimaşk'ı (Şâm'ı) ve Nusaybin'i işgal etti, bin at elde etti. Şöyle de denilmiştir: Babası bunları Amalikalı'lardan ele geçirdi, ona babasından kaldı. Onların kendine sunulmasını istedi. Sunma işi güneşin batmasına kadar sürdü, ikindiyi kaçırdı ya da virdini okuyamadı; kaçırdığı için buna üzüldü, onları getirmelerini istedi, Allah'a kurban olarak kesti: 32"Gerçekten ben, hayır sevgisini Rabbimin zikrinden istedim” demişti. Nihayet perde ile kayboldu. (Gerçekten ben hayır sevgisini Rabbimin zikrinden istedim, dedi) aslında ahbebtü alâ edâtı ile geçişli olmalıdır, çünkü âsertü (tercih ettim) manasınadır. Ancak enebtü (vekil ettim, yerine koydum) lâfzının yerine geçirildiği için onun gibi geçişli kılınmıştır. Bunun tekaattü (oturdum) manasına olduğu da söylenmiştir, Meselâ şairin: Misle bairis sui izâ ehabba (Çöken kötü deve gibi) mısraında olduğu gibi. Hubbelhayr da mef’ûlün lehtir, hayır da çok maldır. Bundan maksat da kendisini meşgul eden atlardır. Onlara hayır demesi belki de hayrın onlara bağlı olmasındandır. Çünkü aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz: Hayır kıyâmet gününe kadar atların alınlarına bağlıdır, buyurmuştur. "Nihayet perde ile kayboldu” yani güneş battı. Güneşin batması, kafesten çıkmayan ve orada saklanan kadına benzetilmiştir. Daha önce geçmediği hâlde zamir olarak kullanılması aşiyy lâfzının onu göstermesindendir. 33"Onları bana çevirin". Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı. (Onları bana getirin) zamir safin atlara gitmektedir "sıvazlamaya başladı” kılıçla sıvazlamaya / kesmeye başladı "bacaklarını ve boyunlarını” yani bacaklarını ve boyunlarını kesmeye başladı, bu da meseha ilavetehu deyiminden gelir ki, boynunu vurmaktır. Onları sevdiğinden eliyle boyunlarını ve bacaklarını sıvazlamaya başladı da denilmiştir. İbn Kesîr vâv'ı hemzeye çevirerek bissu'kı okumuştur, çünkü mâ-kabli mazmumdur, Meselâ mu'kın'de olduğu gibi. Ebû Amr'dan da suuk şeklinde okuduğu rivâyet edilmiştir. Tekili çoğul yerine koyarak bissakı de okunmuştur, çünkü karışıklık korkusu yoktur. 34Yemin olsun, gerçekten Süleyman'ı denedik ve tahtının üstüne bir ceset attık. Sonra da (tahtına) geri döndü. "Gerçekten Süleyman'ı denedik ve tahtının üstüne bir ceset attık.. Sonra da (tahtına) geri döndü". Bu konuda söylenenlerin en açığı Merfû' olarak rivâyet edilen şu hadistir: Süleyman aleyhisselâm: Bu gece şüphesiz yetmiş kadınımı dolaşacağım; her biri Allah yolunda cihâd edecek bir atlı getirecektir, dedi, inşallah demedi. Hiçbiri gebe kalmadı, ancak biri hariç, o da yarım bir çocuk doğurdu. Allah'a yemin ederim ki, eğer inşallah dese idi, hepsi de atlı olarak cihâd ederdi. Şöyle de denilmiştir: Onun bir oğlu doğdu, şeytanlar onu öldürmek için toplandılar, bu da bunu bildi. Onu bulutta beslemeye başladı, fark edilir edilmez tahtının üzerine ölü olarak atıldı. O da hatasını anladı, çünkü Allah'a tevekkül etmemişti. Şöyle de denilmiştir: O adalardan Saydun denilen bir yeri işgal etti, oranın kralını öldürdü ve kızı Cerade'yi ele geçirdi. Onu sevdi. O da babasına hasretinden dolayı durmadan gözyaşı döktü. Süleyman şeytanlara onun bir suretini yapmalarını emretti. Kadın her gün nedimeleri ile birlikte gider hayatında olduğu gibi ona secde ederlerdi. Veziri Asaf bunu haber verdi, o da heykeli kırdı, kadını dövdü ve ağlayarak yalvararak çöle çıktı. Onun ümmüveled (çocuk doğuran) bir cariyesi vardı, ismi da Emine idi. Tâhârete çıktığı zaman mührünü ona verirdi, mülkü de ona bağlı idi. Bir gün mührü ona verdi, Sahr adında bir şeytan Süleyman'ın donuna büründü, mührü aldı ve parmağına geçirdi, tahtına oturdu. Halk başına toplandı. Her şeye hükmü geçerdi, ancak kadınlarına geçmezdi, Süleyman'ın da şekli değişmişti. Mührü almak için ona geldi, kadın da onu kovdu, o da hatasını anladı. Kapı kapı dolaşıp bir şeyler istemeye başladı. Aradan kırk gün geçti, tam kadının heykele taptığı günler kadar. Şeytan da uçup mührü denize attı. Onu bir balık yuttu. O da Süleyman'ın eline geçti, balığın karnım yardı, mührü buldu. Onunla mühürlemeye başladı, secdeye kapandı, mülk de ona geri döndü. Buna göre o ceset Sahr'dır. Ona ceset denilmesi, Süleyman'ın donuna girmesindendir, aslında öyle değildi. Hatası da ailesini kontrol edememesi idi. Çünkü heykel yapmak o zamanlar caizdi. Kendisi bilmeden onların heykele secde etmesi de ona bir zarar vermez. 35Rabbim, beni bağışla, bana öyle bir mülk lütfet ki, benden sonra kimseye lâyık olmasın. Şüphesiz sen, çok lütufkârsın, dedi, "Rabbim, beni bağışla. Bana öyle bir mülk lütfet ki, benden sonra kimseye lâyık olmasın". Kolay olmasın, gerçekleşmesin. Bana uygun bir mu'cize olsun ya da bu soyulmadan sonra kimse onu benden çekip almasın ya da büyüklüğünden dolayı benden sonra kimseye nasip olmasın, Meselâ: Filanın öyle malı var ki, kimsede yoktur, denilir. Bu da mülkünün büyük olmasını istemektir yoksa benzeri kimsede olmasın demek değildir, çünkü o zaman rekabet olur. İstiğfarı bağışlamadan önce zikretmesi Dîn işine çok önem vermesinden ve bir de duanın daha çok kabulüne yardım edecek olmasındandır. Nâfi' ile Ebû Amr ye'nin fethi ile (min ba'diye) okumuşlardır. "Şüphesiz sen, evet sen, çok lütufkârsın” istediğini istediğine verirsin. 36Ona rüzgârı ram ettik (emrine verdik). İstediği yere emri ile yumuşakça akıp giderdi. Âyetin tefsiri için bak:37 37Şeytanları, her yapıcı (bina ustası) ve dalgıcı da. "Ona rüzgârı ram ettik” duasını kabul etmek için ona muti kıldık. Çoğul olarak erriyaha da okunmuştur. "Emri ile yumuşakça akıp giderdi” bu da rehavetten gelir ki, sarsılmadan demektir ya da itâatkâr bir memur gibi emrine karşı çıkmazdı. (İstediği yere) esabe istemektir, bu da esabes savabe feahtael cevabe (doğruyu istedi, cevapta hata etti) sözü gibi. (Şeytanları da) erriyh lâfzına ma’tûftur (her bina ustası ve dalgıcı da). Bu da veşşeyatine'den bedeldir. 38Zincirlere bağlanmış başkalarını da. (Zincirlere bağlanmış başkalarını da) bu da külle üzerine atıftır, sanki şeytanları ağır işlere ayırmış gibidir, Meselâ yapıcılık ve dalgıçlık gibi. Azgınları da birbirleriyle zincire bağlamıştı ki, kimseye kötülük etmesinler. Belki de cisimleri şeffaf ve katı idi, görülmüyordu, bağlamak mümkündü. Böyle olmakla beraber akla daha yakını kötülüklerini engellemek için zincire vurmaktır. İhsana safed denilmesi de nimet verilen kimseyi bağlamasındandır. Bu maddenin iki fiilini ayırmışlar; bağlamak için safedehu,rmek için de asfedehu demişlerdir, vaade ve evade'nin tersine, bunda da bir nükte vardır. 39Bu vergimizdir; artık ister ver yahut hesapsız tut, dedik. "Bu vergimizdir” yani sana bahşettiğimiz mülk, genişlik ve imkân başkalarına vermediğimiz şeylerdir. "İster ver yahut tut” istediğine ver, istediğine verme (hesapsız) bu da emir zamirinden hâl’dir, yani onu vermekte ve vermemekte hesaba çekilmezsin, çünkü tasarrufu senin elindedir ya da ata'dan hâl’dir yahut ona mütealliktir. Aradaki de itiraziyedir. Mana da şöyledir: Bu büyük bir ikramdır, saymak mümkün değildir. Hâza işaretinin şeytanı emirde tutmayadır da denilmiştir. Vermek ve tutmaktan maksat da onları salıvermek ve bağlı tutmaktır. 40Gerçekten onun için yanımızda elbette bir yakınlık ve dönüş güzelliği vardır. "Gerçekten onun için yanımızda elbette bir yakınlık vardır” dünyadaki büyük mülkle beraber âhirette de yakınlık vardır "ve dönüş güzelliği vardır” varacak güzel yer ki, o da cennettir. 41Kulumuz Eyyub'u da an. Hani, Rabbine: Şüphesiz bana şeytan bir yorgunluk ve bir azâp dokundurdu, diye seslenmişti. "Kulumuz Eyyub'u da an” o İshak oğlu İsy’ın oğlu Ebbup'tur, karısı da Ya'kûb'un kızı Leya'dır. (Hani, Rabbine seslenmişti) bu da abdena'dan bedeldir, Eyyube de onun atıf beyanıdır (bana dokundurdu) bienni messeniye demektir. Hamze ye'nin sükûnu ve vasi hâlinde düşürülmesi ile okumuştur, "şeytan bana bir yorgunluk ve bir azâp dokundurdu” azâp üzüntü demektir. Bu da Allah'a seslendiği lâfzın hikâyesidir. Eğer öyle olmasa idi (ona dokundurdu) derdi. Bunu şeytana isnat etmesi ya Allah'ın ona şeytanın vesvesesi ile dokundurmasındandır, çünkü bunu onun vesvesesi ile yapmıştı. Nitekim şöyle denilmiştir: O malının çokluğu ile böbürlenmiş yahut bir mazlumun ilencine kulak asmamıştı. Ya da davarları kâfir bir kralın mülküne yakın yerde idi, ona yağcılık etmiş ve onunla savaşmamıştı. Ya da sabrını denemek için bunu kendisi istemişti, bu da günahı itiraf etme olur ya da edebinden dolayı böyle demişti ya da şeytan onun adamlarına vesvese etmiş; onu reddedip yurtlarından çıkarmışlardı ya da yorgunluk ve azaptan şeytanın, hastalığında Allah'ın rahmetinden ümit kestirici ve sabırsızlığa teşvik edici vesvesesi murat edilmiştir. Ya'kûb mastar olarak nûn'un fethi ile binasbin okumuştur. İki fetha ile (binasabin) de okunmuştur ki, bu da lügattir, Meselâ reşd ve reşed gibi. Durumun vehametini ifade için iki zamme ile (binusubin) de okunmuştur. 42Ayağını yere vur; işte yıkanacak ve içecek bir (su, dedik). "Ayağını yere vur” bu da verilen cevabın hikâyesidir yani ayağını yere vur demektir. "İşte yıkanacak ve içecek bir su” yani o da vurdu, ondan bir pınar kaynadı, bu, yıkanacak ve içilecek bir sudur; için ve dışın ondan iyi olacaktır, denildi. Şöyle de denilmiştir: Sıcak ve soğuk olmak üzere iki pınar ftşkırdı; sıcaktan yıkandı, diğerinden de içti. 43Ona bizden bir rahmet ve saf akıl sahipleri için bir öğüt olmak üzere ailesini de onlarla beraber bir mislini de bağışladık. "Ona ailesini bağışladık” dağıldıktan sonra toplamakla ya da ölümlerinden sonra dirilttik, demektir. Onlara mislini bağışladık da denilmiştir. "Onlarla beraber bir mislini de bağışladık” öyle ki, eskisinin iki katı oldu. "Bizden bir rahmet için” ona merhametimizden dolayı "ve saf akıl sahipleri için bir öğüt olmak üzere” onlara hatırlatma olmak için ki, başlarına gelen şeyde sabırla ve Allah’a iltica etmekle aydınlığı beklesinler. 44Eline bir demet sap al; onunla (karına) vur ve yeminini bozma (dedik). Gerçekten biz onu sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu! Gerçekten o, (Rabbine) çok yönelen idi. (Eline bir demet sap al) bu da ürkud'a atıftır, dığs da kuru ot vb.den oluşan küçük demettir. "Onunla (karına) vur ve yeminini bozma". Rivâyete göre Ya'kûb'un kızı Leya yahut Efraim bin Yûsuf'un kızı Rahme bir ihtiyacı için dışarı çıkmıştı, gecikti. Eyyup da: Eğer iyi olursa ona yüz darbe vuracağına yemin etti. Allah onu bu tedbirle yemininden çıkardı, bu da had cezalarında kalıcı bir ruhsat oldu. "Gerçekten biz onu sabırlı bulduk” canında, malında ve ailesinde başına gelenler hususunda. Şeytandan Allah'a şikâyeti buna bir zarar vermez, çünkü o, sabırsızlık sayılmaz, Meselâ sağlık temenni etmek ve şifa istemek gibi. Üstelik bunu şeytanın onu ve kavmini Dîn hususunda fitneye düşürme korkusu ile demişti. "O ne güzel kuldur” Eyyub ne güzel kuldur "gerçekten o, Rabbine çok dönen biri idi” her şeyi ile kendini Allah'a vermişti. 45Eller ve gözler sâhibi kullarımız İbrâhîm, İslı ak ve Ya'kûb'u an. "Kullarımız İbrâhîm, İshak ve Ya'kûb'u an” İbn Kesîr (tekil olarak) abdena okumuş, cinsi çoğul yerine koymuştur ya da fazla şerefinden dolayı yalnız İbrâhîm'i onun atıf beyanı yapmış, İshak ile Ya'kûb'u onun üzerine atfetmiştir. "Eller ve gözler sâhibi” taatta kuvvetli ve dinde basiretli demektir ya da büyük işler ve şerefli ilimler sâhibi demektir. İş yerine eller demesi, çoğu işlerin onlarla yapılmasından, marifetler yerine de gözler demesi de bakmanın marifetin başı olmasındandır. Bunda câhil tembellere îma vardır, çünkü onlar kötürümler ve körler gibidirler. 46Gerçekten biz onları yurdu hatırlama hasletiyle hâlis kıldık. "Gerçekten biz onları bir hasletle hâlis kıldık” hâlis bir hasletle ki, içinde hiç katkı yoktur, oda "yurdu hatırlamadır” âhiret yurdunu devamlı hatırlamalarıdır. Çünkü onların taattaki ihlâsları o sebepledir. Şöyle ki, yapıp yapmadıkları her şeyde en yüksek idealleri Allah'a yakın olmak ve ona kavuşmayı başarmaktır, bu da âhirette olacaktır. (Âhiret yerine) yurt demesi şunun içindir, çünkü gerçek yurt odur, dünya ise geçittir. Nâfi' ile Hişâm hâlisatin'i zikre muzâf kılmışlardır bu izafet de beyan içindir, bu da hâlisa'nın hulus manasına fâ'iline muzâf mastar olmasındandır. 47Gerçekten onlar elbette seçilmiş hayırlı kimselerdendir. "Gerçekten onlar elbette seçilmiş hayırlı kimselerdendir” kendileri gibi seçkin ve hayırda üstün kimselerden, demektir. Ahyâr hayrın çoğuludur, esrar da şerrin çoğulu olduğu gibi. Şöyle de denilmiştir: Ahyar hayyirin ya da onun tahfifi olan hayrın çoğuludur, Meselâ emvatın meyyitin yahut meytin çoğulu olması gibi. 48İsmâîl, Elyesa ve Zülkifl'i de hatırla. Hepsi de iyilerdendir. "İsmâîl ile Elyesa'ı da hatırla” Elyesa Ahtub'un oğludur, İlyas onu İsrâîl oğullarına hâlife seçti, sonra da peygamber oldu. Ondaki lâm: Reaytül velidebnel yezide mübareken kavlinde Yezid'deki gibi zâittir. Hamze ile Kisâî elleysaa şeklinde okumuşlardır, bunu da leysa'dan nakledileni les'dan nakledilene benzeterek yapmışlardır. "Zülkifl'i de hatırla” bu da Yesa'ın amcası oğlu ya da Bişr bin Eyyub'un oğludur. Peygamber olup olmamasında ve lâkabında ihtilâf edilmiştir. Şöyle denilmiştir: İsrâîl oğullarından yüz peygamber öldürülmek korkusu ile ona kaçtı, o da onlara yataklık etti. Şöyle de denilmiştir: günde yüz rekat namaz kılan bir adamın amelini tekeffül etti (aynısını yapmaya söz verdi). "Hepsi de iyilerdendir". 49Bu bir zikirdir. Gerçekten müttekıler için elbette dönüş güzelliği vardır. Âyetin tefsiri için bak:50 50Kapıları onlar için açılmış Adn cennetleri (vardır). (Bu) geçen işlerine işarettir "bir zikirdir” onlar için şereftir ya da zikirden bir türdür, o (zikir) de Kur'ân'dır. Sonra onlar ve benzerleri için hazırlanan şeyleri açıklamaya başladı ve şöyle dedi: "Gerçekten müttekıler için dönüş güzelliği vardır, (Adn cennetleri)” bu da hüsne meabin kavlinin atıf beyanıdır. Cennati adnin sonradan cennete özel isim olmuştur. Çünkü (Allah Adn cennetlerini gaybe inanan kullarına vaat etmiştir) (Meryem: 61) buyurmuştur (elleti ismi Mevsûlu cennati adne muzâf olmakla mâ'rife (özel isim) olmuştur). (Kapıları onlar için açılmış olarak) bu da cennati adnden hâl olarak mensûbtur, âmili de müttekiyn lâfzındaki fiil manasıdır (istekarret). Mübteda ve haber olarak (cennatü adnin müfettehatün) yahut ikisi de mahzûf mübtedanın haberi olarak (hüve cenatü adnin) Merfû' olarak da okunmuştur. 51Orada koltuklara yaslanırlar. Orda birçok meyve ve içecek isterler. (Orada koltuklara yaslanırlar, orada birçok meyve ve içecek isterler). Müttekiiyn ile yedun arka arka hâldirler ya da lehüm'deki zamirden iç içe hâldirler, müttakiiyn'den hâl değildirler, çünkü araya fasıla girmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, yedune onların durumlarını açıklamak için hâl’dir, müttekiiyn de onun zamirinden hâl’dir. Meyve ile yetinilmesi, yiyeceklerinin zevk için olmasındandır, çünkü gıda almak vücuttan eksileni kapatmak içindir, cennette ise eksilme yoktur. 52Yanlarında gözlerini (kocalarına) diken yaşıt (cennet kadınları) vardır. "Yanlarında gözlerini kocalarına diken kadınlar vardır” kocalarından başkasına bakmazlar (yaşıt kadınlar) yaşları eşit demektir, çünkü akranlar arasındaki sevgi daha köklüdür ya da kadınlar yaşıttır, aralarında koca karı ve çocuk yoktur demektir. Türab lâfzında türemiştir, çünkü toprağa aynı anda temas ederler. 53Bu, Hesap günü için size vaat olunan şeydir. "Bu, hesap günü için vaat olunan şeydir” çünkü hesap mükâfat almak için sebeptir. İbn Kesîr ile Ebû Amr mâkabline uyması için ye ile (yuadun) okumuşlardır. 54Şüphesiz bu bizim rızkımızdır, onun için tükenme diye bir şey yoktur. "Şüphesiz bu bizim rızkımızdır, onun için tükenme diye bir şey yoktur” kesilmez. 55Bu mü'minler içindir, azgınlar için elbette gidecek yerin kötüsü vardır. "Hâza” durum budur yahut bu anlatılan gibidir yahut bunu al demektir. Bu mü'minler içindir, "Azgınlar için elbette gidecek yerin kötüsü vardır. 56Cehennem. Ona girerler. Ne kötü döşektir. “ Cehennem” bunun da irabı yukarıda geçmiştir. (Ona girerler) bu da cehennemden hâl’dir. "Ne kötü döşektir” bu da uyku döşeğinden istiare edilmiştir, mahsus bizzem de mahzûftur, o da cehennemdir, çünkü "onlar için cehennemden bir döşek vardır” (Araf; 41) denilmiştir. 57Bu azâbı, evet onu tatsınlar ki, o kaynar su ve irindir. "Bu azâbı, evet onu tatsınlar” liyezuku Hâza felyezukuhu (fiile mensûbtur) yahut elazabu Hâza demektir (mübteda ve haber) yahut Hâza mübteda’dır, haberi de (o kaynar su ve irindir) hamim ilk ikiye göre mahzûf mübtedanın haberidir yani hüve hamimün demektir. Ğassak da cehennemliklerin bedeninden akan irindir, ğasekatil aynü deyiminden gelir ki, gözün yaşı akmaktır. Hafs, Hamze ve Kisâî sin'in şeddesi ile ğassak okumuşlardır. 58Daha o şekilden çift çift başka vardır. , "Ve âharu” başka tadılan yahut azâp vardır. Basralı iki kurra ve uharü okumuşlardır ki, tadılanlar yahut başka azâp çeşitleri vardır demek olur. (O şekilden) o tadılandan yahut azaptan o şiddette vardır demektir. Zamirin tekil olması mâ zükire (anlatılan) itibarı iledir ya da hamim ile ğassak'ı içine alan içeceğe ya da ğassaka râci olmasındandır. (Çift çift) ecnasün demektir ki, âhar'in haberidir yahut sıfatıdır yahut üçüne (hamim, ğassak ve âhar) aittir. Ya da (ezvacün) lehüm gibi mahzûf câr ve mecrûrla merfû’dur. 59Bu, sizinle giren bir gruptur. Onlara hoş geldin yoktur. Çünkü onlar cehenneme girecekler. "Bu, sizinle beraber giren bir gruptur” bu da azgın reislere denen sözün hikâyesidir. Ateşe girdikleri ve onlarla beraber sapıklıkta onlara katılan bir grup da içeri daldıkları zaman onlara böyle denir, "onlara hoş geldin yoktur” liderlerin kendi adamlarına bedduasıdır ya da fevc lâfzının sıfatıdır ya da hâl’dir yani onlara, merhaba yoktur, onlara geniş yer de bolluk da getirmediler. "Çünkü onlar cehenneme girecekler” ateşe bizim gibi amelleri ile girecekler. 60Dediler: Hayır, asıl size hoş geldin yok; Onu bize siz takdim ettiniz. O, ne kötü karargâhtır! "Dediler” yani adamları reislerine "hayır, asıl size hoş geldin yoktur” dediğiniz şeye yahut bize denilene müstahak olan sizsiniz, çünkü sapıktınız, bizi de saptırdınız, nitekim "onu bize siz takdim ettiniz” dediler, azâbı ya da ateşe girmeyi siz takdim ettiniz. Çünkü bizi kandırdınız ve bizi bozuk itikatlara ve çirkin amellere teşvik ettiniz. "O, ne kötü karargâhtır” cehennem ne kötü duraktır. 61Dediler: Ey Rabbimiz, bize bunu kim takdim etti ise onun azabını ateşte bir kat artır! "Dediler” yine adamları dediler "Rabbimiz, bize bunu kim takdim etti ise onun azabını ateşte bir kat artır” bu da azabın bir mislini ilave etmekle olur ki, azâbı iki kat olur. Meselâ "Rabbimiz, onlara iki kat azâp ver” (Ahzab: 68) âyeti gibi. 62Dediler: Kendilerini şerlilerden saydığımız birtakım adamları neden görmüyoruz? "Dediler” yani azgınlar "kendilerini şerlilerden saydığımız birtakım adamları neden görmüyoruz?” aşağılık gördükleri ve alay ettikleri fakir Müslümanları kast ediyorlar. 63Onları alaya almış mıydık yoksa gözler onlardan kaydı mı? (Onları alaya almış mıydık?) bu da ricalen lâfzının başka bir sıfatıdır. Hicazlı iki kurra ile İbn Âmir ve Âsım, istifham hemzesi ile (ettehaznahüm) okumuşlardır. O zaman onlarla alay ettikleri için kendilerini kınamış ve azarlamış olurlar. Nâfi', Hamze ve Kisâî zam ile sühriyyen okumuşlardır ki, aynısı Mü'minun sûresinde geçmiştir. "Yoksa gözler onlardan kaydı mı?” o yüzden mi onları görmüyoruz? Em edâtı muttasıladır ve "malena” lâfzına muadildir, bundan maksatları da gâip oldukları için onları görmemeleridir. "Sanki: Burada değiller mi yoksa gözlerimiz onlardan kaymış mıdır?” demişlerdir. Ya em edâtı ikinci kırâata göre etteheznahüm'e muadildir yani onlara bu ikisinden hangisini yaptık; onlarla alay mı ettik yoksa onları horladık mı? Çünkü gözlerin kayması bundan kinayedir, manası da kendilerini beğenmemeleridir. Ya da em munkatıadır, maksat da onları aşağılık görmeleri ve onlarla alay etmeleri gözlerinin kaymasından ve görüntüleri pejmürde olduğu için iyice bakmamalarından olduğunu göstermektir. 64Şüphesiz cehennem halkının bu çekişmesi bir gerçektir, "Şüphesiz bu” onlardan aktardığımız şeyler (elbette bir gerçektir) bunu gelecekte mutlaka konuşacaklardır. Sonra bunun ne olduğunu açıkladı (cehennem halkının çekişmesi) dedi. Bu da lehakkundan bedeldir ya da mahzûf mübtedanın haberidir. Zâlike'den bedel olarak nasb ile (tahasume) de okunmuştur. 65De ki: Ben ancak bir uyarıcıyım. Tek ve gâlip Allah'tan başka bir İlâh yoktur. "De ki:” ya Muhammed, müşriklere "ben ancak bir uyarıcıyım” sizi Allah'ın azabından uyarıyorum. "Tek Allah'tan başka bir ilâh yoktur” o ki, zatında ortaklığı ve çokluğu kabul etmez "gâlip” istediği her şeyi kahreder. 66Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbi, çok güçlü, çok bağışlayıcıdır. "Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Rabbi” yaratılmaları ondandır. İşleri de ona dönüktür "çok güçlüdür” ceza verdiği zaman kimse onu mağlup edemez "çok bağışlayıcıdır” istediğinin istediği günahını bağışlar. Bu sıfatlarda tevhidin tespiti ve muvahhit ve müşrikler için de vaat ve tehdit vardır. Tehdidi akla getirenin (kahhar ile azîz) iki tane olarak gösterilmesi istenilen şeyin uyarmak olmasındandır (müjdelemek değil). 67De ki: Bu, büyük bir haberdir. "De ki: O” yani benim bu sıfatta birinin ve Hanlıkta tek olanın azabından uyarıcı olmam, Şöyle de denilmiştir: Bundan sonra gelecek olan Âdem'in durumu "büyük bir haberdir. 68Sizse ondan yüz çevirenlersiniz. Sizse ondan yüz çeviriyorsunuz” çünkü uzun gaflet içindesiniz. Zira akıllı kimse bundan yüz çevirmez. Nasıl olur ki, bu, açık delillerle sabittir. Tevhidin delilleri yukarıda geçmiştir. Peygamberliğinin delilleri ise şudur: 69"Mele-i A’lâ'dakiler (En yüksek makamdakiler) tartışırlarken benim onlar hakkında bir bilgim yoktur". "Mele-i A’lâ'dakiler (En yüksek makamdakiler) tartışırlarken benim onlar hakkında bir bilgim yoktur". Çünkü onun meleklerin karşılıklı konuşmalarını ve aralarında geçen şeyleri kimseden duymadığı ve bir kitap mütalâa etmediği hâlde haber vermesi ancak vahiy ile tasavvur edilip düşünülür. "İz” zarftır ve "ilmin” lâfzına yahut gizli bir şeye mütealliktir, takdiri de min ilmin bi-kelâmil meleil a'lâ demektir. 70Bana ancak benim apaçık bir uyarıcı olduğum vahyolunuyor. (Bana ancak benim apaçık bir uyarıcı olduğum vahyolunuyor) yani liennema demektir (harf-i çerden dolayı ennema okunmuştur), sanki ona vahiy geldiği kabul edilince bundan kast edilen şeyi açıklamış gibi oldu, çünkü "ben ancak bir uyarıcıyım” (Ahzab: 68) buyurmuştur. Ennema'nın yuha ileyye'nin naibi fâili olarak Merfû' olması da câizdir (o zaman ennema okunur). Geçmişi hikâye tarzında kesr ile innema okunması da câizdir. 71Hani, Rabbin meleklere: "Şüphesiz ben çamurdan bir insan yaratacağım” demişti. (Hani, Rabbin meleklere: Şüphesiz ben çamurdan bir insan yaratacağım, demişti). Bu da iz yahtesımun'den bedeldir, çünkü onu açıklamaktadır. Zira iz edatının başına geldiği kıssa; meleklerin ve İblis'in Âdem aleyhisselâm’ın yaratılışı, hilafeti hak edişi ve Bakara'da geçtiği üzere secdeyi içine almaktadır. Ancak bununla yetinilmiş ve maksadı ifade edecek kadar kısa kesilmiştir. Bu da Peygamber aleyhis-salâtü ves-selâm'a karşı böbürlenmelerinden dolayı müşrikleri uyarmaktır. Yoksa İblis'in Âdem aleyhisselâm'a kibirlenmekle başına gelenlerin aynısı onlara da gelebilir. Durum böyle, şu da câizdir ki, Allah'ın onlarla konuşması melek aracılığı ile olabilir ve yüksek melekler kurulu da Allahü teâlâ'yı ve melekleri içine alacak şekilde tefsir edilebilir. 72Onu düzenleyip de ona ruhumdan üfürdüğüm zaman ona secdeye kapanın. "Onu düzenleyip de ona ruhumdan üfürünce” rûh üfürmekle onu canlandırdığım zaman demektir, Rûhun Allah'a nispeti şeref ve temizliğindendir "ona secdeye kapanın". Onu sayarak ve ona hürmet ederek. Açıklaması Bakara'da geçmiştir. 73Bütün melekler hepsi secde ettiler. Âyetin tefsiri için bak:74 74Ancak İblis büyüklük tasladı. Kâfirlerden oldu. "Bütün melekler ona secde ettiler, ancak İblis büyüklendi ve kâfirlerden oldu". Allahü teâlâ’nın emrini reddetmek ve ona itâat etmekten büyüklenmekle ya da Allahü teâlâ’nın ilminde onlardan idi. 75Ey İblis, iki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni ne men etti? Kibir mi tasladın yoksa yücelenlerden mi oldun? "Ey İblis, iki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni ne men etti?” bizzat kendim yarattım; araya baba ve ana gibi bir vasıta koymadım. İki el demesi kudretini daha çok göstermesinden ve yaratılmasında aşamalar olmasından dolayıdır. Tekil olarak (biyediy) de okunmuştur. Onu secde etmediği için yadsıması şunun içindir; çünkü o hürmeti hak ediyordu ya da sebep olarak gösterdiği şey gerçek mani değildi; zira efendinin bazı kölelerinden bazılarına hizmet etmelerini istemesi hakkıdır, hele o kölenin bazı meziyetleri olursa. "Kibir mi tasladın yoksa yücelenlerden mi oldun?” hak etmeden mi büyüklendin ya da büyük oldun da üstünlüğü hak mı ettin? Şöyle de denilmiştir: Şimdi mi büyüklendin yoksa hep böyle mi idin? Hemzenin hazfi ile de (istekberte) okunmuştur, çünkü em edâtı ona delâlet eder ya da haber manasınadır (istifham değil). 76Dedi: Ben ondan daha hayırlıyım; beni ateşten yarattın; onu ise çamurdan yarattın. "Dedi: Ben ondan daha hayırlıyım” manii açıklamak için. "Beni ateşten yarattın; onu ise çamurdan yarattın” kavli de bunun delilidir. Bu hususta söz yukarıda geçmiştir. 77Dedi: Çık oradan; çünkü sen kovuldun. "Dedi: Çık oradan” cennetten yahut gökten yahut meleklik suretinden "çünkü sen kovuldun” rahmetten ve saygınlık mahallinden uzaklaştırıldm. 78Şüphesiz ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir. 79Dedi: Rabbim, diriltilecekleri güne kadar bana süre ver. 80Dedi: Şüphesiz sen süre verilenlerdensin. 81Bilinen vaktin gününe kadar. Bunun da açıklaması Hicr sûresinde geçmiştir. 82Dedi: Senin gücüne Yemin olsun ki, mutlaka onların hepsini azdıracağım. "Dedi: Senin gücüne Yemin olsun ki,” saltanatına ve kahrına "mutlaka onların hepsini azdıracağım. 83Ancak onlardan ihlâslı kulların hariç. Ancak onlardan ihlâslı kulların hariç". Allahü teâlâ’nın taatı için hâlis kıldığı ve sapıklıktan merhamet ettiği yahut kalplerini Allah için hâlis tutanlar hariç, bu da farklı (muhles ve muhlis) kırâatlarına göredir. 84Dedi: İşte bu gerçek. Ben de gerçeği söylerim. "Dedi: İşte bu gerçek. Ben de gerçeği söylerim” yani uhıkkul hakka ve ekuluhu demektir. Şöyle de denilmiştir: Birinci hak Allah'ın ismidir, nasbi da kasem harfinin hazfi iledir, Meselâ: İn aleykallahi en tübayia (Allah'a yemin ederim ki, senin yapacağın şey biat etmektir (uksimü billahi), kavlinde olduğu gibi. Cevabı da: 85Cehennemi senden ve onların içinden sana tabî olanlardan elbette kesinlikle dolduracağım. "Cehennemi senden ve onların içinden sana tâbi olanlardan elbette kesinlikle dolduracağım” kavlidir. İkisinin arasındaki de itiraziye cümlesidir. Bu, birinciye (hakka'nın mahzûf fiille nasbına) göre mahzûf kasemin cevabıdır, cümle de söylenen hakkın tefsiridir. Âsım ile Hamze birinci hakkı mübteda olarak Merfû' okumuşlardır yani elhakku yemini yahut kasemi demektir ya da haber olarak merfû’dur ki, enel hakku (ben Hakk'ım) demektir. İkisi de ekulu'dan zamirin hazfi ile Merfû' da okunmuştur: Meselâ: Külluhu lem asnai (hiçbirini ben yapmadım) gibi. Birincide kasem harfinin hazfi ve ikincide de te'kit İçin muksemin bih olan Allah lâfzının hikâyesi ile de mecrûr okunmuştur. Bu da birinciye ortak olduğu takdirde ikincide câizdir. Birincinin ref'i ve cerri, ikincinin nasbi ile de okunmuştur ki, i'rabı anlattığımız gibidir (ref'i elhakku yemini; cerri kasem olarak (bilhakkı) ve ekulul hakka). Minhüm'deki zamir insanlara râcidir, çünkü söz onların hakkındadır. (Senden) lâfzından murat edilen de senin cinsinden demektir ki, içine şeytanları da alsın. Zamirin insan ve cinlere râci olduğu da söylenmiştir, ecmaiyn de onun yahut iki zamirin tekilidir. 86De ki: Sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Ve ben zorlananlardan değilim. "De ki: Sizden buna karşı bir ücret istemiyorum” yani Kur'ân'a yahut vahyi tebliğe karşı "ve ben zorlananlardan değilim” hâlimi bildiğiniz gibi olmayan bir sıfatı iddia edip de yalandan peygamberlik taslamıyorum ve Kur'ân'ı kendiliğimden demiyorum. 87O ancak âlemler için bir öğüttür. "O ancak âlemler için bir öğüttür” insanlar ve cinler için. 88Onun haberini elbette bir zaman sonra kesinlikle bileceksiniz. "Onun haberini elbette bileceksiniz” ondaki vaat ve tehdidi yahut tehdidi getirmekle doğruluğunu bileceksiniz "bir zaman sonra” ölümden sonra yahut kıyâmet gününde ya da İslâm ortaya çıktığı zaman. Bunda (vaat ve tehditte) gözdağı vardır. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Kim Sad sûresini okursa, Allah ona Dâvûd'a musahhar ettiği her dağ ağırlığınca on sevap verir, onu küçük veya büyük günahta ısrar etmekten korur. |
﴾ 0 ﴿