39 / ZÜMER SÛRESİ

Mekke'de inmiştir. Ancak kul ya ibadiyellezine âyeti müstesnadır.

75 yahut 72 âyettir.

1

 Kitabın indirilmesi mutlak gâlib, hikmet sâhibi Allah’tandır.

 (Kitabın indirilmesi) hâzâ gibi Mahfûz mübtedanın haberidir yahut mübteda’dır, haberi de:

(Mutlak gâlib, hikmet sâhibi Allah’tandır) kavlidir. Bu, birinciye göre tenzile müteallıktır ya da ikinci haberdir veyahut hâl’dir, âmili de ondaki işâret manasıdır ya da tenzildir. Öyle görünüyor ki, kitap birinci itibara göre sûredir.

İkinciye göre de Kur'ân’dır. İkra’ (oku) yahut ilzem (sarıl) gibi gizli fiile mensûb olarak tenzile de okunmuştur.

2

Şüphesiz biz kitabı sana hak ile indirdik; sen de dini ona hâlis kılarak Allah’a ibâdet et.

"Şüphesiz biz kitabı sana hak ile indirdik” hak ile ilişkili olarak ya da hakkı ispat etmek, onu açığa çıkarmak ve açıklamak demektir.

 "Sen de dini ona hâlis kılarak Allah’a ibâdet et” onu şirkten ve riyadan tamamen ayırarak. Yeni söz başı olarak eddinü şeklinde Merfû' da okunmuştur ki, ibâdet emrinin gerekçesi olur. Bu durumda haberin başa alınması da lâm’dan istifade edilen ihtisası te'kit için olur, nitekim bunu az sonra tekitli olarak açıklamıştır. Bunu delillerinin çokluğundan ve kanıtlarının açıklığından dolayı bilinen sâbit bir şey yerine koymuş ve şöyle buyurmuştur:

3

– Bilin ki, hâlis Dîn Allah’ındır. Ondan başka dostlar edinenler; "Biz onlara (putlara) ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruzderler. Şüphesiz Allah, ihtilâf ettikleri şeyde aralarında hükmeder. Şüphesiz Allah, yalancı, kart kafire hidâyet etmez.

"Bilin ki, hâlis Dîn Allah’ındır” yani bilin ki, o Allah’a hâlis ibâdet etmekle hâs kılınması vâcip olan şeydir: çünkü o, uluhiyet sıfatlarına sahip olan ve sırlardan ve gizlerden haberdar olan tek zattır. (Ondan başka dostlar edinenler) bunun ondan başka dostlar edinen kâfirlere de melekler, Îsa ve putlar gibi ilâh edinilenlere de ihtimali vardır.

İkinciye göre râci zamiri hazf edilmiş olur (ittehazuhum). Müşrikler geçmediği hâlde onlara zamir gönderilmesi de bağlamdan anlaşılmasındandır. O (vellezine) mübteda’dır, haberi de birinci itibara göre (biz onlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz) cümlesidir, bunda da kavl maddesi gizlidir. (Şüphesiz Allah, aralarında hükmeder) bunun da ikinci itibara göre haber olması gayet açıktır. Buna göre gizli kavl maddesi bağlantılarıyla birlikte hâl yahut sıladan bedel olur, zülfa da mastar yahud hâl’dir. nabuduhum şeklinde ve manabudukum illâ lükarribuna da okunmuştur ki, o zaman ilahlarına dediklerinin hikâyesi olur, ses uyumundan dolayı nûn’un zammı ile nubuduhum da okunmuştur.

"İhtillaf ettikleri şeyde” Dîn işlerinde, Allah da haklıyı cennete haksızı da cehenneme koymakla hükmeder. Hum zamiri de kâfirlere ve karşıtlarına gitmektedir. Onlara ve mabutlarına gittiği de söylenmiştir. Çünkü onların şefaatlerini umarlar,onlar ise kendilerine 'net ederler.

"Şüphesiz Allah, hidâyet etmez” hakka muvaffak kılmaz "yalancı, kart kâfire” çünklü bu ikisinin basîreti bağlanmıştır.

4

Eğer Allah evlât edinmek isteseydi, yarattığı şeylerden dilediğini elbette seçerdi. O, münezzehtir. O; bir ve gâlip Allahtır.

"Eğer Allah evlât edinmek istese idi” iddia ettkleri gibi "yarattığı şeylerden dilediğini elbette seçerdi” çünkü ondan başka ne varsa, onun mahlukudur. Çünkü iki zorunlu varlığın bulunması ve vâcip olmayanın ona isnat edilmesi delil bakımından imkânsızdır. Şu da açıktır ki, mahlûk halıka benzemez ki, baba yerine geçsin. Sonra bunu:

"O, münezzehtir, bir ve gâlip Allahtır” sözü ile tespit etti. Çünkü gerçek İlâhlık zorunlu varlığı, o da zât birliğini gerektirir. Bu ise eşitliğe aykırıdır, kaldı ki, doğmaya. Zira iki misilden her biri ortak gerçekten ve özel varlıktan oluşmuştur. Mutlak kahharlık ise evlada muhtaç kılan zevali kabule aykırıdır. Sonra buna şöyle diyerek delil getirdi.

5

 Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine sarar, gündüzü de gecenin üzerine sarar. Güneşi ve ayı ram etti (hizmetine verdi). Her biri belli bir süre için akar. Bilin ki, o, mutlak gâlib, çok bağışlayıcıdır.

"Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine sarar, gündüzü de gecenin üzerine sarar". O ikisinden her birini diğerinin üzerine bürür, sanki elbisenin giyeni sardığı gibi onu sarar ya da sarınanın sargı ile kaybolduğu gibi o da onu kaybeder ya da sarığın dilimleri gibi üzerine dolar.

"Güneşi ve ayı ram etti. Her biri belli bir süre için akar” o da devrinin sonu yahut hareketinin durma noktasıdır.

"Bilin ki, o, mutlak gâlibtir” mümkün olan her şeye gücü yeter, her şeyi mağlup eder,

"çok bağışlayıcıdır” öyle ki, acele ceza vermez, yaptığı şeylerdeki rahmet ve genel menfaati çekip almaz.

6

 Sizi tek bir nefisten yarattı. Sonra da ondan eşini kıldı. Sizin için hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde bir yaratmanın ardından bir yaratma ile yaratıyor. İşte Rabbiniz Allah budur. Mülk onundur. Ondan başka ilâh yoktur. Nasıl da çevriliyorsunuz!

"Sizi tek bir nefisten yarattı. Sonra ondan eşini kıldı” bu da aşağı alemdekileri varlığına delil getirmedir; buna da insanın yaratılması ile başlanmıştır; çünkü ona en yakın, en çok delâlet eden ve en acayip olan odur. Bunda da zikrettiği şeye üç delâlet vardır: Önce Âdem'i topraktan babasız ve anasız yaratması, sonra Havva'yı onun iki kısa eğesinden yaratması, sonra da o ikisinden sayısız insan yaratması. Sümme mahzûfa atıf içindir, o da nefsin sıfatıdır, Meselâ halekaha gibi ya da vahidetin'in manasına atıf içindir yani min nefsin vahidet gibi, sonra da ondan eşini yarattı, onu çift hâle getirdi.

Ya da halekaküm'ün üzerine atıf içindir, çünkü iki âyet arasında fark vardır; zira birincisi sürekli bir âdettir, ikincisi ise öyle değildir.

Şöyle de denilmiştir: Zürriyetini karınca gibi onun belinden çıkardı, sonra da Havva'yı ondan yarattı.

"Sizin için indirdi” hükmetti yahut size taksim etti demektir, çünkü onun hüküm ve taksimi gökten indirilmekle nitelenir; çünkü Levh-i Mahfûz'da yazılıdır ya da inen sebeplerle sizin için meydana getirdi demektir; Meselâ yıldızların ışıkları ve yağmurlar gibi "hayvanlardan sekiz çift” dişi ve erkek olmak üzere develerden, sığırlardan, koyundan ve keçiden.

"Sizi analarınızın karınlarında yaratıyor” bu da zikri geçen insan ve davarların nasıl yaratıldığını anlatmadır, maksat da onlardaki acayip kudreti göstermektir. Ancak şu var ki, akıllıları baskın kabul etmiştir ya da özellikle onlara hitap etmiştir, çünkü maksat onlardır.

"Bir yaratmanın ardından bir yaratma ile” düzgün bir insan olarak, et giydirilmiş kemiklerden sonra, bir çiğnem etten sonra, kan pıhtısından sonra, meniden sonra.

"Üç karanlık içinde” karnın, rahmin ve eşin karanlığı (plasenta) ya da belin, rahmin ve karnın karanlığı.

"İşte budur” bunları yapan "Rabbiniz Allah budur” ibâdetinizi ve sahip olmayı hak eden.

"Mülk onundur. Ondan başka ilâh yoktur” çünkü halkından hiçbiri ona ortak değildir.

"Nasıl da çevriliyorsunuz” ona ibâdetten şirke döndürülüyorsunuz?

7

 Eğer küfrederseniz şüphesiz Allah sizden müstağnidir. Kulları için küfre râzı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna râzı olur. Bir günahkâr başkasının günahını taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinedir. Size yaptıklarınızı haber verir. Şüphesiz o, göğüslerin sâhibini (içindekileri) hakkıyla bilendir.

"Eğer küfrederseniz şüphesiz Allah sizden müstağnidir” îmanınıza ihtiyacı yoktur.

"Kulları için küfre râzı olmaz” onlara merhametinden onunla zarar görmelerini istemez.

"Eğer şükrederseniz sizin için buna râzı olur” çünkü o, kurtuluşunuzun sebebidir. İbn Kesîr, bir rivâyette Nâfi', Ebû Amr ve Kisâî he'nin işbaı (zamirin meddi) ile yardahû okumuşlardır, çünkü elif hazf edilmekle mâ-kabli müteharrik olmuştur. Ebû Amr ile Ya'kûb'tan da onu sâkin okudukları rivâyet edilmiştir ki, o da lügattir (yardah). "Bir günahkâr başkasının günahını taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbinedir. Size yaptıklarınızı haber verir” hesaba çekmek ve ceza vermekle.

"Şüphesiz o, göğüslerin sâhibini bilir” amellerinizden hiçbir şey na gizli kalmaz.

8

 İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman ona yönelerek Rabbine dua eder. Sonra ona kendinden bir nimet verirse, önceden ettiği duayı unutur. Yolundan saptırmak için Allah'a eşler kılar (şirk koşar). De ki: Küfrünle biraz oyalan. Şüphesiz sen ateş halkındansın.

"İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman ona yönelerek Rabbine dua eder” çünkü her şeyin başlangıcı ondan olana delalette akılla çekişen vehim ortadan kalkmıştır, (sonra ona verirse) havvele havel'den gelir ki,rmek, kontrol etmektir ya da havl'dan gelir ki, iftihar etmektir "bir nimet verirse” Allah'tan bir nimet "önceden ettiği duayı unutur” onu def etmesi için Allah'a yalvardıgı sıkıntıyı unutur ya da yalvarıp yakardığı Rabbini unutur, bu durumdaki "vema halakaz zekere velünsa” (Leyi: 2) (erkeği ve dişiyi yaratan Rabb) kavlindeki gibidir (men akıllı manasınadır), "önceden” nimetten önce ettiği duayı unutur.

"Yolundan saptırmak için Allah'a eşler kılar” İbn Kesîr, Ebû Amr ve Rüveys ye'nin fethi ile (liyedüle) okumuşlardır. Sapmak ve saptırmak gaye olmasalar da onun çabasının sonucu olduğu için bu ikisine sebep kılınması doğru olmuştur.

"De ki: Küfrünle biraz faydalan” tehdit emridir, şunu akla getirmektedir ki, inkâr istek işidir, dayanağı yoktur. Bunda aynı zamanda kâfirlerin âhirette faydalanma ümitleri kırılmıştır, bunun içindir ki,

"Çünkü sen ateş halkındansın” diye sebep gösterilmiştir, bu da mübalağa için yeni söz başı yapılmıştır.

9

 Gece saatlerinde secde ederek, kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini uman kimse (ona âsi olan kimse gibi midir)? De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak saf akıl sahipleri öğüt alır.

 (İbâdet eden) tâat ödevlerini yapan "gece saatlerinde” em edâtı muttasüadır (muadilini ister) mahzûfa mütealliktir, takdiri: Kâfir mi hayırlıdır yoksa ibâdet eden mi demektir?

Ya da em munkatıadır (arkadan haber ister) mana da şöyledir; Hayır, ibâdet eden etmeyen gibi midir? Hicazlı iki kurra ile Hamze mimi şeddesiz olarak emen hüve kanitün okumuşlar ki, dua eden ona eş koşan gibi midir demek olur. (Secde ederek ve kıyamda durarak) bu ikisi kanitün'den hâl’dir, ref ile ikinci haber olarak (sacidün ve kaimün) de okunmuştur. Vâv iki sıfatı cem etmek içindir. (Âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini uman kimse) bu da hâl yerindedir yahut illet bildirmek için yeni söz başıdır.

"De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” bu da iki grubun bir olmadıklarını göstermektedir, şöyle ki, amel gücünü bertaraf ettikten sonra ilim gücünü de reddetmiştir, bunu da ilmin üstün olmasıyla daha beliğ şekilde ifade etmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Bu, teşbih yolu ile birinciyi ikrar ettirmektedir yani alimlerle Câhiller bir olmadığı gibi ibâdet edenlerle isyan edenler de bir değildir.

"Ancak saf akıl sahipleri öğüt alırlar” bu gibi açıklamalardan. İdgam ile yezzekkerü de okunmuştur.

10

 De ki: Ey îman edenler, Rabbinizden korkun. Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır. Allah'ın yeri geniştir. Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız bol bol verilir,

"De ki: Ey îman edenler, Rabbinizden korkun” taatına devam ederek.

"Bu dünyada iyilik edenler için iyilik vardır” yani dünyada tâat yaparak iyilik edenler için âhirette sevap vardır. Bunun

manası şöyledir de denilmiştir: Bu dünyada iyilik edenler için sağlık ve afiyet vardır. Bunda iyiliğin yeri (önemi) belirtilmiştir.

"Allah'ın yeri geniştir” kim vatanında iyiliği gereği gibi yapma imkânı bulamazsa imkân bulacak yere hicret etsin, göçsün.

"Ancak sabredenlere bol bol verilir” belaya katlanmak ve vatanından ayrı kalmak gibi zorluklara sabredenlere "mükâfatları hesapsız verilir” öyle bir mükâfat ki, hesap edenler onun altından kalkamaz. Hadiste şöyle denilmiştir: Kıyamet gününde namaz, zekât ve hac yapanlar için teraziler kurulur; ecirleri eksiksiz verilir. Belâ çekenler için mizan kurulmaz; onlara mükâfat aktarılır da aktarılır. Öyle ki, dünyada afiyet içinde olanlar belâ çekenlerin sevapları götürdüğünü görünce etlerinin makaslarla kesilmiş olmasını temenni ederler.

11

 De ki: Şüphesiz ben, dini ona hâs kılarak Allah'a ibâdet etmekle emrolundum.

"De ki,. Şüphesiz ben, dini ona hâs kılarak Allah'a ibâdet etmekle emrolundum” onu birleyerek ibâdet etmekle.

12

Müslümanların ilki olmakla emrolundum.

"Müslümanların ilki olmakla emrolundum” bununla emrolundum, dünya ve âhirette onların önünde olmam için. Bir de yarış kazanmak dinde ihlâs iledir ya da o, Kureyş'ten ve onların dîninden olanların ilkidir. Ve ümirtü atfı ikincinin birinciden farklı olmasındandır, çünkü ikincisi lâm ile kayıt altına alınmıştır. Bir de atıf şunu bildirmek içindir ki, ihlâsla yapılan ibâdet her ne kadar bizzat emredilmeyi icap ederse de o aynı zamanda dinde başkalarını geçmeyi de iktiza eder. (Li-enekune'deki) lâm'ın erettü lien ef ale kavlindeki gibi zâit olması da câizdir, o zaman ihlâsta ileri gitme ve bu emirden sonra kendinden başlama ile emir olur (emirler farklı olur).

13

 De ki: Şüphesiz ben eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.

"De ki: Şüphesiz ben eğer Rabbime isyan edersem korkarım” ihlâsı terk etmek ve sizin üzerinde bulunduğunuz şirk ve riyaya meyletmekle "büyük bir günün azabından” çünkü ondaki şeyler büyüktür.

14

De ki: Dinimi ona hâs kılarak Allah'a ibâdet ederim.

"De ki: Dinimi ona hâs kılarak Allah'a ibâdet ederim” imasını haber vermesini ve dininde ihlâslı olmasını emretti, bu da ibâdet ve ihlâsla memur olduktan sonradır, çünkü muhalefet ettiği takdirde azaptan korkuyordu, bu da onların dinine dönme tamahını kesmek içindir. Bunun içindir ki, arkasından:

15

 Öyleyse siz de ondan başka istediğinize ibâdet edin. De ki: Şüphesiz ziyan edenler, kıyâmet gününde kendi nefislerini ve ailelerini ziyan edenlerdir. Bilin ki, bu apaçık bir ziyandır.

"Ondan başka istediğinize ibâdet edin” buyurmuştur. Onları tehdit etmek ve elleri boş çevirmek için.

"De ki: Şüphesiz ziyan edenler” tam ziyan edenler "kendi nefislerini ziyan edenlerdir” sapmakla "ve ailelerini ziyan edenlerdir” saptırmakla "kıyâmet gününde” cennet yerine cehenneme girerlerken. Çünkü onlar her yönden ziyan etmişlerdir.

Şöyle de denilmiştir: Ailelerini ziyan ettiler, çünkü onları eğer cehennemlik iseler kendi nefislerini ziyanettikleri gibi onları da ziyan etmişlerdir. Eğer cennetlik iseler onların kendilerini terk ederek bir daha dönmemecesine gitmiş olmalarındandır.

"Bilin ki, bu apaçık bir ziyandır” ziyanlarını abartmadır, çünkü bu yeni söz başıdır, başına tembih edâtı olan elâ geçmiştir, araya fasıla girmiştir, hüsran lâfzı mâ'rife olmuştur ve mübiyn (apaçık) sıfatıyla nitelenmiştir.

16

 Onlar için üstlerinden ateşten gölgeler ve altlarından gölgeler vardır. İşte Allah kullarını bununla korkutuyor. Ey kullarım, benden korkun!

"Onlar için üstlerinden ateşten gölgeler vardır” bu da ziyanlarının açıklanmasıdır "ve altlarından gölgeler vardır” ateş tabakaları ki, bu da ötekiler için gölgelerdir.

"İşte Allah kullarını bununla korkutuyor” korkuttuğu azâp budur ki, içine düşmekten sakınsınlar.

"Ey kullarım, benden korkun!” gazabımı celp edecek şeye yanaşmayın.

17

 Tâğuttan, ona ibâdet etmekten uzak durup da Allah'a dönenler için müjde vardır. Öyleyse kullarımı müjdele.

"Tağuttan uzak duranlar” tağut taşkınlığın son sınırına varan demektir ki, faalut veznindedir, lamel fiili aynel fiilinin üzerine geçmiş (taygut olmuş) mastar olarak mübalağa ifade etmiştir, rahamut gibi. Sonra da mübalağa için sıfat olmuştur, bunun içindir ki, şeytana sıfat olmuştur (ona ibâdet etmekten) bu da ondan bedel-i istimaldir.

"Ve Allah’a dönenler” ondan başka her şeyi terk edip ona yönelenler "işte onlar için müjde vardır” peygamberlerin dilleriyle ya da ölürken meleklerin dilleriyle sevap vardır.

"Öyleyse kullarımı müjdele.

18

Onlar ki, sözü dinleyip de en güzeline tâbi olurlar. İşte onlar Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir ve işte onlar saf akılların sahipleridir,

Onlar ki, sözü dinler, en güzeline tâbi olurlar” Ellezîne ictenebu'nûn yerine zamir değil de zâhir ismin konulması tağuttan kaçma başlangıç noktasını göstermek içindir ve şunun içindir ki, onlar Dîn konusunda titizdirler, hak ile bâtılı ayırırlar ve sırasıyla en faziletlisini araştırırlar.

"İşte onlar Allah'ın hidâyet ettiği kimselerdir” dinine hidâyet ettiği "ve işte onlar saf akılların sahipleridir” evham ve âdet çekişmelerinden esen kalmış akılların sahipleridirler. Bunda hidâyetin Allah'ın yapması ve nefsin de onu kabul etmesiyle olduğuna işâret vardır.

19

 Üzerine azâp sözü hak olan kimseyi mi, ateşteki kimseyi mi kurtaracaksın?

 (Üzerine azâp sözü hak olan kimseyi mi ateşteki kimseyi mi kurtaracaksın?) şart cümlesidir, kelâmdan anlaşılan mahzûfa atıftır, takdiri de şöyledir: Sen ona sahip olabilir misin? Üzerine azâp hak olanı kurtarabilir misin? Cezada hemzenin tekrar edilmesi inkâr edilen şeyi te'kit etmek ve akıldan uzak olduğunu göstermek içindir. Men finnar cümlesinin zamir yerine konulması da bu te'kit içindir ve şuna delâlet etmek içindir ki, üzerine azâp hükmü verilmiş kimse bizzat azaba duçar olmuş kimse gibidir, çünkü onun vadinde tutarsızlık olmaz. Şu da göstermektedir ki, peygamberlerin onları îmana davetleri, ateştekini kurtarmaya gayret gibidir. Efeente cümlesinin bu azâbı hak edenin azaba girmiş olmasını göstermek için yeni söz başı olması ve mahzûf cezayı (efeente tünkızuhu) akla getirmesi içindir.

20

Ancak Rablerinden korkanlar için odalar, üstlerinden yapılmış ve altlarından ırmaklar akan odalar vardır. Allah'ın vaadi olarak. Allah sözünden caymaz.

"Ancak Rablerinden korkanlar için odalar, üstlerinden” birbirlerinin üstünden "yapılmış odalar vardır” yerdeki binalar gibi yapılmış.

"Altlarından ırmaklar akan” odaların altlarından (Allah'ın vaadi olarak) bu da te'kit eden mastardır, çünkü lehüm ğurefun vaat manasınadır.

"Allah sözünden caymaz” çünkü sözünden caymak kusurdur, o da Allah için imkânsızdır.

21

Görmedin mi Allah gökten su indirdi de onu yerdeki pınarlara soktu. Sonra onunla renkleri farklı ekinler çıkarıyor. Sonra kurur; onu sapsarı görürsün. Sonra onu bir kırıntı kılar. Şüphesiz bunda saf akıl sahipleri için elbette bir öğüt vardır.

"Görmedin mi Allah gökten bir su indirdi” o da yağmurdur "feselekehu” onu soktu "yerdeki pınarlara” onlar yerde olan gözeler ve kanallardır ya da oradan kaynayan sulardır. Çünkü yenbu lâfzı menba İçin de oradan kaynayan su için de kullanılır. Nasbi da zarf yahut hâl olmak üzeredir.

"Sonra onunla renkleri farklı ekinler çıkarır” buğday, arpa vd. gibi sınıflan değişik ya da nitelikleri farklı Meselâ yeşil, kırmızı vb. gibi.

"Sonra kurur” tamamen kuru olur, zira kuruduğu zaman bittiği yerden kopma vakti gelir "onu sapsarı görürsün” kuruluğundan.

"Sonra onu bir kırıntı kılar” saman hâline getirir.

"Şüphesiz bunda elbette bir öğüt vardır” bunu mutlaka yapan, idare eden ve düzenleyen biri olduğunu hatırlatır.

"Saf akıl sahipleri için” çünkü diğerleri bunu hatırlayamaz.

22

Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı ve onun Rabbinden bir nûr üzerinde olan kimse (kalbi mühürlenen kimse gibi midir?) Vay, kalpleri Allah'ın zikrinden katılaşmış olanlara! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindeler.

"Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı” öyle ki, ona kolayca yerleştiği kimse, İslâm'ı hiç çekinmeden kabul eden çok müsait kimseyi böyle ifade etmesi şunun içindir; çünkü göğüs kalbin mahallidir, o da rûhun kaynağıdır, o da İslâm'ı kabul eden nefsin dayanağıdır.

"Ve onun Rabbinden bir nûr üzerinde olan kimse” bundan marifeti ve hakka hidâyeti kast ediyor. Aleyhis-salâtü ves-selâm: Nûr kalbe girince genişler ve açılır, dedi. Bunun alâmeti nedir, dediler? O da: Ebediyet yurduna özlem duymak, aldatıcı yurttan kaçınmak ve gelmeden önce ölüme hazırlanmak, dedi. Bu cümle mahzurun haberidir, ona da (vay, kalpleri Allah'ın zikrinden katılaşanlara) kavli delâlet etmektedir. Allah'ın zikri için demektir ki, bu da min yerine an kullanmaktan daha mübalağalıdır; çünkü kalbi bir şeyden katılaşan onu kabul etmekten kalbi başka bir şeyden katılaşandan daha çok nefret eder. Onların kabul sıfatlarını, bunların da red sıfatlarını mübalağa etmek için göğsün genişlemesi zikredilmiş ve Allah’a isnat edilmiştir, buna karşıt olarak da kalplerin katılığı gösterilmiş, o da kendilerine isnat edilmiştir.

"İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedir” az bir bakan için meydana çıkar. Âyet Hamze ve Hazret-i Ali ile Ebû Leheb ve çocuğu hakkında inmiştir.

23

Allah sözün en güzelini ahenktar ikişerli bir kitap olarak indirdi. Ondan Rablerinden korkanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar. İşte bu, Allah'ın, dilediğine hidâyet ettiği hidâyettir. Allah kimi saptırırsa, onun için bir yol gösterici yoktur.

 (Allah sözün en güzelini indirdi) yani Kur'ân'ı.

Rivâyete göre Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in ashâbı biraz bıkar gibi oldular, bunu da ona dediler; âyet bunun üzerine indi. Allah ismi ile başlamasında ve nezzele kalıbının kullanılmasında ona isnadı te'kit, indirilene vurgu ve güzelliğine şâhit vardır, (ahenktar bir kitap olarak) bu da ahsene'den bedel yahut hâl’dir. Ahenktar olması da icazda, nazmın birbirini okşamasında, manasının doğruluğunda ve genel menfaatlere delalette parçalarının birbirine benzemesidir. (İkişerli / katmerli) bu da müsenna'nın yahut mesna'nın veyahut müsnin'in çoğuludur, nitekim Hicr sûresinde geçmiştir. Kitaben'in onunla nitelenmesi ayrıntıları itibarı iledir, Meselâ: Kur'ân sûrelerdir; insan kemikler, damarlar ve sinirlerdir sözü gibi.

Ya da müteşabihen'den temyiz kılınmıştır Meselâ: Raeytü recülen hasenen şemailuhu (eşkâli güzel bir adam gördüm) gibi.

"Ondan Rablerinden korkanların derileri ürperir” ondaki tehdit korkusundan. Bu da şiddetli korku için bir misaldir. Derinin ürpermesi büzülmesidir. Onun kaşaa harflerinden oluşması ki, o da kuru ham deridir - bu da dörtlü olması için ra ziyade etmekle olmuştur - ıkmatarra'nın kamt kökünden türemesi gibidir, o da şiddet manasınadır.

"Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar” rahmet ve genel bağışlama ile zikrine. Zikrin genel verilmesi şunu akla getirmek içindir ki, Allah'ın emri aslında rahmettir, rahmeti de gazabını geçmiştir. Teliynü fiilinin ilâ edatıyla geçişli kılınması sükûn ve huzur manasını içine almasındandır. Kalplerin zikredilmesi de haşyetin (korkunun) daha önce geçmesindendir ki, o da kalbin arızalarındandır.

"İşte bu” kitap yahut olan korku ve umut "Allah'ın, dilediğine ettiği hidâyettir” hidâyetini dilediğine ettiği.

"Allah kimi saptırırsa” yardımsız bırakırsa "onun için bir yol gösterici yoktur” onu sapıklıktan çıkaracak bir rehber.

24

Kıyamet gününde kötü azaptan yüzü ile sakınan (cennete emniyetle giren gibi midir)? Zâlimlere: Kazandığınız şeyi tadın, denilir.

"Yüzü ile sakınan mı?” onu kalkan yapıp da kendini savunan mı; çünkü iki eli boynuna bağlıdır; yüzünden başka bir şeyle sakınıp korunamaz.

"Kıyamet gününde kötü azaptan” ondan emin olan gibi midir? Benzerlerinde olduğu gibi bunda da haber (kemen hüve) hazf edilmiştir. (Zâlimlere denildi) zamir yerine zâhir (zâlimler) konulması zâlimliklerini tescil etmek ve onlara denilen şeyi lâzım kılanı bildirmek içindir, o da:

"Kazandığınız şeyi tadın” sözüdür yani vebalini çekin, demektir. Vâv hâl içindir, kad edâtı da mukadderdir (gizlidir).

25

Kendilerinden öncekiler de yalanladılar da azâp onlara fark etmedikleri yerden geldi.

"Kendilerinden öncekiler de yalanladılar da azâp onlara fark etmedikleri yerden geldi” kötülüğün oradan geleceği akıllarına gelmeyen yerden geldi.

26

Allah onlara dünya hayatında rezilliği tattırdı. Gerçekten âhiretin azâbı daha büyüktür, biliyor olsalardı!

"Allah da onlara rezilliği tattırdı” horluğu demektir "dünya hayatında” Meselâ suretlerinin değişmesi, yere batma, öldürülme, esir alınma ve sürgüne gönderilme gibi.

"Gerçekten âhiretin azâbı” onlara hazırlanan azâp "daha büyüktür” şiddet ve devamından dolayı "biliyor olsalardı” eğer ilim ve görüş adamları olsalardı bunu bilir ve ondan ibret alırlardı.

27

Yemin olsun, gerçekten bu Kur'ân'da insanlara, belki öğüt alırlar diye her (çeşit) misalden verdik.

"Yemin olsun, gerçekten bu Kur'ân'da insanlara her çeşit misalden verdik” Dîn işine bakanın ihtiyaç duyacağı her misalden "öğüt alırlar diye” öğüdünü tutarlar diye.

28

Arapça, eğriliği olmayan bir Kur'ân olarak. Sakınırlar diye.

(Arapça bir Kur'ân olarak) bu da hazâ lâfzından hâl’dir, sıfata dayanmıştır Meselâ: Caeni zeydün recülen salihan (Zeyd bana iyi bir adam olarak geldi) gibi.

Ya da onun methidir (a'ni Kur'ânen) demektir "eğriliği olmayan” içinde hiçbir şekilde tutarsızlık olmayan demektir. Bu da "doğrudur” kelimesinden daha mübalağalıdır. (Eğrilik) manevî şeylere mahsustur.

Şöyle de denilmiştir: İçinde şüphe karışarak tutarsızlık yoktur, buna da şu beyit şâhit getirilmiştir:

Sana yakın, içinde eğrilik (şüphe) olmayan (Kur'ân) geldi;

Allah'tan, içinde yalan olmayan söz geldi.

Bu beyit ivec'i (eğriliği) bazı manasıyla tahsis etmektir (şüphe tam karşılığı değildir).

(Sakınırlar diye) bu da başka bir sebeptir, birinciye bağlıdır (önce düşünme, sonra sakınma).

29

Allah onda çekişen ortaklar olan bir adamla bir adama özgü olan adamı misal verdi. Bu ikisi misalce bir olurlar mı? Allah'a hamdolsun. Fakat onların çoğu bilmezler.

"Allah bir misal verdi” müşrik ile muvahhit için "onda çekişen ortaklar olan bir adamla bir adama özgü olan adamı misal verdi” müşrike, kendi mezhebinin gereğine göre çeşitli ortakların bulunduğu kimseyi misal verdi, mabutlarından her biri kendi kulu olduğunu iddia ediyor ve onda çekişiyorlar. Bir sürü efendisi vardır; onu çekiştiriyor ve mühim işlerine gönderiyorlar, o da bu sebeple şaşıyor, aklı karışıyor. Muvahhide de bir tek kişiye ait olanı ve kimsenin karışmadığı kimseyi misal verdi. Recülen, meselen'den bedeldir, fihi de şürekâe'ye mütealliktir. Teşaküs ile taşahus da ihtilâf etmektir. Nafî, İbn Âmir ve Kûfe'li kurralar iki fetha ile selemen okumuşlardır. Sin'in fethi ve kesri, lâm’ın da sükûnu ile (selm, silm) de okunmuştur, üçü de mastardır, mübalağa için sıfat olarak kullanılmıştır.

Ya da ondan za atılmıştır (za selemin demektir). Recülün salimün de okunmuştur ki, hünake recülün salimün (orada kafası rahat bir adam vardır) demektir. Özellikle erkeğin verilmesi yararı ve zararı daha iyi fark etmesindendir.

"Bu ikisi misalce bir olurlar mı?” sıfat ve hâlleri demektir. (Meselen) temyiz olarak mensûbtur, bunun içindir ki, tekil olmuştur. Nevi farkını vermek için meseleyni de okunmuştur ya da maksat sıfatları bir olur mu demektir? O zaman zamir meseleyn'e gider, çünkü takdiri şöyledir: Meselü recülin ve meselü recülin.

"Allah'a hamdolsun” bütün hamd (övgü) ona mahsustur, o hususta ona başkası ortak olamaz. Çünkü bizzat nimet veren, muüak mülk sâhibi odur.

"Fakat onların çoğu bilmezler” aşırı cehaletlerinden dolayı başkasını ona ortak koşarlar.

30

Şüphesiz sen öleceksin ve şüphesiz onlar da ölecekler.

"Şüphesiz sen öleceksin ve şüphesiz onlar da ölecekler” çünkü herkes ölümün hedefindedir ve ölecekler arasındadır. Maitün ve maitiûn şeklinde de okunmuştur. Çünkü ileride olacaktır.

31

Sonra gerçekten siz kıyâmet gününde Rabbinizin huzurunda duruşacaksınız.

"Sonra gerçekten siz” burada genelleme yapılmış, gâipler muhatap sayılmıştır "kıyâmet gününde Rabbinizin huzurunda duruşacaksınız” sen haklı ve muvahhit, onlarmsa haksız ve müşrik olduklarına ve onları irşat için ve onlara tebliğ için çalıştığına, onların ise yalanlama ve inatta ısrar ettiklerine dâir delil getireceksin.

Şöyle de denilmiştir: Bundan maksat genel tartışmadır ki, insanlar dünyada aralarında geçen şeyler hususunda tartışacaklardır.

32

Allah'a karşı yalan söyleyenden ve kendisine geldiği zaman doğruyu yalanlayandan daha zâlim kimdir? Cehennemde kâfirler için yer yok mu?

"Allah'a karşı yalan söyleyenden daha zâlim kim vardır?” ona evlât ve ortak nispet etmekle "ve doğruyu yalanlayandan” doğru da Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'in getirdikleridir "kendisine geldiği zaman” duraklamadan ve üzerinde düşünmeden yalanlayandan.

"Cehennemde kâfirler için yer yok mu?” bu da amellerinin cezası olarak onlara yeter. Elkâfirindeki lâm'ın ahde (önceden bilinene) de cinse de ihtimali vardır. Bunu bidatçilerin kâfir olduğuna delil getirmişlerdir, çünkü onlar da doğru olduğu bilinen şeyi yalanlamışlardır. Bu görüş zayıftır, çünkü bu, Resûlün getirdiğini hemen yalanlayan kimse hakkındadır.

33

Doğruyu getiren ve onu tasdik eden var ya, işte onlar müttekılerin ta kendileridir.

 (Doğruyu getiren ve onu tasdik eden) bu da cins içindir, o zaman elçileri de mü'minleri de içine alır, çünkü (işte onlar müttekılerin ta kendileridir) buyurmuştur (cins için olduğundan ülâike haberi çoğul olmuştur). Bunun Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem olduğu da söylenmiştir ki, maksat o ve ona tâbi olanlardır, Meselâ:

"Mûsa'ya o kitabı verdik, belki hidâyete ererler diye” (Mü'minun: 49) âyetinde olduğu gibi.

Şöyle de denilmiştir: Doğru getiren Resûl'dür, tasdik eden de Ebû Bekir es-Sıddik radıyallahü teâlâ anh'tir. Bu da ellezi'nin gizlenmesini gerektirir ki, bu da câiz değildir. Şeddesiz olarak "ve sadaka bihi” de okunmuştur ki, insanlara o hususta doğru söyleyen, onu indiği gibi tahrif etmeden onlara ulaştıran demektir.

Ya da o sebeple doğru olan demektir, çünkü o mucizdir, onun doğruluğunu gösterir. Meçhul kalıbı ile ve suddıka bihi şeklinde de okunmuştur.

34

Onlar için Rablerinin katında her istedikleri vardır. İşte iyilik edenlerin mükâfatı budur.

"Onlar için Rablerinin katında her istedikleri vardır” cennette "işte iyilik edenlerin mükâfatı budur” iyiliklerine karşı.

35

Allah onların yaptıklarının en kötüsünü örtsün ve onlara mükâfatlarını da yaptıklarının en güzeli ile ödesin diye.

"Allah onların yaptıklarının en kötüsünü örtsün diye” özellikle en kötüsünün verilmesi mübalağa içindir; çünkü o örtülürse diğeri daha çok örtülür.

Ya da en kötüsü denilmesi günahlarını gözlerinde büyüttükleri içindir. Çünkü kendilerini kusurlu ve günahkâr sanırlar, kazara yaptıkları küçük günahları günahlarının en kötüsü kabul ederler. Esve'in seyyi' manasına olması da câizdir, Meselâ: Ennakıs veleşec a'delâ beni mervan (Eksikle (Yezidle) Başı yarık (Ömer bin Abdülaziz) Mervan oğullarının adilleridir) kavlinde olduğu gibi. Sû'in çoğulu olarak esvâ' da okunmuştur.

"Onlara mükâfatlarını yaptıklarının en güzeli ile versin” o zaman güzel amelleri, ecrin artması ve ihlâsları sebebiyle en güzeli sayılır.

36

Allah kuluna yeter değil mi? Seni ondan başkalarıyla (putlarla) korkuturlar. Allah kimi saptırırsa, onun için bir yol gösterici yoktur.

 (Allah kuluna yeter değil mi?) istifham müspeti mübalağa etmek üzere menfiyi inkâr etmek içindir. Kul Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'dir. Cinse de ihtimali vardır, Hamze ile Kisâî'nin ibadehu şeklinde okuyuşları da bunu destekler. Peygamberlerle de tefsir edilmiştir. Allah'ın salât ve selamı onların üzerine olsun.

"Seni ondan başkalarıyla korkutuyorlar” bundan Kureyş'i kast ediyor, çünkü onlar: Korkarız ki, onları ayıpladığın için İlâhlarımız seni çarpar, dediler. Şöyle denilmiştir: Efendimiz, Hâlid'i Uzza putunu kırmaya gönderdi, ona hizmet edenler: Seni uyarıyoruz, sana şiddet gösterir, dediler. Hâlit de ona doğru ilerledi, burnunu kırdı; Hâlid'i korkutmaları onu korkutma yerine konuldu. Çünkü emri veren o idi.

"Allah kimi saptırırsa” Allah'ın ona yeteceğinden gâfil olur da fayda ve zarar vermeyen şeyle korkutursa "onun için bir yol gösterici yoktur” doğru yola salıklayacak biri.

37

Allah kime hidâyet ederse, onun için de bir saptırıcı yoktur. Allah mutlak gâlib, intikâm sâhibi değil mi?

"Allah kime hidâyet ederse, onun için de bir saptırıcı yoktur” çünkü onun yaptığını durduracak yoktur, nitekim şöyle buyurmuştur:

"Allah mutlak gâlib değil mi?” yanına yaklaşılmaz,

"intikâm sâhibi değil mi?” düşmanlarından intikâm alır.

38

Yemin olsun, eğer onlara.

"Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, elbette "Allahderler. De ki:

"Allah'tan başka taptıklarınızı gördünüz mü, eğer Allah bana bir zarar vermek isterse, onlar onun zararını açarlar mı yahut bana rahmet dilerse, onlar onun rahmetini tutarlar mı?” De ki: Allah bana yeter. Tevekkül edenler yalnız ona tevekkül etsinler.

"Yemin olsun, eğer onlara:

"Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, elbette "Allah” derler". Çünkü tek yaratanın o olduğu açık delillerle sabittir.

"De ki: Allah'tan başka taptıklarınızı gördünüz mü, eğer Allah bana bir zarar vermek isterse, onlar onun zararını açarlar mı?” Yani onun Yaratan Allah olduğunu bildikten sonra banabir zarar dokundurmak isterse, sizin ilahlarınız bunu def edebilir mi?

Ya da bana bir rahmet dilerse” bir fayda vermek isterse "onlar onun rahmetini tutarlar mı?” bana ulaşmasına engel olabilirler mi? Ebû Amr tenvinle kâşifatün durrahu mümsikâtün rahmetehu okumuştur.

"De ki: Allah bana yeter” hayır vermede ve zararı defetmede; çünkü bu durumda sâbit olmuştur ki, kudret sâhibi odur, yapmak istediği hayra yahut şerre mani olacak kimse yoktur.

Rivâyete göre Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem onlara bunu sordu, onlar da sustular, âyet bunun üzerine indi. Onların nitelemelerine göre dişi kalıbı ile kâşifatün ve mümsikâtün okunması İlâhlarının çok zayıf olduğunu vurgulamak içindir.

"Tevekkül edenler yalnız ona tevekkül etsinler” çünkü bilirler ki, hepsi Yüce Allah'tandır.

39

De ki: Ey kavmim, durumunuza göre amel edin. Şüphesiz ben de ediyorum. İleride bileceksiniz.

"De ki:

"Ey kavmim, durumunuza göre amel edin” hâlinize göre demektir, mekânet ism-i mekândır, istiare olarak hâl için kullanılmıştır, nitekim hüna ile haysü de mekândan zamana transfer edilmiştir. Çoğul olarak mekânatiküm de okunmuştur.

"Şüphesiz ben de ediyorum” ben de durumuma göre davranıyorum. Kısa olması ve tehditte mübalağa etmek için mekânetiy lâfzı atılmıştır, bir de durumunun duraklamayacağını bildirmek içindir. Çünkü Allahü teâlâ onu günler geçtikçe kuvvetlendirecek ve ona yardım edecektir. Bunun içindir ki, iki dünyada yardıma mazhar olmakla onları tehdit etmiş ve "ileride bileceksiniz” buyurmuştur.

40

Kendisini perişan eden azâp kime gelecek ve sürekli azâp kimin üzerine inecek?

"Kendisini perişan eden azâp kime gelecek?” çünkü düşmanlarının perişan olması onun galibiyet alâmetidir. Allah onları Bedir savaşında perişan etmiştir,

"ve sürekli azâp kimin üzerine inecek?” devamlı azâp ki, o da cehennem azabıdır.

41

Şüphesiz biz sana kitabı insanlar için hak ile indirdik. Artık kim doğru yolu seçerse, kendi yararınadır. Kim de saparsa, kendi zararına sapar. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.

"Şüphesiz biz sana kitabı insanlar için indirdik” onların namına, çünkü dünya ve âhiretteki çıkarları ona bağlıdır "hak ile” onunla ilişkili olarak.

"Artık kim doğru yolu seçerse kendi yararınadır” çünkü kendini onunla faydalandırmış olur.

"Kim de saparsa ancak kendi zararına sapar” çünkü vebalini boynu ile çeker.

"Sen onların üzerinde bir vekil değilsin” onları hidâyete zorlayacak değilsin; sen ancak tebliğ ile emrolundun, onu da yaptın.

42

Allah canları ölürken alır, ölmeyeni de uykusunda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar ve diğerini belli bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz bunda iyice düşünen bir toplum için elbette deliller vardır.

"Allah canları ölürken alır, ölmeyeni de uykusunda alır” yani bedenlerden kabz eder, bunu da onunla alakasını kesmek ve onun üzerindeki tasarrufuna son vermekle yapar. Bu da ya zâhiren ve batınan olur ki, bu da ölüm ânındadır ya da barmen değil de zâhiren olur, o da uykudadır.

"Ölümüne hükmettiğini tutar” onu bedene geri göndermez. Hamze ile Kisâî kafin zammı, dad’ın kesri ile kudıye, mevti de ref ile elmevtü okumuşlardır.

"Diğerini salıverir” uyandığı zaman bedenine "belli bir süreye kadar” o da ölümü için tayin edilen vakittir, o da salıverme cinsinin sonudur. İbn Abbâs radıyallahü anhuma’dan rivâyet edilen şu şey de bizim dediğimize yakındır: Âdemoğlunda nefisle rûh vardır, ikisinin arasında güneş ışığı gibi bir şey vardır. Nefis aklı ve iyi ile kötüyü ayırma kabiliyetidir; rûh da nefes ile hayatın dayanağıdır. Bu ikisi ölüm ânında ayrılırlar, nefs de yalnız uyku hâlinde ayrılır.

"Şüphesiz bunda vardır” Öldürmede, tutmada ve salıvermede "elbette deliller vardır” onun kemal-i kudret ve hikmetini ve geniş rahmetini gösteren deliller.

"İyice düşünen bir toplum için” bedenle ilişkisini, ölüm ânında ondan tamamen ayrılışını, bedenin çürümesiyle yok olmayıp kalmasını, ona arız olan mutluluk ve bedbahtlığı, onun bedenin zahirinden ayrılmasındaki hikmeti, tamamen ölünceye kadar zaman zaman salıverilmesini düşünenler için elbette deliller vardır.

43

Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar hiçbir şeye sahip olmuyor ve akıllarını çalıştırmıyorlar olsalar da mı?

"Emittehazu” hayır, Kureyş edindi mi "Allah'tan başka şefaatçiler?” Allah katında kendilerine şefaat edecek.

"De ki: Onlar hiçbir şeye sahip olmuyorlar ve akıllarını çalıştırmıyorlar olsalar da mı?” bu sıfatlarda olsalar da mı, nitekim onların cansız olduklarını, güçlerinin yetmediğini ve bir şey bilmediğini görüyorlar.

44

De ki: Şefaatin hepsi Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü onundur. Sonra ona döndürüleceksiniz.

"De ki: Şefaatin hepsi Allah'ındır” belki de bu "şefaatçiler Allah'a yakın kimselerdir, bunlar onların timsalleridir” şeklinde verdikleri cevaba reddir.

Mana da şöyledir: Allah bütün şefaat yetkisine sahiptir. Onun izni ve rızâsı olmadan kimse şefaat edemez. Tek başına davranamaz. Sonra bunu tespit ederek:

"Göklerin ve yerin mülkü onundur” dedi. Çünkü bütün mülkün sâhibi odur, onun izni ve rızâsı olmadan onun işi üzerinde konuşamaz.

"Sonra ona döndürüleceksiniz” kıyâmet gününde, o zaman da mülk onundur.

45

Allah ortaksız olarak anıldığı zaman, âhirete îman etmeyenlerin kalpleri tiksinir. Ondan başkaları (putlar) anıldığı zaman, onlar birden neşelenirler.

"Allah ortaksız olarak anıldığı zaman” İlâhları değil de yalnız Allah anıldığı zaman "âhirete îman etmeyenlerin kalpleri tiksinir” kapanır ve nefret eder.

"Ondan başkaları anıldığı zaman” yani putlar anıldığı zaman "onlar birden neşelenirler” onlara kendilerini kaptırdıklarından ve Allah’ın hakkını unuttuklarından. Her iki durumda da çok ileri gitmiş ve sonuna ulaşmıştır; çünkü sevinmek kalbin neşe ile dolmasıdır. Öyle ki, ondan dolayı yüzünün cildi genişler. Tiksinmek de kalbin gamla dolmasıdır, öyle ki, yüzünün derisi büzüşür.

"İza zükire"deki âmil izâ-i fücaiyedeki (izahüm) amildir (faceehümdür).

46

De ki: Ey gökleri ve yeri yaratan, görünmeyeni ve görüneni bilen Allah'ım, ihtilâf ettikleri şeylerde kullarının arasında sen hüküm verirsin.

"De ki: Ey gökleri ve yeri yaratan, görünmeyeni ve görüneni bilen Allah'ım” onların işinde şaştığın, inatlarından ve sert tabiatlarından sıkıldığın zaman dua ederek Allah'a sığın. Çünkü eşyaya gücü yeten ve her hâllerini bilen O 'dur.

"İhtilaf ettikleri şeylerde kullarının arasında sen hüküm verirsin” benimle onların arasında hüküm vermeye gücü yeten tek sensin.

47

Eğer yerdeki her şey ve onunla beraber bir misli zâlimlerin olsaydı kıyâmet gününde kötü azaptan kurtulmak için mutlaka onu fidye verirlerdi. Onlara Allah'tan hesap etmedikleri şeyler göründü.

"Eğer yerdeki her şey ve onunla beraber bir misli zâlimlerin olsaydı, kıyâmet gününde kötü azaptan kurtulmak için mutlaka onu feda ederlerdi” bu da şiddetli tehdittir ve kurtulmaktan tamamen ümit kestirmedir.

"Onlara Allah'tan hesap etmedikleri şeyler göründü” bu da tehditte daha çok mübalağadır, Allahü teâlâ’nın vaat konusunda:

"Hiç kimse onlar için ne hazırlandığını bilemez” (Secde: 17) kavline benzemektedir.

48

Onlara kazandıkları şeylerin kötülükleri göründü ve alay ettikleri şeyler onları kuşattı.

"Onlara kazandıkları şeylerin kötülükleri göründü” amellerinin kötülükleri yahut amel defterleri gösterildiği zaman kazandıkları demektir.

"Ve alay ettikleri şeyler onları kuşattı” cezası onları sardı.

49

İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize dua eder. Sonra ona bizden bir nimet verdiği zaman:

"Bu bana bilgim sayesinde verildider. Hayır, o bir imtihandır. Fakat onların çoğu bilmezler.

 (İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize dua eder) insan cinsinden genellik itibarı ile haber vermektedir, atıf da "veiza zükirallahu vahdehu” (Zümer: 45) ayetinin üzerinedir. Fe de çelişkilerini, sebepleri ters yüz etmelerini göstermektedir, şu manaya ki, onlar Allah bir olarak zikredildiği zaman bundan tiksinir, İlâhları zikredildiği zaman da sevinirler. Onlara bir sıkıntı dokundu mu anmaktan tiksindiklerine yalvarırlar; anmakla sevindikleri putlara değil. Aradaki de itiraz cümlesidir, onlara olan bu reddi te'kit etmektedir.

"Sonra ona bizden bir nimet verdiğimiz zaman” lütfen ona bir nimet verdiğimiz zaman demektir, zaten havvelna maddesi buna özgüdür "bu bana bilgim sayesinde verildi, der” bunun kazanç yollarını bildiğim için yahut hak ettiğim için bana verileceğini bildiğim için ya da Allah'ın beni bilmesinden ve hak edişimden dolayı, der. Utiytuhu'daki he, edatına gider, eğer mevsûle sayılırsa; yoksa nimete gider. O zaman müzekker olması da ondan "şey” lâfzı murat edildiği içindir. (Hayır, o bir imtihandır) şükür mü edecek nankörlük mü edecek, denemek içindir. Bu da dediklerini reddir, zamirin müennes olması da haber itibarı iledir ya da nimet lâfzından dolayıdır.

"Fakat onların çoğu bilmezler” bunu. Bu da insanın cins olduğunun delilidir.

50

Bunu kendilerinden öncekiler de demişlerdi de kazandıkları şeyler onlardan hiçbir şeyi def etmemişti.

 (Bunu kendilerinden öncekiler de demişlerdi) he zamiri "innema utituhu alâ ilmin” (Zümer: 49) kavline râcidir, çünkü o, kelime yahut cümledir. Müzekker olarak da okunmuştur.

"Kendilerinden öncekiler” de Kârun ile kavmidir; çünkü o demiş, onlar da râzı olmuşlardı.

"Kazandıkları şeyler onlardan hiçbir şeyi def etmemişti” dünya malından kazandıkları şeyler.

51

Kazandıkları şeylerin kötülükleri başlarına geldi. Bunlardan (bunların içinden) zâlim olanlara da yaptıklarının kötülükleri dokunacaktır ve onlar (bizi) aciz bırakamazlar.

"Kazandıkları şeylerin kötülükleri başlarına geldi” kötü amellerinin cezası yahut amellerinin cezası, onlara kötülük demesi, kötü amellerinin karşılığı olmasındandır, bu da bütün amellerinin öyle olduğuna işarettir.

"Zâlim olanlar” azgınlık etmekle (bunlardan) müşriklerden, min edâtı beyaniyedir ya da bazı manasınadır.

"Onlara da yaptıklarının kötülükleri dokunacaktır” Ötekilere dokunduğu gibi. Zaten dokunmuştur da, çünkü yedi yıl kıtlık çektiler ve ileri gelenleri de Bedir’de öldürüldü.

"Onlar bizi aciz bırakamazlar” elimizden kurtulamazlar.

52

Bilmediler mi ki, Allah, dilediğine rızkı genişletir ve daraltır. Gerçekten bunda îman eden bir toplum için elbette ibretler vardır.

"Bilmediler mi ki, Allah, dilediğine rızkı genişletir ve daraltır” şöyle ki, rızıklarını yedi yıl kesti, sonra da onlara yedi yıl bolluk verdi.

"Gerçekten bunda îman eden bir toplum için elbette ibretler vardır” çünkü bütün olaylar dolaylı veya dolaysız Allah'tandır.

53

De ki: Ey nefislerine karşı israf eden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü o, çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

"Ey nefislerine karşı israf eden kullarım” günahlarda israfa kaçarak aşırı suç işleyen kullarım, Allah'a nispet edilince bunların özellikle mü'minler olduğu anlaşılır, Kur'ân’ın örfü böyledir.

"Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin” önce bağışlamasından, sonra da lütfünden ümit kesmeyin,

"şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar” bir zaman sonra da olsa affeder. Bunu tevbe şartına bağlamak zahire muhâliftir. Şirk dışında mutlak olduğunu şunlar gösterir: Allahü teâlâ "şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz” (Nisa; 48). Sebep olarak mübalağa tarzında

"çünkü o, çok merhametlidir” buyurmuştur; hasr ifadesi kullanmıştır; bağıştan sonra rahmeti vaat etmiştir; bağışın genel olduğunu çağrıştıran şeyi başa almıştır, çünkü kullarım demiştir ki, bu da zilleti gösterir; merhameti çağrıştıran ihtisas kullanılmıştır; bundan özellikle nefislerin zarar göreceğini bildirmiştir; bağıştan fazla olarak rahmetten ümit kesmekten men etmiştir; bunu mutlak ifade etmiştir; yasağa gerekçe olarak da Allah'ın bütün günahları bağışlayacağını göstermiştir: Zamir yerine Allah isminin konulması da şunu göstermek içindir, çünkü o her şeyden müstağnidir, mutlak nimet verendir; ayrıca hepsini diyerek te'kit etmiştir (yani Âyette bütün bunlar vardır, bu da tevbe şartı olmadığını gösterir).

Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem'den gelen şu hadis Âyetin genel olmasına mani teşkil etmez: Bu âyeti bütün dünya malı ile değişmem, dedi. Bir adam: Ya Resûlallah, buna şirk koşan da dahil mi, dedi? O da biraz durduktan sonra: Bilin ki, şirk koşan da dahildir dedi ve bunu üç defa tekrarladı.

Rivâyete göre Mekke halkı:

Muhammed putlara tapanın ve haksız yere cana kıyanın bağışlanmayacağını iddia ediyor, nasıl olur, bizse hicret etmedik, putlara taptık ve haksız yere adam öldürdük, dediler? Âyet bunun üzerine indi. Ayyaş,lid bin Velid ve bir bölük insan hakkında indiği yahut Hamza'nın katili Vahşi hakkında indiği de söylenmiştir. Bütün bunlar Âyetin genel olup tevbe şartına bağlı olmadığına bir zarar vermez. Şu âyet de öyledir:

54

Rabbinize dönün ve size azâp gelmeden önce ona teslim olun. Sonra size yardım edilmez.

"Rabbinize dönün ve size azâp gelmeden önce ona teslim olun. Sonra size yardım edilmez". Çünkü (Allah bütün günahları bağışlar) âyeti tevbe etmeden ve önceden azâp görmeden bağışın olmayacağını göstermez ki, tevbeye ve ihlâsla amele gerek kalmasın ve azâp tehdidine aykırı olsun.

55

Farkında olmadan ve size azâp ansızın gelmeden önce size Rabbinizden indirilenin en güzeline tâbi olun.

"Rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbi olun” Kur'ân'a yahut emredilene tâbi olun, men edilene değil, azimetlere tâbi olun, ruhsatlara değil, nasihe tâbi olun, mensuha değil. Belki de bu en çok kurtarana ve en çok selamete çıkarana tâbi olun demektir Meselâ Allah'a dönmek ve taâta devam etmek gibi.

"Farkında olmadan size azâp ansızın gelmeden önce” sonra açığınızı kapatamazsınız.

56

Bir nefsin:

"Allah'ın yanında ettiğim kusurdan dolayı eyvah başıma. Gerçekten ben alay edenlerdendimdemesinden önce (çalışın).

 (Bir nefsin demesinden önce) deme endişesiyle, nefsin tenvinle nekire olması, bazılarının demesindendir ya da teksir (çok olduğu) içindir, Şâir A’şa’nın şu beyiti gibi:

Nice yerler vardır ki, orada seslensem,

Başını sallayarak bana nice asiller gelir.

(Kerîm'den çok kerem sahipleri (asiller) kast edilmiştir).

(Eyvah başıma gelenden, demeden önce) aslı üzere ye ile (ya hasretiy) de okunmuştur.

"Allah'ın yanında ettiğim kusurdan dolayı” cenbülah canihihi demektir yani onun hakkında demektir ki, o da taatidir. Şâir Sabık el - Berberi de şöyle demiştir:

Şu aşık hakkında Allah'tan korkmaz mısın ki,

Ciğeri yanmış ve parça parça olmuştur.

Bu (Allah hakkında kusur etmek) mübalağalı bir kinayedir, şu beyitte olduğu gibi:

Âlicenaplık, adamlık ve ihsan, bir kubbe içinde

Toplanmış, İbn Haşrec'in başına dikilmiştir.

(Bu sıfatlar onda var demek istiyor). Allah'ın zatında da denilmiştir ki, muzâf takdir edilir, Meselâ tâat gibi. Yakınında da denilmiştir, Meselâ "vessâhibi bilcenbi” (Nisa: 36) (yakın arkadaşa iyilik et) gibi. Fi zikrillahi şeklinde de okunmuştur.

"Gerçekten ben alay edenlerden idim” Allah adamlarıyla dalga geçenlerden idim.

"İn küntü” hâl olarak mahallen mensûbtur. Sanki: Alay ederek kusur işledim demiş gibidir.

57

Yahut:

"Eğer Allah bana hidâyet etseydi, elbette müttekılerden olurdum"demesinden önce (çalışın).

"

Yahut: Eğer Allah bana hidâyet etseydi” hakka irşat etmekle "elbette muttakilerden olurdum” şirkten ve isyanlardan sakınanlardan olurdum.

58

Yahut:

"Azâbı gördüğü zaman:

"Keşke benim için bir dönüş olaydı, ben de iyilik edenlerden olurdum demesinden önce (çalışın).

 (

Yahut azâbı gördüğü zaman:

"Keşke benim için bir dönüş olsaydı, ben de iyilik edenlerden olurdum demesinden önce (çalışın). Ameli ve itikadı güzel olanlardan olurdum. Ev edâtı bunları şaşkınlığından ve dayanaksız mazeret olarak ileri sürmesinden hâli olmadığını göstermek içindir (hepsini söyleyecektir).

59

(Ona Allah tarafından): "Hayır, gerçekten sana âyetlerim geldi; sen de onları yalanladın, büyüklük tasladın ve kâfirlerden oldun!” (denilir).

"Hayır, gerçekten sana âyetlerim geldi; sen de onları yalanladın, büyüklük tasladın ve kâfirlerden oldun". Bu da "eğer Allah bana hidâyet etseydi” sözündeki olumsuzluk manasını reddir. Araya fasıla girmesi şunun içindir; çünkü başa alınsa idi birbirine yakın maddeler ayrılırdı, o sayılan şeylerin geriye bırakılması da varlık âlemine uyan nazma zarar verir. Çünkü o; kusur etmek, sonra hidâyeti kaybetmekle oyalanmak, sonra da dünyaya dönmeyi temenni etmekle pişmanlık duymuştur. Bunlar (zikredilen bu üç âyet) Allah'ın kulların fiilindeki tesirine mani değildir, kesb yolu ile kula isnadına da mani değildir, nitekim bunu bilmektesin (çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de çok geçmektedir). (Caetke şeklinde) hitabın müzekker olması manaya göredir (şahs lâfzı nazara alınmıştır). Nefs kelimesinden dolayı müennes olarak da okunmuştur (caetki).

60

Allah ile karşı yalan söyleyenlerin kıyâmet gününde yüzlerinin kara olduğunu görürsün. Kibirliler için cehennemde yer yok mudur?

"Allah'a karşı yalan söyleyenlerin kıyâmet gününde” onu câiz olmayan sıfatlarla ananların Meselâ evlât edinme gibi "yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün” maruz kaldıkları şiddetten dolayı yahut yüzlerine cehaletin karanlığı çökmesinden dolayı.

"Vucuhuhum” cümlesi hâl’dir, çünkü buradaki görmenin gözle görme olduğu anlaşılıyor. Zamirle yetinildiği için de vâv'a ihtiyaç kalmamıştır.

"Kibirliler için cehennemde yer yok mudur?” îmandan ve taattan kibirlenenler için. Bu da durumu onaylamadır, çünkü onlar öyle görülürler.

61

Allah; sakınanları muratlarına nâil olmaları ile kurtarır, onlara kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler de.

 (Allah sakınanları kurtarır) yünciy şeklinde de okunmuştur (muratlarına nâil olmaları ile) mefaze fevz kökünden mefale veznindedir. Onun kurtuluş ile tefsiri en önemli kısımlarından biri ile tahsis etmektir; mutluluk ve iyi amelle tefsiri de ona sebep manası vermektir. Hafs dışında Kûfeli kurralar muzâfun ileyhine uydurmak için çoğul olarak (bimefazatihim) okumuşlardır. Ondaki be de sebep içindir, yünecciye bağlıdır ya da (onlara kötülük dokunmaz) kavline bağlıdır. Layemessühüm de hâl’dir ya da kurtuluşu açıklamak için yeni söz başıdır.

62

Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeyin üzerinde vekildir.

"Allah her şeyin yaratıcısıdır” hayır ve şer, îman ve küfür gibi.

"O, her şeyin üzerine vekildir” tasarrufuna sahiptir.

63

Göklerin ve yerin anahtarları onundur. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, işte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir.

"Göklerin ve yerin anahtarları onundur” ondan başka kimse onlara sahip değildir, tasarrufu da elinde değildir; Bu da kudretinden ve onları muhafazasından kinayedir. İçinde daha çok ihtisas vardır. Çünkü hazinelere ancak anahtarları elinde olan girer. Mekalîd miklîdin yahut mikladm çoğuludur, kallettuhu deyiminden gelir ki, birine görev vermektir. Iklîd'in çoğulu olduğu da söylenmiştir, bu da iklîdin Arapçalaşmış şeklidir, şazdır, tıpkı mezakîr gibi, Hazreti Osman radıyallahü anh, onu Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e sordu, o da: Tefsiri şöyledir, dedi: Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür. Allah'ı hamd ile tesbih ederim. Allah'tan bağışlanmamı dilerim. Güç ve kuvvet bir tek Allah'ın elindedir. O; ilk ve sondur, zâhir ve batındır. Hayır onun elindedir, diriltir ve öldürür. Onun her şeye gücü yeter. Buna göre mana şöyledir: Bu kelimeler Allah'a aittir, onunla birlenir ve övülür. Bunlar göklerin ve yerin anahtarlarıdır. Kim bunlara söylerse o hayra nâil olur.

"Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, işte onlar ziyan edenlerin ta kendileridir” bu da "Allah kendinden korkanları kurtarır” (Zümer: 61) ayetine bağlıdır. Aralarındaki itiraz cümlesidir; kullarını kontrol ettiğini, amellerinden haberdar olup onlara karşılığını verdiğini bildirmek içindir. Nazmın değişmesi şunu bildirmek içindir; mü'minlerin kurtuluşunda esas olan Allah'ın lütfüdür, kâfirler ise kendileri ziyan etmişlerdir. Aynı zamanda vaadi açık söylemek ve tehdidi üstü kapalı geçmek içindir, çünkü kerem sahipleri öyle yaparlar.

Ya da âyet arkasından gelen "Allahü hâlikü külli şeyin” kavline bağlıdır, Allah'ın âyetlerinden maksat da kudretinin delilleridir, göklerin ve yerin yahut tevhid ve övgü kelimelerinin tek sâhibi olduğunu bildirmektir. Ziyanın onlara isnadı ise diğerlerinin rahmet ve sevaptan yana şanslarını bildirmek içindir.

64

De ki: Ey Câhiller, bana Allah'tan başkasına mı ibâdet etmemi emrediyorsunuz?

"De ki, ey Câhiller, bana Allah'tan başkasına mı ibâdet etmemi emrediyorsunuz?” yani bu delillerden ve tehditlerden sonra Allah'tan başkasına mı ibâdeti öneriyorsunuz. Te'mrunni cümlesi itiraziyedir, şunu göstermek içindir ki, bunun ardından ona aptallıklarından dolayı: Bazı İlâhlarımızı selamla, biz de senin İlâhına îman edelim, dediler. Ğayra lâfzının te’murunni abudu’nûn delâlet ettiği şeyle mensûb olması da câizdir, çünkü o, tuabbiduneni (beni ayıplıyorsunuz) manasınadır, aslı da te'murunni en abüde demektir; en edâtı hazf edilmiş abüdü fiili de Merfû' olmuştur, tıpkı şu mısrada olduğu gibi:

Ey beni savaşmaktan men eden kimse,

(En ahdura demektir, en atılmış, fiil de Merfû' olmuştur). En abüde okunuşu da bunu destekler. İbn Âmir aslı üzere iki nunu da idgamsız olarak te'muruneni okumuştur. Nâfi' de ikinci nûn'un hazfi ile (te'muruni) okumuştur ki, o çok hazfedilir.

65

Yemin olsun, gerçekten sana ve senden öncekilere şöyle vahiy edilmiştir: Yemin olsun, eğer şirk koşarsan, amelin elbette boşa gider ve sen de elbette ziyan edenlerden olursun.

"Yemin olsun, gerçekten sana ve senden öncekilere” peygamberlere "şöyle vahyedilmiştir: Yemin olsun, eğer şirk koşarsan, amelin elbette boşa gider ve sen de elbette ziyan edenlerden olursun". Bu da faraza söylenmiş bir sözdür, bundan kast edilen de peygamberleri (tevhide) teşvik etmek ve kâfirlerin ümidini kırmaktır, ümmet-i icabetin hükmünü de bildirmektir. (Eşrekte diyerek) teke hitap edilmesi teker teker düşünülmesi itibarı iledir. Birinci lâm kaseme hazırlıktır, diğer ikisi cevap içindir. Amelin boşa çıkmasının mutlak verilmesi onların özelliklerini bildirme de olabilir, çünkü onların şirkleri en çirkindir, ölümle kayıtlama da olabilir, nitekim:

"Sizden kim dîninden döner de kâfir olarak ölürse, işte onların ameli boşa gitmiştir” (Bakara: 217) kavlinde açıkça bildirilmiştir. Hüsranın ona atfı da sonucun sebebe atfı kabilindendir.

66

Hayır, Allah'a ibâdet et ve şükredenlerden ol.

(Hayır, Allah'a ibâdet et) bu da istedikleri şeyin reddidir, eğer (Allahe) mef’ûlünun takdim edilmesi ihtisası göstermese idi böyle olmazdı.

"Şükredenlerden ol” sana verdiği nimetlere. Bunda ihtisası gerektiren şeye işâret vardır.

67

Allah'ı hakkı ile takdir edemediler. Yer, kıyâmet gününde onun avucudur (avucundadır). Gökler ise sağ eli ile durulmuştur. O münezzehtir ve şirk koştukları şeylerden yücedir.

"Allah'ı hakkı ile takdir edemediler” azametini içlerine tam sindiremediler, çünkü onu lâyık olmayan sıfatlarla yat ettiler. Şedde ile (kadderu) da okunmuştur.

"Yer kıyâmet gününde onun avucundadır. Gökler ise sağ eli ile durulmuştur” bu da onun büyüklüğüne ve kudretine nispetle akılların şaştığı büyük işlerin küçük kaldığına dikkat çekmektedir. Ve şuna delâlet etmektedir ki, âlemi tahrip etmek çok basittir, bu da temsilî ve hayalî olarak verilmiştir, ortada ne gerçek olarak ne de mecaz olarak avuç da sağ el de yoktur, Meselâ: Gecenin kâkülü ağardı sözü gibi (şafak sökerken). Kabza lâfzı bir defa kabz etmektir, kubza yerine kullanılmıştır ki, elle tutulacak miktardır, mastar isim olarak kullanılmıştır ya da zatü kabdatin demektir. Muvakkat kapalı zarfa teşbih edilerek nasb ile (kabdatahu) da okunmuştur. Yerin cemi' lâfzı ile te'kit edilmesi de ondan yedi kat yerin yahut yaylası ve ovasıyla bazı bölümlerinin kast edilmesindendir. Matviyyatin de okunmuştur ki, o zaman hâl olur, semavat da arz'a atfedilmiş ve birlikte düşünülmüş olur.

"O şirk koştukları şeylerden münezzeh ve yücedir” kudret ve azameti böyle olan zât onların şirklerinden yahut ona nispet edilen ortaklardan ne kadar uzak ve yücedir!

68

Sûra üfürüldü; göklerde ve yerde kim varsa öldü, ancak Allah'ın diledikleri hariç. Sonra ona bir defa daha üfürüldü; birden onlar ayakta bakıyorlar.

"Sûra üfürüldü” yani ilk sefer "göklerde ve yerde kim varsa öldü” ölerek veyahut baygın düştü "ancak Allah'ın diledikleri hariç". Bunların Cebrâîl, Mikâil ve İsrafil oldukları söylenmiştir. Arş'ı taşıyanlar da denilmiştir.

"Sonra ona bir defa daha üfürüldü” bu da birinciden "sûra bir defa üfürüldü” (Hakka: 13) ayetinin kast edildiğini gösterir, nitekim birçok yerde açıkça ifade edilmiştir. Uhra lâfzının nasba da ref 'e de ihtimali vardır.

"Birden onlar ayaktalar” kabirlerinden kalkmışlar yahut bekliyorlar. Nasb ile (kıyamen) de okunmuştur ki, o zaman haber "yanzurun” lâfzı olur. O da yanzurun’daki zamirden hâl’dir.

Mana da şöyledir: Şaşmışlar gibi gözlerini etrafa çevirirler ya da kendilerine ne yapılacağını beklerler.

69

Yer Rabbinin nûru ile parladı, kitap konuldu; peygamberler ve şâhitler getirildi. Aralarında hak ile hükmedildi. Onlar zulmedilmezler,

"Yer Rabbinin nûru ile parladı” onda meydana getirdiği adaletle, ona nûr demesi adaletin çevreyi süslemesinden ve hakları ortaya çıkarmasındandır, nitekim zulme zulumat (karanlık) denilmiştir. Hadiste: Zulüm kıyâmet gününde zulumattır, buyurulmuştur. Bunun içindir ki, ismini arz lâfzına muzâf kılmıştır ya da yer parlak cisim aracılığı ile olmaksızın onda yarattığı nûr ile parlar, bunun içindir ki, onu kendine izafe etmiştir.

"Kitap konuldu” hesap ve ceza için, bu da muhasibin hesap defterini önüne koymasından gelir ya da görevlilerin ellerindeki amel defterleri konulmuştur. Cins ile cemiden iktifa edilmiştir (elkitab). "Peygamberler ve şâhitler getirildi” ümmetlerin leh ve aleyhlerine şahitlik eden melekler ve mü'minler. Şehitler de denilmiştir.

"Aralarında hükmedildi” kulların arasında "hak ile onlar zulmedilmezler” sevabı eksiltmek yahut azâbı artırmakla, nitekim böyle vaat edilmiştir.

70

Her nefse yaptığı tam verildi. O, onların yaptıklarını pekiyi bilendir.

"Her nefse yaptığı tam verildi” cezası eksiksiz verildi,

"o onların yaptıklarım pekiyi bilendir” yaptıklarından hiçbir şey kaçmaz, sonra bunu açıklayıp şöyle dedi:

71

Kâfirler cehenneme bölük bölük sürüldü. Nihayet ona geldikleri zaman kapıları açıldı. Onun bekçileri onlara:

"Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyacak ve sizi bu gününüze kavuşmaktan uyaracak elçiler gelmedi mi?” dediler. Onlar da: Evet (geldi), ancak azâp sözü kâfirlere hak oldu, dediler.

"Kâfirler cehenneme bölük bölük sürüldü” arka arkaya taburlar hâlinde, sapıklık ve kötülükteki derecelerine göre. Zümer, zümre'nin çoğuludur, zemr'den gelir ki, o da sestir, çünkü topluluk genellikle sessiz olmaz ya da şatün zemiretün deyiminden gelir ki, yünü az koyun demektir. Recülün zemirün de adamlığı az kimse demektir. Bu da az kullanılan bir cemidir.

"Nihayet ona geldikleri zaman kapıları açıldı” girmeleri için. Hattâ edâtı arkasından hikâye cümlesi gelen bir kullanıma sahiptir. Kûfeli kurralar te'yi şeddesiz (fütihat) okumuşlardır.

"Onun bekçileri onlara dedi” kınamak ve azarlamak için "size içinizden elçiler gelmedi mi?” emsinizden "size Rabbinizin âyetlerini okuyacak ve sizi bu gününüze kavuşmaktan uyaracak elçiler gelmedi mi?” bu vaktinizden demektir ki, o da ateşe girme vaktidir. Bunda şuna delil vardır ki, şerîat gelmeden sorumluluk yoktur, çünkü onları azarlamayı elçilerin gelmesine ve kitapları tebliğ etmelerine bağlamışlardır.

"Onlar da: Evet geldi, ancak azâp sözü kâfirlere hak oldu, dediler” bize azâp sözü hak oldu. O da bedbahtlıklarına ve cehennemliklerine verilen karardır. Zamir yerine zahirin konulması bunun kâfirlere hâs olmasındandır.

Şöyle de denilmiştir: Bu,

"Yemin olsun ki, cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan dolduracağım” (Hûd: 119) sözüdür.

72

Girin cehennem kapılarından, orada ebedî kalıcılar olarak. Kibirlilerin yeri ne kötüdür!” denildi.

"Girin cehennem kapılarından, orada ebedî kalıcılar olarak” bunu diyen belirtilmemiştir, bu da onlara denen şeyi korkunç kılmak içindir "kibirlilerin yeri ne kötüdür!” el-mütekebbiriyn'deki lâm cins içindir, mahsus bizzem de mahzûftur. Cehennemdeki yerlerinin haktan kibirlenmekten olduğunu bildirmek oraya girmelerine azâp sözünün hak olmasına aykırı değildir. Çünkü kibirlenmeleri de diğer kabahatleri de ondan kaynaklanmaktadır, nitekim aleyhisselâm Efendimiz şöyle buyurmuştur: Allah bir kulu cennet için yaratırsa onu cennet halkının amelinde kullanır. Ölünceye kadar cennetliklerin amelini işler ve cennete girer. Bir kulu da cehennem için yaratırsa onu cehennemliklerin amelinde kullanır, o da ölünceye kadar o ameli yapar ve cehenneme girer.

73

Rablerinden korkanlar da cennete bölük bölük sürüldüler. Nihayet ona geldikleri zaman, zaten kapıları da açılmış, bekçileri onlara: Selâm size, temizlendiniz. Ebedî kalıcılar olarak girin oraya, derler.

"Rablerinden korkanlar da cennete bölük bölük sürüldüler” ikram yurduna doğru hızla sürüldüler, binekleri sürüldü de denilmiştir, çünkü onlar bineklerle gideceklerdir,

"bölük bölük” şeref ve yüksek tabakadaki derecelerine göre. (Nihayet ona geldikleri zaman, zaten kapıları açılmış) izâ'nın cevabı hazf edilmiştir, bu da ikram ve hürmetlerini dille ifade etmenin mümkün olmadığım göstermek içindir ve cennet kapıları da onlara gelmeden önce açılır ki, beklemesinler. Kûfeli kurralar şeddesiz olarak (fütihat) okumuşlardır.

"Bekçileri onlara: Selâm size, dediler” bundan sonra bir kötülükle karşılaşmazsınız.

"Temizlendiniz” günah kirlerinden (ebedî kalıcılar olarak girin oraya) bir daha çıkmamak üzere. Fe de temizlenmeleri girmelerine ve ebedî kalmalarına sebep olduğunu göstermek içindir. Bu da asilerin Allah'ın affı ile girmelerine mani değildir, çünkü o da onları temizleyecektir.

74

Onlar da: Hamdolsun o Allah'a ki, bize vaadini doğruladı ve bizi bu yere mirasçı kıldı. Cennetten dilediğimiz yere konarız. Çalışanların mükâfatı ne güzel, dediler.

"Onlar da: Hamdolsun o Allah'a ki, bize vaadini doğruladı, dediler” yeniden dirilme ve sevap vaadini "ve bizi bu yere mirasçı kıldı” istiare yolu ile yerleştikleri mekânı demek istiyorlar. Oraya mirasçı kılması da amellerinden dolayı mülk etmesidir yahut varisin mirasında tasarrufu gibi tasarruf imkânına kavuştukları içindir.

"Cennetten dilediğimiz yere konarız” yani her birimiz geniş cennetinden istediği makama konar demektir. Bununla beraber cennette manevî makamlar da vardır ki, oraya gelenler engellenmezler.

"Çalışanların mükâfatı ne güzeldir” o da cennettir.

75

Meleklerin Arş'in etrafını kuşattıklarını görürsün. Rablerinin hamdi ile tesbih ederler. Aralarında hak ile hükmolundu.

"Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun, denildi.

 (Meleklerin Arş'in etrafını kuşattıklarını görürsün) buradaki min zâittir yahut kuşatmanın başlangıcını göstermek içindir.

"Rablerinin hamdi ile tesbih ederler” hamdden ayrılmazlar. Cümle ikinci hâl’dir yahut birinciyi kayıtlamaktadır. Mana da bundan zevk aldıkları için onu celâl ve ikram sıfatlarıyla zikrederek demektir. Bunda şu akla getirilmektedir ki, illiyyin makammdakilerin en yüksek derecesi ve en çok zevk aldıkları şey hakkın sıfatında gark olmaktır.

"Aralarında hak ile hükmolundu” halk arasında, bazılarını ateşe sokmak, bazılarını cennete girdirmekle ya da melekler arasında hükmolundu, bu da onları faziletleri ile mütenasip derecelere kondurmaktır.

"Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun, denildi” yani aramızda hak ile hükmünden dolayı demektir. Diyenler de aralarında hüküm verilen mü'minler yahut meleklerdir. Bunların zikredilmemesi de bilindikleri ve saygı içindir. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim Zümer sûresini okursa, kıyâmet günü ümidi kırılmaz ve Allah, ona korkanların sevabını verir. Âişe radıyallahü anha da şöyle buyurmuştur: Aleyhis-salâtü ves-selâm Efendimiz her gece İsra ile Zümer sûrelerini okurdu. Allah en iyi bilir.

0 ﴿