41 / FUSSILET SÛRESİ

Mekke'de inmiştir. 54 âyettir.

1

 Ha. Mîm.

2

 Rahmân ve Rahîm'den indirilen

"Ha. Mîm” eğer onu mübteda kılarsan haberi "tenzihin minarrahmanir rahim” kavlidir. Eğer onu huruf-ı mukattaa (hece harfleri) sayarsan tenzilün mahzûf mübtedanın haberidir yahut mübteda’dır, çünkü sıfatla tahassüs etmiştir, haberi de "kitabun” lâfzıdır. Bu da ilk ikiye göre ondan bedeldir ya da ikinci haberdir yahut mahzûf mübtedanın haberidir. Belki de bu yedi sûrenin hamim ile başlayıp hamimin isim olması şunun içindir, çünkü bu sûreler kitabın açıklanması ile başlamaktadır ve nazım ve mana itibarı ile de birbirine benzemektedir. İndirmenin Rahmân'a nispet edilmesi, kitabın dinî ve dünyevî menfaatlerin dayanağı olmasındandır.

3

Bir kitaptır. Âyetleri, bilen bir toplum için Arapça bir Kur'ân olarak açıklanmıştır.

“Bir kitaptır. Âyetleri açıklanmıştır” lâfız ve mana bakımından ayrılmıştır. Fusilet de okunmuştur ki, birbirinden fasılalarla ve manalarla ayrılmıştır demektir ya da fasalet de okunmuştur ki, hak ile bâtılı ayırmıştır demektir.

(Arapça bir Kur'ân olarak) meth üzere mensûb ya da fussilet'ten hâl’dir. Kolay okunması ve anlaşılması ile minnet edilmiştir.

"Bilen bir toplum için” Arap çayı bilen için yahut ilim ve düşünce adamları için demektir. Bu da Kur'ân’ın ikinci sıfatıdır yahut tenzil'e veyahut fussilet'e bağlıdır.

Birincisi daha iyidir, çünkü sıfatların arasındadır.

4

 O Kur'ân müjdeci ve uyarıcı olarak. Onların çoğu yüz çevirdiler. Artık onlar dinlemezler.

"Müjdeci ve uyarıcı olarak” onunla amel edenleri ve ona muhalefet edenleri. Kitabın sıfatı veya mahzûf mübtedanın haberi olarak ref ile de okunmuştur (beşirün ve nezirün). "Çokları yüz çevirdiler” onun üzerinde düşünmekten ve onu kabul etmekten "artık onlar dinlemezler” düşünme ve itâat etme dinlemesi ile.

5

 Kalplerimiz sizin bizi çağırdığınız şeyden örtüler / kılıflar içindedir, kulaklarımızda da ağırlık var. Seninle bizim aramızda bir perde vardır. Sen çalış, biz de çalışanlarız, dediler.

"Kalplerimiz kılıflar içindedir, dediler” ekinne kinan’ın çoğuludur "bizi çağırdığınız şeyden, kulaklarımızda da ağırlık vardır” sağırlık vardır, vakr'ın aslı ağırlıktır, kesr ile vikrun da okunmuştur.

"Seninle bizim aramızda bir perde vardır” sana ulaşmamıza mani olan. Min edâtı perdenin onlardan ve ondan başladığına delâlet etmektedir, öyle ki, ara mesafeyi kapatmıştır, boş yer kalmamıştır. Bunlar kalplerinin, davet edildikleri şeyden uzak olmasının, itikatlarının, kulaklarının bunu duymamasının ve Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e ulaşamamalarının temsilleridir.

"Sen çalış” dinin üzerinde ya da bizim işimizi iptal etmek için "biz de çalışanlarız” dinimiz üzerinde yahut senin işini bozmak için.

6

 De ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ancak, İlâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Ona yönelin ve ondan mağfiret dileyin. Vay müşriklerin başına gelenlere!

"De ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana ancak, İlâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor". Ben melek de cin de değilim ki, benden bir şey alamayasınız ve sizi akıllarınızın ve kulaklarının alamayacağı şeye davet etmiyorum. Sizi ancak tevhide ve dürüst amele davet ediyorum. Aklın delilleri ve naklin şahitleri de bunları doğrular.

"Ona yönelin” ona dönerek doğru işler yapın ya da tevhid ve ihlâslı amel ile ona doğru gidin.

"Ondan bağış dileyin” üzerinde bulunduğunuz kötü itikat ve amelden. Sonra da onları tehdit edip:

"Vay müşriklerin başına gelenlere” dedi, mürekkep cahilliklerinden ve Allah’ı hafife almalarından dolayı.

7

 Onlar ki, zekâtı vermezler ve onlar âhireti de inkâr ederler.

"Onlar ki, zekâtı vermezler” cimriliklerinden ve mahlukata acımadıklarından, bu da rezaletlerin en büyüklerindendir. Bunda kâfirlerin de fer'î meselelerle mükellef olduğuna delil vardır.

Manası şöyledir de denilmiştir: Onlar îman ve tâat gibi nefislerini temizleyecek şeyleri yapmazlar.

"Ve onlar âhireti de inkâr ederler” bu hâl şunu göstermektedir ki, zekât vermemeleri dünyaya dalmalarından ve âhireti inkâr etmelerindendir.

8

 Şüphesiz îman edip iyi şeyler yapanlar için, kesilmeyen bir mükâfat vardır.

"Şüphesiz îman edip iyi şeyler yapanlar için, kesilmeyen bir mükâfat vardır” büyük, başa kakılmayan demektir. Memnun men kökünden gelir ki, aslı ağırlıktır ya da menentül hable deyiminden gelir ki, ipi bükmektir. Âyetin hastalar ve ihtiyarlar hakkında indiği söylenmiştir ki, bunlar ibâdet yapamayacak hâle geldikleri zaman eskiden en iyi şekilde yaptıkları gibi onlara amel sevabı yazılır.

9

 De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı mı inkâr ediyor ve ona eşler koşuyorsunuz? İşte o, âlemlerin Rabbidir.

"De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı mı inkâr ediyorsunuz?” iki gün miktarında ya da nöbetinde, her nöbette yarattığını en hızlı olacak şekilde yaratmıştır. Belki de yerden (arzdan) maksat aşağı âlemde olan basit (bileşik olmayan) cisimlerdir, iki günde yaratmasından maksat da onun için müşterek bir asıl yaratıp sonra da ona çeşit olacak suretler yaratmasıdır. Onu inkârları da zatında ve sıfatlarında sapmalarıdır.

"Ve ona eşler mi koşuyorsunuz?” ki, ona benzer göstermek mümkün değildir. (İşte bu) yeri iki günde yaratan "âlemlerin Rabbidir” mümkün varlıkların yaratıcısı ve terbiye edicisidir.

10

 Onda, üstünden sâbit dağlar kıldı, ona bereket verdi. Onda azıklarım da dört günde takdir etti; soranlar için eşit olarak.

 (Onda sâbit dağlar kıldı) bu da yeni söz başıdır, halaka lâfzına ma’tûf değildir, çünkü araya sıla harici şey girmiştir.

"Üstünden” üzerine yüksek dağlar attı ki, bakanlar onda görülecek şeyleri görsünler ve faydaları da arayanlar için göz önünde olsun.

"Ona bereket verdi” onda çeşitli bitkiler ve hayvanlar halk etmekle hayrım çoğalttı.

"Onda azıklarını da takdir etti” halkının gıdalarını demektir ki, her nevi için uygun ve yaşayacağı şeyi takdir etti ya da ondan kaynaklanan azıklar takdir etti, bu da her bölgeye özel azık vermesi iledir. Kaddere yerine kasseme fiha akvateha da okunmuştur.

"Dört günde” dört günün tamamında demektir. Bu da Basra'dan Bağdat'a on günde gittim, Kûfe'ye de on beş günde sözü gibidir. Belki de böyle deyip de yevmeyni dememesi bu iki günün ilk iki güne bitişik olmasından, açıklama da özetlemesindendir.

"Sevaen” istevet sevaen demektir, bu da istivaen manasınadır. Cümle eyyam'ın sıfatıdır, Ya'kûb'un cer ile sevain okuması da bunu gösterir. Akvateha yahut fiha'daki zamirden hâl olduğu da söylenmiştir. Merfû' olarak sevaün de okunmuştur,

"üssailiyn” bu da mahzûfa mütealliktir, takdiri hazel hasru lissailiyne an müddeti halkıl ardı vema fiha (bu sınırlama yerin ve ondaki şeylerin yaratılma süresini soranlar içindir) demektir.

Ya da kaddere'ye mütealliktir yani azıklarını da onu arayanlar için takdir etti demektir.

11

 Sonra duman hâlindeki göğe yöneldi; ona ve yere: İsteyerek yahut istemeyerek gelin, dedi. Onlar da: İsteyerek geldik, dediler.

 (Sonra duman hâlindeki göğe yöneldi) o tarafa kast etti, bu da isteva ilâ mekânin keza deyiminden gelir ki, bir mekâna doğru gidip başka tarafa sapmamaktır. Öyle görünüyor ki, sümme edâtı iki yaratma arasındaki farklılık içindir, süre bakımından gerilik için değildir. Çünkü "yeri de ondan sonra dürdü” (Naziat: 20) buyurmuştur. Yerin dürülmesi üstüne dağlar atılmasından öncedir.

"Duman hâlindeki” bu da karanlık bir durum demektir. Belki de bundan onun maddesini ya da onu oluşturan küçük parçaları (atomları) kastetmiştir.

"Ona ve yere: Gelin, dedi” sizde yarattığım etkileme ve etkilenme ile size bıraktığım çeşitli konum ve farklılıkları meydana getirin yahut varlık âlemine gelin demektir, o zaman geçen yaratma takdir yahut rütbe sıralaması olur.

Ya da haber olur yahut göğün gelmesi meydana çıkması, yerin gelmesi de, onda bildiğin itirazla birlikte, döşenmesi manasına olur.

Ya da her biriniz ondan istediğim şeyi meydana getirsin demektir. Ve âtiya okunuşu da bunu destekler ki, bu da muatattan gelir ve ikinizden her biri istediğim şeyde diğerine muvafakat etsin demek olur.

"İsteyerek yahut istemeyerek” bundan maksat da sonsuz kudretini göstermektir ve murat ettiği şeyin mutlaka yerine gelmesidir; yoksa o ikisini istemek ve istememek gibi özelliklerinin olduğunu bildirmek değildir. Tav'an ile kerhen mastardırlar, hâl yerine düşmüşlerdir.

"Onlar da: İsteyerek geldik, dediler". Şu açıkça görülmektedir ki, maksat bu ikisi üzerindeki kudretini ve o ikisinin de ondan direkt olarak etkilenmelerini göstermektir. Bir de bu, o ikisinin Allah'ın emrine imtisallerini ve ona itaatlerini temsil etmektedir, tıpkı "ol derse, olur” (Bakara: 117) kavli gibi. Allahü teâlâ onlara hitap etti ve onlara cevap verme kudreti verdi gibi manalar ise ancak birinci ve sonuncu itibara göre düşünülebilir. Taiîyn şeklinde akıllı kalıbı kullanılması onların akıllı gibi muhatap alınmalarındandır, tıpkı "sacidiyn” (Yûsuf: 4) kavli gibidir.

12

 Onları iki günde yedi gökler olarak bitirdi. Her göğe emrini vahyetti. Dünya göğünü kandillerle süsledik ve onları koruduk. Bu, mutlak gâlib, her şeyi bilen (Allah)ın takdiridir.

"Onları yedi gökler olarak bitirdi” onları eşsiz var etti ve işlerini sağlam yaptı. Hünne zamiri sema'ya gitmektir, bu da ya mana itibarı iledir ya da kapalı olup sonradan tefsir edilmesi iledir. Seb'a semavat da

birinciye göre hâl’dir,

ikinciye göre de temyizdir.

"İki günde” şöyle denilmiştir: Gökleri Perşembe günü yarattı; güneşi, ayı ve yıldızları da Cuma günü yarattı.

"Her göğe emrini vahyetti” durumunu ve ondan meydana gelecek şeyi. Bu da bunları ona isteyerek ve doğal olarak yüklemekle oldu. Her göğün halkına emir ve yasakları vahyetti de denilmiştir.

"Dünya göğünü kandillerle süsledik” çünkü yıldızlar sanki onun üzerinde parlar gibi görülmektedir.

"Ve onu koruduk” yani onu afetlerden koruduk yahut kulak hırsızlığı yapanlardan koruduk demektir.

Şöyle de denilmiştir: Hifzan mef’ûlün lehtir,

Mana da şöyledir: Dünya göğünü süslemek ve korumak için kandiller tahsis ettik.

"Bu mutlak gâlib, her şeyi bilen Allanın takdiridir” kudreti ve ilmi sınırsız olan Allanın takdiridir.

13

 Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Ben sizi Âd ve Semûd'un yıldırımı gibi bir yıldırımdan uyardım.

"Eğer yüz çevirirlerse” bu açıklamadan sonra îman etmekten "de ki: Ben sizi bir yıldırımdan uyardım” onları başlarına yıldırım gibi şiddetli bir azabın gelmesinden uyar.

"Âd ve Semûd'un yıldırımı gibi” sa'katen misle sa'kati âdin ve semude okunmuştur ki, sa'ka sa'k yahut saak'tan mastar binai merredir saakathus saikatü sa'kan fesaike saaken diye çekimi yapılır.

14

 Hani, onlara elçileri: Ancak Allah'a ibâdet edin, diye önlerinden ve arkalarından gelmişti. Onlar da: Rabbimiz isteseydi, elbette melekler indirirdi. Gerçekten biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz, dediler.

 (Hani, onlara elçileri gelmişti) bu da saikati âdin'den hâl’dir, saikaten'e sıfat yahut enzertüküm'e zarf yapılması câiz değildir, çünkü mana bozulur,

"önlerinden ve arkalarından” onlara her taraftan geldiler, onlara her çabayı gösterdiler ya da kâfirlerle geçen macera bakımından mâzi cihetinden ve onlar için âhirette hazırlanan azaptan korkutmakla gelecek cihetinden uyardılar. İki lâfızdan her birinin bunlara ihtimali vardır.

Ya da onlardan önce ve sonra geldiler demektir, çünkü geçmişlerin haberi onlara ulaşmıştır. Hûd ile Sâlih de onlara sonrakilerden haber vermiştir, hepsini îmana davet etmişlerdir. Bu ifadenin çokluktan kinaye olması da muhtemeldir, Meselâ Allahü teâlâ’nın:

"Ona rızkı her yerden bol bol gelirdi” (Nahl: 112) âyeti gibi.

"Ella tabudu illallahe” bien tabudu (en mastariye) ve ey latebudu (tefsiriye) demektir.

"Onlar da: Eğer Rabbimiz isteseydi, dediler” elçiler göndermeyi "elbette melekler indirirdi” elçilik için.

"Gerçekten biz sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz” iddianıza göre sizinle gönderilen şeyi, çünkü siz de bizim gibi insansınız, bizden bir üstünlüğünüz yoktur.

15

 Âd'a gelince: Yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: Kuvvetçe bizden daha çetin kimdir, dediler? Onları yaratan Allah'ın kuvvetçe kendilerinden daha çetin olduğunu görmediler mi? Onlarsa âyetlerimizi inkâr ediyorlardı,

"Âd'e gelince: Yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar” hak etmeden halkına tepeden baktılar "ve: Kuvvetçe bizden daha çetin kimdir?” dediler” Güç ve iktidarlarına aldandılar. Kuvvetleri İçin şöyle denilmiştir: Adam bir kayayı yerinden sökmek isterse gider onu elleriyle söker havaya kaldırırdı.

"Onları yaratan Allah'ın kendilerinden kuvvetçe daha çetin olduğunu görmediler mi?” çünkü o zâtı itibarı ile kuvvetlidir, kuvveti sonsuzdur. Başkasının yapamayacağı şeye gücü yeter. (Onlarsa âyetlerimizi inkâr ediyorlardı) onun hak olduğunu bilir, sonra da inkâr ederlerdi. Bu da festekberu'ya atıftır.

16

 Biz de onların üzerlerine uğursuz günlerde dondurucu bir rüzgâr gönderdik ki, onlara dünya hayatında rezillik azabını tattıralım diye. Elbette âhiret azâbı daha rezil edicidir. Onlara yardım edilmez.

"Biz de üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik” soğuk ve şiddetli soğukluğundan helâk eden bir rüzgâr sarsar, sır'dan gelir ki, o da insanın derisini büzen soğuk demektir.

Ya da şiddetli esen demektir ki, o da sarir'den gelir "uğursuz günlerde” nahisat, nehise'nin zıddıdır, bu da nahise nahsen'den gelir ki, saide sa'den'in zıddıdır. Hicazlı iki kurra ile Basralı iki kurra hafif olması veya sıfat olduğu için sükûn ile 'l vezninde okumuşlardır ya da mastarla sıfat olarak (nahs) okumuşlardır. Şöyle denilmiştir: O günler Şevval ayının son haftası idi, Çarşamba'dan Çarşamba'ya kadar sürdü. Ne zaman bir kavim azâp görmüşse mutlaka Çarşamba günü görmüştür,

"onlara dünya hayatında rezülik azabını tattıralım diye” azabın zillet manasına olan hizye izafesi sıfatın mevsûfa izafesindendir, çünkü Allahü teâlâ:

"Elbette âhiret azâbı daha rezil edicidir” buyurmuştur. O aslında azâp görenin sıfatıdır, azabın sıfatı olması mecâzî olarak mübalağa içindir.

"Onlara yardım edilmez” azâbı onlardan defetmekle.

17

 Semûd'a gelince: Onlara doğru yolu gösterdik; onlarsa körlüğü hidâyete tercih ettiler. Onları kazandıkları şey yüzünden hakaret azabının yıldırımı yakaladı.

"Semûd'a gelince: Onlara doğru yolu gösterdik” deliller getirmek ve resûller göndermekle onlara hakkı bildirdik.

Nasb ile semûde de okunmuştur ki, o zaman arkasındaki fiille mensûb olur. Her iki hâlde tenvinle de (semûden) okunmuştur, se'nin zammı ile (sümûden) de okunmuştur.

"Onlarsa kötülüğü hidâyete tercih ettiler” sapıklığı doğru yoldan üstün tuttular.

"Onları hakaret azabının yıldırımı yakaladı” gökten bir yıldırım indi, onları helâk etti.” Hûn”un azaba izafesi ve azabın hun ile sıfatlanması mübalağa içindir.

"kazandıkları şey yüzünden” sapıklığı tercih etmeleri ile.

18

İman edenleri ise kurtardık. Onlar (Allah'tan) korkuyorlardı (sakınıyorlardı).

"Îman edip sakınanları kurtardık” o yıldırımdan sakınanları.

19

 Hatırla o günü ki, Allah'ın düşmanları ateşe/cehenneme sürülürler. Onlar sevk edilirler.

 (Hatırla o günü ki, Allah'ın düşmanları ateşe sürülür) malum kalıbı ile yahşürü de okunmuştur ki, süren azîz ve celil olan Allah olur. Nâfi' meftuh nûn ve Mazmûm şin ile ve a'dae'nin de nasbi ile (nahşürü a'daallahi) okumuştur.

"Onlar sevk edilir” arkadakiler yetişsin diye baş taraftakiler durdurulur. Bu da cehennem halkının çok olduğunu gösterir.

20

Nihayet ona geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları şeylere karşı aleyhlerine şahitlik eder.

 (Nihayet ona geldikleri zaman) orada hazır oldukları zaman, edâtı şahitliğin hazır olma ile sıkı ilişkisini belirtmek için zâit kılınmıştır.

"Kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları şeylere karşı aleyhlerine şahitlik ederler” Allahü teâlâ'nın onları konuşturmasıyla ya da üzerlerinde öyle işaretler belirir ki, yaptıklarını gösterir ve beden dili ile konuşur.

21

Derilerine:

"Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?” dediler. Onlar da:

"Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdudediler. Sizi ilk defa yaratan odur ve yalnız ona döndürülürsünüz.

"Derilerine:

"Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?” derler” bu da azarlama ya da şaşma sorusudur. Belki de bundan şaşma kast edilmiştir (azarlama değil). "Onlar da: Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu, dediler” biz kendi isteğimizle konuşmadık; bilâkis bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu ya da bizim konuşmamız her şeyi konuşturan Allah'ın kudreti karşısında şaşılacak bir şey değildir. Eğer cevap ve konuşma hâl (beden) dili ile te'vil edilirse, Âyetteki şey lâfzı mümkün olan varlıkları içine alacak şekilde genellik kazanır.

"Sizi ilk defa yaratan odur ve yalnız ona döndürülürsünüz” bunun derilerin konuşmasında olma ihtimali de vardır yeni söz başı olma ihtimali de vardır.

22

Ne kulaklarınızın ne gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden saklanmıyordunuz. Ancak Allah'ın, yaptıklarınızdan çoğunu bilmeyeceğini sanmıştınız.

"Ne kulaklarınızın ne gözlerinin ne de derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden saklanmıyordunuz” yani çirkin bir şey yaptığınız zaman rezil olma korkusu ile halktan gizleniyordunuz, organlarınızın aleyhinize şahitlik edeceğini zannetmediğiniz için onlardan saklanmıyordunuz. Bunda şuna dikkat çekilmektedir ki, mü'min her hâl u kârda kendini bir denetleyen olduğunu düşünmelidir.

"Ancak Allah'ın, yaptıklarınızdan çoğunu bilmeyeceğini sanmıştınız". İşte sizi yaptıklarınıza cesaretlendiren şey bu idi.

23

İşte Rabbinize olan bu zannınızdır ki, sizi helâk etti; siz de ziyan edenlerden oldunuz.

 (İşte bu) bu zanlarma işarettir, bu da mübteda’dır, (Rabbinize olan zannınızdır ki, sizi helâk etti) kavli de onun iki haberidir, zannüküm'ün bedel ve erdaküm'ün de haber olması da câizdir.

"Siz de ziyan edenlerden oldunuz” çünkü dünyada mutluluğu aramak için verilen şeyler iki durakta da bedbahtlıklarına sebep olmuştur.

24

Eğer sabrederlerse, ateş onların durağıdır. Eğer rıza talep ederlerse, onlar hoş görülmezler.

"Eğer sabrederlerse, ateş onların durağıdır” ondan halas olma imkânları yoktur. (Eğer rıza talep ederlerse) itap isterlerse ki, o da sevdikleri şeye dönmedir "onlar hoş görülmezler” onlara cevap verilmez. Bunun bir benzeri de Allahü teâlâ’nın onlardan hikâye ettiği "sızlansak da yahut sabretsek de bizim için kaçış yoktur” (İbrâhîm: 21) kavlidir. Ve in yüstatebu femahüm minel mutibiyn de okunmuştur ki, eğer Rablerini râzı etmek isterlerse bunu yapamazlar, çünkü bu gücü kaybetmişlerdir, demektir.

25

Onlara arkadaşlar musallat ettik; onlar da kendilerine ön lerindekini ve arkalarındakini süslediler ve kendilerinden önce geçen cin ve insan ümmetlerinin içinde onlara da söz (azâp) hak oldu. Çünkü onlar ziyan edenler idiler.

 (Onlara takdir ettik) kâfirlere "arkadaşlar” şeytanlardan dostlar ki, yumurta kabuğunun yumurtayı sarması gibi onları sararlar.

Şöyle de denilmiştir: Burada geçen kayd lâfzının aslı bedel manasınadır, mukayada (trampa) alışverişi de karşılık verildiği için bundan gelir.

"Onlar da kendilerine önlerindekini süslediler” dünya işlerini ve şehvetlere uymayı "ve arkalarındakini” âhiret işini ve onu inkâr etmeyi "onlara söz hak oldu” azâp sözü (ümmetlerin içinde) şu şiirde de bu manaya kullanılmıştır:

Eğer sen güzel şey yapmaktan döndürülmüş isen,

Başkalarında da bundan döndürülenler vardır.

Fi ümemin, aleyhim'deki mecru zamirden hâl’dir.

"Onlardan önce cin ve insanlardan ümmetler geçmiştir” onlar da bunların ameli gibi yaptılar.

"Çünkü onlar ziyan edenler idiler” bu da azâbı hak etmelerinin illetidir. Zamir de onlara ve ümmetlere gitmektedir.

26

Kâfirler: Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, onda gürültü edin ki, gâlip gelesiniz, dediler.

"Kâfirler: Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, onda gürültü edin, dediler” onu hurafelerle karşılayın ya da seslerinizi yükseltin ki, okuyanın kafası karışsın. Gayn’ın zammı ile (velğu) da okunmuştur ki, manası birdir, leğayelğiy ve leğa yelğu da denir ki, hezeyan edip saçmalamaktır.

"ki gâlip gelesiniz” okumasını bastırasınız.

27

Biz de kâfirlere elbette şiddetli bir azâp tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsü ile elbette cezalandıracağız.

"Biz de kâfirlere elbette şiddetli bir azâp tattıracağız” bunlardan maksat bu sözü söyleyenlerdir yahut bütün kâfirlerdir.

"Ve onları yaptıklarının en kötüsü ile cezalandıracağız” amellerinin en kötüsü ile demektir bunun benzerleri yukarıda geçmiştir,

28

İşte bu, Allah'ın düşmanlarının cezası ateştir. Onlar için orada âyetlerimizi inkâr etmelerine ceza olarak ölümsüzlük yurdu vardır.

 (İşte bu) en kötü amele işarettir (Allah düşmanlarının cezasıdır) bu da Zâlike'nin haberidir, (ateştir) bu da cezayı beyan için atıftır (atıf beyandır) ya da Zâlike mahzûf mübtedanın haberidir (elmerü Zâlike (durum bundan ibarettir) demektir.

"Onlar için orada” ateşte "ölümsüzlük yurdu vardır” çünkü orası ikamet yurtlarıdır. Bu da: Bu evin içinde bir sevinç evi vardır, sözü gibidir ki, aynı evdir, maksat sıfatıdır.

"Âyetlerimizi ikrar etmelerine ceza olarak” hakkı inkârlarına yahut gürültü etmelerine ceza olarak. İnkârı zikretmesi gürültü etmelerine sebep olmasındadır.

29

Kâfirler: Rabbimiz, bizi saptıran cin ve insanları bize göster de en aşağılardan olmaları için onları ayaklarımızın altına alalım, dediler.

"Kâfirler: Rabbimiz, bizi saptıran cin ve insanları bize göster, dediler” kendilerini isyan ve sapıklığa götüren iki tür şeytanı kast ediyorlar. Bu ikisinin İblis ile Kabil olduğu söylenmiştir. Çünkü onlar inkârı ve adam öldürmeyi ilk başlatanlardır. İbn Kesîr, İbn Âmir, Ya'kûb, Ebû Bekir ve Susî sükûn ile "erna” okumuşlardır ki, fahiz yerine fahz deme gibidir. Durî de ra'nın kesresini belli belirsiz okumuştur.

"Ayaklarımızın altına alalım” onlardan intikâm almak için onları çiğneyelim. Onları en aşağı tabakaya koyalım da denilmiştir.

"Tâ ki, aşağılardan olsunlar” mekân itibarı ile yahut zillet bakımından.

30

Gerçekten: Rabbimiz Allah'tır, deyip de sonra doğru olanların üzerine melekler iner,

"korkmayın, üzülmeyin, size vaat olunan cennetle sevinin, derler.

"Rabbimiz Allah'tır, deyip de” Rabliğini itiraf ve birliğini ikrar ederek (sonra da doğru olanların) doğru amel edenlerin, demektir. Sümme edâtı istikametin rütbe itibarı ile ikrardan sonra gelmesindendir, çünkü îman istikametin başlangıç noktasıdır ya da zordur, pek az olarak ikrardan sonra bulunur. Hulefa-i Raşidin'den istikametin manası hakkında: Îmanda sebat, amelde ihlâs ve farzları eda etmektir diye rivâyet edilen şey, bunların onun parçaları olması bakımındandır.

"Üzerlerine melekler iner” karşılarına çıkan zorluklarda, kalplerini açacak ve onlardan korku ve kederi def edecek şeylerle inerler ya da ölüm ânında veyahut kabirden çıkarlarken. (Korkmayın) karşılaşacağınız şeylerden ve "üzülmeyin” geride bıraktıklarınızdan; en edâtı (enla) mastariyedir yahut enne'den tahfif edilmiştir ki, be harf-i ceri mukadderdir (bienla tehafu) ya da müfessiredir.

"Size vaat olunan cennetle sevinin” dünyada peygamberlerin dilleriyle vaat olunan.

31

Biz sizin dünya hayatında da âhirette de dostlarınızız. Sizin için orada canınızın çektiği her şey ve sizin için orada istediğiniz her şey vardır.

"Biz sizin dünya hayatında da dostlarınızız” size hakkı ilham ederiz ve sizi hayra iteriz; tam şeytanların kâfirlere yaptığının tersi olarak,

"âhirette de” şefaat ve ikramla ki, tam kâfirlerle dostlarının düşman kesildikleri yerde.

"Sizin için orada vardır” âhirette "canınızın çektiği her şey” bütün zevklerden "ve sizin için orada istediğiniz her şey vardır” temenni ettiğiniz her şey demektir. (Teddeun) dua'dan gelir ki, istemek manasınadır, bu (istemek) birinciden (canlarının çektiğinden) daha geneldir.

32

Çok bağışlayıcı, çok merhametli (Allah'tan) bir ziyafet olarak.

 (Çok bağışlayıcı, çok merhametli Allah'tan bir ziyafet olarak) bu da teddeun'dan hâl’dir, şuna dikkat çekmektedir ki, temenni ettikleri şey kendilerine verilenin yanında akıllara gelmeyecek kadar basittir, misafire ilk yapılan ikram gibidir.

33

Allah'a çağıran, iyi şey yapan ve: Şüphesiz ben Müslüman- ardanım, diyenden sözü daha güzel kimdir?

"Allah'a çağırandan sözü daha güzel kimdir?” onun ibâdetine çağırandan "iyi şey yapan” kendisi ile Rabbi arasında "ve: Şüphesiz ben Müslumanlardanım, diyenden sözü daha güzel olan kimdir?” bununla iftihar ederek ve İslâm'ı Dîn ve mezhep edinerek diyenden. Bu da Hâza kavlu fülanin deyiminden gelir ki, onun görüşü ve mezhebi budur demektir. Âyet bu sıfatları kendine toplayan herkes için geneldir. Bunun Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hakkında ve müezzinler hakkında indiği de söylenmiştir.

34

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzeli ile sav; o zaman seninle kendisi arasında düşmanlık olan, sanki sıcak bir dost olur.

"İyilikle kötülük bir olmaz” ceza ve güzel sonuç bakımından, ikinci nefyi te'kit etmek için ziyade kılınmıştır.

"Sen kötülüğü en güzeli ile sav” karşına çıkan kötülüğü, en güzel şeyle def et ki, o da iyiliktir, en güzelinden maksat da mutlak fazla olandır ya da iyiliklerden kötülüğü def etmesi mümkün olan şeyler demektir. Burada fe terk edilerek (idfa') yeni söz başı yapılması:

"Nasıl yapayım?” sorusuna cevap olarak mübalağa içindir. Bunun (mübalağa) içindir ki, ahsen hasenet yerine konulmuştur.

"O zaman seninle kendisi arasında düşmanlık olan, sanki sıcak bir dost olur” yani bunu yaptığın zaman sana muhalefet eden düşmanın müşfik bir yakının gibi olur.

35

Bunlar ancak sabredenlere verilir. Bunlar ancak büyük bir nasibe sahip olana verilir.

"Bu verilmez” bu haslet verilmez - ki, o da kötülüğe iyilikle karşılık vermektir - "ancak sabredenlere verilir” çünkü bu hareket nefsi intikâmdan alıkor "ve bu ancak büyük bir nasibi olana verilir” hayırdan ve nefsin kemalinden nasibi olana. Nasibin cennet olduğu da söylenmiştir.

36

Eğer seni şeytandan kesin bir fit dürterse, Allah'a sığın. Çünkü o, hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir.

"Eğer seni şeytandan kesin bir fit dürterse” nahs iğne sokma gibi bir şey dürtmektir, şeytanın vesvesesi buna benzetilmiştir; çünkü insanı yaraşmayan şeye sürükler, Meselâ en kötü şekilde karşılık vermek gibi. Nezğ mastarının naziğ şeklinde ismifail manasına kullanılması fiile fiil isnadındandır (yenzeğanneke fiili nezğun'e isnat edilmiştir) ya da naziğ manasınadır ki, o zaman şeytan mastarla sıfatlanmış olur (her ikisi de mübalağa ifade eder). "Allah'a sığın” onun şerrinden, ona itâat etme.

"Şüphesiz o (Allah) hakkıyla işitendir” senin sığınmanı "kemaliyle bilendir” niyetini yahut iyiliğini.

37

Onun delillerinden biri de gece ile gündüz ve güneşle aydır. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah'a secde edin, eğer ona ibâdet ediyorsanız.

"Onun delillerinden biri de gece ile gündüz ve güneşle aydır. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin” çünkü onlar sizin gibi mahlûk ve memurdurlar.

"Onları yaratan Allah'a secde edin” halakahunne'deki zamir zikredilen dörde râcidir. Maksat bu ikisine secde etmemektir, bu da şunu akla getirmektedir ki, bu ikisi bilmeyen ve irâdesi olmayan şeyler kabilindendir.

"Eğer ona ibâdet ediyorsanız” çünkü secde ibâdetlerin en özellerindendir.

"Tabudun” lâfzı bize göre secde edilecek yerdir, çünkü emre yakındır. Ebû Hanîfe'ye göre öteki Âyetin sonudur, çünkü mana orada tamamlanmaktadır.

38

Eğer büyüklenirlerse, Rabbinin yanındakiler onu gece gündüz tesbih ederler ve onlar usanmazlar da.

"Eğer büyüklenirlerse” emre itaatten "Rabbinin yanındakiler” melekler "onu gece gündüz tesbih ederler” yani daima tesbih ederler demektir, çünkü "usanmazlar” buyurmuştur yani bıkmazlar.

39

Onun delillerinden olarak görürsün ki, yer boyun bükmüştür. Onun üzerine suyu indirdiğiniz zaman harekete geçer, kabarır. Şüphesiz onu dirilten elbette ölüleri de diriltir. Çünkü o, her şeye kâdirdir.

"Onun âyetlerinden olarak görürsün ki, yer boyun bükmüştür” kurumuş, hareketsiz kalmıştır. Haşiaten huşudan istiare edilmiştir ki, o da tevâzu göstermektir.

"Onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır” süslenir ve bitki ile şişer. Rebeet de okunmuştur ki, artmak manasınadır.

"Şüphesiz onu dirilten” ölümünden sonra "elbette ölüleri de diriltir. Çünkü o, her şeye kâdirdir” öldürmeye de diriltmeye de.

40

Şüphesiz âyetlerimizde sapanlar bize gizli kalmazlar. Ateşe atılan mı daha hayırlıdır yoksa kıyâmet gününde güvenle gelen mi? İstediğinizi yapın. Çünkü o, yaptıklarınızı görendir.

"Şüphesiz sapanlar” istikametten cayanlar "âyetlerimizde” ona dil uzatmak, onu tahrif etmek, bâtıl te'vil etmek ve onu gürültüye boğmakla "bize gizli kalmazlar” onları sapmalarından dolayı cezalandıracağız.

"Ateşe atılan mı daha hayırlıdır yoksa kıyâmet gününde güvenle gelen mi?” ateşe atılmaya karşılık olarak güvenle gelmeyi vermesi, mü'minlerin övgü değer hâllerini mübalağa etmek içindir.

"İstediğinizi yapın” bu da ağır tehdittir "çünkü o, yaptıklarınızı görendir” bu da ceza vaadidir.

41

Şüphesiz kendilerine gelen zikri inkâr edenleri (cezalandıracağız). Gerçekten o, elbette güçlü bir kitaptır.

 (Şüphesiz kendilerine gelen zikri inkâr edenleri) bu da (şüphesiz âyetlerimizde sapanlar) kavlinden bedeldir yahut yeni söz başıdır,

"inne"in haberi de mahzûftur Meselâ muanidune yahut hâlikune şeklindedir ya ülâike yünadevne'dir. Zikir de Kur'ân'dır.

"Gerçekten o, elbette güçlü bir kitaptır” faydası çoktur, eşi bulunmaz ya da yaklaşılmaz; iptali ve tahrifi mümkün değildir.

42

Bâtıl ona ne önünden ne de arkasından gelemez. Hikmet sâhibi, övgüye lâyık (Allah) tan indirilmiştir.

"Bâtıl ona ne önünden ne de arkasından gelemez” bâtıl ona hiçbir cihetten gelemez ya da içindeki geçmiş şeylerden ve gelecek olaylardan ona yaklaşamaz.

"Hikmet sâhibi, övgüye lâyık Allah'tan indirilmiştir” bütün mahlûkat, üzerinde görülen nimetten dolayı ona hamd eder (onu över).

43

Sana da ancak gerçekten önceki peygamberlere denen şey deniliyor. Şüphesiz Rabbin elbette bağışlama sâhibidir ve acıklı azâp sâhibidir.

"Sana da ancak gerçekten senden önce peygamberlere denilen şey deniyor” kavimlerinden kâfirlerin onlara dediği gibi deniyor. Mananın şöyle olması da câizdir: Allah sana ancak onlara dediği gibi diyor:

"Şüphesiz Rabbin elbette bağışlama sâhibidir” peygamberlerini "ve acıklı azâp sâhibidir” düşmanlarına. Bunun, ikinci ihtimale göre şöyle denilme ihtimali vardır: Sana ve onlara vahyedilenin özeti mü'minlere bağışlanma, kâfirlere de azâp vaadidir.

44

Eğer biz onu yabancı (dilde) bir Kur'ân kılsaydık, mutlaka:

"Âyetleri açıklanmalı değil miydi? Yabancı mıdır, Arapça mıdır?” derlerdi. De ki:

"O, îman edenler için hidâyet ve şifadır". Îman etmeyenlerin ise kulaklarında ağırlık vardır. O, onlara karşı körlüktür (onu anlamazlar). İşte onlara uzak bir yerden seslenilir.

 (Eğer biz onu yabancı (dilde) bir Kur'ân kılsaydık) bu, onların:

"Bu Kur'ân yabancı dilde indirilmeli değil miydi?” sözlerine cevaptır.

"Mutlaka:

"Âyetleri açıklanmalı değil miydi?” derlerdi". Bildiğimiz dilde açıklanmalı değil miydi? (Yabancı mıdır, Arapça mıdır?) söz yabancı, muhatap Arap mı? (Olacak iş mi?) Bu da Kur'ân'ın Arapça ile tahsis edilmesini inkârdır. A'cemiy, sözü anlaşılmayan kimsedir. Bu, Ebû Bekir, Hamze ve Kisâî'nin okuyuşudur. Kalun ile Ebû Amr med ve teshil ile; Verş med ve ikinci hemzeyi elife değiştirme ile; İbn Kesîr, İbn Zekvân ve Hafs da medsiz ve ikinciyi teshil ile okumuşlardır. Eacemiyyün de okunmuştur ki, aceme mensup demektir. Hişâm da haber tarzında a'cemiyyün okumuştur (hemze kelimedendir, istifham hemzesi de atılmıştır). Buna göre (istifhamdan sonra a'cemiyyün okunuşuna göre) maksadın şöyle olması câizdir: Âyetleri açıklanmalı değil miydi; yabancıların anlaması için bir kısmı yabancı, Arapların anlaması için de bir kısmı Arapça olmalı değil miydi? Maksat (onu yabancı kılsaydık sözünden maksat) tekliflerini iptal etmektir, çünkü onda mahzur vardır ya da âyetler nasıl gelirse gelsin inattan dönmeyeceklerini göstermektir.

"De ki: O îman edenler için hidâyettir” hakka götürür "ve şifadır” kalplerindeki şüphe ve tereddüt için.

"Vellezine lâ yü'minune” bu da mübteda’dır, haberi de "fî azanihim vakrun” cümlesidir ki, takdiri hüve azanihim demektir. Çünkü Allahü teâlâ "o, onlara körlüktür” buyurmuştur. Çünkü onu işitmemek için sağır gibi, âyetlerini görmemek için de kör gibi davranmışlardır. Kim değişik iki âmile atfı câiz görürse bunu (vellezine amenu'yu) "lillezine amenu"ya atfeder. (İşte onlara uzak bir yerden seslenilir) bu, onların hakkı kabul etmemelerinin ve onu dinlememelerinin uzak mesafeden seslenilen kimse ile temsilidir (o kimse nasıl bir şey anlamazsa bunlar da davete öyle icabet etmezler).

45

Yemin olsun, gerçekten Mûsa'ya o kitabı verdik de onda ihtilâf edildi. Eğer Rabbinden geçen bir söz olmasa idi, elbette aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten onlar ondan elbette kuşku verici bir şüphe içindeler.

"Yemin olsun, gerçekten Mûsa'ya o kitabı verdik de onda ihtilâf edildi” kimi tasdik etti, kimi de yalanladı, tıpkı Kur'ân'da ihtilâf edildiği gibi.

"Eğer Rabbinden geçen bir söz olmasa idi” ki, o da kıyâmette vaattir ve o zaman davaları halletmektir "elbette aralarında hüküm verilirdi” inanmayanların kökleri kazılırdı.

"Gerçekten onlar” Yahûdîler yahut îman etmeyenler "ondan elbette bir şüphe içindedir” Tevrat'tan yahut Kur'ân'dan "kuşku verici bir şüphe” ızdaraba sürükleyen bir tereddüt.

46

Kim iyi bir şey yaparsa, kendi lehinedir. Kim de kötülük ederse, kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir.

"Kim iyi bir şey yaparsa, kendi lehinedir” yararı kendinedir "kim de kötülük ederse, kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir” yapmayacağı şeyi onlara yapmaz.

47

Kıyametin ilmi yalnız ona döndürülür. Kapçıklarından çıkan meyveler ve bir dişinin gebe kalması hep onun ilmi iledir.

"Ortaklarım nerede?” diye seslendiği günde, onlar da:

"Sana bildirdik, içimizden hiçbir şâhit yokdediler.

"Kıyametin ilmi yalnız ona döndürülür” yani ondan sorulduğu zaman onu ancak o bilir.

"Kapçıklarından çıkan meyveler” burada geçen ekmam kimm'in çoğuludur. Nâfi', İbn Âmir ve Hafs cemi kalıbı ile semeratin okumuşlardır, çünkü çeşitleri farklıdır. Zamirin cem'i ile ekmamihinne de okunmuştur. Birinci nâfiyedir, istiğrak (hepsi belirtmek) için zâit kılınmıştır. Essaate lâfzına atfen mevsûle olması da muhtemeldir, birinci min de beyaniyedir, ama (ve bir dişinin gebe kalması) kavlindeki öyle değildir (nâfiyedir). (Hep onun ilmi iledir) onun taallukuna göre gerçekleşir.

"Ortaklarım nerede diye seslendiği günde” yani sizin iddianıza göre "onlar da: Sana bildirdik, içimizden hiçbir şâhit yoktur, dediler” ortaklığa şahitlik edecek biri. Çünkü onlardan ilişiğimizi kestik; zira durumu gözlerimizle gördük. O zaman bu soru sırf azarlama için olur ya da onları gören biri yoktur, çünkü bizden kayboldular, demektir. Bunun ortakların (putların) sözü olduğu da söylenmiştir yani bizden onların haklı olduğuna dâir şahitlik edecek biri yoktur demektir.

48

Daha önceden taptıkları şeyler onlardan kayboldu. Kaçış yeri olmadığını iyice anladılar.

"Daha önceden taptıkları şeyler onlardan kayboldu” onlara fayda vermez yahut onu göremezler.

"Kaçış yeri olmadığını iyice anladılar” buradaki zan fiili nefiy edatından dolayı amel edememiştir ve kesin bilgi manasınadır.

49

İnsan hayır istemekten usanmaz. Eğer ona şer dokunursa, hemen ümidini keser, bunu açığa vurur.

"İnsan hayır istemekten usanmaz” bol nimetten "duam bilhayri” de okunmuştur.

"Eğer ona şer dokunursa” darlık içine düşerse "hemen ümidini keser” Allah'ın lütuf ve rahmetinden. Bu da kâfirin sıfatıdır, çünkü "şu bir gerçektir ki, Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler topluluğu ümit keser” (Yûsuf: 87) buyurmuştur. Burada ümitsizlikte mübalağa edilmiştir: Kullanılan kalıp ona göredir, tekrar vardır, kanut lâfzı da ümitsizliğin eserini göstermeyi ifade eder.

50

Yemin olsun, eğer ona, kendisine dokunan sıkıntıdan sonra bizden bir rahmet tattırırsak, elbette:

"Bu benimdir. Kıyametin kopacağını da sanmam. Yemin olsun, eğer Rabbime döndürülürsem, gerçekten onun yanında benim için elbette en güzeli varder. Elbette biz kâfirlere yaptıklarım haber vereceğiz. Ve onlara ağır bir azaptan elbette tattıracağız.

"Yemin olsun eğer ona, kendisine dokunan sıkıntıdan sonra bizden bir rahmet tattırırsak” sıkıntısını def edip aydınlığa çıkararak "elbette: Bu benimdir, der” benim hakkımdır, onu bendeki fazilet ve amelden hak ettim der ya da benimdir, bir daha elimden çıkmaz, der.

"Kıyametin kopacağını da sanmam. Yemin olsun, eğer Rabbime döndürülürsem, gerçekten onun yanında benim için elbette en güzeli var, der” yani diyelim ki, kıyâmet koptu, Allah katında da güzel ikram görürüm. Çünkü o, eline geçen nimeti hak ettiğine ve bir daha da elinden çıkmayacağına inanmaktadır.

"Elbette biz kâfirlere yaptıklarını haber vereceğiz” gerçek amellerini ve inandıkları şeyin tersini göstereceğiz.

"Ve onlara ağır bir azaptan elbette tattıracağız” sıyrılmaları mümkün olmayan azaptan.

51

İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizer. Ona kötülük dokunduğu zaman pek geniş duanın sâhibidir (uzun uzadıya dua eder).

"İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir” şükür etmekten "ve yan çizer” ondan sapar ya da başını alır gider, kibrinden dolayı ondan külliyen (tamamen) uzaklaşır. Burada geçen canib mecaz olarak nefis (zât) manasınadır Meselâ "fî cenbillahi” (Zümer; 56) kavlinde olduğu gibi.

"Ona kötülük dokunduğu zaman geniş duanın sâhibidir” çok duanın demektir. Bu da çokluk ve devamlılığını göstermek için geniş eni olan şeyden istiare edilmiştir. Bu, tavil (uzun) lâfzından daha mübalağalıdır, çünkü uzunluk iki kenardan uzun olanını ifade eder. Hâlbuki eni böyle olursa, artık uzunluğu için ne düşünürsün!

52

De ki: Gördünüz mü, eğer o (Kur'ân), Allah katından ise sonra siz de onu inkâr ettiniz ise, uzak bir muhalefet içinde olandan daha sapık kimdir?

"De kî: Bana haber verin, eğer o (Kur'ân) Allah katından ise sonra siz de onu inkâr ettiniz ise” bakmadan ve delili irdelemeden "uzak bir muhalefet içinde olandan daha sapık kimdir?” sizden daha sapık kimdir? Men mevsûlünün zamir yerine konulması hâllerini şerh etmek ve daha çok sapıklıklarına gerekçe göstermek içindir.

53

Onlara âyetlerimizi ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz ki, onlar için onun gerçekten hak olduğu meydana çıksın. Rabbinin, şüphesiz onun her şeye şâhit olması yetmez mi?

"Onlara âyetlerimizi ufuklarda göstereceğiz” yani Peygamber aleyhis-salâtü ves-selâm’ın haber verdiği şeyleri, geçmiş zamanlarda inen belaların izlerini, Allah'ın ona ve hâlifelerine müyesser kıldığı fetihleri, harikulade bir şekilde doğu ve batı illerini hakimiyetleri altına almalarını kast ediyor.

"Ve nefislerinde” Mekke'de görülen ve tepelerime inen şeyleri yahut insan vücudunda Allah'ın kemal-i kudretini gösteren acayip mekanizmaları demektir.

"Tâ ki, hak olduğu onlar için meydana çıksın” ennehu zamiri Kur'ân'a yahut Resûl'e yahut tevhide veyahut Allah'a râcidir. (Rabbin yetmez mi?) evelem yekfi rabbüke demektir, be zâittir, te'kit içindir sanki onun yeterliği meydana gelmedi mi denilmiş gibidir? Be edâtı neredeyse kefa fiili dışında zâit kılınmaz. (Onun her şeye kâdir olduğu?) bu da ondan (evelem yekfi'den) bedeldir

Mana da şöyledir: Allahü teâlâ’nın her şeye şâhit olduğu, onu gerçekleştirdiği sana yetmedi mi? Bunun gibi senin durumunu da vaat edilen âyetleri açığa çıkarmakla gerçekleştirecektir.

Ya da senin hâlinden de onların hâlinden de haberdardır yahut Allahü teâlâ’nın hiçbir şey gözünden kaçmayacak şekilde her şeyden haberdar olması insanı günahlardan çevirici olarak yetmez mi?

54

Bilin ki, onlar Rablerine kavuşmaktan bir şüphe içindeler. Bilin ki, şüphesiz o, her şeyi kuşatandır.

"Bilin ki, onlar şüphe içindeler” ( miryetin) zam ile mürverin de okunmuştur ki, bu da lügattir Meselâ hifyetin ve hufyetin gibi "Rablerine kavuşmaktan” yeniden dirilmek ve ceza görmekle.

"Bilin ki, şüphesiz o, her şeyi kuşatandır” her şeyi ayrıntılarıyla bilir, onlara karşı muktedirdir, onlardan hiçbiri elinden kurtulamaz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Kim Secde sûresini okursa, Allah ona her harf için on sevap verir.

0 ﴿