42 / ŞÛRA SÛRESİMekke'de inmiştir. 53 âyettir. 1Ha. Mîm. Âyetin tefsiri için bak:2 2Ayn. Sin. Kaf. "Ha. Mîm. Ayn. Sin. Kaf” belki de bunlar sûrenin iki ismidir, araları açık bırakılmış ve iki âyet sayılmıştır. Eğer bir isim ise aralarının açık olması diğer Hamim'lere uyması içindir (çünkü onların arası açıktır) Ha. Mîm. Sin. Kaf olarak da okunmuştur. 3işte mutlak gâlib, hikmet sâhibi Allah sana ve senden öncekilere böyle vahyeder. "İşte mutlak gâlib, hikmet sâhibi Allah sana ve senden öncekilere böyle vahyeder". Yani bu sûredeki manalar gibi yahut bunları vahyettiği gibi Allah sana ve senden önceki peygamberlere böyle vahyeder. Geçmiş hâli hikâye etmek üzere muzâri siygası ile gelmesi, vahyin sürekliliğini göstermek ve o gibi şeyi vahyetmek âdeti olduğunu bildirmek içindir. İbn Kesîr ha'nın fethi ile yuha okumuştur ki, o zaman Kezâlike mübteda, yuha da haberi olur ve zamirine isnat edilir ya da Kezâlike mef'ûlu mutlaktır, yuha da ileyke'ye müsnettir, allahu da yuha'nın gösterdiği fiille merfû’dur. Elazizü ile elhakimü sıfatıdır, vahyedilen şeyin şânını yüceltmek içindir, nitekim yukarıdaki sûrede de geçmiştir ya da Allahü lâfzı mübteda olarak merfû’dur, nitekim nûn ile nuhi okunuşunda da öyledir, elazizü ile arkasındaki de haberdir ya da elazizü ile elhakimü sıfattır. 4Göklerde ve yerde olanlar onundur. O, çok yüce, çok uludur. (Göklerde ve yerde olanlar onundur, o, çok yüce, çok uludur) kavli de onun iki haberidir. Öteki vecihlere (itibarlara) göre de onun izzet ve hikmetini tespit etmek için yeni söz başıdır. 5Neredeyse üstlerindeki gök çatlayacak. Melekler Rablerine hamd ile tesbih eder ve yerdekilere bağış dilerler. Bilin ki, şüphesiz Allah, o, çok bağışlayan, çok merhametlidir. (Neredeyse gök) Nâfi' ile Kisâî ye ile (yekâdü) okumuşlardır, (çatlayacaktır) Allah'ın azametinden. Evlât edinme iddiasından da denilmiştir. Basralı iki kurra ile Ebû Bekir nûn ile yenfatırne okumuşlardır ki, birinci okuyuş daha mübalağalıdır. Çünkü o, fattara'nın mutâvaatıdır, bu ise fatara'nın mutâvaatıdır. Müennesliği te'kit etmek için te ile tetefattarne de okunmuştur ki, bu nadirdir. (Üstlerindeki) yani çatlama üst taraflarından başlayacaktır, demektir. Birinciye (Allah'ın azametine) göre üstün tahsis edilmesi, en büyük âyetlerden olmasından ve şânının yüceliğini o taraftan göstermesindendir. İkinciye (evlât nispet etmeye) göre ise alttan çatlamanın öncelikle olacağını göstermek içindir. Zamirin arz'a gittiği de söylenmiştir (min fevkıl ardı) çünkü ondan cins murat edilmiştir (yerin üzerindeki gök demek olur). "Melekler Rablerini hamd ile tesbih eder ve yerdekilere bağış dilerler” bağışlanmalarını mûcip şefaate, ilhama, taâta yaklaştıran sebepleri hazırlamaya çalışmaları gibi. Bu da bu hâli ile mü'mini de kâfiri de içine alır, hatta istiğfar beklenen arızayı gidermeye koşma ile tefsir edilirse, hayvanları, üstelik cansızları da içine alır. Mü'minlere tahsis edilince ondan maksat şefaat olur. "Bilin ki, şüphesiz Allah o, çok bağışlayandır, çok merhametlidir” çünkü nerede bir mahlûk varsa onun rahmetinden nasibtardır. Âyet birinciye (Allah'ın azametine) göre azametini daha çok tespit olur, ikinciye (evlât edinmeye nispete) göre ise ona önerilen şeyden mukaddes olduğuna delâlet eder. Ve şunu da gösterir ki, o iğrenç kelimeye karşı onlara acele azâp etmemesi meleklerin istiğfarı ve Allah’ın sonsuz bağış ve rahmeti sayesindedir. 6Ondan başka dostlar edindikleri şeylere gelince: Allah onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde vekil değilsin. "Ondan başka dostlar edindikleri şeylere gelince” ortaklar ve eşler edindikleri şeylere "Allah onların üzerinde gözetleyicidir” hâllerini ve amellerini denetler, ona göre karşılığını verir. "Sen değilsin” ya Muhammed "onların üzerinde vekil değilsin” onlarla görevli değilsin yahut işleri sana havale edilmiş değildir. 7İşte böyle, sana Arapça bir Kur'ân vahyettik ki, kentlerin anasını ve çevresindekileri uyarasın ve onda şüphe olmayan toplanma gününden uyarasın. Bir grup cennette ve bir grup alevli ateştedir. (İşte böyle, sana Arapça bir Kur'ân vahyettik) işâret evhayna'nın mastarınadır ya da geçen Âyetin manasınadır. Çünkü o, Kur'ân'da birçok yerde tekrar edilmiştir. O zaman Kezâlike'nin kâfi mef’ûlün bih, Kur'ânen arabiyyen de ondan hâl olur. "Kentlerin anasını uyarman için” yani kentlerin anasının halkını demektir, o da Mekke'dir, Allah şerefini artırsın "ve çevresindeki” Arapları. "Ve toplanma gününden uyarman için” o da kıyâmet günüdür, mahlukat onda toplanır ya da ruhlar ve bedenler veyahut amel edenler ve ameller toplanır. Birincinin (litünzire) ikinci mef'ûlu ile ikincinin (tünzire yevmel cem) birinci mef’ûlünun hazfi daha çok korkutmak ve genellik ifade etmek içindir. Ye ile liyünzire de okunmuştur ki, uyaran Kur'ân olur. (Onda şüphe olmayan günden) bu da itiraz cümlesidir, iraptan mahalli yoktur. "Bir grup cennette ve bir grup alevli ateştedir” yani mahşerde toplandıktan sonra ikiye ayrılırlar demektir. Takdiri de minhüm ferikun demektir, hüm zamiri iki topluluğa gider, çünkü toplanmak onu gösterir. Minhüm'den hâl olarak ferikan şeklinde mensûb da okunmuştur ki, tünzire yevme cemihim müteferrikıyne demektir, bu da ayrılmak üzere olduklarını ya da sevap ve azâp mahalline ayrıldıklarım gösterir. 8Eğer Allah dileseydi onları tek bir ümmet yapardı. Fakat dilediğini rahmetine girdirir. Zâlimler için ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur. "Eğer Allah dileseydi onları tek bir ümmet yapardı” doğru yolu bulan veyahut sapık olarak "fakat dilediğini rahmetine girdirir” hidâyet etmek ve taâta sevk etmekle. "Zâlimler için ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur” yani onları azapta velisiz ve yardımcısız bırakır, demektir. Belki de nazmın değiştirilmesi (ve yüdhilü men yeşaü fiddalâl diyecekti) tehdidi abartmak içindir. Çünkü söz uyarma hakkındadır. 9Yoksa ondan başka dostlar mı edindiler? Asıl dost Allah'tır. O, diriltir ve öldürür. O, her şeye kâdirdir. "Yoksa ondan başka dostlar mı edindiler?” Meselâ putlar gibi. (Asıl dost Allah'tır) bu da mahzûf şartın cevabıdır Meselâ in eradu (eğer dostlar isterlerse gerçek dost Allah'tır), demektir. "O diriltir ve öldürür. O, her şeye kâdirdir” bu da dostluğunun ispatı gibidir. 10İhtilaf ettiğiniz her şeyin hükmü Allah'adır. İşte Rabbin Allah budur. Yalnız ona tevekkül ettim ve yalnız ona dönerim. "İhtilaf ettiğiniz” siz ve kâfirlerin "her şeyin” dünya ve Dîn işlerinden "hükmü Allah'adır” ona bırakmıştır; yardım etmek veyahut sevap ve ceza vermekle haklı ile haksızı ayırır. Şöyle de denilmiştir: Müteşabih âyetleri te'vilde ihtilâf ettiğiniz şeylerde Allah'ın kitabından muhkem âyetlere dönün. "İşte Rabbim Allah budur. Yalnız ona tevekkül ederim” bütün işlerde "ve yalnız ona dönerim” zor meselelerde ona müracaat ederim. 11Göklerin ve yerin yaratıcısı. Size kendinizden eşler kıldı, hayvanlardan da eşler kıldı. Sizi onda üretiyor. Onun gibisi yoktur. O, hakkıyla işiten, her şeyi görendir. (Göklerin ve yerin yaratıcısıdır) bu da zaliküm'ün başka bir haberidir ya da mübteda’dır, haberi de (size kıldı) kavlidir. İleyhi zamirinden bedel yahut ilallahi'nin sıfatı olarak cer ile (fatıri) de okunmuştur, "kendinizden” cinsinizden (eşler) kadınlar kıldı. "Hayvanlardan da eşler kıldı” yani hayvanlara da kendi cinslerinden kendilerine eşler kıldı ya da sizin için hayvanlardan sınıflar yarattı yahut erkekler ve dişiler yarattı demektir. (Sizi üretiyor) çoğaltıyor, bu da zer'den gelir ki, yaymaktır. Zer ve zerv de bu manayadır. Zamir birinciye göre insanlara ve hayvanlara gider, bunda da akıllı muhataplar çok kabul edilmiş olur. (Onda) yani bu tedbirde ki, o da insanları ve hayvanları çift yaratmasıdır. Bu da üremelerine sebeptir. Sanki bu, yeryüzüne yayma ve orada çoğalmanın kaynağı gibidir. (Onun gibisi yoktur) ona eş ve münasip biri yoktur demektir. Mislihi'den maksat zâtı demektir. Nitekim: Senin gibi birisi böyle yapmaz denilir ki, sen yapmazsın manasınadır. Çünkü onun gibisi, onun yerini tutan biri öyle yapmazsa o hiç yapmaz. Bunun bir benzeri de Rukayka bint Sayfi'nin, Abdülmuttalib'in yağmur duasındaki şu sözüdür: Bilin ki, onların arasında onun gibi arı ve duru insanlar vardır. Kim de kemislihi'deki kâf zâittir derse, ona leyse misluhu manasını vermek ister, ancak anlattığımız gibi ilk mana daha tekididir. Misluhu sıfatuhu manasınadır da denilmiştir ki, onun sıfatı gibi sıfat yoktur demek olur. "O hakkıyla işiten. Her şeyi görendir” işitilen ve görülen her şeyi. 12Göklerin ve yerin anahtarı onundur. Rızkı dilediği kimse için genişletir ve daraltır. Çünkü o, her şeyi çok iyi bilendir. "Göklerin ve yerin anahtarı onundur” hazineleri demektir. "Rızkı dilediği kimse için genişletir ve daraltır” dilemesine göre bolaltır ve daraltır. "Çünkü o, her şeyi çok iyi bilendir” onu layıkı veçhile yapar. 13Dinden Nûh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi; İbrâhîm'e, Mûsa'ya ve Îsa'ya tavsiye ettiğimizi size şerîat yaptı ki, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye. Senin ona davet ettiğin şey müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve (taatine) döneni kendine iletir. "Dinden Nûh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi; İbrâhîm'e, Mûsa'ya ve Îsa'ya tavsiye ettiğimizi size şerîat yaptı” yani size dinden Nûh'un, Muhammed'in ve ikisinin arasındaki şerîat sahiplerinin - onlara salât ve selâm olsun - dinini şerîat yaptı. O da aralarındaki ortak asıldır ve "dini doğru tutun” kavli ile açıklanmıştır. Bu da tasdiki gereken şeylere îmanla Allah'ın hükümlerindeki taatlardır. "En ekımüddine” şeraa'nın mef’ûlündan bedel olarak mahallen mensûbtur ya da yeni söz başıdır, sanki "o meşru kılman nedir?” sorusunun cevabıdır ya da bihi'deki he'den bedel olarak mecrûrdur. "Onda ayrılığa düşmeyin” bu asılda ihtilâf etmeyin. Amma şerîatların fer'î meseleleri farklıdır, nitekim "sizden her birinize bir şerîat ve bir yol gösterdik” (Maide: 48) buyurmuştur. "Müşriklere ağır geldi” onlara büyük geldi "onları davet ettiğin” tevhid. "Allah dilediğini kendine seçer” zamir davet edilen şeye veya dine râcidir. "Ona hidâyet eder” yol göstermek ve muvaffak kılmakla "kendine döneni” ona yüz tutanı. 14Onlar ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ayrılığa düştüler. Eğer Rabbinden belli bir süreye kadar bir söz geçmiş olmasaydı, elbette aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten onlardan sonra kitaba mirasçı kılınanlar elbette ondan kuşku verici bir şüphe içindeler. "Onlar ayrılmadılar” yani geçmiş milletler, ehl-i kitap da denilmiştir, çünkü "kendilerine kitap verilenler ayrıldılar” (Beyyine: 4) denilmiştir. "Ancak kendilerine ilim geldikten sonra ayrıldılar” tefrikanın tehdide sebep sapıklık olduğu ilim ya da Peygamberlerin ilmi - onlara salât ve selâm olsun- ya da ilim sebepleri olan peygamberler, kitaplar ve diğerleri demektir, bu ilimlere iltifat etmediler. "Aralarındaki ihtirastan dolayı” düşmanlıktan yahut dünyayı istemekten dolayı. "Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı” mühlet verileceğine dâir "belli bir süreye kadar” o da kıyâmet günüdür ya da takdir edilen ömürlerinin sonudur "elbette aralarında hüküm verilirdi” köklerinin kazılmasına, bunu irtikâp ettikleri için, çünkü suçları çok büyüktür. "Gerçekten onlardan sonra kitaba mirasçı kılınanlar” Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem zamanındaki ehl-i kitabı kast ediyor ya da ehl-i kitaptan sonra Kur'ân'a mirasçı kılman müşrikleri kast ediyor. Vürisu yahut vürrisu da okunmuştur. "Elbette ondan bir şüphe içindedirler” gereği gibi bilmedikleri kitaplarından yahut hakkı ile îman etmedikleri kitaplarından ya da Kur'ân'dan "kuşku verici bir şüphe içindedirler” endişe verici yahut şüpheye düşürücü demektir. 15İşte bunun için davet et ve emrolunduğun gibi doğru ol. Onların keyiflerine uyma. "Allah'ın kitaptan indirdiğine îman ettim. Aranızda adalet etmekle emrolundum” de. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda hiçbir düşmanlık yoktur. Allah aramızı birleştirir. Dönüş yalnız onadır. "İşte bunun için” bu ayrılma yahut kitap için yahut sana verilen ilim için "davet et” tevhid dini üzerinde ittifaka yahut sana verilen şeyde birliğe. Buna göre felizalike'deki lâm ilâ yerinde olabilir, çünkü sıla ve illet ifade etmektedir. "Emrolunduğun gibi doğru ol” davet üzerinde doğru ol, Allahü teâlâ’nın sana emrettiği gibi "Onların keyiflerine uyma” bâtıl isteklerine "Allah'ın indirdiği kitaba îman ettim, de". Yani indirilen bütün kitaplara; kâfirler gibi bir kısmına îman edip de bir kısmını da inkâr etme "ve: Aranızda adalet etmekle emrolundum (de)” şerîatları ve hükümleri ulaştırmada. Birincisi bakış gücünün kemaline işarettir, bu ise pratik gücün kemaline işarettir. "Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir” hepsini yaratan ve işlerini görendir. "Bizim amelimiz bize, sizin ameliniz de sizedir” herkes amelinin karşılığını görecektir. "Bizimle sizin aranızda hiçbir düşmanlık yoktur” çekişme, husumet yoktur, çünkü hak açığa çıkmış, tartışmaya gerek kalmamıştır. Muhalefet için inattan başka sebep yoktur. "Allah aramızı birleştirir” kıyâmet gününde "dönüş yalnız onadır” davaların halolması için hepsinin başvuracağı yer O'dur. Âyette kâfirlerle doğrudan terk-i silâh etmeyi gösteren bir şey yoktur ki, savaş ayetiyle mensûh olsun. 16Allah'ın dini hakkında, kabul edilen şeyden sonra tartışanlar. Onların delilleri Rableri katında geçersizdir. Onların üzerinde gazap vardır ve onlar için zorlu bir azâp vardır. "Allah'ın dini hakkında, kabul edilen şeyden sonra tartışanlar” insanlar ona (Allah'a) icabet ettikten ve dinine girdikten sonra ya da Allah'ın Resûlüne icabet edip de Bedir savaşında muzâffer kılmakla dinini açığa çıkardıktan sonra ya da ehl-i kitap ona icabet ederek peygamberliğini ikrar ettikten ve onunla tevessül ettikten sonra. "Onların delilleri Rableri katında geçersizdir” zâil ve bâtıldır. "Onların üzerinde gazap vardır” inatlarından dolayı "ve onlar için zorlu bir azâp vardır” inkârlarına karşı. 17Allah odur ki, kitabı ve mizanı hak ile indirdi. Ne biliyorsun, belki de kıyâmet yakındır! "Allah odur ki, kitabı indirdi” kitap cinsini (hepsini) "hak ile” hakla ilişkili ve bâtıldan uzak olarak ya da indirilmesi hak olan akait ve hükümleri indirdi "ve mizanı da” hukukun tartıldığı ve insanlar arasında eşitliğin sağlandığı şerîatı yahut emrini indirmekle adaleti indirdi veyahut hazırlanmasını vahyetmekle teraziyi indirdi. "Ne biliyorsun, belki de kıyâmet yakındır!” gelmesi, o sebeple kitaba uy, şerîatı uygula, adalete devam et, amellerinin tartılacağı ve karşılığını tastamam alacağın gün bastırmadan önce. Karîb lâfzının müzekker olması zate karîb manasına olduğu içindir ya da kıyâmetin yeniden dirilme (ba's) manasına olduğu içindir. 18Ona îman etmeyenler onu acele isterler, îman edenler ise ondan korkarlar ve onun gerçekten hak olduğunu bilirler. Bilin ki, gerçekten kıyâmet hakkında tartışanlar elbette (haktan) uzak bir sapıklıktalar. "Ona îman etmeyenler onu acele isterler” alay ederek "îman edenler ise ondan korkarlar” gâip olduğu hâlde ondan çekinirler, çünkü sevap beklentileri vardır. "Onun gerçekten hak olduğunu bilirler” mutlaka kopacağını. "Bilin ki, gerçekten kıyâmet hakkında tartışanlar” onun hakkında mücadele edenler, yumarune mirye'den ya da mereytün nakate'den gelmektedir ki, süt sağmak için devenin memesini sıkıca sıvazlamaktır. Zira tartışanlardan her biri hasmının kelâmım şiddetle çıkarmak ister. "Elbette uzak bir sapıklıktalar” haktan uzak, çünkü yeniden dirilme o kadar açıktır ki, gözle görülen şeye benzer. Artık onu mümkün görmeyen başkasını hiç görmez. 19Allah kullarına lütufkârdır. Dilediğine rızık verir. O, çok güçlü, mutlak gâlibtir. "Allah kullarına lütufkârdır” onlara çeşitli iyilikler eder ki, akıllar onları alamaz. "Dilediğine rızık verir” dilediği gibi rızık verir, her kuluna hikmetinin gerektirdiği şekilde ihsanda bulunur. "O çok güçlüdür” hayret verecek şekilde kuvvetlidir "mutlak gâlibtir” yanına yaklaşılmaz da mağlup edilmez de. 20Kim âhiret ekinini isterse, ekininde onun için artırırız. Kim de dünya ekinini isterse, ona da ondan veririz ve onun için âhirette hiçbir nasip yoktur. "Kim âhiret ekinini isterse” sevabını demektir, onu ekine benzetmiştir; çünkü o, çalışmakla elde edilen bir menfaattir, bunun içindir ki: Dünya âhiretin tarlasıdır, denilmiştir. Âyette geçen hars aslında tohumu yere atmaktır. Ondan meydana gelene de hars denir "onun ekinini artırırız” bire on, yedi yüz ve daha fazlasını veririz. "Kim de dünya ekinini isterse, ona da ondan veririz” kısmetine göre bir şeyler verir. "Onun için âhirette hiçbir nasip yoktur” çünkü ameller niyetlere göredir ve herkesin eline geçecek olan da niyetidir. 21Yoksa onların ortakları var da dinden Allah'ın izin vermediği şeyi onlar için şerîat mı yaptılar? Eğer ayrım sözü olmasaydı, elbette aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zâlimlere, onlar için acıklı bir azâp vardır. (Yoksa onların ortakları var da) bel elehüm demektir, hemze ortaklığı tesbit etmek ve onları azarlamak içindir, ortakları da şeytanlardır. "Onlara şerîat mı yaptılar?” süslemekle "dinden Allah'ın izin vermediğini” Meselâ şirk koşmak, yeniden dirilmeyi inkâr etmek ve sırf dünya için çalışmak gibi. Ortaklarının putlar olduğu da söylenmiştir. Onlara nispet edilmesi, onları ortak edinenlerin kendileri olmasındandır. Şerîatın onlara isnat edilmesi de sapmalarından ve Dîn edindikleri şeyle fitneye maruz kalmalarındandır. Ya da bunu onlara âdet edenlerin suretleri olmasındandır. "Eğer ayrım sözü olmasaydı” cezanın tehirine dâir geçmiş bir hüküm olmasaydı yahut ayrımın kıyâmet gününde olacağına dâir vaat olmasaydı "elbette aralarında hüküm verilirdi” kâfirlerle mü'minlerin yahut müşriklerle ortaklarının arasında. (Şüphesiz zâlimler, onlar için acıklı bir azâp vardır) kelimetül fasl üzerine atıfla ve erine de okunmuştur ki, eğer ayrım sözü ve azabın âhirette olacağına dâir söz geçmiş olmasaydı aralarında dünyada hüküm verilirdi şeklinde olur. Çünkü acıklı azâp genellikle âhirette olur. 22Zâlimlerin kazandıkları şeylerden korktuklarını görürsün. O ise onlara gerçekleşecektir. Îman edip iyi şeyler yapanlar cennet bahcelerindedir. Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır. İşte büyük lütuf budur. "Zâlimleri görürsün” kıyâmette "kazandıkları şeylerden korktuklarını görürsün” kötülüklerden. "O ise başlarına gelecektir” korksalar da korkmasalar da vebalini çekeceklerdir. "Îman edip iyi şeyler yapanlar cennet bahcelerindedir” en temiz ve en nezih yerindedir "Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır” canlarının çektiği her şey Rablerinin yanında mevcuttur. (İşte bu) mü'minlere ait olan şeye işarettir "büyük lütuftur” öyle büyük ki, başkalarının dünyalıkları onun yanında küçük kalır. 23İşte bu, Allah'ın, îman edip iyi şeyler yapan kullarını müjdelediği şeydir. De ki: "Sizden akrabalıkta sevgiden başka bir şey istemiyorum". Kim bir iyilik kazanırsa, onun için onda bir güzellik artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, şükrü kabul edendir. "İşte bu, Allah'ın, îman edip iyi şeyler yapan kullarını müjdelediği şeydir” zalikes sevabüllezi yübeş şirühümüllahu bihi, demektir ki, harf-i cer, sonra da ait zamiri hazf edilmiştir. Ya da bu, Allah'ın kullarını müjdelediği şeydir demektir. İbn Kesîr, Ebû Amr, Hamze ve Kisâî beşerehu'dan yebşürü okumuşlardır. Ebşerehu'dan yübşirü de okunmuştur. "De ki: Sizden buna karşı istemiyorum” bu ettiğim tebliğ ve verdiğim müjdeden dolayı "bir ücret” sizden bir fayda beklemiyorum "akrabalıkta sevgiden başka” yani size akraba olduğum için beni sevmenizi yahut akrabalarımı sevmenizi istiyorum. İstistanın munkatı olduğu da söylenmiştir ki, mana şöyle olur: Sizden hiçbir ücret istemiyorum, fakat sevgi istiyorum. Fükurba kavli meveddet'ten hâl’dir yani akrabalarda sâbit ve sâhibinde yer etmiş sevgiden başka yahut akrabalık hakkı için ve onun için demektir. Nitekim hadiste: Allah için sevgi, Allah için buğz denilmiştir. Rivâyete göre âyet "ya Resûlallah, sevmemiz vâcip olan akrabalarınız kimlerdir?” denildi, o da: Ali, Fatıma ve iki oğulları, dedi. Şöyle de denilmiştir: Kurba Allah'a yaklaşmaktır yani ola ki, itâat ederek ve iyi şey yaparak ona yaklaşmakla Allah ve Resûlünü sevesiniz. İllâ meveddeten filkurba da okunmuştur. "Kim bir iyilik kazanırsa” kim bir tâat yaparsa özellikle Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in âl'ini sevmekle, bunun Ebû Bekir es-Sıddik radıyallahü anh ve onun onları sevmesi hakkında indiği de söylenmiştir. "Onun için onda bir iyilik artırırız” sevabın katlamakla, yezid şeklinde de okunmuştur ki, Allah artırır demektir, hasenen de hüsnâ şeklinde okunmuştur. "Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır” günah işleyeni, "şükrü kabul edendir” itâat edenden, bu da bol sevap vermek ve fazla vererek lütfetmekle olur. 24Yoksa: "Allah'a karşı yalan mı uydurdu” diyorlar? Eğer Allah dilerse, kalbinin üzerine mühür vurur. Allah bâtılı imha eder ve hakkı kelimeleriyle gerçekleştirir. Şüphesiz o, göğüslerin sâhibini (içindekini) çok iyi bilendir. "Yoksa: "Allah'a yalan mı uydurdu” diyorlar?” Muhammed peygamberlik iddia etmek veya Kur'ân ile. "Eğer Allah dilerse, kalbinin üzerine mühür vurur” bu da onun gibi birinin iftira etmesini uzak görmekte ve şunu akla getirmektedir ki, buna ancak kalbi mühürlenen ve Rabbini tanımayan cesaret eder; amma basiret ve marifet sâhibi olan asla. Sanki şöyle buyurmuştur: Eğer Allah seni perişan etmek isterse, ona iftiraya cesaret etmen için kalbini mühürler. Şöyle de denilmiştir: Kalbine mühür basar, Kur'ân'ı veya vahyi ondan durdurur ya da kalbine sabır verir, o zaman eziyetleri sana zor gelmez. "Allah bâtılı imha eder ve hakkı kelimeleriyle gerçekleştirir. Şüphesiz o, göğüslerin sâhibini (içindekini) bilir". Bu da dediği şeylerde iftira ihtimalini ortadan kaldırmaktadır, şöyle ki, eğer o iftira olsaydı onu silerdi. Çünkü onun âdeti bâtılı imha etmek ve hakkı da vahyi veya hükmü ile ispat etmektir. Ya da batıllarını imha etmek ve kendinin hakkını da Kur'ân ile ortaya koymaktır ya da döndürülemeyen hükmü ile bunu yapmaktır. Yemhu lâfzından vâv’ın düşmesi, telâffuzda düşmesindendir, Meselâ "ve yed'ul insanu bişşerri” (İsra: 11) kavlinde olduğu gibi. 25O ki, kullarından tevbeyi kabul eder, kötülüklerden affeder ve yaptıklarınızı bilir. "O ki, kullarından tevbeyi kabul eder” tevbe ettikleri şeyden geçmekle. Kabul maddesi ikinci mefula min ve an ile geçişli kılınır, çünkü ahz ve ibane (almak ve ayırmak) manalarını içerir. Gerçek tevbenin de ne olduğunu yukarıda öğrenmiş durumdasın. Hazret-i Ali radıyallahü anh şöyle buyurmuştur: Tevbe; geçmiş günaha pişmanlık duymak, kaçırılan farzları iade etmek, kul hakkını geri vermek, nefsi günahta büyüttüğün gibi taatta eritmek, ona masıyetin zevkini tattırdığın gibi taatın acısını tattırmak ve her gülüşüne karşılık ağlamaktır. "Kötülüklerden affeder” dilediğinin küçük büyük günahlarını bağışlar "yaptıklarınızı bilir” takdir ve hikmetine göre sevap verir ve bağışlar. Ebû Bekir dışında Kûfeli kurralar te ile (tamelun) okumuşlardır. 26Îman edip iyi şeyler yapanlara cevap verir ve onlara lütfünden artırır. Kâfirler için çok çetin bir azâp vardır. (Îman edip iyi şeyler yapanlara cevap verir) yani yestecibullahu lehüm demektir, bu durumda lâm hazf edilmiştir, nitekim "ve izâ kâluhum” (Mutaffifin; 2) kavlinde de hazf edilmiştir (kâlu lehüm). Maksat duayı kabul etmek yahut taâta sevap vermektir. Çünkü tâat da dua etmek ve aynı sonucu doğuran şeyi talep etmektir. Efendimiz aleyhis-salâtü ves-selâm'm: Duanın en faziletlisi elhamdü lillahtır demesi de bundandır. Ya da Allah mü'minleri çağırdığı zaman onlar Allah'a icabet ederler, demektir. "Onlara lütfünden artırır” istediklerinden, hak ettiklerinden fazlasını verir. "Kâfirler için çok çetin bir azâp vardır” mü'minlerin sevap ve lütuflarına karşılık. 27Eğer Allah kulları için rızkı genişletse idi, elbette yeryüzünde azarlardı. Ancak dilediği miktarda indirir. Şüphesiz o, kullarından haberdar, çok iyi görendir. "Eğer Allah kulları için rızkı genişletse idi, elbette yeryüzünde azarlardı” büyüklenip şımardıkları için bozgunculuk ederler ya da birbirlerine saldırırlardı. Bu da genellik itibarı iledir. Bağy maddesinin aslı nitelik ve nicelik bakımından normalin dışına çıkmaktır. "Ancak dilediği miktarda indirir” irâdesine uygun olarak. "Şüphesiz o, kullarından haberdardır, çok iyi görendir” gizli işlerini ve açık hâllerini bilir, durumlarına uygun olanı takdir eder. Rivâyete göre suffe halkı zenginlik istediler, âyet bunun üzerine indi. Bedevîler hakkında indiği de söylenmiştir; bolluk olduğu zaman birbirleriyle savaşırlardı, kıtlık olduğu zaman da başka yerlerde otlak ararlardı. 28O ki, yağmuru (kullar) ümit kestikten sonra indirir ve rahmetini yayar. O, gerçek dost, övgüye layıktır. "O ki, yağmuru indirir” burada geçen ğays kıtlıktan kurtaran yağmurdur, onun içindir ki, ancak yararlı yağmura denir. Nâfi', İbn Âmir ve Âsım şedde ile yünezzilü okumuşlardır. "Kullar ümitlerini kestikten sonra” nûn'un kesri ile kanitu da okunmuştur. "Ve rahmetini yayar” her tarafa; ovalara, dağlara, bitkilere ve hayvanlara. "O gerçek dosttur” kullarına ihsan etmek ve rahmetini yaymakla "övgüye layıktır” bunun için övgüyü hak etmiştir. 29Gökleri, yeri ve bu ikisinde yaydığı canlıları yaratması, onun varlık delillerindendir. O, dilediği zaman onları toplamaya kâdirdir. "Gökleri ve yeri yaratması onun varlık delillerindendir” çünkü bunlar zât ve sıfatlarıyla güçlü ve hikmet sâhibi bir yaratıcının varlığını gösterir. (Bu ikisinde yaydığı) bu da sevamat'a yahut halk'a atıftır "min dabbetin” (adım atan) canlı demektir ki, böylece sebebe müsebbebin ismi verilmiş olur ya da birinde yarattığı canlı demektir ki, ondaki hüküm diğerine de verilir. "O dilediği zaman onları toplamaya” istediği herhangi bir vakitte "kâdirdir” ona gücü yeter. İza edâtı maziye dahil olduğu gibi müzariye de dahil olur. 30Başınıza gelen bir musibet ellerinizin kazandığı şeyledir. Çoklarından da affeder. "Başınıza gelen bir musibet ellerinizin kazandığı şey iledir” masiyetleriniz sebebiyledir. Febima'daki fe, mâ'nın şart edâtı olmasından yahut onun manasını içermesindendir. Nâfi' ile İbn Âmir be'deki sebebiyet manasından dolayı onu zikretmemiş (onsuz okumuş)lardır. "Çoklarından da affeder” günahların çoğundan, ona ceza vermez. Âyet günahkârlarla tahsis edilmiştir (hüküm onlar içindir); çünkü diğerlerinin (iyilerin) başına gelen başka sebeplendendir; Meselâ ona sabretmekle büyük ecir kazanmaları gibi. 31Sizler yeryüzünde bizi aciz bırakacaklar değilsiniz. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur. "Sizler yeryüzünde bizi aciz bırakacaklar değilsiniz” sizin için hükmedilen kazalardan kaçacak değilsiniz. "Sizin için Allah'tan başka bir dost yoktur” sizi onlardan koruyacak "ne de bir yardımcı” onu sizden uzaklaştıracak. 32Denizde dağlar gibi gemiler de onun delillerindendir. "Denizde dağlar gibi gemiler onun delillerindendir” a'lâm dağ demektir, Şâir Hansa şöyle demiştir: Kardeşim Safir rehberlerin kendine uyduğu kimsedir, Sanki o dağ başında yanan ateştir. 33Eğer dilerse, rüzgârı durdurur da onun sırtında dura kalırlar. Gerçekten bunda her çok sabreden, çok şükreden için elbette ibretler vardır. "Eğer dilerse rüzgârı durdurur da” erriyah şeklinde de okunmuştur "onun sırtında durakalırlar” denizin yüzünde durur, gitmezler. "Gerçekten bunda her çok sabreden, çok şükreden için elbette ibretler vardır” her gayret eden. bakışlarını Allah'ın âyetlerine ve onlar üzerinde düşünmeye teksif edenler için yahut her mü'min-i kâmil için demektir. Çünkü îman iki yarımdan oluşmuştur: Bir yarım sabırdır, diğer yarım da şükürdür. 34Yahut onları kazandıkları o şeyle helâk eder ve çoğundan da affeder. " Yahut onları helâk eder” suya boğucu fırtına göndermekle, maksat gemi yolcularını helâk etmektir, "kazandıkları o şeyle” buyurmuştur. Aslı gönderir ve helâk eder demektir. Çünkü bu, "durdurur” kelimesinin alternatifidir, bu durumda sadece maksatla yetinilmiş olur, nitekim "çoğundan da affeder” buyurmuştur ki, rüzgârları gönderir, bazı insanları günahları ile helâk eder, bazılarını da affeder demektir. Yeni söz başı olarak ya'fû şeklinde de okunmuştur. 35(Onları suda boğar) ki, âyetlerimizde mücadele edenler kendileri için kaçacak bir yer olmadığım bilsinler. (Onları suda boğar ki, âyetlerimizde mücadele edenler bilsinler) bu da gizli bir illete atıftır Meselâ liyentekime minhüm ve ya'leme gibi ya da cezaya atıftır, altı şeye cevap olan gibi mensûbtur, çünkü o da kesin değildir (altı şey şunlardır: Emir, nehiy, nefiy, istifham, temenni ve araz). Nâfi' ile İbn Âmir yeni söz başı olarak ref' ile (yalemu) okumuşlardır. Ya'fü üzerine atıfla meczum olarak da okunmuştur. O zaman mana bir kavim helâk edilmiş, bir kavim kurtarılmış, bir kavim de uyarılmış şeklinde olur. "Kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler". Cümlede yalemü fiili amel etmemiştir. 36Size verilen şey, dünya hayatının geçimliğidir. Allah'ın katındaki ise îman eden ve Rablerine tevekkül edenler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. "Size verilen şey, dünya hayatının geçimliğidir” hayatınız boyunca ondan istifade edersiniz. "Allah'ın katındaki ise” âhiret sevabı "îman eden ve Rablerine tevekkül edenler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır". Çünkü yararı nettir ve devamlıdır. Birinci mâ edâtı mevsûledir, şart manasını içermektedir, çünkü onlara verilen şey dünya hayatında istifade etmenin sebebidir; o sebeple cevabında fe gelmiştir, ikincisi ise öyle değildir. Hazret-i Ali radıyallahü anh'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ebû Bekir radıyallahü anh malının tamamını sadaka etti; bir grup insan onu kınadı, âyet bunun üzerine indi. 37Büyük günahlardan sakınanlar ve kızdıkları zaman bağışlayanlar için (daha hayırlıdır). "Büyük günahlardan sakınanlar ve kızdıkları zaman bağışlayanlar için (daha hayırlıdır)". Vellezine lâfzı arkasından gelenlerle birlikte lillezine amenu'ya atıftır yahut metih üzere mensûb veyahut merfû’dur. Yağfirun lâfzının haber olarak hüm zamirine dayanması (ona nisbet edilmesi) şunu göstermek içindir ki, onlar kızdıkları zaman dahi bağışlayan özel kimselerdir. Hamze ile Kisâî kebirelismi şeklinde okumuşlardır. 38Rablerine icabet edenler, namazı dosdoğru kılanlar, işleri aralarında danışma (şura / meşveret) ile olanlar ve kendilerine rızık ettiğimiz şeylerden (hak yolunda) harcayanlar için (daha hayırlıdır). "Rablerine icabet edenler” âyet, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in îmana davet ettiği, onların da icabet ettiği Ensâr hakkında inmiştir. "Namazı dosdoğru kılanlar, işleri aralarında danışma ile olanlar” tek başlarına hareket etmeyip istişare edenler ve bunun için toplananlar. demektir. Bu da aşırı dikkatlerinden ve işlerinde uyanık olmalarındandır. Şura, fütya vezninde mastardır, danışma manasınadır. "Ve kendilerine rızık ettiğimiz şeylerden” hayır yolunda "harcayanlar için” (daha hayırlıdır). 39Başlarına bir zulüm geldiği zaman intikâm alanlar için (daha hayırlıdır). "Başlarına bir musibet geldiği (zulme maruz kaldıkları zaman) intikâm alanlar için (daha hayırlıdır)". Allah'ın gösterdiği şekilde hareket ederler, kendilerini zillete maruz bırakmazlar. Bu da diğer ana faziletlerle nitelendikten sonra yiğitlikle nitelenmeleridir. Bu, bağışlama niteliklerine aykırı değildir, çünkü bu, bağışlananın acizliğini gösterir. Direnen hasımdan intikâm almak ve aciz birine karşı yumuşak davranmak övülen bir meziyettir; kabına sığmayan birine karşı yumuşak davranmak da yerilen bir şeydir. Çünkü bu, onu haksızlığa sürükler ve teşvik eder. Sonra intikâm sıfatlarının ardından "vecezaü seyyietin” dedi, bunu da tecâvüzü men etmek ve intikâmın sınırını belirtmek için beyan etti: 40Bir kötülüğün cezası benzeri bir kötülüktür. Kim affeder ve düzeltirse, onun mükâfatı Allah'ın üzerinedir. Şüphesiz o, zâlimleri sevmez. "Bir kötülüğün cezası benzeri bir kötülüktür” ikinciye de kötülük denilmesi şeklen benzediği içindir ya da başına geleni üzdüğü içindir. "Kim affeder ve düzeltirse” kendisiyle düşmanının arasını "onun mükâfatı Allah'ın üzerinedir” bu da üstü kapalı bir vattır, vaat edilen şeyin büyüklüğünü gösterir. "Şüphesiz o, zâlimleri sevmez” kötülüğü başlatanları ve intikâmda ileri gidenleri. 41Elbette kim haksızlığının ardından intikâm alırsa, işte onların aleyhine bir yol yoktur. "Elbette kim haksızlığının ardından intikâm alırsa” bade mâ zulime (zulme uğradıktan sonra) ki, böyle de okunmuştur "işte onların aleyhine bir yol yoktur” sitem ve işkence etmekle 42Yol ancak insanlara zulmedenlerin ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlerin aleyhinedir. İşte onlar için acıklı bir azâp vardır. "yol ancak insanlara zulmedenlerin üzerinedir” zarar vermeyi başlatanların ve zorbalık etmek için hak etmedikleri şeyi isteyenlerin üzerinedir. "Ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlerin üzerinedir. İşte onlar için acıklı bir azâp vardır". Zulüm ve taşkınlıklarına karşılık. 43Elbette kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, elbette azme değer işlerdendir. "Elbette kim sabrederse” eziyete "ve bağışlarsa” intikâm almazsa (şüphesiz bu, elbette azme değer işlerdendir) inne Zâlike minhü demektir, bu, hazfedilmiştir, tıpkı essemnü menevani bidirhemin (yağın batmanı bir dirhemedir) kavlinde olduğu gibi (meneavani minhü, demektir). Çünkü bilinmektedir. 44Allah kimi şaşırtırsa, onun için ondan sonra bir dost yoktur. Zâlimlerin, azâbı gördükleri zaman (dünyaya): "Dönmeye bir yol var mı?” dediklerini görürsün. "Allah kimi şaşırtırsa, onun için ondan sonra bir dost yoktur” Allah onu perişan ettikten sonra onun işini görecek bir yardımcı yoktur. "Zâlimlerin, azâbı gördükleri zaman” (Lemmâ raev) hiyne yeravne demektir, mâzi sıygası (raev) ile zikredilmesi, gerçek olmasındandır. "Dünyaya dönmeye bir yol var mı, dediklerini görürsün". Burada geçen mered lâfzı ricat (dönmek) manasınadır. 45Onların zilletten başları eğik olarak ona (ateşe) sunulduklarını görürsün. Sana gizli bakıştan bakarlar. Îman edenler: "Gerçekten ziyan edenler; kıyâmet gününde kendilerini ve ailelerini ziyan edenlerdir” dediler. Bilin ki, gerçekten zâlimler sürekli bir azaptalar. "Onların ona sunulduklarını görürsün” yani ateşe demektir, çünkü Lemmâ raavül azabe kavli bunu gösterir "zilletten başları eğik olarak” maruz kaldıkları hakaretten dolayı küçülüp hor olduklarını görürsün. "Sana gizli bakıştan bakarlar” kaçamak bakarlar yani "min tarfin hafîy” göz kapaklarım hareket ettirerek tıpkı idam edilecek olanın kılıca baktığı gibi ölü ölü bakarlar. "Îman edenler: "Gerçekten ziyan edenler; kendilerini ve ailelerini ziyan edenlerdir, dediler” ebedî azaba maruz bırakmakla (kıyâmet gününde) bu da hasirun'un zarfıdır, söz de dünyada söylenmiş olur ya da kâle lâfzının zarfıdır yani onları o hâlde gördükleri zaman söylerler demektir. "Bilin ki, gerçekten zâlimler sürekli bir azaptalar” bu da onların sözlerinin devamındandır ya da Allahü teâlâ’nın onları tasdikidir. 46Onlar için Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostlar yoktur. Allah kimi şaşırtırsa, onun için hiçbir yol yoktur. "Onlar için Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostlar yoktur. Allah kimi şaşırtırsa, onun için hiçbir yol yoktur” hidâyete yahut kurtuluşa gidecek yol. 47Onun için Allah'tan dönüş olmayan bir gün gelmeden önce Rabbinize icabet edin. O gün sizin için bir sığınak yoktur ve sizin için bir inkâr yoktur. "Onun için Allah'tan dönüş olmayan bir gün gelmeden önce Rabbinize icabet edin” Allah ona hükmettikten sonra onu geri çevirmez, min edâtı mered lâfzına bağlıdır. Ye'ti lâfzına bağlı olduğu da söylenmiştir ki, reddi mümkün olmayan gün Allah'tan gelmeden önce demek olur. "Sizin için bir sığınak yoktur” kaçacak yer "ve sizin için bir inkâr yoktur” irtikâp ettiğiniz şeyi, çünkü o, amel defterlerinize işlenmiştir; dilleriniz ve organlarınız ona şahitlik edecektir. 48Eğer yüz çevirirlerse, seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana ancak tebliğ vardır. Gerçekten biz insana bizden bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer ellerinin öne sürdüğü şeyle başlarına bir kötülük gelirse, gerçekten insan çok nankördür. "Eğer yüz çevirirlerse, seni onların üzerine bekçi göndermedik” gözcü yahut hesaba çeken demektir "sana ancak tebliğ vardır” sen de tebliğ ettin. "Gerçekten biz insana bizden bir rahmet tattırdığımız zaman, insan ona sevinir” insandan cins murat edilmiştir çünkü "eğer ellerinin öne sürdüğü şeyle başlarına bir kötülük gelirse, gerçekten insan çok nankördür” buyurmuştur. Nankörlükte haddi aşar, nimeti doğrudan unutur, belâyı hatırlar, onu gözünde büyütür, sebebini düşünmez. Bu, her ne kadar günahkârlara mahsus ise de cinse isnadı da câizdir, çünkü onlar çokturlar, ötekiler de içine girmiştir. Birinci şart cümlesinin (izâ ezakna) izâ ile ikincisinin in ile başlaması şunun içindir; çünkü nimeti tattırmak gerçektir, zira o adettir, zatın gereğidir, belâ ise öyle değildir (nimet esastır). Cezanın illetinin onun yerine konulup (innel insane kefur) ikincide zamirin yerine zahirin konulması (insan) bu cinsin nimete karşı nankörlükle damgalanmış olmasındandır. 49Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Dilediği şeyi yaratır. Dilediği kimseye dişiler bağışlar ve dilediği kimseye erkekler bağışlar. "Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır” nimeti ve belâyı istediği şekilde taksim etmek onun hakkıdır. "Dilediği şeyi yaratır” mecbur olmaksızın ve itiraza maruz kalmaksızın. "Dilediği kimseye dişiler bağışlar ve dilediği kimseye erkekler bağışlar. 50Yahut onları erkekler ve dişiler olarak çift yapar ve dilediğini de kısır kılar. Şüphesiz o, hakkıyla bilen, her şeye gücü yetendir. Yahut onları erkekler ve dişiler olarak çift yapar ve dilediğini de kısır kılar". Bu da yahlüku lâfzından bedel-i ba'zdır. Mana da şöyledir: Evlât konusunda kullarının hâllerini dilemesinin gereği farklı kılar; bazısına erkek veya dişiden bir tek sınıf verir ya da iki sınıfı birlikte verir, başkalarını da kısır kılar. Belki de dişilerin öne alınması nesli çoğaltmak için çok olmalarındandır ya da olan şeyin Allah'ın dilemesine bağlı olup insanın dilemesine bağlı olmadığım göstermek içindir. Dişiler de öyledir (Allah'ın dilemesi iledir, onların dilemesine göre değildir). Ya da sözün belâ hakkında olmasındandır, çünkü Araplar kızları belâ sayarlar ya da kız babalarının gönüllerini hoş etmek içindir yahut âyet sonlarının tutması içindir, bu sebepledir ki, ez-zükur diye mâ'rife yapmıştır. Ya da zükurun sonraya bırakılmasından kaynaklanacak şeyi telâfi etmek için mâ'rife kılmıştı. Üçüncüde (ev yüzevvicühüm) atıf edatının değiştirilmesi onun iki kısım arasındaki (birinci kısım yalnız erkek, ikinci sınıf yalnız dişi olmasıdır) ortak olanın karşılığı olmasındandır. Dördüncüde buna ihtiyaç duyulmamıştır, çünkü onun, geçen kısımlar arasında ortak olanın karşılığı olduğu açıktır (iki kısım arasında ortak olanın karşılığı değildir). "Şüphesiz o, hakkıyla bilen, her şeye gücü yetendir” yaptığını hikmet ve irâdesine göre yapar. 51Bir insan için, vahiy yahut perde arkasından olmak veyahut bir peygamber gönderip de izni ile dilediğini vahyetmek dışında Allah'ın onunla konuşması olmadı. Şüphesiz o, pek yüce, hikmet sâhibidir. "Bir insan için vahiy dışında Allah'ın onunla konuşması olmadı". Vahiy süratle idrak edilen gizli söz demektir, çünkü o, temsildir, zât itibarı ile arka arkaya gelen ses dalgalarına bağlı harflerden oluşmuş değildir. Bu (vahiy) şifahen (sesli) olanı da içine alır, Meselâ Miraç hadisinde olduğu ve Allah’ı görme hadisinde vaat edilen gibi. Gâipten gelen sesi de içine alır, Meselâ Mûsa için Tuva ve Tûr dağ ve vadilerinde olduğu gibi. Ancak (yahut perde arkasından olması) kavlinin ona atfı bunun birinciye hâs olduğunu gösterir. Bu itibarla âyet Allah'ı görmenin mümkün olduğuna delildir, imkânsız olduğuna değil. Şöyle denilmiştir: Konuşmaktan murat edilen ilhamdır, kalbe getirmektir ya da meleğin peygamberlere indirdiği vahiydir. O zaman "yahut bir peygamber gönderip de izni ile dilediğini vahyetmek” kavlinden, ya da ona (beşere) bir peygamber göndermek, o da emrettiği gibi vahyini tebliğ etmek murat edilmiş olur. Vahyen lâfzı da üzerine atfedilen şeyle birlikte mastar (mef'ûlu mutlak) olarak mensûbtur, çünkü min verai hicabin kavli mahzûf kelâmın sıfatıdır, irsal peygamber göndermek de bir nevi kelâmdır. Vahyen ile yürsile'nin iki mastar olup, min verai hicabin de zarf olarak hâl olmaları da câizdir (muhiyen, mürsilen, müsmian). Nâfi' lâm Merfû' olarak evyürsilü şeklinde okumuştur. "Şüphesiz o pek yücedir” mahlukların sıfatlarından "hikmet sâhibidir” hikmetinin gereğini yapar; bazen aracı ile konuşur, bazen de aracısız konuşur, onu da ya açıktan ya da perde arkasından yapar. 52Bunun gibi sana emrimizden bir rûh vahyettik. Sen kitap nedir ne de îman nedir bilmezdin. Ancak onu bir nûr kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidâyet ederiz. Şüphesiz sen, elbette doğru bir yola götürürsün. "Bunun gibi sana da emrimizden bir rûh vahyettik” ona vahyedilen şeyi kast ediyor, ona rûh demesi kalplere hayat vermesindendir. CĞbrail olduğu da söylenmiştir. Mana da onu sana vahiy ile gönderdik demektir. "Sen kitap nedir îman nedir bilmezdin” yani vahiyden önce. Bu da onun peygamberlikten önce bir şerîatla sorumlu olmadığının delilidir. Şöyle de denilmiştir: Murat edilen ancak vahiy yolu ile olan şeye îman etmektir. "Ancak onu kıldık” yani rûhu yahut kitabı veyahut îmanı "bir nûr, onunla kullarımızdan dilediğimize hidâyet ederiz” kabule ve ona bakmaya muvaffak kılmakla. "Şüphesiz sen doğru bir yola götürürsün” o da İslâm'dır. Letühda da okunmuştur ki, Allah seni elbette hidâyet eder demektir. 53Göklerde ve yerde olan şeylerin mülkü kendisinin olan Allah'ın yoluna. Bilin ki, her şey yalnız Allah'a varır. (Allah'ın yoluna) bu da birinciden bedeldir. "Göklerde ve yerde olan şeylerin mülkü kendinin olan Allah'ın yoluna” yaratılma ve mülk olarak onundur. "Bilin ki, işler yalnız Allah'a varır” aracı ve ilişkileri ortadan kaldırmakla. Bunda itâat edenlere ve günahkârlara vaat ve tehdit vardır. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Kim hamim ayn sin kaf sûresini okursa, meleklerin rahmet okuduğu, bağış dilediği ve merhamet istediği kimselerden olur. |
﴾ 0 ﴿