46 / AHKÂF

Mekke'de inmiştir. 34 dört yahut 35 âyettir.

1

 Ha. Mîm.

2

 Kitabın indirilişi mutlak gâlib, hikmet sâhibi Allah'tandır.

Kitabın indirilişi mutlak gâlib, hikmet sâhibi Allah'tandır. hakla alâkalı olarak ki, o da hikmet ve adaletin gereği demektir. Bunda (hak ile yaratılmasında) hikmet sâhibi Yaratıcının varlığına ve ceza görmek için yeniden dirilmenin imkânına delil vardır, bunu da defalarca anlatmış bulunuyoruz.

3

Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ile yarattık"

 Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ile belli bir süre için yarattık. Kâfirler ise uyarıldıkları şeyden yüz çeviriyorlar.

"Ve belli bir süre için” belli bir takdir için ki, her şey na varacaktır, o da kıyâmet günüdür ya da herkes ona varacaktır. O da kendisi için takdir edilen kalma süresinin sonudur.

"Kâfirler ise uyarıldıkları şeyden” o vaktin korkunçluğundan demektir. Amma'daki edatının mastariye olması da câizdir "yüz çeviriyorlar” onun üzerinde düşünmüyorlar ve gelişine hazırlık yapmıyorlar.

4

 De ki: Gördünüz mü, Allah'tan başka taptığınız şeyler yerden ne yarattı? Yoksa onların göklerde ortaklığı mı var? Bundan önce bir kitap yahut ilimden bir kalıntı getirin, eğer doğru söylüyorsanız.

"De ki: Gördünüz mü, Allah'tan başka taptığınız şeyler yerden ne yarattı? Yoksa onların göklerde ortaklığı mı var?” yani düşündükten sonra bana ilahlarınızın durumundan haber verin, kâinattaki şeylerden hiçbir parçayı yaratmada katkıları var mıdır? Özellikle göklerde ortaklıklarından bahs edilmesi, aracı nesnelerin aşağı âlemdeki şeyleri yaratmada ortaklıklarının akla gelme ihtimalini bertaraf etmek içindir.

"Bana bundan önce bir kitap getirin” bu kitaptan yani Kur'ân'dan önce, çünkü Kur'ân Allah'ın birliğini konuşmaktadır "yahut ilimden bir kalıntı getirin” eskilerin ilimlerinden size kalan bir şey getirin; onda putlarınızın ibâdete müstahak olduklarına dâir bir şey ve bir emir var mıdır?

"Eğer doğru iseniz” davanızda. Bu (bana getirin emri) onları susturmak ve aciz bırakmak içindir. Çünkü önce onların hiçbir veçhile ilâh olduklarını naklen gösterecek bir şeyin olmadığını bildirmiş, daha sonra da bunun aklen de olmadığını susturucu bir şekilde ortaya koymuştur. Kesre ile işaretin de okunmuştur ki, münazara demektir. Çünkü münazara manaları harekete geçirir. Eseretin de okunmuştur ki, size özgü olan bir ilim demektir. Hemzenin üç harekesi ve se'nin de sükûnu ile okunmuştur (esretin, üsretin, işretin); meftun olanı mastar binai merredir, hadis eserinden gelir ki, onu rivâyet etmektir. Meksuru ise eseretin manasınadır. Mazmumu da nakledilen, alman şeyin ismidir.

5

 Allah'tan başka kendisine kıyâmet gününe kadar cevap veremeyecek kimseye ibâdet edenden daha sapık kim vardır? Onlarsa ibâdetlerinden gâfiller.

"Allah'tan başka kendisine cevap veremeyecek kimseye ibâdet edenden daha sapık kim vardır?” Bu da hiçbir kimsenin müşriklerden daha sapık olacağını yadsımaktadır, şöyle ki, onlar hakkı ile işiten, gören, cevap veren, gücü yeten ve her şeyden haberi olana ibâdeti bıraktılar, dualarını duysa bile cevap veremeyecek olanın ibâdetine meylettiler, nerede kaldı sırlarını bilmesi ve menfaatlerini gözetmesi! "Kıyamete kadar” dünya durdukça.

"Onlarsa ibâdetlerinden gâfiller.” Çünkü onlar ya cansızdırlar ya da emre amade kullar olduğundan (Îsa ve Üzeyr gibi) kendi hâlleriyle meşguldürler.

6

 İnsanlar toplatıldıkları zaman onlara düşman olurlar ve ibâdetlerini inkâr ederler.

"İnsanlar kıyâmette toplandıkları zaman (putlar) onlara düşman olurlar” onlara zarar verirler, fayda vermezler "ve onların ibâdetlerini inkâr ederler” beden yahut baş dili ile yalanlarlar. Zamirin ibâdet edenlere râci olduğu da söylenmiştir, bu da:

"Allah'a yemin ederiz ki, Rabbimiz, bizler müşrik değildik” (En'âm: 23) âyeti gibidir.

7

 Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, kâfirler kendilerine gelen hak için: Bu, apaçık bir sihirdir, dediler.

"Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman” açık yahut açıklayıcı olarak "inkâr edenler hak için dediler” hak hususunda ve o konuda dediler. Haktan maksat âyetlerdir, zamir yerine zâhir konulması ve inkâr edenlerin de dinleyenler yerine konulması âyetlerin hak, onların da kâfirler olup sapıklığa gömüldüklerini tescil etmek içindir.

"Kendilerine geldiği zaman” gelir gelmez bakmadan ve düşünmeden "bu, apaçık bir sihirdir” dediler. Bâtıl olduğu açık olan bir sihirdir.

8

 Yoksa:

"Onu kendisi mi uydurdu?” diyorlar. De ki:

"Eğer onu ben uydurdu isem, bana Allah'tan hiçbir şey yapmaya sahip olamazsınız. O, sizin içine daldığınız şeyi pekiyi bilendir. Benimle sizin aranızda şâhit olarak o yeter. O, çok bağışlayan, çok merhametlidir.

"Yoksa onu kendisi mi uydurdu, diyorlar?” bu da ona sihir demelerinden daha kötüsüne geçmek, onu inkâr etmek ve şaşılacak bir şey lduğunu bildirmeye geçmek içindir.

"De ki: Eğer onu ben uydurdu isem” faraza "bana Allah'tan hiçbir şey yapmaya sahip olamazsınız” eğer bana acele ile azâp etmek isterse ondan hiçbir şeyi def edemezsiniz. Öyleyse ona nasıl cesaret ederim ve sizden bir fayda beklemeden ve bir zararın defini görmeden buna nasıl yeltenirim.

"O, sizin içine daldığınız şeyi pekiyi bilendir” dil uzatmak için âyetlerine saldırdığınız şeyleri pekiyi bilendir.

"Benimle sizin aranızda şâhit olarak o yeter” benim doğruluğuma ve tebliğ ettiğime, sizin de yalanlayıp inkâr ettiğinize şahitlik eder. Bu da içine daldıkları şeyin cezası olarak onlar için tehdittir.

"O, çok bağışlayan, çok merhametlidir” bu da tevbe edip inanana bağışlama ve rahmet vaadidir. Suçları kabarık olmakla beraber Allah'ın onlara yumuşak davrandığının resmidir.

9

 De ki: Ben peygamberlerden örneği olmayan biri değilim. Ne bana ne de size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben ancak bana vahyedilene uyarım. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.

"De ki: Ben peygamberlerden örneği olmayan biri değilim” onlara benzemeyip de onların davet ettiği şeye davet etmiyorum ya da onların yapamadığım yaparım demiyorum. Bu da bütün teklif edilen mu'cizeleri gerçekleştirmektir, bunu demiyorum. Bid'in bir benzeri de hiff lâfzıdır ki, hafif manasınadır (bid'an da bedîan demektir). Dal'ın fethi ile bidean da okunmuştur ki, kıyem vezninde olur ya da muzâf takdir edilmiş olur yani za bid'in demektir.

"Ne bana ne de size ne yapılacağını bilmiyorum” iki dünyada tam olarak ne yapılacağını, çünkü gaybi bilme imkânı yoktur. edâtı yüfalü biy'i de içine alan olumsuzluğu te'kit içindir. da ya mevsûledir ki, mensûbtur ya da istifhamiyedir ki, merfû’dur. Yefalü şeklinde de okunmuştur ki, yapan Allah olur.

"Ben ancak bana vahyedilene uyarım” onu geçmem, bu da vahyedilmeyen gâip şeylerden haber vermenin veyahut Müslümanların müşriklerin eziyetlerinden kurtulmak için acele istedikleri şeyin cevabıdır.

"Ben ancak bir uyarıcıyım” Allah'ın azabından uyarıcıyım "apaçık” uyarıcılığı her şeyi açıklayan şâhitler ve tasdik eden mu'cizelerle açık olan bir uyarıcıyım.

10

 De ki: Eğer Kur'ân Allah katından ise, siz de onu inkâr ettiniz, İsrâîl oğullarından bir şâhit de onun benzerine şahitlik edip îman ettiyse, siz de kibir tasladınızsa (zâlim olmaz mısınız?) Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna hidavet etmez.

"De ki: Eğer Kur'ân Allah katından ise, siz de onu inkâr ettiniz ise” ve kefertüm'deki vâv'ın şarta atıf için olması câizdir,

"ve şehide şahidün min beni İsrâîle"deki vâv da öyledir, ancak o kendi üzerine atfedilenle birlikte cümleyi mâkabline atfetmektedir. Şâhit de Abdullah b. Selâm'dır yahut Mûsa aleyhisselâm'dır. Onun şahitliği de Tevrat'ta Efendimizin sıfatı hakkında geçenlerdir,

"benzerine şahitlik edip” Kur'ân'ın benzerine ki, o da Tevrat'ta Kur'ân'ı tasdik eden ve ona mutabakat eden manalardır ya da onun gibi olmasıdır ki, o da Allah katından inmesidir.

"Ona îman ettiyse” Kur'ân'a, onu vahiy cinsinden ve hakka uygun olarak gördüğü zaman "siz de kibir tasladınızsa” îmana karşı "şüphesiz Allah zâlimler topluluğuna hidâyet etmez". Bu da yeni söz başıdır, Kur'ân'ı inkârlarının, zâlimliklerinden kaynaklandığını açıklamaktadır ve mahzûf cevabın delilidir, o da: Zâlimler olmaz mısınız, cümlesidir?

11

 Kâfirler îman edenlere: Eğer îman bir hayır olsa idi, bizi geçemezdiniz, dediler. Mademki onu rehber edinmediler, "bu, eski bir yalandır” diyecekler.

"Kâfirler îman edenler hakkında dediler” onlar için "eğer olsa idi” îman yahut Muhammed aleyhisselat vesselam'ın getirdiği şey "hayır olsa idi, bizi geçemezlerdi” çünkü onlar düşük kimselerdir; fakir, yanaşma ve çoban kimselerdir. Bunu Kureyş yahut Amir oğulları, Gatafan, Esed ve Eşca kabileleri Cüheyne, Müzeyne, Eşlem ve Gıfar kabileleri Müslüman olunca dediler ya da Abdullah b. Selâm ve arkadaşları Müslüman olunca Yahûdîler dediler. (Mademki onu rehber edinmediler) bu da mahzurun zarfıdır Meselâ zahara inadühüm (inatları ortaya çıktı) gibi). (Bu, eski bir yalandır, diyecekler) bu da o mahzurun sonucudur. Bu: Öncekilerin masalları kavli gibidir.

12

 Ondan önce de Mûsa'nın kitabı bir imam ve bir rahmet olarak vardı. Bu da apaçık Arapça bir dille (onu) tasdik edici bir kitaptır. Zâlimleri uyarmak ve iyilik edenlere müjde olmak için gönderilştir.

(Ondan önce de) Kur'ân'dan önce demektir, bu da "kitabu musa” kavlinin haberidir,

"imâmen ve rahmeten” kavlini hâl olarak nasb etmektedir.

"Bu da tasdik eden bir kitaptır” Mûsa'nın kitabını yahut limabeyne yedeyhi (ondan önceki kitapları) demektir, zaten böyle de okunmuştur. (Arapça bir dille) bu da musaddikun'da gizli kitaba ait zamirden ya da ondan (kitaptan) hâl’dir, çünkü sıfatla tahassüs etmiştir (marifeye yaklaşmıştır). Âmili de Hâza işaretindeki manadır. Hâl'in faydası da şunu göstermektedir ki, onun Tevrat'ı tasdik edici olması, onun hak olduğunu gösterdiği gibi onun Allah'tan vahiy ve nass olduğunu da gösterir.

Şöyle de denilmiştir: Lisanen arabiyyen musaddikun lâfzının mef'ûlüdür yani yusaddiku za lisanin arabiyyin bii'cazihi (Arapça olmakla tasdik eder demektir).

(Zâlimleri uyarmak için gönderilmiştir) bu da tasdik etmesinin gerekçesidir. Liyünzire'nin fâil zamiri kitaba yahut Allah'a veyahut Resûl'e râcidir.

Nâfi', İbn Âmir, Bezzî - ki, onunkinde ihtilâf vardır - ve Ya'kûb'un te ile okumalan da sonucusunu teyit eder. (Ve iyilik edenlere müjde olmak için) bu da lüyünzire'nin mahallina atıftır (inzaren ve büşren demektir).

13

 Şüphesiz: Rabbimiz Allah'tır, deyip de sonra da dosdoğru ınlara korku yoktur. Onlar üzülmeyecekler de.

"Şüphesiz Rabbimiz Allah'tır deyip de sonra da dosdoğru olanlara” ilmin özü olan tevhidle işlerin sonu olan istikameti birleştirenlere demektir. Sümme edâtı amelin rütbesinin düşük ve itibarının tevhide bağlı olduğunu göstermek içindir "onlara korku yoktur” bir kötülüğün gelmesinden "onlar üzülmeyecekler de” sevilen bir şeyin kaçmasından. Felâ'daki fe ismin şart manasını içermesinden gelmiştir.

14

 İşte onlar cennet yaranlarıdır. Yaptıklarına bir mükâfat oiarak orada ebedî kalırlar.

"İşte onlar cennet yaranlarıdır. Yaptıklarına bir mükâfat olarak orada ebedî kalırlar” kazandıkları teorik ve pratik faziletlerden dolayı. Hâlidiyne ashâbu lâfzında gizli zamirden hâl’dir, cezaen de kelâmdan anlaşılan fiilin mef’ûlün mutlakıdır yani cûzu cezaen demektir.

15

 İnsana ana babasına iyilik yapmasını tavsiye ettik. Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Onun taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet olgunluğuna yetişip de kırk yaşına erişince:

"Rabbim, bana ve ebeveynime ihsan ettiğin nimetine şükretmemi ve râzı olacağın iyi amel yapmamı bana ilham et ve benim için soyumu düzelt. Şüphesiz ben sana döndüm ve şüphesiz ben Müslümanlardanım,” dedi.

"İnsana ana babasına iyilik yapmasını tavsiye ettik” Kuleli kurralar ihsanen okumuşlardır. Hasenen de okunmuştur ki, iysaen hasenen (güzel bir tavsiye demektir). "Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu” kürhen, zate kürhin ya da hamlen zate kürhin demektir ki, meşakkat manasınadır. Hicazlı iki kurra ile Ebû Amr ve Hişâm feth ile (kerhen) okumuşlardır ki, ikisi de lügattir; Meselâ fukr ve fakr gibi.

Şöyle de denilmiştir: Mazmumu isimdir, meftunu da mastardır.

"Onun taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır” taşınma ve kesilme süresi demektir. Fisal da sütten kesmektir, Ya'kûb'un fasluhu okuması da bunu gösterir ya da sütten kesme vaktidir. Bundan maksat da tam ve sonuna kadar yapılan emzirme demektir. Bunun içindir ki, böyle tabir edilmiştir, Meselâ bütün müddet yerine emed tabir edildiği gibi. Şâir şöyle demiştir:

Her canlı ömrünü tamamlayacak

Ve ölecektir, süresi sona erdiği zaman.

"Otuz aydır” bütün bunlar (taşınmasından buraya kadar olanlar) annenin çocuğu büyütmede çektiği zahmeti açıklamaktadır. Bu da sıkı tavsiye etmek içindir. Bunda en az gebelik süresinin altı ay olduğuna delil vardır, çünkü otuz aydan iki yıllık emzirme süresi düşülürse geriye altı ay kalır. Çünkü Allahü teâlâ.

"Tam emzirmek isteyen için emzirme iki yıldır” (Bakara: 233) buyurmuştur. Doktorlar da böyle demişlerdir. Belki de hamlin en azı ile sütten kesmenin en çoğunun özellikle belirtilmesi, bu ikisinin zapt altında olmasından ve nesep ve emzirme hükmünün bu ikisi ile sıkıca irtibatlı olmasındandır.

"Nihayet olgunluğuna yetişince” orta yaşa varıp da gücü ve aklı oturaklaşınca "ve kırk yaşına erişince” demektir.

Şöyle de denilmiştir: Kırk yaşına varmadan hiçbir peygamber gönderilmemiştir (Rabbim, bana ilham et) aslı beni düşkün eyle demektir ki, evzatuhu bikeza (bir şeyi istemektir) "bana ve ebeveynime ihsan ettiğin nimetine şükretmemi ilham et” yani Dîn nimetini ya da onu ve başkasını içine alan şeyi demektir. Bu da şu rivâyeti destekler: Âyet Ebû Bekir radıyallahü anh hakkında indi; çünkü Muhâcir ve Ensâr arasında kendisi ve ebeveyni Müslüman olan başkası yoktur. (Râzı olacağın iyi amel yapmamı) salihen şeklinde nekire kılması onu büyütmek içindir ya da azîz ve celil olan Allah'ın rızâsını kazandıracak bir cinsi murat ettiği içindir. (Ve benim için soyumu düzelt) düzgünlüğü soyumun içine yerleştir, orada sapasağlam dursun. Aynı kullanım şu beyitte de vardır:

Devem kıtlıktan dolayı sütünün azlığından misafire özür dilerse,

Temrenim ökçe veteri içinde yara açar (oraya yerleşir, onu misafire keserim).

"Şüphesiz ben sana döndüm” râzı olmadığın veya senden alıkoyacak şeyden "ve şüphesiz ben Müslümanlardanım” sana ihlâsla teslim olanlardanım.

16

 İşte onlar o kimselerdir ki, yaptıklarının en güzelini kabul ederiz ve kötülüklerinden geçeriz, cennet yaranları içinde. Kendilerine edilen doğruluk vaadi olarak.

"İşte onlar o kimselerdir ki, yaptıklarının en güzelini kabul ederiz” yani taatlarını kabul ederiz, demektir. Çünkü mubah güzeldir, ona sevap verilmez (taâta verilir). "Ve kötülüklerinden geçeriz” tevbelerinden dolayı. Hamze, Kisâî ve Hafs nûn ile okumuşlardır.

"Cennet yaranları içinde” kâiniyne fı adadihim yahut müsabiyne veyahut madudiyne demektir (yani hâl’dir). (Doğruluk vaadi olarak) bu da kendini pekiştiren mastardır, çünkü yetekabbelü ve yetecavezü de vaattir.

"Kendilerine edilen vaat” yani dünyada.

17

 O kimse ki, ebeveynine:

"Öf size, beni kabirden çıkarılmamla mı tehdit ediyorsunuz? Hâlbuki benden önce nesiller geçmiştir, dedi. O ikisi de Allah'a yalvararak:

"Yazık sana, îman et, Şüphesiz Allah,'ın vaadi haktır!” dediler. O ise: Bu, öncekilerin masallarından başkası değildir, dedi.

 (O kimse ki, ebeveynine: Öf size, dedi!) mübteda’dır, haberi de ülâike'dir. Bundan murat edilen de cinstir. Eğer Ebû Bekir'in oğlu Abdurrahman hakkında indiği doğru ise, sebebin hususi olması tahsisi gerektirmez. Üf lâfzında birçok kırâat vardır ki, onlar İsra sûresinde anlatılmıştır.

"Beni kabirden çıkarılmamla mı tehdit ediyorsunuz?” yemden dirilmekle. Hişâm şeddeli tek nûn ile eteidânnî okumuştur.

"Hâlbuki benden önce nesiller geçmiştir” onlardan hiçbiri dönmemiştir.

"O ikisi de Allah'a yalvararak” senden Allah'a sığınırız, derler ya da Allah'tan ona îmana muvaffakiyet vermesini isterler.

"Yazık sana, îman et” yani ona, yazıklar olsun sana, derler. Bu da terkinden korkulan şey için helâk bedduasıdır.

"Şüphesiz Allah,'ın vaadi haktır, dediler. O ise: Bu, öncekilerin masallarından başkası değildir, der” onların yazdığı bâtıl hikâyelerdir.

18

 İşte onlar o kimselerdir ki, kendilerinden önce geçen cin ve insan ümmetinin içinde onlara söz (azâp) hak oldu. Şüphesiz onlar, ziyan edenler oldular.

"İşte onlar o kimselerdir ki, onlara o söz hak oldu” cehennemlik olduklarına dâir söz. Bu da Abdurrahman hakkında indiğini reddeder, çünkü onun bu suçtan dolayı cehennemlik olduğunu gösterir. Hâlbuki Müslüman olmakla bunlar kesilip atılmıştır. (Kendilerinden önce geçen ümmetlerin içinde) bu da irap bakımından yukarıda geçen "fî ashâbil cenneti” kavli gibidir. Minelcinni velinsi (cin ve insanlardan) bu da ümmetleri açıklamaktadır.

"Şüphesiz onlar, ziyan edenler oldular” bu da yeni söz başı olarak hükmün gerekçesidir.

19

 Her biri için yaptıkları şeylerden dereceler vardır. Bir de bu, onlar zulme uğratılmadan onlara amellerini tastamam ödemesi içindir.

"Her biri için vardır” iki gruptan "yaptıkları şeylerden dolayı dereceler vardır” yaptıkları hayır ve şer amellerinin karşılığı olan mertebeler yahut yaptıklarına karşılık demektir, çünkü derece genellikle sevap için kullanılır. Burada da sevap çok kabul edilmiştir.

"Bir de bu, onlara amellerini tastamam ödemesi içindir” amellerinin karşılığını demektir. Nâfi', İbn Âmir, Hamze, Kisâî ve İbn Zekvân nûn ile (linüveffıyehüm) okumuşlardır.

"Onlar zulme uğratılmazlar” sevabı azaltmak ve azâbı artırmakla.

20

Kâfirler ateşe sunuldukları gün, onlara: Zevklerinizi dünya hayatınızda giderdiniz ve onlarla sefa sürdünüz. İşte bugün yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve fasıklık etmenizden dolayı aşağılık azâbı ile cezalanacaksınız, denir.

"Kâfirler ateşe sunuldukları gün” onunla azâp olunurlar,

şöyle de denilmiştir: Ateş onlara sunulur, fakat mübalağa için ters çevrilmiştir, Meselâ urideatün nakatü alel havzı (deve havuza sunuldu) gibi.

"Giderdiniz” onlara: Giderdiniz, denilir. Bu da elyevme'nin nasbidir. İbn Kesîr, İbn Âmir ve Ya'kûb istifham olarak okumuşlardır. Ancak İbn Kesîr memdud hemze ile okurdu (âzhebtüm), o ikisi ise hem böyle hem de gerçek iki hemze ile okurlardı (teshil yapmadan). "Zevklerinizi” lezzetlerinizi "dünya hayatında” tamamen bitirdiniz "ve onlarla sefa sürdünüz” artık sizin için onlardan bir şey kalmadı.

"İşte bugün aşağılık azâbı ile cezalanacaksınız” hûn, hevân (aşağılık) demektir ki, öyle de okunmuştur.

"Büyüklük taslamanızdan ve fasıklık etmenizden dolayı” haksız yere kibirlenmenizden ve Allah’ın taatının dışına çıkmanızdan dolayı. Sin'in kesri ile tefsikun da okunmuştur.

21

Âd'in kardeşini (Hûd'u) da hatırla, hani, Ahkâf'ta kavmini uyarmıştı. Onun önünden ve arkasından uyarıcılar gerçekten geçmişti.

"Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin. Gerçekten ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorumdiye uyarmıştı.

"Âd'in kardeşini de an” yani Hûd'u,

"hani, Ahkâf'ta kavmini uyarmıştı” Ahkâf, hıkf'in çoğuludur, yüksek uzunca kum yığınıdır, ihkavkafeş şey'ü deyiminden gelir ki, eğrilmektir. Onlar Yemen'in Şihr bölgesinde denize nazır kumlar arasında otururlardı.

"Onun önünden ve arkasından uyarıcılar gerçekten geçmişti” Hûd'dan önce ve sonra elçiler geçmişti. Cümle hâl’dir ya da itirazdır. (Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin diye uyarmıştı) ey latabudu demektir ki, en müfessire, ya da bien tabudu demektir ki, mastariye olur. Müfessire olması şundandır, çünkü bir şeyden men etmek, onun vereceği zarardan da uyarmaktır.

"Gerçekten ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum” şirkiniz sebebiyle.

22

Onlar dediler: "Bizi İlâhlarımızdan çevirmen için mi bize geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen bize ettiğin tehdidi getir, dediler.

"Onlar dediler:

"Bizi İlâhlarımızdan çevirmen için mi bize geldin?” İlâhlarımıza ibâdetten çevirmek için mi?

"Öyleyse bize va'dettiğin şeyi getir” şirke karşı tehdit ettiğin azâbı.

"Eğer doğru söyleyenlerden isen” vaadinde.

23

Dedi: O bilgi ancak Allah'ın katındadır. Ben size benimle gönderilen şeyi tebliğ ediyorum. Ancak ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.

"Dedi: O bilgi ancak Allah'ın yanındadır". Size gelecek azabın vakti hakkında bilgim yoktur, müdahale de edemem ki, onu acele isteyeyim. Onun ilmi ancak Allah'ın yanındadır, mukadder vaktinde onu getirir.

"Ben size benimle gönderilen şeyi tebliğ ediyorum". Elçinin tebliğden başka bir görevi (elçiye zeval) yoktur.

"Ancak ben sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum” elçilerin azâp için ve teklif edilen bütün mu'cizeleri getirmek için değil, tebliğ etmek ve uyarmak için gönderildiklerini bilmiyorsunuz.

24

Onu (azâbı) vadilerinin karşısında geniş (yayvan) bir bulut hâlinde görünce:

"İşte, bize yağmur yağdıracak bir bulut!” dediler. Hayır, o, sizin acele istediğiniz şeydir. İçinde acıklı bir azâp bulunan bir rüzgârdır.

(Onu bir bulut hâlinde görünce) ufku kaplamış bir bulut şeklinde (vadilerinin karşısında) vadilerine bakar vaziyette demektir. İzafet lafzîdir (onun için ârıdan'a sıfat olmuştur)

(işte bize yağmur yağdıracak bir bulut, dediler!) "Hayır, o” yani Hûd aleyhisselâm: Bilâkis o "acele ettiğiniz şeydir” azaptır, dedi. Kul bel şeklinde de okunmuştur.

"bir rüzgârdır” rîh lâfzının edatından bedel olması da câizdir (içinde acıklı bir azâp vardır) bu da rîh'in sıfatıdır (helâk eder) kavli de öyledir (o da sıfattır).

25

Her şeyi Rabbinin emri ile helâk eder. Derken sabahleyin yurtlan dışında hiçbir şey görünmüyordu. İşte biz suçlular toplumunu böyle cezalandırırız.

"Her şeyi” canlarından ve mallarından ne varsa "Rabbinin emri ile” çünkü nerede hareket eden bir şey veya duran bir şey varsa, mutlaka onun dilemesi iledir. Emir, Rabb ve rabbin rüzgâra izafesinde birçok faydalar vardır, bunlar da defalarca geçmiştir. Yedmürü külle şey'in de okunmuştur ki, demere demaren'den gelir, o da helâk olmaktır. Bu durumda aid zamiri hazf edilmiş olur ya da rabbiha'daki zamirdir. Cümlenin mümkün olan her şeyin hükme bağlı, öne alınmaz ve geriye bırakılmaz kesin bir vakti olduğunu bildirmek için yeni söz başı olması da câizdir. O zaman he zamiri küllü şeye gider, çünkü o eşya manasınadır.

"Derken sabahleyin yurtları dışında hiçbir şey görülmedi” yani onlara rüzgâr geldi, onları kırıp geçirdi; sabahleyin öyle oldular ki, eğer orada hazır olsa idin yurtlarından başka bir şey görmezdin. Âsım, Hamze ve Kisâî Mazmûm ye (layüra) ve Merfû' mesakin ile (illâ mesakinühüm) okumuşlardır.

"İşte biz, suçlular toplumunu böyle cezalandırırız".

Rivâyete göre Hûd aleyhisselâm fırtınayı hissedince mü'minleri etrafı kapalı bir yere götürdü; fırüna geldi, kum tepelerini kâfirlerin üzerine yıktı. Yedi gece sekiz gündüz altında kaldılar. Sonra rüzgâr onları açtı ve savurarak denize fırlattı.

26

Yemin olsun, gerçekten onlara size vermediğimiz imkânları vermiştik. Onlara kulaklar, gözler ve kalpler verdik. Ne kulakları ne gözleri ne de kalpleri onlardan hiçbir şey savmadı. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Alay ettikleri şeyler onları kuşattı.

 (Gerçekten onlara size vermediğimiz imkânlar vermiştik) in edâtı nâfiyedir bu da burada ’dan daha güzeldir. Çünkü olursa lâfzan tekrar olur, bunun içindir ki, mehma'da elifi he'ye kalp olunmuştur ya da in şartıyedir, cevabı mahzûf, takdiri de şöyledir: Onları öyle bir yere yerleştirdik ki, eğer sizi oraya yerleştirse idik, taşkınlığınız daha çok olurdu ya da in sıladır (zâittir) şu beyitte olduğu gibi:

Kişi görmediği şeyi umar durur,

Önüne mani olan engeller çıkar.

Birincisi (in'in nafiye olması) daha açık ve "onların üstleri başları daha düzgündü” (Meryem: 74) ve "sizden daha kuvvetli ve eserleri de daha çoktu” (Ğafir: 21) âyetlerine daha uygundur.

"Onlara kulaklar, gözler ve kalpler verdik. Ne kulakları ne gözleri ne de kalpleri onlardan hiçbir şey savmadı” az bir şey bile. (Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı) iz, ağna'ya mütealliktir, o da illet yerine geçen bir zarftır. Çünkü hüküm ona izafe edilen şeye bağlanmıştır. Haysü de iz gibidir.

"Alay ettikleri şeyler onları kuşattı” alay ettikleri azâp demektir.

27

Yemin olsun, gerçekten etrafınızdaki kentlerden helâk ettik. Belki dönerler diye âyetleri tekrar ettik.

"Yemin olsun, gerçekten helâk ettik” ey Mekke halkı "etrafınızdaki kentlerden” Meselâ Semûd'un Hicr bölgesi ve Lût kavminin köyleri gibi "Âyetleri çevirdik” tekrar etmekle "belki dönerler diye” küfürlerinden.

28

Kendilerini Allah'a yaklaştırmak için ilâhlar edindikleri (putlar) onlara yardım etmeli değil miydi? Bilâkis onlar onlardan kayboldular. İşte bu, onların yalanları ve uydurdukları şeylerdir.

"Kendilerini Allah'a yaklaştırmak için ilâhlar edindikleri (putlar) onlara yardım etmeli değil miydi?” Onları aracı yaparak Allah'a yaklaşmaya çalıştıkları İlâhları helâklerine mani olmalı değil miydi? Çünkü: Bunlar Allah katında şefaatçilerimiz dediler. İttehazu fiilinin mevsûle râci ikinci mef'ûlu mahzûftur, ikincisi de kurbanin'dir, aliheten de bedel yahut atıf beyandır.

Ya da aliheten ile kurbanen hâl’dir ya da mef’ûlün lehtir, o zaman kurbanen yaklaşmak manasına olur. Ra'nın zammı ile kurubanen de okunmuştur.

"Bilâkis onlar onlardan kayboldular” onlara yardım için görünmez oldular. Onlardan yardım görmeleri ise imkânsızdır, tıpkı yoldan sapmış birinden rehberlik isteme gibidir. (İşte bu, onları çevirdi) bu edindikleri şey nları haktan çevirdi demektir. Mübalağa için effekehüm de okunmuştur. Afikühüm de okunmuştur ki, onları dönük kıldı demektir, afikühüm de okunmuştur ki, yalan, içinde yalan taşıyan sözleri demektir "ve uydurdukları şeylerdir".

29

Hatırla o zamanı ki, cinlerden bir grubu Kur'ân'ı dinlemek üzere sana çevirmiştik. Ona hazır olunca:

"Susun!” dediler. İş bitirilince, uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler.

"Hatırla o zamanı ki, cinlerden bir grubu sana çevirmiştik” burada geçen nefer on sayısından az bir kalabalıktır, çoğulu da enfar gelir. (Kur'ân'ı dinlemek üzere) bu da mana bakımından hâl’dir.

"Ona hazır olunca” Kur'ân'a yahut Resûl'e "susun, dediler!” birbirlerine, sükut edin de, dinleyelim, dediler.

"İş bitirilince” tamam olup da okumaya son verilince demektir. Malum kalıbı ile kadâ da okunmuştur ki, tamamlayan ve bitiren Resûl aleyhis-salâtü ves-selâm olur "uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler” dinledikleri şeylerle onları uyarmak üzere.

Rivâyete göre onlar Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem ile Tâif dönüşünde Vadinnahle'de buluştular, o sırada teheccüt namazında Kur'ân okuyordu.

30

Ey kavmimiz, gerçekten biz, Mûsa'dan sonra, önündekini tasdik edici, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledikdediler.

"Ey kavmimiz, gerçekten biz, Mûsa'dan sonra indirilen bir kitap dinledik, dediler". Bunun Yahûdî oldukları yahut Îsa aleyhisselâm'ın durumunu işitmedikleri için dedikleri de söylenmiştir.

"Önündekini tasdik edici hakka ve doğru yola ileten bir kitap” hak itikatlara ve doğru şerîat hükümlerine ileten demektir.

31

Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine icabet edin ve ona îman edin ki, günahlarınızı bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan korusun.

"Ey kavmimiz, Allah'ın davetçisine icabet edin ve ona îman edin ki, günahlarınızı bağışlasın” bazı günahlarınızı demektir ki, o da sırf Allah hakkı olanlardır, çünkü kul hakları îman etmekle bağışlanmaz.

"Ve sizi acıklı bir azaptan korusun” o da kâfirler için hazırlanmıştır. Ebû Hanîfe radıyallahü anh onların (cinlerin) sadece bağışlanıp azaptan korunacaklarını, onlara sevap olmadığını söylemiştir. Şüphesiz onlar da mükellefiyet bakımından âdemoğulları gibidir.

32

Kim Allah'ın davetçisine icabet etmezse, yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakamaz. Onun için ondan başka dostlar yoktur. İşte onlar apaçık sapıklıktalar.

"Kim Allah'ın davetçisine icabet etmezse, yeryüzünde (Allah'ı) aciz bırakamaz". Çünkü kaçmak ondan kurtarmaz.

"Onun için ondan başka dostlar yoktur” onu kendisinden engelleyecek dostlar.

"İşte onlar apaçık sapıklıktalar” böylesi birine icabetten yüz çevirdikleri için.

33

Görmediler mi, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmakla yorulmayan Allah, ölüleri diriltmeye kâdir değil mi? Evet, şüphesiz o, her şeye kâdirdir.

"Görmedin mi, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmakla yorulmayan Allah” bunları yaratmakta zorlanmayan ve aciz kalmayan Allah, mana şöyle demektir: Onun kudreti zorunludur, büyük cisimleri yaratmakla sonsuzlara kadar eksilmez de kesilmez de

"ölüleri diriltmeye kâdir değil mi?” yani kâdirdir demektir. Ya'kûb'un yakdirü şeklinde okuması da bunu gösterir. Bikadirin'deki be edâtı olumsuzluğu te'kit etmek için fazladan getirilmiştir. Çünkü cümle enne ve mamullerini içermektedir, bunun içindir ki, cevabında.

(Evet, şüphesiz o, her şeye kâdirdir) buyurmuştur. Bu da kudreti genel bir tarzda tespit etmektedir, sanki maksada karşı getirilmiş sağlam delil gibidir. Sanki Allahü teâlâ sureyi dünyayı yaratmakla başlatmış, âhireti ispat etmekle de sona erdirmiştir.

34

Kâfirler ateşe arz olundukları gün onlara:

"Bu gerçek değil mi?” denir. Onlar da: Evet, Rabbimize ant içeriz ki, derler. O da: İnkâr ettiğiniz şeyle azâbı tadın, der.

 (Kâfirler ateşe arz olundukları gün) yevme zarfı gizli bir kavl maddesi ile mensûbtur, o denen söz de (bu gerçek değil midir?) kavlidir. Hâza lâfzı da azaba işâret etmektedir.

"Onlar da: Evet, Rabbimize ant içeriz, dediler. O da: İnkâr ettiğiniz şeyle azâbı tadın, dedi” dünyada inkâr etmekle. Tadın emrinin manası onları horlamak ve azarlamak içindir.

35

Azim sâhibi peygamberler sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar için acele etme. Sanki onlar tehdit edildikleri şeyi gördükleri gün (dünyada) gündüzden ancak bir saat kalmış gibi olurlar. Bu bir tebliğdir. Fâsıklar kavminden başkası mı helâk edilir?

"Azim sâhibi peygamberler sabrettiği gibi sen de sabret” sebat sâhibi ve ciddi peygamberler; çünkü sen de onlardansın. Min edâtı beyaniyedir, bazı manasına olduğu da söylenmiştir. Azim sâhibi peygamberler; şerîat getirenlerdir ki, onu tesis etmek için çok çalıştılar; zorluklarına ve dil uzatanların düşmanlıklarına tahammül ettiler. Meşhurları: Nûh, İbrâhîm, Mûsa ve Îsa'dır, Allah onlara salât ve selâm etsin. Allah'ın verdiği belaya sabredenler de denilmiştir, Meselâ Nûh gibi ki, kavminin eziyetine sabretti. Onu döverlerdi, Öyle ki, baygın düşerdi. İbrâhîm gibi ki, ateşe, çocuğunu boğazlamaya sabretti; boğazlanan da boğazlanmaya sabretti. Ya'kûb da evladını ve gözünü kaybetmeye sabretti; Yûsuf da kuyuya ve zindana atılmaya sabretti. Eyyub da sıkıntılara sabretti. Mûsa'ya da kavmi: Fir'avn'in ordusu bize yetişecek, dedikleri zaman: Hayır, Rabbim benimledir; bana doğru yolu gösterecektir, dedi. Dâvûd da hatasına kırk yıl ağladı. Îsa da kerpiç üstüne kerpiç koymadı (ev yapmadı). "Onlar için acele etme” Kureyş kâfirlerinin azâbı için, çünkü vakti gelince mutlaka gerçekleşecektir.

"Sanki onlar tehdit edildikleri şeyi gördükleri gün dünyada gündüzden ancak bir saat kalmış gibi olurlar” onun korkunçluğundan dünyada kaldıkları süre onlara kısa gelir, öyle ki, onu bir saat sanırlar.

"Belağ” size verilen öğüt yahut bu sûre yeterlidir ya da Resûl aleyhis-salâtü ves-selâmdan bir tebliğdir. Belliğ (tebliğ et) okunuşu da bunu destekler.

Şöyle de denilmiştir: Belağ mübteda’dır, haberi de "lehüm” kavlidir, ikisinin arasındaki de itiraz cümlesidir yani onlar için bir vakit vardır ki, ona yetişeceklerdir. Yetişip de ondaki şeyleri görünce ömür müddetlerini kısa görürler. Nasb ile belağan da okunmuştur ki, belliğu belağan (eksiksiz tebliğ edin) demek olur.

"Fâsıklar kavminden başkası mı helâk edilir?” öğüt almayan ve itaattan çıkanlardan başkası mı helâk edilir? Lâm’ın fethi ve kesri ile de okunmuştur ki, heleke ve helike baplarından gelir. Nûn ve kavmin de nasbi ile (fehel nefüikü illel kavmel fasikıyn) şeklinde de okunmuştur.

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Kim Ahkâf sûresini okursa, onun için dünyadaki kumlar sayısınca onar sevap verilir.

0 ﴿