57 / HADÎDMedîne'de inmiştir, Mekke'de indiği de söylenmiştir. 29 âyettir. 1Göklerde ve yerde kim varsa, hepsi Allah'ı tesbih etti. O mutlak gâlib, hikmet sâhibidir. "Göklerde ve yerde kim varsa, hepsi Allah'ı tesbih etti” burada, Haşir'de ve Saf sûresinde mâzi sıygasıyla (sebbeha); Cumua ve Teğabün sûrelerinde de müzari (yüsebbihu) sıygasıyla zikretmesi şunu bildirmek içindir ki, onu tesbih eden bütün vakitlerinde tesbih etmelidir. Çünkü bu o kadar açıktır ki, durumların farklılığına göre değişmez. İsrâîl (İsra) sûresinde mastarın mutlak (sübhane) şeklinde gelmesi, daha mübalağalıdır; çünkü o mutlak olmakla teşbihi her şeyden ve bütün hâllerde hak ettiğini gösterir. Sebbeha fiili kendi başına geçişli olduğu hâlde burada lâm ile geçişli kılınması nasahtuhu diyecek yerde nasahtu lehu demek gibidir ve şunu akla getirir ki, bir iş Allah için ve sırf onun rızâsı için yapümalıdır. "O mutlak gâlib, hikmet sâhibidir” bu da teşbihe sebep olan şeyi dile getiren hâl’dir (tesbih güçten dolayıdır). 2Göklerin ve yerin mülkü onundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye kâdirdir. "Göklerin ve yerin mülkü onundur” çünkü onları var eden ve onlarda tasarruf eden O'dur. "Diriltir ve öldürür” bu da yeni söz başıdır ya da mahzûf mübtedanın haberidir (hüve yuhyî). "O her şeye” diriltme, öldürme ve vb. şeyler gibi "kâdirdir” kudreti sonsuzdur. 3O; ilktir, sondur, görünendir, görünmeyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir. "O; ilktir” bütün varlıklardan öncedir; çünkü onları icat eden ve ortaya çıkarandır "sondur” onlar fani olduktan sonra baki kalacaktır, ister ki, başkalarından kat'ı nazar ederek zatlan itibarı ile olsun (zatlarına bakılınca fanilikleri anlaşılır, Allah'ın zâtı ise fani olmaz). Ya da o ilktir, çünkü sebepler ondan başlar ve sonuçlar onda biter yahut o dış varlık olarak ilktir, zihnen de sondur. "Görünendir, görünmeyendir” varlığı açıktır; çünkü delilleri çoktur, gerçekte ise görünmeyendir; akıllar onun künhüne vakıf olamaz (onu almaz). Ya da her şeye gâliptir, içini bilmektedir. Birinci vâv (velahirü) ile sonuncusu (velbatın) iki sıfatı birleştirmek içindir; ortadaki vâv ise (vezzahirü) iki topluluğu birleştirmek içindir. "O her şeyi hakkıyla bilendir” onun yanında açıkla gizli birdir. 4O ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'in üzerine kuruldu. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. O, nerede olursanız sizinledir. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir. "O ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'in üzerine kuruldu. Yere gireni bilir” Meselâ tohumlar gibi "ondan çıkanı bilir” Meselâ ekinler gibi "gökten ineni bilir” yağmurlar gibi "ona çıkanı bilir” buharlar gibi. "O, nerede olursanız sizinledir” ilmi ve kudreti hiçbir hâlde sizden ayrılmaz. "Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir” karşılığını size verir, belki de mahlukatın ilimden önce verilmesi, ilmin ona delil olmasındandır. 5Göklerin ve yerin mülkü onundur. İşler yalnız Allah'a döndürülür. Âyetin tefsiri için bak:6 6Geceyi gündüze sokar, gündüzü geceye sokar. O, göğüslerin sâhibini (içindekini) bilir. "Göklerin ve yerin mülkü onundur” bu ifadeyi varlığı ilk yaratma ile kullandığı gibi (diriltme ve öldürme) tekrar etme ile de kullanması (işler yalnız Allah'a döndürülür) bunun o ikisinin öncülü gibi olmasındandır (mülk olursa ilk defa da yaratır, onu tekrar da eder). "Geceyi gündüze sokar, gündüzü geceye sokar. O, göğüslerin sâhibini bilir” içinde saklı olan düşünceleri bilir. 7Allah'a ve Peygamberine îman edin ve size vekâlet verilen şeylerden harcayın. Sizden îman edip harcayanlar için büyük bir mükâfat vardır. "Allah'a ve Peygamberine îman edin ve size vekâlet verilen şeylerden harcayın” Allah'ın size tasarruf etme (kullanma yetkisi) verdiği şeylerden Allah yolunda harcayın. Onlar aslında kendisinindir, sizin değildir. Yada sizden öncekilerden size devrettiği, mülkiyet ve tasarrufunuza geçirdiği şeylerden demektir. Bunda Allah yolunda harcamaya teşvik ve bunun nefse kolay geldiğine işâret vardır. "Sizden îman edip harcayanlar için büyük bir mükâfat vardır” bu vaatte birkaç mübalağa vardır: İsim cümlesinin tercih edilmesi, îman ve infakın zikredilmesi, hükmün zamire isnat edilmesi, ücretin nekire kılınması ve onun büyük sıfatı ile nitelenmesi gibi. 8Size ne oluyor da Allah'a îman etmiyorsunuz, Peygamber sizi Rabbinize îman etmeniz için davet ediyor. Halbuki sizden gerçekten sözünüzü almıştı, eğer mü'minler iseniz. "Size ne oluyor da Allah'a îman etmiyorsunuz?” yani îman etmemekle ne yapmak istiyorsunuz demektir, Meselâ: "Neden ayakta duruyorsun?” gibi. (Peygamber sizi Rabbinize îman etmeniz için davet ediyor) bu, tü'minune'nin zamirinden hâl’dir Mana da şöyledir: Peygamber sizi deliller ve âyetlerle davet ettiği hâlde ona îmanı terk etmede ne gibi mazeretiniz vardır? (Halbuki sizden gerçekten sözünüzü almıştı) yani Allah bundan önce gözünüzün önüne deliller dikmek ve ona bakma imkânı vermekle bundan önce îman için sağlam söz almıştı. Vâv yed'uküm'ün mefuluhdan hâl içindir. Ebû Amr meçhul kalıbı ile (uhize) ve Merfû' olarak da misakuküm okumuştur. "Eğer mü'minler iseniz” herhangi bir mûcip sebebe; zira bundan daha fazla mûcip bir sebep yoktur. 9O ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarması için kuluna apaçık âyetler indiriyor. Şüphesiz Allah, size elbette çok şefkatli, çok merhametlidir. "O sizi çıkarması için kuluna apaçık âyetler indiriyor” yani Allah yahut kulu "karanlıklardan aydınlığa çıkarması için” küfrün karanlıklarından îmanın aydınlığına. "Şüphesiz Allah, size elbette çok şefkatli, çok merhametlidir” öyle ki, sizi Peygamber ve âyetlerle uyardı ve sırf aklî deliller getirmekle yetinmedi. 10Size ne oluyor da Allah yolunda harcamıyorsunuz? Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. İçinizden fetihten önce harcayıp da savaşanlar bir değildir. İşte onlar sonradan harcayıp da savaşanlardan derece itibarı ile daha büyüktür. Gerçi Allah her birine en güzelini va'detmiştir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. "Size ne oluyor da harcamıyorsunuz?” yani neyiniz var da infak etmiyorsunuz "Allah yolunda” sizi ona yaklaştıracak şeylerde. "Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır” Haşindeki her şeye o mirasçı olacaktır, hiç kimseye mal kalmayacaktır. Durum böyle olunca ona karşılık yani sevap getirecek yere harcamak daha evlâdır. "İçinizde fetihten önce harcayıp da savaşanlar bir değildir. İşte onların derecesi daha büyüktür” bu da harcayanlar arasındaki farkı göstermek içindir; çünkü o; öncelik, yakin kuvveti ve en faziletlisini araştırmak gibi şeylere göre değişir. Bunu da Allah yolunda infaka teşvik ettikten sonra bildirmiştir. Savaşı zikretmesi ise bir münasebetledir. Harcayanın karşıtı (alternatifi) de açık olduğu ve arkasının da ona delâlet ettiği için atılmıştır. Fetih de Mekke'nin fethidir; çünkü onunla İslâm kuvvetlendi ve Müslümanlar çoğaldı; savaşa ve infaka ihtiyaç azaldı. "Sonradan harcayanlardan” fetihten sonra demektir. "Ve savaşanlardan. Gerçi Allah her birine en güzelini va'detmiştir” yani Allah harcayanlardan her birine en güzelini va'detmiştir ki, o da cennettir. İbn Âmir mübteda olarak ref ile ve küllün okumuştur yani ve küllün vaadehullahu demektir. Bunu da üzerine atfedildiği şeyle uyumlu olması için böyle okumuştur. "Allah yaptıklarınızdan haberdardır” dışını da içini de bilir ve hesap ederek size karşılığını verir. Âyet Ebû Bekir radlyallahu anh hakkında inmiştir; çünkü o ilk îman eden, Allah yolunda ilk mal harcayan ve kâfirlerle ilk mücadele edendir. Öyle ki, kendini döverlerdi, neredeyse ölüme yaklaşırdı. 11Kim Allah'a güzel bir ödünç verir ki, Allah ona katlayıversin. Onun için çok değerli bir mükâfat vardır. "Kim Allah'a güzel bir ödünç verir ki,” yani kim karşılık umudu ile malını onun yolunda harcar ki, demektir. Çünkü bu kimse ona ödünç veren gibidir. Güzel ödünç vermek de ihlâsla malın ve verilecek yerin en iyisini araştırmakla olur "Allah da ona katlayıversin” ona mükâfatını kat kat versin. "Onun için çok değerli bir mükâfat vardır” yani katlanan o mükâfat bizzat değerli olduğu için katlanmasa da hedeflenmelidir, artık katlanırsa nasıl olur! Âsım mana itibarı ile istifhamın cevabı olarak nasb ile feyudaifehu okumuştur. Sanki şöyle buyurmuştur: Eyukridallaha ahadün feyudaifehu demiş gibidir. İbn Kesîr Merfû' olarak feyudaifuhu okumuştur; İbn Âmir ile Ya'kûb da mensûb olarak feyudifehu okumuşlardır. 12O günde mü'min erkekleri ve mü'min kadınları görürsün ki, nurları önlerinde ve sağlarında koşmaktadır. Bugün müjdeniz, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir, içlerinde ebedî kalıcılar olarak. İşte büyük kurtuluş budur. (O günde mü'min erkekleri ve mü'min kadınları görürsün). Bu da velehu kavlinin yahut feyudaifehu'nûn zarfıdır ya da üzkür gizlidir "nurları koşmaktadır". Yani kurtuluşlarını ve cennete yol bulmalarını gerektiren şey koşar "önlerinde ve sağlarında” çünkü mutlulara amel defterleri bu iki taraftan verilir. "Bugün müjdeniz, cennetlerdir” yani onları karşüayan melekler: Müjdeniz, yani müjdesi verilen şey cennetlerdir ya da müjdeniz cennetlere girmektir, derler. "Altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. İçlerinde ebedî kalıcılar olarak. İşte büyük kurtuluş budur” bu da geçen nura ve ebedî cennetlerle müjdeye işarettir. 13O günde erkek münâfıklar ve kadın münâfıklar, îman edenlere: "Bizi bekleyin de nurunuzdan alalım” derler. (Onlara): "Arkanıza dönün de nûr arayın” denir. Aralarına kapısı olan bir sur vurulur (duvar çekilir). İçinde rahmet, dış tarafında da azâp vardır. (O günde erkek münâfıklar ve kadın münâfıklar der) bu da yevme tera'dan bedeldir, "îman edenlere: Bizi bekleyin” çünkü onlar cennete yıldırım hızıyla giderler ya da bize bakın demektir. Çünkü onlara bakınca karşüaşmış olurlar ve önlerindeki nurdan aydınlanırlar. Hamze enzıruna okumuştur ki, onların yetişmesi için ağırlaşmaları onlara süre vermektir. "Nurunuzdan alalım” ondan istifade edelim. "(Onlara): Arkanıza dönün denir” dünyaya dönün "nûr arayın” İlâhî marifetleri ve üstün ahlâkı elde etmekle; çünkü bunlar orada doğar. Ya da mahşer yerine dönün demektir, nûr oradan alınır. Ya da istediğiniz yere dönün; başka bir nûr arayın; çünkü buna yol yoktur, derler. Bu da onlarla alaydır ve mü'minlerden yahut meleklerden ümit kestirmedir. "Aralarına vuruldu” mü'minlerle münâfıkların aralarına "bir sur” bir duvar çekildi "onun kapısı vardır” mü'minlerin gireceği bir kapısı vardır. "Onun içinde” surun yahut kapının içinde "rahmet vardır” çünkü o cennetten taraftadır. "Dış tarafında da o cihetten azâp vardır” o istikametten demektir, çünkü ateşten taraftadır. 14Onlara "Biz de sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. "Evet, ancak siz kendinizi yaktınız, beklediniz, şüphe ettiniz ve kuruntular sizi aldattı. Nihayet Allah'ın emri geldi ve sizi çok aldatan (şeytan) aldattı” derler. "Onlara: Biz de sizinle değil miydik?” diye seslenirler” dıştan onlara katıldıklannı kast ediyorlar "onlar da: Evet, ancak siz kendinizi yaktınız” münâfıklıkla "beklediniz” mü'minlerin başlarına belâ gelmesini "şüphe ettiniz” dinde tereddüt gösterdiniz "ve kuruntular sizi aldattı” Meselâ ömrün uzaması gibi. "Nihayet Allah'ın emri geldi” o da ölümdür. "Ve sizi çok aldatan aldattı derler” O da şeytan yahut dünyadır. 15"Bugün ne sizden ne de kâfirlerden fidye alınmaz. Barınağınız ateştir. Size yaraşan odur. Ne kötü varış yeridir!" (Bugün sizden fidye alınmaz) kurtuluş bedeli alınmaz. İbn Âmir ile Ya'kûb te ile (latu'hazu) okumuşlardır "ne de kâfirlerden” içten ve dıştan kâfir olanlardan. "Barınağınız ateştir. Size yaraşan odur” size lâyık olan odur. Mevlâ evlâ demektir, Şâir Lebid'in dediği gibi: Yabanöküzü her iki tarafa, sağa sola seğirtti, Ölümün geldiği yer orası sandı. Mevlâküm lâfzının gerçek anlamı size lâyık olan demektir yani size yakışan orasıdır denecek yerdir. Meselâ: Hüve meinnetül keremi denir ki, o, cömerttir denecek bir yerdir demektir ya da yakında yeriniz olacak cehennem demektir. Bu da vely kökünden gelir ki, yakınlık manasınadır ya da yardımcınız ateştir demektir ki, bu da: Selamlaşmaları birbirine feci darbe indirmektir, sözü gibidir yahut sizin mütevellinizdir, demektir, nitekim siz de dünyada onun gereklerini üstlenmiştiniz. "Ne kötü varış yeridir” cehennem. 16Îman eden kimseler için, kalplerinin Allah'ın zikrine ve Hak'tan inene saygı duyacağı ve önceden kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçtiği için kalpleri katılaşanlar gibi olmayacakları vakit gelmedi mi? Onlardan çoğu fâsıklardır. (Îman eden kimseler için kalplerinin Allah'ın zikrine saygı duyacağı vakit gelmedi mi?) elem ye'ti vaktuhu (vakti gelmedi mi) demektir ki, enel emrü ye'ni enyen ve enen denir ki, bir şeyin vakti gelmektir. Hemzenin kesri ve nûn'un sükûnu ile elem yein de okunmuştur ki, âne yeînü'den gelir, o da eta (gelmek) manasınadır ve elemmâ ye'ni de okunmuştur. Rivâyete göre mü'minler Mekke'de kıtlığa yakalandılar, Medîne'ye hicret edip de rızık ve nimete nâil olunca eski hâllerinden gevşediler; âyet de bunun üzerine indi. (Ve inen hakka) Kur'ân'a demektir. Bu da iki sıfattan birinin diğerine atfı gibi lizikrillahi'nin üzerine atıftır. Zikirden Allah'ı zikretmenin murat edilmesi de câizdir. Nâfi', Hafs ve Ya'kûb şeddesiz olarak nezele okumuşlardır ve enzele de okunmuştur. (Önceden kendilerine kitap verilenler gibi olmamalarının vakti gelmedi mi?) bu da en tahşea'nın üzerine atıftır. Rüveys te ile vela tekunu okumuştur ki, maksat ehl-i kitaba benzemekten men etmektir, o da şöyle hikâye edilmiştir: "Üzerlerinde uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı” Ömürleri uzadığı ve uzun hülyalara daldıkları için süreleri uzadı ya da kendileriyle peygamberlerinin arası uzadığından kalpleri katılaştı demektir. Dal'ın şeddesi ile emeddü de okunmuştur ki, uzun vakit demektir. "Onlardan çoğu fâsıklardır” kalpleri çok sertleştiği için dinlerinden çıkmış ve kitaplanndakini terk etmişlerdir. 17Bilin ki, Allah yeryüzünü ölümünden sonra diriltir. Size âyetleri böylece açıkladık ki, aklınızı çalıştırasınız diye. "Bilin ki, Allah yeri ölümünden sonra diriltir” bu da katılaşan kalplerin zikir ve Kur'ân okumakla diriltilmesinin temsilidir; saygıya teşvik etmek ve kanlıktan men etmek içindir. "Âyetleri size gerçekten açıkladık ki, aklınızı çalıştırasınız diye” Aklınız kemale erdirmeniz için. 18Gerçekten sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar ve Allah’a güzel bir ödünç verenler için (Ödünçleri) katlanır ve onlar için pek güzel bir mükâfat vardır. (Gerçekten sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar) innel mütesaddikine velmütesaddikati demektir ve böyle de okunmuştur. İbn Kesîr ile Ebû Bekir sad'ı şeddesiz olarak okumuşlardır ki, Allah'ı ve Resûlünü tasdik edenler demek olur. (Ve Allah’a güzel ödünç verenler) bu da elmusaddikîne'deki fiilin manasına atıftır, çünkü manası: Ellezîne issaddaku ya da Ellezîne saddaku demektir. Bu da birinci okunuşa göre şunu vurgulamak içindir: Mühim olan ihlâsla birlikte verilen sadakadır. "Onların ödünçleri katlanır” manası yudaafu okunuşuyla beraber daha önce geçtiği gibidir, ancak şu var ki, yudaafu cezim yapılmamıştır, çünkü inne'nin haberidir, o da lehüm lâfzına ya da mastarın zarnirine (ikrad yahut tasaduk) isnat edilmiştir. 19Allah'a ve peygamberlerine îman edenler (yok mu), işte onlar Rablerinin katında sıddikler ve şehitlerdir. Onlar için mükâfatları ve nurları vardır. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar (var ya), işte onlar cehennemin yaranlarıdır. "Allah'a ve peygamberlerine îman edenler yok mu, işte onlar Rablerinin katında sıddikler ve şehitlerdir". Yani onlar Allah katında sıddıklar ve şehitler mesabesindedir ya da onlar doğrulukta ileri gidenlerdir; çünkü onlar îman ettiler ve Allah, peygamberlerinin bütün haberlerini tasdik ettiler, şahitliği Allah ve kendileri için ayakta tuttular ya da kıyâmet gününde ümmetlerin şahitleridir. Şöyle de denilmiştir: Eşşühedau inde rabbihim mübteda ve haberdir (şâhitler Rablerinin yanındadır) bunlardan murat edilenler de peygamberlerdir. Bu da "Her ümmetten bir şâhit, seni de onların üzerine şâhit getirdiğimiz zaman nasıl olur?” (Nisa: 41) kavlinden gelir (aynı manayadır). Ya da Allah yolunda şehit düşenler demektir. "Onlar için mükâfatları ve nurları vardır” sıddıkların ve şehitlerin mükâfatları ve nurları gibi, ancak farklılığın olması için bunda katlanma yoktur ya da onlara vaat edilen mükâfat ve nûr vardır, demektir. "İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar var ya, işte onlar cehennemin yaranlarıdır” bunda şuna delil vardır ki, cenennemde ebedî kalmak kâfirlere hâstır, çünkü cümlenin kuruluşu bu özelliği akla getirmektedir, sohbet de (ashâb) örfe göre ayrılmamayı gösterir. 20Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, aranızda övünme ve mallarda ve çocuklarda çokluk yarışıdır. (Bunlar) bitkisi çiftçilerin hoşuna giden bir yağmur misali gibidir. Sonra o bitki kurur, onu sararmış görürsün. Sonra da bir kırıntı olur. Âhirette çetin bir azâp ve Allah'tan bir bağış ve hoşnutluk vardır. Dünya hayatı ancak aldanma metaıdır. "Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, aranızda övünme ve mallarda ve çocuklarda çokluk yarışıdır". İki fırkanın da Âhiretteki hayatını anlatınca dünya işlerini yani ilerideki kurtuluşa ulaştırmayan dünya işlerini hor gösterdi. Onları hayalî, faydası az ve çabuk geçici olarak açıkladı; çünkü onlar insanların kendilerini yorduğu bir oyun gibidir, tıpkı çocukların faydasız yere oynadıkları oyun gibidir ve onlar insanları önemli işlerinden alıkoyan bir eğlence ve süstür; güzel elbiseler, göz alıcı binitler ve kıymetli evler gibi. Bunlar soy sopla övünme ve sayı ve araç gereçlerle çokluk yarışıdır. Sonra da bunu şöyle tespit etti: "Bunlar bitkisi çiftçilerin hoşuna giden bir yağmur misali gibidir. Sonra o bitki kurur, onu sararmış görürsün. Sonra da bir kırıntı olur". Bu da dünyanın çabuk geçmesinin ve az faydalı olmasının yağmurun bitirdiği ürün ile temsilidir. Sonra dimdik olur, çiftçilerin yahut Allah'ı inkâr eden kâfirlerin hoşuna gider. Çünkü onlar dünya süsünden çok hoşlanırlar. Bir de mü'min hoşuna giden bir şey gördüğü zaman hemen oradan hareket eder, onu yaratanın kudretine geçer ve ona hayranlığını ifade eder. Kâfirin fikri ise gözünün gördüğü ile sınırlı kalır; hep onu beğenir. Sonra o bitki kurur; sararır, sonunda da çerçöp olur. Sonra da Allahü teâlâ sonsuz âhiret işlerini büyüterek: "Âhirette büyük bir azâp vardır” dedi. Bunu da dünyaya dalmaktan nefret ettirmek ve ebediyet yurdunun ikramını kazandıracak şeye teşvik etmek için yaptı. Sonra da bunu pekiştirerek: "Allah'tan bir bağış ve hoşnutluk vardır” dedi. Yani ona yönelip onun dışında bir şey talep etmeyen için demektir. "Dünya hayatı ancak aldanma metaıdır” yani hep ona yönelen ve onu Âhireti kazanmada kullanmayan için demektir. 21Rabbinizden bir magfirete ve eni göğün ve yerin eni gibi geniş olan ve Allah’a ve peygamberine irnan edenler içln hazırlanan cennete koşun. İşte bu, Allah'ın lütfüdür; onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir. "Koşun” yarış alanında müsabaka edenlerin koşması gibi koşun "Rabbinizden bir mağfirete” onu kazandıracak şeylere "ve eni göğün ve yerin eni gibi geniş olan cennete". Yani onun eni ikisinin eni kadardır. Eni böyle olursa artık boyu için ne düşünürsün! Şöyle de denilmiştir: Bundan maksat onun genişliğidir Meselâ "o geniş (uzun uzadıya) dua eder” (Fussilet: 51) âyeti gibi. "Allah'a ve peygambere îman edenler için hazırlanmıştır” bunda cennetin (şimdi) yaratılmış olduğuna ve tek başına îmanın onu hak etmeye yettiğine delil vardır. "İşte bu, Allah'ın lütfüdür; onu dilediğine verir” bu vaat edilen şeyi mecbur olmadan dilediğine ihsan eder. "Allah büyük lütuf sâhibidir” ne kadar büyük olursa olsun onu ihsan etmesi yadırganamaz. 22Yerde ve nefislerinizde başınıza gelen herhangi bir musibet, mutlaka onu yaratmamızdan önce bir kitaptadır. Şüphesiz bu, Allah'a pek kolaydır. "Yerde başınıza gelen herhangi bir musibet” kıtlık ve afet gibi "ve nefislerinizde” hastalık ve noksanlık gibi "mutlaka bir kitaptadır” Levh-i Mahfûz'da yazılmıştır, Allahü teâlâ'nın üminde tespit edilmiştir. "Onu yaratmamızdan önce” nebraeha'daki zamir musibete yahut yere veyahut nefislere râcidir. "Şüphesiz bu” yani bunu kitaba geçirmek "Allah'a çok kolaydır” çünkü Allahü teâlâ'nın malzemeye de süreye de ihtiyacı yoktur. 23(Allah bunu haber verdi) ki, kaçırdığınıza üzülmeyesiniz ve size verdiğine de sevinmeyesiniz. Allah her kendini beğeneni, çok övüneni sevmez. "Üzülmeyesiniz diye” tespit etti ve yazdı ki, üzülmeyesiniz "kaçırdığınıza” kaçırdığınız dünya nimetlerine "ve verdiğine de sevinmeyesiniz diye” Allah'ın onlardan size verdiğine. Çünkü bir kimse her şeyin takdir ile olduğunu bilirse vaziyet ona kolay gelir. Ebû Amr ityan mastarından etâküm okumuştur ki, mafateküm'e denk gelsin. Birinci okuyuşa göre şunu bildirmektir ki, nimetin kaçması etkili sebepsiz olur (yokluğun illeti illetin yokluğudur). Meydana gelmesi ve devam etmesi ise onu icat eden ve sürdüren bir sebeple olur. Maksat Allah'ın emrine teslimiyete mani olan üzüntüyü bertaraf etmektir; sevinme için de kibir ve gurur getirecek sevinmeyi izale etmektir. Bunun içindir ki, arkasından "Allah her kendini beğeneni, çok övüneni sevmez” buyurmuştur. 24Onlar ki, cimrilik ederler ve insanlara cimriliği emrederler. Kim yüz çevirirse, şüphesiz Allah, zengindir, övgüye layıktır. (Onlar ki, cimrilik ederler ve insanlara cimriliği emrederler) bu da külle muhtalin'den bedeldir; çünkü kendini beğenen genellikle malda cimrilik eder ya da Ellezîne mübteda’dır, haberi de mahzûftur, ona da (kim yüz çevirirse, şüphesiz Allah zengindir, övgüye layıktır) kavli delâlet etmektedir. Çünkü bunun manası; kim Allah yolunda harcamaktan yüz çevirirse şüphesiz Allah'ın ona da harcamasına da ihtiyacı yoktur. O zâtı itibarı ile övülendir. Şükründen yüz çevirmek ona zarar vermez, ona nimetinden bir şeyle yaklaşmak da menfaat temin etmez, demektir. Bunda tehdit de vardır ve şunu da akla getirmektedir ki, Allah yolunda harcama emri harcayanın menfaatinedir. Nâfi' ile İbn Âmir innallahel ğaniyyü şeklinde okumuşlardır. 25Yemin olsun, gerçekten elçilerimizi kesin delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı ve teraziyi indirdik ki, insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye. Demiri de indirdik; onda çetin bir sertlik ve insanlar için faydalar vardır. Ve Allah, gıyapta kendine ve peygamberlerine kim yardım ediyor bilsin diye. Şüphesiz Allah, pek güçlüdür, mutlak gâlibtir. "Yemin olsun, gerçekten elçilerimizi gönderdik” yani melekleri peygamberlere ya da peygamberleri ümmetlere gönderdik, demektir "kesin delillerle” kanıtlar ve mu'cizelerle. "Ve onlarla beraber kitabı indirdik” hak meydana çıksın ve doğru iş yanlışından aynisin diye "teraziyi de indirdik” ki, onunla haklar eşitlensin ve adalet yerine getirilsin, nitekim Allahü teâlâ "insanlar adaleti ayakta tutsunlar” buyurmuştur. Onun indirilmesi sebeplerinin indirilmesidir ve hazırlama emridir. Şöyle denilmiştir: Terazi Nûh aleyhisselâm'a indirildi. Bundan adaleti murat etmek de câizdir. "İnsanlar adaleti ayakta tutsunlar diye” onunla siyaset ayağa kalksın ve onunla düşmanlar püskürtülsün, nitekim şöyle buyurmuştur: "Demiri de indirdik; onda çetin bir sertlik vardır” çünkü savaş aletleri ondan yapılır "ve insanlar için faydalar vardır” çünkü nerede bir sanat varsa, mutlaka aletleri demirdendir. (Ve Allah, gıyaben kendine ve elçilerine yardım edeni bilsin) kâfirlerle savaşırken demir silâhlan kullanmakla. Atıf mahzurun üzerinedir, bunu da mâ-kabli (yukarısı) göstermektedir; çünkü o (fihi be'sün şedid), ület içeren bir hâl’dir ya da lâm mahzûfa mütealliktir yani enzelehu liyaleme demektir. "Bilğaybi” yansuru'da gizli zamirden hâl’dir. "Şüphesiz Allah, pek güçlüdür” helâk etmek istediğini helâk etmeye "mutlak gâlibtir” yardıma ihtiyacı yoktur. Onlara savaşı emretmesi ondan yararlanmaları ve emrini yerine getirerek sevabı hak etmeleri içindir. 26Yemin olsun, gerçekten Nûh'u ve İbrâhîm'i gönderdik ve soylarına peygamberlik ve kitap verdik. Onlardan kimi doğru yoldadır. "Yemin olsun, gerçekten Nûh'u ve İbrâhîm'i gönderdik ve soylarına peygamberlik ve kitap verdik” onları peygamber kılmak onlara kitaplar indirmekle. Kitaptan yazı murat edilmiştir de denilmiştir. "Onlardan” zürriyetten yahut ümmetlerden demektir ki, buna da erselna (gönderdik) kavli delâlet etmektedir "kimi doğru yoldadır. Onlardan çoğu da fâsıklardır” doğru yoldan çıkanlardır. Karşılık üslûbunun değiştirilmesi onları daha çok kınamak ve çokluğun da sapıklıktan kaynaklandığını göstermek içindir. 27Sonra da arkalarından peygamberlerimizi gönderdik. Arkasından da Meryem oğlu Îsa'yı gönderdik ve ona İncil'i verdik. Ona tâbi olanların kalplerine bir şefkat ve bir merhamet koyduk. Ruhbanlığı ise onu kendileri icat ettiler. Onu üzerlerine biz yazmadık, ancak Allah'ın rızâsını aramak için. Ona da hakkı ile riayet etmediler. Onlardan îman edenlere mükâfatlarını verdik. Onlardan çoğu da fâsıklardır. "Sonra da arkalarından peygamberlerimizi gönderdik. Arkasından da Meryem oğlu Îsa'yı gönderdik” yani elçileri arka arkaya gönderdik, ta Îsa aleyhisselâm'a kadar böyle devam etti demektir. Zamir Nûh ile İbrâhîm'e ve bu ikisinin gönderüdiği ümmetleredir ya da bu ikisi ile çağdaş olanlaradır; zürriyete değildir. Çünkü arkadan gönderilen elçiler de zürriyettendir. "Ona İncil'i verdik” hemzenin fethi ile (Encil) de okunmuştur. Böyle Encil okunması bırtıl lâfzındaki durumdan daha basittir, çünkü Encil yabancıdır. "Ona tâbi olanların kalplerine bir şefkat ve bir merhamet koyduk” reafeten de okunmuştur ki, fealeten vezninde olur "ve bir rahmet. Ruhbanlığı ise kendileri icat ettiler” yani ibtedeu rahbaniyyeten ibtedeuha demektir ya da rahbaniyyeten mübtedeaten (uydurulmuş ruhbanlık) demektir bu takdirde ceale fiilinin mef'ûlu olur. Ruhbanlık da ibâdet ve riyazette aşırıya kaçmak ve insanlardan kopmaktır. Rahbana mensup demektir, bu da çok korkmaktır, rehabe kökünden gelir ki, haşiye'den haşyan gibidir. Zam ile ruhbaniyyeten de okunmuştur, sanki ruhbana mensup demektir. O da rahib'in çoğuludur, tıpkı rakib ve rükban gibi. "Onu üzerlerine biz yazmadık” onlara biz farz kılmadık "ancak Allah'ın rızâsını aramak için” bu da istisna-i munkatıdır yanı fakat Allah'ın rızâsını aramak için onlar uydurdular demektir. İstisnanın muttasıl olduğu da söylenmiştir, çünkü maketebnaha aleyhim onu biz ibâdet kılmadık demektir. Bu, vâcip olanı bertaraf ettiği gibi - ki, ondan kast edilen azabın defidir - mendup olanı da bertaraf eder - ki, ondan kast edilen de Allah'ın rızâsını kazanmaktır - bu da kendileri icat ettiler sözüne muhâlif düşer. Meğerki onu kendileri icat ettiler, sonra ona çağırdılar demek istensin ya da kendileri icat ettiler demenin manası kendileri ortaya koydular ve onu yaptılar, yoksa kendi kafalarından uydurdular demek değildir. "Ona da riayet etmediler” hepsine riayet etmediler demektir "hakkı ile riayet etmediler” ona yani ruhbanlığa üçlemeyi, Îsa'nın tek ilâh olduğunu, gösterişi, Muhammed aleyhis-salâtü ves-selâmı inkâr etmeyi ve benzerlerini ilave etmekle yaptılar. "Îman edenlere verdik” doğru şekilde îman edenlere ki, Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem'e îman da buna dahildir ve ruhbanlığın hukukunu gözetenlere "onlardan” ona yani Îsa'ya tâbi olduklarını söyleyenlerden, bunlara "mükâfatlarını verdik. Onlardan çoğu da fâsıklardır” tâbi olma durumundan çıkanlardır. 28Ey îman edenler, Allah'tan korkun ve Peygamberine îman edin ki, size rahmetinden iki pay versin, size onunla yürüyeceğiniz bir nûr versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. "Ey îman edenler” geçmiş peygamberlere "Allah'tan korkun” sizi yasakladığı şeylerde "ve Peygamberine îman edin” Muhammed aleyhis-salâtü ves-selâm'a "size iki pay versin” iki hisse versin "rahmetinden” Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’e îman ettiğiniz ve ondan öncekine de îman ettiğiniz için. Geçen dinlerinden dolayı sevap almaları akla uzak değildir, o Dîn mensûh olsa da İslâm'ın bereketi ile alabilirler. Şöyle de denilmiştir: Hitap Efendimizin asrındaki Hıristiyanlaradır. "Size onunla yürüyeceğiniz bir nûr versin” bundan "nurları önlerinde koşar” (Hadid: 12) kavlinde zikredilen nûru murat etmiştir ya da Cenab-ı Allah'ın kutsal huzuruna götüren hidâyeti murat etmiştir. "Ve sizi bağışlasın” küfür ve isyanlarınızı "Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir". 29Ehl-i kitap Allah'ın lütfünden hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini ve lütfün Allah'ın elinde olduğunu; onu dilediğine vereceğini bilsinler. Allah büyük lütuf sâhibidir. (Bilsinler) liyalemu demektir, lâ da zâittir, liyaleme, likey yaleme ve lien yaleme okuyuşları da bunu destekler. Nûn'un ye'ye idgamı ile lieyyaleme de okunmuştur. "Allah'ın lütfünden hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini” ellâ (en lâ) bu en enne'den tahfif edilmiştir, Mana da şöyledir: Onlar onun zikredilen lütfünden hiçbir şeye nâil olamazlar, nâil olma imkânı da bulamazlar. Çünkü onlar Resûlüne îman etmediler, ya da lütfüne nâil olma ona îman etme şartına bağlıdır ya da onun lütfünden hiçbir şeye güçleri yetmez, kaldı ki, onun en büyüğü olan peygamberlik üzerinde tasarruf etsinler de onu istedikleri kimseye versinler. "Lütuf Allah'ın elindedir; onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir” kavli de bunu destekler. Lâ'nın zâit olmadığı da söylenmiştir, Mana da şöyledir: Ehl-i kitap Peygamberin ve mü'minlerin Allah'ın lütfüne güç yetiremeyecekler ve ona nâil olamayacaklar diye düşünmesinler. Bu durumda ve ennel fadle lâfzı lieüa yaleme'nin üzerine ma’tûf olur. Lîyla yaleme de okunmuştur, bu da şöyle düşünülmüştür: Hemze hazf edilmiş, nûn lâm'a idgam edilmiş, sonra da ye'ye çevrilmiştir. Leyla yaleme de okunmuştur, bunda da tek harflerde fethanın asıl olduğu düşünülmüştür. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem'den. Kim Hadid sûresini okursa, Allah'a ve bütün peygamberlerine îman edenlerden yazılır. |
﴾ 0 ﴿