2 - BAKARA SÛRESİMedine'de nâzil olup 286 Âyet-i kerîmedir. Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle 1(Elif, Lâm, Mîm.) Allahü teâlâ bununla olan muradını, en iyi bilendir. 2İşte o, Muhammed (aleyhisselâm)'in okuduğu şu Kitap ki, onda onun Allah'ın katından olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Müttekîler ateşten sakınarak, emirlere yapışıp nehiylerden kaçmakla takvaya yönelenler için hidâyetin ta kendisidir. Tam bir hidâyettir. “ hûden“ ikinci haber olup “ hidâyet eden“ demektir. 3Öyle müttekîler ki, gayba öldükten sonra dirilmeye, cennet, cehennem gibi kendilerine gaib olan (görünmeyen) şeylere îman ederler, onları tasdik ederler, namazı ikâme ederler, onu bütün haklarıyla (her şeyiyle) yerine getirirler ve kendilerini rızıklandırdığımız, onlara vermiş olduğumuz şeylerden de Allah'a itâat yolunda infak ederler. 4(Onlar,) öyle kimselerdir ki, sana indirilene Kur’ân'a ve senden önce indirilenlere Tevrat, İncîl ve bu ikisinden başkasına (suhuf ve kitaplara) îman ederler. Âhirete de onlar yakînen bilerek inanırlar. 5İşte onlar (şu) zikredilen şeylerle vasıflanan kimseler, Rableri tarafından tam bir hidâyet üzeredirler. Onlar felâha ermişlerdir, cennete ulaşıp, cehennemden kurtulanların ta kendileridir. 6Muhakkak ki, kâfir olan o kimseleri, Ebû Cehil, Ebû Leheb ve benzerlerini korkutman da korkutmaman da müsâvidir (birdir). Onlar, îman etmezler. Elbette Allahü teâlâ bunu (îman etmeyeceklerini) bildi. Onun için onların îman etmelerini arzu etme. (Âyette zikir olunan) inzâr, korkutmakla beraber bildirmektir. “ İleride şu fenalık var, sakınasın!“ diye irşat etmektir. Âyetteki “ e-enzertehüm” lâfzı: 1. Baş tarafta iki hemzeyle, 2. İkincisinin elife dönüştürülmesiyle, 3. İkincisinin bir miktar yâ mahrecinden çıkartılmasıyla, 4. Birinci hemzeyle, bir miktar yâ mahrecinden çıkarılmış hemzenin arasına bir elif ziyâde etmekle beraber okundu. 7Allah, onların kalblerini mühürledi kalplerine mühür vurdu ve kapattı. Öyle ki, artık o kalplere (iyilik ve) hayır giremez. Kulaklarını da (mühürledi.) Öyle ki, haktan gelenleri duyarak faydalanamazlar. Onların gözlerinde de bir perde vardır. Bundan dolayı hakkı göremezler. Onlar için büyük kuvvetli ve sürekli bir azap vardır. 8İnsanlardan bir kısmı da vardır ki, Allah'a ve son güne Kıyâmet gününe (Çünkü o, günlerin en sonuncusudur.) îman ettik derler. Halbuki onlar, mü’min değildirler. 8'den 20'ye kadar olan âyet-i kerîmeler, münafıklar hakkında inmiştir. Âyetteki ”ve-mâhüm bi-mü'minîn“ cümlesindeki ”hüm” lâfzında “ men” lâfzının manasına riâyet olunmuştur. (Zamir, cemi gelmiştir). “yekûlü“ fiilinin zamiri (olan“ hüve “ ) de “ men“ nin lâfzına riâyet olunmuştur (Zamir, müfret olmuştur.) 9Onlar Allah'ı ve îman etmiş olan kimseleri dünyevî olanhükümlerini (cizye gibi) kendilerinden defetmek için içlerinde gizlemiş oldukları küfrün zıddını (îmanı) izhâr etmekle aldatmak isterler. Halbuki onlar, ancak kendilerini aldatırlar. Çünkü aldatmak istemelerinin vebali (âkibeti) kendilerine dönücüdür. Öyle ki, dünyadayken, Allahü teâlâ, Resûlünü onların gizlemiş oldukları şeyi bildirerek onları rezil eder, âhirette de azâba çekilirler. Farkına da varamazlar, aldatmaya çalışmalarının, kendileri aleyhine olduğunu bilemezler. Âyetteki ”yuhâd iûne “ fiilinin mastarı olan muhâd eatün kelimesi burada (âyette) tek kişi tarafından (olan bir iştir). “ Âkabtü’l-lıssa “= “ hırsızı cezalandırdım“ cümlesinde olduğu gibi. (Âyette) Allah lâfzının zikri tahsindir (âyetin lafızlarını güzelleştirmek içindir). Bir kırâatta “ mâ yuhâd iûne ” lâfzı, “ma yahdeûne “ diye de okunmuştur. 10Onların kalplerinde hastalık şüphe ve nifak vardır. O şüphe ve nifak, onların kalplerini hasta eder, kalplerini zayıflatır. Allah, Kur’ân -ı Azimüşşânı indirdi, fakat onların Kur’ân’ı inkâr etmeleri sebebiyle hastalıklarını arttırdı. Resûlüllahı yalanlamalarından dolayı onlar için elim, acısı katlanmış bir azap vardır. “yukezzibu“ fiili şeddeyle okundu. “ Allah'ın nebîsini “yalanlıyorlar. Bir kırâatta da “yukezzibu“ fiili, tahfifle yekzibûn okundu. “ Biz îman ettik. “sözüyle yalan söylerler. 11Onlarayeryüzünde küfürle ve îmandan alıkoymakla fesat çıkarmayınız denildiğinde, onlar ” Biz ancak ıslâh edicileriz. “ Bizim içinde bulunduğumuz durum fesat değildir, derler. Allahü teâlâ da onlara red olarak buyurdu: 12Haberiniz olsun ki, fesat çıkaranlar, onların ta kendileridir. Fakat bunu anlayamazlar. “ elâ “ Tenbih içindir. 13Onlara: ”siz de insanların, Peygamberin arkadaşlarının îman ettiği gibi îman edin. “ denildiğinde derler ki: ” Biz sefih kimselerin, câhillerin îman ettiği gibi îman eder miyiz? “ Onların yaptığı gibi yapmayız. Allahü teâlâ da onlara red olarak buyurdu: Haberiniz olsun ki, muhakkak onlar sefihlerin ta kendileridir. Fakat bunu bilemezler. 14Onlar, îman edenlere rastladıklarında “Biz îman ettik. “ derler. Mü'minlerden ayrılıp şeytanlarına reislerine döndükleri zaman, “muhakkak biz din hususunda sizinle beraberiz. Biz îman ettiğimizi söyleyerek onlarla alay edicileriz.” derler. Âyetteki “ Lekû“ nun asli ”Lekıyû “idi, ağır görüldüğü için zamme hazfedildi. Sonra da ya, sakin alarak vav ile karşılaştığı için hazfedildi. 15Halbuki Allah, onlarla istiHazret-ia eder, alay ettiklerinden dolayı onları cezalandırır. Küfredip haddi aşmaları sebebiyle onları azgınlıkları içinde başıboş bir hâlde bırakır, onlara mühlet verir. 16Onlar öyle kimselerdir ki, hidâyetin karşılığında dalâleti hidâyetin yerine sapıklığı (imansızlığı) satın aldılar. Onlar, bu ticâretleriyle kâr etmemişlerdir. bilâkis, sonsuz ateşe gittikleri için hüsrana uğramışlardır. Onlar, yaptıklarıyla hidâyete ermiş kimseler değildirler. 17O (münâfık)ların misâli, nifaklarındaki vasfı, karanlıkta ateş yakan kimsenin misâli gibidir ki, o ateş çevresini aydınlattığında, onlar, (etrafını) gördüler, ısındılar ve korktukları şeyden de emin oldular. (Fakat tam o sırada) Allah onların nûrunu (ateşini) giderdi söndürdü. Onları karanlıklar içinde şaşırmış, korkmuş, etrafını görmez oldukları hâlde bıraktı. İşte bu kişiler, îman kelimesini (kalben inanmadıkları hâlde sadece) dilleriyle söylediler. Sonra öldüklerinde onlara korku ve azap geldi. “Bi-nûrihim“ deki zamir, “ ellezî“ nin manasına riâyetten dolayı cemi geldi. 18Onlar (münâfıklar), sağırdırlar, hakkı kabul etme konusunda işitmezler; dilsizdirler, (haktan ve) hayırdan konuşmazlar. Onu hiç söylemezler. Hidâyet yolunu bulmakta kördürler. Onu görmezler. Artık onlar (bulundukları küfür ve) sapıklıktan da dönemezler. 19Yahut onların (başka bir) örneği de, gökten buluttan şiddetle boşanan yağmur (a) tutulmuş kişiler gibidir. O bulutta yoğun karanlıklar, şimşek o bulutu yürüten meleğin sesinin parıltısı vardır. (Yağmura tutulan o kişiler) yıldırımlardan onu işitmemek için, Ra'd'ın sesinin şiddetinden (ve) ölüm korkusundan dolayı parmaklarını parmak uçlarını kulaklarına tıkarlar. Kur’ân indiğinde onlar aynı şekildeydiler. Bu âyette karanlıklara benzetilen küfrün ve Râ'd'a benzetilen tehdidin ve yıldırıma benzetilen kat’i delillerin zikri vardır. Onu işitmesinler, ayrıca îmana meyletmesinler diye - ki, bu onların yanında ölümdür- kulaklarını tıkarlar. Allah, kâfirleri ilim ve kudretiyle kuşatmıştır. O'nu aşamazlar. Ra'd, o bulutun işini üstlenmiş melektir. Onun sesi olduğu da söylendi. “sayyibun” lâfzının aslı, “sayvibun“ idi. (Bu kelime) yenzilu”iner “ (manasında olan) “sâbe-yesûbu“ dan alınmıştır. 20Neredeyse, az kalsın şimşek onların gözlerini kapı-verecekti. Ne zaman şimşek onları aydınlatsa ışığında yürürler. Üzerlerine karanlık çöktüğü zaman da dikilip kalırlar. (Âyet-i kerîme’de genelde) Kur’ân'daki delillerin onları rahatsız etmesi, (fakat) sevdikleri şeyleri işittiklerinde tasdik etmeleri, hoşlanmadıkları bir şeyde de redleri ve itirazları anlatılmaktadır. Eğer yüce Allah dileseydi, elbetteonların hakkıişitme ve görmelerini giderdiği gibi, fizikî işitme ve görmelerini de giderirdi. Şüphesiz Allah (celle celâlühü), dilediği herşeye kâdirdir. Zikredilen şeyleri yapması onun kudretindedir. 21Ey insanlar! Ey Mekke ehli! Sizi ve sizden öncekileri yaratmış olan sizler hiçbir şey değilken sizleri yaratan Rabbinize ibâdet ediniz, O'nu birleyiniz. Tâ ki ona ibâdet etmekle onun azâbından sakınmış olasınız. “ Lealle “ aslında teraccî (bir şeyi ummak) içindir. Allahü teâlâ'nın kelâmında ise tahkîk içindir. 22Öyle Rabbiniz ki, sizlere yeryüzünü bir döşek, yumuşaklıkta veya sertlikte sınırı olmayan, yayılan bir döşek (yaptı). (Zaten böyle olmasaydı) onun üzerinde karar kılmak mümkün olmazdı. Gök yüzünü de bir bina, kubbe yaptı ve gökten su indirdi ve onunla sizin için rızık olmak üzere nice nimetler çıkardı. O rızkı yiyorsunuz ve onunla hayvanlarınızı da besliyorsunuz. Artık Allah'a eşler, ibâdette ortaklar koşmayın. Sizler O’nun yaratıcı olduğunu, başkalarının yaratamayacağını ve ilâhın da ancak yaratma kudretine sahip olduğunu bildiğiniz hâlde. “firâşen“ hâldir. 23Eğer siz kulumuz Muhammed'e (sallalahü aleyhi ve sellem) indirdiğimizden Kur’ân'dan, onun Allah'ın katından olduğu hakkında şüphede iseniz, onun belâgatta, nazmının güzelliğinde, gaybdan haber vermesi hususunda benzeri bir sûre getiriniz. Sûre, Kur’ân'da kendine âit başı ve sonu olan bir bölümdür ve en azı üç âyettir. Ve size yardım etmeleri için Allah'dan başka şâhitlerinizi ibâdet ettiğiniz ilâhlarınızı davet ediniz, eğer ” muhammed onu ( Kur’ân’ı) kendiliğinden söyledi. “sözünde sâdık iseniz. Hadi bunu yapın! Çünkü siz de O’nun gibi Arapçayı iyi konuşmaktasınız. 24Ne zaman ki, ondan (indirilene benzeyen bir sûre getirmekten) âciz kaldılar, Allahü teâlâ da şöyle buyurdu: Eğer siz âciz kaldığınızdan dolayı onu yapamazsanız ki, katiyyen ebedi olarak, acze düşürmesi çok açık olduğu için onu yapamazsınız. Artık Allah'a ve Kur’ân’ın insan kelâmı olmadığına îman etmekle o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odunu (yakıtı) bir takım insanlar kâfirler ve taşlardır. Putların yapımında kullanılan taşlar, buna misal verilebilir. O ateşin harareti çok fazladır, zikredilen şeylerle tutuşur, odun ve benzerleriyle tutuşan dünya ateşi gibi değildir. O ateş, kâfirler için hazırlanmıştır, onunla azâba çekilirler. “min“ beyan içindir. .....ki, katiyyen ebedi olarak, acze düşürmesi çok açıkolduğu için onu yapamazsınız. Burası, cümle-i itiraziyyedir. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır, onunla azâba çekilirler. (Son cümle) kendi başına yeni bir cümledir veya hâl-i lâzimedir. 25Îman edip Allah'ı tasdik edip, farzlardan ve nafilelerden sâlih amel işleyenler için, şüphesiz ağaçları ve köşkleri altından ırmaklar akan cennetler, evler ve (çeşitli) ağaçlarla donanmış bahçeler olduğunu müjdele. Kendilerine ne vakit onlardan bir meyva rızık olarak verilse yedirilse, derler ki, bu meyva bizim evvelce cennette rızıklandığımız meyvanın aynısıdır. Cennet meyvaları birbirine benzer. O rızık birbirinin benzeri olmak üzere, kendilerine sunulacaktır. O rızkın bazısı, bazısına renk bakımından benzer ise de, tat yönünden (çok) farklı olur. Onlar için cennetlerde hayızdan ve her çeşit pislikten uzak tertemiz huriler ve başka zevceler vardır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Sürekli kalırlar. Yok olmazlar ve (oradan) çıkmazlar. Nehir, kendisinden su akan yerdir. (Ona nehir denmiştir.) Çünkü su onu yarar, aşındırır. (Âyetteki) akma fiilinin nehre isnadı mecazdır. Mahallin zikredilip orada bulunan şey (suyun)'in irade edilmesiyle hasıl olan mecazdır. -” zikr-i mahal, irâde-i hâll – (Sâvî). 26(Bu âyet-i kerîme) Allahü teâlâ'nın“O sinek, onlardan bir şey kapsa.....(Hacc, 73) “sözündeki sinek ve “ örümcek misâli gibi.....(Ankebût, 41) “sözündeki örümcek ile misal beyân ettiğinde, Yahûdilerin“ Allah, bu düşük şeylerle ne murad etti? (Niçin bunlardan bahsediyor? ) “sözlerine red olarak indi: Şüphesiz ki, Allahü teâlâ bir sivrisineği, hatta onun (küçüğünü veya) büyüğünü misal vermeyi, onda bir takım hikmetler bulunduğundan terk etmez. Îman eden kullara gelince, şüphesiz bu misâlin Rableri tarafından bir hak, yerinde söylenmiş bir misal olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince: (Küçümseyerek ve alay ederek) “Allah, bu misalle ne murat etti? Bunda ne gibi bir fayda vardır? ” derler. Allahü teâlâ da onlara cevap olarak şöyle buyurdu: O, bununla bu örnekle bir çoğunu küfrettiklerinden dolayı hak yoldan saptırır; mü'minlerden bir çoğunu da o hakkı tasdik ettiklerinden dolayı hidâyete erdirir. Allahü teâlâ onunla ancak fâsıkları Allah'a itâatten çıkanları sapıklığa düşürür. Âyetteki “Baûda” kelimesi “ Baûd” lâfzının müfredidir. Âyetteki “ meselen“ Birinci mef'uldür. “mâ” lâfzı da kendisinden sonraki “Baûdaten” lâfzı ile nekire-i mevsûfe olup ikinci mef'uldür. (O zaman manası) ” hangi misal olursa olsun. “Veya “ ma” lâfzı (misâlin} düşüklüğünü tekid için zâid lafızdır. Kendisinden sonraki “Baûdaten“ ise ikinci mef’ûldür. Âyetteki “meselen” lâfzı temyizdir. “ Şu örnekle “ demektir. “mâ” lâfzı da istifham-ı inkârı olup mübtedadır. “zâ” lâfzı da ”ellezî” manasında olup sılası ile beraber ” mâ“ nın haberidir. 27Öyle kimseler ki, Allah'ın ahdini kitaplardaki Muhammed (aleyhisselâm)'a îman etmekle ilgili verdikleri sözü kabulden sonra bozarlar. Onlar, Allah'ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi, peygambere îman, akrabayı ziyaret ve bunlardan başka bağları keserler. Yeryüzünde günah işleyerek ve îmana engel olarak bozgunculuk çıkarırlar. İşte bu sıfatlarla onlar, ebedi olan ateşe doğru yollarına devam ettiklerinden hüsrana uğrayanların ta kendileridir. “Öyle kimseler ki, “ Bir önceki âyetteki “ fâsıkîn” lâfzının sıfatıdır. Âyetteki ”en” lâfzı, “Bihı “ deki zamirden bedeldir. 28Ey Mekke halkı! Allah'a nasıl olup da küfrediyorsunuz? Halbuki sizler, ölüler henüz (babalarınızın) sulbunda nutfeler iken, sonra size ruh üfürmekle annelerinizin rahminde ve dünyada sizi diriltti. Sonra sizleri, ecelleriniz sona erdiği vakit öldürecek, sonra topraktan çıkarmakla tekrar diriltecek. (Sonunda) ancak ona döndürüleceksiniz. Topraktan çıkartıldıktan sonra ona çevrileceksiniz. Sonra size amellerinizin karşılığını verecektir. (kâfirler,) öldükten sonra dirilmeyi inkâr edince, Cenab-ı Hak delil olarak (gelecek âyette) şöyle buyurdu: Âyetteki istifham (soru), (Allah’ın varlığına delâlet eden) delilin sâbit olmasıyla beraber onların küfründen taaccüp edildiğini ifâde etmek veya onları azarlamak içindir. 29O öyle bir Yaratıcı ki, yeryüzünde, yerde ve içinde ne varsa hepsini, faydalanmanız ve ibret almanız için yarattı. Yeri yarattıktan sonra semayı (yaratmayı) istiva kast ederek (irâde buyurarak), onları yedi gök olarak tesviye (tanzim) etti. O her şeyi, toplu ve tafsilâtlı olarak en iyi bilendir. Hâlâ şunu anlayamıyor musunuz? Halbuki sizden daha büyük olan şu kâinatı başlangıçta yaratmaya kâdir olan O ilâh, sizi de iâde etmeye (diriltmeye) kâdirdir. “sevvâhünne “ deki çoğul olan“ hünne “zamiri, “semâ“ya dönücüdür. Çünkü semâ, çoğula dönecek olan (Allah'ın onu yediye ayırmasıyla cemilenecek olan) cemi manasında bir isimdir. Allahü teâlâ o semâyı (yedi semâ olmaya) intikal ettirdi, diğer bir âyette buyrulduğu gibi sonra da yedi kat semayı yarattı. 30(Hatırla, Ey Resûlüm Muhammed! ), bir zamanlar Rabbin meleklere ” Ben yeryüzünde bir halife orada hükümlerimi yerine getirecek bir insan, Âdem yaratacağım buyurmuştu. Melekler de: 'Yeryüzünde günah işleyerek fesat çıkaracak ve kanlar dökecek birini mi cin neslinin yaptığı gibi öldürerek kan döken birini mi yaratacaksın. Cinler (önceden) dünyada iken bozgunculuk yapınca, Allahü teâlâ onların üzerlerine Melekleri gönderdi. Melekler de onları adalara ve dağlara kovdular. Bizler ise Sana hamdetmekle beraber tesbih ederiz. “sübhânallâhi ve bi-hamdihı “ deriz ve seni takdis eyleriz. Seni, sana lâyık olmayan şeylerden tenzih ederiz. Netice olarak halife olmaya biz daha lâyıkız (dediler). Allahü teâlâ da: “Şüphesiz ki, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri (Âdem'in halife seçilmesindeki maslahatı ve şüphesiz ki, onun zürriyetinin içinde itâatkâr ve âsi kişiler olup onların arasında adâletin zuhur edeceğini) ben bilirim. “ diye buyurmuştur. Melekler “Rabbimiz, o kişiyi geçtiğimiz ve onun görmediği şeyleri gördüğümüzden dolayı kendisinin üzerine bizden daha kerîm ve daha bilgili bir mahlûk katiyen yaratmaz “ dediler. Sonra Allahü teâlâ, Âdem'i yerin edîminden yüzünden (üst kısmından) yarattı. Şöyle ki, yeryüzünün bütün renklerinden (bir araya gelmiş) bir kabza (toprak) aldı ve değişik sularla yoğurdu. Sonra onu şekillendirdi ve ona ruh üfledi. Böylece donuk bir şey iken hissedebilen bir canlı oldu. “zâlike “ deki lâm zâiddir. “ Bizler ise...... “ cümlesi hâldir. 31Allahü teâlâ bütün isimleri, isimlenmiş olan şeylerin isimlerini, o şeylerin isimlerinin bilgisini kalbine atarak Âdem'e bildirdi. Tâ ki, büyük çanağı, küçük çanağı, şiddetli rüzgârı, hafif rüzgârı, kepçenin ismini bile ona öğretti. Sonra onları, o eşyayı meleklere gösterip, susturmak için onlara “ Bana bunların (eşyanın) isimlerini haber veriniz. Eğer siz, “Ben sizden daha bilgili birini yaratmayacağım ve sizin hilâfete daha lâyık olduğunuz “ hakkında sâdıklar (doğru sözlüler) iseniz “ diye buyurdu. (Âyetteki ”hum” zamirinde akıllıları akılsızlar üzerine gâlip kılıp akıllılara işaret eden zamiri kullanma kaidesi vardır) Buradaki şart cümlesinin cevabına ondan önceki cümle delâlet etmektedir. 32Dediler ki: Sana itiraz etmekten seni tenzih ederiz. Senin bize bildirdiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphe yok ki, sen, sensin, alîm ve hakîmsin ilim ve hikmetinin dışında hiçbir şey kalmaz. “ ente ” lâfzı, “inneke “ deki kâfı tekitleyicidir. 33Allahü teâlâ buyurdu ki: “ ey Âdem! Onlara meleklere o şeyleri, isimlenmiş varlıkları isimleriyle haber ver. Âdem de her şeyi ismiyle söyledi ve o şey hangi hikmet için yaratılmışsa onu da zikretti. Ne zaman ki, Âdem o şeyleri isimleriyle haber verdi. Allahü teâlâ da melekleri azarlamak için (şöyle) buyurdu. “ Ben size dememiş miydim ki, şüphesiz ki, ben göklerin de yerlerin de gizliliklerini onlardaki gizli olanları bilirim. Sizin açıkladığınız “Orada halife mi yaratacaksın!. “sözünüzle ifâde ettiğiniz ve “ Allah kendisine bizden daha sevgili ve daha bilgili bir mahlûk yaratmaz. “ şeklinde gizlediğiniz şeyleri de bilirim. 34Hatırla o zamanı ki, biz meleklere “Âdeme eğilerek selâm secdesiyle secde ediniz. “ demiştik. Onlar da hemen secde etmişlerdi. Yalnız şeytan“O cinlerin babasıdır ve (önceden) meleklerin arasındaydı. “kaçındı secdeden geri durdu, kibirlendi, secdeden kaçınarak büyüklendi: ” Ben Âdem'den daha hayırlıyım. “ dedi. Zâten o, Allah'ın ilminde kâfirlerdendi. 35Demiştik ki: Ey Âdem! Sen ve eşin şu cennette oturunuz ve onun nimetlerinden bir kısıtlama olmadan dilediğiniz yerde bolca yiyiniz. (Fakat) yemek için şu ağaca yaklaşmayınız. O ağaç, buğday veya üzüm yahut başka bir şeydi. Yoksa ikiniz de zâlimlerden âsilerden olursunuz. Sen ve eşin Havvâ, uzatılarak okunmuştur. Onun yaratılışı Âdem'in sol kaburga kemiğinden olmuştur. Âyetteki “ ente “zamiri zevce kelimesi “ üskûn“ fiilin altındaki zamire atfedilsin için o zamiri tekitleyicidir. 36Fakat şeytan, onları (n ayağını) oradan cennetten kaydırdı. İblis ikisini götürdü. Onları oradan uzaklaştırdı. Şöyle ki: İkisine ”sizi ebedîlik ağacına götüreyim mi? ” dedi ve kendisinin nasihatçilerden olduğuna dâir Allah'a yemin etti. Sonra onlar da o ağaçtan yediler. Onları nimetlerin bulunduklarıyerden cennetten çıkardı. Biz de dedik ki: Bazınızın zürriyeti bazınıza düşman olarak zulüm ederek yere inin. Sizin için yeryüzünde bir vakte ecellerinizin sonuna kadar yerleşmekve faydalanmak vardır. Bir kırâatta âyetteki “ ezelle “kelimesi ”ezâle “ diye okundu. 37(peygamberim) Âdem, Rabbinden ilham yoluyla bir takım kelimeler aldı. O kelimeler “ ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, şüphesiz biz, ziyan edenlerden oluruz [A’râf 7/23]“ duâsı idi. (peygamberim) Âdem de bununla dua etti. Yüce Allah da dahayalvarmaya başlamadan onun tevbesinikabul etti. Kullarının tevbelerini çok kabul eden (ve) onlara çok merhamet eden O'dur. Bir kırâatta “Âdem” lâfzı nasbla, “kelimât” lâfzı da refle okunmuştur. 38Dedik ki: Oradan cennetten hepiniz aşağıya inin. Eğer benim tarafımdan size bir hidâyet kitap ve resûl gelir de kim, hidâyetime tâbi olursa bana îman eder ve bana itâatle amel ederse, onlara bir korku yoktur. Onlar, âhirette cennete girmek suretiyle mahzun da olmayacaklardır. Dedik ki: Oradan cennetten hepiniz aşağıya inin. Allahü teâlâ bu cümlenin bir sonraki cümleye atfedilmesi için tekrar buyurdu. Âyetteki “ fe-immâ” lâfzındaki “ in“i şartiyyenin“ nûn”u “mim ”e kalbedildikten sonra “ mâ ”yı zâide'nin“ mîm"ine idgâm olunmuştur. 39O kimseler ki, kâfir oldular ve bizim âyetlerimizi kitabımızı yalanladılar, işte onlar ateş sahipleridir, onlar o ateşte ebediyyen sonsuz kalıcıdırlar. Onlar, yok olmazlar ve oradan çıkamazlar. 40Ey İsrâîl Ya'kûb oğulları! Benim size babalarınıza ihsan etmiş olduğum nimetleri: Fir’avun'dan kurtarma, denizin yarılması, bulutların gölgelik kılınması ve diğerlerini, bana itâatle şükür ederek hatırlayın. Benim” muhammed (aleyhisselâm)'e îman“ ile ilgili ahdimi yerine getirin ki, ben de o ahdin (yerine getirilmesi) karşılığında sizi ”cennete koyma”Vâdimi yerine getireyim. O ahde vefayı terk etme konusunda başkasından değil, ancak benden korkun. 41Sizin yanınızda bulunan Tevrat'ı, tevhid ve nübüvvet konusunda tasdik edici olarak indirmiş olduğum Kur’ân'a îman edin. Onu ehli kitaptan ilk inkâr edenlerden olmayın. Çünkü, arkanızdan gelenler size uyarlar, böylece onların günahları da size yazılır. Muhammed (aleyhisselâm)'in özelliklerinden (bahseden) kitabınızda mevcut olan âyetlerimi az bir para dünyalık, ucuz bir bedel ile satmayın değiştirmeyin. “ Ayak takımınızdan aldığınız şeylerin elden gitmesi korkusu ile o âyetleri gizlemeyin. “ Bu hususta başkasından değil, ancak benden korkun. 42Size indirmiş olduğum hakkı, uydurmuş olduğunuz bâtıl ile karıştırmayın. Hakkı Resûlüm Muhammed'in özelliklerini gizlemeyin. Halbuki siz, onun gerçek olduğunu biliyorsunuz. 43Muhammed (aleyhisselâm) ve arkadaşlarıyla beraber namazınızı kılın, zekâtınızı da verin ve rükû edenlerle beraber rükû edin. 44Bu âyet-i kerîme, Yahûdi âlimleri hakkında inmiştir. Onlar, müslüman akrabalarına “sizler Muhammed'in dininde sâbit kalın. Çünkü o din, haktır. “ derlerdi. İnsanlara iyiliği, Muhammed (aleyhisselâm)'a îman etmeyi emredersiniz de kendinizi unutur musunuz? Kendinize Muhammed (aleyhisselâm)'a îman etmeyi emretmez misiniz? Halbuki sizler, kitabı Tevrat'ı okursunuz. Orada sözün işe uymamasına azapla tehdit vardır. Hiç yaptığınızın kötülüğünü düşünmez ve (sonunda hakka) dönmez misiniz? Nisyân (unutma)'nın bahsedildiği cümle, inkâr sorusu mahallidir. 45Sabır ile hoş görülmeyen şeye katlanmakla ve namaz ile işlerinizde (Allah’tan) yardım isteyin. Allahü teâlâ, namazı şanına ta'zim için ayrı olarak zikir etti. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Resûlüllah’a (aleyhisselâm) bir emir indiği zaman hemen namaza koşardı. “ Denildi ki, (âyetteki) hitap, şöhret ve başkanlık sevgisi Yahûdileri îmandan alıkoyduğu için onlara yapılmıştır. Böylece sabırla ki, “o oruçtur ”emir olundular. Çünkü o, şehveti kırar. Namazla emir olundular, çünkü namaz, huşûu meydana getirir, kibri yok eder. Şüphe yok ki, namaz büyük ağır bir iştir. Ancak korkanlara tâatle huzur bulanlara değildir. 46(Haktan korkan) o kişilerdir ki, diriltilerek Rablerine kavuşacaklarına, âhirette ona döneceklerine onları mükâfatlandıracağına inanırlar. 47Ey İsrâiloğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve sizi babalarınızı âlemlere kendi zamanlarındaki insanlara üstün kıldığımı bana itâatle şükür ederek hatırlayın. 48Öyle bir günden korkunki, o günde (kıyâmette) hiç kimse hiç kimsenin cezasını çekmez borcunu ödemez. Kimseden bir şefâat (mü’minlerden kâfirlere veya kâfirlerden kâfirlere bir yardım ve aracılık) kabul edilmez. (İzin verilmedikçe) hiç kimsenin şefâat yetkisi yoktur ki, kabul edilsin. “ Öyleyse bizim için şefaatçiler de yoktur. “ (Şuarâ' 100) (Azaptan kurtulması için kimseden) bir fidye (bedel ve karşılık) alınmaz ve (kâfire) yardım da olunmaz. “ Tekabbele “ fiili, ta ve ya ile okundu 49(Hatırlayın) o zamanı ki, sizi babalarınızı Fir’avunun ehlinden kurtarmıştık. Sizi en kötü en şiddetli azapla cezalandırıyorlardı. Bazı kâhinlerin“Şüphesiz ki, Beni İsrâîl içinde doğan bir çocuk senin saltanatının yok olmasına sebep olacak. “sözlerinden dolayı yeni doğan çocuklarınızı boğazlıyorlar, kadınlarınızı (kız çocuklarını) da diri öldürmeyip geride bırakıyorlardı. Bunda bu azap veya kurtarmada Rabbiniz tarafından pek büyük bir belâ imtihan ya da ihsan vardır. .....sizibabalarınızı - Burada ve bundan sonraki yerlerde olan hitap, Resûlüllah'ın zamanında mevcut olanlara, onlara Allah'ın nimetini hatırlatıp îman etmeleri içindir. - Sizi en kötü, en şiddetli azâbla cezalandırıyorlardı. Bu cümle, “ neccâkûm“ deki ” küm” zamirinden hâldir. .....çocuklarınızı boğazlıyorlar, evvelki cümleyi beyan edicidir. 50(Yine hatırlayın) o zamanı ki, sizin için denizi ayırdık yardık ki, siz düşmanınızdan kaçarak ona girdiniz ve sizi boğulmaktan kurtardık. Fir’avun ehlini ve onunla beraber olanları boğduk. Siz de onların üzerine denizin kapandığına bakıp duruyordunuz. 51Bir zamanlar da (peygamberim) Mûsa ile kırk gece için va'dleşmiştik. Kırk gecenin sonunda amel etmeniz için Mûsa'ya Tevrat'ı verdik. Sonra siz onun arkasından, va'dleşliğimiz yere gidince Sâmirî'nin döküp erittiği buzağıyı ilâh edindiniz. Sizler onu ilâh edinmekle lâyık olmayana ibâdet ettiğiniz için zâlimler oldunuz. 52Bundan (buzağıyı ilâh edinmenizden) sonra nimetlerimize şükredesiniz diye sizi affettik günahlarınızı sildik. 53(Hatırlayın ki,) bir vakit biz, Mûsa'ya bir kitab Tevrat ve furkan'ı vermiştik. Onunla sapıklıktan kurtulup hidâyete eresiniz diye. “furkân” kelimesi, ma'tûfun aleyhi açıklayan bir kelimedir. Bir kitap ki, hakla bâtılın, haramla helâlin arasını ayırır. 54O zaman (peygamberim) Mûsa, buzağıya tapan kavmine: “ ey kavmim, siz buzağıyı (ilâh) edinmekle şüphesiz kendinize yazık ettiniz. Hemen o buzağıya ibâdet ettiğiniz için sizi yoktan var eden Yaratıcınıza tevbe ediniz nefislerinizi öldürünüz. Sizden suçsuz olan günahkâr olanı öldürsün. “ Bu, birbirinizi öldürme işi, Rabbinizin ındinde hayırlıdır“ demişti. Sizi bunu yapmaya muvaffak kıldı. Bazınız bazınıza karşı sabredemeyip ona acımaması için sizin üzerinize siyah bir bulut gönderdi. Ta ki, sizden 70 bin kadar insan öldürüldü. O (yüce Allah) da tevbenizi kabul etti. Şüphesiz ki o, tevbeleri çok kabul eden, çok merhamet edendir. 55Bir zaman (ı hatırlayın ki,): Mûsa ile birlikte, buzağıya ibâdet ettiğinizden dolayı Allah'a karşı özür dilemek için (Tûra) çıktığınız ve onun kelâmını da işittiğiniz hâlde demiştiniz ki: “ ey Mûsa, biz Allah'ı apaçık gözle görünceye kadar sana katiyyen îman etmeyiz. “ hemen sizi bir yıldırım (sayha) çarptı. Siz ne indi diye bakıp duruyordunuz. (O esnada) hepiniz ölmüştünüz. 56Ölümünüzden sonra, nimetimize şükredesiniz diye sizi tekrar diriltmiştik. 57Tîh çölünde, güneşin hararetinden korumak için sizin üzerinize bulutla gölge yaptık. Size kudret helvası ile (Selva denilen) yelve kuşunu indirdik. Bu ikisi terencebin (helva) ve tayrı sümânî (bıldırcın)dır. Dedik ki: “size rızık olarak verdiğimiz şeylerden helâl olanları yiyiniz. “ Bir kenara azık, yiyecek biriktirmeyiniz. Sonra onlar, nimete küfrettiler. (Emrimizi dinlemeyip) yiyecek biriktirdiler. Böylece onlara kıtlık geldi. Bunu yapmakla bize zulüm etmiş olmadılar. Vebali onların üzerine olduğundan ancak kendilerine zulüm etmiş oldular.
58Bir vakit de Tîh çölünden çıktıklarından sonra onlara demiştik ki: Şu kasabaya Beyt-i Mukaddese ya da Erîha'ya girin, ondan nimetlerinden dilediğinizi bolca hiçbir kısıtlama olmadan yiyiniz. Kapısından secde ederek başınızı eğerek giriniz ve “ Bizim isteğimiz “ hıtta “dır, günahlarımızın bağışlanmasıdır. “ deyiniz ki, biz de sizi bağışlayalım. Biz, ihsan itâat edenlerin sevabını artıracağız. Bir kırâtta “Nagfir“ fiili, meçhûl fiil olarak“yugfer “Ve “ Tugfer“ diye ya ve ta ile okundu. 59Sonra onlardan zâlimler, kendilerine söylenen o sözü başkasıyla değiştirdiler. “ hınta, buğday başağındaki dane “ dediler ve sırtlarının üzerlerinde sürünerek içeri girdiler. Biz de zulüm edenlere yaptıkları fıskları sebebiyle itâatten çıkmalarından dolayı gökten korkunç şeyi taun azâbını indirdik. Sonra bir anda onlardan yetmiş bin veya bu sayıya yakın insan helâk oldu. Burada onların hallerinin çirkinliği ifade etmede mübalağa için“ hum” zamir (i) yerinde zâhir isim”Ellezîne “ getirilmiştir. 60(Zikret ki,) bir vakit de (peygamberim) Mûsa, Tih'te susuz kalmış olan kavmi için istiskada bulunmuştu. Su talep etmişti. Biz de ” asanla taşa vur“ demiştik. O taş, Hazret-i Mûsa'nın elbisesini kaçıran taş olup, hafif bir insan başı gibi dört köşeli, yumuşak ya da sünger taşı gibi hafif idi. Mûsa aleyhisselâm o taşa vurdu, Taştan Yakup aleyhisselâm'ın torunları adedince oniki çeşme fışkırdı, yarıldı ve aktı. Her insan onlardan her zümre, kendisinin su alacağı çeşmeyi içme yerlerini bildi. Onların bir kısmi, ötekine çeşmede (ondan içmekte) ortak olmuyordu. Onlara dedik ki: “Allahü teâlâ'nın rızkından yiyiniz ve yeryüzünde müfsitler olarak haddi tecavüz etmeyiniz. “müfsidîn kelimesi âmili olan ”lâ ta'sev“ fiilinin ifade ettiği mânâyı tekitlemekledir. “ Lâ ta'sev“ fiili, “ifsat etti “mânasında olan“ Efsede “ fiilindendir. 61Hani bir vakitte demiştiniz ki: 'Ya Mûsa! Biz bir yiyecek yiyecekten bir tür üzerine elbette sabredemeyiz. O tek çeşit yiyecek kudret helvası ve bıldırcın eti idi. Bizim için Rabbine dua et de, yerin bitirdiği tere, hıyar, buğday, mercimek, soğandan olan birşeyi bizim için de çıkarsın. Mûsa aleyhisselâm da onlara demişti ki: Siz çok düşük, çok değersiz olanla daha hayırlı, daha şerefli olan şeyi değiştirir misiniz? En hayırlı olanın yerine düşük olanı mı alırsınız? Sonra onlar dönmekten geri durdular. Mûsa aleyhisselâm da Allah'a dua etti. Allahü teâlâ da buyurdu ki: “ kasabalardan bir kasabaya ininiz. Sizin için nebatattan istediğiniz şeyler orada vardır. Onların üzerine zillet alçaklık ve miskinlik her ne kadar zengin olsalar bile fakirlik eseri olan rezillik ve sessiz kalmak vuruldu, kılındı. Aynı basılmış paranın yazısının paraya yapışık kalması gibi artık o sıfatlar onlardan ayrılmaz. Allah tarafından bir gazâba uğradılar. Bu da (zillet ve meskenetin üzerlerine vurulup, gazâba uğramaları) şüphe yok ki, Allah'ın âyetlerini inkâr ve Zekeriyya ve Yahya gibi Peygamberlerini haksız yere zulmen katletmeleri sebebi ile oldu. İşte bu ceza, onların isyan etmelerinden ma'siyetlerde haddi aşmalarından dolayıdır. Yüce Allah, bu âyet-i kerîmeyi (gerideki manayı) kuvvetlendirmek için tekrar etti. 62Şüphe yok ki, bundan önce peygamberlere îman eden kimselerle, Yahûdiler ve Hristiyanlar ile sâbiîler, onlardan herhangi bir kimse bizim peygamberimizin zamanında Allah'a ve âhiret gününe îman edip ve onun şeriatıyla sâlih amel işlerse, onlar için rablerinin ındinde ecirleri amellerinin sevapları vardır. Kendilerine asla korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır. Siz çok düşük, çok değersiz olanla daha hayırlı, daha şerefliolan şeyi değiştirir misiniz? En hayırlı olanın yerine düşük olanı mı alırsınız? Âyetteki soru hemzesi inkâr içindir. “Âmene ”Ve “ Amile “ fiilinin zamirinde “ men“ in lâfzına (müfretliğine), sonraki yerlerde ise manasına (çoğulluğuna) riâyet edildi. .....sâbiîler, Yahûdilerden veya Hıristiyanlardan bir tâifedir. 63(Zikret ki,) hani bir vakitte misakınızı Tevrat'ta bildirilenle amel etmeniz konusundaki anlaşmanızı almıştık ve Tûru da (dağı da) üzerinize kaldırmıştık, Tevrat'ı kabul etmediğinizden dolayı üzerinize doğru onu kökünden koparmış ve demiştik ki: Size verdiğimizi kuvvetle ciddiyetle ve çalışmakla alınız. Onda olanı onunla amel ederek zikrediniz ki, ateşten ya da günahlardan korunmuş olasınız. 64Sonra onun misakın arkasından boyun eğmekten döndünüz yüz çevirdiniz. Eğer üzerinize Allahü teâlâ'nın fazlı ve tevbeyle ya da azâbı geciktirmekle size karşı rahmeti olmasaydı, elbette hüsrana uğrayanlardan helâk olanlardan olurdunuz. 65Yemin olsun ki, sizler içinizden Cumartesi gününde onları nehyettiğimiz hâlde balık avlamakla -Onlar Eyle ehlidir. - azanları haddi aşanları bildiniz. Biz de onlara “sefil rahmetten uzaklaşmış maymunlar olunuz!“ demiştik. Onlar da maymun oldular. Üç gün sonra da helâk oldular. Âyetteki lâm, lâm-ı kasemdir 66Artık onu o azâbı zamanında bulunanlara ve ondan sonraki ümmetlere bir ceza, o azâba uğrayanların işlediklerinin benzerini yapmaktan men edici bir ibret ve Allah'tan korkanlar için de bir öğüt yaptık. Müttekiler, başkalarına göre bu ibreti dikkate alarak hareket ettiklerinden dolayi “ özel “olarak zikredildiler. 67(Zikret ki,) bir zamanlar bir kişi öldürülmüştü ve öldüren de bilinmiyordu. (İsrâil oğulları) Hazret-i Mûsa'dan Allah'a duâ etmesini ve o kişiyi kendilerine bildirmesini istemişlerdi. O da Allah'a duâ etmiş ve kavmine şöyle demişti: “ muhakkak ki, Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor. “ dediler ki: ”sen bizimle alay mı ediyorsun? Şöyle ki, bize onun (öldürme olayının) benzeriyle cevap veriyorsun. Mûsa (aleyhisselâm) da dedi ki: ”Ben cahillerden alaycılardan olmaktan Allah'a sığınırım”. 68Ne zaman ki, bu emrin büyük bir iş olduğunu anlayınca dediler ki: ” Bizim için Rabbine duâ et, o sığırın ne olduğunu yaşının kaç olduğunu bize beyan etsin. “mûsa aleyhisselâm da dedi ki: Muhakkak ki, O Allah buyuruyor ki: O öyle bir sığırdır ki, ne çok ihtiyar, ne de çok gençtir. Onun ikisiarasında orta yaşlı olandır. Artık kendisiyle emrolunduğunuz şeyi, sığırı boğazlama işini yerine getiriniz. 69Dediler ki: Bizim için Rabbine duâ et, onun rengi nedir? Bize beyan etsin. Dedi ki: Muhakkak O buyuruyor ki: O sarı renkte bir sığırdır. O rengi, hâlis sarıdır aşırı sarıdır. Kendisine bakanları güzelliğiyle mesrur kılar, onlara hoşnutluk verir. 70Dediler ki: Rabbine dua et, bize bildirsin: O nedir? Otlayan mı, yoksa iş yapan mı? Şüphe yok ki, o sığır zikir edilen özellilkerle bize karışık geldi [Çünkü sığırlar, birbirine benziyor. ] İstenilene ulaşamadık. Şüphesiz ki, bizler, Allah dilerse, o sığıra erişenlerden oluruz. Hadis-i Şerifte zikir olundu ki: ”eğer “inşallah“ demeselerdi, elbette o sığır, sonsuza kadar onlara bildirilecek ve onu asla bulamayacaklardı. “ 71Dedi ki: O buyuruyor ki, o muhakkak bir sığırdır ki, zelil olmayan çalıştırılmakla zelil kılınmamış, yeri süremez ziraat için toprağı ters çeviremez, tarlayı da ziraata hazırlanmış yeri de sulayamaz. Bütün ayıplardan ve işçilik eserlerinden uzaktır. Kendi renginden başka onda hiçbir leke, renk yoktur. Dediler ki: “İşte şimdi hakikati getirdin. Tam bir beyanla konuştun. Sonra o sığırı aradılar ve onu annesine karşı iyilik sever olan bir gencin yanında buldular. O sığırı, deri dolusu altın mukabilinde satın aldılar. Hemen onu boğazladılar. Halbuki neredeyse bunu parası yüksek olduğundan yapmayacaklardı. Hadis-i Şerifte zikir olunmuştur ki: ” Hangi sığır olursa olsun kesselerdi elbette onlara kifâyet ederdi. Fakat kendi nefislerine karşı şiddetli davrandılar. Allah da onlara karşı şiddetli davrandı. “ Bu cümle, zelûl kelimesinin sıfatı olup nefye dahildir. 72Ve yine hatırlayınız ki: Siz bir şahsı öldürmüştünüz, sonra bunda münâzaaya kalkıştınız. hasımlaştnız ve müdafaalaştınız. Allah gizlemiş olduğunuz şeyi -nefsin işini- meydana çıkarıcıdır, izhâr edicidir. “feddâre’tüm“ de aslında te olan (dal) in dale idgamı vardır. Bu âyet, cümle-i i'tiraziyyedir. Ve kıssanın da evvelidir. 73Sonra dedik ki: Sığırın bir parçasını o maktule vurunuz. Sonra ona sığırın dili ya da kuyruk sokumu ile vuruldu ve o maktul dirildi, “Beni (iki amcaoğlu için) filan ve filan öldürdü“ dedi. Sonra tekrar öldü. O ikisi mirastan mahrum kılındılar ve öldürüldüler. Allahü teâlâ buyurdu ki: İşte Allahü teâlâ ölüleri böyle diriltmekle diriltir. Ve sizlere âyetlerini kudretinin delillerini gösterir. Düşünesiniz diye. Bilesiniz ki, şüphesiz tek bir nefsi diriltmeye kâdir olan Zât, birçok nefsi de diriltmeye kâdirdir. Bunu düşünün ve îman edin. 74Sen onun maktulün diriltilmesinden ve ondan önce zikredilen âyetlerden mezkûr olan şeyin peşinden kalbleriniz katılaştı, Ey Yahûdiler? Kalpleriniz hakkı kabul etmekten sertleşti. O kalpler katılık hususunda taşlar gibidir. Ya da katılık cihetinden o taşlardan daha şiddetlidir. Şüphesiz taşlardan öylesi vardır ki, ondan ırmaklar akar. Ve yine şüphesiz taşlardan Öylesi vardır ki, yarılır kendisinden su çıkar. Ve yine şüphe yok taşlardan öylesi vardır ki, Allah korkusundan düşüverir, yüksekten aşağıya iner. Hâlbuki sizin kalpleriniz, hiç tesirlenmez. Hiç yumuşamaz ve hiç korkmaz. Allah ise sizin yaptıklarınızdan asla gafil değildir. Ancak sizi bir vakte kadar tehir eder. “yeşşekkaku” kelimesinde aslında olan (te) nin şına îdgamı vardır. Bir kırâatta” Ta’melûn“ya ile de okunmuştur. O zaman burada muhataptan "gayb"a iltifat dönüş vardır. 75Ey mü'minler! Artık sizin için Yahûdilerin îman edeceklerini ümit eder misiniz? Onlardan onların hahamlarından muhakkak bir taife, cemâat vardır ki, Allah'ın Tevrat'ta kelâmını işitirler de onu akıl ettikten anladıktan sonra tahrif ederler değiştirirler. Halbuki onlar kendilerinin iftiracı olduklarını bilirler. Âyetteki istifham (soru) hemzesi inkâr içindir“ümit etmeyin. Çünkü onlar için küfürde yerleşik bir sabıka vardır. “ 76Onlar Yahûdilerin münafıkları, îman edenlerle karşılaştıkları zaman biz de Muhammed'in nebi olduğuna ve kitabında onunla müjdelenildiğine inandık derler. Ve bunların bazısı diğer bazılarına boş kaldıkları, döndükleri zaman onların münafıklık yapmayan reisleri münafıklık yapanlara derler ki: Allah'ın size açtığını, Tevrat'ta size tanıttığı Muhammed (aleyhisselâm)'ın özelliklerini onlara mü'minlere haber verir misiniz ki, onunla Rabbiniz nezdinde, âhirette sizlere muhaseme etsinler. - Lâm sayrûret içindir. - Ve onun doğruluğunu bilmenizle beraber ona tâbi olmayı terk ettiğiniz hususunda aleyhinize size delil getirsinler. Sizin, onlara haber verdiğinizde size şüphesiz ki, muhaseme edeceklerini akıl edemiyor musunuz? Artık bundan vazgeçin. 77Allahü teâlâ buyurdu ki: Acaba onlar bilmiyorlar mı ki, Allahü teâlâ şüphesiz onların sakladıklarını da ilan ettiklerini debilir. Onlar, bundan vazgeçerler. “ evvelâ” daki istifham takrîr içindir, istifham kelimesinin dahil olduğu vav atıf içindir. 78Onlardan Yahûdilerden bazıları da ümmidirler avam tabakasıdır. Kitabı Tevrat'ı bilmezler. Ancak bir takım bâtıl şeyleri reislerinden aldıkları ve itimad ettikleri yalanları bilirler. Onlar, uydurmuş oldukları şeylerden dolayı peygamberin nübüvvetini, diğer şeyleri inkâr hususunda ancak bir çeşit zan ile zan yaparlar ve onlarda ilim de yoktur. 79Veyl, şiddetli azâb öyle kimselere olsun ki, elleriyle kitabı, kendileri tarafından uydurulan birtakım şeyleri yazarlar da sonra bununla dünyadan az bir baha satın almak için derler ki, “Bu Allah tarafındandır“. Onlar Yahûdiler olup Tevrat'taki, peygamberin sıfatını ve recm âyetini ayrıca başka şeyleri de değiştirdiler ve indirilenin zıttına yazdılar. Artık ellerinin yazmış olduğu uydurulmuş şeylerden dolayı onlara veyl, azap olsun! Ve kazanmış oldukları şeyden rüşvetten dolayı da onlara veyl olsun. 80Ne zaman ki, peygamberleri onları ateşle korkuttu. Dediler ki: ” Bizlere birkaç sayılı az günden başka cehennem ateşi temas etmeyecektir. Sonra ateş azâbı zail olur. Ey Rasûlüm Muhammed! Onlara deki: Siz Allah'ın huzurunda bir ahid, bununla ilgili ondan bir mîsak mı aldınız? Elbette Allah ahdini bozmaz. Yoksa bilemeyeceğiniz bir şeyi Allah'a isnad mı ediyorsunuz? “Bizlere birkaç sayılı az günden - 40 gün ki, onların babalarının buzağıya ibâdet ettikleri müddet idi. - “İttihaztum” kelimesinden, istifham hemzesiyle ihtiyaçsız kalındığı için hemze-i vasıl hazf edilmiştir. 81Evet, size ateş dokunacak ve onda ebedi kalacaksınız. Her kim bir kötülük, şirk işler, günahı da - müfret ve cemi olarak okundu- onu kuşatırsa onu istila ederse ve müşrik olarak ölmesiyle onu her taraftan çevrelerse işte onlar ateşin arkadaşlarıdır. Onlar o ateşte ebedi kalıcıdırlar. “ hüm” zamirinde “ men'in manasına riaye olundu. 82Îman edenler ve sâlih ameller de bulunanlar ise, işte onlar cennet ashâbıdır. Onlar cennette ebedi kalıcıdırlar. 83(Zikret ki,) biz bir vakit Tevrat'ta İsrâîloğullarının misakını almıştık. Demiştik ki: Ancak Allah'a ibâdet ediniz. Ana babanıza ihsan iyilik etmekle ihsan ediniz, yetimlere, miskinlere de ihsan ediniz. İnsanlara emri bil-maruftan, nehyi anil-münkerden, Hazret-i Muhammed'in şanının doğruluğundan ve insanlara yumuşak davranmaktan müteşekkil olan hoş söz söyleyiniz. Namazı dosdoğru kılın, zekatı da verin. Bu zikir edilenleri kabul ettiniz. Sonra siz içinizden pek azı müstesna geri döndünüz. Buna (ahde) uymaktan yüz çevirdiniz. Âyette kastedilen onların babalarıdır. Ve siz hâlâ babalarınız gibi ondan yüz çeviricisiniz. Ta ve ya ile okundu. “ Lâ ta’budun“ haber (haberi cümle olup) nehiy manasmdadır. “ Lâ ta'büdû“ diye de okundu. .....karabet sahiplerine, “ elvalideyni “ nin üzerine ma'tûftur. Bir kırâatta ha’nın zammesi ve sin’in sükûnuyla beraber” husnen“ diye de okundu. Mastar olup mübalağa için vasıf yapıldı. .....Sonra siz içinizden pek azı müstesna geri döndünüz. Buna (ahde) uymaktan yüz çevirdiniz. Burada gaybetten muhataba iltifat vardır. 84Bir vakitte biz sizin misakınızı almıştık. Dedik ki, “kanlarınızı dökmeyeceksiniz, bazınızın bazınızı katletmesiyle kanlarınızı akıtmayacaksınız. Ve nefislerinizi yurdunuzdan çıkarmayacaksınız, bazınız bazınızı yurdundan çıkarmayacak. “sonra ikrar etmiştiniz, bu misakı kabul etmiştiniz. Siz kendilerinizin üzerine şehadet de edersiniz. 85Sonra siz, ey öyle kimseler ki, kendilerinizi bazınızın bazınızı katletmesiyle öldürürsünüz. Ve sizden olan bir fırkayı da yurtlarından çıkarırsınız. Ve onların aleyhine günahla, masiyetle ve düşmanlıkla, zulümle yardımlaşıyorsunuz. Onlar size esir olarak gelirlerse, onlar ile fidyeleşirsiniz. “ Onları mal ve başka şeyle esirlikten kurtarırsınız. Bu onlarla ahidleşilen şeylerdendi. Halbuki durum şudur; onların yurtlarından çıkarılması sizin üzerinize haram kılınmıştır. Kurayza Yahûdileri Evs ve Nadr Yahûdileri ile antlaşma yapmışlardı. Sonraları herbir fırka öteki müttefikiyle beraber savaşmaya başladı. Onların yurtlarını harap ediyor ve onları ihraç ediyorlardı. Esir aldıkları zamanda fidye karşılığında serbest bırakıyorlardı. Onlara “Niçin onlarla savaşıp fidye karşılğında da salıyorsunuz “sorulduğunda, “Biz fidyeyle emrolunduk. “ derlerdi. Ve (onlara) “Niçin öyleyse onlarla savaşıyorsunuz. “ dendiğinde ise “ müttefiklerimizin zelil kılınmalarının verdiği utançtan dolayi “ derlerdi. Ve Allahü teâlâ buyurdu ki: “ kitabın bir kısmına -ki, o fidyedir- inanır da bir kısmını da - katlin, yurttan çıkartılmanın ve muzaheranın terkini- inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle bir fiilde bulunanların cezası, bu dünya hayatında rezillikten, alçaklık ve zilletten başka bir şey değildir. Kurayzayı katletmekle, Nadrın da Şam'a sürülüp cizye konulması ile rezil oldular. Kıyâmet gününde ise onlar azâbın en şiddetlisine sevk olunacaklardır. Allahü teâlâ da sizin yaptıklarınızdan asla gafil değildir. Bir kırratta” usra “ diye de okundu. “ Tezzaherün“ fiilinde aslında te olan ta'nın ” zi “ya idgamı vardır. Bir kırâatta tahfifle beraber ta'nın hazfı üzere de okundu. Bir kırâatta” Tüfaduhum“ diye de okundu. “Ve tüferridune ” kavline muttasıldır. Aralarındaki cümle itirazdır. “ Nasıl ki, fidyenin terkedilmesi haram kılındığı gibi. “ “yâ'melûne “ fiili, te ve ye ile de okundu. 86İşte onlar öyle bir güruhtur ki, âhiret karşılığında dünya hayatını, dünyayı âhirete tercih ettiklerinden dolayı satın almışlardır. Onlardan azap hafifletilmez ve onlar yardım da olunmazlar, onlardan azap defedilmez. 87(Zâtıma yemin olsun ki,) Muhakkak biz Mûsa'ya kitap Tevrat verdik ve ondan sonra birbiri ardınca peygamberler gönderdik. onun arkasından peygamberleri, peygamber peşine peygamber olarak gönderdik. Meryem oğlu Îsa'ya da beyyineler, mu'cizeler (ölüleri diriltmek, anadan doğma körü ve alaca hastalığına yakalanmış olan hastaları iyileştirmek gibi şeyler) verdik. Ve onu Ruhul Kuds ile teyid takviye ettik. (Fakat) netice olarak doğru yol üzere olmadınız. Sizler ise her ne vakit nefislerinizin hoşlanmadığı, sevmediği hak olan bir emir ile peygamber gelince kibirlenip ona tâbi olmakta tekebbürde bulunarak onlardan bir kısmını yalancı sayıp (Îsa aleyhisselâm gibi), bir kısmını da öldürüyordunuz? İstekbertüm, Küllema'nın cevabıdır. Efe küllema, istifham mahalli olup onunla murad (muhatabı) azarlamaktır. Âyetteki muzari, mazideki bu durumu hikâye etmek içindir. “ Öldürmüştünüz “zekeriyya ve Yahya gibi. Ruhu'l-Kuds, mevsûfun sıfata izafetidir. “mukaddes olan ruh” ki, Cebrâîl'dir. (O'na bu isim her türlü pislikten) temiz olduğu için verilmiştir. Îsa (aleyhisselâm) nerede yürüyorsa o da onunla giderdi. 88Ve onlar, alay olarak peygambere dediler ki, Bizim kalplerimiz perdelidir. Perdelerle kaplıdır, senin dediğini anlamaz. Allahü teâlâ da şöyle buyurdu; Öyle değil! Onlara Allah küfürleri sebebiyle lânet etmiştir (Onların kabul etmemesi kalplerindeki bir bozukluktan değildir). Onları rahmetinden uzaklaştırıp kabulden kovmuştur. Onun içindir ki, pek azı îman ederler. - Ma lâfzı azlığı tekitlemek için olup zâiddir. - onların îman etmeleri cidden pek azdır. Gulf eglaf kelimesinin cemisidir. Âyet-i kerîme’deki ” Bel” lâfzı bir önceki cümledeki mevzuun tersini ifade etmek içindir. Onun içindir ki, pek azı îman ederler. Ma lâfzı azlığı tekitlemek için olup zâiddir. 89Ne zamanki onlara tarafı ilâhiden yanlarındakini, Tevrat'ı tasdik eden bir kitap -O Kur’ân -ı Kerim'dir- gelmişti. Halbuki önceden, o gelmeden evvel kâfirlere karşı fetih, yardım talep ederlerdi. Şöyle derlerdi; ”ey Allahım! Onların üzerlerine, âhir zamanda gönderilecek peygamberle bize yardım et!“ fakat o, hak olarak bildikleri peygamberin gönderilmesi meselesi kendilerine gelince onu, hasetten ve reislikleri üzerine olan korkudan dolayı inkâr ettiler. Artık Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerinedir. Âyetteki birinci ”Lemma'nın cevabı üzerine, ikinci ”Lemma'nın cevabı delâlet etmektedir. 90Nefislerini sevaptan nefislerinin hazzını karşılığında sattıkları şey ne kötü bir şey! O şey Allah'ın fazlından, vahyinden kullarından dilediği zata inzal etmiş olmasına azgınlık ettiklerinden haset ettiklerinden Allahü teâlâ'nın inzal ettiği Kur’ân’ı, inkâr etmeleridir. Artık, indirilene küfür etmeleri sebebiyle Allah'tan olan gazap üzerine bir gazâbauğradılar, çarpıldılar. O gazâba bundan önce Tevrat'ı zayi etmek ve Îsa'ya küfür etmek sebebiyle hak kazanmışlardı. Ve kâfirler için mühin alçaltma sâhibi olan bir azap vardır. Âyet-i kerîme’deki “ mâ” lâfzı, ” şey” manasında olup nekiredir. Ve bi'se fiilinin failini temyiz edicidir. “yekfuru'nun mef'ûl-ı lehidir. “Nezzele “ fiili şeddeli olarak okundu. Ayrıca şeddesiz olarak ”enzele “ diye okundu. Gazap kelimesinin nekre olması onun büyüklüğünü ifade etmek içindir. 91Onlara: “Allah'ın indirdiklerine, Kur’ân ve gayrısına îman ediniz. “ denilince, “Biz, üzerimize indirilmiş olana, Tevrat'a îman ederiz.“ derler. Allahü teâlâ da buyurdu ki, “Ve halbuki onun ötesindekini onun gayrisini ya da ondan sonra gelen Kur’ân’ı inkâr ederler. Halbuki o da kendileriyle beraber olanı Tevrat'ı tasdik edici olarak hak bir kitaptır. Onlara de ki: “ eğer siz, Tevrat'a îman etmiş iseniz, bundan evvel Allah'ın Peygamberlerini niçin öldürüyorsunuz, öldürüyordunuz? ” halbuki Tevrat'ta onları katletmekten nehyedilmiştiniz. Bu hitap, babalarının yapmış olduklarına râzı olduklarından dolayı peygamberimiz” aleyhisselâm” zamanında mevcut olan (Yahûdilere) dir. “Ve halbuki “Vav, hâl içindir. Mûsaddikanve hüvel-Hak'tan sonra ikinci olarak hali müekkidedir. 92Şüphesiz ki, Mûsa size beyyinelerle, asa, beyaz el ve denizi yarmak gibi mu'cizelerle geldi. Sonra siz ondan sonra, o mi-kat yerine gittikten sonra, buzağıyı ilâh edindiniz. Siz, onu ilâh edinmeniz sebebiyle zâlim kimselersiniz. 93O zamanı hatırlayınız ki: Sizin, Tevrat'taki şeyle amel edeceğiniz üzere misakınızı almıştık. Halbuki, Tevrat'ı kabul etmekten geri durduğunuz vakitte üstünüze düşsün diye Tûr'u, dağı üzerinize kaldırmıştık. Ve dedik ki, “size verdiğimizi kuvvetle, ciddiyyet ve çalışkanlıkla alınız. Ve onunla ne emrediliyorsanız kabul edip dinleyiniz. “ demişlerdi ki, “sözünü işittik ve emrine isyan ettik “Ve onların küfürleri sebebiyle kalplerinde buzağı onlara içirildi, onun sevgisi içeceğin (bir şeye) karışması gibi kalplerine karıştı. Onlara de ki, “ eğer zannettiğiniz gibi Tevrat'a inanmış kimselerseniz Tevrat'a inancınız ne kötü şeyi emrediyor, -o şey buzağıya ibâdet edilmesidir. - mana; ”siz, mü'min değilsiniz. Çünkü îman, buzağıya ibâdet edilmesini emretmez. “ (Onlarla) murad babalarıdır. aynı şekilde siz de Tevrat'a inanmış kimseler değilsiniz ve gerçekten de Muhammed'i (sallalahü aleyhi ve sellem) yalanladınız. Tevrat'a inanmak ise onu yalanlamayı emretmez. 94Onlara de ki,. “ Allah'ın ındinde âhiret yurdu cennet başka insanların değil de halis olarak, sadece, zannettiğiniz gibi sizin ise, ölümünüzü temenni ediniz, eğer siz doğru sözlü kimselerseniz. “ Onların temennilerine, ikincisi birincisinin kaydı olmak üzere iki şart taalluk etmiştir. “ eğer siz, cennetin sizin olduğu inancında doğruysanız ki, cennet kimin için olursa o da onu tercih eder. Ve cennete de ulaştıran şey ölümdür. Öyleyse onu temenni edin hadi bakalım. “ 95Halbuki onu, ellerinin takdim etmiş olduğu, yalan söylemelerini gerektiren şey olan Peygambere olan o küfürleri sebebiyle asla temenni edemezler. Ve Allahü teâlâ zâlimleri, kâfirleri en iyi bilendir. Ve sonra onları cezalandıracaktır. 96Yemin olsun ki, onları Yahûdileri diğer insanlardan, hatta müşriklerden, öldükten sonra diriltilmeyi inkâr edenlerden hayata daha düşkün bulursun. Çünkü onlar, müşriklerden farklı olarak, ateşe döneceklerini bildikleri hâlde ateşi inkâr etmektedirler. Onlardan her biri sever, temenni eder ki, bin sene ömrü olsun. Halbuki onlardan her birine (istedikleri) ömr (ün) verilmesi, onu azaptan, ateşten uzaklaştırıcı değildir. Yüce Allah, onların yaptıklarını hakkıyla görücüdür ve onları neticede cezalandıracaktır. Vele tecîdenne'nin lamı, lamı kasemdir. Âyet-i kerîme’deki lev kelimesi, en manasında olup mastariyyedir, sılasıyle beraber mastar tevilinde olup yeveddü fiilinin mef'ûl-ıdur. 97İbn Sûriyya, ya Resûlüllâh'a (sallalahü aleyhi ve sellem) ya da Ömer b. Hattâb'a vahyi, meleklerden kimin getirdiğini sordu. O da: Cebrâîl, dedi. İbn Sûriyya da “O bizim düşmanımızdır; azapla gelir, şâyet Mikâil olsaydı îman ederdik. Çünkü o barış ve bereketle gelir. “ dedi. İşte o zaman bu âyet nâzil oldu. Onlara de ki: Kim Cibrîl'e düşman olursa kininden ölsün! Çünkü şüphesiz ki, O ( Kur’ân’ı) önündekini, kendisinden önceki kitapları tasdik eden ve mü'minler için bir hidâyet ve müjde olmak üzere Allah'ın izniyle, emriyle senin kalbine indirendir. 98Her kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine ve Cibrîl'e ve Mîkâîl'e düşman olursa, şüphe yok ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır. Cibrîl lâfzı cim'in kesresi ve fethasıyla beraber hemzesiz olarak okundu: ”Cibrîl”Ve Cebril. “ Ayrıca hemzeyle beraber yâ ile ve yâ'sız olarak okundu: ” cebrâyil”Ve “ cebrâîl“. Cibrîl ve Mikâil lafızları Melâike kelimesinin üzerine, hâs olanın umumî olan üzerine atfı yoluyla atfedilmiştir. Bir kırâatta hemze ve yâ ile bareber “mikâîyle “okunduğu gibi başka bir kırâatta yâ'sız olarak” mikaile “okundu. Âyette Allahü teâlâ “ Lehüm“yerine o düşmanların halini açıklamak için” Lil kâfirin” lâfzını getirmiştir. 99Yemin olsun ki, Ey Resûlüm Muhammed! Sana açıkâyetler indirdik. Onları fâsıklardan başka hiç kimse inkâr etmez. Beyyinât kelimesi hâl olup, İbn Sûriyya'nın, Hazret-i Peygamber'e ”sen hiçbir şey ile gelmedin. “sözüne reddir. 100Onlar, âyetlere küfredip her ne zaman Allah ile eğer peygamber zuhur ederse, ona îman etmek veya ona karşı müşriklere yardım etmeyeceklerine dâir bir anlaşma yapacak olsalar, içlerinden bir grup, o ahdi bozmadılar atmadılar mı? Zaten onların çoğu îman etmezler. Nebeze, Küllemâ'nın cevabıdır. Ve o mahal, istifham-ı inkarî mahallidir. 101Onlara Allah tarafından yanlarındakini kitabı tasdik edici olduğu hâlde bir Resûl Muhammed (aleyhisselâm) gelince, kendilerine kitap Tevrat verilmiş olanlardan bir fırka, Allah'ın kitabını arkalarına atarlar. Peygambere îman ve onda bulunan diğer şeylerle amel etmezler. Sanki onlar, o kitaptaki (Hazret-i Muhammed'in) hak peygamber olduğu bilgisini ya da Tevrat'ın Allah'ın kitabı olduğunu bilmiyorlar. 102Onlar, (peygamberim) Süleyman'ın mülkü ahdi aleyhine sihirden şeytanların okudukları okumuş oldukları şeylerin peşine düştüler. Şeytanlar, Süleyman'ın mülkü çıkarılacağı vakit, sihirle ilgili şeyleri kürsüsünün altına gömmüşlerdi; veya onlar, bazı şeylere kulak verip dinlediklerine yalan katarak kâhinlere söylüyorlardı. Kâhinler de bunları yazıyor ve bu iş, yayılıp gidiyordu. Sonra cinlerin gaybı bildiği ortalığa yayıldı. Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm) kitapları toplattı ve onları gömdü. Fakat vefat edince, şeytanlar insanlara kitapların (gömülü oldukları) yerleri gösterdiler. Kitapları çıkarttılar ve onlarda sihirle ilgili şeyleri buldular. Bunun üzerine şeytanlar, “süleyman, sizlere bununla sahip oldu. Şimdi siz de onu öğrenin!“ dediler. Onlar da peygamberlerinin kitaplarını bir kenara attılar (ve sihirle meşgul olmaya başladılar.) Allahü teâlâ da, Süleyman (aleyhisselâm)'ı beri kılmak (sihirden uzak olduğunu göstermek) ve “ muhammed'e bakın! Süleyman'ı peygamberler arasında zikrediyor. Halbuki o ancak bir sihirbazdır. “sözleri hususunda Yahûdilere red olsun diye şöyle buyurdu: “ halbuki Süleyman küfretmedi, O, hiç sihir yapmadı. Çünkü sihir, küfürdür. Fakat o şeytanlar, kâfir oldular. Onlar insanlara sihri ve Babil'de Sevâd-ı Irak'taki beldede Hârût ile Mârût'a indirilen sihirle ilgili ilham edilen sözleri öğretiyorlardı. İbn Abbâs buyurdu ki: “O ikisi, sihiri öğreten sihirbazlardır. “ denildi ki: (O ikisi) Allah tarafından insanları imtihan etmek üzere, sihri öğretmek için indirilen iki melektir. Bu iki melek (istekli çıkmadan) onu hiç kimseye öğretmez, (eğer öğrenmek isteyenler olursa) o kimseye nasihat olsun diye şöyle derlerdi: ” Biz ancak bir fitneyiz, sihri öğreterek insanları imtihan etmek için Allah tarafından gönderildik. Kim bunu öğrenirse, kâfirdir, kim terkederse, mü'mindir. Onu öğrenerek sakın kâfir olma! Eğer kişi öğretilmesini isterse, onu öğretirlerdi. İşte bir takım kimseler, bu iki melekten karı ve kocanın birbirlerine kin ve düşmanlık duymasına sebep olarak aralarını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Fakat bu sihirbazlar, Allahü teâlâ'nın izni, irâdesi olmadıkça onunla sihirle hiçbir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar, kendilerine âhirette zarar verip, onlara hiç fayda vermeyen şeyi sihri öğreniyorlar. Yemin olsun ki, onlar Yahûdiler, o sihri satın alan, onu tercih eden ya da Allah'ın kitabıyla değiştiren kimse için âhirette bir pay, cennette bir nasip olmayacağını çok iyi biliyorlardı. Onlar sihir yapmayı benimsemekle nefislerini ne kötü şeye satmış olduklarını, uğrayacakları azâbın hakikatini bir bilselerdi, o sihri öğrenmezlerdi. “İttebeû” lâfzı Nebeze fiilinin üzerine ma'tûftur. Âyeti kerîme’deki ”ve-lâkinne ” lâfzı şeddeli ve şeddesiz olarak okundu. Bu cümle Keferû’nun zamiri olan vav dan hâldir. Melekeyni lâfzı kesrayla melikeyni diye de okundu. Bu iki melek onu hiç kimseye.....Min zâittir. .....onunla sihirlehiçbir kimseye “ min“ harfi cerri zâittir. Yemin olsun ki, “ Lâm”lamı kasemdir-onlar, Yahûdiler o sihri satın alan..... .....kimse için elbette ” Lâm “ı ibtidâd ır. Mâkablini ta’lik edicidir. “men“ de ismi mevsûldür. 103Eğer onlar Yahûdiler, peygambere ve Kur’ân'a îman etseler ve sihir gibi Allah'a karşı olan günahları terkederek onun azâbından sakınmış olsalardı, elbette Allah katından bir sevap o karşılığında nefislerini satmış oldukları şeyden hayırlıdır. Eğer onun hayırlı olduğunu bilselerdi elbette onu tercih etmezlerdi. Mesube, mübteda olup, başandaki lâm kasem içindir. Hayrun, mesube kelimesinin haberidir. “ Lev “ harfinin cevabı mahfuzdur. “ elbette sevaplanırlardı. “ 104Ey îman edenler! Peygamberime "râinâ" demeyin. Mü'minler bunu peygambere söylerlerdi. Hâlbuki bu kelime yahûdi dilinde raûne kelimesinden türemiş olan bir sövme kelimesidir. Sonradan Mü'minler bu kelimeden nehyedildi. Onun yerine "unzurnâ” Bizi gözet“ deyiniz. Dinleme, kabul etme yönünde ne ile emrediliyorsanız onu dinleyin. Kâfirler için elim elem verici bir azap ateş vardır. Râina, murâat mastarından emri hâzırdır. 105Kâfir ehli kitap ve kâfir Araplarlardan Müşrikler, sizin üzerinize, size hasedlerinden dolayı Rabbiniz tarafından bir hayır vahiy indirilmesini (istemezler,) sevmezler. Allahü teâlâ ise, rahmetini nübüvvetini dilediğine tahsis buyurur. Allahü teâlâ büyük ihsan sâhibidir. Müşrikîn, ehli kitab lâfzının üzerine ma'tûftur. “min“Beyan içindir. …bir hayır vahiy” min“zaitdir. 106Kâfirler (âyetlerin) neshi hususunda ileri geri konuştukları ve “ muhakkak ki, Muhammed arkadaşlarına bugün bir şeyi emrediyor, yarın ondan nehyediyor. “ dedilkleri zaman, şu âyet indi: Biz bir âyetten neyi nesh edersek hükmünü kaldırırsak, ister lâfzıyla olsun, ister olmasın veya hükmünü tehir edersek, ondan daha hayırlısını sevabının çokluğu ve kolaylık hususunda kullara en yararlı olanını veya onun teklif ve sevap hususunda mislini getiririz. “ma “ şart içindir. Birkırâatte ” nensah“ nûnun zammesiyle ” nünsih“ diye de okundu (sana ya da Cibrîl’e onun neshiyle emrederse) demektir. Bir kırâatte nisyan mastarından müştak olarak hemzesiz okundu. Yani (sana onu unutturursak, senin kalbinden onu silersek) demektir. …veyahükmünü tehir edersek, şartın cevabı şu cümledir: Ondan daha hayırlısını… Nesh de, tebdil de onun tarafındandır. İstifham takrîri ifade içindir. 107Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü muhakkak Allah'ındır. O ikisinde dilediği şeyi yapar. Sizler için Allah'dan başka ne bir veli koruyucu, ne de o azap size geldiğinde onu kaldıracak bir yardımcı vardır. 108Bu âyet, Mekke ehlinin, Hazret-i Peygamberden Mekke'yi genişletmesini ve Safâ tepesini altın yapmasını istedikleri zaman inmiştir: ” Bize Allah'ı aşikâr olarak göster. “Ve diğer istekleri gibi. 'Yoksa siz evvelce (peygamberim) Mûsa'ya sorulduğu, kavminin ona sorduğu gibi siz de peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Her kim îmanı küfür ile değiştirirse, açık âyetleri dikkate almayıp başka şeyleri arzu eder ve îman yerine küfrü alırsa, şüphe yok ki, düz yolun ortasında sapmıştır. Hak yolu şaşırmıştır. Sevâe, aslında orta yer demektir. 109Ehl-i kitaptan bir çokları peygamberin özellikleriyle ilgili hak olan şey Tevrat'ta açıklandıktan sonra, içlerindeki hasetten dolayı, îmanınızdan sonra sizi kâfirler hâline döndürmek isterler. Habis kötü olan nefisleri, onları bu işe itmiştir. Artık siz, şimdilik o ehl-i kitabı affedin terk edin, onlara serzenişte bulunmayın. Onlardan yüz çevirin, onları cezalandırmayın. Ta ki, onlar hakkında Allah'ın savaş emri gelinceye kadar. Şüphe yok ki, Allah herşeye kâdirdir. …olan hasetten dolayımef'ûl-ı lehdir. 110Namazı dosdoğru kılın, zekâtı da verin, nefisleriniz için hayırdan, Tâattan, sıla-i rahim ve sadaka gibi her ne gönderdiyseniz, onun sevabını Allah katında bulacaksınız. Şüphe yok ki, Allah işlediğiniz şeyleri tamamiyle görücüdür. Sonra onların karşılığını size verecektir. 111Dediler ki: Cennete Yahûdiler veya Hristiyanlardan başkası asla giremeyecektir. Bu sözü, Medine Yahûdileriyle Necrân Hristiyanları Rasûlüllah'ın önünde tartıştıkları zamanda söylediler. Yahûdiler dediler ki, ”cennete Yahûdilerden başkası giremeyecektir". Hristiyanlar da dediler ki, ” cennete Hristiyanlardan başkası giremeyecektir. “ Bu, onların kuruntularıdır bâtıl arzularıdır. Onlara de ki: Haydi, buna dâir kesin delilinizi getirin. Eğer doğru söylüyorsanız. Hûd, hâid kelimesinin cem'îsidir. 112Hayır, öyle değil! Cennete onlardan başkaları girecektir. Kim muhsin muvahhid olduğu hâlde yüzünü Allah'a çevirir, emrine boyun eğerse, onun için Rabbi katında ecir amelinin karşılığı olan cennet vardır. Onlara korku yoktur. Onlar âhirette mahzun da olmayacaklardır. Vecih (yüz) lâfzını özel olarak zikretti. Çünkü o, âzalarınen şereflisidir. Onun gayrisida emre uymaya daha lâyıktır. 113Yahûdiler dediler ki: Hristiyanlar sağlam, güvenilir bir şey temel üzere değildirler. Îsa'ya da küfrettiler. Hristiyanlar da dedi ki: Yahûdiler sağlam, güvenilir bir şey temel üzere değildirler. Mûsa'yı da inkâr ettiler. Halbuki onlar, kendilerine indirilmiş kitabı da okurlar. Yahûdilerin kitabında Hazret-i Îsa'nın, Hristiyanların kitabında da Hazret-i Mûsa'nın tasdik edilmesi vardır. Böylece câhil kimselerden Arap müşrikleri ve başkaları dao sözlerin aynısını söylediler. Allahü teâlâ, ihtilâf ettikleri din işlerinde yarın Kıyâmet günü aralarında hükmedecektir. Îman, gerçekten ona sahip olanı cennete, inkâr edeni de ateşe sokacaktır. Halbuki onlar (iki fırka) kendilerine indirilmişkitabı da okurlar. Bu cümle hâldir. Misle kavlihim, zâlike’nin manasını açıklamak içindir. Her din sâhibi için“onlar hiçbir şey üzere değillerdir“ dediler. 114Allahü teâlâ'nın mescitlerinde onun isminin namaz ve tesbihle zikredilmesini yasaklayan ve mescitlerini yıkmak veya değiştirmekle harap olmasına çalışan kimseden daha zâlim kim vardır? Ondan daha zâlim hiç kimse yoktur. Onların oralara korka korka girmelerinden başka hakkı yoktur. Onları cihatla korkutun. Onlardan hiç kimse oraya emin olarak giremesin. Onlar için dünyada rüsvaylık onur kırıcı öldürülme, sürgün ve cizye; âhirette de büyük bir azap ateş vardır. (Bu âyet,) Beyt-i Makdisi harap eden Rumlardan ya da Hûdeybiye senesinde Beytullah'ta Resulullah'ı kuşatan Müşriklerden haber vermek için indi. Onların oralara korka korka girmelerinden başka hakkı yoktur. Emir manasında olan haberdir. 115Bu âyet, Yahûdiler, kıblenin değiştirilmesi ya da “ nereye dönerse dönsün bineğin üzerinde nafile namaz kılınmasi “ hakkında ileri geri konuştukları zaman indi. Doğu da Batı da yeryüzünün hepsi Allah'ındır. Artık nerede onun emriyle namazda yüzünüzü çevirirseniz, vech-i ilâhi râzı olduğu kıble oradadır. Şüphe yok ki, Allah vâsî'dir. Onun lutfu her şeyi içine alır. Mahlukâtının idâresini de bilicidir. Meşrik ve mağrib, yerin iki ucu olduğundan (bu ikisi) ”yerin tümü “olarak açıklandı. 116Yahûdiler, Hristiyanlar ve meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inananlar dediler ki: Allah, çocuk edindi. Hâşa! Allahü teâlâ çocuk edinmekten münezzehtir beridir, uzaktır. Şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa mülküyle, mahlukâtıyla ve kulları ile O’nundur. Her şeye sahip olmak, çocuk edinmeye zıttır. Hepsi de ona itâat edicidirler. Kâlû kelimesi vavlı ve vavsız da okundu. Akıllı olmayanları akılsızlara gâlib kılarak mâ lâfzıyla tâbir buyurdu. Hepsi ” küllün“ondan ne şey murad edilirse ondan o şey kastediiir. (Bu âyette) akıllıları akılsızlara gâlip kılmak vardır. 117Allahü teâlâ göklerin ve yerlerin yaratıcısıdır. Onları bir numune olmadan yaratandır. Bir şeyi yaratmayı irâde edince, ona “ol“ der, o da hemen olur. Bir kırâatta yekûnu, nasb ile yekûne diye emrin cevabı olarak okundu 118Bilmeyen kimseler Mekke kâfirleri, peygambere (sallalahü aleyhi ve sellem)'e dediler ki: Allah bizimle senin Resûl olduğun hakkında konuşsa, ya da bize senin doğruluğun üzerine, bizim arzu ettiğimiz bir mu'cize gelse. Onlardan evvelkiler, peygamberlere inanmamış eski ümmetler de aynı şekilde onların inatçılık ifade eden ve mu'cizeler isteyen sözlerinin aynısını söylemişlerdi. Küfür ve inatta kalpleri birbirine benzedi. Burada Rasulullah'ı teselli vardır. Biz âyetlerimizi îman sâhibi onların âyet olduklarını bilip îman eden bir kavme apaçık bildirdik. Âyetle beraber başka bir âyet istemek, inatçılıktır. 119Ey Resûlüm Muhammed! Şüphe yok ki, biz seni Hak hidâyet ile o hakka icabet edeni cennetle müjdeleyici ve ona icabet etmeyeni de ateşle korkutucu olarak gönderdik. Sen cehennem ateş ashâbından kâfirlerden mesul olmazsın. Onlara ne oluyor da îman etmiyorlar. Senin üzerine ancak tebliğ etmek vardır. Bir kırâatta nehiy kelimesi olarak” Tüs'el” lâfzının cezmiyle okundu. 120Sen onların milletine dinine tâbi oluncaya kadar senden ne Yahûdiler, ne de Hristiyanlar asla hoşnut olmazlar. De ki: Allah'ın hidâyeti İslâm, asıl hidâyettir. Gerisi (itikatta) sapıklıktır. Yemin olsun ki, eğer sana Allah tarafından gelen ilimden vahiyden sonra, onların seni çağırmış oldukları arzularına faraza uyacak olsan, senin için Allah tarafından seni koruyacak ne bir veli, ne de Allah' (ın azâbın) dan men edecek bir yardımcı bulunur. 121Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ki, onu gerçek bir okuyuşla indirildiği gibi okurlar. İşte onlar, ona îman ederler. Bu âyet, Habeşistan'dan gelip müslüman olan bir cemâat hakkında indi. O kimseler ki, onu o getirilen kitabı, tahrif ederek inkâr ederlerse, işte onlar sonları ebedi ateş düşmekle hüsrana uğramış olanların ta kendileridir. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ki, mübtedadır. Cümle hâldir. Hakk lâfzı mef'ûl-ı mutlaktır. Haber biraz sonra gelecek “ülâike “ nin cümlesidir. 122Ey İsrâîl oğulları! Size ihsan etmiş olduğum nimetimi ve sizi âlemler üzerine faziletli kılmış olduğumu hatırlayınız. Bu âyetin benzeri daha önce geçmiştir. 123Öyle bir günden korkunki, o günde (kıyâmette) hiç kimse hiç kimsenin cezasını çekmez borcunu ödemez. Kimseden bir şefâat (mü’minlerden kâfirlere veya kâfirlerden kâfirlere bir yardım ve aracılık) kabul edilmez. (İzin verilmedikçe) hiç kimsenin şefâat yetkisi yoktur ki, kabul edilsin. “Öyleyse bizim için şefaatçiler de yoktur.“ (Şuarâ' 100) (Azaptan kurtulması için kimseden) bir fidye (bedel ve karşılık) alınmaz ve (kâfire) yardım da olunmaz. [Bakınız: Bakara âyet 48. ] 124Şunu da (hatırlayın ki,) bir vakit İbrâhîm'i Rabbisi bir takım kelimelerle emirler ve nehiylerle ibtilâ imtihan etmişti. Ona, o kelimeleri verdi. Denildi; onlar hac vazifeleridir. Denildi ki, onlar mazmaza, istinşak, misvak kullanmak, bıyık kesmek, saçı ortadan ayırmak, tırnakları kesmek, koltuk altını temizlemek, edep yerini tıraş etmek, sünnet olmak ve istincâ gibi şeylerdir. O da bunları tamamladı. Onları tam olarak yerine getirdi. Cenâb-ı Hak da dedi ki: Ben seni insanlara imam din işinde kendisine uyulan bir lider kılacağım. O da dedi ki: Zürriyetimden de evlâtlarımdan da imamlar kıl. Cenab-ı Hak da buyurdu: Benim ahdime zâlimler (zürriyetinden) kâfirler nail olamaz. Bu âyet, Allah'ın ahdine, ancak zâlim olmayanların nail olacağına delâlet etmektedir. 125O vakti de hatırlayın ki: Biz beyti Ka'be'yi insanlar için bir sevap yeri ve her taraftan gelip orada toplandıkları ve dışarıdan gelecek zulüm ve saldırılardan korunmak için bir emniyet yeri kıldık. Kişi babasının kâtili ile karşılaşırdı, fakat ona saldırmazdı. Siz de ey insanlar, makam-ı İbrâhîm'i - o yer, İbrâhîm aleyhisselâm'ın Beyt'i bina ederken üzerine bastığı taştır - bir Mûsallâ arkasında iki rekât tavaf namazı kılınacak bir namazgâh edinin. Biz İbrâhîm ve İsmail ile anlaşmıştık onlara emretmiştik ki, benim beytimi tavaf edenler ve orada mukim olanlar, rükû ve secde edenler namaz kılanlar için putlardan temizleyin orasını temiz tutun. Bir kırâatta ittehızû lâfzı, hânın fethasıyla ittehazû olarak okundu. (O zaman emir değil) haberdir. Rükkâ', râki'ın, sücûd de sâcid'in cemisidir. 126Şunu da zikret ki, İbrâhîm: ”ya Rabbi! Bu mekânı bir emin güvenli bir belde kıl. “ Allahü teâlâ da onun duâsına icabet etti. O beldeyi harem kıldı; orada insan kanı akmaz, hiç kimse orada haksızlık yapmaz, orada av avlanmaz, otu biçilmez. “Allah'a ve âhiret gününe îman etmiş olan ahâlisini meyvelerle rızıklandır. “ Bu durum, ticâret kafilelerinin Şam'dan Tâife gitmesiyle gerçekleşti. (Önceden) orası ekin ve suyu olmayan çok ıssız bir yerdi. İbrâhîm (aleyhisselâm), duasında îman etmiş olanları özellikle zikretti. Böylece yaptığı duâ, “Benim ahdim, zâlimlere nâil olmaz. “meâlindeki Âyet-i kerîmeye uygun düşmektedir. Allahü teâlâ da: ” Kâfir olanı da az bir müddet yaşadığı kadar dünya hayatında rızıkla faydalandırırım, sonra da onu âhirette ateş azâbınaatarım. O ateşten bir kurtuluş bulamaz. Orası ne fena bir dönüş yeridir!“ Buyurmuştu. Allah'a ve âhiret gününe îman etmiş olanları.....Bu cümle ” ehlehu” kelimesinden bedeldir. 127O zaman İbrâhîm Beytullâh'ın direklerini temellerini ve duvarlarını İsmail ile beraber yükseltiyor, (onu) bina ediyordu. Şöyle diyorlardı: Bizden binamızı kabul buyur. Şüphe yok ki, sen, sözü tam işiten, işi de tam bilensin. İbrâhîm Beytullâh'ın direklerini temellerini ve duvarlarını İsmail ile beraber.....İbrâhîm üzerine ma'tuftur. Minel beyt, Yerfau fiiline mütealliktir. 128Ey Rabbimiz! İkimizi de sana teslimiyette boyun eğmede sabit eyle. Zürriyetimizden çocuklarımızdan yalnız senin için boyun eğen müslüman bir ümmet yetiştir. Usullerimizi ibâdetimizin ya da haccımızın kurallarını bize göster (bize öğret). Tevbelerimizi de kabul buyur. Şüphe yok ki, sen tevvâbsın (tevbeleri çok kabul eden) ve rahîmsin (çok merhamet edensin). Kendileri masum (günah işlemeyen zâtlar) oldukları hâlde tevazu içinde zürriyetlerine (bir şey) öğretmek için Allah'dan tevbeyi kabul etmesini istediler. Min harfi cerri, teb’iyz içindir. İbrâhîm aleyhisselâm bunu (min harfini) Allah'ın ona olan kavli ”Benim ahdim zâlimlere nail olmaz “önce zikredildiğinden dolayı getirmiştir. 129Ey Rabbimiz! Onların ehl-i beytin içinden onlara kendilerinden bir resûl gönder. Yüce Allah, onun duasına Hazret-i Muhammed'i göndermekle icabet etti. O resûl ki, onlara âyetlerini Kur’ân’ı okusun. Onlara kitabı Kuran'ı ve hikmeti ondaki hükümleri öğretsinve onları tezkiye etsin onları şirkten temizlesin. Şüphe yok ki, sen azîz gâlip ve yaratmasında hikmet sâhibisin. 130Nefsine sefih olandan kendisinin Allah'ın mahlûku olarak ona ibâdet etmenin vacip olduğunu bilmeyenden ya da ona ibâdeti hafif ve düşük görenden başka kim İbrâhîm'in milletinden kaçınır onu terkeder. Şüphe yok ki, biz dünyada risalet ve dostlukla seçilmiş kıldık. Mümtaz kıldık. Şüphesiz ki, âhirette de o salihlerden kendisi için yüksek dereceleri olan kimselerdendir. 131Hani o vakit ki, İbrâhîm'e Rabbisi İslâm ol Allah'a boyun ey, O'na dinini hâlis yap dedi. O da âlemlerin Rabbine teslim oldum dedi. 132Bununla milletle - İslâmdiniyle- İbrâhîm de oğullarına vasiyette bulundu. Yakup da oğullarına -vasiyet etti. - Dedi ki: Oğullarım! Şüphe yok ki, Allah sizin için dini İslâm'ı seçti. Öyleyse sizler ancak Müslümanlar olduğunuz hâlde ölünüz. Bu İslâm'ı terk etmekten nehiy ve ölümün rast gelmesi anına kadar da İslâm üzerine sabit kılmakla olan bir emirdir. “Vessâ“ fiili bir kırâat Evsâ diye okundu. Bu âyet, Yahûdiler, Peygamber (imiz) e ”sen bilmiyor musun ki, Yakup, ölüm gününde oğullarına Yahûdilikle vasiyet etmişti. “ dediklerinde indi. 133Yoksa Ya'kûb'a ölüm geldiği zaman siz şahitler hazır bulunanlar mı idiniz. O vakit ki, oğullarına dedi: Benden sonra ölümümden sonra neye ibâdet edeceksiniz? Dediler ki: Senin ilâhına ve babaların olan İbrâhîm, İsmail ve İshak'ın ilâhına ibâdet edeceğiz ki, tek bir ilahtır. Ve biz ancak onun için müslüman kimseleriz. Âyetin başındaki “ em “ harfi, inkâr hemzesi mânâsındadır. “sizler ölüm vaktinde ona hazır olmadınız. Öyleyse ona lâyık olmayan şeyi ona nasıl nisbet ediyorsunuz? “ O vakit kibundan önceki “ İz “kelimesinden bedeldir. İsmail'i babalardan saymak ” taglib” tir. Çünkü amca da baba menzilindedir. Senin ilâhına ve babaların olan İbrâhîm, İsmail ve İshak'ın ilâhına ibâdet edeceğiz ki, -tek bir ilahtır. İlâheke'den bedeldir. 134Onlar bir ümmettir ki, gelip geçmişlerdir. Onlarm kazandıkları amel karşılığı kendilerinedir Sizin kazandığınız şeyler de sizedir. Hitap Yahûdiler içindir. Ve siz onların sizin amellerinizden sorulmadığı gibi onların yapmış olduklarından sorulmayacaksınız. Tilke Mübtedadır. “ Tilke ” lâfzıyla olan işaret İbrâhîm, Yakup ve ikisinin arasında olanlaradır. Haberi olan“ümmetün” lâfzı, müennes olduğundan dolayı müennes kılındı. Onlarm kazandıkları amel karşılığı kendilerinedir. Cümle-i istinâfiyedir. onların yapmış olduklarından sorulmayacaksınız. Bu cümle, mâkablini tekitliyicidir. 135Ve dediler ki: Yahûdi veya Nasrâni olunuz ki, hidâyete ermiş olasınız. Onlara de ki: bilâkis biz hanif olarak bütün dinlerden doğru dine meyledici olarak İbrâhîm'in dinine tâbi bulunmaktayız. O müşriklerden değildir. Âyeti kerîme’deki ”ev “ harfi, tafsil içindir. Birinci sözü söyleyen Medine Yahûdileridir, ikincisini söyleyen Necran Hristiyanlarıdır. Hanif lâfzı, İbrâhîm’den hâldir. 136Ey Mü'minler! Deyiniz ki: Biz, Allah'a ve bize indirilene Kur’ân'a ve İbrâhîm’e indirilenon suhufa, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a ve Esbât'a Ya’kûb'un çocuklarına inzal edilmiş olana ve Mûsa'ya verilen Tevrat’a ve Îsa'ya verilen İncîl'e ve peygamberlere rabbleri tarafından verilmiş olan kitaplara ve mu'cizelere îman ettik. Biz onlardan hiç birisinin arasını ayırmayız. Yahûdiler ve Hristiyanlar gibi bazısına inanıp bazısını inkâr etmeyiz. Biz O‘na boyun eğmiş kimseleriz. 137Eğer onlar Yahûdiler ve Hristiyanlar, sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse, muhakkak hidâyete ermiş olurlar. Ve eğer sizin îmanınız gibi îmandan yüz çevirirlerse, şüphe yok ki, onlar, aykırılık size muhalefet (düşmanlık) içinde kalmış olurlar. O hâlde Ey Resûlüm Muhammed! Cenâb-ı Hak, onların muhalefetine karşı sana kâfi gelecektir (seni koruyacaktır). O, onların sözlerini işiticidir, onların hallerini bilicidir. Yüce Allah, Kurayza'nın katlolunması, Nadr'ın sürgün edilmesi ve onlara cizye konulmasıyla va’dini yerine getirmiş, Resûlünü korumuştur. Eğer onlar sizin îman ettiğiniz gibi Misl kelimesi zâiddir. 138Ey mü'minler! Deyiniz ki, bizim boyamız, Allah’ın boyası dinidir. “sıbga “ dan murad, Allah'ın insanlara bahşettiği dinidir. Elbisedeki boya gibi sâhibinin üzerinde görüldüğü için ona sıbga denildi. Allah'tan başka daha güzel boyası dini olan kim vardır? De ki: Bizler ancak ona ibâdet edenleriz. Sıbga kelimesi, Âmenna fiilinin mânasını tekitleyen mastardır. Nasbi ise Sabagna olan gizli bir fiil iledir. 139Yahûdiler müslümanlara dediler ki: ” Biz ilk ehl-i kitabız. Kıblemiz de en eski olandır. Peygamberler Araplardan olmamıştır. Eğer Muhammed peygamber olsaydı, elbette bizden olurdu. “ (Bunun üzerine) şu âyet indi: Onlara de ki: Allah hakkında O’nun Araplardan peygamber seçmesi hususunda bizimle mücâdele bize düşmanlık mı ediyorsunuz? Hâlbuki O, bizim de, sizin de Rabbinizdir. O’nun kullarından dilediğini (Peygamber) seçme hakkı vardır. Bizim amellerimiz bize âittir. Onların karşılığında hesaba çekiliriz. Sizin amelleriniz de size âittir. Siz de onların karşılığında cezalandırılacaksınız. (Biz Müslümanlar) amellerimizle ihsan olarak hak kazandığımız şeye kavuşmamız uzak değildir. Bizler, siz (îman etmeyenler) dışında din ve amel konusunda O’na hâlis olarak (samimiyetle) bağlanmışızdır. Bu durumda (Peygamberin aramızdan seçilmesinde) biz daha lâyıkız. Âyetteki hemze inkâr içindir. Üç cümle hâldir. 140Yoksa siz şöyle mi diyorsunuz: Şüphe yok, İbrâhîm, İsmail, İshak, Yakup Peygamberler ve Torunları Yahûdi veya Hristiyan idiler. Onlara de ki: Sizler mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah, en iyi bilicidir. Allahü teâlâ “İbrâhîm, ne Yahûdi, ne de nasrâni idi. “kavliyle onu, Yahûdilikten ve Hristiyanlıktan beri kıldı. (Âyette) onunla beraber zikir olunanlar da (bu hususta) ona tâbidir. Allah tarafından bildirilen ve kendince sâbit gördüğü gerçeğin şahitliğini gizliyenden daha zâlim kimdir? Ondan daha zâlim kimse yoktur. (O gizleyenler,) Yahûdilerdir. Onlar, Hazret-i İbrâhîm’in hanîf olduğu ile ilgili Allah'ın Tevrat'taki sehâdetini gizlediler. Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir. (Bu âyet,) onlara bir tehdittir. 141Onlar bir ümmetti ki, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da size. Siz onların yapmış olduklarından mesul olmazsınız. Bu âyetin benzeri önce geçti. Tekûlûne fiili, ta ve yâ ile okundu. 142İnsanlardan Yahûdilerden ve müşriklerden bir takım sefihler cahiller diyeceklerdir ki: Onları üzerlerinde oldukları, namazda ona yönelmekte oldukları kıblelerinden Beyt-i Makdis'ten hangi şey döndürdü? Hangi şey, Peygamberi (sallalahü aleyhi ve sellem) ve mü'minleri, o kıbleden çevirdi. De ki: Doğu da batı da bütün cihetler Allah’ındır. Böylece (Allah tarafından), dilediği herhangi bir tarafa dönülmesi emr edilir. On'a hiçbir itiraz yapılamaz. Dilediği kimseyi doğru yola İslâm dinine hidâyet eder. Siz de o hidâyete kavuşalardansınız. Bu mânâya (şimdi zikredilecek âyet) delâlet etmektedir. (Yekûlu fiilinin başında) istikbâle delâlet eden sin harfini getirmek, ileride olacak bu isten şimdiden haber vermektir. 143Ve işte böylece, sizleri doğru yola hidâyet ettiğimiz gibi; sizleri -Ey Ümmet-i Muhammed- vasat, en hayırlı ve adâletli olan ümmet kıldık ki, insanlar üzerine Kıyâmet gününde peygamberlerinin onlara tebliğ yaptığı hakkında şahitler olasınız. Ve peygamberler de sizlerin üzerinize, onun (Hazret-i Muhammed'in) size tebliğ yaptığı hakkında şahit olsun. Ve senin evvelce tarafına müteveccih olduğun ciheti-Ka'be'dir- şimdi senin için kıble kılmadık. Resûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem) önceden Kâ'be’ye doğru namaz kılardı. Hicret ettiğinde ise, Yahûdilere karşı bir yumuşaklık olsun diye Beyt-i Makdis'e yönelmekle emrolundu. O tarafa doğru onaltı ya da onyedi ay namaz kıldı. Sonra kıble, Ka'be'ye çevrildi. Ancak Rasül'e kimlerin tâbi olacaklarını ve tasdik edeceklerini gerisin gerisine döneceklerden dinde bir şüphesi olduğundan ve Resûlüllah’ın Allah'ın emrinden bir hayret içinde olduğu hakkında zanlaından dolayı tekrar küfre döneceklerden, açık bir bilgi ile bilelim diye yaptık. Bundan dolayı bir grup insan tekrar dinden çıkmıştı. Gerçekten bu (kıbleye tekrar geri dönülmesi) büyük bir iştir insanların üzerine zorlayıcı bir yüktür. Ancak Allah'ın onlardan hidâyet ettiği kişiler üzerine değil. Ve Allah sizin îmanınızı Beyt-i Makdis'e dönerek kıldığınız namazınızı elbette zayi edecek değildir. Bilâkis bunun üzerine sizi sevaplandırır, Çünkü bu âyetin sebeb-i nüzulü kıble değiştirilmezden evvel ölen kişilerin durumundan sual edilmesidir. Şüphe yok ki, Allah insanlara mü'minlere, onların amellerini zâyi etmeme hususunda Raûf'dur, Rahîm'dir. Gerçekten“ in“ harfi İnne'den muhaffe olup ismi mahzûftur. 144Biz yüzünün sema cihetinde, vahyi bekler ve Kâbe’ye istikballe emri arzu eder olduğunhâlde takallübünü çevrilip durduğunu görüyoruz. Rasûlüllah, onu, İbrâhîm (aleyhisselâm)'ın kıblesi olduğu ve Arapları da İslâm'a daha çağrıcı olduğu için çok arzu ediyordu. Artık seni hoşnut olacağın sevineceğin bir kıbleye muhakkak ki, çevireceğiz döndüreceğiz. Haydi yüzünü Mescid-i Harâm (Ka'be) tarafına çevir namazda (oraya) yönel. Ve her nerede bulunursanız -hitap ümmetedir- yüzlerinizi namazda onun tarafına çeviriniz. Ve şüphe yok ki, kendilerine kitap verilenler de bunun Kâbe’ye dönmenin Rableri tarafından kendi kitaplarındaki Hazret-i Muhammed'in oraya yöneleceğinden olan vasfından dolayı hak olduğunu elbette bilirler. Ve Allah onların amellerinden gafil değildir. Ya’melûn ta ile ”ta’melûne “ diye de okundu. Mana ise “Yahûdilerin kıble emrini inkârdan dolayı yaptıklarından gafil değildir“ Ve her nerede bulunursanız hitap ümmetedir. 145Yemin olsun ki, eğer sen kendilerine kitap verilmiş olanlara kıble işinde doğruluğun üzere her ne âyet -delil- getirsen, yine senin kıblene inattan dolayı tâbi olmazlar. Sen de onların kıblesine tâbi olmazsın. (Bu âyet) Rasûlüllah'ın onların müslüman olmalarına olan arzusunu, onların da onun kıblelerine dönmesi arzusunu kırıcıdır. Onların bazıları da bazılarının kıblesine tâbi değildir. Yahûdiler, Hristiyanların, Hristiyanlar da Yahûdilerin (kıblesine tâbi değillerdir.) Ve and olsun ki, sana gelen ilimden vahiyden sonra onların seni çağırmış oldukları hevalarına tâbi olacak olsan şüphe yok ki, sen o zaman faraza onlara tâbi olursan zâlimlerden olmuş olursun. 146O kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu Muhammedi (aleyhisselâm) tıpkı oğullarını tanıdıkları gibi kendi kitaplarındaki sıfatıyla tanırlar. İbn Selâm demiştir ki: Yemin olsun ki, “Onu gördüğümde oğlumu tanıdığım gibi onu tanıdım ve benim Muhammed'i (aleyhisselâm) tanımam {oğlumu tanımamdan da) kuvvetli oldu. Fakat onlardan bir grup şüphe yok ki, hakkı onun özelliklerini gizlerler. Hâlbuki senin üzerinde olduğun şu durumu da bilirler. 147O hak Rabbindendir. Artık onda şüphe edenlerdende olma. Bu tür kişilerden (olma). Mümterin lâfzı lâ temteriden daha mübalağalıdır. 148Ümmetlerden her biri için bir yön kıble vardır. O, yüzünü namazda oraya döndürücüdür. Artık hayırlı işlere yarışınız. Tâatlara ve onun kabulüne koşunuz. Siz her nerede olursanız olunuz, Allah sizleri biraraya getirecektir. Kıyâmet gününde sizi toplayacaktır. Amelleriniz ile karşılık verecektir. Şüphesiz Allah, herşeye kâdirdir. “mûvellihâ“ Bir kırâatta müvellâhâ diye okundu. 149Ve her nereden sefer için çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm'a döndür. Şüphe yok ki, bu Rabbin tarafından bir haktır. Ve Allahü teâlâ sizin amellerinizden gafil değildir. Tâmelûn fiili tâ okundu. Ayrıca yâ ile “yâmelûne “ diye de okundu. Ve bunun benzeri de geride geçmişti. 150Allahü teâlâ Mescİd-i Harâm'a dönmeyi, sefer hükmü ile gayrisinin eşitliğini beyan etmek için bir daha tekrar etti. Ve her nereden sefere çıkarsan hemen yüzünü Mescid-i Harâm cihetine çevir ve her nerede bulunursanız yüzlerinizi onun tarafına çeviriniz. Tâ ki, nâs Yahûdiler ve müşrikler için sizin üzerinize bir hüccet, Mescid-i Harâm'dan gayrısına yönelmeye karşı bir mücâdele bulunmasın. Yahûdilerin“ dinimizi hem inkâr ediyor, hem kıblemize tâbi oluyor“, müşriklerin de “İbrâhîm (aleyhisselâm)'in dinini iddia ediyor, fakat kıblesine muhalif oluyor “sözlerine karşılık olsun, onların sizinle mücadelesi yok olsun diye. Ancak onlardan inattan dolayı zâlim olanlar müstesna. Çünkü onlar şöyle diyorlardı: “O, Mescid-i Harâm'a ancak babalarının dinine meylettiğinden dolayı döndü. “ Bu şekilde hiç kimse size bir isnatta bulunamaz. Eğer olursa, bu onların (bâtıl) sözü olur. Artık onlardan korkmayınız, Mescid-i Harâm'a dönülmesi hususunda onların mücâdelesinden korkmayınız. Ve emrime yapışmakta benden korkunuz. Hem üzerinize dininizin malûmatlarına hidâyet etmekle sizin üzerinize olan nimetimi tamamlayayım. Böylece hakka hidâyet bulmuş olursunuz. .....her nerede bulunursanız yüzlerinizi onun tarafına çeviriniz. Tekid için bu cümleyi tekrar etti. Liellâ yekûne'nin üzerine ma'tûftur. Ancak onlardan inattan dolayı zâlim olanlar müstesna. Çünkü onlar şöyle diyorlardı: “O, Mescid-i Harâm'a ancak babalarının dinine meylettiğinden dolayı döndü “-Âyetteki istisna istisnayı muttasıldır- mânâya gelince; Size hiç bir kimsenin sözü olamaz. Ancak bunların sözü olabilir. 151Nitekim sizin içinizde sizden bir rasül Hazret-i Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'i gönderdik. Size bizim âyetlerimizi Kur’ân’ı okuyor ve sizleri tezkiye ediyor. Sizleri şirkten temizliyor ve sizlere kitabı Kur’ân’ı ve hikmeti onda olan ahkâmı talim ediyor. Ve sizlere bilmediklerinizi öğretiyor. “kemâ erselnâ” ütimme fiiline taalluk edicidir. Peygamber göndermekle tamamlandığı gibi tamamlanmakla..... 152Artık beni namazla, tesbihle ve başka şeyle zikrediniz ki, ben de sizi zikredeyim. Denildi ki, bunun mânâsı ”sizi mükâfatlandırayım“. Abdullah'dan mervi olan bir hadis-i kudsîde şöyle zikrolundu: “ kim beni, kendi nefsinde zikir ederse, ben de onu kendi nefsimde zikir ederim. Ve kim, beni bir toplulukta zikir ederse, ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir toplulukta zikir ederim. “Ve bana nimetime karşı tâatla şükrediniz, mâsiyet (işleyerek) bana nankörlükte bulunmayınız. 153Ey mü'minler! Tâat ve musibete sabırla ve salât ile âhiret (de kurtuluşunuz) için yardım isteyiniz. Allahü teâlâ, namazı (günlük hayatta) birçok defa tekrar edildiği ve şânı büyük olduğu için özel olarak zikretti. Şüphe yok ki, Allah, yardım(ıy)la sabredenlerle beraberdir. 154Ve Allah yolunda katledilenlere ölülerdir demeyiniz. Hayır, onlar hayattadırlar. Onların ruhları cennette dilediği yere uçan yeşil kuşların kursaklarındadır. (Bu konuyla alâkalı olan hadisten dolayı böyle açıklanmıştır.) Fakat siz, şuur edemezsiniz. Onların içinde bulundukları hali bilemezsiniz. 155Yemin olsun ki, biz sizleri düşmandan dolayı biraz korku ile açlıkla, kıtlık ile ve mallardan, helâk sebebiyle, canlardan katledilmek, ölmek ve hastalıklar sebebiyle, mahsulattan olgunlaşmayıp zâi olmasıyla biraz eksiklikle belâlandıracağız, sizi imtihan edeceğiz. Sonra bakacağız, sabrediyor musunuz, yoksa etmiyor musunuz? Belâya sabredenleri cennetle müjdele. 156Onlar öyle kimselerdir ki: Kendilerine bir musibet belâ isabet ettiği zaman: ” Bizler mülk ve kullar olarak Allah içiniz. Bize dilediği şeyi yapar. Ve bizler âhirette ancak O’na dönücüleriz. Sonra bizi (amellerimiz karşılığında) cezalandırır. Bir hadiste şöyle rivâyet olundu: ”Her kim bir musibet anında “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn“ derse, Allah o musibet karşılığında onu mükâfatlandırır ve onun peşine bir hayır lütfeder. “Ve bir hadiste şöyle rivâyet olunmaktadır. Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem)'ın kandili sönmüştü. Hemen İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, dedi. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) de dedi ki: Bu sadece bir kandildir. Rasûlüllah da şöyle buyurdu: Mu'mini sıkan herşey musibettir. (Ebû Dâvud Merâsil'inde rivâyet etti.) 157İşte onlar, onların üzerine Rableri tarafından salâtlar bağışlanmalar ve rahmet nimet vardır. Ve işte onlar doğruya hidâyet bulanların tâ kendileridir. 158Şüphe yok ki, Safâ ve Merve Mekke'deki o iki tepe Allahü teâlâ'nın şeâirindendir. Dininin alâmetlerindendir. Artık her kim hac veya umre yaparsa hac veya umreyle alâkanır (ona niyet ederse) tavafı bu ikisiyle ikisinin arasında yedi defa koşarak yapmasında kendisinin üzerine hiçbir günah yoktur. Bu âyet, câhiliyye ehli bu ikisini tavaf etmiş olduklarında bu tavafı müslümanların çirkin görmesinden dolayı inmiştir. Bu iki tepenin üzerinde iki put vardı ve câhiliyye ehli ona el sürerlerdi. İbn Abbâs'tan rivâyet olundu ki, Şüphesiz ki, sa'y farz değildir. Çünkü bunu serbestlik (kişinin isteğine bırakmak) mânâsından ibaret olan günahın kalkması (iki tepenin tavaf edilmesinde bir günah olmaması) ifade etmektedir. İmam-ı Şafî ve gayrisi dedi ki: Sa'y rükündür ve bunun farz olduğunu Rasûlüllah şu sözüyle beyan etmiştir: ” muhakkak ki, Allah sizin üzerinize sa’yi yazdi “ (Beyhaki ve başkaları rivâyet etti) ve Rasûlüllah şöyle de buyurdu “Allah'ın onunla başladığıyla, başlayınız, Safâ ile başlayın. (Müslim rivâyet etti.) Ve her kim bir hayrı hayır ile tatavvu yaparsa, kendisinin üzerine vacip olmayan şeyi (Tavafı ve gayrisini) işlerse şüphe yok ki, Allahü teâlâ kulun ameline, o amelin üzerine sevap vermekle şâkirdir, o ameli bilicidir. Şeâir, şeîra'nın cemisidir. Hac aslında (bir şeyi) kastetmek, Umre de (bir yeri) ziyaret etmektir. Yeddavvefu fiilinde, aslında te olan (Tı'yı) Tı'ya idgam vardır. Bir kırâatta Tetavvaa, ya ile ve meczum olarak şeddeli Tı ile Yettavve' diye okundu. Bu kırâatta aslında te olan (Tı) nın Tı'ya idgamı vardır. 159Bu âyet-i kerîme, Yahûdiler hakkında inmiştir. O kimseler ki, bizim inzal etmiş olduğumuz recm âyeti, Hazret-i Muhammed'in sıfatı gibi beyanatı ve hüdâyı (doğru yolu), insanlara kitapta Tevrat'ta açıkladıktan sonra gizlerler. Muhakkak onlara Allahü teâlâ lânet eder onları rahmetinden uzaklaştırır. Ve onlara lânet ediciler de lânet eder. Melekler ve mü'minler ya da herşey onların aleyhine duâ ederek lânet ederler. 160Ancak tevbe edenler bu günahtan dönenler, amellerini ıslah edenler ve gizledikleri şeyi açıklayanlar müstesna. İşte ben onların tevbelerini kabul ederim. Ve tevvâb, mü'minlere rahîm acıyan ancak benim. 161Muhakkak o kimseler ki, kâfir oldular ve onlar kâfir oldukları hâlde öldüler, işte Allah'ın lâneti de meleklerin ve bütün insanların lâneti de onların üzerinedir. Onlar dünyada ve âhirette buna müstehaktırlar. Nâs kelimesi, denildi ki, umumidir ve denildi ki, (onda murad) sadece mü'minlerdir. 162Orada lânette ya da lânetin delâlet ettiği ateşte ebedî kalıcı oldukları hâlde onlardan azap göz açıp kapama süresince bile hafifletilmez ve kendilerine asla nazar olunmaz tevbe veya bir mazeret için onlara mühlet verilmez. 163Bu âyet-i kerîme (Peygamberimize) ” Bize Rabbini vasfeyle “ dediklerinde nâzil oldu. Ve sizin ibâdete lâyık olan ilâhınız tek bir ilahtır. O’nun ne zatında ne de sıfatlarında bir benzeri yoktur. O Rahmân ve Rahîm olan Allah'tan başka bir ilâh yoktur. 164Bunun üzerine bir âyet istediler ve hemen bu âyet nâzil oldu. Şüphe yok ki, göklerin ve yerlerin ve ayrıca ikisinin arasındaki acâib şeylerin yaratılışında, gece ile gündüzün gitmesi, gelmesi, ziyâdeliği ve noksanlığı hakkında olan ihtilâfında, insanlara faydalı olan şeylerle ticaretlerle ve taşımacılıkla denizde akıp giden gemilerde ve Allah'ın semâdan indirip onunla yeryüzünü ölümünden kurumasından sonra nebatla ihya eylediği suda yağmurda ve yeryüzünde her türlü canlıyı döşemesinde ayırıp yaymasında - Çünkü onlar ondan hasıl olan ot ve bereketle büyürler. - ve rüzgârların değiştirilmesinde sıcak ve soğuk olarak kuzeye ve güneye doğru çevrilmesinde ve gök ile yer arasında hiç (birşeyle) bağlantısız olarak, Allah'ın emrine boyun eğmiş Allah'ın dilediği tarafa giden bulutta, akıl eden aklını güzel kullanan kavim için elbette nice âyetler, Allah'ın birliğine delâlet eden deliller vardır. 165Ve insanlardan öyleleri vardır ki, Allah'dan başkalarını ortaklar putlar edinirler. Onları Allah sevgisi gibi Allah'ı sevmeleri gibi, hürmet ve huşu ile severler. Mü'minlerin ise Allahü teâlâ'ya sevgisi onların putlarına olan sevgisinden daha fazladır. Çünkü onlar Allahü teâlâ'dan hiçbir şekilde vazgeçmezler. kâfirler ise ancak zorluk anında Allah'a dönerler. Ey Resûlüm Muhammed! Eğer putları ilâh edinerek (nefislerine) zulmedenlerin, azâbı gördüklerindeki hallerini bir görmüş olsan elbette büyük bir iş görmüş olursun. Çünkü şüphesiz ki, bütün kuvvet kudret ve gâlip olmak Allah'a mahsustur ve hakıykaten Allah'ın azâbı pek şiddetlidir. Yeravne fiili hem malum hem de meçhûl olarak okundu. İz, izâ mânâsındadır. Bir kırâatta (terâ fiili) ya ile “yerâ“ diye okundu. O zaman fail işitene dönen zamirdir. Şöyle de denildi; fail”Ellezîne zalemû “olup yerâ fiili de yağlemü mânâsındadır. Ve enne ile mâbadi iki mef’ûl yerine kaimdir. “ Lev “ harfinin cevabı da mahzûfdur. 166O vakit kendilerine uyulmuş kimseler reisler uyan şahıslardan teberrî edecekler. Onların sapkınlığını kabul etmeyecekler. Ve şüphesiz ki, azâbı da görmüş olacaklar. Ve onlardan esbâb dünyadaki akrabalık ve sevgiden olan bağlantılar kesilmiş olacaktır. İz, makablindeki İz'den bedeldir. 167Ve uyanlar diyecekler ki: Eğer bizim için bir kerre dünyaya bir dönüş olsa biz de onlardan uyulanlardan teberri ederiz, onlar bizden bugünde teberri ettikleri gibi. İşte böylece onlara azâbının şiddetini ve bazısının bazısından teberrisini gösterdiği gibi Allahü teâlâ onlara kötü amellerini, üzerlerine haserât, nedametler olarak gösterecektir. Ve onlar ateşten oraya girdikten sonra çıkıcı da değillerdir. Lev temenni içindir. Neteberrü onun cevabıdır. Haserât kelimesi hâldir. 168Bu âyet, otlak hayvanları ve benzerini haram kılan kimse hakkında indi. Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz oldukları hâlde lezzetli olarak yeyiniz. Ve şeytanın süslemesinin adımlarına yollarına tâbi olmayınız. Şüphe yok ki o, sizin için açık düşmanlığı aşikâr olan bir düşmandır. “ Tayyiben” lâfzı tekitleyici sıfattır. 169O (şeytan) sizlere ancak kötülüğü günahı ve fuhuşu şer’an yasak ve çirkin olanı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri haram olmayanı haram kılmak ve diğer şeyleri söylemenizi emreder. 170Ve onlara kâfirlere Allah'ın indirdiğine tevhide ve pak olan şeylerin helâl olduğuna uyun denildiği zaman derler ki: Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye putlara ibâdete, Bahira ve Saibe denilen develerin haram kılındığına uyarız. Allahü teâlâ buyurdu ki: Ataları din işinden bir şeye akıl erdirememiş ve Hakka hidâyet bulamamış olsalar bile mi onlara tâbi olacaklar? Âyet-i kerîme’deki hemze inkâr içindir. 171Ve kâfirlerin ve onları hidâyete çağıranın örneği sıfatı o hayvanların misâli gibidir ki, çağırmaktan, nidadan bağırmaktan başka birşey işitmeksizin haykırır durur. onun mânasını anlamaz. onlar vaazı işitmekte ve onu anlayamamakta aynı hayvanlar gibidirler. Hayvanlar çobanın sesini duyar, fakat anlayamaz. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar vaazı da anlayamazlar. 172Ey îman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından helâl olanlarından yiyiniz ve Allah'a size helâl kılmış olduğu şey üzerine şükür ediniz. Eğer siz ancak ona ibâdet ediyorsanız (bu şekilde hareket ediniz). 173O sizlere ancak ölü olanı -onu yemeyi -çünkü kelâm onun yenmesi hakkındadır, leş hayvanı hakkında değildir. Bundan sonrakinde de aynı şekildedir. Meyte; Şer'an kesilmeyen hayvandır. Ve hadis-i şerifte, canlıdan kopartılan uzuv da meyteye ilhak edilmiştir. Meyteden balık ve çekirge istisna edilmiştir. (Bunlar şer'an kesilmemiş olsa bile yenilebilir. (Bu görüş Şafî mezhebine göredir. Hanefi mezhebine göre meyte olan balık ve çekirge de yenmez.) ve akan kanı -En'am sûresinde olduğu gibi- ve hınzır etini özellikle eti zikretti. Çünkü et, en çok aranılandır. Diğerleri ona tâbidir. Allah'tan başkası için kesileni (İhlâl sesi yükseltmekdir. Araplar ilâhları için hayvan boğazlandığında seslerini yükseltirlerdi) haram kılmıştır. Sonra kim bâgi, müslümanların aleyhine bir iş için yola çıkan ve mütecaviz yol kesmekle onlara tecâvüz eden olmadığı hâlde, muzdar olur da bir zaruret onu zikredilen şeylerden birini yemeye iter de o da yerse, onun üzerine yemesi hususunda bir günah yoktur. Şüphe yok ki, Allah, dostlarını mağfiret edici, kendisine itâat edene de rahmet edicidir. Şöyle ki, onlara bu hususta bir genişlik yaptı. Bâgi ve mütecaviz olan istisna edildi. Bunlara sefere isyan amaçlı çıkıp günahkâr olan da ilhak olunur. Mesela efendisinden kaçmış olan köle ve haksız vergi toplayan gibi. Bunlar için tevbe etmedikleri müddetçe zikredilen şeylerden birini yemek helâl olmaz. İmam-ı Şâfî bu görüş üzeredir. 174Muhakkak o kimseler ki, Yahûdiler Allah'ın kitaptan indirileni Hazret-i Muhammed'in vasıflarını gizlerler ve bunun mukabilinde dünyadan az bir bedel alırlar. İndirilene karşılık o az parayı toplumun câhil kısmından alırlar. Ve o indirileni, az olan o bedelin kendilerinden kaçması korkusundan dolayı açığa da vurmazlar. İşte onlar karınlarında ateşten başka birşey yemezler, çünkü o ateş, onların dönecekleri yerdir. Ve Allah onlar ile Kıyâmet gününde, onlara gazap ettiğinden dolayı konuşmaz ve onları temize çıkarmaz, onları günah pisliğinden temizlemez. Ve onlar için elim elem verici bir azap vardır. O azap ateştir. 175Onlar öyle kimselerdir ki, hidâyet mukabilinde dalâleti satın aldılar, dünyada hidâyet yerine dalâleti aldılar. Eğer (Tevrat'taki bazı hakikatları) gizlememiş olsalardı, âhirette onlar için hazırlanmış mağfiret vardı. Fakat onlar mağfiret karşılığında azâbı satın aldılar. Onlar, ateşe karşı ne kadar da sabırlıdırlar!“ Onların sabırları ne kadar şiddetli oldu. “ Bu kavil, o kâfirlerin hiç aldırış etmeksizin ateşi gerektiren şeyleri işlemelerinden dolayı mü'minleri taaccübe, hayrete sevketmek içindir. Yoksa onların ne kadar sabrı olabilir? 176Bu, zikr edilmiş olan şeyler ki, onların ateşi yemeleri ve ondan sonrakiler Allahü teâlâ'nın kitabını hakla indirmiş olması sebebiyledir. Sonra o kitap hakkında ihtilâfa düştüler. Şöyle ki: Bir kısmına “îman edip bir kısmını onu saklamakla inkâr ettiler. Ve şüphe yok ki, kitap hakkında bu şekilde ihtilâfa düşenler. Onlar Yahûdilerdir. Denildi ki, müşrikler Kur’ân hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Şöyle ki, bazısı şiirdir, bazısı sihirdir, bazısı da kehânettir dedi. Elbette haktan uzak olan bir muhalefet içindedirler. “Bil hakki “ nezzele fiiline mütealliktir. 177Birr -iyilik- namazda yüzlerini meşrık ve mağrib tarafına çevirmeniz değildir. Bu âyet, Yahûdilere ve Hristiyanlara bunu iyilik zannetmelerinden dolayı red olarak inmiştir. Fakat, birr -birr sâhibi iyi kişi- o kimsedir ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba kitaplara ve peygamberlere îman eder ve malını ona olan sevgisiyle beraber karabet sahiplerine, yetimlere, miskinlere, yolun çocuğuna misafire, dilenenlere (birşey) isteyenlere verir. Ve boyunları çözme, köleleri ve esirleri azad etmekte harcar. Ve namazı da kılar, farz olan zekâtını verir. Bunda önce (zikredilen) nafile sadaka verme hakkındadır. Bir de Allah'a ve insanlara muahede yaptıkları zaman ahidlerini yerine getirirler. Ve ihtiyaç, şiddetli fakirlik, hastalık ve be's ânında Allah yolunda şiddetli savaş vaktinde sabırlıdırlar. İşte onlar, zikredilen şeylerle vasıflanan o kimseler îmanlarında ve iyiliği iddia etmekte sadık olanlardır. Ve işte onlar, Allah'tan sakınanların ta kendileridir. Birr, bâ'nın fethasıyla da “Berr“ diye okundu. Sâbirin lâfzı gizli bir medh fiili ile mensubtur. 178Ey Mü'minler! Vasfen ve fiilen maktüller hakkında sizin üzerinize kısas mislini meydana getirmek farz kılındı. Hür, hür karşılığında öldürülür. Köle karşılığında öldürülmez. Köle, köle karşılığında ve kadın, kadın ile kısas yapılır. Hadis-i şerif, erkeğin kadın karşılığında da öldürülebileceğini ve kısasın din hususunda itibar edildiğini, böylece köle bile olsa bir müslümanın, hür bile olsa bir kâfir karşılığında öldürülemeyeceğini beyan etti. Katil olan kimselerden her kim için maktul olan kardeşinin kanından, ondan kısasın terk olunmasıyla bir şey affedilirse ” ehîhi - kardeşinin” lâfzının zikredilmesi affetmeye çağıran merhameti ve öldürmenin îman kardeşliğini kesmediğini ifâde etmektedir. Men lâfzı mübteda olup şart edatıdır veya ismi mevsûldur. Haberi ise şudur mağruf olana tâbi olmaktır, affeden üzerine kâtil için -mağruf olana- tâbi olmak vardır. Şöyle ki, başa kakmaksızın katilden diyet talep eder. Mağrufa tâbi olmanın afvden sonra zikredilmesi şunu ifade eder; vacip olan ikisinden biridir. Bu İmam-ı Şâfiî'nin iki kavlinden biridir. İkinci kavil ise; vâcib olan ondan bedel olarak kısas ve diyettir. Eğer diyeti zikir etmezse hiçbir şey yoktur. Ve bu ikinci kavil tercih olundu- Ve kâtil üzerine, ihsanla zorluk ve noksankk olmaksızın eda etmek vardır. İşte bu kısasın cevazı ve diyet karşılığında kısastan affetmekten zikrolunan hüküm Rabbiniz tarafından üzerinize bir tahfifdir, kolaylaştırma ve size olan rahmettir. Şöyle ki, sadece ikisinden birini vacip kılmadı. Nasıl ki, Yahûdilere sadece kısası Hristiyanlara da sadece diyeti vacip kıldığı gibi. Artık bundan afdan sonra haddi aşarsa katili öldürmekle ona zulüm ederse onun için âhirette ateşle, dünyada da katledilmekle olan elim elem verici bir azap vardır. Şey lâfzının nekire getirilmesi, kısasın bazısından ve vereselerin bazısı tarafından düşmesini ifade eder. 179Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat, büyük bir hayatta kalış vardır. Çünkü katil öldürüleceğini bildiği zaman vazgeçer ve kendini ihya etmiş olur. Kim öldürmeyi kastederse onun (ölümü de) meşru olur. Artık kısas korkusundan dolayı öldürmekten sakınırsınız. 180Birinize ölüm, ölüm sebebleri yaklaştığı zaman eğer bir hayır, mal terk edecekse anasına, babasına ve yakınlarına maruf adâlet veçhiyle üçte birin üzerine çıkmaması şartıyla vasiyyette bulunmasi “Bu Allah'dan korkanlar üzerine hak olmakla hak oldu. Bu âyet, miras âyeti ve ”Vâris için vasiyyet olmaz “ hadisiyle neshedilmiştir. Bu hadisi Tirmizi rivâyet etti. el-vasiyyetü “ lâfzı, kütibe fiili ile merfû’dur. Kütibe fiili eğer izâ zarf için olursa izâ’nın âmilidir. Ve eğer İzâ şart için olursa Kütibe fiili onun cevabına delâlet eder. İn harfinin cevabı;” vasiyyet etsin“. Hak lâfzı kendisinin evvelindeki cümlenin içerdiği mânâyı tekitleyicidir. 181Artık her kim şahid veya vasî bunu işittikten bildikten sonra bu vasiyet yapmayı değiştirirse, bunun değiştirilen vasiyetin günahı o tebdil edenlerin üzerinedir. -Burada zamirin yerine zâhiri getirme kaidesi vardır- Allahü teâlâ muhakkak ki, vasiyet edenin kavlini işitici vasînin de işini bilicidir onun üzerine cezalandırıcıdır. 182Her kim vasiyyette bulunan bir kimsenin haktan meylden, hatasından veya üçte birin üzerine ziyadeyi ya da meselâ sadece zengine tahsis etmeyi kastetmekle bir günahından korkar da aralarını vasiyeti yapanlar ve kendisine vasiyet yapılanın arasını adâletle emretmekle ıslah ederse, onun üzerine bu hususta günah yoktur. Şüphesiz ki, Allahü teâlâ Gafûr'dur, Rahîm'dir. Müsî lâfzı muhaffef ve şeddeli olarak okundu. 183Ey îman edenler! Oruç sizden evvelki ümmetlerin üzerine farz olduğu gibi sizin üzerinize de yazılmıştır farz kılınmıştır. Ta ki, siz günahlardan sakınasınız. Çünkü oruç günahların başlangıç yeri olan şehveti kırar. O günler ileride geleceği gibi Ramazan ayının günleridir. Mükelleflerin üzerine kolaylık olsun diye oruç günlerini az kıldı. 184Sayılı az ya da malûm bir adetle vakitlenmiş günler! Sizden her kim ona hazır olduğu vakitte hasta olur veya sefer üzere bulunursa seferi kasırla misafir olursa ve oruç onu her iki durumda zorlayıp iftar ederse, tutamadığı günler adedince başka günlerde olmak üzere onun üzerine sayılı günler vardır. Onları, tutamadığı orucun yerine tutar. Oruca yaşlılığından ya da iyileşmesi ümit olunmayan bir hastalıktan dolayı güç getiremiyenlerin üzerine fidye vardır. O bir miskin yiyeceğidir bir günde yiyeceği miktardır. O miktar beldenin her gün için olan azığının en çoğundan bir müddûr. Müslümanlar İslâm'ın ilk zamanlarında oruçla fidye arasında serbesttiler. Sonra orucun ”sizden her kim aya hazır olursa onu tutsun“ âyetiyle tayin edilmesiyle, fidye nesholundu. İbn Abbâs buyurdu ki, Ancak hâmile kadınla, emzikli kadın çocuğunun üzerine bir korkudan dolayı iftar ettikleri zaman müstesna. Çünkü fidye onların haklarında nesh olmaksızın bakidir. Artık her kim fidyede zikredilen miktar üzerine ziyade yapmakla bir hayır tetavvu ederse, o tetavvu onun için daha hayırlıdır. Ve oruç tutmanız sizin için iftardan ve fidyeden daha hayırlıdır. Eğer onun sizin için daha hayırlı olduğunu bilirseniz. O günlerde bunu yapınız. Eyyam lâfzı Siyam lâfzıyla ya da mukadder sûmû fiili ile mensubtur. Bir kırâatta “ fidye ” lâfzı ” taam” lâfzına muzaaf olmakta da okundu. Ve bu izafet beyan içindir. Denildi ki, “fidye ” lâfzından sanra bir “ Lâ gayru” lâfzı mukadderdir. “ en Tesûmû” mübteda olup, haberi de şu cümledir: Sizin için iftardan ve fidyeden daha hayırlıdır. 185Ramazan ayı öyle bir aydır ki, o ayda insanlar için sapıklıktan hidâyet olarak ” hidâyet ”edici olarak ve hükümlerden hak olana hidâyet etmesi sebebiyle hidâyet ve furkandan hakla bâtılın arasını ayıran beyyineler açık âyetler olduğu hâlde o aydan kâdir gecesinde levhi mahfuzdan dünya semasına Kur’ân indirildi. Artık sizden kim Ramazan ayına hazır olursa o ayın orucunu tutsun. Ve kim hasta veya sefer halinde bulunursa diğer günlerde o miktar oruç tutsun. Bunun benzeri geride geçti. Bu âyet “men şehide “ âyetinin umumiliği ifade etmesi sebebiyle nesholunduğu tevehhüm edilmesin diye bir kere daha tekrar edildi. Allahü teâlâ sizin için kolaylık ister, sizin için güçlük istemez. Bundan dolayı hastalıkta ve seferde size iftar etmeyi mubah kıldı. Ve adedi Ramazan'ın oruç adedini tamam edesiniz. Ve size hidâyet buyurmuş sizi dininin malûmatlarına irşat etmiş olduğundan Allah'a tekbirde bulunasınız ve bunun üzerine Allah'a şükredesiniz. .....sizin için güçlük istemez. Bundan dolayı hastalıkta ve seferde size iftar etmeyi mubah kıldı. Bu âyet oruçla olan emrin illeti manasında olduğu için, şu âyet onun üzerine atfedildi: Ve adedi Ramazan'ın oruç adedini tamam edesiniz. Tahfifle ve şeddelemekle okundu 186Bir grup insan Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem)'a “Rabbimiz yakın mıdır, ona içimizden münâcaatta bulunalım, yoksa uzak mıdır, ona seslenelim? ” diye sordu. Sonra bu âyet indi. Ve kullarım sana benden sual ettikleri zaman şüphe yok ki, ben onlara ilmimle çok yakınım. Onlara bunu haber ver. Bana dua ettiği vakit, dua edenin duasına istediğine onu nail kılmakla icabet ederim. Artık onlar da benim için tâatla beraber bana duaya icabet etsinler. Ve bana îman etsinler îman üzerine devam etsinler ki, hidâyete ermiş olsunlar. 187Sizin için oruç gecesi kadınlarınıza cimâ için yaklaşmanız helâl kılındı. Bu âyet-i kerîme, İslâm'ın başında mevcut olan; oruç gecesi cimâ ve yatsıdan sonra yemek ve içmenin haramlığını nesh için nâzil oldu. Onlar sizin için elbisedir. Siz de onlar için elbisesiniz. Bu âyet, onların birbirlerine sarılmalarından ya da ikisinden birinin diğerine olan ihtiyacından kinayedir. Şüphesiz ki, Allah sizin nefislerinize oruç gecesinde cima yapmakla hıyanet edeceğinizi bildi. Bu durum Hazret-i Ömer ve başka kimseler için vâki olmuştu ve Hazret-i Peygamber'e mazeret beyan etmişlerdi. Tevbenizi kabul etti. Sizleri af etti. Şimdi size helâl kıldığından dolayı onlarla mübaşerette bulununuz onlarla mücamaat ediniz. Sizler için Allahü teâlâ'nın yazdığı şeyi size mubah kıldığı cimayı ya da takdir etmiş olduğu çocuğu talep ediniz. Sizler (Gece ile gündüzü birbirinden ayıran) fecr(-i sâdık)ın beyaz ipliği, siyah iplik (gece)den ayırt edilinceye (imsak vaktine) kadar yiyiniz, içiniz. “minel fecri ” lâfzı beyaz ipliği beyan edicidir. Siyah ipliğin beyânı ise mahzûftur. “ gecenin -siyah ipliği- “-Bu âyetten zâhir olan beyazlık ve onunla beraber uzayan karanlık uzama hususunda beyaz ve siyah ipe benzetildi. Sonra orucu fecirden geceye güneşin batmasıyla gecenin girmesine kadar tamamlayınız. Sizler mescidlerde i'tikaf edici olduğunuz itikâf niyetiyle bulunduğunuz hâlde onlara kadınlarınıza mübaşerette bulunmayınız. Bu âyet, i'tikaf edici olduğu hâlde mescidden çıkıp sonra karısıyla cima yapıp geri dönen kişiye de bir nehiydir. Şu zikir edilen hükümler Allah'ın onların sınırında dursunlar diye koyduğu hadleridir. Sakın onlara yaklaşmayınız. “Sakın onlara yaklaşmayınız“ cümlesi, başka bir âyette denilen“onlara tecavüz etmeyiniz “ lâfzından daha mübalağalıdır. İşte zikir edilen şeyleri size beyan ettiği gibi Allah âyetlerini insanlara böyle açıkça beyan eder. Ta ki, onlar onun haramlarından sakınsınlar. Fil mesâcid” lâfzı, “Akifûn” lâfzına mütealliktir 188Bâtılla hırsızlık ve gasb gibi şer'an haram sebeple mallarınızı aranızda yemeyiniz. bazınız bazınızın malını yemesin. Ve siz haram işlediğinizi bildiğiniz hâlde, insanların mallarından bir kısmını günah ile mahkemeleşerek yemek için onları onların hükmünü ya da rüşvet olarak malları hakimlere düşürmeyin. 189Ey Resûlüm Muhammed! Sana hilallerden soruyorlar. O müşrikler: Hilâl niçin incecik olarak beliriyor. Sonra artıyor, hattâ tamamen nurla dolar da sonra belirdiği gibi incecik olur. Aynı güneş gibi tek bir hâl üzere olmaz? Dediler. Onlara de ki: Onlar insanlar için vakitlerdir. İnsanlar onlarla ziraatlerinin, ticaretlerinin vakitlerini, kadınlarının âdet günlerinin, oruçlarının ve iftarlarının sayılarını bilirler. Hac için vakitlerdir. Bunlarla haccın vakti bilinir. Eğer hilâller tekbir heyet üzere olsalardı, bunlar bilinmezdi. İyilik, evlere ihramdayken arka taraflarından gelmeniz değildir. Şöyle ki, evlerde bir delik açıyorsunuz ve oradan giriyorsunuz ve çıkıyorsunuz ve kapıyı terk ediyorsunuz. Cahiliyye Arapları bunu yaparlar ve iyilik olduğuna inanırlardı, Fakat iyilik, iyilik sâhibi, Allah'dan ona muhalefeti terk etmekle sakınan kişidir. Evlere ihramdayken ihramın dışında olduğu gibi kapılardan giriniz. Ve Allah'dan korkunuz ki, felâha eresiniz, kurtulasınız. Ehille hilalin cemisidir. Mevâkit mikâtın cemisidir. “ el hacc” lâfzı, “ en-nâs” lâfzının üzerine ma'tûftur. 190Rasûlüllah (aleyhisselâm) Hûdeybiye senesinde Kabe'den men edilip kâfirlerle, gelecek sene geri döneceği ve onların da onun için Mekke'yi üç gün boş bırakması üzerine anlaşıp ve kaza umresi için teçhizatlanınca ve onlar da Kureyş'in geri dönmeyeceğinden ve onlarla savaşmasından korkup, müslümanlar ise Harem'de ihramda ve şehri haramda iken savaşmayı çirkin görünce bu âyet İnmiştir. Kâfirlerden sizinle mukatelede bulunanlar ile siz de Allah yolunda, onun dinini yüceltmek için mukâtelede bulununuz. Fakat savaşı başlatmakla üzerlerine tecavüz etmeyiniz. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ kendileri için sınırlandırılmış şeyi aşanları sevmez. Bu âyet ”Beraat”sûresindeki savaş âyetiyle ya da biraz sonra anlatılacak olan 191. âyet ile mensuhtur. 191Onları her nerede bulursanız öldürünüz. Sizi çıkarmış oldukları yerden Mekke'den siz de onları çıkarın. Bu, onlara fetih senesinde yapıldı. Fitne onların tarafından olan şirk, haremde ya da büyük olarak inanmış olduğunuz ihramda onları öldürmekten daha şiddetlidir, daha büyüktür. Onlar sizinle savaşta bulunmadıkça Mescid-i Harâm'da harem-i şerifte onlar ile savaşta bulunmayınız. Eğer onlar sizinle orada savaşırsa onları orada öldürünüz. Bir kırâatta üç fiil de elif olmaksızın okundu. Kâfirlerin cezası işte böyledir öldürülme ve sürülmedir. 192Eğer küfürden nihâyet verip müslüman olurlarsa şüphe yok ki, Allahü teâlâ onları mağfiret edici, onlara acıyıcıdır. 193Ve fitne, şirk kalmayıp din, ibâdet yalnız Allah için olup, ondan gayrısına ibâdet edilmeyinceye kadar onlar ile savaşınız. Eğer onlar şirkten nihâyet verirlerse onların üzerine tecavüz etmeyin - cevabın üzerine şu cümle delâlet etti- Artık düşmanlık, öldürmekle veya gayrısıyla olan tecavüz ancak zâlimler üzerinedir. Her kim son verirse zâlim değildir. Onun üzerine bir düşmanlık yoktur. 194Harâm kılınmış olan şehr-i haram, şehr-i harama mukabildir. Onlar sizinle o ayda savaştığı gibi siz de o ayın aynısında onlarla savaşın. -Müslümanların bunu büyük görmelerine reddir. - Ve bütün hürmetler kısastır. bunlara hürmet edilmediği zaman onların misliyle kısas alınır. O hâlde her kim size haremde, ihramda ya da şehr-i haramda savaşla tecavüz ederse siz de ona size olan tecavüzünün misliyle tecavüz ediniz. Ve yardım istemek ve tecavüzü terk hususunda Allah'dan korkunuz. Ve biliniz ki, şüphesiz ki, Allah yardımıyla müttekılerle beraberdir. Hurumât hürmet kelimesinin cemisidir. Hürmet : saygı duyulması vacip olan şeydir. 195Ve Allah yolunda tâatında (cihatta ve gayrısında) infak ediniz. Ve ellerinizi, kendilerinizi tehlikeye, cihatta nafakadan kısmakla ya da cihadı terk etmekle helâka atmayınız. Çünkü bu durum düşmanı üzerinize güçlü kılar. Nafaka ve gayrısıyla ihsan ediniz. Şüphesiz ki, Allah muhsinleri sever, onları sevaplandırır. Bi-eydiyküm deki ba harfi cerri zâiddir. 196Ve Allah için haccı da umreyi de tamam yapınız. İkisini haklarıyla eda ediniz. Fakat eğer bir düşmandan dolayı ikisini tamamlamaktan men olursanız üzerinize kurbandan kolay geleni -koyun gibi- Mina'ya gönderirsiniz. Ve zikir olunan kurban mahalline kesiminin helâl olduğu yere varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyiniz. İhramdan çıkmayınız. (Kurbanın mahalli) İmam-ı Şâfî'ye göre ihsar (men edilme) mekânıdır. Kurban orada ihramdan çıkma niyyetiyle kesilir. Ve oranın miskinlerine dağıtılır. Ve kişi traş olur. Ve bununla ihramdan çıkmak hâsıl olur. Sizden her kim hasta olur ve başında bi eziyet bulunursa bit, baş ağrısı gibi ve başını traş ederse, onun üzerine üç gün olarak oruçtan veya altı miskin üzerine olarak beldenin azığının gâlip olanından üç sa ile sadakadan veya nüsükten bir koyun kesmekten bir fidye vâcibdir. Sonra gitmesiyle ya da olmaması sebebiyle düşmandan emin olduğunuzda kim hac zamanına, hacla ihrama girmiş. Kurbandan üzerine kolay gelen lâzımdır. -O, koyundur. - Onu hacla ihramdan sonra keser. En faziletlisi yevmi nahr'de kesmektir. Fakat her kim onu veya parasını kaybettiğinden dolayı kurbanı bulamazsa onun üzerine hac esnasında hacla ihram halinde üç gün - oruç icabeder. - Bu durumda Zilhicce'nin yedinci gününden evvel ihrama girmesi lâzımdır. En faziletlisi Arefe günü mekruh olduğundan dolayı altıncı günden evvel olmasıdır. İmam-ı Şafînin iki kavlinden en sahihi üzerine teşrik günlerinde üç gün oruç tutmak câiz değildir. Ve vatanınız Mekke'ye ya da başka yere döndüğünüzde de yedi gün -oruç icab eder. - Denildi ki, hac işlerinden boş kaldığınızda (7 günü tutun). Bunlar tam on gündür. Bu, temettü yapan üzerine orucun ya da kurban vücubundan olan mezkûr hüküm ailesi Mescid-i Harâm'da hazır olmayan kimseler hakkındadır. Şöyle ki, bu kimseler haremden iki merhaleden az bir uzaklıkta değiller (İmam-ı Şâfiî). 197Hac, onun vakti malum aylardır. Şevval, Zilkade, Zilhicce'nin son on günü. Denildi ki, Zilhicce'nin tamamı (da hac aylarındandır.) o aylarda her kim kendisine haccı onunla ihrama girmekle farz kılarsa, artık hacda mücâmaat, füsûk, günah, cidal, birileriyle tartışmak yoktur. Ve hayırdan her ne yaparsanız sadaka gibi Allah onu bilir. Ve onun karşılığında sizleri mükâfatlandırır. (Biraz sonra zikir edilecek olan âyet) Yemen ehli hakkında nâzil oldu. Onlar hiç azıksız hac yaparlardı ve insanlara karşı da yük olurlardı. Seferiniz için, sizi ulaştıracak şeyi azık edininiz. Azığın en hayırlısı ise takvadır, onunla insanlardan ve gayrısından dilenmekten sakınılan şeydir. Ve benden korkunuz, ey akıl sahipleri. Bir kırâatta iki lâfız (refes ne füsûk) fethayla okunmuştur. Üçünde de (refes, füsuk cidal lafızlarında) murad olan şey onlardan nehiydir. 198Hacda ticaret yaparak Rabbinizden bir fazl, rızık talep etmeniz hususunda sizin üzerinize bir günah yoktur. Bunu kerih görmelerine red olarak indi, Arafat’tan orada vakfe yaptıktan sonra döndüğünüz zaman Müzdelife'de geceledikten sonra Allah'ı telbiyeyle, tehlille ve duâ ile Meş'aril Harâm yanında zikrediniz. (Meş'aril Harâm) Müzdelife'nin sonundaki bir dağdır. Ona Kuzah da denilir. Bir hadisi şerif de şöyle mervidir; Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem), O dağda hava tamamen aydınlanıncaya kadar vakfe yapar, Allah'ı zikreder ve duâ ederdi. (Müslim rivâyet etti) Ve onu, sizleri dininin malumatlarına, haccının fiillerine hidâyet ettiği -için- zikir edin. Şüphe yok ki, siz bundan evvel, onun hidâyet etmesinden evvel delâlette kalmış kimseler idiniz. “kema hedâhüm“ deki kâf harfi ceri, illeti beyan etmek içindir. 199Sonra insanların döndüğü yerden Arafat'tan siz de onlarla beraber orada vakfe yapıp geri dönünüz. Kureyş, diğer insanlarla beraber vakfe yapmaktan büyüklendiklerinden Müzdelife'de vakfe yaparlardı. Ve günahlarınızdan dolayı Allah'dan mağfiret talep ediniz. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ mü'minleri çokça mağfiret edicidir, onlara çokça acıyandır. Âyetteki Sümme lâfzı tertibi ifade içindir. 200Menâsikinizi, Akabe'de taş atmanız, tavaf etmeniz ve Minâ'da yerleşmenizle hâsıl olan hac ibâdetlerinizi yerine getirdiğiniz zaman babalarınızı zikretmeniz gibi hacdan boş kaldığınızda övünmekle babalarınızı zikir eder olduğunuz gibi veya onları zikretmenizden, daha şiddetli olan bir zikirle Allah'ı tekbir ve senayla zikrediniz. İnsanlardan öylesi var ki, “ ey Rabbimiz! Nasibimizi dünyada ver“ der. Sonra nasib dünyada ona verilir. Ve âhirette de onun için bir nasib yoktur. Eşedde lâfzı, mukadder bir üzkürû fiiliyle mensup olan zikran kelimesinden hâl olmak üzere mensuptur. Eğer ondan sonra gelseydi onun sıfatı olurdu. 201Ve insanlardan öylesi var ki, Ey Rabbimiz! Bize dünyada hasene nimet ve âhirette de hasene -o cennettir- ver ve bizi ateşin azâbından oraya girmemekle koru, der. Bu âyet, müşriklerin üzerlerinde bulundukları durumu ve mü'minlerin halini beyandır. Bununla kasıt her iki yurdun hayrını talebe teşviktir, Şu Âyet-i kerîme ile, onun üzerine sevap vaat ettiği gibi. 202İşte bu iki kısım insanlar, onlar için kazandıkları hac ve duadan işledikleri şeylerden dolayı bir nasip sevap vardır. Ve Allahü teâlâ hesabı pek seri olandır. Bütün mahlûkatı dünya günlerinden olan yarım gün miktarı bir süre içinde hesaba çeker, (Bununla ilgili bir hadisi şeriften dolayı bu şekilde tefsir edildi.) 203Ve Allahü teâlâ'yı sayılı günlerde teşrikin üç gününde, cemreleri atma anında tekbirle zikrediniz. Her kim iki gün içinde cemreleri attıktan sonra teşrik günlerinin ikincisinde, Mina'dan ayrılmakta acele ederse onun üzerine acele etmesi hususunda bir günah yoktur. Ve her kim Mina'da geri kalırsa hattâ üçüncü gece geceleyip ve cemreleri atarsa onun üzerine bundan dolayı bir günah yoktur. onlar bu hususta muhayyerdirler. Günahın olmaması, haccında Allah'dan korkan kimse içindir, Çünkü o hakikatten hacı olandır. Ve Allah'tan korkunuz ve biliniz ki, şüphesiz sizler âhirette ona haşrolunacaksınız. Ve amellerinizin karşılığında sizi cezalandıracaktır. 204Ve insanlardan bazıları vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözü senin hoşuna gider, fakat âhiret hakkındaki sözü itikadına zıt olduğundan dolayı hoşuna gitmez. Ve kalbinde olana kalbindekinin sözüne uygun olduğu hususunda Allah'ı şahit tutar. Hâlbuki o husûmeti pek katı olandır, sana düşmanlığından dolayı, sana ve etbâına karşı husûmeti pek şiddetli olandır. O kişi Ehnes b. Şerik'dir. Rasûlüllah (aleyhisselâm)'a karşı sözü pek tatlı olan bir münafık idi. Kendisinin, O'na îman ettiği ve onu sevdiği hususunda yemin eder ve onun meclisine yakın otururdu. Allahü teâlâ ise bu hususta onu yalanladı. 205O kişi, müslümanlara âit olan bir tarla ile develere rastlamıştı. Bir gece vakti tarlayı yakıp develeri de kesti. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurdu: Ve senden yüz çevirince, ayrılınca yeryüzünde fesat çıkartmaya ve ekinleri, zürriyetleri helâk etmeğe çalışır, yürür. Hepsi de fesat çıkarmanın belli başlı türleridir. Allahü teâlâ ise fesadı sevmez. Ona râzı olmaz. 206Ve ona işinde Allah'tan kork denildiği zaman kendisini ondan sakınmasıyla emredilmiş olan günah ile bir izzeti nefis tutar. Onu, izzeti nefis ve hamiyyet bu şeyleri işlemeye iter. Artık ona cehennem yeter, ona kâfidir. Ve ne fena bir döşektir yataktır o! 207İnsanlardan bazıları da vardır ki, Allahü teâlâ'nın rızasını kazanmak talep etmek için nefsini satar, Allah'a Tâatte onu ortaya koyar. (Âyette zikir edilen kişi) Suhayb (radıyallahü anh)'dır. Müşrikler ona eziyet etttiklerinde Medine'ye hicret edip, malını onlara bıraktı. Allahü teâlâ ise kullarına çok re'fetlidir. Şöyle ki, onları, rızasının mevcut olduğu şeylere irşâd etmiştir. 208Ey îman edenler! Tamamiyle bütün hukukuna riâyet ederek ”silm” e İslâm'a giriniz. Ve şeytanın onun süslemesinin adımlarına yollarına uymayınız. Şüphe yok ki, o sizin için açık bir düşmandır, düşmanlığı aşikâr olandır. Bu âyet, İslâm'a girdikten sonra hâlâ Cumartesi gününü büyük sayıp, deveyi de çirkin gördüklerinden dolayı Abdullah b. Selâm ve arkadaşları hakkında inmiştir. Kâffe lâfzı, silm lâfzından hâldir, “silme “ nin ”sin“ i fetha ve kesre ileokundu. 209Artık size beyyineler, onu hak olduğu üzere açık deliller geldikten sonra yine kayarsınız, İslâm'ın hepsine girmekten meylederseniz artık biliniz ki, Allahü teâlâ şüphesiz ki, Azîz'dir. Onu hiç bir şey sizden intikam almaktan âciz bırakamaz, işinde de hikmet sâhibidir. 210Onlar, ancak Allah'ın ve meleklerin emrinin buluttan gölgeler içinde, -Allahü teâlâ'nın şu sözü gibi: “Rabbinin işi onun azâbı gelmeyecek mi? “- onlara gelmelerini beklerler. Hâlbuki emir yerine getirilmiştir, onların helakinin emri tamam olmuştur. Ve bütün işler âhirette Allahü teâlâ'ya döndürülecektir. Ve sizleri cezalandıracaktır. Türceûn fiili meçhûl olarak okundu. Ayrıca malum olarak ” terciûn“ diye de okundu. 211Ey Resûlüm Muhammed!, onları susturmak için İsrâîloğullarına sor! Biz onlara ne kadar - denizin yarılması, bıldırcın kuşu eti ve kudret helvası'nın gökten indirilmesi gibi - açık zâhir âyetler vermiştir. Sonra onları küfre tebdil ettiler. Ve her kim Allah'ın nimetini Allah'ın onun üzerine lütfettiği âyetleri -Bunlara nimet denilmesinin sebebi bunlar hidâyete sebep olduklarındandır- kendisine geldikten sonra küfürle değiştirirse artık şüphe yok ki, Allahü teâlâ ona karşı azâbı şiddetli olandır. “kem “istifham için olup, “sel”emri hazırını ikinci mef’ûlde lâfzen amel etmekten men edicidir. Kem lâfzı âteşnâ fiilinin ikinci mef’ûlüdür. Kem’in temyizı “ âyatin” kelimesidir. 212Mekke ehlinden olan kâfirler için dünya hayatı güzel gösterilmekle süsletildi. Ve onu sevdiler. Ve onlar îman edenlerle (Bilâl, Ammâr, Suheyb gibi) fakirliklerinden dolayı eğlenirler. Onlarla dalga geçerler ve mallar ile büyüklenirler. Hâlbuki şirkten sakınan bu kişiler Kıyâmet gününde onların farkındadırlar. Ve Allahü teâlâ dilediğini hesapsız olarak âhirette ya da dünyada geniş bir rızıkla merzuk kılar. Şöyle ki, kendileriyle alay edilenler alay edenlerin mallarına ve (esir etmekle de) onlara sahip olurlar. 213İnsanlar îman üzerine bir tek ümmet idi. Sonra ise bir kısmının îman edip, bir kısmının da küfür etmesi sebebiyle ihtilâfa düştüler. Allahü teâlâ îman edenleri cennetle müjdeleyici ve küfür edenleri ateşle korkutucu olarak onlara peygamberler gönderdi. Ve onlara beraberlerinde hak olarak kitap kitaplar indirdi ki, insanlar aralarında ihtilâf ettikleri şey hakkında (din hususunda) onunla hükmetsin diye. Halbuki, kendilerine açık deliller tevhid üzerine açık hüccetler geldikten sonra aralarında olan ihtirastan dolayı onda dinde ihtilâfa düşenler kendilerine o kitap verilenlerden başkası değildirler. Bazısı îman edip bazısı ise küfür etti. İmdi Allahü teâlâ îman edenleri, ihtilâfa düştükleri hakka kendi izniyle iradesiyle ulaştırır. Ve Allahü teâlâ hidâyetini dilediğini doğru yola hak yola hidâyet eder. Min harfi ihtelefe fiiline mütealliktir. Min ve ondan sonrası manada istisnanın üzerine mukaddemdir. 214(Bu âyet,) müslümanlara gelen bir sıkıntı ânında nâzil olmuştur. Yoksa (hiç bir sıkıntı ile karşılaşmadan) cennete gireceğinizi mi sandınız. Sizden evvelki mü'minlerden olan geçmiş ümmetlere gelen şeyin misli benzeri (belâlar) sizlere gelmedikçe, sonra sizler de onlar gibi sabretmedikçe (cennete gireceğinizi mi sandınız). Onları nice ihtiyaç şiddetli fakirlik ve hastalıklar kapladı. Ve sarsıldılar. Çeşitli belâlarla sıkıntıya uğradılar. Hatta peygamberleri ve onunla birlikte olan mü'minler üzerlerindeki şiddet son noktasına geldiğinden dolayı yardımı talep etmek için“vaad olunduğumuz Allah'ın yardımı ne zaman gelecek? ” dediler. Sonra onlara Allah tarafından cevap verildi. Haberiniz olsun şüphe yok ki, Allah'ın yardımı (onun gelmesi) yakındır. “Onları nice ihtiyaç, şiddetli fakirlik ve hastalıklar kapladı “. Bir öncekini açıklayan yeni bir cümledir. Ye’kûle fiile nasb’la ve refle okundu. 215Sana soruyorlar, ey Resûlüm Muhammed! Ne infak etsinler. Soran kişi Amr b. Camûh'dur. Kendisi mal sâhibi olan bir ihtiyar idi. Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem)'e hangi maldan ve kimlere infak edeceğini sordu. Onlara de ki: Hayırdan -az ve çok, mallara şamil olan beyandır- ne infak etmişseniz. -Burada sualin iki şıkkından biri olan infak edileni de beyan vardır. İnfakın yapıldığı yerden ki, o da diğer şıktır. Ona şu kavliyle cevap verdi. Ana baba ile en yakınlar, yetimler, yoksullar, yolcular içindir. onlar infaka daha lâyıktır. Ve hayırdan infak ya da gayrısından ne yaparsanız şüphe yok ki, Allahü teâlâ onu bilicidir. Ve onun üzerine mükâfat vericidir. 216Kâfirlerle cihad, meşakkatli olduğundan, tabiatıyla sizin hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize farz kılındı. Bazen bir şeyi kerih görürsünüz, halbuki o şey, sizin için hayırdır. Ve bazen de bir şeyi seversiniz, halbuki o şey nefis, hüsranını gerektiren şehevî şeylere meyledip, saadetini gerektiren vazifelerden kaçtığı için sizin için şerdir. Öyleyse sizin için her ne kadar onu kerih görseniz de cihatta bir hayır vardır. Çünkü onda ya zafer ve ganimet, ya da şehitlik ve ecir vardır. Terkinde ise her ne kadar terkini sevseniz bile şer mevcuttur. Çünkü onun terkinde zillet, fakirlik ve sevaptan mahrum olmak vardır. Ve Allahü teâlâ sizin için hayırlı olanı bilir, sizler ise onu bilemezsiniz. Öyleyse size emretmiş olduğu şeye koşunuz. Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem) ilk seriyyesini yollamıştı. Seriyye başında da Abdullah b. Cahş bulunuyordu. Müşriklerle savaştılar ve İbn Hadremi denilen şahsı Cemâziyel Ahir'in son gününde öldürdüler. Ve bu öldürme işi onlara Recep ayının (ilk gününde) acâib geldi. Böylece kâfirler de müslümanları Receb'i helâl kabul ettiler diye ayıpladılar. Sonra ise bu âyet nâzil oldu. 217Sana haram haram kılınmış aydan, o ayda yapılan kıtali soruyorlar. Onlara de ki: O ayda kıtal büyüktür, günah olarak büyük şeydir. (Son cümle) mübteda ve haberdir. Allah yolundan dininden saptırmak Mübtedâd ır. insanları men etmek ve O'na Allah'a küfretmek, Mescid-i Harâm'dan da Mekke'den men etmek ve ehlini oradan çıkartmak. Oranın ehli Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem) ve mü'minler idi. -Gerideki mübtedanın haberi şu kelimelerdir. -Allah'ın ındinde o ayda kıtal yapmaktan, günah cihetinden daha büyüktür. Fitne sizin tarafınızdan olan şirk, o ayda sizinle olan savaştan daha büyüktür. Onların güçleri yetseydi sizleri dininizden küfre döndürmek için sizinle mü'minlerle savaşır olmaya, onlar, kâfirler devam ederlerdi. Sizden ise her kim dininden dönüp de kâfir olarak ölürse işte onların, dünyada ve âhirette sâlih amelleri heba olmuş, boşa gitmiştir. O amellere hiç bir itibar ve karşılığında da sevap yoktur. Kişinin üzerine ölümle kayıt yapılması şunu ifade eder; Eğer o kişi -ölmeden evvel- İslâm'a dönerse ameli bozulmaz ve onun üzerine sevaplanır ve o ameli de iade etmesine gerek kalmaz. Meselâ hac gibi. İmam-ı Şafiî bu fetva üzeredir. Ve artık onlar cehennem ehlidirler. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. “kıtal” lâfzı şehri haram lâfzından ” Bedeli iştimal” dir. 218Ne zaman ki, savaşa çıkmış olan bir grup kendilerinin, günahdan kurtulsalar da onlar için bir ecir hasıl olmayacağını zannedince bu âyet nâzil oldu: Şüphe yok ki, îman edenler ve hicret edip, vatanlarından ayrı kalıp Allah yolunda onun dinini yüceltmek için cihad edenler, işte onlar Allah'ın rahmetini, sevabını umarlar. Ve Allahü teâlâ mü'minlere çokça mağfiret edendir, onlara çokça rahmet edendir. 219Sana şaraptan ve kumardan, onların hükmü nedir? Diye soruyorlar. Onlara de ki, ikisinde, onlarla meşgul olmakta büyük günah vardır. Ve insanlar için de, şarapta lezzetlenmek ve ferahlanmakla kumarda da yorulmaksızın mal kazanmakla olan menfaatler vardır. Bunların günahı, bunlardan ortaya çıkan fesatlar ise onların menfaatinden daha büyüktür. Bu âyet indiğinde, ta ki, Mâide sûresindeki içkinin haram kılındığını belirten âyet ininceye kadar bazıları şarap içmeye devam etti, bazıları da içmedi. Sana, ne infak edeceklerini onun miktarı nedir? diye soruyorlar. De ki, afvı, ihtiyacınızdan fazlasını infak ediniz. İhtiyacınız olanı infak edip, kendinizi zayi etmeyiniz. Allahü teâlâ sizlere işte böylece zikr edilen şeyleri beyan ettiği gibi âyetlerini beyan ediyor. Tâ ki, tefekkür edesiniz. Bir kırâatta Kebir lâfzı Kesir diye okundu. Çünkü bu ikisinin sebebiyle kavga, sövüşme ve pis söz söylemek gibi birçok kötü şey hâsıl olmaktadır. De ki, afvı : Bir kırâatta bir hüve zamirinin takdir edilmesiyle beraber, afv lâfzı ref okundu. 220Dünya ve âhiret işi hakkında. Ve her ikisinde de size en elverişli olanı alasınız. Ve sana yetimlerden soruyorlar. Ve kendileri hakkında o yetimlerin ortaya attıkları zorluktan -soruyorlar-. Eğer onlarla beraber yeseler günaha girerler. Eğer onların mallarını ayırıp, sadece onlar için yemek yapsalar yine bir zorluktur. De ki, Onlar için, mallarında onları çoğaltmak ve tasarrufta bulunmakla ıslâh yapmak, bu işleri terk etmekten daha hayırlıdır. Eğer onlarla karışırsanız, nafakanızı onların nafakasıyla karıştırırsanız sizin kardeşlerinizdir. onlar dinde sizin kardeşlerinizdir. Ve kardeşiyle karışmak da bir kardeşin vasfındandır. Hâsılı kelâm sizin için bu iş caizdir. Ve Allahü teâlâ onlara karışmakla yetimlerin mallarını ifsad edeni, o malları ıslâh edenden ayırt eder. Sonra onların her birerini cezalandırır. Ve Allahü teâlâ dileseydi sizleri elbette meşakkate uğratırdı, (onlara) karışmayı haram kılmakla sizin üzerinize bir baskı yapardı. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ Azîz'dir, işi üzerine gâliptir, işinde de hikmet sâhibidir. 221Ey müslümanlar! Müşrik kadınları kâfir kadınları îman edinceye kadar nikâhlamayınız evlenmeyiniz. Elbette mü'min olan bir cariye hür olan müşrik bir kadından hayırlıdır. (Âyette zikr olunan müşrikenin hürre ile kayıtlanması) bu âyetin sebeb-i nüzulünün cariyeyle evlenen kimsenin ayıplanıp müşrik olan hür kadınla evlenmeye teşvik edilmesinden dolayıdır. Velev ki, müşrike güzelliğinden ve malından dolayı hoşunuza gitse bile. Bu hüküm ” kendilerine kitap verilenlerden olan iffetli kadınlar“ âyeti sebebiyle kitabî olmayan kâfir kadınlara mahsustur. Ve müşrik erkekleri, kâfir erkekleri de îman edinceye kadar müslüman kadınlarla nikâhlamayınız, evlendirmeyiniz. Elbette bir mü'min köle, bir müşrikten hayırlıdır. Velev ki, o müşrik malından ve güzelliğinden dolayı hoşunuza gitse bile. Onlar şirk ehli, ateşi gerektiren işe çağırmaları sebebiyle ateşe davet ederler. Öyleyse onlarla evlenmek lâyık olmaz. Allahü teâlâ ise kendi izniyle, irade-i külliyesi ile cennete ve mağfirete onları gerektiren işe -peygamberlerinin lisanı üzere- davet eder. Öyleyse onun dostlarıyla evlenmeye icabet etmek gerekir. Ve insanlara âyetlerini açıkça bildirir. Ta ki, tezekkür etsinler vaazlansınlar. 222Ve sana "mahîd"dan hayızdan ya da hayzın mekânından - kadınlar bu hususta ne yaparlar? - diye soruyorlar. De ki, O eziyettir pis bir şeydir ya da eziyyet mahallidir. Artık hayız zamanında ya da mekânında kadınlarınızdan çekininiz. Onlarla cimâ yapmayı terkedin. Ve onlara temizleninceye kadar yaklaşmayınız. Eğer temizlenirlerse onlara Allah'ın sizlere hayız vaktinde ondan kaçınılması ile emrettiği yerden -ferçden- cimayla varın. Ondan gayrı yere varmayın. Şüphesiz ki, Allahü teâlâ günahlarından çokça tevbe edenleri sever, sevaplandırır ve ikram eder. Ve pis olan şeylerden çokça temizlenenleri de sever. Yedhurne fiili Tı'nın sükunu ve şeddelenmesi ayrıca hanın da şeddelenmesiyle (Yeddahherne şeklinde) okundu. Bu kırâatta aslında te olan (tı’nın) tı’ya idğamı vardır. “ hayzın kesilmesinden sonra yıkanıncaya kadar demektir. 223Kadınlarınız sizin için bir tarladır. Çocuk ekmenizin mahallidir. Binâenaleyh tarlanıza ekinin mahalline -ki, o da ferçdir-önden, arka taraftan, yatarak, oturarak ve ayaktayken olan (durumlardan) istediğiniz gibi varın. (Âyetin bu kısmı) Yahûdilerin ” kim karısına, ön tarafına arkadan varırsa, çocuk gözünün siyahı beyaz olduğu hâlde doğar “sözüne red olarak indi. Ve kendiniz için cima anında besmele çekmek gibi sâlih amel takdim ediniz. Ve emri ve nehyi hakkında Allah'dan korkun. Ve biliniz ki, şüphesiz sizler öldükten sonra diriltilerek O'na kavuşacaksınız. Sonra amellerinize karşılık sizleri cezalandıracak. Ve Allah'dan korkan mü'minleri cennetle müjdele. 224Allahü teâlâ'yı ona yemin etmeyi yeminlerinize mâruz (Bu şekilde yemin etmeyi menedici bir illettir.) O'na çokça yemin ederek yeminlerinize bir kalkan kılmayınız ki, günahtan beri olasınız. Bu şekilde olan yemin mekruhtur. Ve bu yeminde, onu bozmak sünnet olandır. İyi olan bir şey ve benzeri şeyler üzere olan yeminde ise önceden zikredilen yeminin hilâfına keffâret gerekir. Çünkü bu yemin Allah'a olan bir tâattır. Ve insanların arasını ıslah edebilesiniz. Mânâ şöyledir; yemin ettiğiniz zaman iyilik ve benzeri olan şeyden zikrolunanı yapmaktan geri durmayınız. bilâkis yapınız ve keffâreti de yerine getiriniz. Çünkü bu âyetin sebeb-i nüzulü bu şekilde olan yeminin men edilmesidir. Ve Allahü teâlâ sizin sözlerinizi işiticidir, hallerinizi bilicidir. 225Allahü teâlâ sizleri yeminlerinizde olan lâgvden dolayı muâheze etmez. Yemin-i lâgv: Yemin kasdı olmaksızın dilin birden ortaya attığı yemindir. “ Lâ, vallahi. Belâ, vallâhi “ gibi. Bu yeminde günah ve keffâret yoktur. Fakat sizleri kalblerinizin kesbettiği, niyet edip kalblerinizin yeminden kastettiği şeyle muaheze buyurur. Allahü teâlâ lagvdan ötürü hasıl olan şeyi mağfiret edicidir, azâbı hakedenden onu geciktirmekle halîm olandır. 226Kadınlarından ilâ yapanlar onlarla mücâmaat yapmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer bu dört ay içinde ya da dört ay sonra yeminden vat'a dönerlerse, şüphe yok ki, Allahü teâlâ yemin etmekle kadına verdikleri zarar ı onlar için mağfiret edicidir, onlara rahmet edicidir. 227Ve eğer talâka, vat'a dönmemekle, talâk üzerine azmederlerse onu yerine getirsinler. Muhakkak Allahü Azimüşşân onların sözlerini işiticidir, onların kasdını bilicidir. Mânâ (şudur): onlar için zikredilen müddeti bekledikten sonra ancak geri dönmek ya da talâkı yerine getirmek vardır. 228Boşanmış kadınlar kendi nefisleri için talâk vaktinden itibaren geçen üç hayız müddeti nikâhtan beklerler beklesinler. Âyetteki hüküm, kendileriyle cimâ yapılmış kadınlar hakkındadır. Diğerlerine gelince onların üzerine ”sizin için onların üzerine iddet yoktur. “kavlinden dolayı iddet beklemek yoktur. Hayızdan ümit kesen ve daha hayız görmemiş kadınlarda ise onların iddeti üç aydır, Hâmile kadınların iddeti ise çocuklarını doğurmalarına kadardır. -Talâk sûresinde olduğu gibi- Cariyelerin iddeti ise hadisle sabit olarak iki ka’r’dır –iki hayız müddetidir- onların rahimlerinde Cenab-ı Hak'kın yaratmış olduğu şeyleri -çocuğu ya da hayzı- gizlemeleri onlara helâl olmaz. Eğer onlar Allahü teâlâ'ya, âhiret gününe îman etmiş iseler. Ve onların kocaları eğer aralarında ıslâhı murad ederse kadına zarar vermeyi -kasdetmezse- onda, o bekleme zamanında o zevcelerini reddetmeye onları geri almaya çok haklıdırlar. Âyet, ıslâhın kastedilmesine -kadınların geri alınmasına- teşvik edici olup ric'atın cevazının şartı değildir. Bu talâk-ı ric'î de geçerlidir. - Ehakku lâfzında tafdil mânâsı yoktur. Çünkü o kocalardan gayrisi için iddet esnasında kadınların nikâhından hiçbir hak yoktur. Erkekler için kadınlar üzerine bir derece, mehirden ve infaktan vermiş oldukları şeyden dolayı kadınların onlara itâat etmelerinin vücûbundan olan hak hususunda bir fazilet vardır. Ve Allahü teâlâ mülkünde Azizdir mahlûkatı için yarattığı şeyler hususunda hikmet sâhibidir. Kuru' lâfzı kaf'ın fethasıyla kar'ın cemisidir. - Kar', tuhur ya da hayız demektir. (kar' lâfzı hakkında iki kavil vardır). 229Talâk ondan sonra kendisine müracaat olunan boşama iki keredir, iki tanedir. Artık ya zarar vermeksizin iyilikle tutmaktır. sizin üzerinize ondan sonra onlara müracaat etmekle onları tutmak vardır. Veya güzellikle salıvermektir, onları göndermektir. Ey kocalar! Ve onlara verdiğiniz mehirlerden, onları boşadığınızda birşey almanız sizlere helâl olmaz. Ancak zevç ve zevce hududullah'ı ikâme edemeyeceklerinden korksunlar. Allah'ın onlara koyduğu hakları yerine getiremeyeceklerinden -korksunlar-. Eğer siz de onların hudud-ı ilâhiyyeyi ikame edemeyeceklerinden korkarsanız o hâlde zevcenin o koca onu boşasın diye malından fidye olarak vereceği şeyde o ikisinin üzerine bir vebal yoktur. o malı almakta kocanın ve o malı vermekte de kadının üzerine bir vebal yoktur. Şu zikredilen hükümler Allah'ın hadleridir. Bunlara tecâvüz etmeyiniz. Ve her kim Allah'ın hadlerini aşarsa işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. Bir kırâatte (yahâfâ fiili) mef’ûl için bina edilmiş olarak yuhâfâ diye okunmuştur. Lâyukima ise yuhâfâd aki zamirden bedeli istimaldir. Her iki fiilde de muzaraat harfi olan ye, te olarak okunmuştur. 230Eğer koca o kadını iki kerreden sonra boşarsa artık bundan sonra, üçüncü talâktan sonra o kadın ona helâl olmaz. Ta ki, ondan başka bir kocayla nikahlansın evlensin. Ve o koca da onunla cimâ etsin (Hadis-i Şerifte olduğu gibi. Buhârî ve Müslim rivâyet etti.) Eğer bu da ikinci koca da onu boşarsa hudûdullah'a riâyet edeceklerini zannettikleri taktirde iddet bittikten sonra o ikisinin (Evvelki koca ile kadını) tekrar nikâha müracaat etmelerinden dolayı ikisinin evvelki koca ile kadının üzerine hiçbir günah yoktur. İşte bu zikredilenler Allah'ın hudududur. Bunları bilir olan düşünen bir kavim için beyan buyurur. 231Ve kadınları boşattığınızda, onlar da ecellerine ulaşınca iddetlerinin bitmesine yakın olunca onları ya hiç zarar vermeksizin iyilikle onlara ric'at ederek tutunuz ya da iyilikle salıveriniz. İddetleri bitinceye kadar onları terkediniz. Bir bedel vermeye boşattırmaya zorlamakla ve iddetini uzatmakla onlara tecavüz için zarar larına -mef’ûlü lehdir- olarak ric'atle onları tutuvermeyiniz. Bunu herkim yaparsa muhakkak ki, kendini Allah'ın azâbına arz etmekle kendisine zûlm etmiş olur. Ve Allah'ın âyetlerini onlara muhalefet etmekle alay, kendisiyle alay edilen şey edinmeyiniz. Ve Allahü teâlâ'nın İslâm'la üzerinize olan nimetini ve sizlere indirip onunla vaaz ettiği kitabı Kur’ân’ı ve hikmeti o kitaptaki hükümleri, o kitapla amel edip o nimete şükür ederek hatırlayınız ve Hak teâlâ'dan korkunuz. Ve biliniz ki, şüphesiz ki, Allahü teâlâ herşeyi bilicidir. O'na hiçbir şey gizli kalmaz. 232Ve kadınları boşadığınızda, onlar da ecellerine ulaşınca iddetleri bitince onların kadın ile kocanın kendi aralarında şer'an maruf olanla rızalaştıkları zaman onları boşamış kocalarıyla evlenme (k istedik) lerinde onlara mani olmayın. Hitap, kadın ile kocanın akrabaları içindir. Alıkoymaktan nehiy, sizden Allah'a ve âhiret gününe inanmış olanlara onunla öğüt verilir. Çünkü bu hüküm, kendisiyle faydalanılan bir şeydir. Bu husus, men etmeyi terketmek sizin için daha hayırlı ve aralarındaki alâka sebebiyle karı ile kocanın aleyhine bir töhmetten korkulduğundan sizin için ve onlar için daha temizdir. Allahü teâlâ bunda olan maslahatı bilir, hâlbuki sizler onu bilemezsiniz. Öyleyse onun emrine tâbi olunuz. .....kendi aralarında şer'an maruf olanla rızalaştıkları zaman onları (ric'î talâkla) boşamış kocalarıyla “Onları boşamış“ diye tefsir edildi, çünkü bu âyetin sebebi nüzulü şudur: Ma'kıl b. Yesâr (radıyallahü anh)'ın kız kardeşini kocası boşamıştı. Sonra tekrar karısına dönmek istedi. Fakat Ma'kıl b. Yesâr (radıyallahü anh) onu men etti (Hakim'in rivâyet ettiği gibi). 233Anneler çocuklarını tam -sıfatı müekkidedir -iki sene emzirirler. Bu hüküm emzirmeyi tamam yapmak isteyen içindir. Bu müddetin üzerine bir ziyade yoktur. Boşanmış oldukları zaman emzirme işi üzerine onların rızkı, annelerin yiyeceği ve elbiseleri maruf bir vecihle gücünün yettiği kadarıyla "mevlûd leh"in babanın üzerinedir. Hiçbir şahıs kendi vüs'atinden takatından başka şeyle mükellef olmaz. Ne bir ana çocuğuyla, istemediği zaman emzirmeye zorlanmasıyla çocugundan dolayı ne de bir baba çocuğuyla takatinin üstünde olanla mükellef kılınmasıyla çocuğundan dolayı zarar a sokulmasın. -Her iki yerde de çocuğun anne ve babaya nisbet olunması, merhameti talep etmek içindir. - Vâris üzerine de babanın vârisi -çocuktur- malı hususunda çocuğun velisi üzerine de, valide için yiyecek ve kisveden, baba üzerine olanın misli vardır. Eğer ikisi, anne ve baba rızalaşma, anlaşma ile ve çocuğun bunda bir maslahatı zâhir olacağı için bir müşavere ile ayırmayı, iki sene dolmadan çocuğu memeden kesmeyi isterlerse onların üzerine bu hususta bir günah yoktur. Ve siz -hitap babalaradır- evladınızı annelerinden başka emziren kadınlara emzirtmek isterseniz, vereceğinizi onlara ücretten vermek İstediğinizi mâruf veçhiyle, güzellikle, gönülden onlara teslim ettiğinizde yine sizin üzerinize bu hususta bir günah yoktur. Ve Allah'tan korkunuz. Ve biliniz ki, Allahü teâlâ yaptığınız şeyleri şüphe yok görücüdür. Ona hiçbir şey gizli kalmaz hakkıyla görür. 234Ve sizlerden vefat edip de, ölüp te geriye zevceler bırakanların zevceleri, nefisleri hakkında o kocalardan sonra nikâhtan dört ay ve gecelerden olarak on gün intizarda bulunurlar, beklesinler. Bu hüküm hâmile olan kadınların gayrisi hakkındadır. Onların İddeti, Talâk âyeti sebebiyle çocuklarını doğurana kadardır. Cariyenin ise hadisi şerifle sabit olarak zikredilenin yarısı üzerinedir. Sonra bekledikleri iddetin sona ermesiyle, ecellerine ulaşınca artık nefisleri hakkında ma'rûf veçhiyle şer'an yapacakları şeyden süslenme ve (evliliği) konuşmaya girişmekten dolayı sizin ey akrabalar üzerinize bir günah yoktur. Ve Allahü teâlâ yapacağınız şeylerden haberdardır, onun zâhirini ve bâtınını da zâhiri gibi bilicidir. 235İddet esnasında, kocaları ölmüş kadınlarla evlenmekten olan açıkladığınız meselâ gerçekten sen güzelsin, senin gibisini kim bulur, sana rağbet eden nice kişi var gibi kişinin söylediği şey hususunda ya da kendi nefislerinizde gizlediğiniz onlarla evlenmeyi istemek gibi şey hususunda sizin üzerinize bir günah yoktur. Allahü teâlâ bilmiştir ki, siz onları evlilikle zikredeceksiniz, onlara karşı sabredemeyeceksiniz. Böylece sizin için onlardan hoşlandığınızı hissettirmenizi mubah kıldı. Ancak onlarla gizli olanı, nikâhı vaadleşmeyiniz. Ancak ma'rûf olan bir sözü, şer'an söylenmesi kabul edileni söylemeniz müstesna. Sizin için bu caizdir, Ve kitap, iddetten farz kılınan sürenin nihâyete ermesiyle sınırına ulaşıncaya kadar nikâh akdine nikâh ahdi üzere azmetmeyiniz. Ve biliniz ki, Allahü teâlâ nefislerinizde (nikâha) azmetmekten ve gayrısından olanı şüphe yok bilir. Artık azmettiğinizde sizleri azâba çekeceğinden dolayı ondan sakınınız. Ve biliniz ki, Allahü teâlâ şüphesiz ki, ondan sakınanı mağfiret edicidir, azâba hak kazanandan azâbı geciktirmesi sebebiyle Halîm'dir. 236Eğer kadınların kendilerine temas etmeyip ya da onlara bir farîza, mehir takdir eylemeyip boşamışsanız üzerinize bir günah yoktur. “ dokunmadığınız ya da mehri belirlemediğinizde sizin üzerinize -talâk hususunda- ne günahla ne de mehirle olan bir zorluk yoktur. (İstediğiniz takdirde) onları boşayınız. “Ve onları metâlandırınız, metâlanacakları şeyi onlara veriniz. Mûsig, sizden zengin olanın üzerine gücü yettiği miktar, rızkı dar üzerine de gücü yettiğince -Bu kadının durumuna nazar olunmadığını ifade eder- şer'an ma'rûf veçhiyle meta, metâlandırmak icabet eder. Bu muhsinler itâatkârlar üzerine hak bir borçtur. Bir kırâatta Tümâssûhünne diye okundu, “onlarla cima etmediyseniz “. Âyetteki “ mâ” lâfzı fiili mastara çevirip ve zarfiyyeti de ifâde etmek içindir. 237Ve eğer onları daha temasta bulunmadan boşar da onlar için mehir takdir etmiş olursanız o zaman takdir ettiğiniz mehrin yarısı onlar için vâcib olur. Diğer yarısı size döner. Meğerki o kadınlar affetsinler ve onu terketsinler. Veya nikâhın düğümü elinde bulunan affetsin. O kocanın kendisidir. Ve sizin affetmeniz -mübtedadır, haberi ise- takvaya daha yakındır. Ve aranızda fazlı, bazınızın bazınıza faziletli olmasını unutmayınız. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ yaptığınız şeyleri bi-hakkın görücüdür. Sonra onların mukabilinde sizleri cezalandıracaktır. 238Vakitlerinde eda etmekle beş vakit namaza ve orta namaza devam ediniz. Orta namaz, ya ikindi, ya sabah, ya öğlen veya gayrısıdır. (Bunun hakkında) birçok kavil vardır. Orta namazı faziletinden dolayı ayrıca zikir etti. Ve namazda Allah için -onu- zâkirler olduğunuz hâlde kıyamda durunuz. Denildi ki, Kânitîn'in mânâsı Rasûlüllah'ın“Namazda her kunut Tâattır “ (Ahmet ve gayrisi rivâyet etti) kavlinden dolayı itâat edenler, demektir. Denildi ki: Kânitîn'in mânâsı Zeyd b. Erkam'ın ” Bu âyet inene kadar biz namazda konuşurduk. Sonra susmakla emrolunup konuşmaktan nehyedildik “ hadisinden dolayı ”susanlar“ demektir. (Buhârî ve Müslim rivâyet etti.) 239Fakat düşmandan ya da selden veya bir yırtıcı hayvandan korkarsanız yayan yürüyücü olarak ya da binici olaraknamazı kılınız. nasıl mümkünse; kıbleye dönerek ya da dönmeyerek ve rükû ve secdeyle ima yaparak. Korkudan emin olduğunuz zaman Allahü teâlâ'yı namazın farzlarını ve hukukunu öğretmeden evvel bilmediğiniz şeyleri size nasıl öğretti ise öylece zikrediniz namaz kılınız. Rical, râcil lâfzının cemisidir. Ruhban, Râhîb lâfzının cemisidir. 240Sizden vefat edip te zevcelerini terk edenler zevceleri için kendi üzerlerine bir vasiyet yapsınlar. Ve ihraç olmaksızın, kadınlar hanelerinden çıkartılmadıkları hâlde, ölümlerinden itibaren o kadınların üzerlerine beklemeleri vacip olan bir sene tamam olana kadar bir meta, onların nafakadan ve elbiseden metâlandıkları şeyi, onlara versinler. Şâyet o zevceler kendileri çıkarlarsa onların kendi nefisleri hakkında şer'an maruf bir vecihden yapacakları süslenmenin ve nafakanın onlardan kesilmesi gibi şeyden dolayı -Ey ölen adamın akrabaları- sizin üzerinize bir vebal yoktur. Allahü teâlâ mülkünde Azîz'dir, işinde hikmet sâhibidir. Âyette zikir olunan vasiyet miras âyetiyle, bir sene beklemek de sonradan nâzil olan“ dört ay on gün“ mealindeki Âyet-i kerîmeyle nesholunmuştur. Kadının evde eyleşmesi İmam-ı Şâfiî'ye (rahmetüllahi aleyh) göre kadın için yine sabittir, nesholunmamıştır. 241Boşanmış kadınlar için ma'rûf veçhiyle imkân miktarınca, onlara verilen bir meta vardır ki, Allah'tan korkanlar üzerine hak olmakla Gizli bir fiille mensubtur hak olmuştur. Allahü teâlâ, boşanmış kadınlarla ilgili olan hükmü, kendileriyle cimâ yapılıp sonra boşanmış kadınları da içine alsın diye bir kere daha zikretti. Çünkü geride geçen âyet bunların gayrisi hakkındadır. 242İşte Allahü teâlâ zikir edilen şeyleri sizlere beyan ettiği gibi sizlere âyetlerini böyle beyan buyuruyor. Tâ ki, akıl edesiniz düşünüp anlayasınız diye. 243Görmedin mio kimseleri ki, onlar binlerce -dört bin ya sekiz bin ya onbin ya otuz bin ya kırk bin veya yetmiş bin- kişi oldukları hâlde ölümden sakınmak için -mef'ûl-ı lehdir- yurtlarından çıktılar. -Onlar Beni İsrâîl'den bir kavimdir. Beldelerinde taun hastalığı ortaya çıkmış ve oradan kaçmışlardır. - Allahü teâlâ ise onlara ölünüz diye emretti, onlar da öldüler. Ve onları peygamberleri olan Hızkîl'in duâsıyla sekiz ya da sekizden ziyade gün sonra diriltti. Sonra uzun bir müddet yaşadılar. Üzerlerinde ölümün izi vardı. Bir elbise giydiklerinde o elbise kefen gibi olurdu. Bu durum onların torunlarında da devam etti. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ insanlar üzerine lütuf sâhibidir. ki, onları diriltmek onun fazlındandır. Fakat insanların çoğu - kâfirler- şükretmezler. Bu kişilerin haberini zikretmekten kasıt mü'minleri kıtale cesaretlendirmektedir. Bundan dolayı bir sonraki âyet, gerideki âyetin üzerine atfedildi. Görmedin mi: Hayrete düşürmeyi ve bundan sonrasına kulak vermeye teşviki ifade eden bir istifhamdır, sorudur. Hızkîl'inHa ile ve kaf’ın kesresi ve zâ’nın sükûnuyla. 244Ve Allah yolunda onun dinini yüceltmek için kıtâl yapın ve biliniz ki, Allahü teâlâ sizin sözlerinizi işiticidir, hallerinizi de bilicidir. Ve sonra sizleri muhasebe edicidir. 245Kimdir o kimse ki, kalbi hoşnut olarak Allah Azze ve Celle için infak ederek güzel bir ödünç vermekle onun yolunda malını infak etmekle Allah'a ödünçte bulunur, Allah da ona o ödüncü ondan yediyüzden daha fazla -ileride geleceği gibi- kat kat ihsan buyursun. Ve Allah imtihan etmek için dilediğinden rızkı sıkar, kısar ve imtihan için dilediğine de döşer, genişletir. Ve âhirette diriltilip ona döndürüleceksiniz. Sonra Allahü teâlâ da sizi amellerinizin mukabilinde cezalandıracaktır. Bir kırâatta Yudâıfehu lâfzı şeddelenmekle yudağğıfehu diye okundu. 246Görmedin mi Mûsa'nın ölümünden sonra Beni İsrâîl'den olan bir cemâati, onların kıssasını ve haberini ki, onlar kendi peygamberlerine -O Şemuîl'dir-” Bize bir hükümdar gönder, tayin et de Allah yolunda onunla beraber muharebe edelim. Sözümüz onunla bir düzene girsin ve ona müracaat edelim dediler. Peygamberleri de onlara dedi ki: Üzerinize muharebe farz kılınırsa muharebe etmeyecek olursanız! İstifham (soru) muharebenin yapılmayacağını beklendiğinin zihinlere yerleştirmek içindir. Dediler ki: Biz ne için Allah yolunda muharebe etmeyelim, biz o düşmanların sebebiyle ve katletmeleriyle yurtlarımızdan ve evlâtlarımızdan çıkarıldık. (Bunu onlara Câlût'un kavmi yapmıştı) muharebeyi gerektiren şeyle beraber artık bizim için savaştan bir mâni yoktur. Allahü teâlâ da buyurdu: Ne zaman ki, onların üzerlerine muharebe farz kılındı muharebeden geri döndüler. Ve korktular. Ancak içlerinden azı müstesna. Onlar -ileride geleceği gibi- Tâlût'la beraber nehri geçen kişilerdir. Allahü teâlâ zâlimleri hakkıyla bilicidir. Sonra onlan cezalandırıcıdır. 247Peygamber (leri) Hak teâlâ'dan bir hükümdar yollamasını istedi. O da Peygamber (ine) Tâlût'u yollamakla icabet etti. Onlara peygamberleri dedi ki: Muhakkak ki, Allah size hükümdar olarak Tâlût'u gönderdi. Dediler ki: Bizim üzerimize onun hükümdar olması nasıldır? Hâlbuki biz mülke ondan daha lâyığız. Çünkü o ne hükümdarlık neslindendir ne de peygamberlik, o deri tabaglayan ya da çobanlık yapan biridir. Kendisine hükümdarlığı ikame etmek üzere onunla güç, yardım aldığı malca da bir genişlik verilmiş değildir. Peygamberleri de onlara dedi ki: Şüphesiz ki, Allah onu sizin üzerine intihap etmiştir, hükümdarlık için onu seçmiştir ve onu ilim ve cisim hususunda vuslat cihetinden ziyade kılmıştır. Tâlût o zamanlar Benî İsrâîl'in en bilgilisi, en güzeli ve ahlâk yönünden en mükemmel olanı idi. Hak teâlâ mülkünü ona vermeyi dilediği kimseye verir. Onun üzerine hiçbir itiraz yoktur Allahü teâlâ, fazlı geniş olandır, lutfuna lâyık olanı da hakkıyla bilendir. 248Onlara Peygamberleri kendisinden, Tâlût'un hükümdarlığı üzerine bir âyet (delil) istediklerinden dedi ki: Şüphesiz Tâlût'un hükümdarlığının açık alâmeti size Tâbut'un, sandukanın gelmesidir. O tâbutun içinde Peygamberlerin sûretleri vardı. Allahü teâlâ onu Hazret-i Âdem’e indirmiş ve tâ Benî İsrâîl'e kadar ulaşmıştı. Sonra Amelika denilen kavim tâbutun üzerine onlara gâlip geldiler. Ve onu aldılar. Benî İsrâîl o tâbutla düşmanlarının üzerine fetih talep ederler ve savaş esnasında onu ordunun önüne geçirirler, onunla kalbleri sükûnete ererdi. ki, onda Rabbiniz tarafından bir sekîne, kalbleriniz için bir mutmeınlik ve Mûsa ve Hârun'un hanedanının terk ettiklerinden her iki hanedanın terk ettikleriden bir bakıyye vardır. Bakıyye; Hazret-i Mûsa'nın papuçları, asası, Hazret-i Hârun'un sarığı, Benî İsrâîl'e inmiş olan bir ölçek kudret helvası ile (Hazret-i Mûsa'ya inen) levhaların kalıntılarıdır. Onu melekler yüklenir oldukları hâlde. Eğer siz mü'minler iseniz şüphe yoktur ki, onda sizin, Tâlût'un hükümdarlığına bir alâmet vardır. Sonra melekler o tâbutu, Benî İsrâîl onu seyrettiği sırada semâ ile yer arasında Tâlût'un yanına koyuncaya kadar taşıdılar. Benî İsrâîl de böylece onun hükümdarlığını kabul etti. Ve hemen cihada sürat ettiler. O da onların gençlerinden yetmiş bin kişi seçti. “Onu melekler yüklenir oldukları hâlde.....“. “ye'tiye “ fiilinin faili olan ” tâbut' lâfzından hâldir. 249Ne zamanki Tâlût ordusuyla Beyt-i Makdis'ten ayrıldı, çıktı. Ve hava çok sıcaktı. Ve ordudakiler ondan su istediler. Dedi ki: Şüphesiz ki, Allahü teâlâ sizi, içinizden itâatkâr ile âsi olan açığa çıksın diye bir ırmakla -O ırmak Ürdün ile Filistin arasındadır- imtihan edecektir. Kim ondan onun suyundan içerse benden, bana tâbi olanlardan değildir. Ve her kim ondan tatmazsa o şüphesiz bendendir. Ancak eliyle bir avuç alıp, onunla iktifa ederek onun üzerine ziyâde yapmayan, şüphesiz ki, o bendendir. O ırmağa rastladıklarında çoğunluk olarak ondan içtiler ancak onlardan azı müstesna. Onlar bir avuç üzere yetindiler. Rivâyet olundu ki: O bir avuç, onların ve hayvanlarının içmesi için onlara yetti. Ve onlar üç yüz on küsur kişiydiler. Ne zamanki Tâlût ve onunla beraber olanlar -Onlar bir avuç suyla yetinenlerdir. - ırmağı geçtiler. (O ırmaktan bir avuçtan fazla) içenler dediler ki: Bizim için bugün Câlut'a ve ordusuna, onlarla savaşmaya karşı bir takat kuvvet yok. Ve korkup ırmağı da aşamadılar. Allahü teâlâ'ya öldükten sonra diriltilmekie kavuşacaklarını zannedenler, yakînen iman edenler -Onlar ırmağı geçen lerdir- ise dediler ki: Nice az bir fırka cemâat nice çok fırkalara Allah'ın izniyle irade-i külliyesi ile gâlip gelmiştir. Ve Allahü teâlâ yardım ve ihsanla sabredenlerle beraberdir. Gurfe lâfzı ğayn harfinin fethası ve zammesi ile okundu. Kem haberi ifade için olup “çok” manasındadır. 250Ne zamanki Câlût ile askerlerine karşı meydana çıktılar, onlarla kıtal yapmak için ortaya çıktılar ve saf oldular. Dediler ki: Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır akıt dök ve kalblerimizi kuvvetlendirerek ayaklarımızı cihat üzere sabit kıl. Ve bizlere o kâfirler cemâti üzerine yardım et. 251Hemen Allah'ın izniyle irade-i küfliyesiyle onları hezimete uğrattılar, onları kırıp geçirdiler. Ve Dâvud -Kendisi Tâlût'un ordusunda bulunuyordu. - Câlût'u öldürdü. Allahü teâlâ ona, Dâvud'a, Benî İsrâîl'in içinde Şemuil'in ve Tâlût'un ölümünden sonra mülk ve hikmet nübüvvet verdi. Daha bu iki şey tek bir kişide toplanmamıştı. Dilediğinden ona talim buyurdu, zırh yapma sanatı ve kuşlarla konuşmak gibi. Eğer Allahü teâlâ'nın insanların bazısını bazısıyla defetmesi olmasaydı, elbette ki, yeryüzü, müşriklerin gâlip olması, müslümanların öldürülmesi ve mescitlerin tahrip edilmesiyle fesada uğramış olurdu. Fakat Allahü teâlâ âlemler üzerine fazıl sâhibidir. Böylece bazısını bazısıyla defetmiştir. .....insanların bazısını Nâs lâfzından bedeli bağzdır. 252İşte şu âyetler Allahü teâlâ'nın âyetleridir. Bunları sana ey Resûlüm Muhammed! Hak, doğru olarak okuyoruz, anlatıyoruz. Sen şüphe yok ki, elbette gönderilmiş olan peygamberlerdensin. Âyette inne ve başka edatla te’kitleme yapmak kâfirlerin ”sen peygamber değilsin“sözlerin reddidir. 253O -mübtedadır- Rasüller -sıfattır, haber ise- biz onların bazılarını bazıları üzerine kemal mertebesince -başka şeyden dolayı değil- tahsis etmekle tafdil eyledik fazıletli kıldık. Onlardan kimi vardır ki, Allahü teâlâ onunla mükâleme de bulunmuştur. Mûsa (aleyhisselâm) gibi. Ve onların bazısını da Muhammed (aleyhisselâm)'ı diğerlerinin üzerine umûmi davet, peygamberliğin onunla son bulması, ümmetinin diğer ümmetlere faziletli kılınması, ardı arkasına olan mu'cizeler ve sayılı birçok özelliklerden dolayı dereceler bakımından yüksek kılmıştır. Meryem oğlu Îsa'ya da beyineler verdik ve onu Ruhul Kuds, Cibrîl-i Emin ile teyid ettik onu kuvvetlendirdik. Cibrîl-i Emin, Îsa (aleyhisselâm) her nerede yürüyorsa o da onunla yürürdü. Eğer Allah insanların hepsinin hidâyetini dileseydi onlardan peygamberlerden sonrakiler ümmetler kendilerine o beyyineler geldikten sonra ihtilâf edip, bazısı bazısını saptırdığından dolayı birbirlerini öldürüp durmazdı. Fakat bu istendiği için ihtilâfa düştüler. Artık onlardan öylesi var ki, îman etti, îmanı üzere sabit kaldı. Ve yine öylesi var ki, küfür etti. Îsa (aleyhisselâm)'dan sonra gelen Hıristiyanlar gibi. Ve Allah dilemiş olsaydı mukâtelede bulunmazlardı -Tekiddir. -Ve lâkin Allahü teâlâ dilediğini muvaffak kılmakta, dilediğini de hüsrana sokmakta irade ettiği şeyi yapar. 254Ey îman etmiş olanlar! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerden zekâtını veriniz. Bir günün gelmesinden evvel ki, o günde ne alım-satım, fidye, ne dostluk, menfaat veren bir sadâkat ne de Allah'ın izni olmaksızın şefâat vardır. O gün, Kıyâmet günüdür. Allah'a ya da onların üzerine farz kıldığı şeye küfredenler işte onlar Allah'ın emrini mahallinden başka bir yere koyduklarından dolayı zulüm edenlerin tâ kendileridir. .....ne de Allah'ın izni olmaksızın şefâat vardır. O gün, Kıyâmet günüdür. Bir kırâatta lâ’dan sonra gelen her üç lâfız (fethayla okunduğu gibi) refle de okundu. 255Allahü teâlâ ki, ondan başka ilâh varlık hususunda bi-hakkın mabûd yoktur. Hayy bekası dâim olan, Kayyûm mahlûkatının işlerini idare etmekle kâim olmak hususunda en yüksekte olandır. O'nu ne bir dalgınlık uyuklama, ne de bir uyku yakalamaz. Göklerde ve yerde mülk, mahlûk ve kullar cihetinden ne varsa O'na âittir. Kim kendisine şefâat hususunda izni olmaksızın onun ındinde şefâat edebilecektir? O, onların mahlûkatının dünya ve âhiret işinden önlerinde ve arkalarında olanları bilir. Ve onun mahlûkatı peygamberlerin haber vermesi yoluyla olan malûmattan onlara öğretmeyi dileğinden başka onun malûmatından birşey ihata edemezler. Onun malûmatından hiçbir şeyi bilemezler. Onun Kürsüsü gökleri ve yeri içine almıştır. Denildi ki: Onun ilmi ikisini de kuşattı. Denildi ki: Kürsüsü (ikisini kuşattı.) Denildi ki: Kürsünün kendisi ”yedi kat gökler onun kürsüsüne nisbetle ancak bir kabın içine atılmış yedi tane dirhem gibidir “ hadisinin ifade ettiği gibi azametinden dolayı yer ve gökleri içine alıcıdır. İkisinin göklerin ve yerin hıfzı ona ağır gelmez. O, mahlûkatının üzerinde kâhir sıfatıyla yüce olandır, büyük olandır. 256Dinde ona girmek üzere bir zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Açık âyetlerle zâhir oldu ki, şüphesiz îman doğruluktur, küfür ise azgınlıktır. Bu âyet, Ensar-ı Kiram'dan, çocukları olan ve onları İslâm'a girmeye zorlayan bir zat hakkında indi. Artık her kim Tâğût'u şeytanı ya da putları inkâr eder ve Allahü teâlâ'ya îman ederse, ayrılması, kopması olmayan, sağlam bir bağla bağlanmış bir kulba yapışmış olur. Allahü teâlâ söyleneni ziyadesiyle işiten, yapılanı da bi-hakkın bilendir. Tâğût lâfzı müfrede de, cemiye de söylenir. 257Allah îman edenlerin velisidir yardımcısıdır. Onları karanlıklardan, küfürden, nûra, îmana çıkarır. Kâfir olanların velileri ise Tâğût'tur. Onları nurdan zulmetlere çıkarır. İhraç tabirinin zikir olunması ya “yuhricuhum mine'z-zulumât” kavlinin mukâbilinde ya da Rasülullah gönderilmeden evvel ona îman edip, sonra kâfir olan kimselerin hakkında kullanılmıştır. İşte onlar cehennem ehlidirler. Onlar o ateşte ebedî olarak kalacaklardır. 258Sen görmedin mi Allahü teâlâ kendisine mülk verdiği için İbrâhîm ile Rabbisi hakkında mücâdelede bulunanı? Mülkü onu, Allah'ın nimetini hafife almak sebebiyle mücadele etmeye itti. O kişi Nemrûd'dur. O zaman İbrâhîm, Nemrûd ona “Bizi ona çağırdığın Rabbin kimdir? ” dediğinde “Rabbim o zattır ki, diriltir ve öldürür. Bedenlerde hayâtı ve ölümü yaratır, deyince ” Ben de öldürmek ve öldürmekten affetmekle diriltir ve öldürürüm. “ demişti. Ve iki adam çağırdı. Birini öldürüp, diğerini de sağ bıraktı. Böylece Nemrûd'un anlayışının kıt olduğunu görünce İbrâhîm de bundan daha açık bir hüccet göstererek: “Şüphe yok ki, (benim Rabbim) Allah, güneşi doğudan getirir. Sen de onu batıdan getir. “ deyince o kâfir tutulup kalmıştı, hayret ve dehşete düşmüştü. Yüce Allah, küfürü sebebiyle zulüm eden kavmi delilden ibret alma yoluna hidâyet etmez. .....“ İz=o zaman“ hâcce lâfzından bedeldir. 259Yahut o kimseyi görmedin mi ki, yanında bir sele zeytin, bir kadeh üzüm suyu olduğu hâlde eşeğe binici olarak bir karyeye -O, Beyt-i Makdis'dir. - uğramıştı. –O kişi, Uzeyr’dir. - o karye tavanları üzere çökmüştü, yıkılmıştı. Yıkılmasının sebebi Buhtu Nasr'ın orayı harap etmesinden dolayıdır. Ve Uzeyr, Allahü teâlâ'nın kudretini büyük gördüğünden dolayi “ Allahü teâlâ bu karyeyi ölümünden sonra nasıl diriltecek? ” diyordu. Bunun üzerine Allahü teâlâ o kimseyi öldürdü ve yüz sene eyleştirdi. Sonra da onu geri döndürdü, bu durumun keyfiyetini görsün diye diriltti. Allahü teâlâ dedi ki: Burada ne kadar kaldın eyleştin? Dedi ki: Bir gün veya birgünün bir kısmı kadar. Çünkü o gündüzün ilk vaktinde uyumuş ve ruhu kabzedilmişti. Güneşin batımı anında da diriltilmişti. Bundan dolayı (eyleştiği zamanı) sadece uyuduğu gün zannetti. Dedi ki: Yüz sene kaldın. Şimdi yiyeceğine zeytine ve içeceğine üzüm suyuna bak ki, hiç bozulmamış, zaman uzunluğuyla beraber hiç değişmemiş. Merkebine de bak. O nasıldır? (Baktığında) merkebi ölü, kemiklerini de beyaz ve parlıyor olarak gördü. Bunu biz, sen bilesin diye ve seni insanlara öldükten sonra dirilmeye bir âyet kılmak için yaptık. Ve merkebinin kemiklerine bak. Nasıl birbirine birleştiriyoruz. Onlara hayat veriyoruz. Sonra da onlara et giydiriyoruz. O da kemiklere baktı ve onlar birleşmiş, et giydirilmişler, sonra onlara ruh üfürüldü. Ve eşek anırdı. Ne zaman ki görmesi sebebiyle bu hakikât ona tebeyyün edince dedi ki: Artık şu görmemle de biliyorum ki: Allahü teâlâ, şek şüphe yok, herşeye kâdirdir. ..... ”ellezî“ nin başındaki Kef zâiddir. Denildi ki: (Lem yetesenneh fiilindeki) ha, (kelimenin) aslındandır. Ve (Lem yetesenneh lâfzı) Sânehtü fiilinden türemiştir. Ayrıca denildi ki: Hâ, sekte için olup, (fiil) Sâneytü'den türemiştir. Bir kırâatta hâ'nın hazfıyla okundu. Nûn’nun zammesiyle nunşirhâ diye okundu. Nun’un fethasıyla da okunmuştur. Birincisi enşara, ikincisi neşara’dan türemiştir. Birkırâate da nun’un zammesi ve (ondan sonraki ra harfinin yerine) zây ile (nunşizuhâ diye) okundu. onları hareketlendirip ayağa kaldırıyoruz. Bir kırâatta ”e'lemu“ fiili, Allah'tan ona bir emir olarak “i'lem“ diye okundu. 260O vakti de hatırla ki, İbrâhîm: Yâ Rabbi! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster, demiş, Cenâb-ı Hak da buyurmuştu ki, diriltmeye kâdir olduğuma inanmadın mı? İbrâhîm (aleyhisselâm), diriltmeyi bilmesiyle beraber bunu bildiği hâlde o diriltmeyi sordu ki, Allah ona sorduğu şey hususunda icabet etsin ve işitenler de onun maksadını bilsinler. O da: “ evet inandım. Fakat ben bunu kalbim, delili görmekle mutmain olsun sükûnete kavuşsun diye sordum. “ demişti. Allahü teâlâ da: “ kuşlardan dört tane al da onları kendine çevir, alıştır. Ve onları kesip, etlerini ve tüylerini birbirine karıştır. Sonra senin beldenin dağlarından her dağ üzerine onlardan birer parça koy. Sonra da onları kendine çağır, sana hızlı olarak koşup gelirler. Ve bil ki, Allahü teâlâ şüphe yok Azîz'dir. Hiçbir şey onu âciz kılamaz, yaptığı işinde de Hakîm'dir.“ demişti. İbrâhîm (aleyhisselâm) bir tavus kuşu, kartal, karga ve horoz alıp onlara zikredilen şeyi yapmış ve başlarını da kendi yanında bırakmıştı ve sonra onları çağırdı. Kuşların parçaları ta ki, hepsi tamam olana kadar kendi parçalarına doğru uçtu. Sonra başlarına doğru yöneldiler. Fesuvhünne, sâd ’ın kesresi ve zammesiyle okundu. 261Allah yolunda, ona Tâatte mallarını infak edenlerin nafakalarının misâli örneği o danenin misâli gibidir ki, yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz tane bulunmuş olur. Onların nafakaları da aynı şekildedir. Yediyüz kat katlanır. Allah dilediğine bundan daha çok kat kat verir. Allah fazlı geniş olandır. Kat kat verilmeye lâyık olanı da bilicidir. 262O kimseler ki, mallarını Allah yolunda infak ederler. Sonra da o infak ettiklerinin üzerine “onu ihsan ettim ve onun durumunu düzelttim“ gibi sözleriyle bir minnet ve o kişiyi sevmeyene onu zikretmekle, o verdiği şeyden onu mahrum kılmakla ya da benzeri şeyle ona eziyet yüklemezler. İşte onlar için Rabbileri nezdinde ecirleri infaklarının sevabı vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur. Ve âhirette de mahzun olmazlar. 263Bir iyi söz, güzel kelâm ve dilenen kimseye güzelce karşılık vermek ve ısrarı hususunda onu bağışlamak, başa kakmak ve birşey istemesinden dolayı onu ayıplamakla kendisini bir eziyet takip eden bir sadakadan hayırlıdır. Ve Allah kullarının sadakasından müstağnidir, başa kakan ve eziyet edenden azâbı geciktirmekle de Halîm'dir. 264Ey îman etmiş olanlar! Sadakalarınızı, onların ecirlerini minnetle ve inciterek iptal etmekle iptal etmeyiniz. O kimse gibi ki, o kimsenin iptal etmesi gibi ki, malını insanlara gösteriş için onlara riya yaparak infak eder de yüce Allah'a ve âhiret gününe inanmaz. O münafıktır. Artık o kimsenin misâli, üzerinde biraz toprak bulunan safvan, kaypak bir taşın misâli gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isabet ederek onu dümdüz üzerinde hiçbir şey olmayan kaypak bir taş olduğu hâlde bırakmış olur. Onlar kazanmış, yapmış olduklarından birşeye kâdir olamazlar. Yağmur onu götürdüğünden dolayı üzerindeki topraktan az bir şey bile kendisinde kalmayan kaypak taş gibi, âhirette de o yaptıkları şeyden dolayı bir sevap bulamazlar. Allahü teâlâ kâfirler güruhuna hidâyet etmez. İnsanlara riya için infak eden münafığın halini beyan eden bir cümle-i istinâfiyedir. Lâ yakdirüne'deki zamirin (cemi olması) ellezînin mânâsına itibarladır. 265Ve mallarını Allah'ın rızasını talep etmek ve kendilerindekini (imanı) kuvvetlendirmek inkâr ettiklerinden dolayı sevap beklemeyen münafıkların aksine, bu sevaba (nefislerini) yerleştirmek için infakta bulunanların misâli ise, yüksek ve düz yerdeki bir cennetin bahçenin misâli gibidir ki, ona çokça yağmur yağar da yiyeceğini meyvalarını iki kat, diğerlerinin iki misli olarak verir. Ona çokça yağmur değil de çiğ hafif yağmur isabet eder ve yüksekte olduğu için ona yeter. Mânâ (şudur ki,) o bahçe - ister yağmur az olsun, isterse çok olsun - meyva verir ve tertemizdir. Aynı şekilde, zikredilen kişilerin de nafakaları - az olsun, çok olsun - Allah'ın nezdinde temizdir (ve makbuldur). Allahü teâlâ yapacağınız her şeyi görücüdür. Sonra onun karşılığında sizlere ceza veya mükâfat verecektir. Âyetteki min, ihtida içindir. Rab ve lâfzı râ'nın zammesi ve fetlhasıyla okundu. Ükül lâfzı kefin zammesi ve sükûnuyla okundu. 266Sizden biriniz arzu eder mi ki, onun hurma ve üzüm ağaçlarından ve onların altından ırmaklar akan bir cenneti bahçesi bulunsun ve onun için orada meyvaların her türünden meyva olsun; fakat kendisine ihtiyarlık bundan dolayı zayıflık çöksün, kendisinin zayıfları ona yardımcı olamayan küçük çocukları da bulunsun da o bahçeye, ateşli bir kasırga şiddetli bir rüzgâr isabet edip yakıversin. Sonra o bahçeyi ona ihtiyacı olduğu hâlde yitirsin ve o çocukları âciz, hayretler içinde ve çaresiz olarak kalsın. Bu, riyakâr ile verdikleri nafakaları başa kakanın âhirette ihtiyacı olduğu hâlde o nafakaların elden gitmesi ve ona hiç bir menfaat sağlamaması hususunda bir örneğidir. İbn Abbâs'tan rivâyet olundu ki, bu âyet tâatlarla amel edip, sonra ona bir şeytan gönderilip amelleri yanıncaya kadar masiyetlerle amel eden bir kişi içindir. İşte böylece zikir edileni beyan ettiği gibi Allahü teâlâ âyetlerini sizlere beyân buyuruyor ki, tefekkür edesiniz ve ibret alasınız diye. Âyetteki istifham (soru) nefy mânâsındadır. 267Ey îman edenler! Maldan kazandığınız şeylerin temiz- lerinden iyilerinden ve yerden sizin için danelerden ve meyvalardan çıkarmış olduğumuz şeylerin temizlerinden infak ediniz zekât veriniz. Ve ondan zikir olunandan kötü, düşük olanı kast etmeyiniz ki, siz onu İnfak edersiniz de kendinizde ancak onun hakkında tenbellik ve göz kapatmakla göz yumar olduğunuzda haklarınız hususunda o size verilmiş olsa bile o kötü olanı alırsınız. Öyleyse Allah'ın hakkını ondan nasıl eda edeceksiniz. Ve biliniz ki, Şüphe yok Allahü teâlâ sizin nafakalarınızdan müstağnidir, âlâ külli hâl hamîddir, övülendir. Tünfikûne fiili, Teyemmemu'deki zamirden hâldir. 268Şeytan size fakirliği vaad eder, malınızı infak ederseniz fakir kalırsınız diye sizi fakirlikle korkutur. Ve sizlere çirkin şeyle cimrilik ve zekât vermemekle emreder. Allahü teâlâ ise infak üzerine tarafından günahlarınızı bir mağfiret ve bir fazl, onun arkasından gelecek olan bir rızkı vaad ediyor. Ve Allahü teâlâ fazlı geniş olandır, infak edeni de bilendir. 269Dilediğine hikmet, amel etmeye götüren menfaatli ilim verir. Ve kime hikmet verilirse ona saadeti ebediyyeye gittiği için çok hayır verilmiş olur. Ve bunu ancak halis akıl sahipleri tefekkür eder, vaazlanır. Yezzekkerü fiilinde aslında bulunan te'nin zal'a idgamı vardır. 270Ve nafakadan her ne sarfettiyseniz, zekâttan ya da sadaka olarak -her ne- eda eylediyseniz veya adaktan her ne adar ve onu ifâ ederseniz şüphe yok ki, Allahü teâlâ onu bilir. Ve onun karşılığında sizleri mükâfatlandırır. Zekâtı, nezri menetmekle ya da intakı yerinde yapmayıp, Allah'a isyan olan yerde yapmakla zulmedenler için yardımcılardan onları azaptan uzaklaştıranlardan kimse yoktur. 271Eğer sadakaları nafile olanları açığa vurursanız, izhar ederseniz o ne iyidir, onun izharı ne iyi şeydir. Ve eğer onları gizlerseniz ya da fakirlere verirseniz o sizin için, izhar etmekten ve onu zenginlere vermekten daha hayırlıdır. Farz olan sadakaya gelince en faziletlisi: Ona tâbi olunsun (yerine getirilsin) ve töhmet altında kalınmasın diye izhâr edilendir. Ve farz olan sadakayı fakirlere vermek tam olarak belirlenmiştir. Ve sizin günahlarınızın bazısından sizden siler. Ve Allahü teâlâ yaptıklarınızdan haberdardır. Onların içini dışı gibi bilicidir. Ve yaptıklarınızdan hiçbir şey ona gizli kalmaz. Yükeffiru fiili fehüve’nin mahalline atfedilerek meczum olduğu hâlde ve cümle-i istinâfiye olmak üzere merfû’ olduğu hâlde ya ve nûn’la okundu. 272Rasûlüllah (aleyhisselâm), müslüman olsunlar diye müşriklere yapılan tasadduktan menedildiğinde bu âyet nâzil oldu. Onları insanları İslâm'a girmeye hidâyet etmek senin üzerine vecibe değildir. Senin üzerine ancak tebliğ etmek vâcibtir. Velâkin Allahü teâlâ İslâm'a girmesini hidâyet etmeyi dilediği kimseyi hidâyet eder. Ve hayırdan maldan her ne infak ederseniz, sizin lehinizedir, çünkü sevabı onadır. Ve siz ancak Allah'ın rızasını sevabını talep etmek için infak edersiniz. Dünya metalarına kavuşmak için değil. Ve hayırdan ne infak ederseniz size karşılığı ödenir. Ve siz zulme uğratılmayacaksınız. Onun hiçbir şeyinden eksikliğe uğramayacaksınız. “Ve siz ancak Allah'ın rızasını sevabını talep etmek için infak edersiniz. “ cümlesi, nehy mânâsında olan cümle-i haberiyyedir. Son iki cümle birinci cümleyi tekitleyicidir. 273Sadakalar fakirler içindir. Öyle kimseler ki, Allah yolunda kapanmış kalmışlardır. Kendilerini (ilme ve) cihada hapsetmişlerdir. Bu âyet, ehl-i suffe hakkında nâzil olmuştur. Onlar muhâcirler olup dörtyüz kişi idiler. Kendilerini Kur’ân -ı kerîm öğrenmeye ve seriyyelerle beraber savaşa çıkmaya adamışlardı. Yeryüzünde ticaret ve geçim için dolaşmaya cihadla meşgul olduklarından kâdir olamazlar. Onları tanımayan, bu halleri sebebiyle çekinmekten dolayı dilenmekten çekinip onu terk ettiklerinden dolayı zengin zanneder. Sen ey muhatap, onları simalarıyla sıkıntının eseri ve tevazudan müteşekkil alâmetleriyle tanırsın. İnsanlardan hiçbir şey istemezler ki, ısrarla istemekle istesinler. Onlar için asla istemek yoktur. Bundan dolayı onlardan ısrarla bir şeyi istemek vaki olmaz. İlhâf bir şeyi yalvarıp istemek demektir. Ve siz hayırdan her ne infak ederseniz, şüphe yok ki, Allahü teâlâ onu tamamen bilicidir. Ve onun mukabilinde onu mükâfatlandırıcıdır. Fakirler içindir. mahzûf mûbtedanın haberidir. 274Onlar ki, mallarını gece ve gündüz gizli ve âşikâre olarak infak ederler. Artık onlar için rableri ındinde mükâfâtları vardır. Ve onlara bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır. 275O kimseler ki, ribayı (faizi) yerler. Onu alırlar. Riba: Nakitlerle (banknot, altın, gümüş) ve yiyecek maddeleriyle olan muamelelerde miktar veya süre hususunda olan ziyadeliğe denir. Onlar kabirlerinden kalkamazlar, ancak şeytanın bir dokunuşla onlara delilik vermekle onu çarpmış, ona vurmuş bir şahsın kalkması gibi kalkarlar. Bu, onlara inen (musibet), onların“ Alışveriş muamelesi caizlik hususunda faiz gibidir. “ demeleri sebebi iledir. Sonra Allahü teâlâ onlara red olsun diye buyurdu: Halbuki Allah, alış-verişi helâl, ribayı ise haram kılmıştır. Her kim ki, kendisine Rabbinden bir mev'ıze vaaz gelir de ulaşır da, ribayı yemeye nihâyet verirse, nehiyden evvel geçen ler kendisinedir. Ondan birşey geri istenmez. Ve kendisinden affolunması hususunda onun işi Allahü teâlâ'ya kalmışdır. Ve her kim ribayı helâllik hususunda alışverişe benzeterek onu yemeye geri dönerse (fâiz yemeyi helâl sayarsa), işte onlar cehennem ehlidirler. Onlar, orada ebedî kalacaklardır. Minel mess, cârmecrûru Yekûmûne fiiline mütealliktir. Alış-verişin ribâ'ye benzetilmesi, mübalağa olsun diye aksi teşbih babındandır. 276Allahü teâlâ ribayı mahveder onu eksiltir, onun bereketini giderir, sadakaları ise çoğaltır onları ziyade kılıp ve çoğaltıp sevabını da kat kat eder. Ve Allahü teâlâ, ribayı helâl sayması sebebiyle her küfrân-ı nimette bulunanı (nimeti gönderen Allah'a nankörlük edeni) ve onu yemekle fâcir günahkâr olanı sevmez onu azâba çeker. 277O kimseler ki, îman ettiler ve iyi amellerde bulundular ve namazlarını dosdoğru kıldılar, zekâtlarını da verdiler, işte onlar için Rableri katında mükâfatları vardır ve onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. 278Ey îman edenler! Allahü teâlâ'dan korkunuz. Ve ribadan bâkî kalanı bırakınız, terk ediniz. Eğer sizler îmanınızda sâdık olan mü'minler iseniz. Çünkü Allah'ın emrine yapışmak mü'minin özelliklerindendir. 279Bu âyet, sahâbeden bazılarının nehiyden evvelki ribayı, nehiyden sonra istemelerinden dolayı nâzil oldu: Eğer emrolunduğunuz şeyi yapmazsanız size karşı Allah ile Resûlü tarafından bir harp açıldığını biliniz. Burada şiddetli bir tehdid vardır. Bu âyet nâzil olduğunda, dediler ki: ” Bizim onunla (Allah ile veya Resûlüllah ile) savaşmaya bir gücümüz yoktur. “ eğer tevbe ederseniz, ribadan dönerseniz, sizin için mallarınızın başları, asılları (ana para) vardır. Böylece ne ziyade yapmakla zulmetmiş, ne de eksik almakla zulme uğramış olursunuz. 280Ve eğer borçlu kişi yoksul ise o hâlde genişliğe kadar genişlik vaktine (kadar), onu beklemektir. Sizin üzerinize onu tehir etmek vardır. Ve bağışlamanız bağışlamakla yoksula tasaddukta bulunmanız sizin için daha hayırlıdır. Eğer onun daha hayırlı olduğunu bilirseniz, onu yapın. Bir hadis-i şerifte şöyle rivâyet olunmaktadır: ” Her kim bir yoksula (borç hususunda) mühlet verir ya da ondan (borcu) kaldırırsa, Allahü teâlâ da onu, hiçbir gölgenin olmayıp ancak kendi rahmet gölgesinin olduğu günde gölgelendirir. “ (Müslim rivâyet etti.) Meysere lâfzı sin’in fethası ve zammesi ile okundu. Tessaddeku fiili aslında bulunan te’nin sad’a idgam edilmesi üzere şeddelenmekle okundu. Ayrıca te’nin hazfı üzere tahfifle (tesaddeku) diye de okundu. 281Ve o günden korkunuz ki, o günde Allahü teâlâ'ya döndürüleceksiniz. Sonra herkese o günde kazanmış hayır ve şerden işlemiş olduğunun karşılığı tamamen verilecektir. Ve onlar bir iyiliğin eksiltilmesi ya da bir günahın ziyade edilmesiyle zulme de uğratılmayacaklardır. Turceûne fiili mef’ûl için bina edilerek okundu. “ geri döndürüleceksiniz “Ayrıca malum olarak (terciûne diye de) okundu. “ gideceksiniz “o gün Kıyâmet günüdür. 282Ey mü'minler! İsimlenmiş muayyen bir vakte kadar selem ve karz gibi bir borçla borçlandığınız muamelede bulunduğunuz zaman, onu bir vesika oluşsun ve münâzaa olmasın diye yazınız. Ve bir kâtip (noterlikde olduğu) borç antlaşmasını aranızda adâletle vesikaya doğrulukla yazsın ki, malda, ödeme vaktinde bir ziyadelik ve noksanlık olmasın. Ve kâtip Cenâb-ı Hakk’ın ona öğretmiş olduğu kâtiplikle onu faziletli kıldığı gibi vesika düzenlemeye çağırıldığı zaman yazmaktan kaçınmasın kitâbet hususunda cimrilik yapmasın, yazsın. Çünkü kendisi o konuya şâhid olandır. Böylece kendisinin o sözleşme konusunu bildiği için (sonra çıkabilecek bir ihtilâfta) ikrarda da bulunur. Ve yazması hususunda Rabbisi olan Allah'dan korksun da ondan hak olandan bir şey eksiltmesin. Ve şâyet borçlu şahıs sefih savurgan veya küçük olduğundan ya da yaşlı olduğundan dolayı yazmaktan zayıf kalırsa veya yazdırmaya dilsizlikten, lügati bilmediğinden ve bunun gibi şeylerden dolayı muktedir olamazsa onun velisi onun işini üzerine alan velisi, vasîsi, işlerini yürüten adamı ya da tercümanı adâletle yazdırıversin. Ve sizin erkeklerinizden, hür, müslüman ve bulûğa ermiş olan erkeklerden iki şahidi de şâhid edinin borç üzerine şâhid kılın. Ve o iki şâhid erkek olmazsa, o zaman dininden ve adâletinden dolayı râzı olduğunuz şâhidlerden bir erkek ve iki kadın şâhidlik yapar. Kadınların iki olması, “Bunlardan biri akıl ve zabıt bakımından yetersizliğe düştüğünde sehâdeti unutursa, ötekisi hatırlayan öbürüne unutana hatırlatsın“ diyedir. “ eğer biri saparsa ve sapma tarafına giderse, öteki hatırlatsın.“ diye. Çünkü sapma, hatırlatma sebebidir. Şâhidler de sehâdeti yüklenmeye ve edasına çağırıldıklarında şâhitlik yapmaktan kaçınmasınlar. Siz de küçük olsun, büyük olsun az olsun, çok olsun va'desine ödenme vaktine kadar onu, üzerine şâhit olduğunuz hak olanı yazmaktan bunun vukû'u çok olduğu için yazmaktan üşenmeyiniz. Bu yazmak, Allah'ın ındinde daha adâletli ve sehâdet için daha kuvvetlidir. Şehâd etin ikâme edilmesine daha yardım edicidir. Çünkü yazma işi, sehâdeti hatırlatıcıdır. Ve hak olanın miktarı ve va'desi hususunda şüpheye şekke düşmemenize daha yakındır. Ancak aranızda hemen idâre edeceğiniz kabzedeceğiniz hazır bir ticaret müstesna. O hâlde bunu yazdırmamanız hususunda size bir vebal yoktur. Hazır ticaretten murat, kendisi hakkında o anda ticaret yapılan maldır. Ve alım-satım yaptığınız zaman da alış-verişin üzerine şâhid tutun. Çünkü böyle yapmak, ihtilâfı en çok engelleyendir. Kâtip de, şahit de hak sâhibini ve haklı olanı, kitâbeti değiştirmekle ya da sehâd et veya kitâbetten çekilmekle zarar a uğratmasın. Hak sâhibi de kâtip ve şâhide kitabet ya da sehâdet hususunda lâyık olmayan şeyleri onlara yüklemekle zarar vermesin. Ve eğer kendisinden nehyolunduğunuz şeyi yaparsanız, şüphe yok ki, bu size bulaşan bir fısktır, tâatten çıkmaktır. Ve emrettiği ve nehyettiği hususlarda Allah'tan korkunuz. Ve Allahü teâlâ sizlere işlerinizin keyfiyetini öğretiyor. Ve Allahü teâlâ her şeyi bi-hakkın bilicidir. Kâf harfi Ye’bâ fiiline taalluk edicidir. Bu fiil şeddeli ”fetuzekkire ”Ve şeddesiz” fetuzkire “ diye okundu. .....öbürüne unutana hatırlatsın, diyedir. (Âyette zikir olunan) hatırlatma cümlesi illet mahallidir. Bir kırâatta âyetteki ”en“ harfi kesre ile beraber, İn’i şartiyye olarak okundu. Tüzekkir fiili refle okundu ve cümle-i istinâfiyedir. İn'in cevabı ise şudur: Şahidler de sehâdeti yüklenmeye ve edasına çağırıldıklarında kaçınmasınlar. Tektubûhu’daki ha zamirinden hâldir. Kırâatta ticaret lâfzı nasbla okundu. O zaman tekûne fiili nakısa olur. İsmi ise ticaret lâfzının zamiridır. Ve alım-satım yaptığınız zaman da alışverişin üzerine şahid tutun. Çünkü böyle yapmak ihtilâfı en çok men edendir. Burası ve bundan önce cümle mendupluğu ifâde eden bir emirdir. Allahü teâlâ sizlere işlerinizin maslahatlarını öğretiyor. Bu cümle hâli mukaddere ya da cümle-i istinâfiyedir. 283Eğer siz seferde iseniz misafirseniz ve borç alıp verişi yapmak istiyorsanız ve bir kâtip de bulamazsanız, alınmış rehinler yeter;o rehinlere güvenebilirsiniz. Sünnet (Hadis), mukîm iken ve kâtip bulunduğu zamanda da rehnin cevazını beyan etmiştir. Öyleyse rehnin alınmasını seferle kayıtlamak, seferde güven elde etmek daha şiddetli olduğu içindir. Ve “ makbûda” kavli rehinde kabzın şart olduğunu ve kabz etme hususunda kendisinden rehin alınan kişiden ya da onun vekilinden iktifa edilebileceğini ifade etmektedir. Eğer bazınız bazınızdan alacaklı kişi borçludan emin olursa rehin almasın. Ve kendisine emin olunan borçlu emanetini borcunu ödesin. Ve Rabbi olan Allahü teâlâ'dan onu ödeme hususunda korksun. Ve sehâdeti de onun ikâmesine çağırıldığınız zaman gizlemeyiniz. Onu her kim gizlerse, şüphe yok ki, onun kalbi günahkârdır. Özellikle kalb zikredildi. Çünkü o sehâdetin mahallidir ve o günahkâr olduğu zaman, diğer âzâlar da ona tâbi olur. Ve o kişi, günahkârların, azâbıyla azaplanır. Ve Allahü teâlâ sizin yapacağınız şeyleri bilicidir. O yapacağınız şeylerden hiçbir şey onun üzerine gizli kalmaz. Bir kırâatta (Ferühünün okunduğu gibi) Ferihânun diye de okundu. Rehn kelimesinin cemisidir. 284Göklerde olanlar da yerde olanlar da Allah'a âittir. Ve siz nefsinizde kötülük ve ona kast etmekte olanları açıklasanız, izhar etseniz veya onu gizleseniz de Allahü teâlâ onunla Kıyâmet gününde sizi hesaba çekecektir, size haber verecektir. Artık bağışlamayı dilediği kimseyi bağışlar. Azap etmeyi dilediği kişiye de azap eder. Ve Allahü teâlâ her şeye kâdirdir. Sizi hesaba çekip cezalandırması onun her şeye kâdir olduğunun delillerindendir. Her iki fiil (yağfır ve yüazzib) cezm olup şartın cevabı üzerine ma'tûftur. Ya da ref de olup gizli bir mübtedadan sonra gelmektedirler. “ fe-hüve “ . 285Peygamber Muhammed (aleyhisselâm) kendisine Rabbinden indirilene Kur’ân'a îman etti tasdik etti, mü'minler de hepsi Allahü teâlâ'ya ve onun meleklerine, kitaplarınave peygamberlerine îman etti. Onlar şöyle derler: Biz Allahü teâlâ'nın peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız ki, Yahûdiler ve Hıristiyanların yaptığı gibi bir kısmına inanalım bir kısmını da inkâr etmiş olalım. Ve dediler ki, Biz dinledik ” ne ile emredildiysek onu kabul işitmesiyle dinledik”Ve itâat da ettik, senden mağfiretini dileriz. Ey Rabbimiz! Ve dönüş öldükten sonra huzura varmak ancak sanadır. “mü'minûn” lâfzi “Resûl “ lâfzının üzerine ma’tuftur. “küllün” lâfzının tenvini bir muzaafın ileyh'den ivazdır. “kütüb” lâfzı cemi olarak okunduğu gibi, bir kırâatta müfret olarak ” kitap“ diye de okundu. 286Bundan önceki âyet nâzil olduğunda mü'minler vesveseden şikâyet edip ve vesveseden dolayı da hesaba çekilmek üzerlerine ağır gelince bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Allahü teâlâ bir kimseye vüs'atinden o kişinin kudretinin kapsadığından (gücü yettiğinden) başkasını yüklemez. Herkesin kazandığı hayırdan olan şey, sevab kendi lehinedir. Ve şerden kazandığı şey onun vebali kendi aleyhinedir. Hiçbir kimse başkasının günahından ve nefsinin onunla vesveselenip te yapmadığı şeyden dolayı hesaba çekilmez. Deyiniz ki, ey Rabbimiz! Eğer biz unuttuk yâ da hata ettik ise bir kasıt olmaksızın doğru olanı terk ettikse, bizden evvelkileri bununla hesaba çekdiğin gibi bizi de azapla yargılama! Allahü teâlâ şu zikredilenleri bu ümmetten kaldırdı. Ey Rabbimiz! Bize taşıması bize ağır gelen yük yükleme. Tıpkı bizden öncekilere Beni İsrâil’e, tevbede kendini öldürmelerini, zekâtta malın dörtte birini vermelerini, elbisenin pislenen yerini kesmelerini yüklediğin gibi. Ey Rabbimiz! Bizim için kendisinde takat kuvvet bulunmayan şeyi yükleri ve imtihanı bize yükleme. Ve bizden af buyur günahlarımızı sil. Ve bizim için mağfiret buyur ve bizlere merhamet buyur. Rahmet işinde, mağfiret işinin üzerine bir ziyâdelik vardır. Sen bizim Mevlâmızsın seyyidimiz ve bütün işlerimizin mütevellisisin. Artık kâfir olan kavimler üzerine bize delili sunmak, onlarla olan savaşta gâlip olmakla yardım et. Çünkü efendinin kölelerine, düşmanlara karşı yardım etmesi onun şânındandır. Bir Hadis-i Şerifte rivâyet olundu ki: ”Bu âyet nâzil olup Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem) bu âyeli okuduğunda ona “yapmış olduğun her şeye bunu tâbi kıl“ denildi. |
﴾ 0 ﴿