6 - EN’ÂM SÛRESİ165 âyettir. 1Hamd -güzel olan şeyle vasıflamak- Allah içindir. (Bu cümle ile) murad O'na imanı veya sena yapmayı ya da her ikisini bildirmektir. Bunların içinde en faydalısı üçüncüsüdür. Şeyh bunu Kehf sûresinde belirtmiştir. Öyle zat ki, gökleri ve yeri yaratmış, bu ikisini özel olarak zikretti. Çünkü bu ikisi, nazar eden kimseler için mahlûkatın en büyüğüdür ve zulmetler ile nûru yani her zulmeti ve nûru var etti. İş bu O’nun bir olduğunun delillerindendir. Sonra kâfir olanlar bu delilin var olmasıyla beraber Rablerine -bunları- denk tutuyorlar. Allah'ın gayrisini ibâdet hususunda eşit görüyorlar. “mâfihinne “ de gayrı akıl olan, akıllıların üzerine gâlip kılındığı için“ mâ” lâfzı getirildi. 2O öyle bir zattır ki, babanız Âdem'i ondan yaratmasıyla sizi bir çamurdan yarattı. Sonra sizin için bir ecel takdir etti ki, o sona erdiğinde ölürsünüz. Ve onun ındinde diriltilmeniz için isimlendirilmiş belirlenmiş bir vakit vardır. Sonra da siz ey kâfirler! Şüphe ediyorsunuz, diriltilmek hakkında şunu bildikten sonra şek ediyorsunuz. Şüphesiz ki, o sizi yaratmaya ihtida edendir. Ve her kim başlangıçta bir şeyi yaratmaya kadir olursa, onu iade etmeye de daha kadirdir. 3Ve O göklerde de yerlerde de Allah’dır, ibâdete lâyıktır. Sizin gizlinizi ve aşikârınızı, gizlediğiniz şeyleri ve aşikâr ettiğiniz şeyleri bilir. Ve ne kazanacağınızı, hayırdan ve şerden ne yapacağınızı bilir. 4Ve onlara yani Mekke ehline Rablerinin âyetlerinden Kurandan bir âyetgelmez ki, onlar ondan yüz çevirirler. “min âyetin“ deki min harfi cerri zaiddir. 5İşte onlar hakkı, Kur’ân’ı kendilerine geldiği vakit tekzip ettiler. Fakat onlara ne ile alay eder olduklarının sonuçlarının haberleri ileride gelecektir. 6Şam veya başka yere seferlerinde görmediler mi? Onlardan evvel ne kadar topluluk geçmiş ümmetlerden nice ümmet helâk ettik. O nesillere kuvvet ve zenginlikle beraber yeryüzündeki mekânda sizegüç yetirtmediğiniz, size vermediğimiz şeylere güç yetirtmiştik, (onlara) vermiştik. Ve onların üzerine göğü, yağmuru bol bol peş peşe salıvermiştik. Ve altlarından, meskenlerinin altlarından akar hâlde olan nehirler kılmıştık. Sonra onları günahları, peygamberleri yalanlamaları sebebiyle helâk ettik. Ve onlardan sonra başka başka nesiller yarattık. “kem” lâfzi “ çok “mânâsını ifade edip, haber vermek içindir- istifham içindeğildir) Bu lafizda gâibtan (hitaba) iltifat vardır- (gaib lâfzı yerine muhatap kullanılmıştır) 7Eğer sana onların istediği gibi kâğıtta, bir deri üzerinde olan bir kitap yazılmış bir şey indirseydik de onu elleriyle yoklasalardıelbette kâfir olanlar dik kafalılıktan ve inattan dolayı diyeceklerdir ki: “ Bu ancak aşikâr bir sihirdir “ “ elleriyle yoklasalardi “ deyimi şekki tamamıyla ortadan kaldırdığı için“onu gözleriyle görselerdi “ deyiminden daha mübalağalıdır. 8Ve dediler ki: Onun, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerine onu tasdik eden bir melek indirilseydi (indirilmeli değil miydi? ) Ve eğer onların teklif ettiği gibi bir melek indirseydik ve onlar da îman etmeselerdi elbette onların helâkiyle iş bitirilmiş olurdu. Sonra onlara nazar edilmezdi, tevbe veya bir mazeret için onlara mühlet verilmezdi. Aynı onlardan öncekiler hakkında onların teklif ettikleri şey yerine getirilip de, îman etmedikleri zaman Allah'ın onları helâk etmesi âdeti gibi. 9Ve eğer onu -kendisine Kur’ân indirilen Peygamberi- melek kılsaydık, elbette onu, meleği erkek -suretinde- kılardık. Tâ ki, onu görmeye güçleri yetsin. Çünkü insan için meleği görmeğe bir kuvvet yoktur. Ve eğer onu indirseydik ve erkek -suretinde- kılsaydık yine “ Bu ancak sizin gibi bir beşerdir“ demeleriyle, kendilerine şüphe ettiklerişeyi onlara karıştırırdık, şüphe ettirirdik. 10Yemin olsun ki, senden evvelki peygamberler ile de elbette alay edildi. Bu âyet-i kerîme’de Peygamberi teselli etmek vardır. Artık o kendisiyle alay ettikleri şey -o azap- onlardan alayda bulunanları kuşattı, onlara indi. Ve aynı şekilde; seninle alay edeni de kuşatır. 11Onlara ibret alsınlar diye: “yeryüzünde dolaşınız sonra da peygamberleri yalanlayanların âkıbetleri azapla helâk olmaları nasıl olmuştur, bakınız “ de. 12De ki: Göklerde ve yerde olan şeyler kimindir? De ki: Allahü teâlâ'nındır. Eğer bunu söylemezlerse bundan gayrı da cevap yoktur. O kendi zâtı üzerine kendi tarafından bir fazl olarak rahmeti yazmıştır, hükmetmiştir. Bu âyet-i kerîme’de onları imana çağırmak hakkında bir yumuşak davranma vardır. Elbette sizleri Kıyâmet gününde, amelleriniz mukabilinde sizlere karşılık vermek için toplayacaktır. Bunda hiçbir şüphe, şek yoktur. O kimseler ki, nefislerine, onu azâba arz etmekle ziyankâr olmuşlardır - (cümlenin evvelindeki) “ ellezîne ” müsteda olup haberi ise- işte onlar îman etmezler. 13Halbuki, gecede ve gündüzde barınan, hulûl eden ne varsa yani her şey O’nundur. Allahü teâlâ, onun Rabbi, yaratıcısı ve sâhibidir. Ve O, denileni hakkıyla işitendir, yapılanı da hakkıyla bilendir. 14Onlara de ki: Göklerin ve yerin yaratıcısı olan o ikisini yoktan var eden Allah'tan başkasını ona ibâdet ettiğim bir dost edinir miyim? Hâlbuki o yediriyor, rızıklandırıyor ve kendisi de yedirilmekten, rızıklanmaktan münezzeh oluyor. De ki: Ben muhakkak emir olundum ki: Şu ümmetten Allah'a iman edenlerin ilki olayım ve bana denildi ki: Sakın O'na şirk koşanlardan olma. 15De ki: Eğer ben O'ndan gayrisine ibâdet etmekle Rabbime isyan edersem büyük günün -O Kıyâmet günüdür- azâbından korkarım. 16Kimden o gün azap defedilirse muhakkak Allahü teâlâ ona rahmet etmiştir. Ve işte o aşikâr bir kurtuluştur, açık bir necattır. “yusraf“ fiili mef'ul için bina edilerek okundu. O zaman naibi faili “ azap “ Tır. Fail için de bina kılınarak (Yasrif diye) okundu. Faili ise “Allah“ dır. İsmi şart olan“ men ”e dönen zamir ise mahzûftur. 17Ve eğer Allah sana bir zarar, hastalık, fakirlik gibi bir belâ dokundurursa onu O'ndan başka açacak, kaldıracak yoktur. Ve eğer sana sıhhat ve zenginlik gibi bir hayır dokunursa işte O her şeyekadirdir. Ve o şeyin sana dokunması O’nun tarafından olup onu senden çevirmeye de O'ndan gayrisi kadir olamaz. 18Ve O kullarının üstünde istiğlâ etmiş olduğu hâlde kahirdir, hiçbir şey onu acze bırakmayan kadir zattır. Ve o yaratışında hikmet sâhibidir, onların dışları gibi içlerini de ziyade bilendir. 19Bu âyet-i kerîme Hazret-iNebî (sallallahü aleyhi ve sellem)'e “Bize, senin lehine nübüvvetle şehadet eden birini getir. Çünkü ehli kitap seni inkâr etli “ demelerinden dolayı nâzil oldu. Onlara de ki: “ hangi şey sehâdetçe büyüktür“ deki: Allahü teâlâ'dır. Eğer bunu demezlerse başka cevap da yoktur. O benimle sizin aranızda benim doğruluğuma şehadet edicidir. Ve bana bu Kur’ân sizleri ey Mekke ehli! ve eriştiği kimseleri “ cinlerden ve insanlardan Kur’ân kendisine ulaşani “ onunla inzar edeyim, korkutayım diye vahyolundu. Ya siz Allahü teâlâ ile beraber başka ilâhlar da olduğuna şehadet mi edersiniz? Onlara de ki: Ben buna şahit olamam. De ki: O ancak tek ilâhtır. Ve muhakkak ki, ben sizin onunla beraber şirk koştuğu putlardan beriyim. şehadet lâfzı mübtedâd an döndürülmüş olan bir temyizdir. “men Beleğa “ daki “men” lâfzi “ Ünzirküm“ deki zamirin üzerine ma'tûftur. Ya siz Allahü teâlâ ile beraber başka ilâhlar da olduğuna şehadet mi edersiniz? (Bu soru) istifham-ı inkârdır. 20Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler O'nu, Muhammed'i kitaplarında mevcut olan sıfatıyla beraber kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlardan kendi nefislerini hüsrana uğratanlar, onlar O'na îman etmezler. 21O'na ortak nisbet ederek Cenâb-ı Hakk'a karşı yalan yere iftirada bulunandan veya onun âyetlerini, Kur’ân’ı yalanlayandan daha zâlim kim vardır. Yani hiç kimse yoktur. Şüphe yok ki, o zâlimler bu sebeple felâhda bulamazlar. 22Ve yâdet o günü ki, onları hep birlikte haşredeceğiz sonra şirke düşmüş olanlara azar olsun diye, “Allah'ın ortakları zannettiğiniz ortaklarınız nerede? ” diyeceğiz. 23Sonra onların fitnesi Yani onların mazareti “Vallahi ey Rabbimiz! Bizler müşriklerden olmadık“ demelerinden başka bir şey olmayacak. “fitne ” lâfzı nasbla ve refle okundu. “Rabbinâ” lâfzı cer ile okunduğunda Allah lâfzının sıfatıdır. Nasb ile “Rabbena “ diye okunduğunda ise münadadır. “ Lem Tekün” lâfzı te ile okunduğu gibi yâ ile ” Lem yekûn“ diye de okundu. 24Allahü teâlâ buyurdu ki: Ey Resûlüm Muhammed! Bak! Kendi nefisleri aleyhine kendilerinden şirki nefyetmekle nasıl yalan söylediler. Ve Allah üzerine iftira ettikleri ortaklar nasıl da saptı kayboldu. 25Ve onlardan sen okuduğun zaman seni dinleyen vardır. Fakat onların kalplerinin üzerine onu Kur’ân’ı hakkıyla anlamamaları için kat kat engeller, perdeler ve kulaklarının içinde de ağırlık, bir sağırlık kıldık. Artık onu kabul işitmesiyle dinleyemezler. Ve eğer her bir mu'cizeyi görseler ona yine inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle mücadelede bulunurlar. Kâfir olanlar dedi ki: Bu Kur’ân ancak gülünç ve acâib olan şeyler gibi olan eskilerin uydurmalarıdır, yalanlarıdır. Ve onlar insanları bundan, peygambere tâbi olmaktan hem nehyederler, kendileri de bundan uzak dururlar. Artık ona da îman etmezler. Denildi ki: (bu âyet-i kerîme) Ebû Talip hakkında indi. Kendisi O'na eziyet edilmesini nehyediyordu, fakat O'na îman da etmiyordu. Ve ondan uzaklaşmakla ancak kendilerini helâk etmiş olurlar. Çünkü uzaklaşmalarının zarar ı onların üzerinedir. Ve bunun da farkına varamazlar. “ esatir” lâfzi “ Üstûratün” lâfzının cemisidir. 27Ey Resûlüm Muhammed! -onları- ateşin üzerinde durdurulup, (ona) arz edilip de: “ ey! Ne olaydı biz dünyaya döndürülseydik ve Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık mü'minlerden olsaydık“ dedikleri zaman bir görecek olsan. “ ey! tenbih içindir. “ Lâ nükezzibu”Ve “ Nekûnu“ fiileri cümle-i istinâfiyye olmak üzere refle okundular. Ayrıca temenninin cevabında oldukları için nasbla ”lâ nükezzibe ”Ve “ Nekûne “ diye de okundular. 28Allahü teâlâ buyurdu; Hayır -Gerideki temenni (lerin) denanlaşılan îman etmeyi istemekten susulduğunu (tarafına bakılmadığı) ifade etmek içindir. - Evvelce “Vallahi ey Rabbimiz! Bizler müşrik değiliz “ demeleriyle gizlemiş, saklamış oldukları şeyler onların azalarının şehadet etmesiyle onlara zâhir oldu da bundan sebep bu geri dönmeyi temenni ettiler. Ve eğer faraza dünyaya geri çevrilselerdi nehyedilmiş oldukları şirke geri dönerlerdi. Ve şüphe yok ki, onlar îman etmekle olan vaadlerinde elbette yalancıdırlar. 29Ve dediler ki öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler “ Bizim dünya hayatımızdan başka hayat yoktur ve biz bir daha dirilecek değiliz “ 30Ve Rablerinin huzurunda durduruldukları, arzolundukları zaman görecek olsan elbette büyük bir iş görürdün. Allahü teâlâ azarlamak için meleklerin lisanı üzere onlara buyuracak ki: “Şu, dirilmek ve hesaba çekilmek hak değil miymiş!“ Onlar da derler ki: “ evet! Rabbimize andolsun ki, o gerçekten haktır. “ cenâb-ı Hak da: “O hâlde dünyada küfreder olduğunuz şeyler sebebiyle azâbı tadınız. “ Buyuracaktır. 31Allahü teâlâ'ya diriltilmekle kavuşmayı kendilerine ansızın, birden saat Kıyâmet gelinceye kadar inkâr eden kimseler muhakkak hüsrana uğramışlardır. “ hattâ “onların yalanlamalarının sınırını belirtmek içindir. 32Ve dünya hayatı yani onunla meşgul olmak bir oyundan ve bir oyalanmaktan başka bir şey değildir. Tâata ve ona yardımcı olan şeye gelince onlar âhiret işlerindendir. Ve elbette âhiret yurdu yani cennetşirkten kaçınanlar için hayırlıdır. Buna akıl erdiremez misiniz? ve îman etmez misiniz? Bir kırâatta “ dâr” lâfzı eliflâmsız olarak “Vele dârülâhırati “ diye okundu. “ Lâ tağkılûn“ fiili tâ ile okunduğu gibi yâ ile ” Lâ yağkılûn“ diye de okundu. 33Muhakkak biliyoruz ki: Onların sana dedikleri şey tekzib seni elbette mahzun ediyor. Halbuki onlar senin doğru olduğunu bildikleri için, işin içyüzünde onlar seni yalanlamıyorlar. Yani seni yalana nisbet etmiyorlar. Fakat o zâlimler Allahü teâlâ'nın âyetlerini Kur’ân’ı inkâr ediyorlar, yalanlıyorlar. Bir kırâatta ”lâ yükezzibûne “ fiili tahfifle beraber “ Lâ yekzibûne “ diye okundu. Zâlimin lâfzıni “ hum” zamirinin yerine getirdi. 34Ve andolsun ki, senden evvel de peygamberler tekzip olunmuşlardır. Burada Rasûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli vardır. Fakat -tekzib olundukları ve eziyete uğradıkları şeylere karşı sabrettiler. Nihayet onlara kavimlerinin helâkıyla olan yardımımız yetişti. O hâlde sen de kavminin helâk edilmesiyle olan yardım sana gelinceye kadar sabret. Ve Allahü teâlâ'nın kelimelerini, vaadlerini, tebdil edecek yoktur. Ve andolsun ki, sana peygamberlerin haberlerinden kalbinin onunla sükûnete erdiği şey gelmiştir. 35Ve eğer senin üzerine onların İslâm'dan yüz çevirmeleri, senin onlara olan düşkünlüğünden dolayı büyük gelmişse artık yerde bir menfez, tünel veya gökte bir merdiven, yükselme âleti araştırıp ta onlara istedikleri şeyden olan bir âyet getirmeye gücün yeterse yap. Mânâ şudur; Muhakkak ki, sen buna güç yetiremezsin. Öyleyse Allah hüküm edinceye kadar sabret. Ve eğer Allah onların hidayet bulmasını dileseydi onları hidayet üzere toplardı. Lâkin bunu dilemedi ve onlar da îman etmediler. Sakın bunu bilmezlerden olma. 36Ancak anlayış ve ibret alma işitmesiyle dinleyen kimseler, senin imana davetine icabet eder. Ölüleri de yani kâfirleri -Onları işitememe hususunda ölülere benzetti- Allahü teâlâ âhirette diriltir. Sonra da ona döndürülürler, çevrilirler ve sonra amelleri mukabilinde Allah onları hesaba çeker. 37Ve onlar yani Mekke kâfirleri dediler ki, Onun üzerine Rabbin tarafından, bir dişi deve, asa ya da sofra gibi bir âyet indirilseydi. Onlara de ki: Şüphe yok ki, Allahü teâlâ onların isteklerinden olan âyeti indirmeğe kadirdir. Fakat onların çoğu eğer onu inkâr ederlerse onların helakini gerektireceği için o âyetin nüzulünün üzerlerine bir belâ olduğunu bilmezler. “yünezzile “ fiili şeddeyle okunduğu gibi tahfifle “yünzile “ diye de okundu. 38Ve yerde yürüyen hiçbir hayvan ve havada iki kanismi ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, illâ yaratılışının tedbiri, rızkı ve ahvâli hususunda sizin gibi ümmetlerdir. Bu kitapta, levhi mahfuzda hiçbir şeyi noksan bırakmadık, terk etmedik ki, onu yazmamış olalım. Sonra Rablerinin huzuruna sevk olunacaklardır ve aralarında hükmedecek, boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun bile kıssasını alacak. Sonra da onlara” Toprak olunuz “ diyecektir. 39Ve o kimseler ki, bizim âyetlerimizi, Kur’ân’ı yalanladılar, zulmetler, küfür içinde kalmış o âyetleri kabul işitmesiyle işitmekten sağır ve hakkı konuşmaktan dilsizdiler. Allahü teâlâ şaşırtmayı dilediği kimseyi şaşırtır. Kimin de hidayetini dilerse onu doğru bir yol, İslâm dini üzere kılar. 40Ey Resûlüm Muhammed! Mekke ahalisine de ki: Gördünüz mü, bana haber verebilir misiniz? Eğer dünyada size Allahü teâlâ'nın azâbı gelirse ve size saat, o azâbı da içine almış olan Kıyâmet ansızın gelirse Allahü teâlâ'dan başkasına mı niyazda bulunursunuz? Hayır. Eğer siz putların size menfaat vereceğinde doğru sözlü kimselerseniz onlara niyazda bulunun. 41Hayır, başkasına değil, ancak ona sıkıntılar hususunda niyaz edersiniz O da kendisine sizden zarar dan ve onun gibisinden açmasını niyaz ettiğiniz şeyi açar. Eğer onu açmayı dilerse. Siz de Allahü teâlâ'ya onunla beraber şerik edindiğiniz şeyleri unutursunuz, terk edersiniz. Artık bundan sonra da o şeylere niyazda bulunmazsınız. 42Yemin olsun ki, senden evvel de ümmetlere peygamberler gönderdik. Sonra da onları yalanladılar. Biz de o ümmetleri be'sâ şiddetli fakirlikle ve darrâ hastalıkla yakaladık. Ola ki, yalvarıversinler, tezellülde bulunsunlar da îman ediversinler. 43Artık bizim azâbımız onlara geldiği zaman yalvarmalı değil miydiler? Yani bu durumu gerektiren şeyin olmasıyla beraber bunu yapmadılar. Fakat onların gönülleri katılaşmış, imana karşı bir yumuşaklığı kalmamış ve şeytan onlara yapar oldukları şeyleri masiyetleri süslemiş idi. Onlar o masiyetlere ısrarla devam etliler. 44Ne zamanki onlar kendilerinin onunla tezkir edildiği, vaazlandıkları ve korkutuldukları şeyi şiddetleri ve zorlukları unuttular, terk ettiler. Ve vaazlanamadılar. Onların üzerlerine onları derece derece helâka çekmek için nimetlerden her şeyin kapılarını açıverdik Nihayet kendilerine verilen şeyler ile ferahlandıkları bir vakit onları azâb ile ansızın birdenbire yakalayıverdik. Artık onlar o anda umutlarından mahrumdular. Her türlü hayırdan ümit kesmişler idi. “fetahnâ“ fiili tahfifle okundu. Ayrı şeddelenmekle “fettahnâ“ diye de okundu. 45Artık o zulüm eden kökü yani en sonuncusu bile, kökten kazıma ile kesilmiş oldu. Peygamberlere yardımı, kâfirleri de helaki üzere âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. 46Mekke ehline de ki: Gördünüz mü, bana haber veriniz! Eğer Allahü teâlâ sizin kulaklarınızı -alsa- sizi sağır bıraksa ve gözlerinizi alsa, sizi kör yapsa ve kalplerinizin üzerine mühürlese, bassa da hiçbir şeyi bilemezseniz Allah'tan başka onu sizden almış olduğu şeyi, sizin zannınızca getirecek hangi bir ilâh vardır. Bak biz âyetleri, bizim tekliğimiz üzerine delâlet eden şeyleri nasıl sarf eyliyoruz, açıklıyoruz. Sonra onlar kaçınıyorlar, âyetlerden yüz çeviriyorlar ve îman etmiyorlar. 47Onlara de ki: Gördünüz mü kendinizi! Eğer Allahü teâlâ'nın azâbı sizlere ansızın veya apaçık gece ya da gündüz gelirse zâlimler, kâfirler olan kavimden başkası mı helâk edilmiş olur. Yani ancak onlar helâk edilmiş olur. 48Biz peygamberleri göndermeyiz ki, ancak îman edeni cennetle müjdeleyiciler ve küfredeni de ateşle korkutucular olarak göndeririz. Artık her kim onlara îman ederse ve halini düzeltirse artık onlar için âhirette bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar. 49Ve o kimseler ki, bizim âyetlerimizi yalanladılar, onlara yapmış oldukları fısk sebebiyle azap isabet edecektir. 50Onlara de ki: Ben size demiyorum ki, benim yanımda Allahü teâlâ'nın, onlardan rızıklanılan hazineleri vardır. Ve ben gaybı, bana vahyolunmamışsa benden gaib olanı da bilmem ve size demiyorum ki, muhakkak ki, ben meleklerden olan bir meleğim. Ben bana vahyolunandan başkasına tâbi olmam. De ki: Kör kâfir ile, gören mü'min müsavi olur mu? Hayır..... Artık bu hususta düşünmez misiniz de îman edesiniz. W****51Ve onunla yani Kur’ân'la o kimseleri korkut ki, onlar Rablerinin huzuruna haşr olacaklarından korkarlar bir hâlde ki, onlar için ondan başka onlara yardımcı olacak bir dost ve onlara şefâat edecek bir şefaatçi yoktur. Âyetteki kişilerle murad âsi olan mü'minlerdir. Gerktir ki, onlar, içinde bulundukları durumdan sıyrılmakla ve tâatleri işlemekle Allah'tan korkarlar. “ Leyse “ fiili ile başlayan nefy cümlesı “yuhşeru“ fiilinin zamirinden hâldir. Bu cümle korkunun mahalli olan cümledir. 52O zâtları yanından kovma ki, sabah ve akşam ibâdet etmeleriyle Rablerine dünya metalarından olan bir şeyi değil O’nun cemâlini dileyerek dua ederler. O kişiler fakir olan zâtlardır ki, müşrikler onların haklarında ileri-geri konuşup, Hazret-iPeygamber'in kendileri onunla otursunlar diye onları kovmasını istemişlerdir, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da neredeyse, sadece onların İslâm'a gireceği umuduyla bu durumu murad eylemişti, Senin aleyhine, o kişilerin içi bundan râzı olmasa bile onların hesabından bir şey yoktur. Ve senin hesabından da onların üzerine bir şey yoktur ki, onları kovasın -nefyin cevabıdır- ve eğer bunu yaparsan zâlimden olasın. 53Ve işte böylece onların bazısını, bazısıyla hali iyi olanı kötü olanla, zengini fakirle, onu imana ilk önce geçmekle takdim etmemizle fitneye düşürmüşüzdür, imtihan etmişizdir, ki, onlar yani şerefli ve zengin olanlar inkâr edici olarak ya, Allahü teâlâ aramızdan şu fakirlere mi hidayetle ihsan buyurmuştur. Yani onların, üzerlerinde bulundukları durum hidayet olmuş olsaydı, onlar ona ilk önce girmiş olamazlardı. Allahü teâlâ da buyurdu ki: Allahü teâlâ kendisine şükredenleri ziyadesiyle bilen değil midir ki, onları hidayet etsin! Evet (en iyi bilendir.) 54Ayetlerimize îman edenler, sana geldikleri zaman onlara de ki: Selâm sizlere, Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı hükmetti ki, muhakkak ki, sizden her kim bir kötülüğü irtikâp ettiğinde kendi tarafından olan bir cehaletle o kötü işi işlese de ondan sonra onu işledikten sonra ondan tevbe etse dönse ve durumunu düzeltse şüphesiz ki, O Allah, o kişiyi mağfiret edicidir, ona acıyıcıdır. “İnnehü“ Bir kırâatta rahmet lâfzından bedel olarak fethayla okundu. 55Ve böylece, zikredileni beyân ettiğimiz gibi âyetleri Kur’ân’ı hak zâhir olsun ve onunla amel olunsun diye tafsil ederiz, açıklarız. Ve günah işleyenlerin yolu apaçık seçilsin, zâhir olsun da ondan kaçınılsın için. “ Testeblne “ fiili te ile okundu. -Ayrıca bir kırâatta da yâ ile “yestebine “ diye okundu. Ayrıca “sebil” lâfzın nasbıyla da “sebile “ diye kırâat olundu. Bu kırâat, Rasûlüllah'a hitap edildiğinden dolayıdır. 56De ki: Ben Allahü teâlâ'dan başka niyazda bulunduğunuz, taptığınız şeylere ibâdet etmekten nehyedilmiş bulunmaktayım. De ki: Onlara ibâdet etmekte sizin arzularınıza asla uymam. O takdirde eğer onlara uyarsam ben muhakkak dalâlete düşmüş ve ben hidâyete erenlerden olmamış olurum. 57De ki: Ben şüphesiz Rabbimden bir beyyine beyân üzerindeyim. Siz ise onu Rabbimi, şirk koştuğunuz için tekzip ettiniz. Sizin acele ettiğiniz şey, azap benim yanımda değildir. Bu ve bunun gayrisi hususunda hüküm ancak Allah'ındır. Hak olan hükmü o hükmeder ve o ayırt edenlerin hükmedenlerin en hayırlısıdır. Bir kırâatta “yakdî“ fiili “yekussu“ diye okundu. Yani “yekûlü-söyler. “ 58Onlara de ki: Eğer o acele ettiğiniz şey benim yanımda olsaydı iş benimle sizin aranızda sizin için onu acele yapıp rahatlamamla elbette hâl olurdu. Ve lâkin o Allah'ın ındindedir. Allahü teâlâ zâlimleri, onlara ne zaman azap edeceğini bi-hakkın bilicidir. 59Ve gaybın anahtarları, onun hazineleri ya da onu bilmeye ulaştıracak yollar O’nun yanındadır. Onları O'ndan başkası bilemez. O gayb olan şeyler “muhakkak ki, Kıyâmet saatinin ilmi Allah'ın ındindedir.....“ Âyet-i kerîmesinde olduğu üzere beş şeydir. (Buhârî'nin de rivâyet ettiği gibi.) Ve karada ve denizde nehir kıyılarındaki beldelerde olanı bilir. Bir yaprak düşmez ve yerin zulmetleri içinde bir habbe de bulunmaz ki, illâ onu bilir. Ve bir yaş ve bir kuru da yoktur ki, illâ apaçık bir kitaptadır, levhi mahfuzdadır. “ratbin” lâfzi “Varakatin” lâfzının üzerine atfolundu. Buradaki istisna, bir önceki istisnadan bedeli istimaldir. Ve O, O zattır ki, sizleri geceleyin uykuya daldırır, uyku halindeyken ruhlarınızı alır Ve gündüzün ne kazandığınızı bilir. Sonra mukadder olan ecel -hayatın eceli- nihayete ersin diye sizi onda yani gündüzde, ruhlarınızı tekrar iade etmekle uyandırır. Sonra diriltilerek dönüşünüz O'nadır. Sonra size ne işler yapar olduğunuzu haber verecektir. Ve sizleri onun karşılığında cezalandıracaktır. 61Ve kullarının üstünde yüce olarak kahirdir. Ve sizin üzerinize hafazayı, amellerinizi sayan melekler gönderir. Nihayet sizden birinize ölüm gelince onun ruhunu bizim elçilerimiz, ruhları kabzetmekle görevlendirilmiş melekler kabzederler. Ve onlar vazifelerinde geri kalmazlar, emrolundukları şeyde kusur etmezler. Bir kırâatta”Teveffethu“ fiili “ Teveffâhu“ diye okundu. 62Sonra onlar yani halk hak olan, sabit ve âdil Mevlâları olan, sahipleri olan Allah'a onları hesaba çeksin diye red olunmuş olurlar. Agâh olunuz ki, hüküm, onların hakkında geçerli olan kaza, O'na aittir. Ve o hesap görenlerin en süratlisidir. Bütün mahlûkatı dünya günlerinden bir gündüzün yarısı kadar zamanda hesaba çeker. (Bununla ilgili olan bir hadisi şerife dayanılarak böyle tefsir olundu.) 63Ey Resûlüm Muhammed! Mekke ehline de ki: Sizi karanın ve denizlerin karanlıklarından seferleriniz esnasında ikisinin dehşetli durumlarından kim kurtarır, O'na aşikâre ve gizlice dua eder de “Yemin olsun ki, eğer bizi bundan kurtarırsan yani “ Allah bizi kurtarırsa ”elbette bizler şükredenlerden, mü'minlerden oluruz dediğiniz zaman. Bir kırâatta ”enceytenâ“ fiili “ encânâ“ diye okundu. 64Onlara de ki: Allah sizi ondan ve her türlü kederden, onun gayrısındaki gamdan kurtarır. “yüncî“ fiili tahfifle okunduğu gibi şeddeyle “yüneccî“ diye de okundu. W***65De ki: O, sizin üzerinize üstünüzden, gökten taş ve haykırış gibi veya ayaklarınızın altından yere batma gibi bir azap göndermeğe ve sizi cemâatler, hevâları farklı fırkalar halinde karıştırmağa ve bazınıza bazınızın hıncını öldürmekle tattırmağa kadirdir. Bak âyetleri, bizim kudretimize delâlet eden şeyleri nasıl sarf ediyoruz onlara açıklıyoruz ki, onlar anlasın diye, kendilerinin üzerinde bulundukları halin bâtıl olduğunu bilirler. 66Kavmin onu, Kur’ân’ı yalan saydı. Halbuki o bir hakikattir, doğruluktur. Onlara de ki: Ben sizin üzerinize bir vekil olmuş değilim. Sizi cezalandırayım. Ben ancak bir korkutucuyum. Sizin işiniz Allah'adır. Bu âyet savaşla emir olunmazdan evveldi. 67Her bir haber için mukarrer bir zaman, onda vâki bulup istikrar edeceği bir vakit vardır. Sizin azâba çekilmeniz de bu kabildendir. Ve yakında bilirsiniz. Bu onlara bir tehdittir. 68Ve bizim âyetlerimizde Kur’ân'da alay yollu -cahilane, görüşlere- dalanları gördüğün zaman onlardan yüz çevir. Ve onlarla oturma ta ki, ondan başka bir söze dalıncaya kadar. Ve şayetşeytan sana unutturursa ve onlarla oturursan hatırladıktan yani onu hatırladıktan sonra o zâlimler ile beraber oturma. Müslümanlar ”eğer onlar alaylı olarak söze daldıklarında bizler kalkarsak ne mescidde oturmaya ne de tavaf etmeye güç yetiririz. “ dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Ve Allah'tan korkanların üzerine onların, o dalanların hisabından onlarla oturduklarında bir şey yoktur. Fakat onların üzerine öğüttür, onlara hatırlatmadır ve vaazdır. Ola ki, onlar bu (cahilane) dalıştan sakınırlar. “immâ” lâfzında in-i'şartiyyenin nûn'unun zâid olan“ mâ” mimine idgamı vardır. “yünsiyen“ fiili nûn’un sükunu ve tahfifle beraber okundu. Ayrıca, nun’ün fethası ve şeddelenmekle beraber “yünsiyenne “ diye de okundu. “zâlimin” lâfzında zamirin ( “ hum” lâfzının) yerine ismi zâhir getirilmiştir. 70Dinlerini onunla mükellef oldukları şeyi, onunla alay etmeleri sebebi ile bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatı mağrur etmiş olanları bırak, terk et. Onlara dokunma. Bu âyet savaşla emrolunmazdan evvel idi. Ve onunla, Kur’ân'la insanlara öğüt ver, vaaz et. ki, hiçbir kimse kazanmış olduğu, işlemiş olduğu şey sebebiyle helâka düşmesin, helâka teslim olmasın. Onun için Allahü teâlâ'dan başka ne bir dost yardımcı, ne de ondan azâbı defedebilecek bir şefaatçi yoktur. Ve o bütün fidyeyi feda edecek olsa ondan fidye olarak verdiği şey alınmaz. Onlar o kimselerdir ki, kazanmış oldukları şeyler sebebiyle azâba maruz kalmışlardır. Onlar için küfrettikleri sebebiyle, küfürleri sebebiyle pek sıcak sudan bir içki, harareti nihâi dereceye ulaşmış su ve elem verici bir azap vardır. 71De ki: Biz Allah'tan başka ona ibâdet etmekle bize ne faide ne de ona ibâdetin terk edilmesiyle bir zarar veremeyecek şeyleri -putlara- niyaz eder miyiz ibâdet eder miyiz? Ve bizi Allahü teâlâ İslâm'a hidayet etmişken ardımıza döndürülür müyüz, müşrik olmaya döner miyiz, o kimse gibi ki, yerde şaşkınca, şaşırmış olarak nereye gideceğini bilmeyerek onu dalâlete düşürmüştür. Halbuki onun için bir takım arkadaşlar vardı ki, ona gel bize diyerek onu hidayete yani onu doğru yola çağırırlardı. O ise onlara katılmaz ve helâk olurdu. De ki: Muhakkak ki, Allahü teâlâ'nın hidayeti, İslâm'ı hidayetin ta kendisidir. Ondan başkası sapıklıktır. Ve biz âlemlerin Rabbi'ne ibâdet için ona ibâdet etmekle emrolunduk. Hayrâne hâldir. Âyetin başındaki soru inkâr içindir. Teşbih cümlesi de “ nüraddü“ fiilinin zamiri olan“ nahnü“ den hâldir. 72Ve namaz kılın ve O'ndan korkunuz ve O, öyle bir zattır ki, ona haşrolunacaksınız, Kıyâmet gönünde hisap için toplanacaksınız, diye de emrolunduk. 73Ve O, o zatı kibriyâd ır ki, gökleri ve yeri hakkıyla hakkını vererek yaratmıştır. Ve o günü yâdet ki, bir şeye “Ol“ der. O da oluverir. O gün Kıyâmet günüdür. Mahlûkata” kalkın“ der onlar da hemen kalkarlar. Kelâmı haktır, doğru ve hiç şüphesiz vâki olandır. Ve sûr’a, boynuza İsrafil tarafından ikinci bir üfürülüşle üfürüleceği gün mülk O’nundur. O günde O'ndan gayrısına âit bir mülk yoktur. O gün mülk kimindir? Allah'ındır. Gaybı da, şehadeti de, gaib olanı da, görüleni de bilendir. O yaratışı hususunda hikmet sâhibidir, eşyanın bâtınını, zâhiri gibi haber alandır. 74Ve o vakti yâdet ki: İbrâhîm babası Âzer'e demişti ki: Âzer onun lakabıdır. İsmi Târih'dir. “sen putları ilâhlar mı ediniyorsun, onlara ibâdet mı ediyorsun? Ben şüphe yok seni ve kavmini o putların ilâh edinilmesi sebebiyle, haktan apaçık bir sapıklıkta görüyorum. “ “sen putları ilâhlar mı ediniyorsun, onlara ibâdet mi ediyorsun? Bu soru azarlamayı ifade etmektedir. 75Ve şöylece ana babasının ve kavminin sapıklığını gösterdiğimiz gibi, onunla bizim birliğimiz üzerine delil edinsin diye göklerin ve yerin melekûtunu mülkünü gösteriyorduk ki, yakînen onu bilip iman edenlerden oluversin. “kezâlike ”Ve onun sonrası cümle-i itiraziyyedir. Ve bir önceki âyetteki “kâle “ fiilinin üzerine atfolundu. 76Ne zamanki üzerine yine gece çöktü, karanlıkladı, bir yıldızı - denildi ki, o yıldız Zühre yıldızıdır- gördü, yıldızlara tapmakta olan kavmine dedi ki: Bu sizin yanlış inancınıza göre benim Rabbimdir. Batınca gözden kaybolunca da “Ben Öyle batanları, onları Rab edinmeyi sevmem deyiverdi. Çünkü Rab, onun üzerine hiçbir değişiklik ve intikal câiz olmayandır. Çünkü değişime uğramak ve intikal etmek, sonradan ortaya çıkan şeylerin özelliğindendir. Fakat Hazret-iİbrâhîm'in bu sözü onların içinde kabul görmedi. 77Ne zamanki ayı doğar bir hâlde gördü onlara “Rabbim budur“ dedi. Sonra ay batınca da “Yemin olsun ki, eğer bana Rabbim hidayet etmemiş olsaydı, beni hidayet üzere sabit kılmasaydı, elbette ben dalâlete düşünler güruhundan olacaktım“ dedi. Bu söz kavmine, onların dalâlet üzerine olduklarıyla bir dokundurma yapmaktır. Fakat bu sözü de onların içinde kabul görmedi. 78Ne zamanki güneşi doğmaya başlar gördü. Dedi ki: Şu Rabbimdir. Bu yıldızdan ve aydan daha büyüktür. Nihayet o da batınca ve delil üzerlerine artık kuvvetleşip ve onlar da hâlâ dönüş yapmayınca dedi ki: Ey kavmim! Ben muhakkak sizin Allah'a şerik koştuğunuz şeylerden putlardan ve bir yaratana ihtiyaç duyan yaratılmış bir takım gök cisimlerinden beriyim. “ hâzâ” lâfzının müzekker kılınıp müennes olarak “ hâzihi diye getirilmemesinin sebebi haberinin müzekker olmasından dolayıdır. 79Onlar da: Sen neye ibâdet ediyorsun? Dediler. O da dedi ki: Ben muhakkak ki, bir muvahhid olarak, doğru olan dine meyledici olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana Allah'a çevirdim, O'na ibâdet etmeyi kastettim. Ve ben O'na şerik koşanlardan değilim. 80Ve ona karşı kavmi hüccet getirmeye kalkıştı. Onunla dini hususunda mücâdeleye girdiler ve onu eğer putları terk ederse ona bir musibet dokunduracakları hususunda tehdid ettiler. De ki: Siz, Allah'ın birliği hakkında bana karşı hüccet getirmeye mi kalkıyorsunuz, benimle mücadeleye mi kalkıyorsunuz? O halbuki beni kendisinin birliğine hidayet etmiştir. Ve ben O'na şerik koştuğunuz şeylerden putlardan, hiçbir şeye kudretleri olmadığı için bana bir kötülük iliştireceklerinden korkmam. Fakat Rabbim bir şey, sıkıntı dilemiş olsun mütesnâ, bana isabet eder ve olur. Rabbim her şeyi ilim yönünden ihata etmiştir. Yani O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Artık hâlâ hiç düşünmez misiniz de îman etmezsiniz? “ Tuhâccünn'i “ fiili nun’un şeddelenmesiyle okundu. Ayrıca iki nûn dan birinin hazfıyla” Tühâccûni “ diye de okundu, buradaki nûn nahivcilere göre ref nûnudur. Imâm-ı Ferrâ'ya göre nûn-u vikayedir. 81Ve nasıl olur da sizin Allah'a şerik koştuklarınızdan korkarım. Hâlbuki onlar ne zarar verebilir ne de bir fayda verebilir. Hâlbuki siz -haklarında ona ibâdet edileceğiyle ilgili üzerinize bir sultan, hüccet ve burhan indirmemiş olduğu şeyleri ibâdette Allah'a şerik koşuyorsunuz da o Allah'dan korkmuyorsunuz. Hâlbuki o her şeye kadirdir. Artık korkudan emin olmaya bu iki fırkadan hangisi daha lâyıktır? Biz mi yoksa siz mi? Eğer siz emin olmaya lâyık olanı bilir kimseler iseniz, -ki, o fırka biziz. - o fırkaya tâbi olunuz. 82Allahü teâlâ buyurdu; O kimseler ki, îman etmişler ve îmanlarını bir zulme yani şirke bulaştırmamışlar, karıştırmamışlar. (Buharı ve Müslim'de de zulüm lâfzı bu şekilde tefsir edildi.) İşte azâbtan emin almak onlara aittir. Ve hidâyete ermiş olanlar da onlardır. 83Ve işte hüccetimiz, İbrâhîm'in, yıldızın ve diğerlerinin batıp kaybolmasından sonra, Allah'ın birliği üzere onunla delil getirdiği hüccet onu kavmine karşı İbrâhîm'e vermiştik, İbrâhîm'i ona, hüccet olduğuna irşad ettik. Dilediğimizi ilim ve hikmet hususunda derecelerle yükseltiriz, Şüphe yok ki, Rabbin işinde hikmet sâhibidir, mahlûkatını da bilicidir. “ Tilke ” lâfzı mübtedâd ır. Bir sonraki kelime de ondan bedeldir. “ derâcât” lâfzı “men” lâfzına muzaaf olarak ya da izafet olmaksızın“ deracâtin“ diye okundu. 84Ve ona İshak'ı ve Ya'kub'u -İshak'ın oğlunu- ihsan ettik. Ve ikisinin hepsini de hidâyete erdirdik. Daha evvel İbrâhîm'den evvel Nûh'u ve onun, Nûh'un neslinden Dâvud'u ve Süleyman'ı -Dâvud'un oğlunu- Eyyüb'ü, Yusuf'u -Ya'kûb'un oğlunu- Mûsa'yı ve Harun'u hidâyete erdirmiştik. Ve böylece biz onları mükâfatlandırdığımız gibi güzel hareket edenleri de mükâfatlandırırız. 85Ve Zekeriyya'yı da Yahya'yı da -Zekeriyya'nın oğlunu-Îsa'yı da -Meryem'in oğlunu- Îsa'nın zikredilmesi, zürriyetin kızın çocuklarına da şâmil olduğunu ifade eder- İlyas'ı da Mûsa'nın kardeşi Harun'un oğlunu -hidayete erdirdik- Onlardan her bireri de sâlih zâtlardan idi. 86Ve İsmâil’i de İbrâhîm'in oğlunu ve Elyesa'yı -baştaki elif lâm zâiddir- ve Yûnus'u ve Lut'u İbrâhîm'in kardeşi Harun'un oğlunu -hidayete nail eyledik- Ve onların her birerini âlemlerin üzerine nübüvvet ile tercih eyledik. 87Ve onların babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bir kısmını da hidayete erdirdik ve onları seçtik ve kendilerini doğru bir yola kavuşturduk. “min âbâihim“ cârmecrûru önceki âyetteki “küllem ya da “Nûhân” lâfzının üzerine atfolundu. -” min“ harfi cerri ise teb'ız yani bağziyyeti ifade içindir. Çünkü onların bir kısmının çocuğu yoktu bazısının da çocukları içinde kâfir olanı vardı. 88İşte o, kendisine hidayet olundukları din Allahü teâlâ'nın hidayetidir. Onunla kullarından dilediğine hidayet eder. Eğer onlar faraza şirk etmiş olsalardı elbette yapmış oldukları amelleri kendilerinden düşmüş gitmiş olurdu. 89İşte onlar o kimselerdir ki, kendilerine kitap yani kitaplar hüküm, hikmet ve nübüvvet vermişizdir. Şimdi şu kavimler yani ehl-i Mekke bunu yani şu üç delili inkâr ederlerse artık biz ona münkir olmayan bir kavmi -muhacirler ile ensârı- tevkil etmişizdir. Onlara gözcü kılmışızdır. 90İşte onlar, Allahü teâlâ'nın kendilerini hidayet ettiği zâtlardır. Sen de onların bu hidayetini, tevhid ve sabır yollarını takip et. Mekke ehline de ki: Sizden bunun, Kur’ân’ın üzerine bana onu vereceğiniz bir ücret istemem. O, âlemler, insanlar ve cinler için bir mev'izeden başka bir şey değildir. “İktedih“ fiiline vakf ve vasl halinde ha-i sekte ile konuldu. Bir kırâatta sadece vasl halinde hâ'nın hazfıyla okundu. 91Ve onlar yani Yahûdiler Allahü teâlâ'nın kadrini O’nun şânına lâyık olacak bir suretle takdir edemediler. Yani O'na lâyık bir tazimle tazim edemediler ve onu, O'na lâyık bir bilmekle bilemediler. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Kur’ân hakkında muhaseme ederek dediler ki: “Allah insanlara bir şey indirmiş değildir. “ Onlara de ki: Mûsa'nın bir nûr ve insanlar için bir hidâyet olarak getirmiş olduğu kitabı kim indirmiştir? Onu kâğıtlar hâline getiriyorlar Yani parça parça olarak defterlere yazıyorlar, onda izhar etmeyi sevdikleri şeyi meydana koyuyorlar ve onda olan şeylerden çoğunu da {Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in sıfatı gibi} gizliyorlar. Ve ey Yahûdiler! Kur’ân'da sizin ve babalarınızın Tevrat'tan bilmedikleri şeyleri size karışık olan ve ihtilâf ettiğiniz şeylerin beyân edilmesiyle öğretilmiş oluyorsunuz. Allah onu indirdi de! Eğer onlar cevap veremezse. Bundan başka da cevap yoktur. Sonra onları daldıkları batakta, bâtıl şeylerinde oynar oldukları hâlde bırak. “yec'alûne “ fiili ve bundan sonraki iki fiil yâ ile ve tâ ile okundu. 92Ve işte bu Kur’ân bir kitapdır ki, onu biz indirmişizdir. Mübarektir. Önündekileri, kendisinden evvelkileri kitapları tasdik edicidir. Ve sen ümmül kurayı ve çevresindekileri yani Mekke ehlini ve diğer insanları inzâr etmen için indirdik. “ Litünzirâ” lâfzı makablindeki bir mânânın üzerine affolunmaktadır. Yani “ Biz onu bereket için, tasdik için ve onunla korkutasın diye indirdik. “Ve âhirete îman edenler buna da îman ederler. Ve onlar onun azâbından korktukları için namazı da muhafazada bulunurlar. Âyetteki “ Lev “ harfinin cevabı şudur, “ elbette büyük bir işi görmüş olursun. “ 93Ve daha zâlim kim vardır -kimse yoktur- O kimseden ki, kendisine nebîlik iddiasında bulunarak yalan yere Allahü teâlâ'ya iftirada bulunmuş veya kendisine bir şey vahyedilmediği hâlde bana vahyolundu demiş. Ve yine o kimseden ki, ben de Allah'ın indirdiğinin mislini indireceğim diye iddiada bulunmuş. Bu kişiler alay edip duranlardır. “ eğer biz dilesek bunun benzerini söyleyebiliriz “ demişlerdi. Ey Resûlüm Muhammed! Görecek olsan o zaman ki, o zikredilen zâlimler ölüm gamarâtı, sarhoşlukları içinde kalacak, onlara melekler de dövmekle ve azap etmekle ellerini uzatacak ve onlara sıkıntı vermek için: canlarınızı, onları alalım diye bize çıkartın. Bugün zillet azâbıyla cezalandırılacaksınız, Allahü teâlâ'ya karşı nübüvvet davasında bulunmakla ve yalan yere vahyolunmak sebebiyle hak olmayanı söyler olduğunuzdan ve onun âyetlerinden böbürlenerek kaçtığınızdan, onlara îman etmekten tekebbür ettiğinizden dolayı, diyeceklerdir. Bu âyet Müseyleme hakkında inmiştir. 94
Ve
diriltildikten zaman onlara
denilir ki: Yemin olsun ki, siz bizim huzurumuza ilk
evvel yarattığımız gibi yalınayak yürür, çıplak ve sünnetsiz olarak
teker teker aileden, maldan, çocuktan ayrı kalıp
tek, tek gelmişinizdir. Ve sizi meşgul ettiğimiz
şeyleri size verdiğimiz malları arkalarınızın
gerisine, sizin seçme hakkınız Bir kırâatta “Beynuküm “ Terkibindeki “ Beyn” lâfzı nasbla okundu. O zaman mef'ulu fiyh olur. 95Şüphe yok ki, nebatlar için daneleri, hurma için çekirdeği yaran Allahü teâlâ'dır. İnsanın nutfeden, kuşun da yumurtadan çıkması gibi diriyi ölüden çıkarır. Ölüyü de nutfeyi ve yumurtayı diriden çıkaran O'dur. İşte O yaran ve çıkaran Allah teâlâ'dır. Artık nasıl olur da -ondan- çevriliyorsunuz? .. Bu kadar delillerin olmasıyla beraber nasıl da imandan çevriliyorsunuz? 96O zat, sabahı yarıp çıkarandır. Yani sabahın direklerini (ufuktaki çizgilerini) yarıp çıkarandır. “isbâh” lâfzı mastar olup “sabah “mânâsında kullanılmıştır. Sabah, gecenin karanlığından itibaren günün ışığından ilk zâhir olanıdır. Ve geceyi, mahlûkatın yorgunluğundan dolayı dinlendiği bir rahat zamanı ve güneş ile ayı da birer hesab, vakitler için bir hesap vasıtası kılmıştır. İşte bu zikrolunan, mülkünde Azîz olan, mahrukatını bi-hakkın bilen zâtın takdiridir. “Şems ve kamer “ Lafızlari “ Leyl” lâfzının mahalline atfolunarak nasbla okundu. “ hüsban” lâfzının evvelinde hazfolunmuş bir“ Ba “ harfi cerri de olsa o zaman mukadder bir lafızdan hâldir; yani “ o güneş ve ay belli bir hesapla dolanırlar “Rahman sûresindeki Âyette de olduğu gibi. 97Ve O, öyle bir zattır ki: Yıldızları sizin için yaratmıştır. Ta ki, onlar ile yolculuklarda karanın ve denizin karanlıklarında yollarınızı dosdoğru takip edesiniz. Biz muhakkak âyetleri, kudretimize delâlet eden şeyleri bilir kişiler, düşünen kimseler olan bir kavim için tafsil ettik, beyan ettik. 98Ve O, öyle bir zattır ki, tek bir nefisten -O Âdem (aleyhisselâm)' dır. - sizleri inşâ etti, sizleri yarattı. Artık rahimlerde sizden karar eden ve sulblerde sizden emanet duran vardır. Hakikat ki: Biz âyetleri kendilerine söylenen şeyleri inceden inceye anlayanlar olan bir kavim için mufassalen beyan ettik. Bir kırâatta “ müstekırr” lâfzıkaf'ın fethasıyia “ müstekarr“ diye okundu. Yani sizin için bir karar yeri vardır. 99Ve O öyle bir zattır ki: Gökten su indirmiştir. Sonra onunla, su ile, biten her şeyin nebatmı çıkarttık Sonra ondan yani nebattan da yetişen şeyler çıkarıverdik. Ondan o yeşil (fidanlardan) birbiri üzerine binmiş, buğday ve benzeri nebatın başakları gibi bazısı bazısının üzerine binen taneler çıkarıyoruz. Ve hurmada, onun tomurcuğundan, o hurmadan ilk biten şeyden de yakın, bazısı bazısına yakın salkımlar vardır. Ve meyvaları birbirine benzemeyen zeytin ve nar çıkardık. Ey Muhataplar! İbret alma nazarı ile bir bakınız! Her bireriniz meyva verdiği vakit meyvasına ilk çıkanın ne olduğuna ve nasıl olduğuna Ve kemâle erişine, vakti geldiğinde olgunlaşmasına, nasıl bu hâle geldiğine -bakınız- şüphe yok ki, bunda îman eder kavim için bir çok âyetler, O’nun diriltmeye ve gayrısına kadirolduğuna delâlet eden şeyler vardır. Âyette îman edenler özellikle zikredildi. Çünkü onlar, kâfirlerin hilafına îman hususunda bu âyetlerle menfaatlenenlerdir. “ ehracnâ“ fiilinde gaybdan tekellüme dönüş vardır. “ hadir” lâfzi “ Ahdar “mânâsındadır. “semer “ lâfzi si'nin ve mim'in fethasıyla okundu. Ayrıca her ikisinin zammesiyle “sümür“ diye de okundu, 100Ve Allahü teâlâ'ya ortakları, cinleri koştular. Şöyle; ki, putlara ibâdet hususunda onlara itâat ettiler. Hâlbuki onları da o yaratmıştır. Onlar nasıl onun ortakları olabilirler. Ve Cenâb-ı Hakk'a bilmeksizin oğullar ve kızlar uydurdular. Çünkü onlar Üzeyr Allah'ın oğludur, melekler de O’nun kızlarıdır dediler! O'nu tenzih etmekle tenzih ederim ve O’nun kendisi çocuğu vardır şeklindeki vasıflamalarından yücedir. Âyette Allah lâfzı ikinci mef'ul, şürekâ lâfzı birinci mef'ul, cin lâfzı da ondan bedeldir. Âyetteki “ harakû“ fiili tahfifle okundu. Ayrıca şeddelenmekle ” harrakü “ diye de okundu. 101O semâları ye yeri yoktan var edendir. ikisini hiçbir geçmiş benzeri olmaksızın yaratandır. O’nun için nasıl çocuk olabilir. Ve O’nun için refika, zevce de yoktur. Ve her şeyi O yaratmıştır. Yaratmak O’nun şânındandır. Ve O her şeyi bilendir. 102İşte Rabbiniz Allahü teâlâ'dır. O'ndan başka mâbud yoktur. Her şeyi yaratan O'dur. Artık O'na ibâdet ediniz. O'nu birleyiniz. Ve O her şey üzerine vekildir, koruyucudur. 103Gözler O’nu -görüp- idrak edemez O'nu göremez. Bu özel bir şeydir. Çünkü Allahü teâlâ'nın“ Bir takım yüzler o gün parlayıcıdır ve Rablerine bakıcıdır” kavlinden ve Buhârî ile Müslim'deki “muhakkak ki, siz Rabbinizi Bedr gecesi ayı gördüğünüz gibi göreceksiniz “ hadisinden dolayı mü'minler Allahü teâlâ'yı göreceklerdir. Denildi ki: (O'nu idrak edemez ile) murad O'nu ihata edemez demektir. 104O ise bütün gözleri idrak eder. O dostlarına karşı latiftir, onlardan haberdar olandır. Muhakkak size Rabbiniz tarafından basiretler, deliller gelmiştir. Artık her kim görürse ve îman ederse kendi lehine görmüş olur. Çünkü görmesinin sevabı kendisi içindir. Ve her kim onlardan kör olur ve sapıtırsa onun sapıtmasının vebali kendi aleyhinedir. Ve ben sizin üzerinize bir muhafız amellerinizi gözetleyici değilim. Ben sadece bir korkutucuyum. 105Ve işte böylece zikrolunanları beyan ettiğimiz gibi, âyetleri de onlar ibret alsınlar diye türlü türlü beyan ederiz. Ta ki, onlar yani kâfirler için sonunda: Sen ders almışsın ehli kitapla müzakere yapmışsın, desinler Yani “ geçmiştekilerin kitaplarına çalıştın ve onlardan çıkarıp bunu getirdin“- ve biz onu bilir olan kavim için açıkça beyan edelim. Bir kırâatta “ dâreste “ fiili “ dereste “ diye okundu. 106Sen Rabbin canibinden sana vahyolunana Kur’ân'a tâbi ol, ondan başka ilâh yoktur. Ve müşriklerden yüz çevir. 107Ve eğer Allahü teâlâ dileseydi onlar şirke düşmezlerdi. Ve seni onların üzerine bir muhafız, gözetleyici kılmadık ki, amelleri mukabilinde onları cezalandırasın. Ve sen onların üzerine bir vekil de değilsin ki, onları îman etmeye mecbur kılasın. Bu âyet savaşla emir olunmazdan evvel idi. 108Allahü teâlâ'dan başkasına yani putlara tapanlara sövmeyiniz. Sonra onlar da bilmeksizin, kendi câniblerinden Allahü teâlâ'ya karşı olan cehaletten dolayı düşmanlıkla, haddi aşmakla ve zulümle söverler. Böylece şu kişilere bulundukları hali süslediğimiz gibi, her ümmete hayırdan ve şerden olan amellerini süsledik. Onlar da onu yaptılar. Sonra âhirette dönüşleri Rablerinedir. Artık onlara ne yapar olduklarını haber verecektir. Ve onları onun karşılığında cezalandıracaktır. 109Ve onlar, ehl-i Mekke Allahü teâlâ'ya olanca yeminleriyle, yeminler hususundaki son gayretleriyle kasem ettiler ki, eğer onlara talep ettikleri şeyden bir âyet gelirse elbette ona îman edecekler. Onlara de ki: Âyetler ancak Allahü teâlâ'nın ındindedir. İstediği gibi onları indirir. Ben ise ancak bir korkutucuyum. Size ne bildirecektir ki, o âyet geldiğinde size ne bildirecektir ki siz onu bilemezsiniz ki, o âyet geldiği zaman benim bilgimde geçen şeye göre yine îman etmeyeceklerdir. Bir kırâatta ”lâ yüminûne “ fiili te ile ” Lâ tüminûne “ diye kâfirlere hitap olarak okundu. Bir kırâatta da “İnnehâ“ daki elif nun maddesi fethayla ”ennehâ“ diye okundu. O zaman ya”lealle “ mânâsındadır ya da makablindeki fiilin ma’mûlüdür. 110Ve biz onların kalplerini çevireceğiz, onların kalplerini haktan döndüreceğiz de onlar onu anlayamayacaklar ve gözlerini de ondan -çevireceğiz- Onu da göremeyecekler ve îman edemeyecekler. Aynı evvelce de ona, indirilmiş olan o âyetlere îman etmedikleri gibi. Ve onları o tuğyanları, sapıklıkları içinde bırakacağız, terk edeceğiz. Onlar bocalar oldukları hâlde, hayret içinde tereddüt içinde oldukları hâlde. 111Eğer biz hakikaten onlara melekleri indirsek ve onlar ile aynı istedikleri gibi ölüler konuşacak olsalar ve onların üzerine bölük bölük, cemâatcemâat haşretsek ve senin doğruluğunu görseler yine de Allahü teâlâ'nın ilminde geçtiği üzere îman edecek değillerdir. Lâkin Allahü teâlâ onların imanını -dileyecek olsa müstesna. O zaman îman ederler. Fakat onların çokları bunu bilmezler. Âyetteki ” kubul” lâfzı kafın ve bânın zammesiyie ” kabil” lâfzının cemisidir. Kafın kesrası ve bânın fethasıyla ise “ görmek“ demektir. 112Ve böylece, şu kişileri senin düşmanların kıldığımız gibi herpeygamber için düşman, azgın şeytanlar, insanlar ve cinler kıldık. Onların bâzısı bazısına aldatmak için-yani onları aldatmak için sözün yaldızlısını bâtıldan uydurulmuş olanını vahyeder, vesvese verir. Ve eğer Rabbin dilemiş olsaydı onu zikrolunan telkini yapmazlardı. Artık onları kâfirleri ve iftira eder oldukları şeyleri, küfrü ve onlara süslenilmiş olan gayrı şeyleri bırak, terk et. Bu âyet savaşla emir olunmazdan evvel idi. 113Ve âhirete inanmayanların gönülleri, kalpleri ona yani o yaldızlı sözlere meyletsin diyeve ondan hoşlansınlar ve onlar irtikap eder oldukları şeyleri günahları irtikâp etsinler, kazansınlar da ona karşılık azâb olunsunlar. Bir önce âyetteki “ gurûran” lâfzının üzerine ma'tûftur. 114Bu âyet-i kerîme Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den kendisiyle onların arasında bir hakem koymasını talep etmeleri üzerine inmiştir. De ki: Allahü teâlâ'dan başka hakem, benimle sizin aranızda hüküm veren arar mıyım, talep eder miyim? O size kitabı, Kur’ân’ı mufassalan, kendisinde hak bâtıldan ayırt edilip açıklanmış olarak indirmiş olan Zat'tır. Ve kendilerine kitap, Tevrat verdiklerimiz (Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi) bilirler ki, o şüphesiz Rabb'in tarafından hak olarak indirilmiştir. Artık sakın şüphe edenlerden, onun hakkında şekke düşenlerden olma. Bununla murad kâfirlere, şüphesiz ki, onun hak olduğunu iyice yerleştirmektir. “münzelûm lâfzı tahfifle okundu. Ayrıca şeddelenmekle “ münezzelün“ diye okundu. 115Rabbinin hükümlerle ve vaadlerle olan kelimesi doğruluk ve adâletçe temyizdir tamamlanmıştır. Onun kelimelerini eksiltmekle ya da yerine başka bir şey getirmekle tebdil edecek yoktur. O denileni bi-hakkın işiticidir, yapılanı da bi-hakkın bilicidir. 116Ve eğer yerde bulunanların çoğuna yani kâfirlere itâat edersen seni Allahü teâlâ'nın yolundan dininden saptırırlar. Onlar ölü hayvan etinin durumu hususunda seninle mücadelelerinde ancak zanna tâbi olurlar. Çünkü onlar demişlerdir ki: Allah'ın öldürdüğü hayvan, sizi onu yemenize sizin öldürdüğünüzden daha lâyıktır. Ve onlar ancak yalan yanlış söyler, bu hususta yalan söylerler. 117Şüphe yok ki, Rabbin O'dur. Yoldan sapıvermiş kimseleri en ziyade bilen, bi-hakkın bilen ve doğru yola gidenleri de en ziyade bilen O'dur. Sonra onlardan her birerine mükâfatını verecektir. 118İmdi eğer siz onun âyetlerine inanan kimseler iseniz üzerine Allahü teâlâ'nın ismi anılmış, onun ismi üzere kesilmiş olanlardan yiyin. 119Size ne var ki, üzerine Allahü teâlâ'nın ismi zikredilmiş olanı kesilmiş olan hayvanları yemeyesiniz. Ve muhakkak size haram olan şeyler “size ölü hayvan eti haram kılındı.....“ âyetinde mufassalan bildirilmiştir. Ancak kendisine ondan muzdar kaldığınız şey müstesna. Bu da aynı şekilde size helâldir. Mana şöyledir: Sizin için zikredilenleri yemekten bir mâni yoktur. Ve muhakkak ki, yenilmesi haram kılınmış olanı da size beyan etti. Bu o kısımdan değildir. Ve şüphe yok ki, birçokları bu hususta yaslanacakları bir ilim olmaksızın kendi hevalarıyla nefislerinin arzu ettiği şey ki, etinin ve gayrısının helâl kılınmasıyla dalâlete düşerler. Senin Rabbin ise muhakkak ki, haddi aşanları helâlden harama tecavüz edenleri en ziyade bilendir. “fussile “ ile ” hurrime “ fiilleri mef'ul için bina edilerek okundu. Ayrıca fail için bina edilerek “fassale ”Ve “ harrame “ diye okundu. “yedillûne “ fiili fethayla okundu. Ayrıca zammeyle “yudillüne “ diye de okundu. 120Günâhın aşikâr olanını da, gizlisini de, aleni olanını da gizli, olanını da bırakınız. Denildi ki: o günah zinadır. Ve denildi ki: Her masiyettir. Şüphesiz o kimseler ki, günahı kazanırlar elbette irtikâp ettikleri, kazandıkları şeyden dolayı âhirette cezalandırılacaktır. 121Ölmesi sebebiyle ya da Allah'ın isminin gayrisi üzere kesilmesi sebebiyle üzerine Allahü teâlâ'nın ismi zikredilmemiş olanlardan yemeyiniz. Böyle olmayıp da müslümanın kesip fakat kasten ya da unutarak onda besmele çekmediği helâldir. İbn Abbâs böyle dedi. İmâm-ı Şâfiî de bu görüş üzeredir. Ve şüphe yok ki, o yani ondan yemek elbette fasıklıktır, helâl olandan dışarı çıkmaktır. Ve muhakkak ki, şeytanlar ölü hayvan etinin helâl kılınması hususunda sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına, vahiyde bulunurlar, vesvese verirler. Ve eğer onlara bu hususta itâat ederseniz şüphe yok ki, siz de müşriklersiniz. 122Bu âyet-i kerîme Ebû Cehil ve gayrisi hakkında nâzil oldu. Yâ bir adamki küfür sebebiyle ölüiken onu hidayetle diriltmişiz ve ona birnur vermişiz. Onunla insanların arasında yürüyor. Hak olanı gayrısından ayırıp inceden inceye görüyor - ki, o hak da imandır - Omeselâ zulmetler içinde kalmış, ondan asla çıkamaz bir hâlde bulunmuş olan bir kimse -o ki, kafir olandır - gibi midir? Hayır. Yani “ o kimse gibi ki, o “. İşte böylece, mü'minlere îman süslenildiği gibi kâfirlere de yapmış oldukları şey, küfür ve günahlar süslenildi. Âyetteki. “mesel” lâfzı zaiddir. 123Ve böylece Mekke'nin fâsıklarını oranının önde gelenleri kıldığımız gibi her bir beldede günahkârlarını büyükler kıldık ki, orada imandan saptırmakla hile de bulunsunlar. Hâlbuki onlar ancak kendilerine hilede bulunmuşlardır. Çünkü onun vebali onların üzerinedir. Ve bunun farkına varamazlar. 124Ve onlara, Mekke ehline, -Resûlüllah (s: a. v.)'in doğruluğu üzere bir âyet geldiği zaman derler ki, Allah'ın Peygamberlerine verilmiş olanın misli olan peygamberlik ye vahiy, biz malca çok ye yaşça büyük olduğumuz için bizlere verilinceye kadar biz ona îman etmeyiz. Allahü teâlâ da buyurdu ki: Allahü teâlâ risâletlerini nereye vereceğini ziyadesiyle bilendir. Elbette bu sözü söylenmekle günahkâr olanlara yapar oldukları mekirden dolayı yani mekirleri sebebiyle Hak teâlâ'nın ındinden bir aşağılık, mezellet ve şiddetli bir azap isabet edecektir. Âyetteki “Risâlât” lâfzı cemiyle okundu. Ayrıca müfret olarak “risâlet“ diye okundu. “ haysü “ lâfzı da gizli fiilin mef'ulü gibidir. O fiilin üzerine ”eğlamu” lâfzıdelâletetmektedir. Yani, “o risaleti, oraya koyacağı sâlih yeri o bilir “Ve onu oraya koyar. Şu kişiler ise o risalete ehil değillerdir. 125İmdi Allahü teâlâ her kime hidayet etmek isterse onun göğsünü, kalbine bir nûr atıp, ona nura karşı bir genişlik verip, onu kabul etmesiyle İslâm için genişletir. (Hadisi şerifte de vârid olduğu gibi). Ve her kimi Allah dalâlete düşürmek dilerse onun göğsünü dar ve sıkışmış şiddetli dar kılar. İşte böyle yapmakla îman etmeyenlerin üzerine bir pisliği azâbı ya da şeytanı havale kılar yani onu musallat kılar. Âyetteki “ dayyikan” lâfzı şeddeyle okundu. Ve ayrıca tahfifle “ dayikan“ diye de okundu. “ haracen” lâfzı râ'nın kesrasıyla “ haricen“ diye okundu. Böyle okunduğunda sıfatı müşebbehedir. Ayrıca fethayla okundu, (âyette de olduğu gibi) böyle okunduğunda mastardır. Bunun mübalağa olsun diye vasıf yapıldı. Sanki imanla mükellef olduğu zaman üzerine şiddetli geleceğinden dolayı zorla göğe yükselecek imiş gibi olur. Bir kırâatta “yessağğadu “ fiili “yassâadu “ diye okundu. Her ikisinde de aslında te olan (sadın) sad'a idgamı vardır. 126Ey Resûlüm Muhammed! Bu senin üzerinde bulunduğun şey Rabbinin dosdoğru olan kendisinde bir eğrilik olmayan yoludur. Muhakkak ki, biz âyetleri düşünür, vaazlanır bir kavim için tafsil etmişizdir, beyan etmişizdir. Âyette “ düşünebilenler “ özel olarak ayırt edildi. Çünkü ancak onlar menfaatlenebilirler. Onlar için Rablerinin ındinde selâm yani selâmet yurdu vardır. O, cennettedir. Ve onların yaptıkları sebebiyle onların velisidir. “müstekîmen” lâfzının nasbi cümleyi tekitleyen hâl olmak üzeredir. Onda amel eden ise (ismi işaretten anlaşılan) işaret mânâsıdır. “yezzekkerûne “ fiilinde aslında te olan (dal'ın) dal'a idgamı vardır. 128O vakti yad et ki, Allahü teâlâ onların hepsini haşredeceğiz. Onlara denilecek ki: Ey cin taifesi! insanlardan vesvese vermeniz sebebiyle birçok kimseler edindiniz. Onlara itâat eden insanlardan olan dostları da diyecek ki, Ey Rabbimiz! Bizim bazımız bazımızla idi. İnsanlar cinlerin onlara şehevî şeyleri süslemesiyle menfatlendiler. Cinler de insanların onlara itâatleriyle menfaattendiler. Ve bizim için tayin ettiğin ecelemize erdik. O ecel Kıyâmet günüdür. Bu söz onlar tarafından eseflenmektir. Allahü teâlâ da meleklerin lisanı üzerine onlara dedi ki: Ateş sizin karargâhınızdır. Varacağınız yerdir. Orada ebedî kalıcı olduğunuz hâlde. Ancak, Allahü teâlâ'nın dilediği, hamim denilen içeceği içmek için, oradan çıkacakları vakitler müstesna çünkü hamimin içileceği yer cehennemin dışındadır. Nitekim Allahü teâlâ'nın buyurduğu gibi “sonra şüphesiz ki, onların dönüşü elbette ateşedir “. İbn , Abbâs'tanrivâyet olundu ki: Muhakkak ki, bu, Allahü teâlâ'nın onların mü'min olduğunu bildiği kimşeler hakkındadır. Şüphesiz ki, Rabbin işmde hikmet sâhibidir, mahlûkatını bilicidir. “ nahşuru” lâfzı nûn la okundu. Ayrıca yâ ile “yahşuru“ diye de okundu. Yanı Allahü teâlâ mahlûkatın hepsini haşredecektir. Âyetteki “mâ” lâfzı “men“ mânâsındadır. 129Ve işte böylece insanların ve cinlerin bazısını bazısıyla menfaatlendirdiğimiz gibi zâlimlerin bazısını bazısına yani bazısının üzerine irtikâp etmiş oldukları şey günahlar sebebiyle veli kılarız. Âyetteki nüvelli fiili veâyet mastarından alınmıştır 130Ey cin ve ins cemâati! İçinizden size benim âyetlerimi tebliğ eder ve sizi bugüne kavuşmanızla korkutuyor. Diyeceklerdir ki, biz şüphesiz ki, bize tebliğ ettiğiyle kendi aleyhimize şehadet ederiz. Ve onları dünya hayatı aldattı da îman etmediler. Ve aleyhlerine şehadette bulundular ki: Onlar muhakkak kâfir kimseler olmuşlardır. 131İşte bu yani peygamberlerin gönderilmesi, şundan dolayıdır ki: Rabbin beldeler ahalisini, gafil bir hâlde bulunurken, onlara ayetleri beyanda bulunan peygamberler göndermemişken onlar tarafından olan bir zulüm sebebiyle helâk edici olmadığından dolayıdır. “ en” lâfzının önünde bir lâm harfi cerri mukadderdir. Ve enne de tahfif edilmiştir. Yani ”lienhû“ demektir. 132Bir işi işleyenlerin hepsi için hayırdan ve şerden yaptıkları şeylerden dolayı dereceler, mükafat vardır. Ve senin Rabbin onların ne yapar olduklarından gafil değildir. “yağmelûne “ fiili ya ileokundu. ayrıca te ile ” Tağmelüne “ diye okundu. 133Ve senin Rabbin mahlûkatından ve onların ibâdetinden ganidir, rahmet sâhibidir. Ey Mekke ehli! Eğer dilerse sizi helâk etmekle giderir. Ve sizin arkanızdan dilediği, mahlûkatı yerinize getirir. Nasıl ki, sizi ortadan kaldırdığı bir kavmin zürriyetinden vücuda getirmiştir. Velâkin Allahü teâlâ sizlere rahmetinden dolayı sizleri baki bıraktı.. 134Şüphe yok ki, vaad olunduğunuz şey, Kıyâmet ve azap elbette gelicidir, hiç şüphe yok. Ve siz bertaraf edebilecek bizim azâbımızdan kaçabilecek değilsiniz. 135Onlara de ki: Ey kavmim! Son derece iktidarınız, durumunuz ile yapacağınızı yapınız. Şüphe yok ki, ben de durumum üzere (vazifemi) yapıcıyım. Artık şüphesiz yakında bileceksiniz ki, kim ki, âhiret dâr'ının âkıbeti âhiret dâr'ındaki övülen âkıbet onun için olacaktır. Biz mi siz mi? Şu muhakkak ki, zâlimler, kâfirler felâha eremeyeceklerdir, mesud olamayacaklardır. “men” lâfzı ismi mevsûl olup “ Tağlemûne “ fiilinin mef'uludur. 136Ve onlar Mekke kâfirleri Allah için onun yarattığından ekinden ve hayvanlardan bir pay ayırdılar. O payı misafirlere, miskinlere harcıyorlar. Ayrıca putları içinde bir nasip ayırdılar. O payı da onlara hizmet edenlere harcıyorlar. Sonra zanlarınca bu Allah içindir, bu da ortaklarımız içindir, dediler. Mekke kâfirleri, Allah'ın payı olarak ayrılmış olan şeye o putların payından bir şey karıştığı zaman hemen onu alırlardı. Ya da o putların payına Allahü teâlâ'nın payından bir şey karıştığında ise onu bırakırlar, almazlardı. Ve “ Allah bundan ganidir“ derlerdi. Nitekim Allahü teâlâ'nın da buyurduğu gibi artık ortakları için olan, Allah'a O’nun canibine ulaşmaz. Allah için olan ise, ortaklarına ulaşır. Hükmeder oldukları şey, onların hükmü ne fenadır o. Ve işte böylece zikrolunan şey onlara süslenildiği gibi müşriklerden birçoklarına rızık korkusu sebebiyle çocuklarını öldürmeyi onların cinlerden olan ortakları tezyin etmişlerdir. “zağm” lâfzı fethayla okundu. Ayrıca zammeyle “zuğm“ diye de okundu. Şurakâü lâfzı refle “zeyyene “ fiilinin failidir. Bir kırâatta mef'ul için bina kılanarak” züyyine “ diye de okundu. (Bu kırâate göre) “katl” lâfzı refle, “ evlâd “ lâfzi da katl kelimesinin onu nasb etmesiyle, “Şurekâihim” lâfzı da katl kelimesinin muzâf olmasıyla cerle okundu. Bu kırâatta muzafla muzafın ileyhin arası mef'ulle ayrılmıştır. Katl lâfzının Şurekâihim lâfzına izafeti ise, o ortakların öldürmeyi emretmelerinden dolayıdır. 137Ta ki, onları helâk etsinler ve dinlerini de kendilerine karıştırsınlar. Ve Allahü teâlâ dileseydi onu yapmazlardı. Artık onları da ve iftira eder oldukları şeyi de bırak. 138Ve kendi inançlarınca yani bunun hakkında kendileri için bir delil olmadığı hâlde dediler ki: Bu hayvanlar ve ekinler men edilmiştir, haramdır. Onları dilediğimiz kimselerden putlara hizmet edenlerden ve gayrısından başkası yiyemez. Ve bir kısım hayvanların da sırtları haram kılınmıştır. Onlara binilemez (develer ve putlara adanması için ayrılmış koyunlar gibi). Ve bir kısım hayvanlar da vardır ki, onların üzerine boğazlanmaları anında Allah'ın ismini zikretmezler. Bilâkis putlarının isimlerini zikrederler ve bunu da Allah'a O'na iftira olarak nisbet ederlerdi. Elbette bunları ona iftira ettikleri şey yüzünden yakında cezalandıracaktır. 139Ve dediler ki: Şu haram kılınmış hayvanların; bahirelerin ve saibelerin karınlarındaki, sâd e erkeklerimize mahsustur, helâldir. Ve eşlerimizin kadınların üzerine haram kılınmıştır. Eğer ölmüş olursa onlar onda ortaklardır. Allahü teâlâ onlara bu helâl kılmakla ve haram kılmakla olan vasıflamalarını yani onun cezasını yakında verecektir. Şüphe yok ki, o işinde hikmet sâhibidir, mahlûkatını da bi-hakkın bilicidir. “meyte ” lâfzi “ Tekün“ fiilinin münennes ve müzekker olmasıyla beraber refle ve nasbla okundu. 140Çocuklarını rızık korkusu sebebiyle sefihlikten, cehaletten bilgisizlikten dolayı öldürenler Ve Allahü teâlâ'nın merzuk ettiği şeyi zikrolunanları Cenâb-ı Hakk'a iftira ederek haram sayanlar şüphe yok ki, hüsrana uğramışlardır. Muhakkak ki, onlar sapıtmışlar. Doğru yolu da bulmuş değillerdir. “katelû“ fiili tahfifle okundu. Ayrıca şeddelenmekle beraber “kattelû“ diye de okundu. 141Ve O, o zattır ki, yerleşmiş, yeryüzüne döşenmiş bahçeler, bostanlar -karpuz gibi- ve hurma ağacı gibi bir gövde üzerinde yükselmekle döşenmemiş -bostanları- ve yenilmesi, suret ve tat hususunda meyvası ve taneleri muhtelif hurmaları ve ekinleri ve yaprakları birbirine benzer ve tatları birbirine benzemez bir hâlde zeytin ve nar ağaçlarını yaratmıştır. Onlardan her birinin olgunlaşmadan evvel meyva verdiğinde meyvesinden yiyiniz. Biçildiği gün de hakkını onda birini ya da yarısını veriniz. Ve hepsini vermekle - Öyleki aileniz için hiçbir şey kalmıyor- israf etmeyiniz. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ müsrifleri, kendilerine konulan sınırlan aşanları sevmez. müteşabihen lâfzı hâldir 142Ve hayvanlardan yük taşıyanları, üzerinde yük yüklemeye sâlih olanları (büyük develer gibi) ve küçük develer ve koyunlar gibi yük taşımaya elverişli olmayan serilecek olanları -da o yaratmıştır- Bu hayvanlar “ferş-serilecek“ diye isimlendi. Çünkü bunlar yere yakın olduklarından yere nisbetle yatak gibidirler. Allahü teâlâ'nın size rızık kıldığı şeylerden yiyin ve şeytanın izlerine, haram kılma ve helâl kılma hususunda onun yollarına uymayın. Şüphe yok ki, o sizin için apaçık düşmanlığı aşikâr olan bir düşmandır. 143Allahü teâlâ sekiz çift, sınıfyarattı. Koyundan iki çift, erkek ve dişi keçiden de iki tane. Ey Resûlüm Muhammed! Bazı kerre koyun, keçi gibi hayvanları erkeklerini bazı kerre de dişilerini haram kılıp ve bu yalanı Allahü teâlâ'ya nisbet edene de ki: Allahü teâlâ sizin üzerinize, koyun ve keçiden erkek olanları mı haram kıldı. Yoksa onlardan iki dişiyi mi? Ve ister erkek olsun ister dişi olsun iki dişinin rahimlerinin muhtevi olduklarını mı? Eğer siz bunda doğru sözlü bulunmakta iseniz bana bunun haram kılınmasının keyfiyetinden haber veriniz. Mânâ şöyledir; Bu haram kılma nereden ortaya çıktı. Eğer erkeklikten dolayı ise bütün erkekler de haramdır. Eğer dişilikten dolayı ise bütün dişiler haramdır. Eğer rahmin ihtiva etmesinden dolayı ise hem dişi hem de erkek haramdır. Öyleyse bu özelleştirme nereden geldi. semâniye lâfzi “ hamûleten” lâfzından bedeldir. Âyetteki istifham (soru) inkâr içindir. 144Deveden de iki çift, sığırdan da iki çift -yarattı- dedi ki: İki erkeği mi haram kıldı, yoksa iki dişiyi mi? Yoksa iki dişinin rahimlerinin muhtevi olduklarını mı? Yoksa siz Allahü teâlâ bununla haram kılmakla size tavsiyede bulunduğu zaman şahitler, hazırlar mı idiniz? ki, buna itimad ettiniz. Hayır bilâkis sizler bunun hakkında yalancılarsınız. Artık insanları bilmeksizin saptırmak için Allahü teâlâ'ya karşı bu şekilde yalan yere iftirada bulunan kimseden daha zâlim kim vardır? Yani kimse yoktur. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ zâlimler güruhunu hidayete erdirmez. 145De ki: Bana vahyedilmiş olanda yiyecek bir kimseye yiyeceği haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Meğerki, ölü veya fışkırmış, akan kan -diğerlerinin hilafınadır. Meselâ ciğer ve dalaktaki kan gibi ki, onlar akar kan değildir veya domuz eti olursa müstesna. Çünkü bu murdar, haram bir şeydir. Ve yahut bir fısk ki, üzerine Allah'tan başkası için kesilmiş onun gayrisinin ismi üzerine kesilmiş, -bu da müstesnadır - Maahezâ kim bu zikrolunanlardan bir şeye muzdar kalırsa ve tecavüz etmeksizin ve haddi aşmaksızın onu yerse şüphesiz ki, Rabbin o kişi için yediği şeyi mağfiret edicidir, ona acıyıcıdır. Âyette zikrolunanlara, sünnetle (hadisi şerifler vasıtasıyla) yırtıcı hayvanlardan her azı diş sâhibi ve kuşlardan da pençe sahipleri de ilhak olunmuştur. “meyte ” lâfzı nasbla okundu. Bir kırâatta da refle okundu. O zaman fiili de te ile. “yekûne “ fiili yâ ile okundu. Ayrıca te ile ” Tekûne “ diye de okundu. 146Ve Yahûdilerin üzerine her tırnaklı olanı haram kıldık. Bu haram kılınan tırnaklı hayvanlar parmaklarını açıp ayıramıyanlardır. Deve, koyun vs.....gibi. Ve onlara sığırdan ve koyundan -çıkarılan-iç yağlarını bağırsaktaki iç yağı ile böbrek içyağlarını da haram kıldık. Ancak bunların sırtlarına yapışan yani o içyağından sırta bağlanmış olanı veya bağırsaklarına yapışanı veya o iç yağından kemikle karışanı -o iç yağı kalçadaki kemikle karışan iç yağıdır- müstesna. Çünkü bu zikredilen iç yağları onlara helâl kılınmıştır. Bu haram kılma, Nisa sûresinde de geçtiği üzere hadde tecavüz ettikleri için, zulüm ettikleri için onlara onunla bir ceza olarak yaptık. Ve şüphe yok ki, biz haberlerimizde ve vaâd lerimizde elbette sadıklarız. “ havaya” lâfzi “ havyâu“ya da “ haviye ” lâfzının cemisidir. 147İmdi seni getirdiğin şey hususunda yalanlarlarsa onlara de ki: Rabbiniz geniş bir rahmet sâhibidir. Çünkü size karşı azâbla acele etmiyor. Bu âyette onları imana davet etmeye bir yumuşaklıkta bulunmak vardır. Fakat O’nun ikâbı, geldiği vakit ki, azâbı günahkâr olan bir güruhtan reddolunmaz. 148Müşrik olanlar elbette diyeceklerdir ki: Eğer Allah dilemiş olsa idi bizler şirke düşmezdik, babalarımız da. Ve de bir şeyi haram kılardık. Netice itibarıyla bizim şirke düşmemiz de, bir şeyi haram kılmamız da O’nun dilemesiyledir. Öyleyse o buna râzı olucudur. Allah teâlâ da buyurdu ki: İşte böylece bunları yalanladıkları gibi onlardan evvelkiler de peygamberlerini yalanladılar. Nihayet ikâbımızı, azâbımızı tattılar. De ki: Sizin yanınızda Allahü teâlâ'nın buna râzı olduğuna dair ilimden bir şey var mı? Onu bize çıkarsanıza. Yani sizin yanınızda hiçbir bilgi yoktur. Siz bu hususta zandan başka bir şeye tâbi olmuyorsunuz. Ve siz ancak yanlış tahminlerde bulunuyorsunuz, bunun hakkında yalan şeyler söylüyorsunuz. 149De ki: Eğer sizin için bir hüccet yoksa hücceti bâliğa, tam olan Allahü teâlâ'ya mahsustur. Eğer o sizin hidayetinizi dileseydi elbette hepinizi hidayete erdirirdi. 150De ki: Haydi Allahü teâlâ, bunları haram kıldığınız şeyleri muhakkak haram kıldı diye şehadet edecek olan şahitlerinizi getiriniz, hazır kılınız. Şayet onlar şehadet ederlerse sen onlar ile beraber şehadette bulunma ve âyetlerimizi tekzip edenlerin ve âhirete inanmayanların hevalarına tâbi olma. Ve onlar, başkalarını Rablerine denk tutarlar, ortak koşarlar. 151De ki: Geliniz, Rabbinizin üzerinize neleri haram kılmış olduğunu okuyayım; şöyle ki, O'na hiçbir şeyi şerik koşmayınız ve ana ile babaya iyilik etmekle iyilik ediniz. Ve çocuklarınızı yoksulluktan ondan korkar olduğunuz fakirlikten dolayı toprağa gömerek öldürmeyiniz. Sizi de onları da rızıklandırırız. Ve fuhşiyâta zina gibi büyük günahlara onlardan zâhir olanına ve gizli olanına yani alenî olanına ve sirrî olanına yaklaşmayınız. Ve Allahü teâlâ'nın haram kıldığı herhangi kimseyi de öldürmeyiniz bi-hakkın olan kısas, riddet haddi ve evlinin recmi gibi olanlar müstesna. İşte bu zikrolunan ile size tavsiyede bulunmuştur. Ta ki, akledesiniz, iyice düşünesiniz. W***152Ve yetimin malına ihtilâm olmakla rüşdüne ulaşıncaya kadar yaklaşmayınız. Ancak ki, en güzel olan bir hasletle ola. O güzel haslet, kişinin onda maslahatı olduğu şeydir. Ve ölçeği ve tartıyı doğrulukla, adâletle ve eksiltmeyi terk etmekle ifa ediniz. Biz bir kimseyi vûs'unun, bu hususta takatinin fevkinde bir şey ile mükellef kılmayız. Öyle ki, kişi ölçekte ve tartıda yanlış yapar da -Allah da onun niyyetinin sıhhatini biliyorsa- onun üzerine bir hesaba çekme yoktur, (nitekim hadisi şerifte de vârid olduğu gibi) Ve bir hüküm ya da gayrisi hakkında söz söyleyeceğiniz zaman doğrulukla adâlette bulununuz. Velev ki, kendi lehine ya da aleyhine söz söylenen karabet sâhibi olsun. Ve Allahü teâlâ'nın ahdini yerine getiriniz. İşte size bunlar ile tavsiyede bulunmuştur ki, düşünesiniz diye. “ Tezekkerûne “ fiili şeddeyle okundu. Ayrıca sükunla”Tezkürûne “ diye de okundu. -vaazlanırsınız. 153Ve şüphesiz ki, bu, sizlere vasiyet ettiğim şey müstekim olarak yorumdur. Artık ona tâbi olunuz. Başka yollara, O’nun yoluna muhalif olan yollara tâbi olmayınız. Sonra bunlar sizi Allah'ın yolundan, dininden ayırır. İşte size bununla tavsiyede bulundu ki, sakınasınız. “ enne ” lâfzı lamın takdiri üzere fethayla okundu. Ayrıca istinâfiye olmak üzere kesrayla “ inne “ diye de okundu. “ Teferraka “ fiilinde iki tâ dan birinin hazfı vardır. yani meylettirir. 154Sonra biz Mûsa'ya? Onunla kâim olmayı güzel edene kitabı, Tevrat'ı ve sonra nimeti tamam etmek için haberleri sırasıyla tertip etmek için ve din hususunda kendisine ihtiyaç duyulan her şeyi tafsil etmek, beyan etmek ve bir hidayet ve rahmet olmak için verdik. Ta ki, onlar Beni İsrâîl, diriltilerek Rablerinin huzuruna varacaklarına îman etsinler. 155Ve bu, Kur’ân bir kitaptır ki, bunu biz indirdik, mübarektir. Ey ehli Mekke! Onda bulunanla amel etmekle ona tâbi olunuz. Ve küfürden sakınınız. Tâ ki, rahmete eresiniz. 156Biz onu indirdik, demeyiniz ki, “kitap ancak bizden evvel iki taifeye, Yahûdilere ve Hıristiyanlara indirilmiştir. Şüphesiz ki, biz onların kırâatından gafiller idik. Bizim lugatımızda olmadığından o kırâati bilemiyorduk. “in” lâfzi “ inne den tahfif edilmiştir. İsmi ise mahzûftur. “ 157Yahut demeyiniz ki, eğer bize kitap indirilmiş olsa idi elbette zihinlerimiz daha iyi olduğu için biz onlardan daha ziyade hidayete ermiş olurduk. İşte size Rabbinizden beyyine, bir beyan geldi. Ona tâbi olana hidayet ve rahmette. Artık Allahü teâlâ'nın âyetlerini yalanlayandan ve ondan meyledenden yüz çevirenden daha zâlim kim vardır? kimse yoktur. Biz âyetlerimizden yüz çevirenleri elbette böyle yüz çevirmeleri sebebiyle azâbın en kötüsü yani en şiddetlisi ile cezalandıracağız. 158Onlar tekzib edenler başka şeyi değil kendilerine ruhlarını kabzetmesi için meleklerin gelmesi veya Rabbinin bazı âyetlerinin o âyet güneşin batıdan doğmasıdır (nitekim Buhârî ye Müslim'deki hadiste de olduğu gibi) geleceği gün evvelce îman etmemişveya imanında bir hayır tâat kazanmamış olan nefse imanı fayda vermez. Yani onun tevbesi ona menfaat vermez (hadisi şerifte de vârid olduğu gibi). De ki: Bu şeylerden birini bekleyiniz ve şüphesiz ki, biz de bekleyicileriz. “ Te'tiye “ fiili “ Te “ile okundu. Ayrıca yâ ile yetiye, diye de okundu. .....geleceği gün evvelce îman etmemiş. Bu cümle “ nefs” lâfzının sıfatıdır. 159Şüphesiz o kimseler ki, dinlerini onda ihtilâfa düşmeleri sebebiyle tefrikaya düşürdüler, bazısını alıp bazısını da terk ettiler ve cemâatlere, bu hususta muhtelif fırkalara ayrıldılar. Yani emrolunmuş oldukları dini terk ettiler. O kişiler Yahûdiler ve Hıristiyanlardır. Sen hiçbir şeyde onlardan değilsin. Yani onlara dokunma, onların işleri ancak Allah'a aittir. O işi üzerine almaktadır. Sonra âhirette onlara ne yapar olduklarını haber verecektir. Sonra onları o yaptıklarının karşılığında cezalandıracaktır. Bu âyet kılıç âyetiyle nesholunmuştur. Bir kırâatta “ farrakû“ fiili “ farakû“ diye okundu 160Her kim bir iyilik yani Lâ ilahe illallah ile gelirse kendisi için onun on misli yani on tane hasene mükâfatı vardır. Ve her kim bir kötülük ile gelirse o ancak onun misli ile yani karşılığı ile cezalandırılır. Ve onlar zulme uğramazlar, mükâfatlarından az bir şey dahi de olsa eksiltilmezler. 161De ki, şüphe yok ki, Rabbim beni müstekim bir yola, dosdoğru müstekim bir dine İbrâhîm'in hanif olan milliyetine hidayet buyurdu. Ve o müşriklerden olmuş değildi. “ dinen” lâfzi “sıratın” lâfzının mahallinden bedeldir. 162De ki: Benim namazım, nüsüküm hac ve gayrısından olan ibâdetim ve diriliğim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ içindir. 163Onun için bu hususta bir ortağı yoktur. Ve ben bununla yani tevhidle memur oldum. Ve ben bu ümmetten müslümanların ilkiyim. 164De ki: Ben Allahü teâlâ'dan başka bir Rab ilah mı ararım. Yani ondan gayrisini mi talep ederim. O her şeyin rabbidir, sâhibidir. Ve herkesin kazanacağı günah ancak kendi aleyhinedir. Ve hiçbir günahkâr nefis başka bir nefsin günahını yüklenemez. Taşıyamaz. Sonra dönüşünüz ancak Allah'adır. O zaman o Rabbiniz kendisinde ihtilâfa düşmüş olduğunuz şeyleri size haber verecektir. 165Ve O, o zattır ki, sizi yeryüzünde halifeler kıldı orada bazınız bazınıza halife olur. Ve bazınızı bazınızın üzerine dereceler bakımından malla, rütbeyle ve başka şeylerle yükseltti. Ta ki, size verdiği şeylerde sizden itâatkâr olan ile âsi olanı açığa çıkarıp sizi ibtilâ etsin (imtihan etsin) diye. Şüphe yok ki, senin Rabbin kendisine âsi olana azâbı serî olandır ve muhakkak ki o, mü'minleri mağfiret edicidir, onlara rahmet edicidir. “ halâif” lâfzi “ halîfe ” lâfzının cemisidir. |
﴾ 0 ﴿