7 - A'RÂF SÛRESİMekke'de nâzil oldu. 206 âyeti kerîmedir. Bismillahirrahmanirrahim 1Elif, Lâm, Mîm, Sâd. Allahü teâlâ bununla olan muradını en iyi bilendir. 2Bu bir kitaptır ki, bununla korkutasın diye ve ona iman edenlere bir mev'îze olarak sana - hitap Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem)'adır. — indirilmiştir. Ondan, tekzib edileceğin korkusundan dolayı onu tebliğ etmekten senin kalbinde bir sıkıntı olmasın. “ Li - tünzira “ fiilinin başındaki ”lâm “ harfi cerri “ ünzile “ fiiline mütealliktir. 3Onlara de ki: Rabbiniz tarafından size indirilene Kur’ân'a tâbi olunuz. Onlar Allah'tan başka, Allah'a karşı günah işlemekte kendilerine itâat ettiğiniz dostlara tâbi olmayın - onları dost - edinmeyin. Ve - gerçekten - sizler pek az tezekkür edersiniz. Vaazlanırsınız. “ Tezekkerûn“ fiili tâ ile okundu. Her iki kırâate göre asılda olan”Tâ “ harfinin“zâl “ harfine idgâmı vardır. 4Nice beldeler - yani oraların halkını kastediyorum - vardır ki, - âyetteki “kem” lâfzı, haber içindir. Ve mef’ûldür. - oraları helâk ettik, oraları helâk etmeyi murat ettik hemen oralara be’simiz azâbımız geceleyin ya da onlar kaylûledeyken yani öğle uykusundayken gelip çattı. Yani azâb, onlara bir defasında geceleyin bir defasında da gündüzleyin geldi. Kaylûle: Gündüzün ortasında, yapılan bir istirahattır ki, bazen o istirahatle beraber uyumak olmayabilir. 5Onlara azâbımız geldiği zaman ise onların sözleri “ Biz hakikaten zâlim kimseler olmuş idik“ demekten başka olmamıştır. 6Sonra kendilerine peygamberler gönderilmiş olanlara ümmetlere, peygamberlere icabet etmelerinden ve onlara ulaşan şey hususunda amel etmelerinden mutlaka soracağız. Ve gönderilen peygamberlere de elbette ki, tebliğ işinden soracağız. 7Sonra da onlara bir ilimle elbette anlatacağız. Elbette onlara yaptıklarını, tam bir bilgiyle haber vereceğiz. Ve biz peygamberlerin tebliğinden ve yapmış oldukları şey hususunda geçmiş ümmetlerden gâibler değil idik. 8Hak adil olan, amellerin ya da sayfaların, dili ve iki kefesi olan bir teraziyle (nitekim bir hadis-i şerifte de vârid olduğu gibi) tartılması o gündedir. Yani zikrolunan sualin olduğu gündedir. - O gün Kıyâmet günüdür - Ve artık her kimin terazileri iyilikler sebebiyle ağır gelirse işte felâha erenler kurtulanlar onlardır. 9Her kimin de terazileri kötülüklerle hafif gelirse işte onlar âyetlerimize zulmetmiş inkâr etmiş olmaları sebebiyle nefislerini, o nefisleri ateşe intikal ettirdiklerinden dolayı hüsrana bırakmış kimselerdir. 10Yemin olsun ki, ey Âdemoğulları! Sizleri yerde yerleştirdik. Ve orada sizin için birçok maişet vasıtaları kıldık. Siz ise buna pek az şükredersiniz. “maâyiş” lâfzı yâ ile beraber okundu, “onlarla hayatınızı sürdürdüğünüz sebepler “ demektir. Ve ” maişet” lâfzının da cemisidir. “mâ” lâfzı azlığı tekitlemek içindir. 11Yemin olsun ki, sizi babanız Âdem'i yarattık. Sonra sizleri sûretlendirdik. Yani sizler onun zahrında (bel kemiklerinde iken) onu sûretlendirdik. Sonra da Âdem’e eğilerek selâm secdesiyle secde ediniz, diye meleklere emir ettik derhal secde ettiler. Ancak iblis cinlerin babası - ki, meleklerin de arasında bulunuyordu - o secde edenlerden olmadı. 12Allahü teâlâ buyurdu ki: Sana emrettiğimiz zaman seni secde etmenden ne alıkoydu? Dedi ki: Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın. 13Buyurdu ki: Artık oradan yani cennetten - denildi ki, göklerden - in, çünkü orada senin için kibirlenmek selâhiyeti yoktur. Artık oradan çık. Şüphe yok ki, sen alçaklardansın, zelil kimselerdensin. 14Dedi ki: Onların yani insanların diriltilip haşrolunacakları güne kadar bana mühlet ver, beni te'hir et. 15Buyurdu ki: Sen muhakkak mühlet verilmişlerdensin. Başka bir âyette ” malum vaktin gününe kadar yani birinci nefha vaktine kadar“ diye geçmektedir. 16Dedi ki: Senin beni azgınlığa uğratmana andolsun ki, elbette onlar için Âdemoğulları için senin dosdoğru yolun üzerine yani sana ulaştıran yol üzerine oturacağım. 17Sonra muhakkak ki, onların önlerinden, arkalarından sağ taraflarından ve sol taraflarından yani her yönden geleceğim. Onları yol almalarından men edeceğim. İbn Abbâs buyurdu ki, Kul ile Allahü teâlâ'nın rahmetinin arasına perde olmasın diye onlara üstlerinden gelmeye kadir olamaz. 18Ve onların çoğunu şükür ediciler, mü'minler bulmayacaksın. 19Ve ey Âdem! Sen ve hanımın Cennette ikamet ediniz, dilediğiniz yerden yiyiniz ve şu ağaca ondan bir şey yemek için yaklaşmayınız. - O ağaç buğday ağacıdır - Sonra ikiniz de zâlimlerden olursunuz. Havva medle okundu. “ ente ” lâfzi “ Üskün“ fiilinin altındaki zamiri, onun üzerine “zevcüke ” lâfzı atfedilebilsin diye tekitleyicidir. 20Sonra şeytan iblis ikisine de onların kendilerinden örtülmüş olan çirkin yerlerini onlara açıvermesi için vesvese vermeye başladı. Ve Rabbiniz, sizi bu ağaçtan nehyetmedi ancak iki melekolacağınız veya ebedî kalacaklardan olacağınızı hoş görmediği için nehyetti. Yani bu zikredilen o ağaçtan yemekten ötürü lâzım gelen şeydir. Nitekim başka âyette de olduğu gibi “sizi ebedîlik ağacına ve hiç eskimeyen bir mülke delâlet edeyim mi? “ “Vûriye “ fiili “muârât” mastarından“ fûıle ”Veznindendir. “melekeyn” lâfzı lamın kesrasıyla “ melikeyn“ diye de okundu. 21Ve onlara yemin etti ki onlar için Allah'a yemin etti ki, ben muhakkak sizin için bu hususta nasihat verici olanlardanım. 22Artık kendi tarafından olan bâtıl sözle onları aldattı. O ikisini makamlarından indirdi. Ne zaman ki, o ağacı tadıverdiler yani ondan yediler, kapalı olan avret yerleri onlara görünmeye başladı. Yani her ikisine kendisinin ve diğerinin önü ve arkası zâhir oldu. - Ön ve arkanın her ikisine “sev'e “ denildi. Çünkü onun açılması sâhibini üzer. - Onların üzerini cennet yaprağından, onunla gizlenmek için örtmeye yapıştırmaya başladılar. Ve Rableri ise onlara nida etti ki: “sizi bu ağaçtan nehyetmiş değil miydim? Ve şüphe yok ki, size, şeytan apaçık düşmanlığı aşikâr olan, bir düşmandır, dememiş mi idim? Buradaki istifham (soru) mevzuyu zihne yerleştirmek içindir. 23Dediler ki: Ey Rabbimiz! Günah işlememiz sebebiyle nefislerimize zulmettik ve eğer bizi yarlıgamaz isen ve merhamet buyurmaz isen, elbette biz hüsrana uğramışlardan oluruz. 24Allahü teâlâ - buyurdu ki: Hepiniz (peşinizden gelecek olan) zürriyetinizle beraber, Âdem ile Havva inin. Bazınız, zürriyetin bazısı bazısına, birbirlerine zulüm edeceklerinden dolayı düşman olduğu hâlde. Ve sizin için yeryüzünde ecellerinizin sona ereceği vakte kadar, bir müstekar istikrar mekânı ve meta, (nimetlerle) faydalanmak vardır. 25Buyurdu ki, Orada yeryüzünde yaşayacaksınız, orada öleceksiniz. Ve yine diriltilmekle oradan çıkarılacaksınız. “ Tuhracûne “ fiili, fail ve mef’ûl için bina kılınarak okunmuştur. W***26Ey Âdemoğulları! Size bir örtü indirdik onu sizin için yarattık. Öyle ki, çirkin yerlerinizi örtüyor ve bir de bir zinet libası - o elbiselerden onunla güzel görünülen libastır - indirdik. Takva libası ameli sâlih ve güzel bir sekinet” Libasüttakva “ daki ”libas” lâfzı, gerideki libas lâfzının üzerine atfolunarak naspla vce mübteda olmak üzere de refle okundu. Haberi ise şu cümledir: O daha hayırlıdır. Bu işte, Allah'ın âyetlerindendir. O’nun kudretine delâlet eden şeylerdendir. Ki, düşünürler diye. Ve hemen îman ederler. Bu son cümlede, hitaptan gaybe dönüş vardır. 27Ey Âdemoğulları! Sizi de, şeytan bir fitneye düşürmesin. Sizi sapıttırmasın. Yani ona tâbi olmayın ki, fitneye düşmeyesiniz. Nasıl ki, ana - babanızı, onların çirkin yerlerini göstermek için fitne vererek onların örtülerini çekip atarak cennetten çıkarttı. Şüphe yok ki, o yani şeytan ve onun güruhu onun ordusu sizi, cesetlerinin latifliğinden dolayı ya da renklerinin olmadığından dolayı, onları göremeyeceğiniz bir taraftan görürler. Muhakkak ki, biz şeytanları îman etmeyen kimseler için dostlar yardımcılar ve yakınlar kıldık. 28Ve onlar, bir yaramazlık meselâ şirk ve “ Biz Allah'a isyan ettiğimiz elbiseler içerisinde tavaf etmeyiz “ der oldukları hâlde çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmeleri gibi şeyler yapıp ve ondan nehyolundukları zaman biz babalarımızı da bunun üzerinde bulduk, sonra onlara tâbi olduk ve Allah aynı şekilde de bize emretmiştir, derler. Onlara de ki: Şüphe yok ki, Allahü teâlâ fahiş şeylerle emretmez. Siz Allah'ın söylediğini bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı söyler misiniz? Buradaki istifham inkâr içindir. 29De ki: Rabbim kıst, adâlet ile emretti ve her secdede yüzünüzü Allah'a kâim kılınız. Yâni “ Adâletli olun ve onu ayağa dikin. “ “ ekîmû“ fiili, gerideki “ Bil kıst“ cârmecrûrunun mânâsına atfolundu. 30Sizden bir cemâate hidâyet etti. Bir cemâatin üzerlerine de dalâlet hak oldu. Çünkü onlar Allahü teâlâ'dan başka olarak, şeytanları dostlar edindiler. Ve kendilerini de hidayete ermişler zannederler. 31Ey Âdemoğulları! Her mescid yerinde namaz ve tavaf ânında ziynetinizi avretinizi örtecek şeyi alınız. Ve dilediğiniz şeyi yiyiniz ve içiniz. İsraf da etmeyiniz. Şüphe yok Ki o, israf edenleri sevmez. 32Onların üzerine inkâr olsun diye de ki: Allahü teâlâ kulları için olan Allah'ın ziynetini libasını ve rızıktan temiz olanları lezzet sâhibi olanları, kim haram kılmıştır. De ki: O hak kazanması sebebiyle dünya hayatında îman edenler içindir. Her ne kadar o dünya hayatında, onlara başkaları ortak olsa da. Kıyâmet gününde ise sadece onlara halis has olduğu hâlde işte âyetleri bilir kişiler olan düşünebilen kişiler olan bir kavim için böyle tafsil ediyoruz. Böyle bir tafsil gibisiyle âyetleri açıklıyoruz. Çünkü o âyetlerle menfaatlenebilen kimseler ancak onlardır. “ hâsseten” lâfzı refle okundu. 33De ki: Rabbim ancak fa hiş şeyleri zina gibi büyük günahları, onlardan zâhir olanı da, gizlice yapılanı da, onun aşikârını da gizlisini de ve her türlü günahı ve haksız yere - ki, o zulümdür - insanlara tecavüzü ve ona dâir Allah'a şerik koşulmasına dair hiçbir sultan, delil indirmemiş iken Allahü teâlâ'ya şerik ittihaz etmenizi ve bilmediğiniz şeyleri, mesela haram kılmadığı şeyin haram kılınması ve gayrı şeyi Allahü teâlâ'ya karşı söylemenizi haram kılmıştır. 34Her ümmet için bir ecel, müddet vardır. Artık onların ecelleri geldiği zaman, ne bir saat ondan geri bırakılabilerler, ne de onun önüne geçebilirler. 35Ey Âdemoğulları! Size içinizden peygamberler gelip te size âyetlerini beyan edecek olduklarındakim şirkten sakınır ve amelini ıslah ederse artık onlar için bir korku yoktur ve onlar âhirette mahzun da olmayacaklardır. “immâ” lâfzında “ in“ işartiyeninnûnunun, zaid olan“ mânın mimine idgamıvardır. 36Ve o kimseler ki, bizim âyetlerimizi tekzip ettiler ve onlardan kibirlendiler ve onlara îman etmediler. İşte onlar ateşin arkadaşlarıdır. Onlar o ateşte ebedî olarak kalacaklardır. 37Artık o kimseden daha zâlim kimdir yani kimse yoktur ki: Allahü teâlâ'ya şerik ve çocuk nisbet eder yalan yere iftirada bulunmuş veya O’nun ayetlerini, Kur’ân’ı tekzip etmiş olur. Onlar, kitaptan, levhi mahfuzda onları için yazılan rızık, ecel ve bunun gayrisi şeyden nasipleri, hazları onlara nail olacaktır, onlara isabet edecektir. Nihayet onlara elçilerimiz melekler gelip onların canlarını alırlarken, onları azarlamak için derler ki: Allah'tan başka kendilerine dua ettikleriniz, tapındıklarınız nerede? Onlar da diyecekler ki, Bizden kayboldular ve biz de onları göremedik. Ve onlar ölüm anında kendi nefisleri aleyhine, kendilerinin şüphesiz kâfirler olduklarını - itiraf ile - şehadette bulunmuş olurlar. 38Onlara Kıyâmet gününde buyurur ki: Sizden evvel ins ve cinden gelip geçmiş olan ümmetlerin hepsinin içinde cehenneme giriniz. Her zaman bir ümmet ateşe girdikçe onun sebebiyle sapıtmış olduğu için, ondan önce olan dindaşına lânet eder. Nihayet hepsi oraya girip birbirine iltihak edince sonrakileri - onlar tâbi olanlardır— öncekileri için yani onlar için - ki, onlar kendilerine tâbi olunanlardır - diyeceklerdir ki: Ey Rabbimiz! Onlar bizi sapıttırdılar, artık onlara ateşten iki kat, katlanmış azap ver. Allahü teâlâ da buyuracak ki: Sizden ve onlardan hepiniz için kat kat, iki kat azap vardır. Lâkin onlar her fırka için olanı bilemezler. “ Lâ yağlemûne “fili yâ ile okundu. Ayrıca”Te “ile ” Lâ tağlemûne “ diye okundu. 39Önceki de sonrakilere diyecekler ki: Sizin için bizim üzerimize bir fazl - üstünlük - yoktur. Çünkü sizler bizim sebebimizle kâfir oldunuz. Öyleyse biz ve siz eşitiz. Allahü teâlâ da onlara buyurdu ki: Artık siz de kazanır olduğunuz şey sebebiyle azâbı tadınız. 40Şüphe yok o kimseler ki, âyetlerimizi tekzib ettiler ve onlara karşı tekebbürde bulundular ve onlara îman etmediler, onlar için gök kapıları açılmaz. Öldükten sonra ruhları göklere yükseldiği zaman, siccîn denilen yere atılır. Mü'min ise bunun hilâfınadır; gök kapıları onun için açılır ve ruhu yedinci kat semâya yükselir. (Hadisi şerifte de vârid olduğu gibi.) ve deve iğnenin deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir. Ki, devenin iğnenin deliğinden girmesi mümkün değildir. Aynı şekilde, onların cennete girmesi de mümkün değildir. Ve işte küfür sebebiyle mücrim olanları böyle bir ceza ile cezalandırırız. 41Onlar için cehennemden bir döşek, yatak ve üstlerinden örtüler, ateşten perdeler vardır. İşte zâlimleri böyle cezalandırırız. “ gavâşın” lâfzı, “ gâşiye ” lâfzının cemisidir. Tenviri ise mahzûf olan ya dan bedel olarak geldi. 42O kimseler ki, îman ettiler ve iyi amellerde bulundular ”ellezîne ” lâfzı mübtedadır. - Biz ise hiçbir nefsi, kudretinin, iş hususunda takatinin üzerinde olan bir şey ile mükellef kılmayız. - Bu cümle mübteda ile haberi arasında cümie - i itiraziyedir. Haber ise - İşte onlar, cennet sahipleridir. Onlar, orada ebedî kalıcıdırlar. 43Ve biz onların göğüslerinde gılden, dünyada aralarında var olan kinden her ne var ise hepsini söküp atmışızdır. Onların altlarından, köşklerinin altlarından ırmaklar akar. Ve menzillerine yerleştikleri anda da derler ki: O Allahü teâlâ'ya hamdolsun ki, bizi karşılığı bu olan şu amele hidayet etti. Biz kendi kendimize hidayete eremezdik, eğer Allahü teâlâ bize hidayet etmeseydi. “ Levlâ“ nın cevabı, mâ kabli onun üzerine delâlet ettiği için hazfolundu. Muhakkak ki, Rabbimizin peygamberleri, hakla geldiler. Ve onlara “İşte bu cennettir ki, siz buna - sâlih - amelleriniz sebebiyle vâris olundunuz, diye nida olunacaktır. Âyetteki “ en” lâfzı, enne'den muhaffefdir yani “ enhu“ demektir. - Ya da (burası ve bundan sonraki) beş yerde, “ en” lâfzı müfessire olarak kullanıldı. 44Ve cennet ashâbı, durumu takrîr ve - onları - azarlamak için cehennem ehline, “Rabbimizin bize vaad ettiğini, sevabı biz şüphe yok ki, hak bulduk. Siz de Rabbinizin size vaad ettiğini azâbı hak buldunuz mu? ” diye nida edecektir. Onlar da: “ evet“ diyecekler! Derken aralarında, iki fırkanın arasında bir münadî nida etti onlara şunu işittirdi; “Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir. “ 45Öyle zâlimler ki, insanları Allah'ın yolundan, dininden men ederlerdi. Ve ona o yola eğriliği ararlardı, isterlerdi. Ve onlar âhireti münkir kimseler idi. 46Ve ikisinin yani cennet ashâbıyla, ateş ashâbının arasında bir hicâb, engel vardır. Denildi ki, o engel A'râf surlarıdır. Ve A'râf'ın - cennet surları - üzerinde bir takım şahıslar vardır ki, onların hasenatı ile günahları eşit miktardadır - nitekim bir hadis - i şerifte de vârid oldu - onlar cennet ve cehennem ehlinden olan herkesi simaları, alâmetleri ile tanırlar. O alâmet ise; mü'minler için, yüzlerin beyaz olması, kâfirler için ise siyah olmasıdır. O kişiler, bulundukları mevzi yüksekte olduğu için herkesi tamamiyle gördüklerinden dolayı - cennet ve cehennem ashâbını simalarıyla tanırlar. - Ve ashâbı cennete şöyle nida ettiler: “Selâm sizin üzerinize olsun. “ Allahü teâlâ da buyurdu ki: Onlar A'râf ashâbı oraya cennete girmeyi arzu ettikleri hâlde - oraya - giremediler. İmam - ı Hasen buyurdu ki: Allahü teâlâ onların (cennete hemen girmesini) arzu etmedi. Fakat onlar için murad etmiş olduğu bir kerimlikten dolayı - onların cennete girmesini - arzu etti. Hâkim, Huzeyfe (radıyallahü anh)'dan rivâyet etti: O da dedi ki: “O A'râf ashâbı bir süre böyle hâlde bulunurlar. Sonra bir an onların üzerine Allahü teâlâ tecelli eder ve der ki: “kalkınız ve cennete giriniz. Çünkü ben sizleri bağışladım. “ 47Ve onların yani, A'raf ashâbının gözleri, ateş ehli tarafına çevrildiği zaman da: “Rabbimiz! Bizi zâlim güruhu ile beraber ateşte kılma “ derler. 48Ve ashâbı A'râf, simalarıyla tanıdıkları ateş ashâbından bir takım kişilere de nida ederek derler ki: “sizi ateşten ne cemiyetiniz, mal ya da çokluğunuz ve ne de kibirlenir olmanız îman etmekten tekebbürde bulunmanız kurtardı. - Bu sözleri - onlara, müslümanların zayıf olanlarına işaret eder oldukları hâlde söylerler. 49Ya o kimseler mi idi ki, “Allah onları rahmetine nail etmez, “ diye yemin ediyordunuz. Halbuki onlara denildi ki, “ cennete giriniz, size ne bir korku vardır ve ne de siz mahzun olacaksınız. “ “Üdhulü“ fiili, mef’ûl için bina edilerek “Üdhilû“ diye okundu ve ayrıca “ dahalû“ diye de okundu. Nefiy cümlesi olan ”lâ havfun...... “ise hâldir. Yani onlara bu söz (sizin üzerinize bir korku yoktur......) sözü söylenildiği hâlde cennete girdiler. 50O kimseler ki, dinlerini bir eğlence ve bir oyun ittihaz ettiler ve onları dünya hayatı aldatmış oldu. Artık onlar onun için amel etmeyi terk ederek bu günlerine kavuşacaklarını unuttukları ve bizim âyetlerimizi inkâr eder oldukları gibi yani (dünyada) inkâr ettikleri gibi biz de bu gün onları unutacağız, onları ateşe atacağız. 51O kişiler ki, dinlerini oyun ve oyuncak edindiler ve dünyâ hayâtı onları aldattı, şu güne kavuşmayı, o gün için amel etmeyi terk etmeleriyle unuttukları gibi, ve âyetlerini inkâr ettikleri gibi, biz de bugün onları unuturuz, onları ateşe terkederiz. 52Muhakkak onlara yani Mekke ehline, bir kitap, Kur’ân getirdik. İşte ona îman edecek bir kavim için bir hüdâve rahmet olarak tambir bilgi üzere onda tafsil olunanı bilici olarak onu tafsil ettik, onu haberlerle, vaadle ve tehditle beyân buyurduk. “fassalnâhü“ daki “ hû” zamirinden hâldir. 53Onlar, onun tevilinden, onda mevcut bulunanın âkıbetinden başka bir şey beklerler mi? Yani beklemezler. Onun âkıbeti geldiği gün - Kıyâmet günü - ise onu evvelce unutmuş olanlar, ona imanı terk edenler diyecektir ki: Muhakkak Rabbimizin Peygamberleri hakkı getirmişlerdir. İmdi bizim için şefâat edicilerden kimse var mıdır ki, bize şefâat ediversinler ve yahut dünyaya geri döndürülür müyüz ki, yapar olduğumuz şeylerin başkasını yapıverelim. Allah'ı birleyelim, şirki terk edelim. Sonra onlara dediler ki: “ hayır!“ Allahü teâlâ da buyuracak ki: Şüphe yok ki, onlar nefislerini ziyana uğratmışlardır. Çünkü helâka doğru dönmüşlerdir. Ve o iftira eder oldukları şey, şerik davası onlardan çıkıp gitmiştir. 54Muhakkak Rabbimiz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri dünya günlerinden altı gün içinde onun miktarınca olan bir sürede - Miktar ile tefsir edildi Çünkü orada güneş yoktur - yarattı. Dileseydi onları, bir göz açıp kapama zamanı içinde de yaratabilirdi. Altı günde yaratması mahlûkata acele etmemeyi öğretmek içindir. Sonra arş üzerine kendisine uygun olan bir istiva ile istiva buyurdu. Geceyi gündüze örtüverir Çabuk, hızlı bir aramakla onu arar, - onlardan her biri ötekini arar takip eder - Güneşi de, ayı da, yıldızları da - Bu üç lâfız gerideki “semâvât lâfzının üzerine atfolunarak nasbla okundu. Ayrıca refle de - mübteda olmak üzere - okundu. Haberi ise - emrine, kudretine musahhar olarak, boyun eğici olarak yarattı. Agâh olun ki, bütün olarak mahlûkat ve emrinin hepsi O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi, sâhibi olan Allahü teâlâ pek muazzamdır. Arş, lügatta padişahın tahtına denir. “yuğşi “ fiili tahfif edilmiş olarak okundu. Ayrıca şeddelenmiş ölarak“yuğaşşi “ diye okundu. Yani onlardan her birerini öteki ile örter. 55Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez. 56Ve yeryüzünde peygamberlerin gönderilmesiyle ıslahtan sonra şirkle ve mâsiyetlerle ifsatta bulunmayın. Ve O’nun azâbından korkarak ve rahmetini de umarak dua edin. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ'nın rahmeti iyilik edenlere, itâatta bulunanlara pek yakındır. Müennes olan rahmet lâfzının haberi olan” karib” kelimesinin, müzekker kılınması rahmet lâfzının Allah lâfzına muzafa olmasından dolayıdır. 57Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen o’dur. Sonunda onlar “ o rüzgarlar“ ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevk ederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız ki, bundan ibret alasınız. 58Ve temiz bir beldenin toprağı hoş olan bir yerin ekini, Rabbinin izniyle güzel olarak çıkar. Bu tâbir vaaz dinleyip onunla menfaatlenen mü'mini temsil içindir. Toprağı pis olanın ise ekini, ancak külfetle meşakkatle beraber, zorlukla çıkar. İşte biz âyetleri, Allah'a şükreder ve îman eden bir kavim için, böylece zikrolunan sözleri beyan ettiğimiz gibi beyan ediyoruz. 59Yemin olsun ki, Nûh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: “ ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Muhakkak ki, ben, - eğer O'ndan gayrısına ibâdet ederseniz. - üzerinize, büyük bir günün - o gün Kıyâmet günüdür - azâbından korkuyorum. “ Yemin olsun ki, mahzûf bir yeminin cevabıdır. “ gayr” lâfzı, cer ile beraber “ilah” lâfzının sıfatıdır. Refle beraber “ gayr” lâfzının mahallinden bedeldir. 60Kavminden ileri gelen bir cemâat, eşraf dedi ki: “Şüphe yok ki, biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz. “ 61Dedi ki: “ ey kavmim! Ben de hiçbir dalâlet yoktur. dalâletlâfzı, “ dalal” lâfzında daha umumidir. Bundan dolayı dalâletin nefyi, dalâlin nefyinden daha mübalağalıdır. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından bir peygamberim “. 62Size Rabbimin risâletlerini tebliğ ediyorumve sizin için nasihat buyuruyorum, hayrı murad ediyorum. Ve ben Allahü teâlâ tarafından, sizin bilmediklerinizi biliyorum. “Ûbelliğu“ fiili, tahfifle ve şeddelenmekle okundu. 63Yoksa size Rabbiniz tarafından sizden olan bir zatın lisanı üzere, eğer îman etmezseniz, sizi azaptan korkutmak ve Allah'tan sakınmanız için ve böylece rahmete eresiniz diye bir zikrin, mev'izenin gelmesine mi teaccüb ettiniz ve yalanladınız!.. 64Bunun üzerine onu tekzib ettiler. Biz de onu ve onunla beraber gemide olanları boğulmaktan kurtardık. Ayetlerimizi tekzip edenleri de tufanla boğduk. Çünkü onlar, haktan kör olan bir kavim olmuşlardı. 65İlk Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kuluk edin! O'nu birleyin. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız? Korkmayacak ve îman etmeyecek misiniz? 66Onun kavminden kâfir olan bir cemâat dedi ki: Muhakkak ki, biz seni bir sefahat, cehalet içinde görüyoruz. Ve biz seni, risâletin hususunda elbette ki, yalancılardan sanıyoruz. 67Dedi ki: Ey kavmim! Bende hiçbir sefahat yoktur. Fakat ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir Peygamberim. 68Size Rabbimin risâletlerini tebliğ ediyorum. Ve ben sizin için bir emin, risâletine güvenilen öğüt vericiyim. 69Yoksa sizi korkutmak için, size Rabbiniz tarafından bir mev'izenin sizden bir kişinin lisanı üzere gelmesinden teaccüp mü ettiniz? .. Hatırlayınız ki, sizi Nûh kavminden sonra yeryüzünde halifeler kıldı ve sizi hilkat hususunda vüs'at, kuvvet ve uzunluk cihetinden ziyade eyledi. Onların uzun olanı yüz zira, kısa olan ise altmış zira idi. Artık Allahü teâlâ'nın nimetlerini yâd ediniz ki, felâh bulasınız kurtuluşa eresiniz. 70Dediler ki: Sen bize, yalnız bir Allah’a ibâdet edelim ve babalarımızın tapar olduklarını terk eyleyelim, diye geldin. Haydi, sen, sözünde doğru kimselerden isen bizi onunla korkutur olduğun şeyi azâbı bize getir. 71De ki: Üzerinize şüphe yok ki, Rabbiniz tarafından bir musibet azap ve bir gazap tahakkuk etti, vacip oldu. Kendilerinizin ve babalarınızın ibâdet ettiğiniz putları isimlendirmiş olduğunuz isimler hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz? Yani onlara ibâdete dair hiçbir sultan, hüccet ve burhan indirmiş değildir. Artık azâbı bekleyin, ben de sizinle beraber, beni yalanlamanız sebebiyle o azâbı bekleyenlerdenim. Sonra, onların üzerine bir helâk edici kasırga gönderildi, 72Bunun üzerine onu yani Hûd'u ve kendisiyle beraber olan mü'minleri, bizden bir rahmet olarak halas ettik. Ayetlerimizi tekzip eden ve îman etmiş olmayan kavmin arkasını kesiverdik onları kökünde kazıdık. Âyetteki “mâ kânû mü’minin“ cümlesı “kezzâbû“ cümlesinin üzerine ma'tûftur. 73Ve Semûdkavmine kardeşleri Sâlih'i gönderdik. De ki: Ey kavmim! Allah'a ibâdet ediniz. Sizin için ondan başka bir ilâh yoktur. Sizlere muhakkak ki, Rabbinizden benim doğruluğum üzere apaçık bir beyine mu'cize gelmiştir. İşte şu Allah'ın devesi âyet olaraksizin içindir. Kavmi ondan, belirlemiş oldukları bir kayadan kendileri için bir dişi deve çıkarmasını istemişlerdi. Artık onu bırakınız ki, Allah'ın arzında otlasın ve ona bir kötülükle, kesmekle ya da dövmekle dokunmayınız ki, sonra sizi çok şiddetli bir azap yakalar. Semûd lâfzı kendisiyle kabile murad edildiği için gayrı munsarif olarak okundu. Âyeten lâfzı, hâldir. Âmili ise ” hâzihı “ den anlaşılan işaret manasıdır 74Ve o zamanı yâd ediniz ki, sizi Âd 'dan sonra yeryüzünde halifeler kıldı. Ve yerde sizi yerleştirdi, sizi iskân etti. Onun ovalarından yazın orada yerleştiğiniz köşkler ediniyorsunuz. Ve dağlarını da - kışın orada kalacağınız - evler halinde oyuyorsunuz. Artık Allahü teâlâ'nın nimetlerini anın ve yerde müfsitler olaraktaşkınlık yapmayın. “ Büyüten” lâfzının nasbı, hâli mukaddere olmak üzeredir 75Kavminden kibirlenen, O'na îman etmekten tekebbür eden bir cemâat, onlardan onun kavminden zayıf görülenlere îman edenlere dedi ki: Siz Sâlih'i gerçekten Rabbi tarafından sizlere gönderilmiş mi bilirsiniz? .....Onlar da dediler ki: Evet..... Şüphe yok biz onunla gönderilmiş olan şeye inanmışlarız. “ Limen“ cârmecrûru, harfi cer olan lamın iadesiyle beraber mâ kablîndeki ”lillezîne “ den bedeldir. 76Kendilerini büyük görenler ise dedi ki: Biz muhakkak sizin o îman ettiğiniz şeyi inkâr edenleriz. O dişi deve için su içme hususunda özel bir gün, onlar için de ayrı bir gün vardı. Sonradan ise bundan usandılar. 77Sonra o dişi deveyi boğazladılar. Onu Kattâr isimli bir şahıs, onların emriyle kılıçla katlederek boğazlamıştı. Ve Rablerinin emrinde tekebbürde bulunup kaçındılar ve ”ey Sâlih! Eğer gönderilmiş peygamberlerden isen bizi onunla korkutur olduğu şeyi, o dişi devenin katledilmesinden dolayı inecek azâbı bize getir. “ dediler. 78Bunun üzerine onları bir recfe yer tarafından şiddetli bir sarsıntı, gök tarafından da bir sayha tutuverdi. Yurtlarında diz üstü çöküvermiş dizleri üzerine yığılmış ve ölmüş olarak kalıverdiler. 79Artık Sâlih onlardan yüz çevirdi. Ve dedi ki: Ey kavmim! Ben size Rabbimin risâletini muhakkak ki, tebliğ ettim ve sizin için öğüt verdim. Ve lâkin siz öğüt verenleri sevmezsiniz. 80Ve zikret Lut'u, o vakti ki, kavmine dedi: “siz öyle bir fuhuşa yani erkeklerin arkasına yaklaşır mısınız ki, onu sizden evvel âlemlerden insanlardan ve cinlerden hiçbir kimse yapmış değildir. “ “İz “ lâfzı ”lût” lâfzından bedeldir. 81Muhakkak ki, siz kadınlarınızı - bırakıp - şehvet ile erkeklere yanaşıyorsunuz. Bilâkis siz müsrif, helâli aşıp harama tecavüz eden bir kavimsiniz. “ einneküm” lâfzı (baştaki) iki hemzenin gerçekten mahrecinden çıkarılmasıyla, veya ikincisinin teshiliyle ya da her iki vecih üzere de aralarına bir elif girdirmekle okundu. 82Ve kavminin cevabi “ onları yani Lût ve ona tâbi olanları kasabanızdan çıkarınız, çünkü onlar erkeklerin arkalarından uzak kalan insanlardır. “ demekten başka olmadı. 83Artık biz onu ve ehlini kurtardık zevcesi müstesna. O geriye kalıp helâk olanlardan, azâbın içinde kalanlardan oldu. 84Ve onların üzerine bir - azap - yağmuru - o siccil denilen taştır - yağdırdık ve hemen onları helâk ettik. Artık bak günahkârların âkıbeti nasıl oldu. 85Ve Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allahü teâlâ'ya ibâdette bulunun, sizin için ondan başka ilâh yoktur. Muhakkak ki, size Rabbinizden benim doğruluğum üzere apaçık bir burhan mu'cize geldi. Artık ölçeği ve teraziyi ifâ edin tam tutun ve insanlara eşyalarını eksik vermeyin. Ve yeryüzünde peygamberlerin gönderilmesiyle hasıl olan ıslahından sonra küfürle ve masiyetlerle fesat çıkarmayın. Bu zikrolunan şey sizin için hayırlıdır. Eğer siz inanır kimseler, imanı murad eden kimseler iseniz, artık imana koşunuz. 86Tehdit ettiğiniz insanların elbiselerini alarak ya da onları beklemekle korkuttuğunuz ve Allah'ın yolundan, dininden ona îman edeni, onu öldürmekle tehdit etmenizle alıkoyduğunuz, çevirdiğiniz ve o yola bir eğrilik aradığınız, talep ettiğiniz hâlde her bir yol üzerine oturmayınız. Ve hatırlayınız ki, siz pek az idiniz sonra sizi çoğalttı. Ve bakınız ki, peygamberlerini tekzib etmeleri sebebiyle sizden önceki müfsitlerin âkıbeti, helâktan olan son durumları nasıl oldu! 87Ve eğer sizden bir taife, kendisiyle göndermiş olduğum şeye inanmışlar ve bir taife de ona inanmamışlar ise, artık Allah bizimle sizin aranızda mü'min olanı kurtarmak, kâfir olanı da helâk etmekle hükmedinceye kadar sabredin, bekleyin. Ve o hâkimlerin en hayırlısıdır, onların en âdilidir. 88O’nun kavminden îman etmekten tekebbürde bulunmuş olan bir cemâat demişti ki: Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber îman edenleri elbette yurdumuzdan çıkarırız yahut kafi olarak bizim milletimize, bizim dinimize avdet edersin, dönüverirsin. Müşrikler, Şuayb (aleyhisselâm)'a hitap ederken cemiyi müfret üzerine gâlip kıldılar. Çünkü Şuayb (aleyhisselâm) hiçbir zaman onların dini üzerine olmamıştı. Ve kendisi de bunun benzeri üzere (cemi ile) cevap verdi. Ya biz onu kerih görenler olarak mı o dine döneceğiz! (Soru inkâr içindir.) 89Eğer Allahü teâlâ bizi ondan kurtardıktan sonra, sizin milletinize dönersek, muhakkak Allah'a karşı yalan yere iftira etmiş oluruz. Bizim için onda dönmek lâyık olmaz. Ancak, Rabbim olan Allahü teâlâ bunu dilesin ve çevirmiş olsun. Rabbimiz her şeyi ilim cihetinden kuşatmıştır. Yani onun ilmi her şeyi içine almıştır. Benim ve sizin durumunuz da onun (geniş olan) ilminin bir parçasıdır. Allahü teâlâ'ya tevekkül etmişizdir. Ey Rabbimiz! Bizim aramızla, kavmimizin arasını hak ile fethet hükmet ve sen fethedenlerin, hükmedenlerin en hayırlısısın. 90Ve onun kavminden kâfir olmuş olan ileri gelenleri dedi ki onların bir kısmı bir kısmına dedi ki: “Yemin olsun ki, eğer Şuayb'a tâbi olursanız, şüphesiz siz o zaman en büyük zarar a düşmüş olursunuz. “ 91Derken onları recfe, şiddetli bir sarsıntı yakaladı. Yurtlarında düz üstü çöküvermiş dizleri üzerine yığılmış ve ölmüş oldular. 92Şuayb'ı tekzib edenler - mübtedâdır, haberi ise - sanki “keen” lâfzı tahfif edilmiştir. Ve ismi de mahzûfdur. Yani ” keenhu“ - sanki onlar - orada diyarlarında hiç kalmamışlar, ikâmet etmemiş gibi oldular. Şuayb'ı yalanlayanlar, en büyük zarar a uğrayanlar onlar olmuşlardır. Şuayb'ı tekzib edenler - mübtedâd ır, haberi ise - sanki “keen” lâfzı tahfif edilmiştir. Ve ismi de mahzûfdur. Yani “keenhu “ Âyette ismi mevsûlün ve gayrisinin iadesiyle tekid yapmak, onların önceki sözlerinden dolayı onlara red olsun içindir. 93İmdi onlardan döndü, yüz çevirdi de dedi ki: “ ey kavmim! Ben Rabbimin risâletlerini muhakkak ki, size ulaştırdım. Ve sizin için nasihatte bulundum. Ve bana îman da etmediniz. Artık kâfirler olan bir kavme karşı nasıl fazlaca mahzun olurum? - Soru, olumsuzluk mânâsındadır. - 94Bir memlekete bir Peygamber göndermedik ki, ve onu yalanladılar da illâ onun ahâlisini be'sâ, şiddetli fakirlikle ve darrâ hastalık ile yakaladık, azâb ettik. Tâ ki, yalvarıp yakarsınlar, tezellülde bulunsunlar da îman etsinler. 95Sonra fenalık, azâb yerini güzelliğe, zenginliğe ve sıhhate tebdil ettik, onlara verdik. Tâ ki, çoğaldılar ve nimete küfür olarak dediler ki: Muhakkak bizim babalarımıza da, bize dokunduğu gibi sıkıntılı haller, neşveli demler dokunmuştur. Bu, zamanın bir Âd etidir, Allah tarafından olan bir azap değildir. Artık sizler hangi hâl üzere iseniz o hâl üzere olun. Allahü teâlâ da buyurdu ki: Artık biz de onları evvelce geliş vaktini anlayamadıkları hâlde ansızın, birden azapla tutup yakaladık. 96Eğer o memleketlerin tekzibte bulunan ahalisi Allah'a ve peygamberlerine îman etselerdi ve küfürden ve günahlardan sakınmış olsalar idi, elbette onların üzerine gökten yağmurla, yerden de ekinlerle olan bereketler açardık. Fakat peygamberleri - yalanladılar. Artık biz de onları kazanır oldukları şey sebebiyle tutup yak alayıverdik, onlara azap ettik. “fetahnâ“ fiili, tahfifle otundu. Ayrıca şeddetenmekle fettahnâ diye de okundu. 97Ya o memleketlerin tekzibte bulunan ahalisi, bizim azâbımızın geceleyin uyurken, ondan gafiller iken kendilerine gelmesinden emin mi oldular? 98Ya o memleketler ahâlisi bizim azâbımızın onlara daha, gündüz vaktinde oynar oldukları hâlde geleceğinden emin mi bulundular? 99Ya onlar, Allahü teâlâ'nın mekrinden onları nimetle derece derece helâka çekip, ansızın yakalanmalarından emin mi oldular? Fakat Allah'ın mekrinden hüsrana uğramış olan kavimden başkası kendisini emin göremez. 100Yere ahalisinin helâkından sonra arada, ikâmet etmekle vâris olacaklar için teheyyün etmedi mi ki: Muhakkak ki, eğer biz dilemiş olsaydık onlardan öncekileri musibetlendirdiğimiz gibi onları da günahları sebebiyle azapla musibetlendirirdik. Ve biz kalplerini mühürlerdik de onlar iyice düşünme işitmesıyle vaazları işitemezlerdi. “ en” lâfzı, lem yehdl fiil'nin faili olup ”enne “ den tahfifletilmiştir. İsmi ise mahzûfdur ”enhu “ Dört mevzide (dört tane cümlenin başında bulunan) hemze azarlamayı ifade içindir. Hemzenin üzerlerine dahil olduğu fa ve vav harfleri atıf içindir. 101İşte zikri geride geçen o memleketler, sana ey Resûlüm Muhammed! Onların haberlerinden, oraların ahalisinin haberlerinden bazılarını hikâye ediyoruz. Muhakkak ki, peygamberlerimiz onlara beyyineler açık mu'cizeler ile geldiler. Evvelce, o peygamberlerin gelmesinden evvel, tekzip etmiş oldukları, inkâr etmiş oldukları şeylere o peygamberlerin gelişi vaktinde yine îman eder olmadılar. Bilâkis küfür üzere dâim oldular. İşte Allahü teâlâ kâfirlerin kalplerini böyle bir mühürlemekle mühürler. 102Ve biz onların yani insanların çokları için ahde yani misakin alındığı gündeki ahidlerine karşı bir vefa görmedik. Ve şüphesiz ki, biz onların ekserini fâsık kimseler bulduk. “in“ hafzi “ inne “ den tahfif edilmiştir. 103Sonra onları yani zikri geçmiş olan peygamberleri müteakip Mûsa'yı dokuz âyetimizle Fir'avn'a ve onun topluluğuna, kavmine gönderdik. O - âyetlere - zulmettiler, küfrettiler. Artık bak ki, küfürle fesat çıkaranların helâk edilmeleriyle olan âkıbeti nasıl oldu. 104Ve Mûsa dedi ki: “ ey Fir'avn!.. Şüphesiz ki, ben âlemlerin Rabbi tarafından sana gönderilmiş bir peygamberim. “ O da yalanladı. 105Mûsa da dedi ki: “Ben Allahü teâlâ'ya karşı Haktan başkasını söylememekte aleddevâm sabitim - buna - layığım. Şüphesiz ki, ben size Rabbinizden bir mu'cize ile geldim. Artık İsrâiloğulları'nı benimle beraber Şam'a gönder. Fir’avun ise onları köle edinmişti. Bir kırâatta ya’nın şeddelenmesiyle okunda. Hakikun lâfzı mübteda olup ”en“ ile onun sonrası, hakikun lâfzının haberidir. 106Fir’avun O'na dedi ki: Eğer sen kendi dâvan üzerine bir mu'cize ile gelmişsen onu getir. Sen eğer o mu'cize hakkında sâdıklardan isen. 107Bunun üzerine asasını bıraktı. Asa hemen apaçık bir ejderha, büyük bir yılan oluverdi. 108Ve elini çekti, onun cebinden çıkardı. O hemen, bakan biri için, insan vücudunun olması gereken hâlinin hilafına bembeyaz ışık sâhibi oluverdi. 109Fir’avun'un kavminden ileri gelenler “ Şüphe yok ki, bu çok bilen sihirbazdır, - sihir ilminde çok üstte olan birisidir— dediler. “ Şu'arâ sûresinde zikrolundu ki: Bu söz Fir’avun'un kendi sözündendir. Sanki onlar o sözü meşveret yolu üzerine onunla hep beraber söylemiş oldu. 110Sizi yerinizden çıkarmak istiyor. O hâlde siz ne emredersiniz? 111Onu ve kardeşini alıkoy, işlerini - biraz - ertele. Ve şehirlere haşrediciler, toplayıcılar yolla. 112Her, sihir ilminde Mûsa'nın üstünde olan bilgin büyücüsana getirsinler. Ve hemen Fir'avn'ın adamları, sihirbazları toplamaya başladılar. Bir kırâatta “sâhir” lâfzi “sehhâr“ diye okundu. 113Ve büyücüler Fir’avuna geldiler. Dediler ki: Elbette bize bir mükâfat olacak mı? Eğer biz galipler olur isek. “ einne ” lâfzı, iki hemzenin gerçek mahrecinden çıkartılmasıyla, ayrıca ikincisinin teshiliyle ve her iki vecihte de aralarına bir elif dahil edilmesiyle okundu. 114Dedi ki: Evet.....Ve şüphe yok ki, siz en yakınlardansınız. 115Dediler ki: Yâ Mûsa! Ya sen âsanı atıver veya bizler beraberimizde olanı atıverenler olalım. 116Dedi ki: Siz atıveriniz. Bu emir, hakkın izhârına ulaşmak için onların atmasının evvelce olmasına izin için olan bir emirdir. Ne zamanki onlar, iplerini ve âsalarını atıverdiler, insanların gözlerini büyülediler. O gözleri gerçek idrakından çevirdiler. Ve onları, onlara hareket eden yılanları hayal ettirdikleri için korkuttular. Ve büyük bir sihir - meydana - getirmiş oldular. 117Ve Mûsa'ya vahyettik, âsanı atıver. Hemen o - âsa - da onların uydurmuş oldukları, karıştırmaları sebebiyle - gerçeğinden - çevirdikleri şeyleri kapıverdi, yutuverdi. “ Telkafu“ fiili aslında bulunan iki tâ'dan birinin hazfıyla okundu. 118Artık hak vâki olmuş, sabitleşmiş ve zâhir olmuş ve onların sihirden yapar oldukları ise bâtıl olmuştur. 119Artık orada, onlar, Fir’avun ve kavmi mağlup oldular. Ve düşük kimseler oldular, zelil oldular. 120Ve sâhirler de tevbe eder oldukları hâlde yere kapanmış oldular. 121Ve dediler ki: Alemlerin Rabbine îman ettik. 122Mûsa ile Harun'un Rabbine. (Îman etmelerinin sebebi) onların görmüş oldukları asâ'nın, sihre gücü yetmeyeceğini bildiklerinden dolayıdır. 123Fir’avun dedi ki: Ben size izin vermeden O'na, Mûsa'ya îman ettiniz. Şüphe yok ki, bu yaptığınız şey, bir hiledir, siz bu hileyi şehirde yaptınız ki, ahâlisini ondan çıkarıveresiniz. Artık yakında benim tarafımdan size ilişecek olanı bileceksiniz. Âmentüm fiili, iki hemzenin gerçek mahreçlerinden çıkartılmasıyla, ayrıca ikincisinin elife kalb olunmsıyla okundu. 124Elbette sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak herkesin sağ elini ve sol ayağını keseceğim. Sonra da sizi elbette cümleten asacağım. 125Dediler ki: Biz şüphe yok ki, hangi yolla olursa olsun ölümümüzden sonra, âhirette Rabbimize münkalıp olacağız, döneceğiz. 126Ve bizden intikam alman - bizi inkâr etmen - başka değil, ancak bize Rabbimizin âyetleri geldiği zaman onlara îman ettiğimizden dolayıdır. Ey Rabbimiz!.. Fir’avun bize vaad ettiği işi yaptığı anda tekrar kâfirler olmaya dönmeyelim diye üzerimize sabır yağdır. Ve bizleri müslümanlar olarak öldür. 127Fir’avun'un kavminden ileri gelenler ona dediler ki: Mûsa'yı ve kavmini bırakır mısın, terk eder misin ki, yeryüzünde - İnsanları - sana muhalefete çağırmakla fesat çıkarsınlar. Ve seni ve ilâhlarını terk eylesinler. Fir’avun onlar için küçük putlar yapmıştı.. Onlara ibâdet ederlerdi ve derdi ki: “Ben sizin ve onların rabbiyim. “ki, bundan dolayı kendisi : “Ben en yüce Rabbinizim. “ demiştir. O da dedi ki: Elbette onların doğmuş oğullarını öldüreceğizve kadınlarını diri bırakacağız, baki bırakacağız (onlara bundan önce de yaptığımız gibi). Ve şüphe yok ki, biz onların üzerinde kahir kimseleriz, kudretli kişileriz. Ve onlara bunu yaptılar. Sonra Beni İsrâîl de şikayette bulundu. “Nükattilû“ fiili şeddelenmekle okundu. Ayrıca tahfifle beraber “ naktülû“ diye de okundu. W***128Mûsa kavmine dedi ki: Allahü teâlâ'dan yardım isteyiniz ve onların ezasına sabrediniz. Şüphe yok ki, yeryüzü Allahü teâlâ'nındır. Ona kullarından dilediğini vâris kılar ona verir. Övgüye lâyık olan âkıbet, Allah'tan korkanlar içindir. W***129Dediler ki: “Biz senin bize gelmenden evvel de ve bize geldikten sonra da eza gördük.“ “Umulur ki, dedi, “Rabbiniz düşmanlarınızı helâk edecek ve sizi onların yerine halef kılacaktır ki, yeryüzünde nasıl amel edeceğinize bakacaktır. “ 130Ve andolsun ki, Fir’avun'un kavmini senelerle kıtlıkla ve meyvaların eksikliği ile giriftar ettik. Tâ ki, tezekkür etsinler, vaazlansınlar da îman etsinler. 131Fakat onlara güzellik, ekin bolluğu ve zenginlik gelince bu bizim hakkımızdır, biz buna hak kazanıyoruz dediler ve ona şükür etmediler. Onlara bir kötülük, kıtlık ve belâ isabet ederse Mûsa ve onunla beraber olan mü'minler ile uğursuzlanırlardı. Haberiniz olsun ki, onların uğursuzlanması, Allahü teâlâ'nın ındindedir, onlara onu gönderecektir. Fakat onların pek çokları O’nunındinden isabet edecek olanı ilmezler. 132Ve Mûsa'ya dediler ki: Kendisiyle bize sihir etmek için bize her ne mu'cize getirirsen getir, biz sana îman ediciler değiliz. Bunun üzerine Mûsa da onlara bedduada bulundu. 133Artık biz onların üzerine mufassal, beyan edilmiş âyetler olmak üzere tufanı - o bir sudur ki, onların evlerine kadar girmiş ve yedi gün içinde, oturan ne kadar kimse varsa hepsinin boğazına kadar ulaşmıştır. - ve çekirgeleri - ki, aynı şekilde onların ekinlerini ve meyvalarını yediler - ve böcekleri, güveleri ya da o kummel denilen şeyleri. - Kene denilen böceğin bir türüdür. - Çekirgenin terk edip bıraktığı şeylere gelir - yer. Ve kurbağaları ki, onların evlerine ve yiyeceklerinin içine doldular, ve sularının içine kanı gönderdik. - Fakat - yine de ona îman etmekten tekebbürde bulundular. Ve günahkârlar olan bir kavim oldular. 134Ne zamanki onların üzerine ricz, azap çökünce dediler ki: Yâ Mûsa!.....Bizim için Rabbine dua et. Sana olan ahde, eğer îman edersek bizden azâbı kaldıracağına dâir andolsun ki, eğer bizden azâbı açarsa sana elbette îman ederiz ve elbette seninle beraber İsrâîl oğulları'nı göndeririz. 135Ne zamanki onların, ona erişecekleri bir müddete kadar, Mûsa'nın duası sebebiyle onlardan azâbı açıverdik. Onlar ise derhal iptal eder oldular, ahitlerini bozup, küfürleri üzere ısrar eder oldular. 136Artık biz de onlardan intikam aldık, onları derin denizde, tuzlu olan o denizde gark ettik. Onlar âyetlerimizi tekzip ettikleri ve onlardan gafil bulunup onları düşünmedikleri sebebiyle. 137Ve köle edinilmek suretiyle zayıf, hakirgörülen o kavmi - Onlar Beni İsrâîl'dir - kendisinde su ve ağaç ile bereket vücuda getirmiş olduğumuz yerin şark cihetlerine ve garp taraflarına varis kıldık ve Rabbinin güzel kelimesi İsrâiloğulları üzerine, düşmanlarının eziyyetlerine sabreder oldukları sebebiyle tamam oldu. Ve Fir’avun ve kavminin yapmakta oldukları şeyleri - bina yapımını - Ve yükseltmekte oldukları binaları tamamen helâk ettik. 138Ve Isrâiloğulları'nı denizden aşırttık, geçirttik kendilerine âit, onlara ibâdet üzere kâim oldukları bir takım putlara ibâdette bulunan bir kavme uğradılar. Dediler ki: Yâ Mûsa! Bize de bir ilah ona ibâdet edebileceğimiz bir put yap. Nasıl ki, onların putları vardır. Dedi ki: Muhakkak siz cahillik eder bir kavimsiniz. Çünkü Allah'ın sizin üzerinize olan nimetini, söylemiş olduğunuz şeyle değiştirdiniz. 139Şüphe yok ki, şu kişiler var ya, içinde bulundukları şey helâk olucudur. Ve amel eder oldukları şey de bâtıldır. 140De ki: Sizin için Allahü teâlâ’dan başka bir ilah mâbud mı talep edeyim! Halbuki o sizi - (bir sonraki âyette de zikrolunduğu gibi) zamanınızdaki âlemler üzerine tafdil eylemiştir. “ ebgîküm “ün aslı “ ebgî leküm“ dür. 141Ve yâd ediniz o vakti ki, sizi Fir’avun'un âlinden kurtarmıştık. Size azâbın kötüsünü, en şiddetlisini taddırıyorlardı, size yüklüyorlardı. O azap; oğullarınızı katlediyorlardı, kadınlarınızı diri bırakıyorlardı, geride bırakıyorlardı. Ve bunda kurtarma ve azapta sizin için Rabbiniz tarafından bir belâ, ikram ve imtihan vardır. Hâlâ vaazlanmıyor musunuz ve dediğiniz şeyden vazgeçmiyor musunuz? Bir kırâatta ”enceynâküm“ “ encâküm“ diye okundu. 142Ve Mûsa ile otuz geceye vaadleştik. O günleri oruçlu geçirmesiyle beraber o günler tamam olduğu anda onunla konuşacağız. O günler Zilkade ayının (günleridir). O günleri oruçlu olarak geçirdi. Günler tamam olduğunda ağzının kokusu hoşuna gitmemiş ve misvak kullanmıştır. - Fakat - Allahü teâlâ onunla, ağzının kokusu ile konuşmak için tekrar bir on günle emretmiştir. (Nitekim Allahü teâlâ'nın buyurduğu) ve onu Zilhicce'den bir on ile tamamladık. Artık Rabbi'nin mikâtı onunla konuşması vaadinin vakti tam kırk gece oldu. Ve Mûsa münâcaat için dağa gidişi anında kardeşi Harun'a dedi ki: Sen kavmin içinde bana halife ol, benim halifem ol. Ve onların işini ıslâha çalış. Ve mâsiyetlere uymaları sebebiyle fesat çıkaranların yoluna uyma. “Vâadnâ“ fiili elifle okundu. Ve elifsiz olarak”Vaadnâ“ diye de okundu. 143Ne zamanki, Mûsa bizim mikâtımıza, onda konuşmakla, ona vaad ettiğimiz vakte geldi ve ona Rabbi hiç vasıtasız her taraftan işiteceği bir kelâmla tekellümde bulundu. Dedi ki: Yâ Rab! Bana zâtını göster. Sana bakayım. - Cenâb - ı Hak da - buyurdu ki: Sen beni katiyyen göremezsin, beni görmeye asla güç yetiremezsin. Fakat senden daha kavi olan dağa bir nazar et, eğer yerinde istikrar ederse, sabit durursa sen beni görebilirsin yani beni görmek için sabit kalabilirsin, yoksa senin için (beni görmeye) takat yoktur. Hemen Rabbi dağa tecelli edince yani onun nurundan, bir serçe parmağının tırnağının yarısı kadar zâhir olunca (nitekim Hâkim'in de sahih kabul ettiği bir hadiste de olduğu gibi) onu paramparça yani yerle beraber dümdüz parçalanmış etti. Mûsa da gördüğü şeyin dehşetinden bayılmış olarak yere düştü. Ne zamanki, ayıldı dedi ki: Seni noksan sıfatlardan beri kılmakla seni tenzih ederim. Emrolunmadığım bir şeyi istemekten dolayı sana tevbe ettim. Ve ben kendi zamanımda îman edenlerin ilkiyim. Allahü teâlâ'nın (âyette) “ Len terâni “ ile tabir buyurup”len ura “ - katiyen ben gürülmem - ile. Dekken lâfzı kasr ve medle okundu. 144Allahü teâlâ buyurdu ki: Yâ Mûsa! Muhakkak ben seni risâletimle ve kelâmım yani benim seninle konuşmam ile insanlar, senin ehli zamanın üzerine ihtiyar eyledim. İmdi sana fazıldan verdiğimi al ve nimetlerime şükredenlerden ol. “Risâlatî” lâfzı cemi olarak okundu. Ayrıca müfred olarak “risâleti “ diye de okundu. 145Ve onun için levhalarda yani Tevrat levhalarında din hususunda ihtiyaç duyulan her şeyden bir mev'iza ve her şeye bir tafsil, beyân yazdık; Artık onu kuvvetle, ciddiyet ve çalışkanlıkla tut ve kavmine emret, onu en güzeliyle tutsunlar. Elbette sizlere fâsıkların Fir’avun ve ona tâbi olanların yurdunu - Orası Mısır'dır - onlarla ibret alasınız diye göstereceğim. Tevrat levhaları cennetin sidir ağacından ya zebercedden ya da zümrütten olup yedi veya on adet idi. “ huz “ fiilinden evvel mukadder olarak” kulnâ“ fiili vardır. 146Yerde haksız yere tekebbür edenleri, onları perişan etmekle elbette âyetlerimden mahlûkattan ve gayrısından olan kudretime delâlet eden şeylerden çevireceğim, ve artık yerde tekebbür edemeyecekler. Ve her bir âyeti görecek olsalar ona îman etmezler. Ve eğer rüşd, Allah tarafından gelen hidâyet yolunu görseler asla onu yol edinmezler onda sülûk etmezler. Ve eğer azgınlık, dalâlet yolunu görseler onu yol edinirler. Bu, çeviriş onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil bulunduklarından dolayıdır. - Bunun benzeri geride geçmişti. - 147Ve o kimseler ki, âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı diriltilmeyi ve gayrisini tekzib etmişlerdir, onların amelleri dünyada hayır olarak işlemiş oldukları (meselâ akrabayı ziyaret, sadaka gibi) heba olmuştur, bâtıl olmuştur. O ameller şartı (olan îman) ı yitirdiğinden dolayı onlar için bir sevap yoktur. Başkasıyla değil, ancak kendi yaptıkları, tekzip ve mâsiyetlerin, cezasıyla cezalandırılacaklardır. 148Ve Mûsa'nın kavmi ondan sonra yani Mûsa, münâcaata gittikten sonra zînet takımlarından, Fir’avun'un kavminden düğün için emânet olup sonra yanlarında kalan şeylerden bir buzağı - Onu, onlar için Sâmiri denilen şahıs zînet eşyasından yapmıştı. - böğürmesi, işitilen bir sesi olan çesed et ve kan sâhibi bir varlık edindiler. Bu heykel, cesed olmaya, Sâmiri'nin, Cebrâîl (aleyhisselâm)'ın atının ayağının (altından) aldığı bir toprak parçasını onun ağzına atmasıyla intikal etmiştir. Çünkü Cebrâîl [aleyhisselâm)'mın atının dokunduğu şey koyulduğu yerde canlılığı ortaya çıkarır. Onlar görmediler mi ki, o kendileriyle konuşamaz ve onlara bir yol gösteremezdi, o nasıl ilâh edinilir. Onu ilâh edindiler ve onu edinmek sebebiyle zâlimler oluverdiler. Ceseden lâfzi “ ıclen” lâfzından bedeldir. Âyetteki “ İttihâze “ fiilinin ikinci mef’ûlü, mahzûftur. Yani (onu) “ilah ”edindiler. 149Ne zaman ki, nedamete düştüler yani ona ibâdet etmekten dolayı pişmanlık duydular ve kendilerini hakikaten ona ibâdet etmekten dolayı yoldan çıkmış olduklarını gördüler, bildiler - Bu durum Mûsa (aleyhisselâm)'ın dönüşünden sonra olmuştur - dediler ki: Eğer bize Rabbimiz merhamet etmezse ve bizi bağışlamazsaelbette büyük bir ziyana uğramışlardan olacağız. “yerham”Ve “ yağfir“ fiileri yâ ile okundu. Ayrıca”Te “ile beraber “ Terham”Ve “ Tağfır“ diye de okundu. 150Ne zamanki, Mûsa kavmine onlardan dolayı gazaplı ve esefle pek hüzünlü olarak döndü, onlara dedi ki: Benden sonra bana halef ettiğiniz, peşimden yaptığınız şu muhalefet ne kötüdür. Çünkü şirk koştunuz, Rabbinizin emrini acele mi ediverdiniz. Ve Rabbisi için gazâblandığından dolayı levhaları bıraktı ve onlar da kırıldılar. Ve kardeşinin başını yani sağ eliyle saçını, sol eliyle de sakalını tutup gazâbından dolayı kendine doğru çekiverdi. - Kardeşi de - dedi ki: Ey anam oğlu (Umm anne demektir. Harun (aleyhisselâm) “Annemin (oğlu) “ demeyi murad etmiştir. Ve bunu Mûsa'nın kalbine yumuşaklık vereceği için zikretmiştir, - bu kavim muhakkak ki, beni zayıf saydılar ve az kaldı, neredeyse beni öldürüyorlardı. Artık benimle, bana iyi davranmamanla düşmanları sevindirme, ferahlandırma. Ve beni buzağıya ibâdet etmek sebebiyle zâlim olan kavimle hesaba çekilme hususunda beraber kılma. “Ümmî” lâfzı kesrayla ve fethayla okundu. 151Dedi ki: Yâ Rabbi! Benim için, kardeşime yaptığımı ve kardeşim için mağfiret et. Mûsa (aleyhisselâm), Harun (aleyhisselâm)'ı râzı kılmak ve onun (sıkıntıda olmasıyla) düşmanları sevinmesin diye, duaya onu da ortak kıldı. Ve bizi rahmetine girdir ve sen merhamet edenlerin en merhametlisisin. 152Allahü teâlâ da buyurdu ki: Şüphe yok ki, o buzağıyı ilâh edinenlere elbette Rablerinden bir gazap, azap ve dünya hayatında bir zillet erişecektir. Sonra onlar kendi nefislerini öldürmekle emrolunmakla azap olundular. Ve onların üzerine Kıyâmet gününe kadar zillet vuruldu. Ve işte, onları cezalandırdığımız gibi, Allah'a karşı şirkle ve gayrısıyla iftira edenleri böyle cezalandırırız. 153Ve o kimseler ki, kötülükleri işlemişler, sonra hemen onun arkasından o kötülükten tevbe etmişler, ondan dönmüşler. Ve Allah'a îman etmişler. Şüphe yok ki, ondan yani tevbeden sonra Rabbin - onları - yargılayıcıdır, onlara rahmet edicidir. 154Ne zamanki Mûsa'dan o öfke sustu, sükûnet buldu. O bıraktığı levhaları alıverdi ve o levhaların nüshasında yani onlarda nüsha edilen yani yazılan şeyde, Rabbinden korkanlar için - dalâletten - hidâyete kavuşmak ve rahmet vardır Mef’ûl olan“Rabbihim” lâfzı, (âmilinin) önüne tekaddüm etliği için üzerine bir lâm dahil edildi. 155Ne zamanki, Mûsa, kavminden buzağıya tapmamış olanlardan yetmiş erkeği - Allah’ın emriyle - mikâtımız arkadaşlarının buzağıya tapmalarından dolayı bir mazeret beyan etmek için onların gelmesiyle ona vaad ettiğimiz vakit için seçmişti ve onlarla beraber çıkmıştı. Ne zamanki, onları recfe şiddetli sarsıntı yakaladı. - İbn Abbâs (radıyallahü anh) buyurdu ki: Çünkü onlar kavimleri buzağıya taptıkları vakit onlara karışmamışlardı. Ve dedi ki: Ve onlar Cenâb - ı Hakkı görmeyi isteyenlerin gayrısıdır. Onları ise yıldırım yakalamıştır. Mûsa dedi ki: Yâ Rabbi! Eğer dilese idin onları ve beni daha evvel Beni İsrâîl bunu görsün ve beni töhmet altına almasınlar diye onlarla beraber çıkmamdan evvel helâk ederdin. Bizden bir takım sefihlerin yaptıkları şey sebebiyle bizi helâk eder misin? Bu sefih kimselerin içine düşmüş olduğu fitne ancak senin fitnendir, imtihanındır. Bununla, sapıttırmayı dilediğin kimseyi saptırırsın ve sen hidayetini dilediğin kimseyi hidâyet edersin. Sen bizim velimizsin, işlerimizi üzerine alıp, halledensin. Artık bize mağfiret buyur ve bize rahmet ve mağfiret edenlerin en hayırlısısın. Bu istifham şefkatin, acımanın talep edildiğini belirten bir istifhamdır. Yani “ Bizlere, başkalarının günahı sebebiyle azap etme!“ 156Ve o bizim için bu dünyada da âhirette de bir hasene yaz, vacip kıl. Biz muhakkak ki, sana döndük, tevbe ettik. – Cenâb-ı Hak - buyurdu ki: Azabımdır. Bunu, ona azap etmeyi dilediğime isabet ettiririm. Rahmetim ise dünyada her şeyi içine almıştır, kaplamıştır. Onu, ittikada bulunanlar ve zekâtlarını verenler ve bizim âyetlerimize îman edenler için âhirette yazacağım. 157O kimseler ki, Rasûle, nebî, ümmi olana Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'e tâbi olurlar. O nebî ki, onu yanlarındaki Tevrat'ta ve İncîl'de ismiyle ve sıfatıyla yazılmış bulurlar. Onlara maruf ile emreder ve onları münkerden nehy eyler ve onların şeriatında haram kılınmış olanlardan temiz olanları onlara helâl kılar. Onların üzerine habis şeyleri, zorlukları - ölü hayvanı ve bunun gibisini - haram kılar. Ve onlardan ağır yüklerini ve üzerlerinde bulunan bağları - meselâ tevbe hususunda kişinin kendisini öldürmesi ve necasetin değdiği yerin kesilip atılması gibi şeyleri - kaldırır. Artık o kimseler ki, onlar O'na îman ederler ve ona tazimden bulunurlar ve ona hürmet ederler ve ona yardım ederler ve onunla beraber indirilmiş olan nura yani Kur’ân'a tâbi oluverirler, işte felâhbulanlar onların ta kendileridir. 158De ki: 'Hitap Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem) içindir. ' Ey insanlar! Şüphe yok ki, ben hepinize Allahü teâlâ'nın bir Rasûlü'yüm. Öyle Allah ki, göklerin ve yerin mülkü O'na âittir. O'ndan başka ilâh yoktur. Hem diriltir ve hem öldürür. Artık Allahü teâlâ'ya ve bir nebiyyi ümmî olup Allah'a ve O’nun kelimelerine Kur’ân'a inanan Rasûlü'ne îman ediniz ve O'na tâbi olunuz ki, hidâyete erişesiniz, rüşd üzere olasınız. 159Ve Mûsa'nın kavminden bir ümmet cemâat vardır ki, hak ile insanları hidâyete erdirirler. Ve hüküm hususunda hak ile adâlette bulunurlar. 160Ve biz onları Beni İsrâîl'i onikiye, o kadar sebtlere kabilelere ümmetlere ayırdık. Ve Mûsa'ya kavmi, Tih çölünde kendisinden su istedikleri vakit vahy ettik ki, asân ile taşa vur. O da hemen vurdu. Ve ondan kabilelerin adedince on iki pınar kaynayıp akmaya başladı. Her insan onlardan her kabile, su içeceği yeri bildi. Ve onların, üzerine Tih çölünde güneşin hararetinden dolayı bulutları gölgelik yaptık. Ve onların üzerine kudret helvası ile bıldırcın indirdik. O ikisi terencebin denilen bir yiyecekle tayrı semânı denilen kuştur. Ve onlara dedik ki: Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temizlerinden yiyiniz. Ve onlar bize zulüm etmediler. Velâkin kendi nefislerine zulmeder oldular. “ esbât” lâfzi “ istenetey aşerate “ den bedeldir - “Ümem” lâfzı ”esbât” lâfzından bedeldir. 161Ve yâdet o vakti ki, onlara denilmişti: Şu beldede Beyti Makdis'te oturunuz ve ondan dilediğiniz yerde yiyiniz. Ve “ Bizim işimiz hıttadır“ deyiniz. Ve eğilme secdesiyle secde eder olduğunuz hâlde kapıya, beldenin kapısına giriniz ki, sizin için hatalarınızı bağışlayalım. Tâatla muhsin olanları sevap cihetinden elbette arttıracağız. “Nağfir“ fiili nun ile okundu. Ayrıca mef’ûl için bina kılınmakla yâ ile “yuğfer “ diye de okundu. 162Fakat onlardan zulüm edenler kendilerine denilen sözü, başka bir söze çevirdiler. Dediler ki: “ Başağın içinde olarak buğday isteriz. “Ve kalçalarının üzerinde sürünerek alaylı bir tavırla (İçeri girdiler). Artık onların üzerlerine zulmeder oldukları şey sebebiyle gökten ricz, azap indirdik. 163Ey Resûlüm Muhammed! Azarlamak için onlara denizin kenarında bulunan, Kulzem denizinin civarında bulunan beldeye o belde ehline vâki olan şeyden sor. O zaman ki, onlar, Cumartesi gününde, o günde terkiyle emrolundukları balık avlanmasıyla haddi tecavüz eder olmuşlardı. O vakit onlara, Cumartesi günlerinde balıkları çokça, suyun üzerinde görünür olduğu hâlde gelirlerdi. Cumartesi tazimi yapmadıkları günde diğer günlerde balıklar Allah tarafından bir imtihan olarak onlara gelmezdi. İşte onları yapar oldukları fıskları sebebiyle böyle imtihan ederiz. Balık avlamaya başladıklarında belde üç gruba ayrıldı. Üçte biri onlarla beraber balık avladı. Üçte biri onları nehyetti, diğer üçte biri de avlanmak veya avlanmamak hususunda bir şey söylemeyerek geri çekildi. “iz “ lâfzi gerideki “yağdûne “ fiilinin zarfıdır. 164Ve o vakit onlardan avlanmayıp, avlanmaktan nehyedeni de men etmeyen bir cemâat dedi ki: Allahü teâlâ'nın kendilerini helâk edeceği veya şiddetli bir azap ile azaplandıracağı bir güruha niçin nasihatte bulunuyorsunuz? Dediler ki: Bizim nasihatimiz bir i’tizardır. Onunla biz Rabbimize karşı, nehyi terk hususunda bir eksiklik yapmayalım diye mazerette bulunuyoruz. Ve umulur ki, onlar avlanmaktan sakınırlar. İz “ lâfzi bir önceki âyetteki “ iz “ lâfzının üzerine affolundu. 165Ne zamanki onlar hatırlatıldıkları, vaazlandıkları şeyi unuttular, terk ettiler ve geri de dönmediler, kötülükleri nehyedenleri necata nail kıldık ve haddi aşmak sebebiyle zulmedenleri de yapar oldukları fıskları sebebiyle beîs, şiddetli bir azapla yakaladık. 166Ne zamanki nehyolundukları şeyleri terk etmekten serkeşlikte bulundular, tekebbür ettiler. Onlara “zelil alçak maymunlar olunuz“ dedik. Hemen onlar da maymun oluverdiler. Bu âyet bir önceki âyeti tafsil edicidir. İbn Abbâs dedi ki, susup (hiçbir şey yapmayan) cemâate ne yapıldı, bilemiyorum. İkrime (rahmetüllahi aleyh) da dedi ki: Onlar helâk olmadılar. Çünkü avlananların yaptığını çirkin gördüler ki, (emri bil mâruf yapanlara) “Allah'ın helâk edeceği kavme niçin vaazda bulunuyorsunuz “ dediler. İmâmı Hâkim, İbn Abbâs (radıyallahü anh)'dan rivâyet etti ki: Kendisi İkrime'nin kavline rücû etti ve o kavil onun hoşuna gitti. 167O vakit Rabbin bildirmiş oldu, elbette Kıyâmet gününe kadar onların yani Yahûdilerin üzerine onlara en kötü azap ile, zilletle ve cizye alınmasıyla işkencede bulunacak kimseler gönderecektir - Onların üzerine Süleyman (aleyhisselâm)'ı ve sonra Buhtunnassar'ı gönderdi. Onları katletti ve esir aldı. Üzerlerine cizye vurdu. Onlar o cizyeyi Peygamberimiz gönderilinceye kadar mecûsilere ödüyorlardı. Sonra Hazret - iPeygamber, o cizyeyi onların üzerine yükledi. Şüphe yok ki, Rabbin kendisine âsi olana serîul ikâbtır. Ve kendesine tâat edenlere mağfiret edicidir, onlara rahmet edicidir. 168Ve yeryüzünde ümmetler, cemâatler olarak onları parçalar yaptık, onları ayırdık. Onlardan sâlih kimseler vardır. Ve onlardan onun altında kâfir ve fâsık insanlar vardır. Ve onları iyiliklerle, nimetlerle ve kötülüklerle, sıkıntılarla imtihan ettik. Tâ ki, onlar fâsıklıklarından vazgeçerler. 169Onlardan sonra bir takım kimseler halef oldu. Babalarından kitaba, Tevrat'a vâris oldular. Ve bu denî şeyin metâını şu alçak şeyin yani dünyanın helâlden ve haramdan olan metaını alır dururlar. Ve derler ki: Elbette bizim ileride yaptığımız şey affolunacaktır. Ve onlara onun misli bir meta gelecek olsa onu da alıverirler. Bu cümle hâl cümlesidir” mağfirete dönerler hâlbuki onlar, yaptıkları şeye tekrar dönücüdürler ve onun üzerinde ısrar edicidirler. Ve hâlbuki Tevrat'ta (günaha) ısrar etmekle beraber, günahın affedileceğine dair bir vaad yoktur. Onlardan Allahü teâlâ'ya karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kitapta bir mîsak alınmamış mıydı? Halbuki onlar o kitaptakini okumuşlardi “ deresû“ fiili gerideki “ Lem yu'haz “ fiilinin üzerine atfolundu. - öyleyse niçin (günahta) ısrarla beraber, yine de Allah'ın mağfiret edeceğini söylemekle O'na karşı yalan söylüyorlar. Âhiret evi ise haramdan sakınanlar için hayırlıdır. Hâlâ âhiretin hayırlı olduğunu akıl edemiyecekler mi? Bu istifham, mevzunun zihinlere daha da yerleştirilmesini ifade eden bir istifhamdır. “ Lâ yağkılûne “ fiili yâ ile okundu. Ayrıca”Te “ile ” Lâ tağkılûne “ diye de okundu. 170Ve onlardan olan o kimseler ki, Kitab'a yapışırlar ve namazı dosdoğru kılmış bulunurlar, - Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi - şüphe yok ki, biz muslih kimselerin mükâfatını zayi etmeyiz. Yümessiküne fiili ya ile okundu. Ayrıca”Te “ile ” Tümessikûne “ diye de okundu. Bu son cümle ” ellizine “ nin haberidir. Burada (yani müslihin lâfzında) zamir yerine ismi zâhir getirilmiştir. (aslında) “ ecrahum“ dur. 171Ve o vakti yadet ki, dağı sanki bir gölgelik imiş gibi onların üzerine aslından koparmıştık, onu kaldırmıştık. Ve sandılar inandılar ki, o hakikaten onların üzerine düşecek. Yani eğer Tevrat'ın hükümlerini kabul etmezlerse Allah'ın dağı onların üzerine düşüreceği vaadinden dolayı o dağ üzerlerine düşecek. Yahûdiler Tevrat'ın hükümlerinin ağırlığından dolayı, o hükümlerden vazgeçmişlerdi. Onlara dedik ki: Size verdiğimizi kuvvetle, ciddiyetle ve çalışkanlıkla tutun. Ve onda olanı onunla amel ederek zikrediniz ki, sakınasınız. 172Ve o vakti yâdet ki: Rabbin Âdemoğulları'ndan, onların sırtlarından zürriyetlerini Âdem'in sulbünden olarak bir kısmını onun sulbünden, bir kısmını nesil nesil çıkartmakla (aynı arefe günü Nûman denilen yerdeki uçuşan toz taneleri gibi) çıkarttı. Ve onlar için kendi Rabliği üzerine bir takım deliller sundu ve onlara akıl yükledi. Ve onları kendi nefisleri üzerine şahit tuttu. Dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? “Onlar da ”evet - sen bizim Rabbimizsin - ve buna şahidiz “ dediler (Onları şahit tutması) o kâfirler Kıyâmet günü“Biz, bundan tevhidden gafiller idik, onu bilmiyorduk“ demesinler diyedir. “zuhûrihim” lâfzı harfi cerin de iadesiyle beraber “min Beni Âdem“ den bedeli istimaldir. “yekûlü“ fiili her iki mevzide (burada ve bir sonraki âyette) yâ ile okundu. Ayrıca”Te “ile ” Tekûlü“ diye de okundu. 173Veya demesinler ki, muhakkak babalarımız daha evvel yani bizden önce şerik koşmuşlardı. Ve biz ise, onlardan sonra bir zürriyet olduk. Bundan dolayı onlara uyduk. Bizleri şirki meydana çıkarmakla mubtıl olanların babalarımızın yaptıklarıyla helâk mı edeceksin, bizlere azap mı edeceksin? Mânâ şudur; Onlar için kendi nefislerinin üzerine tevhidle sehâdette bulunmalarıyla beraber bu şekilde delil getirmeleri mümkün değildir. (Peki şu dünya hayatında hiç kimse bu sehâdeti hatırlamamaktadır. Bu nasıl olacak? ) Bu ahdin Peygamberlerin lisânı üzere hatırlatılması, nefislerde de zikredilmesi yerine kâimdir. W***174Ve biz işte âyetleri böyle tafsil ederiz. Misâkı beyân ettiğimiz gibi o âyetleri de iyice anlasınlar diye beyân ediyoruz ki, onlar küfürlerinden dönsünler diye. 175Ey Resûlüm Muhammed! Onlara yani Yahûdilere o kimsenin haberini de oku ki, o kimseye âyetlerimizi vermiştik. Onlardan sıyrılıp ayrıldı. Küfrü sebebiyle o âyetlerden yılanın derisinden çıktığı gibi çıkıverdi. O kişi Beni İsrâîl'in âlimlerinden olan Belâm İbn Baûrâ'dır. Kendisinden Mûsa (aleyhisselâm)'nın aleyhine dua edilmesi istenmiş ve ona bazı hediyeler verilmiştir. O da bedduada bulunmuş böylece gerisin geriye dönmüş ve dili de göğsü üzerine sarkmıştı. Şeytan da onu kendisine tâbi kıldı. Ona bulaşıp, onun arkadaşı oldu. Artık sapıklardan oldu. 176Ve eğer biz dileseydik, onu amel işlemeye vâki kılmakla o âyetler ile âlimlerin makamlarına yükseltirdik. Fakat o yeryüzüne yani dünyaya sükûn etti ve ona meyletti. Ve dünyaya meylederek dua etmesinden dolayı hevasına tâbi oldu, ve biz de onu rezil ettik. Artık onun meseli sıfatı, o köpeğin meseli gibidir ki, kovmak ve korkutmakla üzerine varırsan solur, dilini çıkarır veya terk etsen de yine - dilini çıkarır - solur. Ondan gayrı hiçbir hayvan böyle değildir. - İki şart cümlesi de hâldir. Yani “Bütün durumlarda dilini çıkaran ve zelil olan köpek gibidir - “ Bununla kasıt rezillik ve düşüklük hususunda bir teşbih yapmaktır. Bu da “ fa “ harfi karinesiyle olmaktadır. O “fa” ki, mâbâd i'nin, mâkabli - dünyaya meyli ve hevâye tâbi olmak - üzerine tertibini işaret edicidir. Bu ise, şu âyet karinesiyle anlaşılmaktadır: İşte bu mesel, âyetlerimizi tekzip eden kavmin meselidir. Artık Yahûdilere kıssaları hikâye et. Belki onlar tefekkür ederler, bu kıssalar hakkında derince düşünürler de hemen îman ederler. 177O kavmin meseli mesel olarak ne çikindir. O kavim ki, bizim âyetlerimizi tekzip ettiler. Ve tekzip sebebiyle kendi nefislerine de zulüm eder oldular. 178Allahü teâlâ kime hidâyet ederse işte hidâyete eren odur. Kimleri de dalâlete düşürürse işte felâkete uğrayanlar da onlardır. 179Yemin olsun ki, cinden ve insten çoklarını cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ki, onlar ile hakkı anlayamazlar. Ve onlar için gözler vardır ki, onlar ile ibret alma bakışıyla, Allah'ın kudretine delâlet eden şeyleri göremezler. Ve onlar için kulaklar vardır ki, onlar ile âyetleri ve vaazları düşünme ve vaazlanma işitmesiyle işitemezler. İşte onlar anlayış, görmek ve işitmenin olmaması hususunda hayvanlar gibidirler. Bilâkis onlar hayvanlardan da daha sapıktırlar. Çünkü hayvanlar kendilerine menfaatti olan şeyleri talep edip, kendilerine zarar lı olan şeylerden kaçarlar. Bu kişiler ise inattan dolayı, ateşe doğru giderler, işte onlar gafil olanların tâ kendileridir. 180En güzel isimler, hadis - i şerifle vârid olan doksan dokuz isim Allah'a aittir. O'na, o isimler ile duada bulunun, Allah'ı onlarla isimlendirin. Ve O’nun isimlerinde ilhâd edenleri haktan meyledenleri bırakınız, terk ediniz. Çünkü onlar o isimlerden ilâhları için birtakım isimler türetmişler. Meselâ “Allah” lâfzından”lât“ ı, “Azîz “ lâfzından” uzzâ“yı, “mennân” lâfzından“ menât“ ı (türetmeleri) gibi. Onlar âhirette işler oldukları şeylerin cezasıyla cezalandırılacaklardır. Bu, savaşla emir olunmadan evvel idi. Hüsna lâfzı Ahsen lâfzının müennesidir. Yülhidûne fiili “ elhada “ - fiilinden gelmektedir. (Sülâsi mücerredi de) “ Lahide “ fiilidir. 181Ve yarattıklarımızdan bir ümmet de vardır ki, onlar hak ile rehberlik ederler. Ve hak ile adâlette bulunurlar. O ümmet, Ümmet - i Muhammed'dir (Hadis - i Şerifte de olduğu gibi) 182Ve âyetlerimizi Kur’ân’ı tekzib eden kimseler, ehl-i Mekke işte onları bilmez oldukları bir cihetten yavaş yavaş helâka çekeceğiz, azar azar onları yakalayacağız. 183Ve ben onlara mühlet veririm. Şüphe yok ki, benim yakalamam pek çetindir, şiddetlidir, takat getirilemez. 184Onlar düşünmediler mi ve bilmediler mi ki, onların sahiplerinde Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'de bir cinnet, delilik yoktur. O ancak aşikâr, inzârı açık bir nezirden başka değildir. 185Onlar göklerin ve yerin melekûtüne, mülküne ve Allahü teâlâ'nın yarattığı herhangi bir şeye bakmazlar mı ve onunla, onu yaratan, kudreti ve birliği üzere delil edinemezler mi ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine ve kâfirler olarak ölüp cehenneme döneceklerine ve hemen îman etmeye koşmalarının gerektiğine - bakmazlar mı - Artık bundan yani Kur’ân'dan sonra hangi bir söze inanacaklar. “min şey'in“ cârmecrûru “mâ” lâfzını beyan edicidir. 186Allahü teâlâ kimi dalâlete düşürürse, artık ona hidâyet edecek kimse yoktur. Ve onları kendi dalâletlerinde bocalar oldukları hâlde hayretten dolayı mütereddid bir hâlde oldukları hâlde bırakır. “yezerû“ fiili yâ ile okundu. Ayrıca nun ile “ nezeru“ diye de okundu. Ve her iki fiil cümle - i istinâfiye olarak refle okundu. Ayrıca fa’yı cezâiyeden sonraki “mâ” lâfzının mahalli üzerine atfolunarak cezmle de (“yezer ve nezer “ ) diye de okundu. 187Onlar, ehli Mekke, senden saatin Kıyâmetin ne zaman subut bulacağını sorarlar. Onlara de ki: Onun ne zaman subut bulacağının ilmi Rabbimin katındadır. Onun vakti hakkında O'ndan başkası açıklamada bulunamaz. Bu yerlerde ve göklerde, dehşetli oluşundan dolayı yerlerin ve göklerin ehli üzerine ağır, büyük olan bir keyfiyyettir. O sizlere ansızın, birdenbire gelir. Senden sorarlar, sanki sen ondan sual hususunda haberdar imiş, onun hakkında bir bilgi bilirmiş gibi ki, tâ ki, onu bilmişsin. De ki: Ona âit bilgi Allahü teâlâ'nın nezdindedir. Fakat insanların çoğu onun ilminin Allahü teâlâ'nın ındinde olduğunu bilmezler. “Vakt” lâfzının başındaki lâm harfi cerri “fi “mânâsındadır. Tekidleyici bir cümledir. 188De ki: Allahü teâlâ'nın dilediğinden başka nefsim için ne bir faideye - mâlik değilim - yani onu celb edemem, ne de bir zarar a mâlik değilim yani onu def edemem. Ve eğer gaybı, benden gâib olan şeyleri bilir olsa idim elbette hayırdan daha çok şeyler yapardım. Ve bana fakirlikten ve gayrı şeylerden bir kötülük, zarar lardan sakınmak sebebi ile ondan kaçındığım için dokunmazdı. Ben ancak kâfirleri ateşle korkutucu ve îman eden kavmi de cennetle müjdeleyiciyim. 189O Allah öyle bir zattır ki, sizi tek bir nefisten Âdem'den yaratmıştır ve eşini Havva'yı ondan yapmıştır, yaratmıştır ki, ona sükûn ede ve ona ünsiyette buluna. Ne zamanki onu kapladı, ona mukarenette bulundu hafif bir yük - o nutfedir - yüklendi. Bir müddet onunla uğradı, hafifliğinden dolayı gidip geldi. Ne zamanki ağırlaştı. Çocuk onun karnında büyüdü ve canlı bir yaratık olmaya yakın oldu, Allah'a Rablerine dua ettiler ki, eğer bize sâlih, düzgün bir çocuk verirsen elbette bunun üzerine sana şükredenlerden oluruz. 190Ne zamanki onlara sâlih bir çocuk verdi. Bunlar kendilerine verdiği şeyde ona Abdulhars ismini vermekle Allah'a şerikler yani ortaklar koşmaya başladılar. Halbuki o çocuğun ancak Allah'a kul olması lazımdır. - Fakat - (ona bu ismin verilmesi) Âdem (aleyhisselâm) masum olduğu için, kulluk hususunda bir şirk koşmak değildir. Semûre (radıyallahü anh) Hazret - iPeygamber'den (sallalahü aleyhi ve sellem) rivâyet eyledi ki, Dedi ki, Havva çocuk doğurduğunda İblis onun etrafında dolaşmaya başladı Ve Havva'nın hiçbir doğan çocuğu da yaşamayıp ölüyordu. İblis dedi ki: Sen onu bu isimle Abdulhars diye isimlendir. O zaman yaşar. Havva da onu isimlendirdi. Ve çocuk yaşadı. Bu şeytanın vahyetmesinden ve işinden dolayı olmuştur. (Bu hadisi, Hâkim rivâyet etti ve sahih, dedi. Tirmizî de rivâyet etti ve hasen ve garibtir, dedi.) Allahü teâlâ ise bunların Mekke ehlinin şerik koştuğu putlardan müteâlidir. Bir kırâatta “Şürekâ” lâfzı, şîn’in kesrasıyla ve tenvinle okundu. Bu cümle başka bir cümleden sebep olarak gelmiştir. Ve “ halakaküm“ cümlesinin üzerine atfolunmuştur. İkisinin arasındaki cümleler itirâziye cümleleridir. 191Bir şey yaratamayanları mı ibâdet hususunda ona şerik koşuyorsunuz? Hâlbuki onlar yaratılmaktadırlar. 192Hâlbuki bunlar için kendilerine ibâdet edenler için yardımda bulunmaya muktedir olamazlar. Ve ne de kendi nefislerine, onlara, kırmakla ya da başka bir şeyle zarar ı kast eden kimselerden, nefislerini men etmekle yardım edebilirler. Bir önceki âyetteki istifham (soru) azarlamak içindir. 193Ve eğer onları yani putları doğru yola davet etseniz size tâbi olmazlar. Siz onları doğru yola davet etseniz de veya onlara dua edilmesinden sükût eder olsanız da sizin üzerinize müsavidir. Duyamadıkları için ona tâbi olamazlar. “ Lâ yettebiûne “ fiili, şeddeyle okundu. Ayrıca şeddesiz olarak ”lâ yetbaüne “ diye de okundu. 194Allahü teâlâ'dan başka taptığınız şeyler şüphe yok sizin gibi sahipli kullardır. Haydi, onları çağırınız da sizin için duanıza icabet etsinler. Eğer siz onların ilâhlar olduğu hususunda sâdıklar iseniz. 195Sonra o putların acziyetini ve onlara ibâdet edenlerin o putların üzerine olan üstünlüğünü beyan etmeyi murad etti ve buyurdu; Onlar için kendileriyle yürüyecekleri ayakları mı veya bilâkis onlar için tutacak elleri mi ya da bilâkis onlar için kendileriyle görecekleri gözleri mi veyahut bilâkis onlar için kendisiyle işitecekleri kulakları mı var? Buradaki soru, inkârı ifâde etmektedir. Yani “ Onlar için, size âit olan kâbiliyyetlerden olan bir şey yoktur. Öyleyse onlara nasıl ibâdet ediyorsunuz. Hâlbuki sizler onlardan şekil cihetinden daha tamsınız. Onlara de ki, Ey Resûlüm Muhammed! Haydi şeriklerinizi benim helâkıma çağırınız, sonra hile yapınız ve hiç mühlet vermeyiniz. Hiç şüphesiz ki, ben sizlere aldırış etmem. “ eydim” lâfzi “yed” lâfzının cemisidir. 196Şüphe yok ki, benim velim, işlerimi üzerine alan o kitabı Kur’ân’ı indirmiş olan Allahü teâlâ'dır. Ve o bütün sâlihlere korumakla velilik eder. 197Ve ondan başka tapındıklarınız, size yardım etmeğe muktedir olamazlar ve ne de nefislerine yardım edebilirler. Öyleyse onlara niye aldırış edeyim? 198Ve onları yani putları doğru yola çağıracak olsanız duymazlar ve onları yani putları (Ey Resûlüm Muhammed! ) sana bakarlar yani bakan bir şahıs gibi sana mukabele eder olduklarını görürsün. Hâlbuki onlar göremezler. 199Affı, insanların ahlâkına kolay geleni iltizam et. O ahlâklar hususunda bir araştırma yapma. Hoş bir tavırla, mârûfu emret. Ve câhillerden yüz çevir. Onların sefihlikleri sebebiyle onlara mukabelede bulunma. 200Ve eğer, seni şeytan tarafından bir vesvese dürtecek olursa yani emrolunduğun şeyden seni çevirecek olursa (o vesveseden) yüz çevir hemen Allah'a sığın. Şüphe yok ki, O bi - hakkın sözü işiticidir, işi de bilicidir. “İmmâ” lâfzında, “in“ işartiyyenin nûnunun zâid olan“ mâ” lâfzının mimine idğamı vardır. Şartın ve emrin cevabı mahzûftur. Yani “senden o şeyi - Allah - defeder. “ 201Muhakkak o kimseler ki, mütteki olmuşlardır, onlar kendilerine şeytan tarafından bir arızadokunduğu, onlara isabet ettiği zaman Allah'ın azâbını ve sevabını, düşünürler. Hemen bir de onlar o şeyden gayrı olarak hakkı görücü olurlar. Ve geri dönerler. Bir kırâatta “ dayfum lâfzi “ dâ'ifun“ diye okundu yani “ onlara elem veren bir şey “. 202Ve onların kardeşleri yani kâfirlerden olan, şeytanın kardeşleri onları o şeytanlar dalâlete sürüklerler. Onlar terk etmezler. Müttekîlerin gördükleri gibi görüp, o dalâletten geri durmazlar. 203Ve onlara yani ehli Mekke'ye, diledikleri şeyden bir âyet getirmediğin zaman“Onu sen oluşturmalı, kendi tarafından uydurmalı değil miydin? ” derler. Onlara de ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana tâbi olurum. Ve benim için kendi tarafımdan bir şey getirebilmem diye bir şey yoktur. Bu Kur’ân Rabbiniz tarafından basiretlerdir, hüccetlerdir. Ve mü'minler olan bir kavim için hidâyettir ve rahmettir. 204Ve Kur’ân okunduğu zaman onu hemen dinleyin ve konuşmaktan sükût edin. Tâ ki, rahmete nail olasınız. Bu âyet - i kerîme hutbe esnasında konuşmayı terk etmek hususunda nâzil olmuştur. Allahü teâlâ, Kur’ân hutbeyi de içine aldığı için hutbeden Kur’ân'la tâbir buyurdu. Denildi ki: Bu âyet - i kerîme, mutlak olarak Kur’ân’ın kırâati hususunda nâzil olmuştur. 205Ve Rabbini içinden gizli olarak yalvararak, zelil olarak ve O'ndan korkarak ve kırâattan cehren kırâatin altı ve gizli okumanın üstü olarak yani ikisinin arasını kastederek sabahları ve akşamları, gündüzün ilk saatleri ve sonlarında zikret ve Allah'ın zikrinden gafil olanlardan olma. 206Şüphe yok ki, Rabbin ındinde bulunanlar yani melekler O'na ibâdet etmekten tekebbürde bulunmazlar. Ve O'nu tesbih ederler. O'na lâyık olmayan şeyden O'nu tenzih ederler. Ve ancak O’nun için secdeye kapanırlar. Yani O'na, boyun eğmeyi ve ibâdet etmeyi has kılarlar. Artık onlar gibi olunuz. |
﴾ 0 ﴿