26 -ŞUARÂ' SÛRESİRahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle 1Tâ, Sîn, Mîm. Bu harflerden muradın ne olduğunu en iyi Allahü teâlâ bilir. 2Bunlar bu âyetler açıklayıcı Hakkı, batıldan ayırıp ortaya koyan kitabın, Kur’ân’ın âyetleridir. Âyet-i kerîme’de geçen : “Ayâtü “ile ” el-Kitâbi “ arasındaki izafet, “min“ mânâsındadır. 3Onlar Mekkeliler îman etmeyecekler diye sen Ey Resûlüm Muhammed, adetâ kendine kıyacaksın üzüntünden kendini katledeceksin. Buradaki “ Lealle ” lâfzi “ işfak “ (acımak) içindir. Yani, “ Bu üzüntüyü hafifletmek suretiyle kendine acı. “ 4Biz dilersek, onların üzerine gökten âyet indiririz de, ona boyunları eğile kalır ve o zaman hemen îman ederler. Âyet-i kerîme’de geçen “ zallet” lâfzı, muzari mânâsında olup cümle, “ Tezallü tedûmü “ Takdirindedir. Ayrıca “ A'nak” kelimesi, haddi zatında sahiplerinin sıfatı olan“ hûd'u “ (teslim olmak) ile sıfatlanınca, onun sıfatı da akıl sahiplerine mahsus olan siga ile cemilendi. 5Kendilerine Rahmân'dan yeni bir zikir: Kur’ân (âyeti) gelmeye dursun. İlle ondan yüz çevirirler. Âyet-i kerîme’de geçen “ muhdesin” lâfzı, sıfat-ı kâşifedir. 6Evet Kur’ân’ı yalanladılar. Ama onlara yakında o alay ettikleri şeyin haberleri, sonuçlan gelecektir. 7Onlar yeryüzüne bakmadılar mı? Nazar etmediler mi? Biz orada her iyi çiftten, güzel çeşitten nice bitkiler yetiştirmişiz. Âyet-i kerîme’de geçen “ kem” lâfzı, haberiyye olup” kesiren“ mânâsındadır. 8Şüphesiz bunda bir âyet: Allahü teâlâ'nın kudretinin kemalini gösteren alâmet vardır. Ama Allah'ın ezelî ilminde onların çoğu îman edecek değildirler. Sibeveyh, âyet-i kerîme’de geçen “ kane ” lâfzının zâide olduğunu söylemiştir. 9Muhakkak senin Rabbin yegâne güçlü kâfirlerden intikam alan izzet sâhibi ve mü'minlere çok mehametlidir. 10Ey Resûlüm Muhammed! Kavmine bahset; Hani, Mûsa ateşi ve ağacı gördüğü gece, Rabbin Mûsa'ya “O zâlimler topluluğuna peygamber olarak gidiver. Âyet-i kerîme’de geçen ”en“ masdariye olup“Bi-en> “ Takdirindedir. 11Kendisiyle birlikte Fir’avun'un kavmine..... Onlar ki, Allah'a küfretmekle kendi kendilerine, köleler gibi çalıştırmakla da İsrâîl oğullarına zulmetmişlerdir. Allah'tan O'na itâat etmek suretiyle hâlâ korkup, O'nu tevhidde bulunmayacaklar mı? diye nida etmişti. Âyet-i kerîme’de geçen ”ela” lâfzındaki hemze, isfifham-ı inkâri mânâsındadır. 12Mûsa şöyle dedi: “ ey Rabbim! Doğrusu korkarım, beni tekzip ederler. 13Benim de onların beni tekzip etmelerinden göğsüm daralır. Dilim ondaki pelteklik sebebiyle risaleti eda ederken açılmaz. Onun için kardeşim Harun’a da benimle birlikte peygamberlik ver! 14Hem onların kendilerinden bir Kıpti'yi öldürdüğüm için bana isnat ettikleri bir suçları var. Ondan dolayı korkarım, bu suç sebebiyle beni öldürürler. “ 15Allahü teâlâ buyurdu ki: “ hayır! Yani seni öldüremezler, ikiniz de, sen ve kardeşin -şu hâlde burada muhatab, gaibe tağlib edilmiştir- hemen mu'cizelerimizle gidin! Muhakkak biz, sizinle beraberiz. Sizin söyleyeceklerinizi de, size söylenecekleri de işitiyoruz. “ Burada Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Harun (aleyhisselâm) cemâat yerine konularak hitaba mazhar olmuşlardır. 16HaydiFir’avun'a gidin de, deyin ki: “Biz her birimiz âlemlerin Rabbinin sana gönderdiği resûlüyüz! 17İsrâîl oğullarını bizimle beraber Şam'a göndereceksin“ Âyet-i kerîme’de geçen ”en” lâfzıüzerinden“ Ba “ harf-i cerri hazfedilmiş olup“Bi-en”Takdirindedir 18Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Harun, Fir’avun'a varıp aldıkları bu emr-i ilâhiyi ona ilettiler. “ fir’avun Hazret-i Mûsa'ya: “Biz seni yeni doğmuş, sütten kesildikten sonra yeni doğmuş sayılabilecek kadar küçük bir çocuk iken aramızda, evlerimizde büyütmedik mi? Sen ömründen hayli seneler, otuz sene bizim aramızda kalmadın mı? (Bu zaman zarfında) Mûsa (aleyhisselâm), Fir’avun'un giydiklerinden giyer, onun bineklerine biner ve onun oğlu diye anılırdı. 19O yaptığın işi de yaptın -Kastedilen iş, Kıpti'yi öldürmesidir- o hâlde sen nankörlerdensin, seni yetiştirmek ve zor işlerde çalıştırmamak suretiyle sana olan nimetimi inkâr edenlerdensin“ dedi. 20Mûsa, “O işi yaptım, ama ben o vakit bu esnada, Allah'ın bundan sonra bana lütfettiği ilim ve risalet nimetlerinden cahil olanlardan idim. 21Senden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Nihayet Rabbim bana hüküm, ilim ihsan buyurdu ve beni peygamberlerden yaptı. 22O nimet diye başıma kaktığın şey de İsrâîl oğullarını kendine köle etmendir. Yani onları köle edindin, beni köle edinmedin. Bununla senin üzerine bir nimet söz konusu olamaz. Çünkü sen onları köle edinmekle onlara haksızlık etmişsin. “ Bazı âlimler, cümlenin başına, istifham-ı inkârı takdir etmektedirler (Bu durumda mânâ, “ Bu bir nimet midir? ” şeklinde değişir.) Âyette geçen “ Temünnüha” lâfzı, “ Tümünnübiha”Takdirindedir. “ enabbedte “ cümlesi de ” Tilke “ den atf-ı beyandır. 23Fir’avun Mûsa'ya “senin resûlü olduğunu söylediğin o Âlemlerin Rabbi de nedir? Yani nasıl bir şeydir O? ” dedi. Mahlûkat için Allahü teâlâ'nın hakikatini bilme konusunda bir yol olmayıp, O'nu ancak sıfatlarıyla tanıyabileceklerinden, Mûsa (aleyhisselâm) da Fir’avun'a, O’nun bazı sıfatlarını anlatarak cevap verdi: 24“ göklerin, yerin ve aralarında bulunan her şeyin Rabbidir. Yani bütün bunların yaratıcısıdır. Eğer Allahü teâlâ'nın bunların yaratıcısı olduğunu yakinen anlarsanız bir tek O'na îman ediniz “ dedi. 25Fir’avun kavminin elit takımından etrafındakilere “suale uymayan cevabını duyuyor musunuz? ” dedi 26Mûsa “O, sizin de Rabbiniz, daha önceki atalarınızın da Rabbidir. “ dedi. Bu ifade her ne kadar daha önceki ifadenin mefhumuna dahilse de, Fir’avun'u fazlasıyla öfkelendirmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, Fir’avun: 27“ herhalde bu size gönderilen peygamberiniz, iyice deli olmali “ dedi. 28Mûsa “O doğu ile batının ve aralarındaki her şeyin Rabbidir. Eğer O’nun böyle olduğunu akledebiliyorsanız, bir tek O'na îman ediniz “ dedi. 29Fir’avun, Mûsa'ya, “yemin olsun! Eğer benden başka bir ilâh tanırsan, seni mutlaka zindanlıklardan ederim“ dedi. Fir’avun'un zindanı çok ağır idi. Bir kişiyi yer altına hapsederdi. Ve o kişi orada ne kimseyi görebilir, ne de duyabilirdi. 30Mûsa ona “sana açıklayıcı bir şey, risaletimi belgeleyen apaçık bir delil getirsem de mi? Yani yine de bunu yapar mısın? ” dedi. 31Fir’avun Mûsa'ya, “ eğer bu konuda doğru söyleyenlerden isen, hemen getir onu!“ dedi. 32Bunun üzerine Mûsa asasını bıraktı. Birde ne görsün! Asa açıkça bir ejderha koca bir yılan oluverdi! 33Bir de elini çekti, onu koynundan çıkarıverdi o da bakanlar için önceki esmerlik halinin tersine bembeyaz ışık yayan bir nesne kesiliverdi. 34Fir’avun etrafındaki cemâate, “ Bu hakikaten bilgiç bir sihirbazmış, sihir ilminde pek mâhirmiş! 35Sizi büyüsü ile yerinizden çıkarmak istiyor. Şimdi ne emredersiniz? ” dedi. 36Onlar, “Onu ve kardeşini tut, ikisinin kararını beklet! Şehirlere de haşrediciler, toplayıcılar gönder de, 37Sana sihir ilminde Mûsa'dan daha önde olan bütün bilgiç sihirbazları getirsinler. “ dediler. 38Böylece belli bir günün tayin edilen vaktinde - ki, o da bayram gününün kuşluk vakti idi- bütün sihirbazlar bir araya toplandı. 39Halka da, “siz de toplanacak mısınız? 40Eğer gâlip gelirlerse, umarız biz de sihirbazlara tâbi oluruz “ denildi. Buradaki istifham, toplanmaya teşvik içindir, kendi adamları gâlip gelmesi halinde onlara tâbi olmayı ümit etmeleri ise, kendi dinlerine devam etsinler de Hazret-i Mûsa'ya tâbi olmasınlar, diye idi. 41Sihirbazlar gelince, Fir’avun'a, “ eğer biz üstün gelirsek, bize muhakkak bir mükâfat var değil mi? ” dediler. Âyet-i kerîme’de geçen ”einne ” lâfzı, İki hemzenin tahkiki, ikincisinin teshîli, tahkik ve teshil durumlarında aralarına Elifin dâhil edilmesi ile okunmuştur. 42Fir’avun, “ evet! Hem o vakit gâlip gelmeniz halinde siz muhakkak gözdelerden olacaksınız!“ dedi. 43Sihirbazlar Hazret-i Mûsa'ya “ya sen (aleyhisselâmanı) at! Yahut bizler atıverelim“ dedikten sonra Mûsa onlara, “Atın ortaya ne atacaksanız!“ dedi. Şu hâlde buradaki emir, öncelikle onların atmalarına — Böylece hakkı ortaya çıkarmaya yol bulmak gayesi ile— izin vermek içindir. 44Onlar da hemen iplerini, sopalarını ortaya attılar ve “ fir’avun'un ululuğu hakkı için bizler, hakikaten bizler galipleriz “ dediler. 45Bunun üzerine Mûsa asasını bırakıverdi. Bir de ne görsünler! O bütün uydurduklarını, halkın gözünü boyayıp çevirdiklerini ve böylece iplerini ve asalarını koşan yılanlar olarak gösterdiklerini yutuyor! Âyet-i kerîme’de geçen ”e-âmentüm” lâfzı, iki hemzenin tahkiki ve ikincisinin Elife ibdali ile okunmuştur 46Sihirbazlar hemen secdeye kapandılar. 47
Âyetin tefsiri için bak:48 48“Biz âlemlerin Rabbine, Mûsa ile Harun'un Rabbine îman ettik“ dediler. Çünkü onlar pek ala biliyorlardı ki, asadan müşahede ettikleri şey, sihirle başarılabilecek bir iş değildir. 49Fir’avun, “Ben, kendim size izin vermeden ona, Mûsa'ya îman mı ettiniz? Şüphe yok ki, size sihir öğreten ustanız o imiş, sihrin bir bölümünü size öğretmiş, kalanıyla da size gâlip gelmiş. Ama yakında benden size gelecek olanı bileceksiniz. Yemin olsun ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama her birinin sağ eli ile sol ayağını kestireceğim ve hepinizi mutlaka astıracağım!“ dedi. Âyet-i kerîme’de geçen ”en” lâfzıüzerinden“ Bâ “ harf-i cerri mahzûf olup“ Bİ-en”Takdirindedir. 50Sihirbazlar: “zarar ı yok, bunun bize bir zarar ı olmaz. Çünkü biz keyfiyeti nasıl olursa olsun, öldükten sonra âhirette Rabbimize döneceğiz. 51Biz zamanımızda îman edenlerin ilki olduğumuzdan, Rabbimizin günahlarımızı bağışlayacağını tama ederiz umarız “ dediler. 52Mûsa'ya aralarında -kendilerini Allah'ın âyetleri ile hakka çağırarak- geçirdiği, ancak tüm çabaların yalnızca daha çok kibirlenip haddi aşmalarına yol açtığı yılların ardından” kullarımı İsrâîl oğullarını gece vakti denize doğru yürüt! Çünkü takip edileceksiniz. Fir’avun ordularıyla birlikte sizleri takip edecek ve sizin arkanızdan onlar da denize dalıverecekler. Ne var ki, ben, sizleri (denizi yarıp) kurtaracağım. Onları ise denizde boğacağım“ diye vahyettik. Âyet-i kerîme’de geçen ”en-Esri ” lâfzı, bir kırâatte, Nun'un kesresi ve ”esrı “kelimesinin hemzesinin vasledilmesi ile okunmuştur. Bu durumda ”esra “ da ayrı bir lügat olan“sera “ fiilinden gelmekte olup “sir bihim leylen“ mânâsındadır. 53Fir’avun da İsrâîl oğullarının geceleyin yola çıktıklarını haber alınca şehirlere -Bir görüşe göre Fir’avun'a bağlı bin şehir, on iki bin de köy vardı- haşrediciler, asker toplayıcılar gönderdi. Bir yandan da şöyle diyordu: 54Bunlar, gerçekten sayıları az bir cemâattır taifedir. Rivayete göre İsrâîloğulları'nın tamamı, 670 000 kişi idi. Fir’avun'un ordusunun ise sadece öncül birliği 700. 000 kişiden oluşuyordu. Dolayısıyla Fir’avun, kendi ordusunun çokluğuna nazaran İsrâîl oğullarını azımsamıştır. 55Fakat onlar, bizi kızdırıyorlar. Bizi kızdıracak davranışlarda bulunuyorlar. 56Biz ise ihtiyatlı teyakkuz halinde bir cemâatiz. “ Âyet-i kerîme’de geçen “ hezirûne ” lâfzı, bir kıratta “ hâzirûne “-hazırlıklı bir cemâatiz “manasında - şeklinde gelmiştir. 57Allahü teâlâ buyuruyor ki, Böylece onları Fir’avun ve adamlarını Mûsa ve kavmine yetişmek gayesi ile Mısır'dan (ve bulundukları) bahçelerden, Nil'in iki yakasında bulunan bostanlardan pınarlardan, Nil nehrinden evlerde akan akar sulardan, 58Hazinelerden, altın ve gümüş gibi görünen mallarından - Allahü teâlâ'nın hakkı bu mallardan eda edilmediği için“ hazine “ diye adlandırılmışlardır— ve şerefli makamlardan Emir ve vezirlere âit, bunları etbaı tarafından çevrelenen güzel bir meclisten çıkardık. 59İşte böyle! Yani bizim çıkarışımız bu anlattığımız gibi oldu. Ve onlara, Fir’avun'u ve kavmini boğduktan sonra İsrâîl oğullarını mirasçı yaptık. 60Derken gün doğumunda, güneşin doğma vaktinde arkalarına düştüler. Onlara yetiştiler. 61Ne zamanki iki topluluk birbirini gördü, iki topluluktan her biri diğerini gördü. Mûsa'nın adamları, “Biz muhakkak yakalanıyoruz, Fir’avun'un topluluğu bize yetişiyor. Onlara karşı koyacak bir takatimiz da yok“ dediler. 62Mûsa “ Asla! Yani kesinlikle bize yetişemeyeceklerdir. Rabbim yardımıyla benimle beraberdir. Bana kurtuluş yolunu gösterecektir“ dedi. 63Bunun üzerine Mûsa'ya: “Asan ile denize vur!“ diye vahyettik. Hazret-i Mûsa denize vurunca deniz yarıla kaldı on iki parça halinde yarılıverdi. Her parçası koca bir dağ gibi oldu. Bu on iki parçanın arasında, binitlinin ne eğerinin ne de tingiltisinin ıslanmadan geçebildikleri bir takım yollar oluştu. 64Ötekileri Fir’avun ve kavmini de buraya yanaştırdık, yaklaştırdık. Nihayet onların girmiş oldukları yollara bunlar da girdiler. 65Mûsa'yı ve beraberindekilerin hepsini bahsedilen şekilde denizden çıkarmak suretiyle kurtardık. 66Sonra ötekilerini Fir’avun'u ve kavmini - bunların denize girme işlemi, İsrâîl oğullarının da çıkma işlemi tamam olunca- denizi üzerlerine kapamak suretiyle boğduk. 67Elbette bunda Fir’avun'u ve kavmini boğmamızda bir âyet vardır. Onlardan sonra gelenler için bir ibret vardır. Böyle iken, çoğu Allah'a imana gelmedi. Fir’avun'un hanımı Hazret-i Asiye, Fir’avun ailesinin mü'mini Hizkil ve Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'ın nâşını gösteren Meyrem binti Namusa'dan başka kimse îman etmedi. 68Hiç şüphesiz senin Rabbin güçlüdür. Bundan dolayıdır ki, kâfirlerden, onları boğmak suretiyle intikam aldı. Mü'minlere karşı da çok merhametlidir. Bundan dolayıdır ki, onları boğulmaktan kurtardı. 69Sen onlara Mekke kâfirlerine İbrâhîm'in haberini de oku! 70Hani babasına ve kavmine “siz neye taparsınız “ demişti. Âyet-i kerîme’de geçen “ İz “ lâfzı, “Nebe'e “ den bedeldir. 71Onlar“ Bir takım putlara taparız ve onlara tapıp dururuz bütün gün onlara tapmaya devam ederiz. “ dediler. İftihar amacıyla bu cümleyi de cevaplarına ilave etmişlerdir. Âyet-i kerîme’de geçen “ na’büdü“ fiilini (hazfedebileceğine dair karine bulunmasına rağmen) “fe-nezallü“ fiilini üzerine atfetmek için sarahaten zikretmişlerdir. 72İbrâhîm, “ dua ettiğiniz vakit onlar sizi işitirler mi? 73Yahut şayet onlara taparsanız size faydaları veya tapmaz iseniz size zarar ları olur mu? ” dedi. 74“ hayır! Ancak biz babalarımızı böyle bizim yaptığımız gibi yaparlarken bulduk“ dediler. 75
Âyetin tefsiri için bak:76 76İbrâhîm şöyle dedi: “Şimdi gördünüz mü? O sizin ve önceki atalarınızın taptıklarını? 77Hep onlar benim düşmanımdır. Ben onlara tapmam. Yalnız, lakin âlemlerin Rabbi öyle değil, zira ben O'na kulluk ederim. 78O ki, beni yaratmıştır. Beni dine O iletir. 79O ki, beni O doyurur, O sular. 80Hastalandığım vakit bana O şifa verir. 81O ki, beni öldürecek, sonra diriltecektir. 82Ve O ki, din günü ceza günü günahımı bağışlayacağını tama ediyorum umuyorum. 83Ey Rabbim! Bana bir hüküm ilim ver ve beni sâlih kullarına peygamberlere kat! 84Benden sonra Kıyâmet gününe kadar gelecek olan sonrakiler için de benim için doğruluk dili güzel övgü halk eyle. 85Beni Naim cennetinin mirasçılarındanNaim cennetleri kendilerine bahşedilenlerden eyle! 86Babamı da ona kendisini bağışlamana vesile olacak tevbeyi nasib etmen suretiyle bağışla! Çünkü o dalâlette olanlardan idi. -İbrâhîm (aleyhisselâm) bu duayı, babasının Allah'a düşman olduğunu bilmeden önce yapmıştı- Tevbe sûresinde zikredildiği gibi. 87Onların insanların diriltilecekleri gün beni rezil rüsva etme!“ Allahü teâlâ o gün hakkında şöyle buyuruyor: 88O gün ki, ne mal kimseye fayda verir, ne de oğullar!..... 89Ancak, lakin Allah'a şirkten ve nifaktan temiz bir kalple varan başka! Bu da mü'minin kalbidir. Zira mü'mine malı ve oğullan fayda verecektir. 90Cennet takva sahipleri için yaklaştırılmıştır. Ve onlar cenneti göreceklerdir. 91Cehennem ise azgınlar için, kâfirler için tebriz edilmiştir, açık seçik gösterilmiştir. 92
Âyetin tefsiri için bak:93 93Ve onlara “ Allah'ı bırakıp O'ndan başka taptıklarınız — ki, onlar da putlardır— nerede? Azâbı sizden uzaklaştırmak suretiyle size yardım ediyorlar mı? - Yahut onu kendilerinden defedip kendilerini kurtarabiliyorlar mı? ” Elbette ki, Hayır! denilecektir. 94
Âyetin tefsiri için bak:95 95Artık onlar, o azgınlar ve İblisin orduları, etbaı ve hem cinlerden, hem de insanlardan O'na itâat edenler yüzüstü hep birden cehenneme yuvarlanırlar, atılırlar. 96Onlar o azgınlar orada tapındıklarıyla birlikte birbiri ile çekişirlerken şöyle derler: 97Vallahi biz, açık bir sapıklık içindeydik. Âyet-i kerîme’de geçen “ in“ şeddeli “ İnne “ den muhaffef olup, ismi mahzûftur. Takdiri “ İnhü“ dur. 98Çünkü sizi ibâdette âlemlerin Rabbiyle bir tutuyorduk. 99Bizi hak yoldan ancak mücrimler şeytanlar yahut kendilerine uyduğumuz öncekiler saptırdı. 100
Âyetin tefsiri için bak:101 101Artık bizim için mü'minlerin olduğu gibi, ne meleklerden, peygamberlerden ve mü'minlerden oluşan şefaatçiler, ne de işimize eğilecek yakın bir dost yoktur. 102Bari bizim için dünyaya bir kere dönüş olsa da mü'minlerden olsak!“ Burada”lev “ Temenni için olup “Neküne “onun cevabıdır. 103Şüphesiz bu zikredilen Hazret-i İbrâhîm ve kavminin kıssasında bir ibret vardır. Öyleyken çoğu îmana gelmediler. 104Ve şüphesiz ki, Rabbin güçlüdür, merhametli ancak O'dur. 105Nûh’un kavmi Nûh'u yalanlamakla (esasında) peygamberleri yalanladı, çünkü bütün peygamberler ” tevhid“ düsturunu getirmede müşterektirler. Veya Nûh (aleyhisselâm) uzunca bir süre kavmi içinde bulunduğundan kendisi sanki bir kaç peygamber gibi oldu. Âyet-i kerîme’de geçen “ kavmü “ lâfzının müennes oluşu mânâsına itibarla, müzekker oluşu da lâfzına itibarladır. 106O vakit nesebce kardeşleri Nûh onlara, “siz Allah'dan korkmaz mısınız? “ 107Gerçekten ben size gönderilmiş kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ üzerine emin bir peygamberim. 108Artık Allah'dan korkun ve size emrettiğim konuda -ki, o da, Allah'ı birleyip O'na itâat etmenizdir— bana itâat edin. 109Buna karşı, bunun tebliğine karşı, ben sizden bir bedel de istemiyorum. Benim ücretim sevabım ancak âlemlerin Rabbine aittir. Âyet-i kerîme’de geçen “ İn” lâfzı, “mâ-inâfiye “ mânâsındadır. 110O hâlde Allah'dan korkun ve bana itâat edin!“ Tekid gayesi ile cümlesini tekrar etmiştir. 111Onlar, “Arkana hep en rezil kimseler, dokuyucular ve papuçcular gibi düşük kimseler takılmışken biz sana inanır mıyız, senin sözünü tasdik eder miyiz? ” dediler. Âyet-i kerîme’de geçen “Vettebeake ” lâfzıbir kırâatte “Ve-etbaüke “ şeklinde okunmuştur. Bu durumda” Tâbiün” kelimesinin çoğulu olup mübtedadır. 112Nûh, “Benim onların ne yaptıkları hakkında bilgim yoktur. Âyet-i kerîme’de geçen “ İlmî” lâfzı, “İlmün lî “ Takdirindedir. 113Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer sizin şuurunuz olsa, bunu bilmiş olsanız, onları ayıplamazdınız. Âyet-i kerîme’de geçen “ in“ “ma-inâfiye “ mânâsındadır. 114Hem ben îman edenleri kovacak değilim. 115Ben ancak açık bir uyarıcıyım, uyarısı apaçık olan bir kimseyim“ dedi. 116Onlar, “ ey Nûh! Yemin olsun! Eğer bize söylediklerinden vazgeçmezsen muhakkak taşla yahut kötü sözle recmedilenlerden olacaksın“ dediler. 117Nûh, “ ey Rabbim! Gerçekten kavmim beni yalanladı. 118Artık benimle onların arasını sen fetheyle hükmünü ver de, beni ve beraberimdeki mü'minleri kurtar dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: 119Bunun üzerine biz onu ve beraberindekileri o, meşhur insanlardan hayvanlardan ve kuşlardan dolmuş geminin içinde kurtardık. 120Sonra bunun ardından onları kurtarmamızın ardından, kavminden geri kalanları boğduk. 121Şüphesiz bunda bir ibret vardır. Öyle iken yine çoğu imana gelmediler. 122Ve şüphesiz Rabbin, O, yegâne kudret sâhibidir, çok merhametlidir. 123Âd da peygamberleri yalanladı. 124Hani, kardeşleri Hûd onlara şöyle demişti: “siz Allah'dan korkmaz mısınız? 125Gerçekten ben, size gönderilmiş, emin bir peygamberim. 126Artık Allah'dan korkun da bana itâat edin. 127Buna karşı ben sizden bir ücret de istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir. Âyet-i kerîme’de geçen “ İn“ “ma-i nâfiye “ mânâsındadır 128Siz her tepeye, yüksek bir mekânda bir alâmet, yoldan geçen ler için alâmet sayılan bina inşa eder; size uğrayan kimselerle eğlenir ve onlarla dalga geçer misiniz? Âyet-i kerîme’de geçen “ Ta'besüne “ cümlesi “ Tebnüne “ nin zamirinden hâl düşer. 129Ve dünyada ebedi kalacak, hiç ölmeyecek mişsiniz gibi, yer altında su hazneleri mi ediniyorsunuz? 130Hem dövmek için yahut öldürmek için yakaladığınız zaman, zorbalar gibi, hiç acıma duygusu taşımaksızın yakalıyorsunuz. 131Artık bu hususta Allah'dan korkun ve size emrettiğim konularda bana itâat edin. 132Size, bildiğiniz şeylerle imdat eden, üzerinize nimetlerini ihsan eden, 133Size davarlarla, oğullarla, 134Bağlarla, bahçelerle gözelerle, pınarlarla imdat eden Allah'dan korkun! 135Doğrusu ben, bana isyan etmeniz halinde dünyada ve âhirette üstünüze gelecek büyük bir günün azâbından korkuyorum. “ 136Onlar şöyle dediler: “sen öğüt versen de, hiç öğüt verenlerden olmasan da bizce değişen bir şey yoktur, bizim nazarımızda hep aynıdır. Yani sen bize vaaz ediyorsun diye gidişatımızı değiştirecek değiliz. 137 Bu bizi korkutmaya çalıştığın şey, eskilerin icatlarından onların uyduruklarından ve yalanlarından başka bir şey değildir. 138Biz azap olunacaklar da değiliz! 139Böylece onu azap konusunda yalanladılar. Biz de onları dünyada kasırga ile helâk ettik. Şüphesiz ki, bunda bir ibret vardır. Öyle iken çoğu imana gelmediler. 140Ve şüphesiz ki, Rabbin yegâne güçlüdür, merhametlidir. 141Semûd (kavmi de) peygamberleri yalanladı. 142Hani, kardeşleri Sâlih onlara şöyle demişti: “siz Allah'dan korkmaz mısınız? 143Gerçekten ben, size gönderilmiş emin bir peygamberim. 144Artık Allah'tan korkun da bana itâat edin. 145Buna karşı ben sizden bir ücret de istemiyorum. Benim ücretim, ancak âlemlerin Rabbine aittir. Âyet-i kerîme’de geçen “ İn“ “ma-inâfiye “ mânâsındadır. 146Siz burada bulunan nimetler içerisinde emin olarak bırakılır mısınız? 147O, bahçelerin ve pınarların içinde, 148O, ekinlerin ve turfanda meyvesi hoş, latif ve yumuşak hurma ağaçlarının içinde ha? 149Bir de dağlardan sevinçli, sevinçli şımarık bir tutumla evler yontuyorsunuz. Âyet-i kerîme’de geçen “ferihine ” lâfzı bir kırâatta “ fârihine-keyifli olarak, mânâsında- şeklindedir. 150Artık Allah'dan korkun ve size emrettiğim konularda bana itâat edin. 151O müsriflerin emrine itâat etmeyin. 152Onlar ki, yeryüzünü işledikleri masiyetlerle fesada verirler de Allah'a itâat etmek suretiyle düzeltmezler. 153Kavmi, “sen ancak büyülenmişlerdensin, kendilerine çokça sihir yapılarak akılları etki altına alınanlardansın. 154Sen aynı zamanda bizim gibi insandan başka bir şey değilsin. Eğer risaletin hakkında doğru söyleyenlerdensen, haydi bir mu'cize getir!“ dediler. 155Sâlih dedi ki: “İşte bir dişi deve! Ona bir içme sırası, su hakkı size de belli bir gün su hakkı var. 156Ona bir fenalıkla dokunmayın ki, bu yüzden sizi büyük bir günün azâbı büyük bir azapla yakalar. “ 157Derken o deveyi kestiler. Yani onu, tamamının rızasıyla onlardan birisi kesti. Ama onu kestiklerine pişman oldular. 158Çünkü tehdit edildikleri o azap kendilerini yakalayıverdi de helâk oldular. Şüphesiz bunda bir ibret vardır. Öyle iken çoğu imana gelmedi. 159Ve şüphesiz ki, Rabbin, O, yegâne güçlü, yegâne merhametlidir! 160Lût kavmi de peygamberleri yalanladı. 161O vakit, kardeşleri Lût, onlara şöyle demişti: “siz Allah'dan korkmaz mısınız? 162Gerçekten ben size gönderilmiş emin bir resûlüm. 163Artık Allah'dan korkun da bana itâat edin. 164Buna karşı, ben sizden bir ücret de istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir. 165Siz âlemlerininsanların içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? 166Ve Rabbinizin eşlerinizden sizler için yarattıklarınıonların üreme organlarını bırakıyorsunuz. Doğrusu siz tecavüzkâr, helâli aşıp harama giden bir kavimsiniz. “ 167Onlar, “ ey Lût! Yemin olsun eğer bizi kabullenmeyişinden vazgeçmezsen, muhakkak memleketimizden çıkarılanlardan olacaksın“ dediler. 168Lût, “ doğrusu ben sizin amelinize buğz edenlerdenim. 169Ey Rabbim! Beni ve ailemi, bunların yapmakta oldukları kötülükten onun azâbından kurtar!“ dedi. 170Biz de onu ve ailesini toptan kurtardık. 171Ancak bir kocakarı, kendi karısı geride kalanlar içindeydi. Biz onu helâk ettik. 172 Sonra geride kalanları hep tedbir ettik, helâk ettik. 173Onların helâk edilmeleri cümlesinden olarak üzerlerine yağmur, taş yağdırdık. Uyarılanların yağmuru olan onların (bu) yağmuru ne de fena idi!..... 174Muhakkak ki, bunda bir ibret vardır. Öyle iken, çoğu imana gelmedi. 175Ve şüphesiz rabbin (evet) O, yegâne güçlüdür, yegâne merhametlidir. 176Eyke - Eyke, Medyen yakınlarında bir ağaçlığın adıdır - halkı da peygamberleri yalanladı. Âyet-i kerîme’de geçen ”el Eykeh” lâfzıbir kırâatte hemze hazfedilip harekesinin lâm’a verilmesi ve ha’nın fethası ile okunmuştur. 177O vakit Şuayb -kendilerinden olmaması dolayısıyla” kardeşleri “ Buyurmadı- onlara şöyle dedi: “siz Allah'dan korkmaz mısınız? 178Gerçekten ben, size gönderilmiş, emin bir peygamberim. 179Artık Allah'dan korkun da bana itâat edin. 180Buna karşı ben sizden bir ücret de istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir. 181Ölçeği ifa edin, onu tam ölçün ihsar edenlerden, eksiltenlerden olmayın. 182Ve doğru kıstasla, düzgün terazi ile tartın. 183Halkın eşyalarını düşürmeyin, onlara haklarından bir şey eksiltmeyin, yeryüzünde insanları öldürmek vs, suretlerle fesatçılık ederek bozgunculuk yapmayın! Âyet-i kerîme’de geçen “ Ta'sev” lâfzı, “ efsede “ mânâsında olan“ Asiye “-sa'nın kesresi ile- fiilinden gelir. “müfsidi-ne ” lâfzı da âmilinin mânâsını tekid eden hâldir. 185Onlar, “sen ancak ve ancak büyülenmişlerdensin, 184Sizi ve sizden önceki nesilleri, halkı yaratan (Allah)'dan korkun“ 186Ve sen, bizim gibi insandan başka bir şey değilsin. Biz seni muhakkak yalancılardan sanıyoruz. Âyet-i kerîme’de yeralan“İn” lâfzı şeddelı “inne “ den muhaffef olup ismi mahzûftur. Takdiri, “İnhü“ dur. 187Eğer risaletin konusunda doğru söyleyenlerden isen, üzerimize gökten bir kisf, parça düşürüver “ dediler. Âyet-i kerîme’de geçen “ kisfen” lâfzı, sin'in sükûnu ile de, fethası ile de okunmuştur. 188Şuayb, “Rabbim, sizin yaptıklarınızı daha iyi bilir ve bu yaptıklarınıza karşı sizi cezalandıracaktır“ dedi. 189Hülâsa, onu yalanladılar. Kendilerini de o gölge gününün azâbı yakalayıverdi- Gölge, kendilerine isabet eden aşırı bir sıcaklığın ardından onları gölgeleyen ve (tam gölgeleneceklerini sandıkları bir esnada) üzerlerine ateş yağdırıp yanmalarına sebep olan bir buluttan ibarettir. Gerçekten o, büyük bir günün azâbı idi. 190Şüphesiz bunda, bir ibret vardır. Öyle iken çoğu imana gelmediler. 191Ve şüphesiz Rabbin, yegâne güçlüdür, yegâne merhametlidir. 192Ve muhakkak bu, Kur’ân âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. 193
Âyetin tefsiri için bak:194 194Onu Ruhu'l-Emin, Cibrîl uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine mübin, açık Arapça bir dil ile indirmiştir. Âyet-i kerîme’de geçen “ Nezele ” lâfzı, bir kırâatta Za'nın şeddesi ve ”er-Ruhû” lâfzının nasbi ile okunmuştur. Bu durumda fail”lâfze-i celâl“ dır. 195Açık bir Arab dili ile... 196Gerçekten O, Muhammed'e indirilen Kur’ân’ın zikri, Tevrat ve İncîl gibi evvelki kavimlerin zuhurunda, kitaplarında da vardır. Abdullah İbn Selâm ve arkadaşları gibi mü'minlerden olan İsrâîl oğulları alimlerinin bunu bilmesi onlara, Mekke kâfirlerine, bu konuda bir delil olmuyor mu? Zira bunlar da meseleyi haber vermektedirler. 197Âyet-i kelimede geçen “yekûn” lâfzı, Yâ'lı ve Ta'lı olarak okunmuştur. Ya’lı okununca “Âyeten” kelimesi Mensûb, Ta’lı okununca da merfû’ okunur. 198Eğer onu Arap olmayanlardan birine indirseydik. 199 O da onu kendilerine, Mekke kâfirlerine okusaydı, ona tâbi olmayı kendilerine yediremediklerinden yine îman etmeyeceklerdi. 200Biz, onu tekzibi mücrimlerin, Mekke kâfirlerinin kalblerine peygamberin okumasıyla böylece, Arap olmayanların okumasıyla onu tekzib etmelerini soktuğumuz gibi sokmuşuzdur. 201Acıklı azâbı görecekleri âna kadar, Kur’ân'a inanmayacaklardır. 202ki, o azap, kendilerine hiç farkına varmadan ansızın geliversin de, 203“Acaba îman etmemiz için biraz mühlet verilir mi “ desinler ve buna cevaben kendilerine ” hayır!“ denilsin. Müşrikler “ Ne zaman azaplandırılacağız? ” dediler. Buna cevaben Allahü teâlâ şöyle buyurdu: 204Şimdi onlar, bizim azâbımıza mı acele ediyorlar? 205Ne dersin! Desene! Eğer biz onları yıllarca yaşatıp faydalandırsak, 206Sonra da tehdit edildikleri şey, azap başlarına gelip çatsa, 207O faydalandırılmış oldukları şey, azâbın üzerlerinden kaldırılması yahut hafifletilmesi konusunda onlara hangi yararı sağlar? Yani onlara hiç bir yarar sağlamaz! Âyet-i kerîme’de geçen “ ma” lâfzı, istifhamiye olup ”eyye şey'in“ mânâsındadır. 208Ama biz, hangi memleketi helâk ettikse, mutlaka onu uyaranlar halkını uyaran peygamberler olmuştur. 209Onlara bir nasihat, öğüt olsun diye. Ve biz, kendilerini uyardıktan sonra onları helâk etmemiz halinde zulmediciler değilizdir. 210Bu âyet-i kerîme, müşriklerin iddialarına reddiye olarak nâzil olmuştur: Onu, Kur’ân’ı şeytanlar indirmedi. 211Onu indirmeleri onlara düşmez mümkün olmaz. Zaten buna güçleri de yetmez. 212Onlar, meleklerin sözlerini işitmekten, kendilerini takip eden alevler vasıtasıyla, kesin olarak uzaklaştırılmışlardır. 213O hâlde Allah ile birlikte başka bir ilâha kulluk etme! Eğer onların seni davet ettikleri bu işi yaparsan, azap edilenlerden olursun. 214(Önce) en yakın hısımlarını korkut. Bunlar, Haşim ve Muttalib oğullarıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerini açıktan korkutmuştur — Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmişlerdir. 215Sana tâbi olan mü'minlere, muvahhidlere de kanadını indir, yaklaşımını yumuşat. 216(Buna rağmen) eğer onlar hısımların sana âsi olurlarsa, kendilerine “Ben sizin yaptıklarınızdan, Allah'dan başkasına kulluk etmekten berîyim“ deyiver. 217Ve o güçlü, çok merhametli olan Allah'a tevekkül et, bütün işlerini O'na havale et. Âyet-i kerîme’de geçen “ Tevekkel” lâfzı, vav ve fa ile okunmuştur. 218O Allah ki, namaza kalktığın vakit seni görüyor. 219Secde edenler namaz kılanlar içinde namazın rükünleri arasında; kıyam halinde, kuud (oturuş) halinde, rükû halinde ve secde halinde- dolaşmanı da (görüyor.) 220Çünkü O, hakkıyla işiten, hakkıyla bilen ancak O'dur. 221 Ey Mekke kâfirleri! Şeytanların, kimin üzerine indiğini size haber vereyim mi? Âyet-i kerîme’de geçen “ Tenezzelü “ lâfzında sığanın aslında bulunan iki Ta'dan biri hazfedilmiştir, 222Onlar her uydurukçu, çok yalancı günahkârın, Müseyleme ve diğer kâhinler gibi, fâcirlerin üzerine inerler. 223Onlar şeytanlar, kâhinlere iletmek üzere duyduklarına meleklerden işittiklerine kulak verirler. Ama çoğu, yalan söylerler. Duyduklarına birçok yalan katıverirler. Bu, şeytanların gökyüzüne çıkmaktan men olunmalarından önce idi. 224Şairlere ise şiirlerinde sapıklar tâbi olur. Söyledikleri şiirleri terennüm ederler ve onu onlardan naklederler. Şu hâlde onlardır yerilmiş olanlar. 225Görmez misin, bilmez misin ki, onlar söz vadilerinden ve sanatlarından her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar geçip giderler. Ve böylece gerek övmede gerek kötülemede haddi aşarlar. 226Ve onlar, yapmadıklarıni “yaptık“ diye söylerler. Yani yalan söylerler. 227Ancak şairlerden îman edip, sâlih ameller işleyenler, Allah'ı çok zikredenler, şiir kendilerini zikirden alıkoymayanlar ve kâfirlerin kendilerini mü'minler içerisinde hicvetmesi sonucu zulmedildikten sonra, kâfirleri hicvetmek suretiyle öç alanlar müstasnadır. Bunlar yerilmişler zümresine dahil değillerdir. Nitekim Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Allah, fena sözün açıklanmasını sevmez. Zulme uğrayanlar başka!“ (Nisa: 148) “O hâlde kim hakkınıza tecavüz ederse, siz de ona aynen sizin hakkınıza tecavüz ettiği gibi mukabelede bulunun“ (Bakara: 194) Gerek şairlerden ve gerekse diğer insanlardan zulmedenler, öldükten sonra hangi münkalaba, dönüş yerine inkılab edeceklerini, döneceklerini yakında bileceklerdir. |
﴾ 0 ﴿