36 - YÂSÎN SÛRESİ

Mekke’de nâzil olup, 83 Âyet-i kerîmedir.

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın ismi ile başlarım.

1

Yâsîn. Muradının ne olduğunu en iyi Allahü teâlâ bilir.

2

Hakîm olan hayrete mucib nazmı ve akıllara durgunluk veren mânâları ile muhkem kılınan Kur’ân hakkı için.

3

 

Âyetin tefsiri için bak:4

4

Muhakkak ki, sen Ya Muhammed ”aleyhisselâm“sırat-ı müstakim üzere, senden evvelki Peygamberlerin yolu olan; tevhid ve hidayet üzere gönderilen Peygamberlerdensin. Âyet-i kerîme’nin kasem ve diğer tekid edatlarıyla tekidli olarak getirilmiş olması, kâfirlerin, “sen Peygamber değilsin“sözlerini reddetmek içindir.

Âyet-i kerîme’de geçen “ Ala “ harf-i cerri, makablindeki “ mürseline ” lâfzına tealluk etmektedir.

5

 (Bu Kur’ân ), mülkünde Azîz ve yarattıklarına karşı çok merhametli (Allah) tarafından indirilmiştir.

Âyet-i kerîme’de geçen “ Tenzilü “ lâfzı, mukadder bir “ el- Kur’ân ü “ mübtedasının haberi durumundadır.

6

O kitap sana, ataları fetret dönemi içerisinde uyarılmamış bir kavmi uyarasın diye indirildi. Bu yüzden onlar o kavim îman ve rüşd üzere olmaktan gafildirler.

7

Yemin olsun! Onların çoğu aleyhine azap ile hüküm hak olmuştur, vacib olmuştur. Artık onlar çoğu îman etmezler.

8

Biz onların boyunlarına ellerini de katmak suretiyle -Çünkü demir halka, elleri de boynuna doğru birleştirir- demir halkalar geçirmişiz; bunlar elleri çenelerine kadar birleştirilmiştir. Onun için kafaları yukarı kalkıktır başlarını yukarıya kaldırmışlardır ve onları aşağı doğru eğmeğe güç yetiremezler. Bu bir temsil olup maksat, onların imana yanaşmayacakları ve ona boyun eğmeyecekleridir.

Âyet-i kerîme’de geçen ”el-ezkân” lâfzı, “zekenün” kelimesinin çoğuludur. “zekan“ iki sakalın birleştiği yer (çene) demektir.

9

Hem önlerinden ve arkalarından bir sed çekmişiz, onları sarmışızdır. Artık onlar görmezler. Bu da bir önceki âyet gibi, onlara îman yollarının kapalı olduğuna temsildir.

Âyet-i kerîme’nin iki ayrı yerinde bulunan ”sedden” lâfzı, Sin'in fethası ve zammesi ile okunmuştur.

10

Ve kendilerini uyarsan da, uyarmasan da onlarca hep birdir; îman etmezler.

Âyet-i kerîme’de geçen ”e enzerte ” lâfzı; iki hemzenin tahkiki, ikincisinin Elife ibdâli ve teshili, teshil edilen Elif ile diğeri arasına başka bir Elifin idhali ve bunun terki ile okunmuştur.

11

Sen ancak zikre, Kur’ân'a uyan ve gaybî olarak Rahmândan korkan, görmediği hâlde O'ndan korkan kimseyi uyarırsın, senin uyarın ancak bu kimseye fayda verir. İşte onu hem bir mağfiretle, hem de cömertçe verilecek bir mükâfatla -ki, o da cennettir- müjdele.

12

Gerçekten ölüleri biz (evet) ancak biz kabirlerinden kalkmak için diriltiriz. Karşılıklarını görsünler diye hayatlarında hayır ve şer olarak gönderdikleri amellerini ve bıraktıkları eserleri kendilerinden sonra geride bıraktıkları ve insanlar tarafından sürdürülen şeyleri Levh-ı mahfuzda -toplamışızdır zaptetmişizdir.

Âyet-i kerîme’de geçen “ külle ” lâfzı, “Ahseynâhü“ fiilinin tefsir ettiği, mukadder bir fiil ile mansûbdur.

13

Onlara şu şehir Antakya halkını misal getir (örnek) ver. Hani oraya elçiler, Hazret-i Îsa'nın elçileri gelmişti.

Âyet-i kerîme’de geçen “ meselen” lâfzı birinci mef’ûl, “ ashâbe ” lâfzı ikinci mef’ûl, “İz “ de - âyetin sonuna kadar- “Ashâb-el-Karyetı “ den bedel-i istimaldir.

14

Hani onlara iki elçi göndermiştik de ikisini de yalanlamışlardı. Bunun üzerine biz de bir üçüncü elçi ile o iki elçiyi destekleyiverdik takviyede bulunduk. Onlar (hep beraber), “ gerçekten biz size gönderilmiş elçileriz “ dediler.

Âyet-i kerîme’de geçen “ İz “ lâfzı, -Âyetin sonuna kadar-birinci “ İz “ den bedeldir. Âyet-i kerîme’de geçen “ Azzeznâ” lâfzı, şeddesiz ve şeddeli olarak okunmuştur.

15

Onlar, “siz, bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. Rahmân, hiç bir şey indirmemiştir. Siz, sadece yalan söylüyorsunuz “ dediler.

Âyette geçen “ İn“ ma-i nâfiye mânâsındadır.

16

Elçiler, “Rabbimiz biliyor ki, biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz.

Âyet-i kerîme’de yeralan“Rabbünâ ya'lemü“ cümlesi kasem hükmündedir. Elçilerin sözleri, bir önceki sözlerine oranla gerek bu cümle ile gerekse bir sonra ki cümlede geçen Lâmile daha tekidli olarak getirilmiştir. Çünkü muhatabin kârını artırarak sürdürmüştür.

17

Bize düşen, ancak belağ-ı mübindir, apaçık mu'cizelerle ortaya çıkan bir tebliğdir“ dediler. Ortaya koydukları mu'cizeler; körü, abrası ve hastayı iyileştirmek ve ölüyü diriltmekti.

18

Onlar, “Biz hakikaten sizin sebebinizle uğursuzlandık, sizin gelişiniz bize uğursuz geldi. Çünkü sizden dolayı yağmurumuz kesildi. Yemin olsun! Eğer vazgeçmezseniz, sizi mutlaka taşlarla tepeleriz ve tarafımızdan mutlaka size elim elem verici bir azap dokunur“ dediler.

Âyet-i kerîme’de geçen “ Lein” lâfzındaki lâm, kasem içindir.

19

Elçiler, “ uğursuzluğunuz sizinle beraberdir, küfrünüz sebebiyledir. Demek size nasihat edilse vaaz edilse ve korkutulsanız, bunu uğursuzluk sayacak ve inkâr edeceksiniz Öyle mi? Hayır, siz müsrif şirk koşmanız sebebiyle haddi aşan bir kavimsiniz.

Âyet-i kerîme’de geçen “Ein" lâfzından istifham hemzesi, İn'işartiyye üzerine dahil olmuştur. Şartın cevabı, aynı zamanda muhatabı azarlamak amacıyla zikredilen istifhamında mahalli olan mahzuf bir "Tetayyertüm ve kefertüm" cümlesidir.

Âyet-i kerîme’de geçen'"Ein" lâfzının hemzesinde; tahkik, teshil, tahkik ve teshil durumlarında onunla diğer hemze arasını başka bir Elifin idhali kıraatleri bulunmaktadır.

20

O esnada şehrin ta Öbür ucundan bir adam -Bu adam, Habib-i Neccar idi ve elçilere daha önce îman etmişti. Evi şehrin ucunda bulunuyordu- koşarak, kavminin elçileri yalanladığını duyunca onlara nasihat etme hırsıyla hiddetlenerek geldi ve: “ ey kavmim uyun bu elçilere!

21

Uyun risaletlerine mukabil sizden hiç bir ücret talep etmeyen bu zâtlara! Çünkü onlar, hidayete ermiş kimselerdir.

Âyet-i kerîme’de geçen “ İttebiu” lâfzı, birincisinden tekiddir.

22

Bunun üzerine kavmi kendisine: “sen de onların dinleri üzere misin? ” diye sordular. Şöyle cevap verdi: Ben, beni yaratana halk edene niye kulluk etmeyeyim? Yani O'na kulluk etmemi gerektirecek sebep ortada iken, ona kulluk etmekten beni hiç bir şey alıkoyamaz. Sizin için de durum böyledir. Hepiniz öldükten sonra O'na döndürüleceksiniz ve inkâr etmeniz sebebiyle sizleri cezalandıracaktır.

23

Hiç ben O’nun dışında O'ndan başka putları ilahlar edinir miyim? Eğer O Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların, varlığını iddia ettiğiniz şefaati bana hiç bir fayda vermez. Ve onlar beni kurtaramazlar.

Âyet-i kerîme’de geçen ”e-ettahizü “ lâfzındaki iki hemzede, geride geçen “ E-enzertehüm” lâfzındaki kıratların aynısı geçerlidir. Âyet-i kerîme’de geçen istifham hemzesi, olumsuzluk mânâsındadır. Ayrıca “İn yüridini'r-Rahmân-ü“ cümlesi, “Aliheten” lâfzına sıfattır.

24

Şüphesiz o takdirde, şayet yüce Allah'dan başka şeylere kulluk etsem ben, mübin, açık bir sapıklık içinde olurum.

25

Hakikat şu ki, ben Rabbinize îman ettim, gelin beni dinleyin, sözüme kulak verin“ dedi. Bu sözleri sonunda onu taşladılar ve öldü.

26

Ölürken kendisine, “gir cennete!“ denildi. Bir görüşe göre diri olarak cennete girmiştir. O, ah keşke kavmim bilselerdi!

Âyet-i kerîme’de geçen “ya”Tenbih harfidir.

27

Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram olunanlardan kıldığını…

Âyet-i kerîme’de geçen “ ma “ masdariyye olup (cümlesiyle) ” Biğufrânihi “ Te'vilindedir.

28

Biz onun ardından, ölümünün ardından onun, Habib’in kavmi üzerine, gökten hiç bir ordu, onları helâk etmek için melekler indirmedik. Hiç kimseyi helâk etmek için melekler indirecek de değiliz.

Âyet-i kerîme’de geçen “ ma “ nâfiyedir.

29

Onların cezası ancak Cibrîl'in kendilerine haykırdığı bir sayhadan ibaret oldu. Bir de ne güresin; bir anda sönüvermişler, sakinleşip ölmüşler.

30

Ey burada sözü edilen ve bunlar gibi peygamberlerini yalanlayıp helâk edilen kullar üzerindeki hasret! Hasret: Son derece hayıflanmak demektir. Onun nida edilmesi mecazîdir. Yani: Bu an, senin ânın; gel. Ne zaman kendilerine bir Peygamber gelse, muhakkak onunla alay ediyorlardı. Bu cümle, hasrete kapılmalarının sebebini beyan etmek için getirilmiştir. Çünkü bu cümle, onların helâk edilmelerine yol açan; alay etmiş olmaları ifadesini bünyesinde barındırmaktadır ki, helâk edilmelerinin neticesi de hasretten ibarettir.

31

Onlar Peygambere “sen Peygamber değilsin“ diyen Mekkeli kâfirleri bilmediler mi -Burada istifham, takrîr içindir, bildiler- ki, biz onlardan önce nice, birçok kuşaklar, ümmetler helâk etmişiz. Onlar, helâk edilenler kendilerine, Mekkeliler'e dönüp gelmiyor? Onlara bakıp ibret alsalar ya!

Âyet-i kerîme’de geçen “ kem “ haberiyye olup “ kesiren“ mânâsındadır. Aynı zamanda mabadinin mef’ûlü ve makablini amelden ta'lik eder durumdadır. Ayrıca Âyette geçen “ Ennehüm.....” lâfzı, söz konusu mânâya (“kesiren“ mânâsına) riayetle, makablinden bedeldir.

32

Ve mutlaka onların hepsi yaratılanların tamamı toplanıp tekrar dirilişin ardından mahşer meydanında karşımıza, huzurumuza, hesap vermek için dikileceklerdir.

Âyet-i kerîme’de geçen “ İn“ nâfiye veya muhaffefedir. Ayrıca” küllün” lâfzı, mübteda, “ cemiun“ “mecmü'ûne “ mânâsında mübtedanın (birinci) haberi, “muhdarûne “ de ikinci haberidir. Âyet-i kerîme’de geçen “ Lemmâ” lâfzı bir kırâate göre şeddeli -bu taktirde “İllâ “mânâsındadır- bir kırâate göre de şeddesizdir. Bu taktirde de Lâm farika, ma da zâidedir.

33

Onlara ölü yer de öldükten sonra tekrar dirilişe bir alâmettir. Biz onu yağmur ile dirilttik de ondan buğday gibi taneler çıkardık. İşte onlar, bunlardan yerler.

Âyet-i kerîme’de geçen “ Ayetün” lâfzı, mukaddem haber, “ el-Ardü “ lâfzı da mübtedadır. Âyet-i kerîme’de geçen ”el-Meytetü “ lâfzı, şeddesiz ve şeddeli olarak okunmuştur.

34

Orada hurmalıklardan ve üzümlüklerden bağlar, bahçeler yaptık. İçlerinde de kaynak sulardan bu suların bir kısmını fışkırttık.

35

Bunu, onun mahsullerinden, sözü geçen hurma ve üzüm bağlarının meyvelerinden yesinler diye yaptık. Oysa onları kendi elleri yetiştirmemiştir. Yani sözü geçen mahsulleri onlar elleriyle yetiştirmemişlerdir. Hâlâ Allahü teâlâ'nın kendilerine ihsan buyurduğu nimetlerine şükretmeyecekler mi?

Âyet-i kerîme’de geçen “semerihî” lâfzı, “sümürihi “ şeklinde de okunmuştur.

36

Yerin bitirdiklerinden, tanelerden ve diğer mahsullerden kendilerinden; erkekli dişili olarak ve diğer bilmedikleri şeylerden, akıllara durgunluk veren ve efsanevi yaratıklardan çift çift çeşit çeşit yaratan zat, her türlü noksanlıklardan münezzehtir.

37

Onlara gece de bu yüce kudrete bir delildir. Ondan gündüzü sıyırırız, ayırırız. Bir de bakarlar ki, karanlıklara gömülmüşler, karanlıklar içinde kalmışlar.

38

Güneş de kendi karargâhına oraya kadar akıp gidiyor. Orayı aşması söz konusu olamaz. Ay da öyle. İşte bu güneşin (ve ayın) akıp gitmesi, mülkünde Azîz ve yarattıklarını hakkıyla bilen yüce Allah'ın takdiridir.

Âyet-i kerîme’de geçen “Ve'ş-Şemsü “ lâfzıâyetin sonuna kadar yukarıda geçen “Ve ayetün lehüm“ cümlesindendir (onun üzerine atfedilmiştir) yahut başka bir ayettir. (Yani kendisi mübteda, “ Tecri “ de haberdir.)

39

Aya da seyri itibariyle menziller her bir ayda 28 gece içinde 28menzil takdir ettik. Eğer ay toplam 30 gün ise iki gece. 29 gün ise bir gece gizli kalır. Nihayet son menziline döner de gözle görüldüğünde eski hurma salkımı gibi hurma salkımlarının odunu eskiyince aldığı şekil gibi olur. Bu odun incelip kavislenir ve sararır.

Âyet-i kerîme’de geçen ”el-Kamer “ lâfzı, merfû’ ve Mensûb olarak okunmuştur. Bu takdirde, mabadinin tefsir ettiği mukadder bir fiil ile mansûbdur.

40

Ne güneşin aya yetişmesi ve onunla gece içinde bir araya gelmesi yaraşır kolay ve mümkün olur, ne de gece gündüzü geçer gündüz bitmeden geliverir. Güneş, ay ve yıldızlardan her biri bir felekte yörüngede yüzmeye akıp gitmeye devam ederler.

Âyet-i kerîme’de geçen “ küllün” lâfzının tenvini, muzaf-un ileyhten ivazdır. Ayrıca âyette zikredilen gezegenler, akıllılar yerine konularak ifade edilmişlerdir.

41

Onlara kudretimizi gösteren bir alamet de zürriyetleriniasılları olan atalarını o meşhun, dolu gemide Nûh'un gemisinde taşımamız;

Âyet-i kerîme’de geçen “ zürriyyetehüm” lâfzı, bir kırâatta” zürriyâtihim“ şeklinde okunmuştur.

42

Ve kendilerine bunun gibi Yani Nûh'un gemisi gibi içine binecekleri şeyleri yaratmamızdır. Bunlar da; ayni şekil üzere Allahü teâlâ'nın öğretmesi ile yapmış oldukları küçüklü büyüklü gemilerdir.

43

Dilersek onları gemiler icad etmelerine rağmen boğarız da o vakit kendilerine ne bir yardıma çağıran imdat isteyen olurdu, ne de kurtarılırlardı.

44

Ancak tarafımızdan bir rahmet ve bir zamana kadar daha faydalandırmak için (kurtarılmaktadırlar). Yani onları, ancak onlara olan rahmetimiz ve yaşam süreleri sona erinceye kadar kendilerini lezzetleri ile faydalandırmamız kurtarmaktadır.

45

Onlara, “ Tıpkı diğer mü'minler gibi önünüzdekinden -ki, dünya azâbıdır- ve arkanızdakinden -ki, âhiret azâbıdır- korkun ki, rahmete kavuşasınız!“ denildiği zaman yüz çevirirler.

46

Onlara, Rablerinin âyetlerinden hiç bir âyet gelmiyordu ki, ondan yüz çevirmiş olmasınlar.

47

Onlara, “Allah'ın size verdiği rızıklardan, mallarınızdan bize infakta bulunun“ denildiği zaman, sahabenin fakirleri böyle söyleyince, küfredenler, dalga geçmek amacı ile îman edenlere, “sizin bu inancınıza göre yüce Allah'ın dileseydi doyuracağı bir kimseyi biz mi doyuracağız? Siz, bu inancınıza rağmen bu teklifi bize getirmekte ancak mübin, apaçık bir şaşkınlık içindesiniz “ dediler. Bu sözleri sarf edenlerin küfürlerinin açıkça dile getirilmesinde büyük bir tehdit bulunmaktadır.

Âyet-i kerîme’de geçen “ İn“ ma-i nâfiye mânâsındadır.

48

Bir de ”eğer doğru söyleyenlerden iseniz, öldükten sonra tekrar diriltileceğimize ilişkin bu vaad, ne zaman? ” diyorlar. Allahü teâlâ buyuruyor ki:

49

Onların nazar ettikleri bekledikleri sadece bir tek sayhadır. Ki, bu da İsrafil'in birinci sûr'a üflemesidir. Onlar çekişip dururlarken, onlar bu sayhadan bihaber bir şekilde birbirleri ile çekişirlerken, alışveriş halinde iken, yiyip içerlerken ve sair dünya işleri ile meşgul olurlarken, kendilerini yakalayıverir.

Âyet-i kerîme’de geçen “yehassamune “-Sad'ın şeddesi ile- aslında “yahtesimüne “idi: Ta'nın harekesi Hı'ya nakledilmiş ve (Ta) Sad'a idgam edilmiştir. Âyet-i kerîme’de geçen “yehassamune ” lâfzı, bir kırâatta “yahsimüne “ şeklinde -“yedribüne “ gibi- gelmiştir. Yani, birbirleri ile çekişirlerken.....

50

O zaman ne bir tavsiyeye vasiyet etmeye güçleri yeter, ne de çarşı pazarlarından ve meşguliyetlerinden ailelerine dönebilirler. Aksine oldukları yerde ölüp giderler.

51

Sûr'a üfürülür. Bu, Sûr'a ikinci defa; tekrar diriliş için üfürmedir. İki üfürüş arası 40 yıldır. Bir de bakarsın ki, onlar kabirlerinde bulunanlar kabirlerinden Rablerine doğru akın ediyorlar, süratle çıkıp gidiyorlar.

52

Onlar, içlerindeki kâfirler, “ eyvah! Helâk olduk! Bizi kim kaldırdı bu uyuduğumuz yerden? -Çünkü onlar, iki sûr arasında kabir azâbı görmeksizin uykuya dalmışlardı- İşte yüce Allah'ın kendisini vaad buyurduğu ve hakkında Peygamberlerin doğru söylemiş oldukları şey bu imiş! Gerçeği kabullendiler, fakat kabullenmenin işe yaramayacağı bir anda. Bir görüşe göre ise, bu söz (melekler tarafından) kendilerine söylenecek.

Âyet-i kerîme’de geçen “ya”Tenbih içindir. “Veylenâ“ “ helaknâ “mânâsında mastar olup lâfzından fiili yoktur. Ayrıca, âyetin devamında yer alan“ ma “ mevsûle olup aid zamirleri mahzûf ” Bi-hi ve Fihı “zamirlerdir.

53

Sadece bir sayhadan başkası değildir. Bakarsın hepsi, huzurumuza gelmişlerdir.

54

Artık bu gün hiç bir kimseye zerre kadar haksızlık edilmez. Sadece yaptıklarınızın karşılığıyla cezalandırılacaksınız.

55

Şüphesiz ki, cennetlikler, bugün, cehennemliklerin içinde bulundukları korkulu hallerden uzak, zevk alacakları meşguliyet içindedirler. Burada uğraşıp da yorgun düşecekleri bir meşguliyet kastedilmemiştir. Çünkü cennette hiç bir şekilde yorgunluk yoktur (ve onlar) yaşamaktadırlar, zevk ve nimetler içinde safa sürmektedirler.

Âyet-i kerîme’de geçen “ Şüğlin” lâfzı, Gayn'in sükûnu ile de, zammesi ile de okunmuştur. Âyet-i kerîme’de geçen “fâkihûne ”lafz-ı, İnne “ nin ikinci haberidir. Birinci haberi ise “fi şüglin” lâfzıdır.

56

Kendileri ve zevceleri, gölgelerdedirler. Yani güneş onlara isabet etmez. Tahtların üzerine yaslanmışlardır.

Âyet-i kerîme’de geçen “ hum” lâfzı, mübtedadır. “ fi zilâlin” lâfzı, “zülletün“yahut ” zillün” kelimesinin çoğulu olup, mübtedanın haberidir. Ayrıca;”El-Eraik” lâfzı, “ eriketün” kelimesinin çoğuludur. Erike: Gelin çadırında kurulu taht yahut döşek demektir. Bu kelime, aynı zamanda mübtedanın ikinci haberi ve “ Ala “ nın müteallakı durumundadır.

57

Orada her çeşit meyve, onlar içindir. Hem orada ne isterlerse, arzu ederlerse hepsi onlar için mevcuttur.

58

Sözlü selâm da onlara rahmet eden Rableri tarafından gelir. Yani kendilerine, “selamün aleyküm“ der.

Âyet-i kerîme’de geçen “selâmun” lâfzı mübteda, “kavlen““Bi'l-Kavli “ Takdirinde, “min Rabbin“ de mübtedanın haberidir.

59

Ve O, şöyle buyurur: “Ayrılın bugün ey mücrimler!”yani mü'minlere karıştıklarında kendilerine, “mü'minlerden ayrılın“ denilir.

60

Ey Âdemoğulları! Ben size peygamberlerim vasıtasıyla demedim mi, emretmedim mi ki, “Şeytana kulluk etmeyin, ona itâat etmeyin. Çünkü o, size mübin bir düşmandır, düşmanlığı açıktır.

61

Bana kulluk edin, Beni birleyin ve bana itâat edin. Doğru yol budur!

62

Böyle iken, yemin olsun Ki o, sizin içinizden bir çok kimseyi, insanı yoldan çıkardı. O vakit sizler, şeytanın düşmanlığını ve yoldan çıkarıcılığını yahut yoldan çıkarmış olduğu kimselere inen azâbı akıl edemiyor muydunuz ki, imana gelmiyordunuz?

Âyet-i kerîme’de geçen “ cüblen” lâfzı, “kadimün”Vezninde “ cebilün” kelimesinin çoğuludur. Bir kırâatte ise, Ba'nın zammesi ile (Cübülen şeklinde) okunmuştur.

63

Ve âhirette kendilerine şöyle denilecek: İşte kendisi ile vaad oluna geldiğiniz cehennem budur.

64

Küfrünüz sebebiyle bugün oraya girip dağlanın.

65

O gün onların, “Rabbimiz yüce Allah'a yemin olsun! Bizler dünyada müşrikler değil idik“ diyecekleri için kâfirler ağızları üzerine mühür basarız. Kazandıklarını bize elleri anlatır, ayakları ve diğer uzuvları da şahitlik eder. Her uzuv, kendisinden sudur eden işi dile getirir.

66

Eğer dileseydik, gözlerini büsbütün kör ederdik, onları üzerinden silme kör ederdik de her zaman olduğu gibi gitmek üzere yola dökülür, koyulur kalırlardı. Fakat böyle olunca nasıl görecekler? Göremezler.

67

Yine dileseydik, kılıklarını oldukları yerde maymunlara, domuzlara yahut taşlara çevirirdik de ne ileri gidebilirlerdi, ne de geri dönebilirlerdi. Yani bu takdirde gidip gelmeye güçleri yetmezdi.

Âyet-i kerîme’de geçen “ mekânetihim” lâfzı, bir kırâatta “ mekânâtihim“ şeklinde okunmuştur, bu taktirde “ mekân“ mânâsında olan“ mekanetün” kelimesinin çoğulu olup ”evlerinde “ mânâsındadır.

68

Bununla beraber biz kime ecelini uzatmak suretiyle uzun ömür verirsek, yaratılışta bünyesinin yaratılışında onu ters çeviririz. Böyle güçlü ve genç iken, zayıf ve ihtiyar olur. Hâlâ kendilerince malûm olan bu işe gücü yeten bir zatın, öldükten sonra onları tekrar diriltmeye de kadir olacağını akıl edemiyorlar mı ki, imana gelmiyorlar?

Âyet-i kerîme’de geçen “ Nenküshü “ lâfzı, bir kırâatta şeddeli olarak, “ Tenkis” kökünden okunmuştur. Ayrıca Âyette geçen “ya'kilûne ” lâfzı, bir kırâatta Ta ile ” Ta'kilûne “ şeklinde okunmuştur.

69

Biz ona, peygambere şiir öğretmedik, müşriklerin, “muhammed ”aleyhisselâm“'in getirdiği şey, şiirden başka bir şey değildir “sözlerine reddiye mahiyetindedir. Hem onun için şiir yaraşmaz, kolay olmaz da. (Çünkü kişinin öğrenmediği bir şeyi söylemesi, tabiata aykırıdır- Çeviren) O, O’nun getirdiği şey, bir zikir, öğüt ve mübin, hükümleri ve diğer şeyleri aydınlığa kavuşturan bir Kur’ân dan başkası değildir.

70

Onunla, muhatab olduğu şeyi akıl edebilecek diriyi uyarmak, -Burada maksat mü'min olanlardır- kâfirlere de azap ile hüküm olmak için. kâfirler, tıpkı ölüler gibidirler. Muhatap oldukları şeyi akıl edemezler.

Âyet-i kerîme’de geçen “yünzire ” lâfzı, Ya’lı ve Tâ’li olarak okunmuştur.

71

Şunu da görmediler mi, bilmediler mi ki, biz insanlar topluluğunda payları bulunan onlar için kudretimizin meydana getirdiklerinden,hiç ortaksız ve yardımcısız yaptıklarımızdan bir takım davarlar -ki, onlar da deve, sığır ve koyundur- yaratmışız da, onlara malik bulunuyorlar, onları zapt edebiliyorlar.

Âyet-i kerîme’de geçen istifham, takrîr için, cümlenin başında bulunan vav da atıf içindir.

72

Ve onları kendilerine ram etmişizdir, amade kılmışızdır. Onların bazısını binek olarak kullanırlar, bazısını da besin olarak yerler.

Âyet-i kerîme’de geçen “Rekûbühüm” lâfzı, “merkûbühüm” lâfzı mânâsındadır.

73

Bunlar da yünleri, yapağıları ve kılları gibi kendileri için daha birçok menfaatler ve sütlerinden türlü türlü içecekler vardır. Hâlâ bunca nimetleri kendilerine bahşeden yüce Allah'a şükredip îman etmeyecekler mi? Yani henüz bunu yapmış değillerdir.

Âyet-i kerîme’de geçen “ meşâribü “ lâfzı, masdar yahut ism-i mekân mânâsında olan“ meşrebün” kelimesinin çoğuludur,

74

Tuttular yüce Allah'ın dışında, Ondan başka bir takım putları ilahlar edindiler ve onlara tapmaktadırlar. Güya yardım olunacaklar, iddialarınca ilahlarının kendilerine şefâat etmeleri ile Allahü teâlâ'nın azâbından men olunacaklar.

75

Onların ilahlarının -Burada akıllılar yerine konulmuşlardır- Onlara yardıma güçleri yetmez. Hâlbuki onlar putlardan olan ilahları, kendilerine yardım edeceklerini iddia etmeleri sebebiyle kendileri için cehennem ateşinde beraberce hazır bulundurulan askerlerdir.

76

Şu hâlde onların sana, “sen Peygamber değilsin”Ve buna benzer sözleri seni üzmesin. Çünkü biz gizlemekte olduklarını da bu ve bunun gibi açıklamakta olduklarını da biliyoruz ve onlara bunun cezasını vereceğiz.

77

İnsan -As b. Vail'dir- görmedi mi, bilmedi mi ki, biz kendisini bir nutfeden, meniden yarattık ve onu getirip güçlü ve kuvvetli bir hâle dönüştürdük. Şimdi de kalkmış bize karşı öldükten sonra dirilmeyi inkâr noktasında açıkça bir hasım husumeti şiddetli (bir düşman) kesilmiş.

78

Meniden yaratılışını unuttu da bu konuda bize bir de misal getirdi. Oysa meniden yaratılmış olması, onun getirdiği misalden çok daha gariptir. “ Bu kemikler çürümüşken çürüyüp toz halini almışken onları kim diriltir? ” dedi. Rivayete göre As b. Vail, eline çürümüş bir kemik alır ve onu ufalayıp Hazret-i Peygamber (aleyhi's-salâtü ve's-selâm)'e, “sen şimdi bu kemiği, çürüyüp toz olduktan sonra yüce Allah'ın tekrar dirilteceğini mi düşünüyorsun? ” der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (aleyhi's-salâtü ve's-selâm) “ evet! Seni de cehennem ateşine sokacaktır“ Buyurur.

Âyet-i kerîme’de geçen “Ramimün” lâfzı, sıfat olmayıp isim olduğu için Ta ile telaffuz edilmemiştir.

79

De ki: “Onları, ilk defa yaratan diriltir. Ve O, her yarattığı mahlûku toplu olarak da, ayrıntılarıyla da, yaratmadan evvel de, yarattıktan sonra da hakkıyla bilendir.

80

O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan, Merh ve Afar ağaçlarından yahut misvak ağacın dışındaki bütün ağaçlardan ateş yaptı da, şimdi siz ondan yakıp, tutuşturup duruyorsunuz. Bu bile Allahü teâlâ'nın öldükten sonra tekrar diriltmeye kadir olduğunu göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ burada su, ateş ve odun üçlüsünü bir araya getirmiştir. Buna rağmen; ne su ateşi söndürmekte, ne de ateş odunu yakmaktadır.

81

Bu gökleri ve yeri olanca büyüklüklerine rağmen yaratan onların insanların küçüklük bakımından mislini yaratmaya kadir değil midir? Evet! Yani O, buna kadirdir. Allahü teâlâ kendine cevap verdi. Hem O, çokça yaratandır; her şeyi hakkıyla bilendir.

82

Onun işi, şanı bir şeyi, bir şeyi yaratmayı dilediği vakit ona sadece “Ol“ demektir. O da oluverir.

Âyet-i kerîme’de geçen “fe yükünü “ lâfzı, merfû’ olup mahzûfbir “ hüve ” mübtedasının haberidir. Âyet-i kerîme’de geçen “yükünü “ lâfzı, bir kırâatta Mensûb olup ”yekûle ” lâfzi üzerine matuftur.

83

O hâlde her şeyin mülkiyet ve tasarrufu kudreti elinde olan zat (noksan sıfatlardan) münezzehtir. Sizler âhirette ancak O'na döndürüleceksiniz.

Âyet-i kerîme’de geçen “ melekütü “ lâfzı “mülkü “mânâsında olup, mübalağa ifade etmesi için vav ile ta ziyade edilmiştir.

0 ﴿