49- HUCURÂT SÛRESİMedine devrinde inmiştir, 18 âyettir. Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismi ile başlarım. 1Ey îman edenler! Gerek sözle ve gerekse davranışla Allah'ın ve O’nun tebliğcisi olan Rasûlü'nun, onların izni olmadıkça önüne geçmeyin! Allah’dan korkun. Çünkü Allah söylediklerinizi hakkıyla işitendir, davranışlarınızı en iyi bilendir. Bu âyet-i kerîme, Akra b. Habis'in mi, yahut Ka'ka b. Ma'bed'in mi emir tayin edileceği konusunda Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-salâtü ve's-selâm)'in huzurunda tartışan Hazret-iEbu Bekir ve Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hakkında nâzil olmuştur. Âyet-i kerîme’de geçen "Tükaddimü" lâfzı, "Tekaddeme" mânâsında olan "Kaddeme" fiilinden müştaktır. 2Bu âyet-i kerîme, Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-salâtü ve's-selâm)'in huzurunda sesini yükselten sahâbiler hakkında nâzil olmuştur: Ey îman edenler! Konuştuğunuz zaman sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin. Ve onunla konuştuğunuz zaman birbirinize bağırır gibi çok bağırmayın. Aksine ona saygı olsun diye, daha düşük sesle konuşun. Haberiniz olmadan amelleriniz boşa gider. sözü geçen ; sesi yükseltme ve Hazret-i Peygamberle yüksek sesle konuşma dolayısıyla, amellerinizin boşa çıkmasından korkulur. 3Bu âyet-i kerîme, Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve diğer sahâbiler (radıyallahü anh) gibi, Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-salâtü ve's-selâm)'in huzurunda sesini kısan zevat hakkında nâzil olmuştur: Rasûlüllah'ın yanında seslerini kısanlar var ya! İşte onlar, Allah'ın takva için kendilerinden takva ortaya çıksın diye kalplerini imtihan ettiği kimselerdir. Onlara bir mağfiret ve büyük bir ecir, cennet vardır. 4Bu âyet-i kerîme, öğle vakti Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-salâtü ve's-selâm) hane-i saadetlerinde olduğu bir sırada gelip onu çağıran bir topluluk hakkında nâzil olmuştur: Sana hücrelerin, Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-salâtü ve's-selâm)'in hanımlarına âit hücrelerin arkasından haykıranlar yok mu? Onlardan her biri - Hazret-i Peygamber'in hangi hücrede olduğunu bilmediklerinden - bir odanın arkasından son derece galiz ve kaba bir üslûpla bedevilerin seslenişi tarzında (“ya Muhammed“ diye) nidada bulunmuştu. Onların çoğu, senin yüce konumuna karşı sergiledikleri davranış biçimlerinde ve buna yaraşır olan saygı gösterme noktasında aklı ermeyen kimselerdir. Âyet-i kerîme’de geçen "Hucurât” lâfzı, "Hücretün" kelimesinin çoğuludur. Hücre; etrafı bir duvar ve benzeri şeyle çevrilmiş yer demektir. 5Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette haklarında hayırlı olurdu. Bununla beraber Allah onlar içinden tevbe edenlerin günahlarını çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Âyet-i kerîme’de geçen "Ennehüm" lâfzı, mübteda olmak üzere merfu'dur. Bir görüşe göre ise mukadder bir "sebete" Minin faili olmak üzere merfudur. 6Bu âyet-i kerîme Velid b. Ukbe hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-salâtü ve's-selâm) kendisini Beni Mustalik yurduna zekât memuru olarak göndermişti. Ancak Velid, cahiliyye devrinde kendisi ile bu kavim arasındaki bir düşmanlık sebebiyle onlardan korkup geri döndü ve: Mustalikoğulları'nın zekâtı vermedikleri gibi kendisini öldürmeye bile kalkıştıklarını söyledi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-salâtü ve's-selâm) Mustalikoğulları'na bir ordu çıkararak kendileri ile savuşmaya karar verdi. Ne var ki, onlar derhal Hazret-i Peygamber'e gelerek Velid b. Ukbe'nin haklarında söylediklerini inkâr ettiler. Ey îman edenler! Eğer size bir fâsık bir haber getirir ise, onun doğru olduğunu yalan olduğundan ayıracak bir biçimde araştırın. Çünkü cehalet ile bilginiz olmadığı hâlde bir kavme sataşırsınız da sonra yaptığınıza -ki, o da o kavme karşı yapılan yanlışlıktır- pişman olursunuz. bundan korkulur. Mustalikoğulları, yurtlarına döndükten sonra Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-salâtü ve's-selâm) kendilerine kalıcı bir memur gönderdi. Gönderilen zat kendilerinden itâat ve hayırdan başka bir şey görmedi ve tüm bu gelişmeleri Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-salâtü ve's-selâm)'e bildirdi. Âyet-i kerîme’de geçen "Fetebeyyenû" lâfzı, bir kıraatta "Fe tesebbetû" şeklinde okunmuştur. Buna göre "sebat' kökünden gelmektedir. Âyet-i kerîme’de geçen "Entüsîbû" lâfzı meful-u leh, "Bi cehaletin" de haldir. 7Bilin ki, aranızda Allah'ın Peygamberi vardır. Dolayısıyla yalan söylemeye kalkışmayın. Zira Allahü teâlâ kendisini anında haberdar eder. Eğer O, kendisine gerçeğe uygun olmayarak haber verdiğiniz birçok işlerde size uysaydı ve dolayısıyla verilen haberin gereğini yerine getirmiş olsaydı muhakkak ki, siz sıkıntıya girerdiniz, sizler neticeye zemin hazırlama günahıyla günahkâr olurdunuz, o değil...Lâkin Allah, size imanı sevdirdi ve onu gönüllerinizde müzeyyen kıldı, güzelleştirdi. Küfrü, fıskı ve isyanı ise size iğrenç gösterdi. Buradaki istidrak, mânâ bakımındandır. Lâfız bakımından değil. Çünkü kendisine îman güzelleştirilip, küfür, fısk ve isyan iğrenç gösterilen kişinin sıfatı, yukarıda sözü geçen kişinin sıfatına mugayirdir. İşte bu gibiler, kemâle erenlerin, dinleri üzere sebat edenlerin ta kendileridirler. Âyet-i kerîme’de muhatabdan gaybe iltifat edilmiştir. 8Bu, Allah'dan bir lütuftur ve O'ndan bir nimettir. Allah onları hakkıyla bilendir, kendilerine inam buyurması hususunda hikmet sâhibidir. Âyet-i kerîme’de geçen "Fadlen" lâfzı, mukadder bir "Efdale" fiili ile mansub mef ul-u mutlaktır. 9Eğer mü'minlerden iki taife çatışırlarsa, bu âyet-i kerîme bir olay hakkında nâzil olmuştur. Şöyle ki: Hazret-i Peygamber (aleyhi’s-salâtü ve's-selâm) bir merkebe binerek İbn Ubeyy'in yanından geçti. Bu sırada merkeb bevletti ve İbn Übeyy burnunu tuttu. Bunun üzerine İbn Revaha, “Vallahi onun merkebinin bevli senin miskinden daha hoş kokuludur“ dedi. Daha sonra İbn Übeyy ile İbn Revaha'nın yakınları arasında yumruklu, ayakkabılı ve sopalı çatışma oldu hemen aralarını bulun. Şayet biri diğerine tecavüz ederse, Allah'ın emrine, hakka dönünceye kadar tecavüz edenle savaşın. Dönerse yine adaletle insaf ölçüsüne bağlı olarak aralarını bulun. Ve daima adil olmaya bakın. Çünkü Allah, adil olanları sever. Âyet-i kerîme’de geçen "İktetelû" lâfzı, mânâya nazaran cemi sigası ile gelmiştir. Çünkü her taife, bir topluluktur. Âyetin devamındaki "Hümâ" zamiri ise lafza nazaran tesniye olarak gelmiştir. Âyet-i kerîme’de geçen "İktetelû" lâfzı, bir kıraatta, "Ikteteletâ" şeldinde okunmuştur. 10Mü'minler ancak dinde kardeştirler. Şu hâlde iki kardeşinizin çekiştikleri zaman arasını düzeltin ve Allah'dan korkun ki, merhamet olunasınız. Âyet-i kerime’de geçen “ Ahaveyküm” lâfzı, “İhvetiküm“ şeklinde de okunmuştur. 11Ey îman edenler! Hiç bir kavim sizlerden hiç bir erkekler topluluğu diğer bir kavimle alay etmesin. Bu âyet-i kerîme Temim elçilerinin, Ammar ve Suheyb gibi fakir durumundaki müslümanlarla alay ettikleri vakit nâzil olmuştur. Sühriyyet; dalga geçip hafife almak demektir. Olur ki, alay edilenler Allah katında kendilerinden daha hayırlıdırlar. Sizden olan bir takım kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler. Olur ki, alay edilenler, kendilerinden daha hayırlı bulunurlar. Hem kendi nefislerinizi ayıplamayın. Başkalarını ayıplamayın ki, ayıplanmayasınız. birbirlerinizi ayıplamayın. Ve kötü lâkablarla atışmayın. Birbirinizi istemediğiniz, meselâ”Ey fâsık, ey kâfir“ gibi lâkablarla çağırmayın, imandan sonra ne kötü bir isimlendirmedir., sözü geçen alay etmek, ayıplamak ve kötü lâkabla atışmak (ne kötü bir) fasıklıktır. Kim de bundan tevbe etmez ise işte onlar zâlimlerin ta kendileridirler. Âyet-î kerimede geçen “el-Füsûkü" lâfzı, "el-ismü"den bedeldir. Çünkü bu lafız, geride zikredilen davranışların -adeten tekrarlanacağından- fasıklık olduklarını ifade etmektedir. 12Ey îman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. günaha sokucudur. İşte zannın bu kısmı çoktur. Meselâmü'minlerden hayır ehli hakkında su-i zanda bulunmak gibi ki, hayır ehli olan mü'minler de çoğunluktadır. Ancak yine mü'minlerden olup da fasık durumunda olan kimseler hakkındaki zannın hükmü böyle değildir. Bunların alenen yaptıkları işlerde haklarında yürütülen zanda hiç bir günah yoktur. Tecessüs etmeyin, müslümanların gizli hallerinin ve ayıplarının, - onları araştırmak suretiyle - ardına düşmeyin. Birbirinizi gıybet de etmeyin, birbirinizi karşı tarafın hoşlanmayacağı şekilde anmayın. Velev ki, andığınız kişide bu vasıf bulunmuş olsun. Hiç sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? kardeşiniz etinin yenildiğini hissetmediği hâlde..... İşte bundan tiksindiniz. şu hâlde hayatında iken onun gıybetini yapmak, ölümünden sonra etini yemek gibidir. Hâlbuki ikincisi size arz olundu ve siz bundan tiksindiniz. O hâlde birincisinden de tiksinin. Ve Allah'dan gıybet konusunda tevbe etmek suretiyle O’nun azâbından korkun. Çünkü Allah tevvabdır, tevbe edenlerin tevbelerini kabul edicidir, onlara karşı çok merhametlidir. Âyet-i kerîme’de geçen “ Tecessesû” lâfzından iki Ta'dan biri hazfedilmiştir. Âyet-i kerîme’de geçen “ meyten” lâfzı, şeddesiz ve şeddeli olarak okunmuştur. 13Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkekle bir kadından, Âdem ile Havva'dan yarattık. Hem de sizi milletlere - Milletler, neseb tabakalarının en büyüğüdür- ve kabilelere -Kabileler, milletlerin bir altıdır. Bundan sonra imaretler, ondan sonra batınlar, daha sonra kollar ve son olarak aileler gelir. Meselâ Huzeyme bir millettir. Kinâne bir kabiledir. Kureyş bir imarettir. Kusayy bir batındır. Haşim bir koldur. Abbâs bir ailedir- ayırdık ki, tanışasınız, bazınız bazınızı tanısın. Yoksa nesep üstünlüğü ile birbirinize karşı övünesiniz diye değil.....Zira övünmek, ancak takva iledir. Hakikat Allah katında en iyiniz, takvaca en ileride olanınızdır. Şüphe yok ki, Allah bütün hallerinizi en iyi bilendir, iç yüzlerinizden haberdardır. Âyet-i kerîme’de geçen “ Şüûben” lâfzı, “Şa'bün” kelimesinin çoğuludur. Ayrıca âyetin devamındaki ”Liteârefu” lâfzından iki Ta'dan biri hazfedilmiştir. 14Bedeviler -Bunlar, Esedoğulları'ndan bir topluluktur- “Îman ettik, kalplerimizle tasdik ettik“ dediler. Onlara de ki: “siz îman etmediniz, fakat İslâm olduk zâhiren teslim olduk deyin. Şu ana kadar îman sizin kalplerinize hiç girmedi. Lakin bu, sizden beklenmektedir. Eğer îman ve amel ile Allah'a ve Peygamberine itâat ederseniz, sizin amellerinizden amellerinizin sevaplarından hiç bir şey eksiltmez. Çünkü Allah mü'minlerin günahlarını çok bağışlayıcı, onlara karşı çok merhametlidir. Âyet-i kerîme’de geçen “ya'litküm” lâfzı, hemzeli, hemzesiz ve hemzenin elife ibdali ile okunmuştur. 15Mü'minler -az sonra da açıkça beyan edileceği gibi-îmanlarında sâdık olanlar ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Peygamberine îman ettikten sonra, îmanlarında şüpheye düşmemişler ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmişlerdir. İşte onların cihad etmeleri, îmanlarında sâdık olduklarını ortaya koymaktadır. İşte bunlar, îmanlarında sâdık olanların tâ kendileridirler. Zâhiren teslim olmaktan gayri bir varlık gösteremedikleri hâlde “ îman ettik“ diyenler değil..... 16Onlara de ki: “siz Allah'a dininizi mi öğretiyorsunuz, “Îman ettik “sözünüzle O'na üzerinde bulunduğunuz hali mi haber veriyorsunuz? Hâlbuki Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Allah her şeyi en iyi bilendir. Âyet-i kerîme’de geçen ”etüallimûne ” lâfzı, “Şeare “ mânâsındaki “ Alime “ fiilinin şeddelenmiş şeklidir. 17Kendileri ile çarpıştıktan sonra İslâm'ı kabul edenlerin aksine hiç çarpışma olmadan İslâm'a girdiklerini senin başına kakıyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer “ Îman ettik “sözünüzde doğrucu kimselerseniz, bilâkis sizi İslâma hidayet buyurduğu için Allah size minnet eder. “ Âyet-i kerîme’de geçen “ İslâmeküm” lâfzı, “ Ba “ harf-i cerrinin çekilmesi ile mansûbdur. Âyet-i. kerîme’nin iki ayrı yerinde bulunan ”en“ den önce de ” Ba “ harf-i cerri mukadderdir. 18Muhakkak Allah, göklerin ve yerin gaybını göklerde ve yerde bilinmeyenleri bilir. Allah, onların bütün yaptıklarını görendir. O'na bunlardan hiç bir şey gizli kalmaz. Âyet-i kerîme’de geçen “ya'melûne ” lâfzı, Ya lı ve Tâ li olarak okunmuştur. |
﴾ 0 ﴿