EBU’S-SU’ÛD TEFSİRİİRŞÂDÜ’L- AKLİ’S-SELÎM İLÂ MEZÂYÂ EL-KUR’ÂNİ’L-KERÎM Ebu’s-Su’ûd, Muhammed b. Muhammed el-Imâdî Hanefî (ö. 982/1574) Mukaddime: Resulü Hazreti Muhammed'i (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) hidâyet ve hak din (ed-dinü'l-hak) ile gönderen; ilâhî emir ve nehiylerle ilgili hükümleri muhtevi mukaddes usullerin (şer'-i şerif) adet ve rükünlerinden (şeâir) büyük küçük her şeyi Resûl'üne bildiren; mü’minleri el-A'zîz (her şeye gaalib ve üstün) ve el-Hamîd (her türlü övgüye lâyık) Allah'ın sırat-ı müstakimine ileten; daha önceki semavî kitapları onaylayan (musaddık); her işin doğrusunu söyleyen (nâtık); hiçbir şeye ihtiyacı olmayın bilakis kâinattaki, her şeyin kendisine ihtiyaç duyduğu (es-Samed) hak ma'buda (ma'bud-i bi'l-halik) ibâdeti emreden; bütünüyle ahenkli ve âyetleri birbiriyle müteşabih, tekrar tekrar bıkılmadan okunan (mesânî) ve okunduğunda haşyetiyle tüyleri ürperten (Zümer 39/23); mehabetiyle (heybet, celâl ve azamet) sanki dağları sarsan, demir kütleleri ve sert kayaları eriten (Ra'd 13/31); çözümü her güç meseleyi kolaylaştıran; Arapların atası Kahtan'dan bu yana gelmiş geçmiş bütün söz ustalarını susturan; şiir ve edebiyat sihirbazlarını şaşkınlık içinde bırakan; bir araya gelip toplansalar ve aralarında yardımlaşsalar bile benzerini veya eşdeğerini meydana getirmek hususunda bütün insanları ve cinleri âciz bırakan (Bakara 2/23-2.4); beyyi'nelerin en aşikârı ve hüccetlerin en parlağı Kur’ân-ı Kerîm'i, akıl sahipleri (ülü'l-elbab) üzerinde düşünüp ibret alsınlar (tedebbür ve tezekkür etsinler) diye eğrisi-büğrüsü olmayan (gayra zîı'vec/Zümer 39/28) bir Arapça ile Resulü'ne indiren Allah ne yücedir! Yüce Rabbimiz uzunca bir fetret devrinden (Peygambersiz geçen bir zaman diliminden) sonra Hazret-i Muhammed'e Kur’ân'ı indirdi O da insanlar apaçık bir dalâlet (sapıklık) içindeyken onlara Kur’ân ile hak yolu gösterdi. Böylece bâtılın karanlığı sıyrılıp açıldı ve Halik'ın nuru ufukta yükseldi Şimdi kim Kur’ân'ın çağrısına uyarsa o kurtuluşa erer; kim ona karşı direnir, heva ve heveslerini ilâh edinirse o felâket çukurunun kenarındadır ve sonuçta da oraya yuvarlanır. Şurası da bir gerçektir ki Allah'ın nurundan nasibi olmayan kimsenin akıbeti karanlıktır. Yüce Allah Resulü Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) onun Ehl-i Beyt'ine itaatkâr ve faziletli Ashab'ına, hayırda onların izinden gidenlere salât, selâm ve rahmet eylesin; onların şânlarını yüceltsin; yıldızlar birbirini izledikçe, gece ve gündüz birbiri peşinden gidip geldikçe salât ve rahmetini onların üzerine yağdırsın! Bütün bunlardan sonra (emma ba'd) hidâyet eden, doğru yolu göstere. (Hâdî) Rabbinin rahmetine muhtaç; O'nun fakir kulu (el-a'bdü'l-fakır) Ebussuûd b. Muhammed el-I'mâdî der ki: Bu kâinat kitabının tek harfi henüz yazılı değilken onun meydana getirilmesindeki asıl sebep, Âdem babamız henüz ortada yok iken, onun hamrunun yuğrulmasındaki derin hikmet; Mecîd (gerçek şeref, lütuf ve kerem sahibi), Muîd (her şeyi ilk yaratılıştaki hâline çeviren, öldürdükten, sonra dirilten, hayata iade eden) ve Bârî (yaratan, şekil ve nizam veren, düzenleyen) Yüce Yaratıcı'nın hakkıyla bilinmek ve kendisine kulluk (ibadet) edilmek istemesidir (Zâriyat 51/56). Bu maksada erişmek için de Kur’ân hükümlerini iyice anlamaktan başka yol yoktur. Gerçi Azîz (her şeye üstün ve gaalib) Allah (celle celâlühü), sonsuz kudretinin delillerini kâinat kitabının sayfalarına yazmış; vahdaniyetinin bayraklarını maddenin cevher (öz) ve arazlarına (İlinti, vasıf) dikmiş; cihanın her zerresini, bilginin her damlasını, kudret kaleminin geçtiği her noktayı, örneksiz icat levhasına yazılan her harfi cemalini gösteren bir ayna; kemal sıfatlarını düşündüren bir vâsıta; şüphe götürmeyen kesin delil ve kendisine yönelenler için sapma imkânı vermeyen düz ve geniş bir yol kılmıştır. Özetle tabiatın her zerresi Rabbin belgelerini okuyup açıklayan bir hatib gibidir. Bu seslere kulak verip dinleyenler onun insanlara akılları ölçüsünde sırlarını açıkladığını, sorulanları uygunca cevaplandırdığını, hikmetlerinin bazılarını gizlediğini bazılarının da ince işaretlerini verdiğini göreceklerdir. Fakat söz konusu bütün bu belge ve delilerden yararlanmak; işaret ve alâmetleri amaca uygun kullanmak; o beşer üstü ifadelerin mânâlarını, satır aralarında gizlenmiş kaza ve kader sırlarının sembollerini kavramak güç ve kuvvet sahibi Allah'ın (celle celâlühü) tevfiki olmadan yalnız insan aklının üstesinden gelebileceği bir şey değildir. İşte Rabbin kitabı Kur’ân'ın indirilmesinden murad budur. Kur’ân öyle bir İlâhî kitaptır ki İslâm'ı ayrıntılarıyla ortaya koyar (tafsil eder); mûteşabihatın müşkillerini açar; hazeratü'l-kudsün, enbiya ve evliya ruhlarının toplandığı makamların örtülerini aralayarak insanlığın pek gizli sırlarına ulaşmayı sağlar. En üstün melekeler bu kitapla kazanılır dünya ve âhiret saadetine yine bu kitapla erişilir. Bununla beraber şânı yüce Kur’ân'ın âyetlerinden bazılarının ifâdeleri kapalı (muğlak) olduğundan anlaşılmaları oldukça güçtür. Zaten onu her yönden mutlak manâsıyla anlamak, semânın sonunu bulmak veya onun burçlarına çıkıp oturmak kadar imkansızdır. Böyle olması da tabiîdir. Çünkü birbirinden farklı konulara temas eder; nazarî ve amelî bilim ve fenlerin birçok inceliklerini, şer'i hükümlerle bunların delillerini içerir; mülk ve melekût âlemlerinden haberler verir; aynı zamanda birtakım emirler ve yasaklar öngörür, Kur’ân-ı Kerîm, eşsiz ve benzersiz bir üslûpla Levh-ı Mahfûz'dan istinsah edilmiş; çehresi i'caz (herkesi âciz bırakma, az söz ile çok mânâ anlatma) nuru ile peçelenmiş; zamanı gelince açıklanması gerekli gerçekler, o gün için akıllardan gizlenmiş; onun ışığının parlaklığı gözleri kamaştırmıştır. İşte bunun içindir ki her zaman ve her ülkede kalem erbabının sultanları sayılan büyük bilginler, Kur’ân-ı Kerîm'i tefsire, âyetlerinin anlaşılmasını kolaylaştırmaya çalışmışlar ve bu alanda pek değerli eserler tasnif ve telif etmişlerdir, Hazret-i Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) bu yana kendilerine ulaşan rivâyetler doğrultusunda çalışan tahkik ehli ilk tabaka tefsir uleması âyetlerin mânâlarını, kelimelerin kök ve iştikaklarını, kıraat imamlarının okuyuşlarına göre kazandıkları anlam inceliklerini açıklamak ve bunlardan istihraç edilen hükümleri ortaya koymakla yetinmişlerdir. Daha araştırmacı olan son devir tefsir ulemâsı ise Kur’ân'ın mucizevî vasıflarını ve diğer ilâhî kitaplar karşısındaki üstünlüğünü göstermek amacıyla yukarda zikredilenlerin yanısıra âyetlerin içerdikleri sır ve işaretleri de açığa çıkarmak için büyük çaba harcamışlardır. Özellikle Zemahşerî'nin el-Keşşâf an Hakaik't-Tenzîl ve Uyun el-Akavil fî Vucûhe't te'vîl" ve Beyzavî'nin "Envâru't-Tenzil ve Esrârü't-Te'vîl" adlı tefsirleri gerçekten eşsiz ve kendi dönemlerinde bu alanda yazılmış olan eserlerin en üstünleridir. Bu iki kitabı okuduğum ve okuttuğum geçmişteki yıllarda sürekli içimde duyduğum bir arzu vardı: Bunların yararlı görüş ve düşüncelerini inciler gibi dizeyim; diğer kitaplarda gördüğüm paha biçilmez hakikat ve incelikleri, ilâhî inayet ve sübhanî hidâyetin bir lütfu olarak kalbime doğan ilgi çekici bir takım bilgileri de bunlara ilâve edeyim. Böylece Kur’ân hazinesinde saklı hakikat ve rumuzları nefisleri tatmin edecek, gözleri aydınlatacak ve onun şânına yakışacak hoş bir tertip ve üslûp ile te'lif ederek Allah'ın yeryüzündeki halîfesi, İslâmiyetin sancaktarı, nice zâlimlerle firavunlara boyun eğdiren kayzerlerin ve kisraların alınlarını topraklara bulayan, Azîz Allah'ın nusratı ve cesur ordusunun gücüyle doğu ve batı ülkelerinin fâtihi, şehinşâh-ı cihan, fahametlû (ulu, kadri ve şânı yüce) Hakan, Sultan Süleyman Han'ın bayındır hazinesine armağan edeyim. O gayret ve himmeti büyük padişah, aydınlık bir azimle doğuya yöneldi de doğunun en uzak ülkesine kadar gitti; sonra batıya yöneldi de güneşin battığı yere hattâ daha aşağısına vardı. (Kehf 18/83-84)'. Böylece doğu-batı ufuklarıyla, kuzey-güney kutupları arasında kalan ülkeler onun hâkimiyeti altına girdi ve onun adaletli bayrağının gölgesine sığındı. Eski dünyanın dört bir yanında kurulu minberler onun adının okunmasıyla şereflendi. O öyle bir hakandır ki devleti dünyayı kapladı, gemileri Bahr-ı Muhît'lerde yüzdü. Sultan Süleyman, kendisi gibi pek çok ülkenin sahip ve mâliki; âlemler üzerinde Allah'ın (celle celâlühü) (mecazî anlamda) gölgesi; Arab'ın, Acem'in ve Rûm'un sultanı; doğuların ve batıların hakanı; ilâhî kudretin teyid ettiği muktedir önder; sübhanî izzetin azîz kıldığı halîfe; "Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerîfeyn" (ta'zime lâyık iki haremin, Mekke ile Medine'nin hizmetkârı); memlekette mer'î kanunların vâzıı; Osmanlı padişahlarının onuncusu, fetihleri kitaplar dolduran, ünlü kahraman, mansur ve muzaffer Yavuz Sultan Selim Han oğludur. Sultan Selim Han da saâdetlû (mutluluk bahşeden) Sultan Bayezîd Han oğludur. Onun saltanatının silsilesi müteselsilen zamanın silsilesinin sonuna kadar zeval bulmasın ve eslâf-ı izamının ruhları Rıdvan cennetlerinde mütenezzih olsun! Fakat aczim, azmime engel oldu. Niyetlendiğim işin azameti karşında tereddüt içinde kaldım. Dağların etekleri ile dorukları ne kadar mesafeli! Ülker yıldızı ile yeryüzü arası ne kadar uzak! Anka kuşunu avlamak ne kadar zor! Gökteki burçlardan "İkizler"i tutup bağlamak ne kadar imkânsız! İşlerim daha da çoğaldı. Aradan akıp geçen zaman şartları değiştirdi. Kadılık ve kazaskerlik görevleri nedeniyle omuzlarıma ağır işler yüklendi. Savaş ve seferlerde pek çok yer dolaşmak zorunda kaldım. Ama hep bir fırsat çıkmasını beklemekteydim Güya sükûnet içinde, kalb huzuru ve gönül rahatlığı ile geçmişi telâfi edecek ve gayeme ulaşacaktım. Ne yazık ki şartlar daha da ağırlaştı; öncekilerden daha meşalikatli işlere düştüm, insanların müşkillerini çözümlemek ve aralarında tahaddüs eden da'vaları karara bağlamak üzere Şeyh-ül İslâmlık makamına getirildim. Yağmurdan kaçarken sellere tutuldum. Zeyd ile Amr'ın maceraları benim de başıma geldi. Artık hâlimi şâirin şu mısralarıyla anlatmaya başladım: "Bir zamanlar başımdaki olaylardan sana dert yanıyordum, sağlıklı günlerimi hasta sanıyordum. Sonra asıl kaçındığım olaylar başıma gelince geçmiş günlerimin kıymetini o zaman anladım. " Nihayet yazmaya başladım. En sonunda sakin bir kafa bulma ümidim tamamen kayboldu. Baktım ki fırsat hızla kaçmakta, eldeki imkânlar yok olmakta, ihtiyarlık bastırmakta, gücüm zayıflamakta, ecel yaklaşmakta, hayât güneşi batmaya yüz tutmaktadır. O zaman işlerin çokluğuna bakmaksızın öteden beri niyet ve arzu ettiğim tefsir yazmağa ve Yüce Allah'ın (celle celâlühü) lûtfu ve tevfikiyle tamamlandığında onu "İrşâdü'l-Akli's-Selîm İlâ Mezaye'l-Kitabı'l-Kerîm / Akl-ı Selim'in, bir ışık Kaynağı Olan Kur’ân-ı Kerîm'e İrşadı" olarak isimlendirmeye karar vardım. Celâl ve azamet sahibi, mülk ve melekût âlemlerinin tek yaratıcısı Rabbimden beni, niyet ve arzumu gerçekleştirmeye muvaffak kılmasını; yanlış ve yanılgıya düşmekten korumasını; bu eseri en güzel şekilde tamamlamak için bana yol göstermesini; kıyamet gününde yararlanacağım en hayırlı hizmet saymasını niyaz ederim. Ey yalvarıp yakarmak için yüzlerimizi koruyucu kapısına zilletle çevirdiğimiz yüce Mevlâ! Ey dilek sahiplerinin yüce katına el açtığı Rabbimiz! Tevfik nurlarını üzerimize yağdır; bizi hakikatlerin ince sırlarına vâkıf eyle; hidâyet yolunda ayaklarımızı sabit kıl; bizi buyruğuna ve rızana uygun olarak konuştur. Bizleri bir an, bir saniye bile kendi nefsimize bırakma; hayır neredeyse başımızı oraya döndür. İşte boynumuz bükük, başımız yerde, yalvararak sana geldik, feyiz dağıtan kapını çalıyoruz. Her işte sığınılacak yalnız Sensin, senden başka Rabbimiz yoktur, Senin hayrından başka hayır da yoktur. Bütün işlerin anahtarları yalnız Senin elindedir. Yaratmak da Senin, buyurmak da Senindir. Kıyamet günü dirilişten sonra dönüş yine yalnız Sanadır. FÂTİHA SÛRESİMekke'de inmiştir ve yedi âyettir. Fatiha lügatte, kitap veya kumaş gibi açılabilen şeylerin evveli, ilk açılar yeri demektir. Bu gibi şeylerin evveline "fatiha" denmesi, bunların tamamının açılmasına (fethine) vâsıta olmasındandır. Tedricen söylenen sözler okunan satırlar, sayılan yapraklar gibi. Bu şekilde (yavaş yavaş, derece derece, kısım kısım, parça parça) gerçekleşen bir şeyin evveline fâtiha denir. Başka bir görüşe göre fatiha açmak anlamında mastardır. Buna göre, söz konusu şeylerin evveline fatiha denmesi, fiilin yüklendiği şeyin mastarın ismiyle anılması demektir ki mânâyı kuvvetlendirmek maksadına matuftur Fatiha açmaya yarayan bir vâsıta değil, açmanın tâ kendisidir. Çünkü açma eylemi, o şeylerin evveli için doğrudan, âhiri veya sonrası için bilvasıta olur, Ancak bu, açışın önde olanlar için doğrudan, sonda olanlar için ikinci defa gerçekleşiyor anlamına gelmez. Başka bir deyişle Fatiha sûresi, kendisinden sonra gelen Bakara (2) sûresini doğrudan, daha sonra gelen sûreleri vasıtalı olarak ikinci bir defa açıyor demek değildir. Aksine açılış bütünüyle gerçek leşmiş oluyor demektir. Fatiha kelimesinin karşıtı olan hatime için de aynı şey söz konusudur. Çünkü bir şeyin hatmi, onun sonuna varılması demektir. Bu da ancak o şeyin bütün parçalarından ilgisinin kesilmesiyle olur. Şu hâlde maksat şudur: Açma fiili, bir şeyin evveli ve baş kısmı ile doğrudan ilgilidir. Fakat fiil, o şeyin evveli vasıtasıyla tamamı için geçerlidir. Çünkü bir şeyin evveli, bütünün bir parçasıdır. Hatime de bundan farklı değildir. Sona erdirme, hatmetme fiili o şeyin son parçası için doğrudan gerçekleştiği hâlde bütünü için sırasına uygun olarak en son parçası vasıtasıyla gerçekleşir. İlâhî kitap dendiği zaman da usûl âlimlerinin kullandığı ıstılahta, kitap ile bölümleri arasında ortak olan miktar değil, fakat müşahhas bütünlük anlaşılır. Peygamberliğin ilk yıllarında, Kur’ân-ı Kerîm daha nazil olmakta iken Fatiha sûresinin, bu isimle şöhret bulmasının bir sakıncası olduğu da söylenemez. Çünkü bu isimlendirme, ya Allah tarafından, ya da Allah'ın izniyle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından yapılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm bütünüyle Allah'ın (celle celâlühü) ezelî ilminde mevcut veya Levh-ı Mahfûz'da yazılı bulunmaktaydı. İşte bu durum, sûrenin Fatiha (Kur’ân'ın tamamının baş kısmı) olarak vasıflandırılması için yeterli bir sebeptir. Yahut da sebep, Kur’ân-ı Kerîm'in önceden bütünüyle dünya semâsına indirilmiş ve Cebrâîl (aleyhisselâm) tarafından kâtip meleklere, o âleme has bir keyfiyetle yazdırılmış, sonra da yirmi üç yılda peyder pey Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilmiş olmasıdır. Yaygın olan görüş de budur. İşte Fatiha sûresinin bu isimle isimlendirilmesinin mesnedi, mevcut durumdaki tertipe göre en başta bulunmasıdır. Yoksa kimilerinin dediği gibi namazdaki kıraatte, öğretimde veya vahyin inişinde böyle olduğu için değildir. Namazdaki kıraatte Fâtıha'nın en başta olmadığı açık bir gerçektir. Öğretim ve nüzuldeki tertibin de Kur’ân'ın mevcut tertibine, uygun olmadığı herkesçe bilinmektedir. 2- Kur’ân'ın Anası (Ümmü'l-Kur’ân) Fatiha sûresinin diğer bir ismi de "Ümmü'l-Kur’ân / Kur’ân'ın Anası" dır O, Kur’ân'ın kökü ve kaynağı gibidir. Çünkü Fatiha, Kur’ân'ın başlangıcıdır. Bu mübarek sûrede her şeyden önce âlemlerin Rabbi Allah "Teala "ya hamdedilir. Bunun anlamı O'nu övmek, medh ü sena etmektir. Sonra emir ve yasaklarına uymak suretiyle yalnız O'na kulluk edilebileceği belirtilir. İstiane edilecek, yardımı talep edilecek başka bir mâbud olmadığı ifadesi de bu arada yer alır. Nihayet kulların son derece önemli bir dileği dile getirilir. Bu hidâyete mazhar olmak veya dosdoğru bir yola iletilmektir. Bunun anlamı da sapıtmış ve Allah'ın gazabına uğramış bedbahtlardan değil maddî, manevî nimetlendirilmiş ve mutluluğa ermiş kimselerden olmaktır. İste Fatiha (1) sûresi bu zengin mânâ demetini emsalsiz bir bütünlük içinde onaya koyduğu için "Kur’ân'ın Anası" adını almıştır. 3- Kitab'ın Anası (Ümmül-Kitab) İlahi kelâm söz konusu olduğunda "Kur’ân"dan kastedilen mânâ ne ise, "el-Kitab"tan kastedilen mânâ da odur. Nitekim Fatiha (1) sûresinin bir adı da "Ümmü'l-Kitab / Kitabın Anası"dır. Bu isının verilmesindeki sebep de yukarıda anlatılanlardan başkası değildir. "Ümmü'l-Kitab", aynı zamanda’Levh-ı Mahfûz'un da ismidir. Çünkü Levh-ı Mahfuz, bütün kâinatın kaynağı olup her şey onda yazılıdır. 'Ümmü'l-Kitab" aynı zamanda, Kur’ân-ı Kerîm'ın "Muhkem" başka bir deyişle mânâları açık ve kesin, her türlü şüphe ve ihtimalden uzak olarak bili nen ayetlerinin adıdır. Bunlar "Müteşâbih", yani mânâları açık ve kesin olmayan veya birden fazla mânâya gelen fakat bunlardan hangisinin kastolunduğu bilinemeyen âyetlerin açıklanmasına mesned teşkil eder (Âl-i İmran.3/7). İmam Muhammed b. İsmail el-Buhârî, "Câmiu's-Sahih" adlı eserinde, Fatiha (1) sûresine "Ümmü'l-Kitab" denmesinin sebebi olarak namazda önce bu sûrenin okunmasını göstermekteyse de yukarıda belirtildiği gibi bunun anılan isimle hiçbir ilgisi yoktur. 4- Hazine Sûresi (Sûretü'l-Kenz) Fatiha sûresinin bir adi da "Sûretü'l-Kenz / Hazine Sûresi"dır. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) meâlen şöyle buyurmuştur: "Fatiha sûresi, Arş'ın altında bulunan bir hazineden indirilmiştir (İnneha ünzilet min kerizin tahte'l-arş)." Fatiha sûresinin "Sûretü'l-Kenz" olarak simlendirilmesinin sebeplen "Ümmü'l Kur’ân" isminin verilmesinin yukarda beyan edilen gerekçeleriyle aynıdır, Yine aynı sebeplerden dolayı bu sûre "Esas / Temel", "Kâfiye / Yeterli" ve "Vâfiye / Tam" isimleriyle de anılır, 5- Hamd, Şükür, Duâ, Salât, Şifa sûresi İçerdiği kavramlar itibariyle ona, "Hamd", "Şükür", "Duâ" ve "Dilemeyi Öğreten sûre (sûretü't-ta'lîmü'l-mes'ele)" de denir. "Namaz Sûresi (Sûretü's-Salât)" de onun isimlerinden biridir. Çünkü namazlarda Fatiha okumak vâciptir, Resûlüllah namazın her rek'atine Fatiha okuyarak başlamıştır. Yine ona "Şifa Sûresi", "Şifa Veren (Şâfıye) Sûre" de denir. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) meâlen "Fatiha sûresi, her derde şifadır (Hiye şifâün min külli dâin)" buyurmuştur. 6- Yedili Mükerrer (Seb'u'l-Mesânî) Nihayet bu sûrenin bir adı da "Seb'u'l-Mesânî / Yedili Mükerrer"dır. Çünkü Fatiha sûresi yedi âyet olup namazların her rek'atinde okunur. Yahut da bu sûre mükerrer olarak inmiştir. Nitekim rivâyet olunmaktadır ki, bu sûre bir kere Mekke'de namaz farz kılındığı zaman, bir kere de Medine'de kıble değişikliği vuku bulduğu zaman nazil olmuştur. Ancak en sağlıklı (essah olan) kavle göre, Mekke'de inmiştir. Çünkü Hicr (15) sûresinin; Hazret-i Âişe (radıyallahü anha), Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) ve Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) de bu konuda "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazda kıraate el-Hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn ile başlardı / Kâne Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yeftetıhu'l-kıraate bi (el-Hamdü lillâhi rabbil âlemîn)" diyorlar. İbn-i Mâce: Cilt: 3. Sayfa, 20-21 Hadîs No: 812. 813. 814. " Andolsun ki (Resûlüm) Biz sana, Seb'an mine'l-Mesanî'yı verdik" mealindeki 87. âyeti kesin olarak Mekke'de vahyedilmiştir. Sûrenin mânâsı 1"Rahman ve Rahim Allah'ın ismiyle (Bismi'llâhi'r-Rahmâni'rahîm)" Fatiha sûresi "Besmele" ile başlamaktadır. Besmele hakkında tefsir ulemâsının görüşleri (kavil): Kur’ân-ı Kerîm sûrelerinin başında bulunan Besmele hakkında islâm ulemâsı, görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Şimdi bu görüşleri belirtmeye çalışalım: 1- Ashab'tan Abdullah b. Mesûd (radıyallahü anh) ile imam Malik'e göre sûrelerin başlarında bulunan Besmelelerden hiçbiri Kur’ân'dan değildir. Medine, Basra ve Şam'ın kıraat ilminde ün yapmış âlimleri (kurrâları) ile fıkıhçıları da bu görüştedir. 2- Hanefî Mezhebine göre sûrelerin başında yer alan Besmele, o sûreden bir âyet olmamakla beraber Kur’ân'dan sayılır ve Kur’ân'ın bütününden başlı başına, müstakil bir âyettir (Neml, 27/30). Aynı zamanda teberrük (hayır vesilesi) ve sûreler arasında fasıla (ayırma aracı) olarak indirilmiştir. 3- İbn Abbâs (radıyallahü anh) (Abdullah b. Abbas b. Abdülmuttalib ö. 68/687-688) ve İbn-i Ömer'e (radıyallahü anh) göre Besmele, başında bulunduğu her sûrenin ilk âyetidir. İbnü'l-Cevzî Abdurrahman'da "Zâdül-Measir" adlı eserinde: İbn-i Ömer'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre Besmele, Kur’ân'ın her süresiyle beraber indirilmiştir." der. Tabiî âlimlerinden Said b. Cübeyr, Zührî, Atâ ve (Horasan müctehidi) Abdullah b. Mübarek'in görüşleri de böyledir. Mekke ile Kûfe'nin kıraat ve fıkıh üstatları da bu görüşü paylaşmışlardır. İmam Şafiî'nin son görüşü budur. Bu mezhebe göre, kıraatin cehri olduğu namazlarda Besmelenin sesli okunması bu sebeptendir. Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı gibi kendi asrında Hanefî Mezhebinin önder âlimlerinden Ahmed b. Ali el-Cessas'ın "Besmele'nin başında, bulunduğu her sûreden tam bir âyet olduğu görüşünü Şafiî'den önce kimse ileri sürmemiştir." şeklindeki iddiasının yerinde olmadığı ortaya çıkmaktadır. 4- Besmele, yalnız Fâtiha'dan bir âyettir. Sûrelerin başlarında bulunan Besmeleler ise o sûreye Besmele ile başlayıp, ondaki bereket ve fazilete ermek içindir. Bu görüş sûrelerin başlarında yer alan Besmelenin o sûrelerden bir parça veya o sûrenin tam bir âyeti olup olmadığına açıklık getirmemiştir. Muhammed Kurtubî'nin belirttiğine göre İmam Şafiî'nin iki görüsünden biri budur. Ahmed Hattabî el-Büstî'nin naklettiğine göre de İbn Abbâs (radıyallahü anh) ile Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) de bu görüşü paylaşmışlardır. 5- Besmele, Fatiha sûresinden tam bir âyettir ve diğer sûrelerde de bir âyetin bir parçasıdır. 6- Besmele, Fatiha sûresinin bir âyetinin bir parçasıdır; diğer sûrelerde ise tam bir âyettir. 7- Besmele, bütün sûrelerde kendisinden sonra gelen âyetin bir parçasıdır. 8- Besmele, sûrelerin bir parçası olmaksızın, başında bulunduğu sûreleı sayısınca Kur’ân âyetleridir. Bu görüş, ilgili kitaplarda hiç kimseye nisbet edilmeyip sahibi meçhuldür. 9- Son dönemde yetişen âlimlerin zikredip de sahibini belirtmedikleri bir görüş daha vardır: "Besmele, Fatiha sûresinden tam bir âyettir; diğer sûrelerdeki Besmeleler ise Kur’ân'dan değildir." Eğer Besmele'nin, Fâtiha'dan tam bir âyet sayılması ciheti olmasa bu görüş, İmam Şafiî'nin terditli ifadesinin iki şıkkından biri kabul edilebilir. Çünkü İmam Şafiî'nin, Besmele'nin Fâtiha'dan bir âyetin bir kısmı olduğunu söyledlği nakledilmektedir. Başka sûrelerdeki Besmele için Şafiî'nin görüşü tereddütlüdür. Kimine göre bu tereddüt, Besmelenin, Kur’ân'dan olup olmadığına; kimine görede Besmele'nin tam bir âyet olup olmadığına ilişkindir. İmam Gazali’ye göre sahih olan, Şafiî'nin ikinci tereddüdüdür. İmam Hanbel'den de Besmelenin tam bir âyet olduğu ve Fâtiha'ya dahil bulunduğu konusunda iki rivâyet gelmiştir. İbnü'l-Cevzî, bu rivâyetleri zikretmiştir. Bununla beraber İmam Hanbel'in, Besmele'nin, Kur’ân'dan olmadığı konusunda İmam Malik ve diğerleri ile aynı görüşte olduğu da nakledilmiştir. Besmele konusunda en fazla şöhret bulmuş olan ilk üç görüştür. Besmele'nin, bütün Mushaflarda ittifakla yazılmış ve Mushafların iki kapağı arasında bulunan bütün yazıların, Allah'ın kelâmı olduğuna icmâen hükmedilmiş olması, anılan üç görüşten birincisini (Besmele'nin Kur’ân'dan hiç sayılmadığı görüşünü) reddetmekte ve ikinci ile üçüncü görüşlerin müşterek noktasını isbat etmektedir. Ancak bu iki görüşten birini de öne çıkarmamaktadır. Çünkü Besmele'nin Kur’ân'dan sayılması, onun her sûreden bir parça olmasını gerektirmediği gibi, onun sûrelerden bağımsız Kur’ân'dan bir âyet olmasını da gerektirmez. İbn Abbâs'ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği. "Besmele'yi terk eden, Allah'ın Kitabından (sûreler sayısınca) 114 âyeti terk etmiş sayılır"; Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği: "Fatiha, yedi âyettir; birincisi Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm'dir"; ve Ummû Seleme validemizin rivâyet ettiği: 'Peygamberimizin Fatiha sûresini okuduğu, Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm ile el-Hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn'i bir âyet saydığı" hadîsleri ikinci görüşü (Besmele'nin kendi başına müstakil bir âyet olduğu görüşünü) reddediyorsa da, bunlardan hiçbiri, üçüncü görüşü (Besmelenin başında bulunduğu her sûreden tam bir âyet olduğu görüşünü) isbat için kesin delil olamaz. Çünkü birinci hadîs ancak, Besmele'nin, başında bulunduğu sûreler Sayısınca Allah'ın Kitabı'ndan bir âyet olduğunu belirtmekteyse, bu sûreden tam bir âyet olması demek değildir. Oysa isbatı istenen budur ancak denilebilir ki Besmeleyi başında bulunduğu sûreler sayısınca edip o sûrelerden bir parça olmadığını zaten söyleyen kimse yoktur. İkinci hadîste ise, Besmelenin, Fatiha dışındaki sûrelerde ne olduğuna ilişkin açıklık mevcut değildir. Üçüncü hadîs ise, birinci hadîsin aksini ifade et mekte, ancak o da ikinci hadîs gibi, Besmelenin diğer sûrelerdeki durumuna hiç değinmemektedir. Besmele'nin mânâsı, Cenâb-ı Allah'ın isminden yardım dilemek, yahut : hayır ve bereket vesilesi olması için onunla ilgi kurmaktır. Yani "Allah'ın ismiyle okurum veya Allah'ın ismiyle Kur’ân okurum." demektir. Besmelede Allah ism-i celâlinin başta, "okurum" fiilinin sonda olması, O'nun isınıne ta'zîm (ululamak) ve istiâneyi (yardım dileme) O'na tahsis etmek içindir. Tıpkı "Yalnız Sana ibâdet (kulluk) ederiz." mealindeki cüm lede fiilin, tahsis için tümleçten sonra zikredilmesi gibi. 2"Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur." Genel olarak "hamd"in mânâsı: Hamd birini güzel bir vasıfla övmektir. Bu güzel vasıf ihtiyarî olabileceği gibi tabiî de olabilir. Hamdin konusu, olan vasıf, varlığını övenin arzu ve iradesinden alıyorsa o vasıf ihtiyarîdir. Hamdın konusu vasıf övülende bizatihi bulunmakta ise o vasıf tabiîdir. Hamd bu tanımı ile medihten ayrılmaktadır. Çünkü medih, ihtiyarîlik kaydı söz konusu olmaksızın belli bir vasfa yapılan, övgüdür. Bir şeyin tabiatında bulunan bir iyilik ve güzellik her zamir: medhedilebilir. Meselâ güzel bir inci ve güzel bir kadın methedilebilir; fakat bu güzelliklerinden dolayı onlara hamd edilmez. Ayrıca medih, nimet veya ihsandan önce ve sonra da yapılabilir. Bu itibarla hamd ile medih eşanlamlı (müteradif) değildir. Bununla beraber aynı kökten geldikleri için aralarında büyük türev akrabalığı (iştikak-ı kebîr) vardır. Yani bu iki kelime tertipteki sıra değişik olsa bile aynı harflerle yazılmakta fakat aralarında mânâ itibariyle tenasüb bulunmaktadır. Hamd, mutlaka bir ihsandan sonra yapılır. Ancak o ihsanın, hamdeden kimseye ulaşmış olması şart değildir. Şükürde ise bu şarttır. Çünkü şukur, bir iyiliğe kavlen veya fiilen ya da kalben ta'zîm ile karşlık vermektir. Bunun karşıtı da nankörlüktür (küfran-ı nimet). Yalnız fiilen veya kalben yapıları şükür, ne medihtir, ne de hamddir. Fakat dil ile yapıldığı zaman hem hamd, hem de medih olur. Hamd, lûgatta mutlak rıza anlamında da kullanılır. Nitekim İsrâ (17) sûresinin 79. âyetinde: "Kesindir ki Rabbin seni Makam-ı Mahmûd'a gönderir, yüceltir (A'sâ en yeb'a'seke Rabbüke makamen mahmûda)" buyrulur. Mahmud, bilindiği gibi hamdın ism-i mefûlüdür. Böylece âyetin anlamı, "Kesindir ki Rabbin seni hamde, övgüye, mutluluk ve rızaya şayan bir makama yüceltir." demek olur. Burada hamd, mutlak rıza anlamında kullanılmıştır. Failin ihtiyarı olmak şöyle dursun faile mahsus bir fiille ilgili bile de ğildir. Özetlersek; şükür, nimete karşı, nimet sahibinin kemâl vasfını övmek veya kalben düşünmektir. Nitekim, şâir; "Nimetlere karşı minnettarlığımı size üç yolla ifade ederim; Elimle, dilimle ve örtülere bürünmüş kalbimle" der. Demek oluyor ki şükür bir nimete karşı veya bir nimet karşılığı izhar olunan bir kadirşinaslık, bir övgüdür. Şükürde nimetin sahibine ulaşmış olması gereklidir. Medihte ise nimet karşılığı olması şartı yoktur. Nimet söz konusu olmadan da medh ü sena edilebilir. Hamdde de nimetin mutlaka hamd sahibine verilmesi gerekmez. Başkasına verilmiş bir nimet için de hamd mümkündür. Şükrün şubeleri içinde nimeti önemsemek ve duyurmak konusunda etkili olan ve nimetin değerini en iyi takdir ve ifade eden (lisanî şükür ile özdeş olan) hamddir. İşte bundan dolayı Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hamd, şükrün başıdır; Allah'a hamd etmeyen bir kul, O'na şükretmemiş olur." buyurmuş ve bu suretle hamd, şükrün başı, esası ve kıvamı sayılmıştır. el-Hamdü lillâhi..."nin mânâsı "el -hamdü", hareke olarak merfûdur (ötre). Ancak aslı mansubdur (üstün) Nitekim "şükran / teşekkür ederim" ve "aceban / taaccüb ederim" misallerinde olduğu gibi hemen hemen hiç kullanılmayan mastarların durumu budur. Şu hâlde elhamdü li'llâh demek "Nahmedu'llahe hamden" (Biz Allah'a tam ve kâmil bir hamd ile hamdederiz.) demek gibidir. Çünkü "Biz ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım dileriz." (Fatiha 1/5) ifâdesi ile "el Hamdü lillâh" ifadesi arasında uyum sağlanması için hamd cümlesinin aslında böyle (fiil cümlesi) olması gerekir. Zira her iki cümlede de fail aynıdır. Âlemlerin Rabbi'nin mânâsı "Rabb", aslında terbiye mânâsında bir mastar olduğu hâlde mânâyı kuvvetlendirmek maksadı ile fail (mürebbi) için kullanılmıştır. Terbiye, bir şeyi yavaş yavaş ve tedricî olarak kemale erdirmektir. Diğer bir görüşe göre ise Rabb, mastar olmayıp bir sıfattır. Yaygın (meşhur) olan görüş de budur. Kâinatın mâlikine "Rabb" denmiştir; çünkü O, mâlik olduğu şeyleri korur ve terbiye eder. Rabb, kayıtsız olarak yalnız Cenâb-ı Allah için kullanılır. Başkası için ise ancak kayıtlı/mecaz olarak kullanılır. "Evin rabbi", "hayvanın rabbi" örneklerinde olduğu gibi. Kur’ân-ı Kerîm'deki; "- Biriniz rabbine (efendisine) şarap içirecek." (Yûsuf 12/41), Rabbine (efendine) dön" (Yûsuf 12/50) mealindeki âyetler de bunun örneklerindendir. Buharî ile Müslim, "el-Câmiu's-Sahih" adlı eserlerinde zikrettiklerine göre Peygamberimiz meâlen şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz (kölesine hitap ederken): "- Rabbini doyur!", "- Rabbine abdest aldır, rabbine su ver!" demesin! Köle dahi (efendisine hitap ederken): - "Ey rabbim!" demesin! - "Ey efendim, ey mevlâm!" desin!5 Ancak bu hadîslerdeki men, nezahat gereği olarak yorumlanmıştır Rabbin çoğulu olan rabler (erbab) kelimesi ise, Yüce Allah için kullanılması mümkün olmadığına göre kayıtsız olarak da, kayıtlı olarak da Allah'tan başkası için kullanılması caizdir. Nitekim Yûsuf (12) sûresinin 39. âyetinde: "- Ey benim zindan arlıadaşlarım ayrı ayrı (müteferrik) rablar (erbab) mı yoksa bir (Vahid) ve her şeye gaalib ve üstün (Kahhar) Allah mı daha hayırlıdır?" buyrulur. Âlem, genel olarak başkasının bilmesine vesile olan şey demektir, kaka ıstılahta Allahü teâlâ'nın bilinmesine vesile olan kâinat için kullanılır. Başka bir deyişle âlem, kâinatın türleri ile bütünü arasında müşterek bir mânâ ifade etmektedir. Çünkü âlem kelimesi, "felekler âlemi", "anâsır (unsurlar) âlemi' "bitkiler âlemi", "hayvanlar âlemi" ve diğer örneklerinde olduğu gibi, hem türler; hem de "âlem, bütün parçaları ile, sonradan var edilmiştir" örneğinde olduğu gibi kâinatın bütünü için kullanılır. Bir görüşe göre de âlem, melekler, insanlar ve cinlerden ibaret olan hak ve ilim sahiplerini kapsar; bunların dışındaki varlıkları kapsaması ise dolaylı yoldandır. Bir diğer görüşe göre de âlem'den murad yalnız insanlardır. Çünkü küçük âlem (âlem-i suğra) sayılan her insan, büyük âlem (âlem-i kübra), kâ nattaki maddelerin ve renklerin birer benzerini muhtevidir. Nasıl her aleni başlı başına, Yüce Yaradan'ın varlığının, birliğinin ve eşsiz kudretinin delili ise, her insan da başlı başına Yaradan'ın varlığının, birliğinin ve eşsiz kudretinin delilidir. İşte bundan dolayıdır ki insan, hem kendi dışındaki kâinatı, hem de kendi kendini inceleyip ibret almakla emrolunmuştur. Nitekim Kur’ân'da: : "İykan (gerçekten imân ve itaat) edenler için arzda âyetler (deliller, bel geler, ibretler) vardır." (Zâriyât 51/20); "Kendi nefislerinizde de... O hâlde niçin görmüyorsunuz?" (51/21) buy rulur. Ancak âlem kelimesi için verilen bu üç görüşten birincisi, daha gerçekçi ve daha açıktır. Tâbiînden kabul edilen ve Ehl-i Kitâb'ın rivâyetlerini (hikâye) bilmekle ünlü Vehb b. Münebbih'ten naklen söylendiğine göre: 'Yüce Allah'ın on sekiz bin âlemi vardır; dünya bunlardan biridir." Âlem kelimesinin, kâinattaki varlıkların her biri için kullanılnaması, ancak genel kabul ve ıstılah bakımındandır. Hakikati hâlde kâinattaki her bir varlık için kullanılmasına hiçbir engel yoktur. Zira bir bütün olarak kâinat ve onun parçalarından her bin, türlerinin her ferdi, Allahü teâlâ'nın varlığına, birliğine ve karşı durulmaz kudretine apaçık birer delildir. Çünkü bunların hepsi var olmak için bir ezelî ve ebedî Müessire muhtaçtır. Görülen ve düşünülen önemli önemsiz ve büyükten küçüğe her şey Mecîd (en yüksek şân ve şerefe sahip) Yaradanın varlığına apaçık bir delil ve tevhid âlemine giden geniş bir yoldur. Yüce Allah'ın ulûhiyyeti, zerrelerine kadar bütün kâinatı kaplamıştır. Bu isbat gerektirmeyecek kadar apaçık bir hakikattir. Çünkü ulvî ve süflî varlıklar olsun; mücerret ve maddî varlıklar olsun; ruh ve cisim olsun; imkân ve vücût dairesindeki her şey, haddi zatında Cenâb-ı Allah'ın gözetiminde bulunmaktadır. Eğer O'nun terbiyesinin (tanzim ve yönetimi) bağları bir an için kesilirse, anılan varlıkların hiçbiri yerinde duramaz, kendisini barındıracak bir yurt bulamaz. Bütün o varlık dediğimiz şeyler mahvolur, yolduğa yuvarlanır. Fakat şânı Yüce Cenâb-ı Akdes, hiçbir varlıktan rahmet bağını kesmez: geçen her zamanda ve akıp giden her anda kendi zâtından, vücûdundan, sıfatlarından ve kemâlâtından kaynaklanan öyle feyiz, bereket, lütuf ve ihsan yağdırır ki, bunların çeşit ve miktarları ifade kudretimize sığmaz; onlar ancak Alîm (her şeyi hakkıyla bilen) ve Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan) Allah bilir. İlâhî kanun ve sistemin zorunlu gereği budur. Çünkü mümkinâttan hiçbir varlığın, başlangıçta ilâhî kudret olmaksızın, Kendi başına var olması düşünülemeyeceği gibi, varlık âlemine çıktıktan sonra varlığını sürdürmesi de düşünülemez... Varlığın bekası da yine onu ilk yaratan Yüce ve Aziz Rabbimiz tarafından sağlanır. Daha başlangıçta, bir varlığım, yolduğun kapıları kendisine tamamen kapatılmadan varlık âlemine çıkması tasavvur edilemez. Keza o varlığın, mucib sebebine bağlı olarak varlık alemine çıktıktan sonra yolduğa giden arızî yollar tamamen kapatılmadan varlık olarak devamı da düşünülemez. Devamlılık vasfı, zorunlu bir vücudun (var olmanın) özelliklerindendır. Hulâsa; izzet ve celâl sahibi Rabbimiz, her an bütün varlık âlemini her ferdi ile terbiye ve gözetimi altında bulundurmaktadır. Fesübhanallah! Şânın ne kadar yücedir! Gözler, bakışları ile Seni mülâhaza, akıllar fikirleri ile Seni mütalâa etmekten âcizdir. Senin şânın benzersiz, ihsanın sonsuzdur. Bizler. Senin marifetinde hayretteyiz; Senin şükrünün merasimlerini yerine getir mekte kusurluyuz. Allah'ım, Senden marifetinin yollarına hidâyet ve nimetinin haklarını eda için başarı diliyoruz! Bizler, Seni hakkıyla medhü sena etmekten âciziz. Senden başka ilâh yoktur. Senden mağfiret diliyor ve Sana tevbe ediyoruz. 3"O, Rahmân'dır, Rahîm'dir." er-Rahmân ve er-Rahîm, Allah'ın sıfatlarındandır. Eğer bu iki sıfattan maksad, Allahü teâlâ'nın akıl sahibi canlılar âlemine bahşettiği rahmet ya da var olma vasfını kazanmış bütün âlemlere saçtığı nimetler ise o takdirde nazımda, Rahman ve Rahim sıfatlarının Rabb'dan hemen sonra gelmelerinin sebebi açıktır. Yok eğer Rahman ve Rahim sıfatlarından; "Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır." (A'raf 7/156) âyetinde olduğu gibi, her aşamada bütün varlıklara bahşedilen rahmet kastediliyorsa o takdirde âyetlerdeki mevcut tertip ve sıranın münâsebeti şudur: Besleyip büyüten, yetiştiren, terbiye eden mânâsına gelen "Rabb" ismi rahmet ifade eden Rahman ve Rahim isimleriyle her zaman, behemehal yan yana olmayı gerektirmez. Şu hâlde Rahman ve Rahim'in, âyetlerin nazmında Rabb kelimesinden hemen sonra gelmesi, Allahü teâlâ'nın, kendisi için hiçbir zaruret olmadığı halde, kâinatta kahrı ile değil lûtfile tasarruf ettiğini ve rahmetinin azabından önde geldiğini ve tasarruflarını en güzel şekilde gerçekleştirdiğini ifâde eder. Besmele'de "Allah" isınınin Rabb sıfatı zikredilmeksizin yalnız Rahman ve Rahim ile vasıflanması, Allah'ın yüce isınınden yardım ve bereket dileyen kimsenin hâline daha münasip ve maksatlarına daha uygun olduğu içindir. 4"Din (hesaba çekilme, karşılık “ceza”) gününün mâlikidir." Fâtiha'nın nazmı içinde bu dördüncü âyet, Yüce Allah'ın dördüncü sıfatıdır Bu sıfatın, diğer sıfatlardan sonra gelmesinin sebebi, izaha gerek duyulmayacak kadar açıktır. (Çünkü hesap ve kıyamet günü, sıra itibarı ile diğerlerinden sonra gelmektedir.) Mekke ile Medine halkı, "mâlik" kelimesini "melik" okumuşlardır.6 Melik: kahredici sultan, müstevli (işgal ve istilâ eden) tam gaalip ve kamu işlerinde emirler ve yasaklar koymada tam yetkiyi haiz muktedir hükümdar demektir. Hesap ve karşılık görme makamı için münasip olan mânâ da budur. Nitekim âyet-i kerîmede: "O gün onlar kabirlerinden kalkarlar. Yaptıklarından hiçbir şey Allah'a gizli değildir. O Allah: - Mülk bugün kimindir? (diye sorar ve yine kendisi:) - Bir (Vâhid) ve her şeye gaalib (Kahhar) Allah'ındır! (cevabını verir)." (Mü'min 40/16) buyrulur. Âyetteki gün (yevm) kelimesinin örfi mânâsı, güneşin doğuşundan batışına kadar geçen zamandır. Şer'î mânâsı ise ikinci fecirden güneşin batışına kadar olan zamandır. Ancak burada zaman mutlak anlamdadır. Din kelimesi, hayır veya şer, yaptıklarının karşılığını görmek demektir. Âyette, kıyamet günü (Yevme'l-Kıyame), toplanma günü (Yevme'l-Cem') vs. denilmeyip özellikle din (karşılık görme, ceza) günü (Yevrni'd-Dîn) deyiminin tercih edilmesi, teşvik ve uyarı konusunda daha etkili olduğu içindir. Çünkü kıyamette olup bitenlerin hepsi, karşılık görmenin hazırlık aşamalarıdır. Din (karşılık görme) günü, bütün zamanlarda sürekliliği olan bir mefhûm değilse de, vukuu kesin ve süreci de ebedî olduğundan böyle kabul edilmiştir. (Bu itibarla anılan vasıflandırmada, Cenâb-ı Allah'ın, daimî değil fakat geçici bir vasıfla vasıflandırdığı itirazı ileri sürülemez. Bu cihet gözetilerek mazi mânâsı da verilebilir. Yani "O Allah ki, din (karşılık görme, ceza) gününün mâlik ve sahibi olmuştur." denebilir. Bu âyette özellikle, hesap gününün zikredilmesi, onu ta'zim ve onun kokunçluğunu ifade yahut da kıyamet gününde mâlikler ile malları arasındaki mecazî bağların tamamen kopacağını ve bütün tasarrufların yalnız Allah'a ait olacağını açıklamak içindir. Tirmızî, Hadîs No: 3094 ve 3095 Allahü teâlâ'nın, "Âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, Hesap Gününün Mâliki" gibi sıfatlarla vasıflandırılması, hamdin O'na mahsus olduğunun gerekçelerini de ortaya koymaktadır. Bu vasıflandırma hem gerçek mânâda hamde (övgü) lâyık olanın ancak Cenâb-ı Allah olduğunu gösterir hem de yalnız O'na ibâdet ve yalnız O'ndan yardım istenebileceğinin gerekçesini bildirir. Çünkü hamdin, ibâdet ve yardım dilemenin merciinin başka değil: ancak Allahü teâlâ olduğu bu sıfatlarla subuta erer. Bu sıfatlardan Rab ve Mâlik, bütün varlıkların O'nun terbiyesi altın bulunduğunu ve her şeyin O'nun mülkü olduğunu açıklıkla ifade eder. Rahman ve Rahim de; hamd, ibâdet ve yardım dilemenin yalnız Allah'a mahsus olduğunu belirtir. Allah'ın, Rahman ve Rahim sıfatları ile vasıflandırılması, kendi dışındaki âlemlere göredir. Bu da, bütün âlemlerin, Allah'ın nimetlerine mazhar olmasını gerektirir. Böylece açıkça anlaşılır ki, bu sıfat lardan her biri, hamd, ibâdet ve yardım talebinin başkasına değil yalnız yüce Allah'a sabit olmasını zarurî kılar. İşte zılır ve tahsisin mânâsı budur. 5"Biz ancak Sana ibâdet (kulluk) eder ve ancak Senden yardım dileriz." Bu âyetle, şimdiye kadar kullanılan gıyabî ifade üslûbundan hazıra hitap üslûbuna geçilmektedir. Bu, o makamın gereği olarak, yüksek bir belâgat, nazımda ve kelâmda üstün bir edebî sanat örneğidir. Çünkü ifadede bir üs lûptan diğerine geçmek, nefisleri celp etmek, gönülleri çelmek için daha etkilidir. Kur’ân'ın diğer yerlerinde de, birtakım sırların ve meziyetlerin gereği olarak bu üslûp değişikliğine rastlanmaktadır. Bu yüce hitap makamının, ibâdet ve yardim talebinin Cenâb-ı Allah'a tahsisine delâlet eden özel nüktelerden biri de şudur: Bundan önceki âyetlerde Allah'a has en mükemmel temeyyüz ve tecelliyi gerektiren sıfatlar zikredildi. Şimdi bu âyetle gaybîlik, gizlilik, vicahta veya huzurda (yüz yüze) olma açıldığına çevrilmekte ve ikinci şahıs zamiriyle hitab edilmektedir. Bir de anılan âyetlerin mevcut nazmı bize, Yüce Allah'ım en kutsal varlık (zât-ı akdes) olarak yalnızlığını, Zâtı ile, bütün mâsivâdan (kendisinden başka her şeyden) ayrıldığını, Zâtı ve sıfatlarıyla birliğini, bütün varlıkların başlangıçta ve varlıklarını sürdürürken zât ve vücût ola) O'na muhtaç olduklarını bildirir. İşte insan yukarıda söz konusu olan bu tafsilat ile tefekkür ettikten sonra burhan (delil) mertebesinden ayan (göz ile görme) mertebesine yükselmeli, gıyabî âlemden müşahede âlemine geçmek, mukaddes mahfillerde Mevlâsının huzurunda eğilmeli, kemâl-i tevazu ve zillet ile yalvarıp münâcât kapısını ezildik içinde çalarak: Ey Zâtının ve sıfatlarının hâlleri böylesine yüce ve mükemmel olan Allah'ım' Bizler, ibâdetimizi ve yardım dileğimizi yalnız Sana has kılıyoruz. Zira senden başkası kim ve ne olursa olsun, buna lâyık değildir." demelidir. Her hâlde Fatiha sûresinin, kulun Mevlâsına münacâtı ve kendini tamamen O'nun kulluğuna vermesi demek olan namazın bütün rek'atlerinde okunmasının vücûbunun sırrı bu olsa gerektir. İbadet ve ubudiyetin mânâsı İbadet, zillet ve alçak gönüllülüğün en yüksek derecesidir. Bir görüşe göre de ibadet, Allah'ı razı eden işlerdir. Ubudiyet, Yüce Allah'ın tasarruflarına Rıza göstermek; istiâne ise yukarıda belirtildiği üzere yardım talep etmektir. Tümleçlerin başka bir deyişle Sana, Senden kelimelerinin fiillerden önce zikredilmesi, daha önce belirtilen tahsis mânâsını ve ta'zim ile ihtimam anlamını ifade içindir. İbn Abbâs'a göre bunun anlamı "Senden başkasına ibâdet etmeyiz." demektir. İstiânenin (yardım isteme) mânâsı Sana ve Senden demek olan "İyyake" kelimesinin tekrarlanması, ibâdet ve yardım talebinden her birinin Yüce Allah'a tahsisini sarahatle ifade etmekle beraber bir de O'na olan münacât ve hitabtan zevk alındığını belirtmek içindir. İbâdetin, yardım talebinden önce zikredilmesi ise, İsm-i Celîl'in ve ondan sonra gelen sıfatların, ibâdeti gerektirmesindendir. İstiâne ise, Allah'ın söz konusu sıfatları üzerine bina edilmektedir. Bundan başka ibâdet, Yüce Allah'ın hukukundan; yardım isteği ise kul hukukundandır. Kaldı ki ibâdet, kesin olarak vâcibtir. Yardım istemekse, vâcib olup olmaması, yardım talebinin konusuna bağlıdır. Bir görüşe göre de, anılan takdimin sebebi şudur: Vesilenin istenen şeyden önce zikredilmesi, icabet ve kabulde daha etkilidir. Bu izah, âyetteki yardım talebinin, İslâm âlimlerinin dedikleri gibi, mutlak olup yardım talep edilen her konuyu kapsaması hâli içindir. Bir görüşe göre de âyet nazmındaki tertibin hikmeti şudur: Burada istenen, ibâdetteki yardım ve ibâdet merasimini gereği gibi yerine getirmek için başarılı olmaktır. Kur’ân'ın şânına layık ve hamd edenin hâline münasip olan da budur. Çünkü kulun yardım talebinden önce mutlaka yüce Allah'tan, gerçekleştirilmesinde kendisine yardım etmesi için herhangi bir iş düşüncesi vardır. Ve açık bir gerçektir ki kul, Yüce Allah'ın akil ermez işlerini tefekküre dalınca ve o tefekkürün gerektirdiği hamd ü sena ile meşgul olunca, bütün benliği ile kendini Allah'a vermekten, O'na tam olarak yönelmekten başka kendi hâl ve hareketlerinden hiçbir şey aklına gelmez. Bunu da, önce ibâdeti Yüce Allah'a tahsis etmek, sonra da kendisini Rabbine ulaştıracak hidâyeti dilemek ile gerçekleştirmektedir. O hâlde ibâdet ile hidâyet dileme zamanları arasında dünya işleriyle meşgul olması nasıl tasavvur edilebilir?! İşte sanki: "Bunda da yalnız Senden yardım diliyoruz." demiş oluyor. Çünkü bizler, Senin yardımın olmadan hukukunu edaya muktedir değiliz. Bu yoruma göre âyetteki tertibin gerekçe ve sebebi gayet açıktır, Ayrıca bu âyet-i kerimede Yüce Allah'a ibâdet mertebesinin yükseldiğine, buna erişmenin azizliğine, ibâdet eden kul için bunun en büyük arzu ve amaç olduğuna ve bunun kendi şahsî gayretleri ile değil, fakat Yüce Allah'ın bir bağışı olduğuna da açık işaretler vardır. Bir de bu âyetin, kendisinden sonra gelen duâ âyeti ile olan uyumu da pek açıktır. "Biz ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım dileriz" âyetinde "Biz" zamirinin kullanılması, kulun bütün kusurlarıyla, tek başına o huzurda durmaya, ibâdetini sunmaya, münferiden yardım ve hidâyet dilemeye lâyık olmadığını bildiğini ve bunları ancak kendisinin de içinde bulunduğu topluluk ve cemaatle yapabileceğini tasavvur ettiğini bekitmek içindir. Nite kim hükümdarların âdeti de böyledir (Onların huzuruna da bir hey'et halinde çıkılıp taleplerde bulunulur). Yahut da bütün tevhîd ehli arasında bir dayanışma olduğundan kulun kendisine tecelli edecek ilâhî hâle onların da iştirakini sağlamak içindir. 6"Bizi sırât-ı müstakıîme (dosdoğru yola) ilet." Bu âyet-i kerîmede, yardım konularının en önemlisi tahsis ve tayin edil miştir. Sanki Cenâb-ı Allah, bundan önceki âyette yapılan yardım talebine cevap veriyor: "- Size nasıl yardım edebilirim?" buyuruyor ve kullar da: «Sen, bizi dosdoğru bir yola hidâyet eyle! »" diye niyazda bulunuyorlar. Hidâyetin tarifi Hidâyet; lütuf ve atıfet olarak, amaca ulaştıran araçları göstermektir. Bundan dolayı hidâyet, hayırlı işlere mahsustur, Saffât (37) sûresinin: "Allah'tan başka taptıklarını ve onları cehennem yoluna hidâyet: edin!" mealin'deki 23. âyetindeki hidâyette ise alay ve hakaret vardır. Hidâyetin nevileri Yüce Allah'ın hidâyeti sayılamayacak kadar çok ve çeşitlidir, Bununla beraber bunları üç grupta incelemekte yarar vardır: 1- Dahilî hidâyet: İnsanın, tabiî ve hayvanı faaliyetlerini, dünyevî ve uhrevî işlerini düzenlemek için gerekli olan kuvvetler, zahirî ve batını şuurlardır, 2- Haricî hidâyet: Bu da ikiye ayrılır: a) Tekvini hidâyet: Bu nevi hidâyet, lisan-ı hâl ile Haliki açıklar, Daha önce belirtildiği gibi, âlemin (evrenin) her ferdinde, Allah'ın varlığına işaret eden deliller vardır. b) Tenzili (vahyi) hidâyet: Nazarî ve amelî hükümlerin tafsilâtını açıklayan bu nevi hidâyet de peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek sureti ile gerçekleşmiştir. Zira kutsal kitaplar, tekvini delilleri değerlendirme yöntemini göstermek ve onlara dikkat çekmek suretiyle hidâyetin bütün çeşitlerini içerir. Nitekim: "İykan (gerçekten imân ve itaat) edenler için arzda âyetler (delil, belge, kanıt, ibret) vardır." (Zâriyât 51/20) "Kendi nefislerinizde de.. O hâlde niçin görmüyorsunuz?" (Zâriyât, 51/21) Şüphesiz gece ve gündüzün ihtilâfında (ardı ardına gelişinde), Allah'ın gökte ve yerde yarattıklarında, ittika eden (Allah'tan gereği gibi sakınan, sorumluluk şuuru olan) bir topluluk için âyetler (delil, kanıt, ibret) vardır." Yunus 10/6) mealindeki âyetlerde bu gerçeklere mücmelen işaret edilir. 3- Hususî hidâyet: Bu, hidâyete mazhar olan kimselere vahiy, yahut ilham ile esrar perdesi nin açılmasıdır. Bu mertebelerin her birinin sahibi ve peşine düşen talibi vardır. İstenen; "Hidâyete erenlere gelince; Allah onların hidâyetini daha da artırır ve onla lara takvalarını ilham eder." (Muhammed 47/17) meâlindeki âyette belirttiği gibi ya hidâyetin artması ya da hidâyetin sürekli kılınmasıdır (sebat). Nitekim rivâyet olunduğuna göre Hazret-i Ali (kerremellahü vecheh) ve Ashab'ın fukahasından "Seyyidü'l-Kurra" Übeyy b. Kâ'b "Bize hidâyet eyle"yi (ihdina)" "hidâyette bize sebat ver." diye tefsir etmişlerdir. Hidâyet talebinden maksat, hidâyette sebat ise kesin olar; mecaz kabul edilir, hidâyet talebinden maksat, bundan daha ziyadesi ise ve ziyade mefhûmu, hidâyetin kullanıldığı mânâya dahil ise yine mecaz kabul edilir. Ama eğer ziyade mefhûmu, hidâyet mânâsına dahil olmayıp birtakım karinelerle ona delâlet ediyorsa, o zaman mecaz değil hakikat olur. Çünkü; fazla ibadet nasıl yine ibâdetse, fazla hidâyet de yine hidâyettir. Böylece mecaz ile hakikatin bir araya gelmesi sonucu doğmamış olur. "Sırat-ı müstakîm"den maksat, hak yoldur. O da, kolay ve ifrat ile tefrit arasında orta bir yol olan hanif (bâtıldan ayrılıp halika yönelme) dinidir. 7"Nimetilendirdiğin (in'âm ettiğin) kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların, dalâlete düşenlerin yoluna değil." Bu âyetti kerîmede iki yol gözler önüne serilmektedir. Biri Allah'ın nimetlendirdiği kimselerin yolu, diğeri de O'nun gazabına uğrayanların ve dalâlete düşenlerin yoludur. A- "Allah'ın nimetlendirdiği kimselerin yoluna." Cenâb-ı Halik, bu âyet-i celîlede nimetini bahşettiği Müslümanların izlediği yolu bir bayrak yapmış ve doğrulukta ilâhî şahadete mazhar olacak yolun da bu olduğunu açıkça beyan etmiştir. Öyle ki, sırat-ı müstakim den ğinde bundan başka bir şey akla gelmez. Sırat-ı müstakimin, ilâhî nın mazhar olmakla eşdeğer tutulması bunun pek kapsamlı bir nimet olduğunu belirtmek içindir. Çünkü İslâm nimeti, bütün nimetlerin temel ilkesidir. Bundan dolayı İslâm nimetini elde eden kimse, bütün nimetleri elde etmiş sayılır, Bir göruşe göre de, ilâhî nimete mazhar olanlardan maksat, Nisa (4) sûresi nin 69. âyetinde belirtilenlerdir. Gerçekten bu âyette: "(Allah ve Resulüne itaat edenler) İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimet bahşettiği peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salihlerle beraberdir." (Nisa 4/691) buyrulur. Bundan önceki: "Ve onları elbette sırat-ı müstakime (dosdoğru yola) hidâyet ederdik"‘Nisâ 4/8) âyeti de bunu teyid eder. Bir diğer görüşe göre ise "onlardan" maksat, İncil ve Tevrat'ın neshinden ve tahrifinden önce Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i İsa'nın ashabıdır, başka bir deyişle onları görüp imân edenlerdir. (Âyetin Arapça nazmında mazî kipi ile zikredilen) in'âm, nimeti birine ulaştırmaktır ki aslında bu, lezzet duyulan bir hâldir. Sonra nefsin lezzet duyduğu helâl dünya zevkleri anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah'ın nimetleri sayılamayacak kadar çok olmakla beraber temelde iki kısma ayrılmaktadır: a- Dünya nimetleri. b- Ahiret nimetleri. Dünya nimetleri de iki kısma ayrılır: Vehbî ve Kesbî nimetler. Vehbî, insanın herhangi bir gayret sarfetmeden sırf ilâhî bağışla mazhar olduğu nimettir. Kesbi, insanın şahsî gayret ve çalışması ile kazandığı nimettir. Başka bir deyişle kesbî nimet, nefsi rezil sıfatlardan arındırmak, yüksek ahlâk ve güzel melekeler ile donatmak; bedeni, güzel haslet ve makbul ziynetlerle süslemek; mevki, makam ve servet sahibi olmaktır. Vehbî nimet de iki kısma ayrılır; Ruhanî ve Cismanî. Ruhani (ruh ile ilgili) nimet, insana ruh (can) verilmesi ve bunun akıl ve akla bağlı melekelerle güçlendirilmesidir. Bunlar ilâhî hediyeler kabilinden malda beraber haddi zatında pek büyük nimetlerdir. Cismani (beden ile ilgili) nimet, bedenin veya bedenî kuvvetlerin sağlıklı, düzgün ve güçlü olmasıdır. Ahiret nimetleri, insanın dünyada iken işlediği hata ve kusurların bağışlanması ve Allah'ın has kulları arasında cennete girmesidir. Söz konusu nimetlerden istenmesi gereken, âhiret nimetleri ile dünya ni metlerinden âhiret nimetlerinin kazanılmasına vesile olanlardır, Allah'ım Büyük lütfün ve geniş rahmetinle bu nimetleri bize nasip eyle! B- "Gazaba uğrayanların, dalâlete düşenlerin yoluna değil." Allah'ın nimetine nail ve mazhar olan kulların, bu şekilde vasıflandırmaları, önceki âyetin ifade ettiği mânâyı tamamlamak için olduğu kadar ilahi gazaba uğramamanın ve sapıklardan olmamanın başlı başına büyük bir nimet olduğunu beyan etmek içindir. Yani sırat-ı müstakim, mutlak nimet olan imân nimeti ile ilâhî gazap ve dalâletten selâmet bulma nimetini bir araya getirmiş olan mutlu ve kutlu kulların yoludur. İmam Ahmed b. Muhammed Hanbel'in Müsned'inde ve Tirmizî'nin de, el Câmiu's-Sahih'inde belirttikleri bir görüş vardır. Bu iki güzide muhaddise göre anılan âyetteki ilahi gazaba uğramışlardan maksat Yahudiler; dalâlete (sapıklığa) düşenlerden maksat da Hristiyanlardır. Bu ilâhî kelâmı, bir temsil ile yorumlamak da mümkündür. Yani Allah'ın, isyancı kullarına olan gazabından ve isyanları yüzünden onlardan intikam alma iradesinden doğan hâli, bir hakanın, kendisine isyan edenlere öfkelen mesi, onlardan intikam almak ve cezalandırmak istemesi hâline benzetmek gibi. Bundan önceki âyette "in'am ettiğin, nimet yerdiğin kimselerin" ibaresiyle nimet, Allah'a isnat edildiği hâlde gazab, Allah'a isnat edilmiyor. Nazımda "mağdûb (gazaba uğramış)" kelimesinin kullanılmış olması Kur’ân üslûbundaki edebi gözetmek içindir ki nimetler ve hayırlar Yüce Allah'a izafe edilir fakat onların zıtları edilmez. Tıpkı: "Beni yaratan, sonra bana doğru yolu gösteren (hidayet O'dur." (Şuara 26/78), "Beni yediren ve içiren de O'dur." (Şuara 26/79), "Hastalandığım zaman bana şifa veren de O." (Şuara: 26/80), "Biz bilmeyiz; yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi?" (Cin 72/10) mealindeki âyetlerde olduğu gibi Âyette (dâllîn şeklinde muştaki) geçen dalâlet, doğru yoldan sapmaktır. Âmin Amin duamızı kabul buyur, demektir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre kendisi şöyle demiştir: "Ben Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) âmîn kelimesinin mânâsını sordum; bana: "Eyle! demektir, dedi." Âmin, "emîn" şeklinde de okunabilir. Arap şiirlerinde "âmînâ" şeklinde de gelmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cebrâîl , bana, Fâtiha'yı bitirince "âmin" dememi telkin etti ve dedi ki: "- Âmin, yazının mührü gibidir." Amin, âlimlerin ittifakı ile Kur’ân'dan değildir; ancak Fatiha (1) sûresinin sonunda okunması sünnettir. İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin meşhur olan görüşüne göre: "Namaz kılan kimse, sesli (cebrî) namazlarda "âmin'i gizli okur ve imam "âmin" demez. Çünkü duâ eden odur." Tabiînden Hasen-ı Basrî'den de böyle rivâyet olunmuştur. Sahabilerin ünlülerinden Abdullah b. Mugaffel ile Enes b. Malikin Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyetlerine göre de namazda "âmin" gizli okunur. İmam Şafiî'ye göre ise sesli namazlarda "âmin" sesli okunur. Şafiî'nin delili şudur: Ashab'tan Vâil b. Hucr'dan rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fâtiha'nın sonunda (veleddâllin)i okuyunca, yüksek sesle "âmin" derdi." Şöyleki: "Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet etti: İmam Fatiha okurken (gayri'l-magdubı aleyhim veleddâllîn) deyince (âmin) deyin. Çünkü kimin amin demesi meleklerin âmin demesine rastlarsa geçmiş günahları affolunur." "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılan Übeyy b. Kâ'b'a (radıyallahü anh) seslendi, o da namazı bitirince camiden çıkmak üzere olan Resûl-i Ekrem'e yetişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Übeyy'in elini tuttu ve şöyle buyurdu: "- Allah'ın ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne de Kur’ân'da bir benzerini indirmediği sûrenin önemini öğrenmeden mescidden çıkmamanı istiyorum." "- Bunu işitince onu öğrenmem için adımlarımı yavaşlattıktan sonra: "Ya Resûlallah! Bana va'dettığın şeyi öğret!" dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "- Namaza başlayınca ne okursun?" buyurdu. Ben de: -el-Hamdü lillâhi Rabbil âlemîn.. "den itibaren Fâtiha'yı sonuna kadar okudum. Bitirince, Resûlüllah "- İşte bana verilen Kur’ân-ı Azîm'in en yüce sûresi budur. Bu sûre yedi âyettir buyurdu. Übeyy b. Kâ'b (radıyallahü anh) da başından geçen şu olayı anlatıyor: "Resûlüllah, bana: "- Dikkat et! Sana, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur’ân'da benzeri bulunmayan bir sûre haber vereyim mi?" dedi. Ben de: "- Buyur yâ Resûlüllah!" dedim. O zaman: "- O, bana verilmiş olan Fâtihatü'l-Kitab, Seb'u'l-Mesânî, Kur’âni'l-Azîm adları ile bilinen sûredir, buyurdu." Yine Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) sırdaşı Huzeyfe b. el-Yeman'dan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre; Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah, bir insan topluluğuna kesinleşmiş bir hüküm olarak bir azap göndereceği zaman, onların çocuklarından biri, Kur’ân'daki "el-Hamdü lillahi Rabbi'lâlemîn" (yani Fatiha sûresini) okur da Yüce Allah, kabul eder se onun bereketi ile o azabı kırk sene erteleyebilir." |
﴾ 0 ﴿