EBU’S-SU’ÛD TEFSİRİİRŞÂDÜ’L- AKLİ’S-SELÎM İLÂ MEZÂYÂ EL-KUR’ÂNİ’L-KERÎM Ebu’s-Su’ûd, Muhammed b. Muhammed el-Imâdî Hanefî (ö. 982/1574) Mukaddime: Resulü Hazreti Muhammed'i (aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) hidâyet ve hak din (ed-dinü'l-hak) ile gönderen; ilâhî emir ve nehiylerle ilgili hükümleri muhtevi mukaddes usullerin (şer'-i şerif) adet ve rükünlerinden (şeâir) büyük küçük her şeyi Resûl'üne bildiren; mü’minleri el-A'zîz (her şeye gaalib ve üstün) ve el-Hamîd (her türlü övgüye lâyık) Allah'ın sırat-ı müstakimine ileten; daha önceki semavî kitapları onaylayan (musaddık); her işin doğrusunu söyleyen (nâtık); hiçbir şeye ihtiyacı olmayın bilakis kâinattaki, her şeyin kendisine ihtiyaç duyduğu (es-Samed) hak ma'buda (ma'bud-i bi'l-halik) ibâdeti emreden; bütünüyle ahenkli ve âyetleri birbiriyle müteşabih, tekrar tekrar bıkılmadan okunan (mesânî) ve okunduğunda haşyetiyle tüyleri ürperten (Zümer 39/23); mehabetiyle (heybet, celâl ve azamet) sanki dağları sarsan, demir kütleleri ve sert kayaları eriten (Ra'd 13/31); çözümü her güç meseleyi kolaylaştıran; Arapların atası Kahtan'dan bu yana gelmiş geçmiş bütün söz ustalarını susturan; şiir ve edebiyat sihirbazlarını şaşkınlık içinde bırakan; bir araya gelip toplansalar ve aralarında yardımlaşsalar bile benzerini veya eşdeğerini meydana getirmek hususunda bütün insanları ve cinleri âciz bırakan (Bakara 2/23-2.4); beyyi'nelerin en aşikârı ve hüccetlerin en parlağı Kur’ân-ı Kerîm'i, akıl sahipleri (ülü'l-elbab) üzerinde düşünüp ibret alsınlar (tedebbür ve tezekkür etsinler) diye eğrisi-büğrüsü olmayan (gayra zîı'vec/Zümer 39/28) bir Arapça ile Resulü'ne indiren Allah ne yücedir! Yüce Rabbimiz uzunca bir fetret devrinden (Peygambersiz geçen bir zaman diliminden) sonra Hazret-i Muhammed'e Kur’ân'ı indirdi O da insanlar apaçık bir dalâlet (sapıklık) içindeyken onlara Kur’ân ile hak yolu gösterdi. Böylece bâtılın karanlığı sıyrılıp açıldı ve Halik'ın nuru ufukta yükseldi Şimdi kim Kur’ân'ın çağrısına uyarsa o kurtuluşa erer; kim ona karşı direnir, heva ve heveslerini ilâh edinirse o felâket çukurunun kenarındadır ve sonuçta da oraya yuvarlanır. Şurası da bir gerçektir ki Allah'ın nurundan nasibi olmayan kimsenin akıbeti karanlıktır. Yüce Allah Resulü Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) onun Ehl-i Beyt'ine itaatkâr ve faziletli Ashab'ına, hayırda onların izinden gidenlere salât, selâm ve rahmet eylesin; onların şânlarını yüceltsin; yıldızlar birbirini izledikçe, gece ve gündüz birbiri peşinden gidip geldikçe salât ve rahmetini onların üzerine yağdırsın! Bütün bunlardan sonra (emma ba'd) hidâyet eden, doğru yolu göstere. (Hâdî) Rabbinin rahmetine muhtaç; O'nun fakir kulu (el-a'bdü'l-fakır) Ebussuûd b. Muhammed el-I'mâdî der ki: Bu kâinat kitabının tek harfi henüz yazılı değilken onun meydana getirilmesindeki asıl sebep, Âdem babamız henüz ortada yok iken, onun hamrunun yuğrulmasındaki derin hikmet; Mecîd (gerçek şeref, lütuf ve kerem sahibi), Muîd (her şeyi ilk yaratılıştaki hâline çeviren, öldürdükten, sonra dirilten, hayata iade eden) ve Bârî (yaratan, şekil ve nizam veren, düzenleyen) Yüce Yaratıcı'nın hakkıyla bilinmek ve kendisine kulluk (ibadet) edilmek istemesidir (Zâriyat 51/56). Bu maksada erişmek için de Kur’ân hükümlerini iyice anlamaktan başka yol yoktur. Gerçi Azîz (her şeye üstün ve gaalib) Allah (celle celâlühü), sonsuz kudretinin delillerini kâinat kitabının sayfalarına yazmış; vahdaniyetinin bayraklarını maddenin cevher (öz) ve arazlarına (İlinti, vasıf) dikmiş; cihanın her zerresini, bilginin her damlasını, kudret kaleminin geçtiği her noktayı, örneksiz icat levhasına yazılan her harfi cemalini gösteren bir ayna; kemal sıfatlarını düşündüren bir vâsıta; şüphe götürmeyen kesin delil ve kendisine yönelenler için sapma imkânı vermeyen düz ve geniş bir yol kılmıştır. Özetle tabiatın her zerresi Rabbin belgelerini okuyup açıklayan bir hatib gibidir. Bu seslere kulak verip dinleyenler onun insanlara akılları ölçüsünde sırlarını açıkladığını, sorulanları uygunca cevaplandırdığını, hikmetlerinin bazılarını gizlediğini bazılarının da ince işaretlerini verdiğini göreceklerdir. Fakat söz konusu bütün bu belge ve delilerden yararlanmak; işaret ve alâmetleri amaca uygun kullanmak; o beşer üstü ifadelerin mânâlarını, satır aralarında gizlenmiş kaza ve kader sırlarının sembollerini kavramak güç ve kuvvet sahibi Allah'ın (celle celâlühü) tevfiki olmadan yalnız insan aklının üstesinden gelebileceği bir şey değildir. İşte Rabbin kitabı Kur’ân'ın indirilmesinden murad budur. Kur’ân öyle bir İlâhî kitaptır ki İslâm'ı ayrıntılarıyla ortaya koyar (tafsil eder); mûteşabihatın müşkillerini açar; hazeratü'l-kudsün, enbiya ve evliya ruhlarının toplandığı makamların örtülerini aralayarak insanlığın pek gizli sırlarına ulaşmayı sağlar. En üstün melekeler bu kitapla kazanılır dünya ve âhiret saadetine yine bu kitapla erişilir. Bununla beraber şânı yüce Kur’ân'ın âyetlerinden bazılarının ifâdeleri kapalı (muğlak) olduğundan anlaşılmaları oldukça güçtür. Zaten onu her yönden mutlak manâsıyla anlamak, semânın sonunu bulmak veya onun burçlarına çıkıp oturmak kadar imkansızdır. Böyle olması da tabiîdir. Çünkü birbirinden farklı konulara temas eder; nazarî ve amelî bilim ve fenlerin birçok inceliklerini, şer'i hükümlerle bunların delillerini içerir; mülk ve melekût âlemlerinden haberler verir; aynı zamanda birtakım emirler ve yasaklar öngörür, Kur’ân-ı Kerîm, eşsiz ve benzersiz bir üslûpla Levh-ı Mahfûz'dan istinsah edilmiş; çehresi i'caz (herkesi âciz bırakma, az söz ile çok mânâ anlatma) nuru ile peçelenmiş; zamanı gelince açıklanması gerekli gerçekler, o gün için akıllardan gizlenmiş; onun ışığının parlaklığı gözleri kamaştırmıştır. İşte bunun içindir ki her zaman ve her ülkede kalem erbabının sultanları sayılan büyük bilginler, Kur’ân-ı Kerîm'i tefsire, âyetlerinin anlaşılmasını kolaylaştırmaya çalışmışlar ve bu alanda pek değerli eserler tasnif ve telif etmişlerdir, Hazret-i Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) bu yana kendilerine ulaşan rivâyetler doğrultusunda çalışan tahkik ehli ilk tabaka tefsir uleması âyetlerin mânâlarını, kelimelerin kök ve iştikaklarını, kıraat imamlarının okuyuşlarına göre kazandıkları anlam inceliklerini açıklamak ve bunlardan istihraç edilen hükümleri ortaya koymakla yetinmişlerdir. Daha araştırmacı olan son devir tefsir ulemâsı ise Kur’ân'ın mucizevî vasıflarını ve diğer ilâhî kitaplar karşısındaki üstünlüğünü göstermek amacıyla yukarda zikredilenlerin yanısıra âyetlerin içerdikleri sır ve işaretleri de açığa çıkarmak için büyük çaba harcamışlardır. Özellikle Zemahşerî'nin el-Keşşâf an Hakaik't-Tenzîl ve Uyun el-Akavil fî Vucûhe't te'vîl" ve Beyzavî'nin "Envâru't-Tenzil ve Esrârü't-Te'vîl" adlı tefsirleri gerçekten eşsiz ve kendi dönemlerinde bu alanda yazılmış olan eserlerin en üstünleridir. Bu iki kitabı okuduğum ve okuttuğum geçmişteki yıllarda sürekli içimde duyduğum bir arzu vardı: Bunların yararlı görüş ve düşüncelerini inciler gibi dizeyim; diğer kitaplarda gördüğüm paha biçilmez hakikat ve incelikleri, ilâhî inayet ve sübhanî hidâyetin bir lütfu olarak kalbime doğan ilgi çekici bir takım bilgileri de bunlara ilâve edeyim. Böylece Kur’ân hazinesinde saklı hakikat ve rumuzları nefisleri tatmin edecek, gözleri aydınlatacak ve onun şânına yakışacak hoş bir tertip ve üslûp ile te'lif ederek Allah'ın yeryüzündeki halîfesi, İslâmiyetin sancaktarı, nice zâlimlerle firavunlara boyun eğdiren kayzerlerin ve kisraların alınlarını topraklara bulayan, Azîz Allah'ın nusratı ve cesur ordusunun gücüyle doğu ve batı ülkelerinin fâtihi, şehinşâh-ı cihan, fahametlû (ulu, kadri ve şânı yüce) Hakan, Sultan Süleyman Han'ın bayındır hazinesine armağan edeyim. O gayret ve himmeti büyük padişah, aydınlık bir azimle doğuya yöneldi de doğunun en uzak ülkesine kadar gitti; sonra batıya yöneldi de güneşin battığı yere hattâ daha aşağısına vardı. (Kehf 18/83-84)'. Böylece doğu-batı ufuklarıyla, kuzey-güney kutupları arasında kalan ülkeler onun hâkimiyeti altına girdi ve onun adaletli bayrağının gölgesine sığındı. Eski dünyanın dört bir yanında kurulu minberler onun adının okunmasıyla şereflendi. O öyle bir hakandır ki devleti dünyayı kapladı, gemileri Bahr-ı Muhît'lerde yüzdü. Sultan Süleyman, kendisi gibi pek çok ülkenin sahip ve mâliki; âlemler üzerinde Allah'ın (celle celâlühü) (mecazî anlamda) gölgesi; Arab'ın, Acem'in ve Rûm'un sultanı; doğuların ve batıların hakanı; ilâhî kudretin teyid ettiği muktedir önder; sübhanî izzetin azîz kıldığı halîfe; "Hâdimü'l-Haremeyni'ş-Şerîfeyn" (ta'zime lâyık iki haremin, Mekke ile Medine'nin hizmetkârı); memlekette mer'î kanunların vâzıı; Osmanlı padişahlarının onuncusu, fetihleri kitaplar dolduran, ünlü kahraman, mansur ve muzaffer Yavuz Sultan Selim Han oğludur. Sultan Selim Han da saâdetlû (mutluluk bahşeden) Sultan Bayezîd Han oğludur. Onun saltanatının silsilesi müteselsilen zamanın silsilesinin sonuna kadar zeval bulmasın ve eslâf-ı izamının ruhları Rıdvan cennetlerinde mütenezzih olsun! Fakat aczim, azmime engel oldu. Niyetlendiğim işin azameti karşında tereddüt içinde kaldım. Dağların etekleri ile dorukları ne kadar mesafeli! Ülker yıldızı ile yeryüzü arası ne kadar uzak! Anka kuşunu avlamak ne kadar zor! Gökteki burçlardan "İkizler"i tutup bağlamak ne kadar imkânsız! İşlerim daha da çoğaldı. Aradan akıp geçen zaman şartları değiştirdi. Kadılık ve kazaskerlik görevleri nedeniyle omuzlarıma ağır işler yüklendi. Savaş ve seferlerde pek çok yer dolaşmak zorunda kaldım. Ama hep bir fırsat çıkmasını beklemekteydim Güya sükûnet içinde, kalb huzuru ve gönül rahatlığı ile geçmişi telâfi edecek ve gayeme ulaşacaktım. Ne yazık ki şartlar daha da ağırlaştı; öncekilerden daha meşalikatli işlere düştüm, insanların müşkillerini çözümlemek ve aralarında tahaddüs eden da'vaları karara bağlamak üzere Şeyh-ül İslâmlık makamına getirildim. Yağmurdan kaçarken sellere tutuldum. Zeyd ile Amr'ın maceraları benim de başıma geldi. Artık hâlimi şâirin şu mısralarıyla anlatmaya başladım: "Bir zamanlar başımdaki olaylardan sana dert yanıyordum, sağlıklı günlerimi hasta sanıyordum. Sonra asıl kaçındığım olaylar başıma gelince geçmiş günlerimin kıymetini o zaman anladım. " Nihayet yazmaya başladım. En sonunda sakin bir kafa bulma ümidim tamamen kayboldu. Baktım ki fırsat hızla kaçmakta, eldeki imkânlar yok olmakta, ihtiyarlık bastırmakta, gücüm zayıflamakta, ecel yaklaşmakta, hayât güneşi batmaya yüz tutmaktadır. O zaman işlerin çokluğuna bakmaksızın öteden beri niyet ve arzu ettiğim tefsir yazmağa ve Yüce Allah'ın (celle celâlühü) lûtfu ve tevfikiyle tamamlandığında onu "İrşâdü'l-Akli's-Selîm İlâ Mezaye'l-Kitabı'l-Kerîm / Akl-ı Selim'in, bir ışık Kaynağı Olan Kur’ân-ı Kerîm'e İrşadı" olarak isimlendirmeye karar vardım. Celâl ve azamet sahibi, mülk ve melekût âlemlerinin tek yaratıcısı Rabbimden beni, niyet ve arzumu gerçekleştirmeye muvaffak kılmasını; yanlış ve yanılgıya düşmekten korumasını; bu eseri en güzel şekilde tamamlamak için bana yol göstermesini; kıyamet gününde yararlanacağım en hayırlı hizmet saymasını niyaz ederim. Ey yalvarıp yakarmak için yüzlerimizi koruyucu kapısına zilletle çevirdiğimiz yüce Mevlâ! Ey dilek sahiplerinin yüce katına el açtığı Rabbimiz! Tevfik nurlarını üzerimize yağdır; bizi hakikatlerin ince sırlarına vâkıf eyle; hidâyet yolunda ayaklarımızı sabit kıl; bizi buyruğuna ve rızana uygun olarak konuştur. Bizleri bir an, bir saniye bile kendi nefsimize bırakma; hayır neredeyse başımızı oraya döndür. İşte boynumuz bükük, başımız yerde, yalvararak sana geldik, feyiz dağıtan kapını çalıyoruz. Her işte sığınılacak yalnız Sensin, senden başka Rabbimiz yoktur, Senin hayrından başka hayır da yoktur. Bütün işlerin anahtarları yalnız Senin elindedir. Yaratmak da Senin, buyurmak da Senindir. Kıyamet günü dirilişten sonra dönüş yine yalnız Sanadır. FÂTİHA SÛRESİMekke'de inmiştir ve yedi âyettir. Fatiha lügatte, kitap veya kumaş gibi açılabilen şeylerin evveli, ilk açılar yeri demektir. Bu gibi şeylerin evveline "fatiha" denmesi, bunların tamamının açılmasına (fethine) vâsıta olmasındandır. Tedricen söylenen sözler okunan satırlar, sayılan yapraklar gibi. Bu şekilde (yavaş yavaş, derece derece, kısım kısım, parça parça) gerçekleşen bir şeyin evveline fâtiha denir. Başka bir görüşe göre fatiha açmak anlamında mastardır. Buna göre, söz konusu şeylerin evveline fatiha denmesi, fiilin yüklendiği şeyin mastarın ismiyle anılması demektir ki mânâyı kuvvetlendirmek maksadına matuftur Fatiha açmaya yarayan bir vâsıta değil, açmanın tâ kendisidir. Çünkü açma eylemi, o şeylerin evveli için doğrudan, âhiri veya sonrası için bilvasıta olur, Ancak bu, açışın önde olanlar için doğrudan, sonda olanlar için ikinci defa gerçekleşiyor anlamına gelmez. Başka bir deyişle Fatiha sûresi, kendisinden sonra gelen Bakara (2) sûresini doğrudan, daha sonra gelen sûreleri vasıtalı olarak ikinci bir defa açıyor demek değildir. Aksine açılış bütünüyle gerçek leşmiş oluyor demektir. Fatiha kelimesinin karşıtı olan hatime için de aynı şey söz konusudur. Çünkü bir şeyin hatmi, onun sonuna varılması demektir. Bu da ancak o şeyin bütün parçalarından ilgisinin kesilmesiyle olur. Şu hâlde maksat şudur: Açma fiili, bir şeyin evveli ve baş kısmı ile doğrudan ilgilidir. Fakat fiil, o şeyin evveli vasıtasıyla tamamı için geçerlidir. Çünkü bir şeyin evveli, bütünün bir parçasıdır. Hatime de bundan farklı değildir. Sona erdirme, hatmetme fiili o şeyin son parçası için doğrudan gerçekleştiği hâlde bütünü için sırasına uygun olarak en son parçası vasıtasıyla gerçekleşir. İlâhî kitap dendiği zaman da usûl âlimlerinin kullandığı ıstılahta, kitap ile bölümleri arasında ortak olan miktar değil, fakat müşahhas bütünlük anlaşılır. Peygamberliğin ilk yıllarında, Kur’ân-ı Kerîm daha nazil olmakta iken Fatiha sûresinin, bu isimle şöhret bulmasının bir sakıncası olduğu da söylenemez. Çünkü bu isimlendirme, ya Allah tarafından, ya da Allah'ın izniyle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından yapılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm bütünüyle Allah'ın (celle celâlühü) ezelî ilminde mevcut veya Levh-ı Mahfûz'da yazılı bulunmaktaydı. İşte bu durum, sûrenin Fatiha (Kur’ân'ın tamamının baş kısmı) olarak vasıflandırılması için yeterli bir sebeptir. Yahut da sebep, Kur’ân-ı Kerîm'in önceden bütünüyle dünya semâsına indirilmiş ve Cebrâîl (aleyhisselâm) tarafından kâtip meleklere, o âleme has bir keyfiyetle yazdırılmış, sonra da yirmi üç yılda peyder pey Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilmiş olmasıdır. Yaygın olan görüş de budur. İşte Fatiha sûresinin bu isimle isimlendirilmesinin mesnedi, mevcut durumdaki tertipe göre en başta bulunmasıdır. Yoksa kimilerinin dediği gibi namazdaki kıraatte, öğretimde veya vahyin inişinde böyle olduğu için değildir. Namazdaki kıraatte Fâtıha'nın en başta olmadığı açık bir gerçektir. Öğretim ve nüzuldeki tertibin de Kur’ân'ın mevcut tertibine, uygun olmadığı herkesçe bilinmektedir. 2- Kur’ân'ın Anası (Ümmü'l-Kur’ân) Fatiha sûresinin diğer bir ismi de "Ümmü'l-Kur’ân / Kur’ân'ın Anası" dır O, Kur’ân'ın kökü ve kaynağı gibidir. Çünkü Fatiha, Kur’ân'ın başlangıcıdır. Bu mübarek sûrede her şeyden önce âlemlerin Rabbi Allah "Teala "ya hamdedilir. Bunun anlamı O'nu övmek, medh ü sena etmektir. Sonra emir ve yasaklarına uymak suretiyle yalnız O'na kulluk edilebileceği belirtilir. İstiane edilecek, yardımı talep edilecek başka bir mâbud olmadığı ifadesi de bu arada yer alır. Nihayet kulların son derece önemli bir dileği dile getirilir. Bu hidâyete mazhar olmak veya dosdoğru bir yola iletilmektir. Bunun anlamı da sapıtmış ve Allah'ın gazabına uğramış bedbahtlardan değil maddî, manevî nimetlendirilmiş ve mutluluğa ermiş kimselerden olmaktır. İste Fatiha (1) sûresi bu zengin mânâ demetini emsalsiz bir bütünlük içinde onaya koyduğu için "Kur’ân'ın Anası" adını almıştır. 3- Kitab'ın Anası (Ümmül-Kitab) İlahi kelâm söz konusu olduğunda "Kur’ân"dan kastedilen mânâ ne ise, "el-Kitab"tan kastedilen mânâ da odur. Nitekim Fatiha (1) sûresinin bir adı da "Ümmü'l-Kitab / Kitabın Anası"dır. Bu isının verilmesindeki sebep de yukarıda anlatılanlardan başkası değildir. "Ümmü'l-Kitab", aynı zamanda’Levh-ı Mahfûz'un da ismidir. Çünkü Levh-ı Mahfuz, bütün kâinatın kaynağı olup her şey onda yazılıdır. 'Ümmü'l-Kitab" aynı zamanda, Kur’ân-ı Kerîm'ın "Muhkem" başka bir deyişle mânâları açık ve kesin, her türlü şüphe ve ihtimalden uzak olarak bili nen ayetlerinin adıdır. Bunlar "Müteşâbih", yani mânâları açık ve kesin olmayan veya birden fazla mânâya gelen fakat bunlardan hangisinin kastolunduğu bilinemeyen âyetlerin açıklanmasına mesned teşkil eder (Âl-i İmran.3/7). İmam Muhammed b. İsmail el-Buhârî, "Câmiu's-Sahih" adlı eserinde, Fatiha (1) sûresine "Ümmü'l-Kitab" denmesinin sebebi olarak namazda önce bu sûrenin okunmasını göstermekteyse de yukarıda belirtildiği gibi bunun anılan isimle hiçbir ilgisi yoktur. 4- Hazine Sûresi (Sûretü'l-Kenz) Fatiha sûresinin bir adi da "Sûretü'l-Kenz / Hazine Sûresi"dır. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) meâlen şöyle buyurmuştur: "Fatiha sûresi, Arş'ın altında bulunan bir hazineden indirilmiştir (İnneha ünzilet min kerizin tahte'l-arş)." Fatiha sûresinin "Sûretü'l-Kenz" olarak simlendirilmesinin sebeplen "Ümmü'l Kur’ân" isminin verilmesinin yukarda beyan edilen gerekçeleriyle aynıdır, Yine aynı sebeplerden dolayı bu sûre "Esas / Temel", "Kâfiye / Yeterli" ve "Vâfiye / Tam" isimleriyle de anılır, 5- Hamd, Şükür, Duâ, Salât, Şifa sûresi İçerdiği kavramlar itibariyle ona, "Hamd", "Şükür", "Duâ" ve "Dilemeyi Öğreten sûre (sûretü't-ta'lîmü'l-mes'ele)" de denir. "Namaz Sûresi (Sûretü's-Salât)" de onun isimlerinden biridir. Çünkü namazlarda Fatiha okumak vâciptir, Resûlüllah namazın her rek'atine Fatiha okuyarak başlamıştır. Yine ona "Şifa Sûresi", "Şifa Veren (Şâfıye) Sûre" de denir. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) meâlen "Fatiha sûresi, her derde şifadır (Hiye şifâün min külli dâin)" buyurmuştur. 6- Yedili Mükerrer (Seb'u'l-Mesânî) Nihayet bu sûrenin bir adı da "Seb'u'l-Mesânî / Yedili Mükerrer"dır. Çünkü Fatiha sûresi yedi âyet olup namazların her rek'atinde okunur. Yahut da bu sûre mükerrer olarak inmiştir. Nitekim rivâyet olunmaktadır ki, bu sûre bir kere Mekke'de namaz farz kılındığı zaman, bir kere de Medine'de kıble değişikliği vuku bulduğu zaman nazil olmuştur. Ancak en sağlıklı (essah olan) kavle göre, Mekke'de inmiştir. Çünkü Hicr (15) sûresinin; Hazret-i Âişe (radıyallahü anha), Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) ve Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) de bu konuda "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazda kıraate el-Hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn ile başlardı / Kâne Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yeftetıhu'l-kıraate bi (el-Hamdü lillâhi rabbil âlemîn)" diyorlar. İbn-i Mâce: Cilt: 3. Sayfa, 20-21 Hadîs No: 812. 813. 814. " Andolsun ki (Resûlüm) Biz sana, Seb'an mine'l-Mesanî'yı verdik" mealindeki 87. âyeti kesin olarak Mekke'de vahyedilmiştir. Sûrenin mânâsı 1"Rahman ve Rahim Allah'ın ismiyle (Bismi'llâhi'r-Rahmâni'rahîm)" Fatiha sûresi "Besmele" ile başlamaktadır. Besmele hakkında tefsir ulemâsının görüşleri (kavil): Kur’ân-ı Kerîm sûrelerinin başında bulunan Besmele hakkında islâm ulemâsı, görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Şimdi bu görüşleri belirtmeye çalışalım: 1- Ashab'tan Abdullah b. Mesûd (radıyallahü anh) ile imam Malik'e göre sûrelerin başlarında bulunan Besmelelerden hiçbiri Kur’ân'dan değildir. Medine, Basra ve Şam'ın kıraat ilminde ün yapmış âlimleri (kurrâları) ile fıkıhçıları da bu görüştedir. 2- Hanefî Mezhebine göre sûrelerin başında yer alan Besmele, o sûreden bir âyet olmamakla beraber Kur’ân'dan sayılır ve Kur’ân'ın bütününden başlı başına, müstakil bir âyettir (Neml, 27/30). Aynı zamanda teberrük (hayır vesilesi) ve sûreler arasında fasıla (ayırma aracı) olarak indirilmiştir. 3- İbn Abbâs (radıyallahü anh) (Abdullah b. Abbas b. Abdülmuttalib ö. 68/687-688) ve İbn-i Ömer'e (radıyallahü anh) göre Besmele, başında bulunduğu her sûrenin ilk âyetidir. İbnü'l-Cevzî Abdurrahman'da "Zâdül-Measir" adlı eserinde: İbn-i Ömer'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre Besmele, Kur’ân'ın her süresiyle beraber indirilmiştir." der. Tabiî âlimlerinden Said b. Cübeyr, Zührî, Atâ ve (Horasan müctehidi) Abdullah b. Mübarek'in görüşleri de böyledir. Mekke ile Kûfe'nin kıraat ve fıkıh üstatları da bu görüşü paylaşmışlardır. İmam Şafiî'nin son görüşü budur. Bu mezhebe göre, kıraatin cehri olduğu namazlarda Besmelenin sesli okunması bu sebeptendir. Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı gibi kendi asrında Hanefî Mezhebinin önder âlimlerinden Ahmed b. Ali el-Cessas'ın "Besmele'nin başında, bulunduğu her sûreden tam bir âyet olduğu görüşünü Şafiî'den önce kimse ileri sürmemiştir." şeklindeki iddiasının yerinde olmadığı ortaya çıkmaktadır. 4- Besmele, yalnız Fâtiha'dan bir âyettir. Sûrelerin başlarında bulunan Besmeleler ise o sûreye Besmele ile başlayıp, ondaki bereket ve fazilete ermek içindir. Bu görüş sûrelerin başlarında yer alan Besmelenin o sûrelerden bir parça veya o sûrenin tam bir âyeti olup olmadığına açıklık getirmemiştir. Muhammed Kurtubî'nin belirttiğine göre İmam Şafiî'nin iki görüsünden biri budur. Ahmed Hattabî el-Büstî'nin naklettiğine göre de İbn Abbâs (radıyallahü anh) ile Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) de bu görüşü paylaşmışlardır. 5- Besmele, Fatiha sûresinden tam bir âyettir ve diğer sûrelerde de bir âyetin bir parçasıdır. 6- Besmele, Fatiha sûresinin bir âyetinin bir parçasıdır; diğer sûrelerde ise tam bir âyettir. 7- Besmele, bütün sûrelerde kendisinden sonra gelen âyetin bir parçasıdır. 8- Besmele, sûrelerin bir parçası olmaksızın, başında bulunduğu sûreleı sayısınca Kur’ân âyetleridir. Bu görüş, ilgili kitaplarda hiç kimseye nisbet edilmeyip sahibi meçhuldür. 9- Son dönemde yetişen âlimlerin zikredip de sahibini belirtmedikleri bir görüş daha vardır: "Besmele, Fatiha sûresinden tam bir âyettir; diğer sûrelerdeki Besmeleler ise Kur’ân'dan değildir." Eğer Besmele'nin, Fâtiha'dan tam bir âyet sayılması ciheti olmasa bu görüş, İmam Şafiî'nin terditli ifadesinin iki şıkkından biri kabul edilebilir. Çünkü İmam Şafiî'nin, Besmele'nin Fâtiha'dan bir âyetin bir kısmı olduğunu söyledlği nakledilmektedir. Başka sûrelerdeki Besmele için Şafiî'nin görüşü tereddütlüdür. Kimine göre bu tereddüt, Besmelenin, Kur’ân'dan olup olmadığına; kimine görede Besmele'nin tam bir âyet olup olmadığına ilişkindir. İmam Gazali’ye göre sahih olan, Şafiî'nin ikinci tereddüdüdür. İmam Hanbel'den de Besmelenin tam bir âyet olduğu ve Fâtiha'ya dahil bulunduğu konusunda iki rivâyet gelmiştir. İbnü'l-Cevzî, bu rivâyetleri zikretmiştir. Bununla beraber İmam Hanbel'in, Besmele'nin, Kur’ân'dan olmadığı konusunda İmam Malik ve diğerleri ile aynı görüşte olduğu da nakledilmiştir. Besmele konusunda en fazla şöhret bulmuş olan ilk üç görüştür. Besmele'nin, bütün Mushaflarda ittifakla yazılmış ve Mushafların iki kapağı arasında bulunan bütün yazıların, Allah'ın kelâmı olduğuna icmâen hükmedilmiş olması, anılan üç görüşten birincisini (Besmele'nin Kur’ân'dan hiç sayılmadığı görüşünü) reddetmekte ve ikinci ile üçüncü görüşlerin müşterek noktasını isbat etmektedir. Ancak bu iki görüşten birini de öne çıkarmamaktadır. Çünkü Besmele'nin Kur’ân'dan sayılması, onun her sûreden bir parça olmasını gerektirmediği gibi, onun sûrelerden bağımsız Kur’ân'dan bir âyet olmasını da gerektirmez. İbn Abbâs'ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği. "Besmele'yi terk eden, Allah'ın Kitabından (sûreler sayısınca) 114 âyeti terk etmiş sayılır"; Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği: "Fatiha, yedi âyettir; birincisi Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm'dir"; ve Ummû Seleme validemizin rivâyet ettiği: 'Peygamberimizin Fatiha sûresini okuduğu, Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm ile el-Hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn'i bir âyet saydığı" hadîsleri ikinci görüşü (Besmele'nin kendi başına müstakil bir âyet olduğu görüşünü) reddediyorsa da, bunlardan hiçbiri, üçüncü görüşü (Besmelenin başında bulunduğu her sûreden tam bir âyet olduğu görüşünü) isbat için kesin delil olamaz. Çünkü birinci hadîs ancak, Besmele'nin, başında bulunduğu sûreler Sayısınca Allah'ın Kitabı'ndan bir âyet olduğunu belirtmekteyse, bu sûreden tam bir âyet olması demek değildir. Oysa isbatı istenen budur ancak denilebilir ki Besmeleyi başında bulunduğu sûreler sayısınca edip o sûrelerden bir parça olmadığını zaten söyleyen kimse yoktur. İkinci hadîste ise, Besmelenin, Fatiha dışındaki sûrelerde ne olduğuna ilişkin açıklık mevcut değildir. Üçüncü hadîs ise, birinci hadîsin aksini ifade et mekte, ancak o da ikinci hadîs gibi, Besmelenin diğer sûrelerdeki durumuna hiç değinmemektedir. Besmele'nin mânâsı, Cenâb-ı Allah'ın isminden yardım dilemek, yahut : hayır ve bereket vesilesi olması için onunla ilgi kurmaktır. Yani "Allah'ın ismiyle okurum veya Allah'ın ismiyle Kur’ân okurum." demektir. Besmelede Allah ism-i celâlinin başta, "okurum" fiilinin sonda olması, O'nun isınıne ta'zîm (ululamak) ve istiâneyi (yardım dileme) O'na tahsis etmek içindir. Tıpkı "Yalnız Sana ibâdet (kulluk) ederiz." mealindeki cüm lede fiilin, tahsis için tümleçten sonra zikredilmesi gibi. |
﴾ 1 ﴿