2

"Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur."

Genel olarak "hamd"in mânâsı:

Hamd birini güzel bir vasıfla övmektir. Bu güzel vasıf ihtiyarî olabileceği gibi tabiî de olabilir. Hamdin konusu, olan vasıf, varlığını övenin arzu ve iradesinden alıyorsa o vasıf ihtiyarîdir. Hamdın konusu vasıf övülende bizatihi bulunmakta ise o vasıf tabiîdir. Hamd bu tanımı ile medihten ayrılmaktadır. Çünkü medih, ihtiyarîlik kaydı söz konusu olmaksızın belli bir vasfa yapılan, övgüdür. Bir şeyin tabiatında bulunan bir iyilik ve güzellik her zamir: medhedilebilir. Meselâ güzel bir inci ve güzel bir kadın methedilebilir; fakat bu güzelliklerinden dolayı onlara hamd edilmez. Ayrıca medih, nimet veya ihsandan önce ve sonra da yapılabilir.

Bu itibarla hamd ile medih eşanlamlı (müteradif) değildir. Bununla beraber aynı kökten geldikleri için aralarında büyük türev akrabalığı (iştikak-ı kebîr) vardır. Yani bu iki kelime tertipteki sıra değişik olsa bile aynı harflerle yazılmakta fakat aralarında mânâ itibariyle tenasüb bulunmaktadır.

Hamd, mutlaka bir ihsandan sonra yapılır. Ancak o ihsanın, hamdeden kimseye ulaşmış olması şart değildir. Şükürde ise bu şarttır. Çünkü şukur, bir iyiliğe kavlen veya fiilen ya da kalben ta'zîm ile karşlık vermektir. Bunun karşıtı da nankörlüktür (küfran-ı nimet). Yalnız fiilen veya kalben yapıları şükür, ne medihtir, ne de hamddir. Fakat dil ile yapıldığı zaman hem hamd, hem de medih olur.

Hamd, lûgatta mutlak rıza anlamında da kullanılır. Nitekim İsrâ (17) sûresinin 79. âyetinde:

"Kesindir ki Rabbin seni Makam-ı Mahmûd'a gönderir, yüceltir (A'sâ en yeb'a'seke Rabbüke makamen mahmûda)" buyrulur.

Mahmud, bilindiği gibi hamdın ism-i mefûlüdür. Böylece âyetin anlamı, "Kesindir ki Rabbin seni hamde, övgüye, mutluluk ve rızaya şayan bir makama yüceltir." demek olur. Burada hamd, mutlak rıza anlamında kullanılmıştır. Failin ihtiyarı olmak şöyle dursun faile mahsus bir fiille ilgili bile de ğildir.

Özetlersek; şükür, nimete karşı, nimet sahibinin kemâl vasfını övmek veya kalben düşünmektir. Nitekim, şâir;

"Nimetlere karşı minnettarlığımı size üç yolla ifade ederim; Elimle, dilimle ve örtülere bürünmüş kalbimle" der.

Demek oluyor ki şükür bir nimete karşı veya bir nimet karşılığı izhar olunan bir kadirşinaslık, bir övgüdür. Şükürde nimetin sahibine ulaşmış olması gereklidir. Medihte ise nimet karşılığı olması şartı yoktur. Nimet söz konusu olmadan da medh ü sena edilebilir. Hamdde de nimetin mutlaka hamd sahibine verilmesi gerekmez. Başkasına verilmiş bir nimet için de hamd mümkündür.

Şükrün şubeleri içinde nimeti önemsemek ve duyurmak konusunda etkili olan ve nimetin değerini en iyi takdir ve ifade eden (lisanî şükür ile özdeş olan) hamddir. İşte bundan dolayı Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)

"Hamd, şükrün başıdır; Allah'a hamd etmeyen bir kul, O'na şükretmemiş olur." buyurmuş ve bu suretle hamd, şükrün başı, esası ve kıvamı sayılmıştır.

el-Hamdü lillâhi..."nin mânâsı

"el -hamdü", hareke olarak merfûdur (ötre). Ancak aslı mansubdur (üstün) Nitekim "şükran / teşekkür ederim" ve "aceban / taaccüb ederim" misallerinde olduğu gibi hemen hemen hiç kullanılmayan mastarların durumu budur.

Şu hâlde elhamdü li'llâh demek "Nahmedu'llahe hamden" (Biz Allah'a tam ve kâmil bir hamd ile hamdederiz.) demek gibidir. Çünkü "Biz ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım dileriz." (Fatiha 1/5) ifâdesi ile "el Hamdü lillâh" ifadesi arasında uyum sağlanması için hamd cümlesinin aslında böyle (fiil cümlesi) olması gerekir. Zira her iki cümlede de fail aynıdır.

Âlemlerin Rabbi'nin mânâsı

"Rabb", aslında terbiye mânâsında bir mastar olduğu hâlde mânâyı kuvvetlendirmek maksadı ile fail (mürebbi) için kullanılmıştır. Terbiye, bir şeyi yavaş yavaş ve tedricî olarak kemale erdirmektir.

Diğer bir görüşe göre ise Rabb, mastar olmayıp bir sıfattır. Yaygın (meşhur) olan görüş de budur. Kâinatın mâlikine "Rabb" denmiştir; çünkü O, mâlik olduğu şeyleri korur ve terbiye eder. Rabb, kayıtsız olarak yalnız Cenâb-ı Allah için kullanılır.

Başkası için ise ancak kayıtlı/mecaz olarak kullanılır. "Evin rabbi", "hayvanın rabbi" örneklerinde olduğu gibi. Kur’ân-ı Kerîm'deki; "- Biriniz rabbine (efendisine) şarap içirecek." (Yûsuf 12/41), Rabbine (efendine) dön" (Yûsuf 12/50) mealindeki âyetler de bunun örneklerindendir. Buharî ile Müslim, "el-Câmiu's-Sahih" adlı eserlerinde zikrettiklerine göre Peygamberimiz meâlen şöyle buyurmuştur:

"Sizden biriniz (kölesine hitap ederken):

"- Rabbini doyur!",

"- Rabbine abdest aldır, rabbine su ver!" demesin! Köle dahi (efendisine hitap ederken):

- "Ey rabbim!" demesin!

- "Ey efendim, ey mevlâm!" desin!5

Ancak bu hadîslerdeki men, nezahat gereği olarak yorumlanmıştır Rabbin çoğulu olan rabler (erbab) kelimesi ise, Yüce Allah için kullanılması mümkün olmadığına göre kayıtsız olarak da, kayıtlı olarak da Allah'tan başkası için kullanılması caizdir. Nitekim Yûsuf (12) sûresinin 39. âyetinde:

"- Ey benim zindan arlıadaşlarım ayrı ayrı (müteferrik) rablar (erbab) yoksa bir (Vahid) ve her şeye gaalib ve üstün (Kahhar) Allah daha hayırlıdır?" buyrulur.

Âlem, genel olarak başkasının bilmesine vesile olan şey demektir, kaka ıstılahta Allahü teâlâ'nın bilinmesine vesile olan kâinat için kullanılır. Başka bir deyişle âlem, kâinatın türleri ile bütünü arasında müşterek bir mânâ ifade etmektedir. Çünkü âlem kelimesi, "felekler âlemi", "anâsır (unsurlar) âlemi' "bitkiler âlemi", "hayvanlar âlemi" ve diğer örneklerinde olduğu gibi, hem türler; hem de "âlem, bütün parçaları ile, sonradan var edilmiştir" örneğinde olduğu gibi kâinatın bütünü için kullanılır.

Bir görüşe göre de âlem, melekler, insanlar ve cinlerden ibaret olan hak ve ilim sahiplerini kapsar; bunların dışındaki varlıkları kapsaması ise dolaylı yoldandır.

Bir diğer görüşe göre de âlem'den murad yalnız insanlardır. Çünkü küçük âlem (âlem-i suğra) sayılan her insan, büyük âlem (âlem-i kübra), kâ nattaki maddelerin ve renklerin birer benzerini muhtevidir. Nasıl her aleni başlı başına, Yüce Yaradan'ın varlığının, birliğinin ve eşsiz kudretinin delili ise, her insan da başlı başına Yaradan'ın varlığının, birliğinin ve eşsiz kudretinin delilidir. İşte bundan dolayıdır ki insan, hem kendi dışındaki kâinatı, hem de kendi kendini inceleyip ibret almakla emrolunmuştur. Nitekim Kur’ân'da: : "İykan (gerçekten imân ve itaat) edenler için arzda âyetler (deliller, bel geler, ibretler) vardır." (Zâriyât 51/20);

"Kendi nefislerinizde de... O hâlde niçin görmüyorsunuz?" (51/21) buy rulur.

Ancak âlem kelimesi için verilen bu üç görüşten birincisi, daha gerçekçi ve daha açıktır.

Tâbiînden kabul edilen ve Ehl-i Kitâb'ın rivâyetlerini (hikâye) bilmekle ünlü Vehb b. Münebbih'ten naklen söylendiğine göre:

'Yüce Allah'ın on sekiz bin âlemi vardır; dünya bunlardan biridir."

Âlem kelimesinin, kâinattaki varlıkların her biri için kullanılnaması, ancak genel kabul ve ıstılah bakımındandır. Hakikati hâlde kâinattaki her bir varlık için kullanılmasına hiçbir engel yoktur. Zira bir bütün olarak kâinat ve onun parçalarından her bin, türlerinin her ferdi, Allahü teâlâ'nın varlığına, birliğine ve karşı durulmaz kudretine apaçık birer delildir. Çünkü bunların hepsi var olmak için bir ezelî ve ebedî Müessire muhtaçtır. Görülen ve düşünülen önemli önemsiz ve büyükten küçüğe her şey Mecîd (en yüksek şân ve şerefe sahip) Yaradanın varlığına apaçık bir delil ve tevhid âlemine giden geniş bir yoldur.

Yüce Allah'ın ulûhiyyeti, zerrelerine kadar bütün kâinatı kaplamıştır. Bu isbat gerektirmeyecek kadar apaçık bir hakikattir. Çünkü ulvî ve süflî varlıklar olsun; mücerret ve maddî varlıklar olsun; ruh ve cisim olsun; imkân ve vücût dairesindeki her şey, haddi zatında Cenâb-ı Allah'ın gözetiminde bulunmaktadır. Eğer O'nun terbiyesinin (tanzim ve yönetimi) bağları bir an için kesilirse, anılan varlıkların hiçbiri yerinde duramaz, kendisini barındıracak bir yurt bulamaz. Bütün o varlık dediğimiz şeyler mahvolur, yolduğa yuvarlanır. Fakat şânı Yüce Cenâb-ı Akdes, hiçbir varlıktan rahmet bağını kesmez: geçen her zamanda ve akıp giden her anda kendi zâtından, vücûdundan, sıfatlarından ve kemâlâtından kaynaklanan öyle feyiz, bereket, lütuf ve ihsan yağdırır ki, bunların çeşit ve miktarları ifade kudretimize sığmaz; onlar ancak Alîm (her şeyi hakkıyla bilen) ve Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan) Allah bilir. İlâhî kanun ve sistemin zorunlu gereği budur.

Çünkü mümkinâttan hiçbir varlığın, başlangıçta ilâhî kudret olmaksızın, Kendi başına var olması düşünülemeyeceği gibi, varlık âlemine çıktıktan sonra varlığını sürdürmesi de düşünülemez... Varlığın bekası da yine onu ilk yaratan Yüce ve Aziz Rabbimiz tarafından sağlanır. Daha başlangıçta, bir varlığım, yolduğun kapıları kendisine tamamen kapatılmadan varlık âlemine çıkması tasavvur edilemez. Keza o varlığın, mucib sebebine bağlı olarak varlık alemine çıktıktan sonra yolduğa giden arızî yollar tamamen kapatılmadan varlık olarak devamı da düşünülemez. Devamlılık vasfı, zorunlu bir vücudun (var olmanın) özelliklerindendır.

Hulâsa; izzet ve celâl sahibi Rabbimiz, her an bütün varlık âlemini her ferdi ile terbiye ve gözetimi altında bulundurmaktadır. Fesübhanallah! Şânın ne kadar yücedir! Gözler, bakışları ile Seni mülâhaza, akıllar fikirleri ile Seni mütalâa etmekten âcizdir. Senin şânın benzersiz, ihsanın sonsuzdur. Bizler. Senin marifetinde hayretteyiz; Senin şükrünün merasimlerini yerine getir mekte kusurluyuz.

Allah'ım, Senden marifetinin yollarına hidâyet ve nimetinin haklarını eda için başarı diliyoruz! Bizler, Seni hakkıyla medhü sena etmekten âciziz. Senden başka ilâh yoktur. Senden mağfiret diliyor ve Sana tevbe ediyoruz.

2 ﴿