7"Nimetilendirdiğin (in'âm ettiğin) kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların, dalâlete düşenlerin yoluna değil." Bu âyetti kerîmede iki yol gözler önüne serilmektedir. Biri Allah'ın nimetlendirdiği kimselerin yolu, diğeri de O'nun gazabına uğrayanların ve dalâlete düşenlerin yoludur. A- "Allah'ın nimetlendirdiği kimselerin yoluna." Cenâb-ı Halik, bu âyet-i celîlede nimetini bahşettiği Müslümanların izlediği yolu bir bayrak yapmış ve doğrulukta ilâhî şahadete mazhar olacak yolun da bu olduğunu açıkça beyan etmiştir. Öyle ki, sırat-ı müstakim den ğinde bundan başka bir şey akla gelmez. Sırat-ı müstakimin, ilâhî nın mazhar olmakla eşdeğer tutulması bunun pek kapsamlı bir nimet olduğunu belirtmek içindir. Çünkü İslâm nimeti, bütün nimetlerin temel ilkesidir. Bundan dolayı İslâm nimetini elde eden kimse, bütün nimetleri elde etmiş sayılır, Bir göruşe göre de, ilâhî nimete mazhar olanlardan maksat, Nisa (4) sûresi nin 69. âyetinde belirtilenlerdir. Gerçekten bu âyette: "(Allah ve Resulüne itaat edenler) İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimet bahşettiği peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salihlerle beraberdir." (Nisa 4/691) buyrulur. Bundan önceki: "Ve onları elbette sırat-ı müstakime (dosdoğru yola) hidâyet ederdik"‘Nisâ 4/8) âyeti de bunu teyid eder. Bir diğer görüşe göre ise "onlardan" maksat, İncil ve Tevrat'ın neshinden ve tahrifinden önce Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i İsa'nın ashabıdır, başka bir deyişle onları görüp imân edenlerdir. (Âyetin Arapça nazmında mazî kipi ile zikredilen) in'âm, nimeti birine ulaştırmaktır ki aslında bu, lezzet duyulan bir hâldir. Sonra nefsin lezzet duyduğu helâl dünya zevkleri anlamında kullanılmıştır. Yüce Allah'ın nimetleri sayılamayacak kadar çok olmakla beraber temelde iki kısma ayrılmaktadır: a- Dünya nimetleri. b- Ahiret nimetleri. Dünya nimetleri de iki kısma ayrılır: Vehbî ve Kesbî nimetler. Vehbî, insanın herhangi bir gayret sarfetmeden sırf ilâhî bağışla mazhar olduğu nimettir. Kesbi, insanın şahsî gayret ve çalışması ile kazandığı nimettir. Başka bir deyişle kesbî nimet, nefsi rezil sıfatlardan arındırmak, yüksek ahlâk ve güzel melekeler ile donatmak; bedeni, güzel haslet ve makbul ziynetlerle süslemek; mevki, makam ve servet sahibi olmaktır. Vehbî nimet de iki kısma ayrılır; Ruhanî ve Cismanî. Ruhani (ruh ile ilgili) nimet, insana ruh (can) verilmesi ve bunun akıl ve akla bağlı melekelerle güçlendirilmesidir. Bunlar ilâhî hediyeler kabilinden malda beraber haddi zatında pek büyük nimetlerdir. Cismani (beden ile ilgili) nimet, bedenin veya bedenî kuvvetlerin sağlıklı, düzgün ve güçlü olmasıdır. Ahiret nimetleri, insanın dünyada iken işlediği hata ve kusurların bağışlanması ve Allah'ın has kulları arasında cennete girmesidir. Söz konusu nimetlerden istenmesi gereken, âhiret nimetleri ile dünya ni metlerinden âhiret nimetlerinin kazanılmasına vesile olanlardır, Allah'ım Büyük lütfün ve geniş rahmetinle bu nimetleri bize nasip eyle! B- "Gazaba uğrayanların, dalâlete düşenlerin yoluna değil." Allah'ın nimetine nail ve mazhar olan kulların, bu şekilde vasıflandırmaları, önceki âyetin ifade ettiği mânâyı tamamlamak için olduğu kadar ilahi gazaba uğramamanın ve sapıklardan olmamanın başlı başına büyük bir nimet olduğunu beyan etmek içindir. Yani sırat-ı müstakim, mutlak nimet olan imân nimeti ile ilâhî gazap ve dalâletten selâmet bulma nimetini bir araya getirmiş olan mutlu ve kutlu kulların yoludur. İmam Ahmed b. Muhammed Hanbel'in Müsned'inde ve Tirmizî'nin de, el Câmiu's-Sahih'inde belirttikleri bir görüş vardır. Bu iki güzide muhaddise göre anılan âyetteki ilahi gazaba uğramışlardan maksat Yahudiler; dalâlete (sapıklığa) düşenlerden maksat da Hristiyanlardır. Bu ilâhî kelâmı, bir temsil ile yorumlamak da mümkündür. Yani Allah'ın, isyancı kullarına olan gazabından ve isyanları yüzünden onlardan intikam alma iradesinden doğan hâli, bir hakanın, kendisine isyan edenlere öfkelen mesi, onlardan intikam almak ve cezalandırmak istemesi hâline benzetmek gibi. Bundan önceki âyette "in'am ettiğin, nimet yerdiğin kimselerin" ibaresiyle nimet, Allah'a isnat edildiği hâlde gazab, Allah'a isnat edilmiyor. Nazımda "mağdûb (gazaba uğramış)" kelimesinin kullanılmış olması Kur’ân üslûbundaki edebi gözetmek içindir ki nimetler ve hayırlar Yüce Allah'a izafe edilir fakat onların zıtları edilmez. Tıpkı: "Beni yaratan, sonra bana doğru yolu gösteren (hidayet O'dur." (Şuara 26/78), "Beni yediren ve içiren de O'dur." (Şuara 26/79), "Hastalandığım zaman bana şifa veren de O." (Şuara: 26/80), "Biz bilmeyiz; yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi?" (Cin 72/10) mealindeki âyetlerde olduğu gibi Âyette (dâllîn şeklinde muştaki) geçen dalâlet, doğru yoldan sapmaktır. Âmin Amin duamızı kabul buyur, demektir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre kendisi şöyle demiştir: "Ben Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) âmîn kelimesinin mânâsını sordum; bana: "Eyle! demektir, dedi." Âmin, "emîn" şeklinde de okunabilir. Arap şiirlerinde "âmînâ" şeklinde de gelmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cebrâîl , bana, Fâtiha'yı bitirince "âmin" dememi telkin etti ve dedi ki: "- Âmin, yazının mührü gibidir." Amin, âlimlerin ittifakı ile Kur’ân'dan değildir; ancak Fatiha (1) sûresinin sonunda okunması sünnettir. İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin meşhur olan görüşüne göre: "Namaz kılan kimse, sesli (cebrî) namazlarda "âmin'i gizli okur ve imam "âmin" demez. Çünkü duâ eden odur." Tabiînden Hasen-ı Basrî'den de böyle rivâyet olunmuştur. Sahabilerin ünlülerinden Abdullah b. Mugaffel ile Enes b. Malikin Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyetlerine göre de namazda "âmin" gizli okunur. İmam Şafiî'ye göre ise sesli namazlarda "âmin" sesli okunur. Şafiî'nin delili şudur: Ashab'tan Vâil b. Hucr'dan rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Fâtiha'nın sonunda (veleddâllin)i okuyunca, yüksek sesle "âmin" derdi." Şöyleki: "Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivâyet etti: İmam Fatiha okurken (gayri'l-magdubı aleyhim veleddâllîn) deyince (âmin) deyin. Çünkü kimin amin demesi meleklerin âmin demesine rastlarsa geçmiş günahları affolunur." "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılan Übeyy b. Kâ'b'a (radıyallahü anh) seslendi, o da namazı bitirince camiden çıkmak üzere olan Resûl-i Ekrem'e yetişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Übeyy'in elini tuttu ve şöyle buyurdu: "- Allah'ın ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne de Kur’ân'da bir benzerini indirmediği sûrenin önemini öğrenmeden mescidden çıkmamanı istiyorum." "- Bunu işitince onu öğrenmem için adımlarımı yavaşlattıktan sonra: "Ya Resûlallah! Bana va'dettığın şeyi öğret!" dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "- Namaza başlayınca ne okursun?" buyurdu. Ben de: -el-Hamdü lillâhi Rabbil âlemîn.. "den itibaren Fâtiha'yı sonuna kadar okudum. Bitirince, Resûlüllah "- İşte bana verilen Kur’ân-ı Azîm'in en yüce sûresi budur. Bu sûre yedi âyettir buyurdu. Übeyy b. Kâ'b (radıyallahü anh) da başından geçen şu olayı anlatıyor: "Resûlüllah, bana: "- Dikkat et! Sana, Tevrat'ta, İncil'de ve Kur’ân'da benzeri bulunmayan bir sûre haber vereyim mi?" dedi. Ben de: "- Buyur yâ Resûlüllah!" dedim. O zaman: "- O, bana verilmiş olan Fâtihatü'l-Kitab, Seb'u'l-Mesânî, Kur’âni'l-Azîm adları ile bilinen sûredir, buyurdu." Yine Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) sırdaşı Huzeyfe b. el-Yeman'dan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre; Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah, bir insan topluluğuna kesinleşmiş bir hüküm olarak bir azap göndereceği zaman, onların çocuklarından biri, Kur’ân'daki "el-Hamdü lillahi Rabbi'lâlemîn" (yani Fatiha sûresini) okur da Yüce Allah, kabul eder se onun bereketi ile o azabı kırk sene erteleyebilir." |
﴾ 7 ﴿