BAKARA SÛRESİMedine'de inmiştir ve iki yüz seksen altı âyettir. 1"Elif-Lâm-Mîm." Huruf-ı mukattaa (takti edilmiş, kesilmiş, birbirinden ayrılmış bağımsız harfler) Kur’ân-ı Kerîm'in bazı sûrelerinin başında yer alan, birbirinden ayrı ve bağımsız ve bu sebeple herhangi bir kelime oluşturması mümkün olmayan harflere "Mukattaa" denir, Bunlar o harflerin isimleriyle okunur. Fakat bu harfler terkib ettikleri kelime içinde okunurken duruma göre bazı telâffuz değişikliklerine uğrarlar. Abdullah b. Mesûd'dân (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Her kim Allah'ın Kitabından bir harf okursa, bu harf mukabilinde kendisine bir hasene (sevab) vardır ve her hasene on misliyledir (mukabele görecek). Elif-Lâm-Mîm, bir harfdir demiyorum. Fakat Elif bir harftir, Mim de bir harftir, " Tirmizî ile Dârimî'nin rivâyetlerine göre ise hadîs şöyledir: "Ben size "Elif. Lâm. Mîm." bir harftir ve "Zâlike'l-Kitab / İşte o Kitab" bir harftir, demiyorum; fakat Elif bir harftir; Lâm bir harftir; Mim bir harftir; Zâl bir harftir; Kâf bir harftir, " Açıkça anlaşıldığı gibi Kur’ân okuyan için va'dedilen sevab, Kelimeler sayısınca değil fakat Mushaflarda yazılı harfler adedincedır. Anılan hadîste, "Allah'ın kelâmından" veya "Kur’ân'dan" değil "Allah'ın Kitabından" denmesi de konuyu aydınlatmaktadır. Hadîsteki ifadenin, bazılarının dediği gibi bir şeyi anlamının ismi ile isimlendirmekle hiçbir alâkası ur. Nasıl alâkası olur ki, burada harf olduğuna hükmedilen ve sevabı gerektiren, Yüce Allah'ın Kitabında ayrı ayrı ve basit hâlde bulunan harflerdir. İster bunlar, isimleriyle, ister nefısleriyle ifade edilsin. Şu hâlde "Zâlike'l-Kitab" âyetini okumanın sevabı, basit ve ayrı ayrı olan harflere karşılık ve onların sayısınca olduğu gibi, "Elif-Lâm-Mîm" okumanın sevabı da. Arapçasında yazılı harflerine karşılık ve onların sayısınca olur. Yoksa telık olmaz. Şu hâlde burada nazarı itibara alınan, harfleri ifade eden sözler olmayıp fakat harflerin tâ kendileridir. Her hâlde buradaki sır şudur ki, sevabın hasıl olması, Kur’ân kelimelerinden kastedilen mânânın ifade edilmesine bağlıdır. O hâlde Kur’ân-ı Kerîm'in diğer kelimeleri, ancak harflerinin kendi nefislerini telaffuz etmekle mânâlarını ifade ettikleri hâlde sûrelerin başlarında bulunan mukattaa harfler, onların aksine, kendilerinden kastedilen mânâyı bildirmek için ancak onları kendi isimleri ile okumakla mümkün olur. Böylece aralarında hiçbir fark olmaksızın, Kur’ân-ı Kerimin kelimelerinin harflerinde olduğu gibi mukattaa harflerde de isim değil, mânâ telaffuz edilmiş olur. Nitekim görüldüğü üzere anılan hadîsin ikinci rivâyetinde "zâl bir harftir, kâf bir harftir" buyrulmak suretiyle, bu iki harf kendi nefisleri ile telaffuz edildikleri halde, ifade edilirken kendi isimleriyle söylenmişlerdir. Huruf-u mukattaa'nın mânâsı Surelerin başlarında bulunan birbirinden ayrı ve bağımsız harflerin durumu ve mânâları hakkında değişik görüşler vardır: a- Bu harfler gizli, örtülü ilimlerden (u'lûmi'l-mestûre) ve perdeli, hicablı sulardandır (esrâr-ı mahcûbe), Rivâyet edildiğine göre Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Her Kitabın bir sırrı vardir; Kur’ân'ın sırrı da sûrelerin evvelleri, ibtidaları, ilk baştaki harf veya kelimeleridir (evâili's-suver)." Ali'ye (radıyallahü anh) göre de: Her kitabın, bir safveti (saf, duru, berrak, en iyi kısmı) vardır; bu Kitada safveti sûrelerin başlarında bulunan hece harfleridir (hurufü't-teheccî) " Abdullah b. Abbas'a (radıyallahü anh) göre ise: "İslâm âlimleri, sûrelerin başlarında bulunan hece harflerinin mânâlarını idrâk etmekten âciz kalmışlardır." Tabiîn'den olup İmam Ebû Hanîfe'nin hadîs hocası Şâ'bî'den bu harflerin mânâsı sorulduğunda: "Onlar, Yüce Allah'ın sırrıdır (Sırru'llah); peşine düşmeyin." demiştir. b- Sûrelerinin başlarında bulunan bu harfler, Yüce Allah'ın isimlerinden (Esmâu'llah) veya O'nun fiilî sıfatlarından (sıfâtü'l-ef âl) birine işarettir. Tabiînden ünlü Tefsir âlimi Muhammed b. Kâ'b el-Kurezî'ye göre bu harfler, Cenâb-ı Allah'ın fiilî sıfatlarını ifade etmektedir. Yani Elif, "âlâ" ya delâlet eder ki bu "Allah'ın nimetleri" anlamına gelir. Lâm, "Allah'ın lûtfu"; Mîm de, "Allah'ın mecdi (şanı, şerefi, mülk ve saltanatı, hükümranlığı)" demektir. c- Bu harfler, hesap kabilindendir (her birinin bir rakam değeri vardır), ç- Elif, "Allah"a; Lâm, "Cebrâi'l'e; Mîm de, "Muhammed"e delâlet eder. Yani Yüce Allah, bu Kitabı Cebrâîl vâsıtası ile Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) indirmiştir. d- Bu harfler, Allah tarafından kasem (yemin) için kullanılmıştır. Çünkü harfler, bütün lugatlerin (hurufül-mu'ceme asılları, Allah katından indirilen kitapların ana malzemeleri ve Allah'ın ism-i şeriflerinin) temelleridir. e- Bu harfler, bir kelâmın sonu (intihâ-ı kelâm) ve başka bir kelâmın baş langıcının (ibtidâ-ı kelâm) işaretidir. f- Bu harfler, başında bulundukları sûrelerin isimleridir. İslâm ulemasının çoğu bu düşüncededir. Basralı nahivcilerin (dilbilim) üstadı kabul edikti Haki el-Ezdî ile onun öğrencisi ünlü Sîbeveyh da bu görüştedirler. Onlara göre surelerin bu mukattaa harfleri ile isimlendirilmeleri, sûrelerin de harflerin oluşturduğu Arapça kelimelerden meydana geldiklerini bildirmek içindir. Böylece bütün insanlara Kur’ân'ın bir mucize olduğu uyarısı yapılmış olur. Yani eğer Kur’ân, Yüce Allah tarafından vahyedilmış olmasaydı, insanlar onunla yarışmakta âciz kalmazlardı. Tabiînin ünlü Tefsir âlimlerinden el-Kelbi İsmail el-Süddî ile ve (Ehl-i Kitap kültürüne ilişkin bilgisinin genişliği ile ünlü) Muhammed el-Kelbî'nin görüşü de buna yakındır. Onlara göre surelerin başlarındaki harfler, Kur’ân'ın isimleridir (Esmâü'l-Kur’ân). Üç veya daha fazla kelimenin, "Hadramut" örneğinde olduğu gibi bir isim oluşturması Arap dilcileri tarafından garipsenmiş olmakla beraber, kelimeler birbirinden ayrı olduğu hâlde bunlardan bir isim yapılmasında garipsenecek bir şey yoktur. Bu harflerin, sûrelerin isimleri kabul edilmesi hâlinde müsemmâ, yalnız sûrelerin başı değil fakat sûrelerin tamamı olur. Netice olarak bu görüşe göre, isim de, müsemmâya dahil olmuş olur ki bunda bir sakınca yoktur; tıpkı bunun aksinin de bir sakıncası olmadığı gibi. Mushaflarda sûre başlarındaki bu harflerin yazılışında isimlerin sekli değil, müsemmâların şekli yazılmıştır. Çünkü bu sekil, telaffuzu kolaylaştırır. Bir de anılan harflerin böyle yazılmasında, özellikle beş harfli olanlardaki uzunluk sakıncası önlenmiş olur. Üstelik Mushaf hattında kurala aykırılık da söz konusu olmaz. Sûrelerin başındaki bu harflerin telaffuz ve okunuşu ise, heceleme tarzında olur, yahut da harfleri saymak suretiyle olur ki tahkikçi âlimlerin çoğu bu eğilimdedir, islâm ulemâsına göre surelerin başlarında bu mukattaa harflerinin zikredilmesi, Kur’ân'ın meydan okuduğu insanlara bir uyarıdır. Şöyle ki: Görüldüğü gibi Kur’ân âyetleri de insanoğlunun sözlerini oluşturan harflerden meydana gelmiştir. Eğer Kur’ân bütün kuvvet ve kudretlerin yaratıcısı Allah katından indirilmemiş olsaydı insanlar Kur’ân'ın bir benzerini meydana getirmek hususunda bu kadar acze düşmezlerdi. Oysa onlar edebi yarışmalarda usta biniciler ve övünme meclislerinde söz beyleridir. Onlar Kur’ân'a karşı birbirleriyle yardımlaş tıkları ve onu halkın gözünden düşürmek için her yola başvurdukları hâlde ona yalcın bir şey ortaya koyamamışlardır. g-Sürelerin başında birbirinden bağımsız harfler bulunması diğer âyetlere nisbetle bir başkalık ve benzemezliktir ki bu da bir nevi kazdır. Çünkü söz arasında harflerin kendilerini telâffuz etmek avam ve havasın yaptığı alışılmış bir şey ise de harflerin isimlerini telâffuz etmek ancak okuyup yazma bilenlerin işidir. Hiç bu sahada dolaşmamış olanlar için bu, kartal yumurtasını ele geçirmekten daha zordur. Özellikle bu isimlerin sözle ifadesi, üstün akıl erbabını ve yüksek dirayet sahiplerini hayrette bırakan ve maksadı anlamakta acze düşüren garip bir üslûp ve harika bir nazımla yapıyor ve sırların sırlarından haber veriliyorsa bu beşer işi değildir. g- Kur’ân-ı Kerîmin yirmi dokuz sûresinin başında huruf-ı mukattaa vardır. Bu da mucizevî bir tevafuktur. Çünkü Arap alfabesindeki harf sayısı da yirmi dokuzdur. Alfabenin yaklaşık yarısı bu sürelerin başında zikredilmiştir. Ayrıca bu harflerin zikredil diği yirmi dokuz sûre, sayı olarak Kur’ân'ın yaklaşık dörtte biridir, incelemeler bu sonucu ortaya çıkarmıştır. Ey zihinlerin, ince hikmetlerini düşünemediği, ey fikir ellerinin yetişemediğı yüksek kudret sahibi Allah'ım! Sen ne kadar Yücesin; Seni tenzili ederiz! Huruf-ı mukattaa'nın âyet sayılıp sayılmadığl Edebî sözlerdeki çeşitlilik âdetine binaen sûrelerin başlarındaki birbirinden bağımsız harflerin kimi tek, kimi iki veya daha ziyadedir. Hattâ savılan beşe kadar çıkmaktadır. Üstelik aynı gayeye matuf olarak, kelimelerin yapısıda gözetilmiş ve bu harflerin tamamı, bir kerede zikredilmeyip sûrelere dağıtılmıştır. Bir de bu harflerin tekrar tekrar zikrinde fazla ifade vardır. Bu harf gruplarından her biri bir sûreye tahsis edilmiş ve bunlar başka sûrelerd zikredilmemiştir. Bu harf gruplarından kimileri bir âyet sayılmış, kimileri de sayılmamıştır. Bu tamamen tevkifi, başka bir deyişle vahyin öylece teshindir Bunun gerekçesi yoktur. Şimdi huruf-u mukat-taa'dan hangileri âyettir, hangileri değildir; bunları görelim: a- "Ehf-Lam-Mîm", hangi sûrenin başında bulunuyorsa bir âyettir. Bir görüşe göre Al-i İmrân (3) sûresinin başında yer alan Elif-Lâm-Mîm bir âyet değildir. b- A'raf (7) sûresinin başındaki "Elif-Lâm-Mîm-Sâd" bir âyettir. c- Yûnus (10), Hûd (11), Yûsuf (12), Ra'd (13), İbrâhîm (14) ve Hicr (15) sûrelerinin başlarında bulunan "Elif. lâm. râ" ve "Elif. lâm. mîm. râ". harfleri bir âyet sayılmamıştır. Bu harfler başlarında bulunduğu bu beş sûrenin hiçbirinde âyet değildir. ç- Şuara (26) ve Kasas (28) sûrelerinin başlarında yer alan "Tâ-Sîn-Mîm her iki sûrede de başlı başına birer âyettir. d- "Tâ-Hâ" (20) ve "Yâ-Sîn." (36) sûrelerinin başlarında bulunan Tâ-Ha ve Yâ-Sîn harfleri de başlı başına birer âyettir. e- Neml (27) sûresinin başındaki "Tâ. Sîn", âyet değildir. f- Mü'min (40), Fussılet (41), Şûra (42), Zuhruf (43), Duhan (44), Câsiye (45) ve Ahkaf (46) sûrelerinin başlarında bulunan "Hâ-Mîm" harfleri bütün bu sûrelerde birer bağımsız âyettir. g- Meryem (19) sûresinin başındaki "Kâf-Hâ-Yâ-Ayn-Sâd" harfleri de müstakil bir âyettir. ğ- Sûra (42) sûresinin başında yer alan "Hâ-Mîm" ve "Ayn-Sîn-Kaaf' harfleri iki ayrı grup olarak iki ayrı âyettir. h- Sâd (38), Kaaf (50) ve Kalem veya Nûn (68) sûrelerinin başlarında bulunan "Sâd" "Kaaf ve "Nûn" harflerinin hiçbiri kendi başına bir âyet sayılmamıştır. Bu, Kûfeli Tefsir âlimlerinin görüşüdür. Bir başka rivâyete göre de sûrelerin başlarındaki bu harf gruplarının tamamı -aralarında fark olmaksızın- hepsi birer âyettir. Küfe mektebine mensub olmavan diğer İslâm ulemâsı ise, bu harflerin hiçbirini âyet saymamışlardır. Huruf-ı mukattaa ile ilgili diğer hükümler, Yüce Allah'ın izni ile yerleri geldikçe açıklanacaktır. 2"İşte o Kitab. Onda hiçbir şüphe yoktur." A- "İşte o Kitab" "Zâlike'l-Kitab" (2/2) terkibindeki "zâlike" kelimesi, aslında mürekkebtir. Şöyle ki: "Zâ", işaret ismidir. "Lâm", işaret olunan şeyin uzaklığına delâlet eden bir kinayedir. "Kâf" da hitab içindir. "Zâlike" kelimesi böylece Arapçada gözle görülen uzaklıkta bulunan bir nesneye işaret etmek için kullanılır. Burada, "Zâlike" ile işaret edilen Kitab, yani Kur’ân-ı Kerîm henüz tamamen gözle görülecek bir menzil içinde değildir. Çünkü tamamıyla inmemiştir. Fakat uzak mesafede de değildir. İnen kısımlanyla yakındır. O hâlde bu kullanılış onun şânının yüceliğini, fazilet ve şerefinin yüksekliğini ve sanki gözle görülebilecek kadar açık bir vesika olduğunu ifade içindir. Kimi âlimlerin "buradaki uzaklık manevî derinlik itibariyledir veya Allah tarafından, gönderildiği insanlara ulaşması itibariyledir" şeklindeki yorumları, bunun için bir ölçüde geçerli sebep olabilirse de işlevi yakma işaret olan kelimenin tercih edilmesini haklı kılmaktan uzaktır. Kitap; lügatte, gözle görülen şeyleri toplayıp bir araya getirmektir. Nasıl ki kıraat kelimesi de, lûgatta, görülmeyen şeyleri toplayıp bir araya getirmektir, İşte bu münasebetle harflerin yan yana dizilmesine kitap, kitabet denilmiştir. Burada kitabtan maksat -her ne kadar bu sûre nazil olduğu zaman henuz nüzulü tamamlanmamış ise de- Kur’ân-ı Kerîm'in tamamıdır. Çünkü Kur’ân'ın tamamı Yüce Allah'ın ezelî ilminde, Levh-ı Mahfûz'da mevcut îdi Yahut Kur’ân, önce dünya semâsına (insanlık boyutuna) toptan indirilmişti Nitekim Fatiha sûresi tefsirinde de anlatılmıştır. 3 "el-Kitab"tan maksad, kimilerine göre Bakara (2) süresidir. Söz konusu sûre, bütün Kur’ân-ı Kerîm'in ana amaçlarını ve önemli bölümlerini ıçerdiği için Kur’ân'ın tamamı gibi sayılmıştır. Tıpkı "Hacc, a'refedir (el-Haccü a'refetü)" hadîsi gibi. (Haccın, olmazsa olmaz veya en önemli rüknü Arafat'ta vakfe olduğu için Hacc, a'refedir, buyrulmuştur.) Bir görüşe göre de "el-Kitab"tan maksad, Kur’ân'ın tamamıdır. Buna göre de Kur’ân, diğer semavî kitaplardan çok çok üstün ve mükemmelliğin zirvesinde olduğu için, bu isme lâyık görülmüş ve sanki diğer semavî kitap lar, bu kavramın kapsamı dışında bırakılmıştır. Bir görüşe göre de âyette işaret edikti bir mev'ûd (va'dedilen) kıtaptır Bu bakış açısına göre âyette uzaklık işaretinin kullanılmasının sebebi Bakara (2) sûresi ise, bu va'dden murad; "Gerçekten Biz sana yükü ağır bir söz vahy (ilkaa) edeceğiz (İnna senülkî a'leyke kavlen sakîlâ)" (Müzemmil 73/5) meâlındekî âyette ifade edildiği gibi bir mânâ kastedilmektedir. Yok eğer burada müsemmâ Kur’ân'ıse o takdirde va'dden murad, Kur’ân'ın indirileceğine dâir Tevrat ve İncil'deki va'ddir. B- "Onda hiçbir şüphe yoktur." "Reyb". mastarlî olup lûgatta kalbin rahatsızlık duyması ve vehim beslemesidir. Sonra mutlak şüphe veya töhmet ile beraber şüphe mânâsında kullanılmıştır. Çünkü şüp he ve töhmet de, kalbi rahatsız eder, huzur ve sükûneti ortadan kaldırır. Yani bu ilâhî Kitabın şânı o kadar yüce ve hücceti o kadar açıktır ki onun hak ve gerçekliğinden ve Allah katından indirilmiş bir vahiy olduğunda şüpheyı mûcib hiçbir sebep yoktur. Yoksa hiç kimse, ondan şüpheye düşmeyecek demek değildir. Nitekim Kur’ân'da; "Ve eğer kulumuza indirdiğimizden (Kur’ân) şüphedeyseniz..." (Bakara 2/23) buyrulmuştur. Bunun anlamı: Eğer Bizim indirdiğimiz kitapta sizin için bir şüphe var sa, yahut Bizim indirdiğimiz kitaptan siz şüphe ediyorsanız" demektir, Ancak bu âyette şüphenin Kur’ân'da olması yerine, kullarda olması farz edilmiştir Bu, Kur’ân'ı ziyadesi ile şüpheden münezzeh kılmak ve şüphenin, Kur’ân'da değil fakat insanda olduğunu anlatmak içindir. C- "O, müttakîler için bir hidâyettir". Yukarda geçtiği gibi hidâyet; istek ve amaca eriştiren vâsıtaları nazikçe göstermektir. Bir görüşe göre ise hidâyet; istek ve amaca eriştiren rehberliktir Bu görüşün delili, hidâyetin karşıtının dalalet olmasıdır. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerîmelerde: "İşte onlar, hidâyete mukabil dalâleti satın alanların tâ kendileridir." Ve: "O hâlde ya biz ya da siz ikimizden biri, mutlaka ya hidâyet üzeredir ya da apaçık bir dalâlet içindedir" (Sebe 34/24) buyrulur. Ve hiç şüphesiz dalâlette murada ermeme mânâsı vardır. Onun mukabili de murada ermektir. Ve lâzım (geçişsiz) hidâyet fiili için bu mânâ gözetiliyorsa, müteaddî (geçişli) olan hidâyet fıili için de aynı mânâ gözetilmelidir. Çünkü lazım ile müteaddî arasındaki fark, yalnız etkileme ve etkilenme cihetindendır. Hulâsa, müteaddî olan hidâyet, murada erdiren; lâzım (geçişsiz) an hidayet ise murada varan bir yönelmedir, hidâyetin karşıtı olan dalâlet, Kesin olarak murada varmayan yönelmedir. Açıkça görüldüğü gibi bu düşünce, iki temel kabule dayanmaktadır: 1- Murada ermek zorunlu olarak lâzım (geçişsiz) hidâyet fıili mefhû- unda vardır; 2- Lazım fiil de müteaddi (geçişli) fiil içinde zorunlu olarak bulunmaktadır. Oysa her iki husus da sübût bulmaktan uzaktır. Çünkü hidâyet ve dalâletin birbirinin karşıtı olmasının dayanağı yalnız murada ermek veya ermemek değildir; fakat bu iki kelime arasında karşıtlığın gerçekleşmesi için onların içerdikleri mefhûmlara özel olarak bu mânânın yüklenmesi gerektiğidir. Bunun da açıklaması şöyledir: Nasıl hidâyette, insanı murada erdiren şuurlu bir yönelme mânâsı olması gerekliyse dalâlette de insanı muraddan uzaklaştıracağı kesin şeylere yönelme mânâsı olmalıdır. Bunlar iki taraf için de müsellemdir ve mânâda karşıtlığın gerçekleşmesi için bu lâzımdır. Bu açıklamalardan sonra deriz ki; eğer hidâyet mefhûmunun içerdiği murada ermekten maksat, yönelme ile murada ermenin eşzamanlı olması ise bunun geçersiz (bâtıl) olduğu açıktır. Çünkü murada ermek, söz konusu yö nelmenin gayesidir. Bu itibarla murada erme hâsıl olunca, yönelme de kesin olarak sona ermiş olur. Çünkü hâsılın tahsiline yönelmek imkânsızdır, bun dan sonra bakî kalan, ya hidayet üzerinde sebat etmek ya da artmasına yö nelmektir. Bir de, bir maksada yönelmek, tedricîdir; maksada erme defaten gerçekleşir. Bu itibarla gerçekleşmede ikisinin bir araya gelmesi zorunlu olarak imkânsızdır. Dalâletteki ermeme mânâsı ise, sürekliliği olan bir husus olduğuna göre gerçekleşmede ikisinin beraberliği bütün zamanlarda zorunludur. Çünkü bir an için ondan ayrılırsa, onun mukabili olan erme (vusul), onun yerine geçer Bunlar anlaşıldıktan sonra deriz ki emre ve davete itaat ve icabet, bir öl çüde emre ve davete terettüp ediyorsa da, haddi zatında bu iki fiil, mü olarak, emir ve davet olunan kişiden kendi ihtiyarı ile sâdır olmaktadır. Yok sa, itaat ve icabet, tabiî sonuçların, fiillere bağlılığı gibi, emir ve davete bağlı değildir. Bunun gibi, hidâyet olunan kimsenin hidâyeti, yani o yola yönelmesi de müstakil bir fiil olup kendi ihtiyarı ile ondan sadır olmaktadır tabiî sonuçlar gibi, hidâyetin, yani yönlendirmenin ayrılmaz bir sonucu değildir. Bu açıklamalarla hidâyet yolunun ne olduğu vuzuha kavuştu ve an ki hidayet, arzu ve murat edilen şeylere ulaştırabilen vesile ve vâsile ve mutlak olarak göstermekten ibarettir ki bu da, yolu anlatmak ve yolu retlerini tarif etmek ile olur. Hidâyetin mânâsında, arzu ve murat edilen şeylere ulaşmak şartı olmadığı gibi yapılmak istenen rehberliği kabul etme şartı da yoktur. Bunlardan hiçbiri gerçekleşmez veya yalnız biri gerçekleşirse yine hidâyet edilmiş sayılır. "Ey Resûlüm! Sen her sevdiğini doğru yola iletemezsin (hidâyet edemezsin)..." (Kasas 28/56) ve "Allah dileseydi hepinize hidâyet ederdi" (Nahl 16/9) meâlindeki âyetlerde hidâyette arzu ve murada erme mânâsının gözetilmiş olması ise mecaz kabilindendir. Yine geçmiş açıklamalarımızdan anlaşıldı ki gerek kendi nefislerimizde olsun, gerekse dışımızda olsun, bütün kâinatta yaratılmış olan delâletler (yol göstermeler) ve semavî kitaplarda, yer alan dinî beyanat, âsi olsun, itaatkâr olsun bütün mahlûkata mutlak olarak gerçek mânâda Yüce Allah katından coşku ile akan hidâyetlerdir. "Allah'a hamdolsun ki O, bizi hidâyeti ile buna kavuşturdu, Eğer Allah, bize hidâyet etmeseydi biz kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık" (A'raf 7/43). Takvanın mânâsı ve mertebeleri (meratib) Âyette geçen müttakiler, hâlen veya gelecekte takva vasfını kazanmış olanlardır. Âyette hidâyet, takva sahiplerine tahsis edilmiştir; çünkü hidâyet nurundan nasib alanlar ve onun sonuçlarından faydalananlar takva sahipleridir. Ancak hidâyet, mü'min olsun, kâfir olsun, düşünen herkese şamildir. Nitekim âyet-i kerîmede; "İnsanlar için hidâyettir" (Bakara 2/185) buyrulmaktadır. Takvâ, vikaye kökünden olup ziyadesiyle korunmak, sakınmak (Allah'tan gereği gibi korkmak, mehâfetu'llah) demektir, Takva, İslâm örfünde, ahiret için zararlı olan şeylerden menahî) şiddetle sakınmaktır. Nitekim: "Şüphesiz Allah, adaleti, iyiliği (ihsanı) akrabaya yardım etmeyi emreder; kötülükleri (el-fahşa) fenalık ve azgınlığı da (el-münkeri ve'lbağy) yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor" (Nahl 16/90) âyeti, takvanın kısımlarını kapsar."13 Emevî halîfesi Ömer b, Abde'l-Azîz'e göre: "Takva, Allah'ın haram kıldığı şeyleri terk ve farz kıldığı şeyleri ifâ etmektir" Tâbiin'den bir hadîs âlimi olan Şehr b. Havşeb'e göre; "Takva sahibi, mubaha (ne helâl ne haram) düşmek endişesi ile sakıncası olmayan birtakım şeyleri bile terk eden kimsedir." Bayezid el-Bistamî'ye göre: "Takva, şüpheli olan her şeyden sakınmaktır." Muhammed b. el-Hanefîyye'ye göre: "Takva, seni Yüce Allah'tan uzaklaştıran her şeyden sakınmaktır." Sehl el-Tüsterî'ye göre: "Takva sahibi, kendi kuvvet ve kudretini bırakan kişidir." Bazı zâtlara göre takva, Allah'ın, seni yasakladığı yerde görmemesi emrettiği her yerde görmesidir. Meyimin b. Mehran'a göre: "Kişi, kendi nefsini cimri ortaktan ve zalim sultandan daha şiddetli ola rak hesaba çekmeden takva sahibi olamaz." Ebû Turab Asker el-Nahşebî'ye göre: "Takvanın önünde beş geçit vardır. Bu geçitleri geçmeyen kimse, takvaya eremez: 1) Sıkıntıyı nimete tercih etmek, 2) Zafiyeti kuvvete tercih etmek, 3) Zilleti izzete tercih etmek, 4) Cehdi (gayreti) rahata tercih etmek, 5) Ölümü hayata tercih etmek" Bazı hikmet pirlerine göre de: "Kişinin, takvanın zirvesine ermesi, ancak kalbinden geçenlerin bir tabağa konulup da çarşıda pazarda dolaştırıldığında ona bakanlardan utanmadığı bir hâle gelmekle olur" Bazı zâtlar da diyor ki: "Takva, dışını halk için süslediğin gibi içini de Hak için süslemektir." Takva konusunda gerçek şudur: Takvanın üç mertebesi vardır: Birincisi- Küfürden uzak kalmak suretiyle ebedî azaptan korunmaktır, Fetih (48) suresinin: "Allah Resulünün ve mü'minlerın üzerine sekînetinı indirdi ve onları takvâ kelimesine bağladı (ilzam etti). Zaten onlar buna ehak ve ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir." (48/26) mealindeki 26. âyette geçen takva sözü bu surede yorumlanmaktadır. İkincisi' Fiil olsun, fiilin terki olsun, bütün günahlardan sakınmaktır. Hattâ bazılarına göre küçük günahlar da buna dahildir. Şeriat örfündeki takva budur A'raf (7) sûresinin "Eğer o memleketler halkı inansalar ve takva üzere olsalardı..." mealindeki 96. âyetinde geçen takvadan da bu mânâ kasdedilmektedir. Üçüncüsü: Gönlü Yüce Hak'tan başka her şeyden temizlemek ve bütün varlığı ile Cenâb-ı Allah'a yönelmektir. İşte Al-i İmran (3) sûresinin: "Ey iman edenler, Allah'tan gerçek takvanın gerektirdiği gibi korkup sakının ve her hâlde Müslümanlar olarak can verin." mealindeki 102, âyetinde bu nevi takva emredilmektedir. Bu mertebenin de pek geniş boyutları vardır. Gizli hikmetlere binâen, ilâhî iradenin gereği olarak, derecelerinin istidatları ölçüsünde değişik ölçülerde feyiz alan mensuplarının sınıfları da kendi durumlarına göre değişmektedir. Bunların en yükseği, peygamberlerin ve onların üstün himmetlerinin eriştiği zirvedir. Çünkü onlar, peygamberlikle velilik riyasetini kendilerinde toplamışlardır. Peygamberlerin, insanlık âlemine bağlılığı, onların ruhlar âlemine yükselmelerine engel değildir. Peygamberlerin, halkın işleri ile ilgilenmeleri, onları Halik'ın işlerine dalmaktan da alıkoymaz. Çünkü kutsal kuvvetle desteklenen temiz ruhlarının istidadı pek mükemmeldir. Kur’ân-ı Kerîm'in hidâyeti, bütün bu mertebelerin erbabına şamildir. Eğer Kur’ân'ın takva sahiplerine hidâyetinden maksad, Kur’ân'ın onları takvanın birinci mertebesini tahsile ve o mertebeye erişmeye irşad ise o takdirde mecazî olarak, takva sahiplerinden murad takvaya yakın olanlardır. Çünkü takva sahiplerinin kendileri kastedilirse, hâsılın tahsili lâzım gelir ki bu da imkansızdır (zâten onlar takva sahibi olmuşlardır.) Âyette bunu açıkça ifade eden ibare değil de mevcut ibarenin kullanılması, ibarenin veciz olmasını sağlamak ve bu sûrenin başında Yüce Allah'ın velîlerini zikir ve onların şanını tazim içindir. Yok eger yukarıda belirtildiği gibi, takvanın birinci mertebesine değil de ondan sonraki iki mertebeye irşad kastedilirse ve takva sahiplerinden murad da birinci mertebedeki takva sahibleri ise mecaz değil hakikat olur. Yok eğer takva sahiplerinden birinci mertebeden sonraki iki mertebede bulunanlar kasdedilirse, o takdirde mecaz olur. Çünkü birden sonraki mertebeye erişmek de ancak beklenen o Kur’ân hidâyeti ile gerçekleşir. İkinci mertebe ile üçüncü mertebe arasındaki durum da şöyledir: Eğer hidâyetten, üçüncü mertebenin tahsiline irşad kasdedilirse ve takva sahiplerinden murad ikinci mertebedekiler ise, ifade hakikat olur. Yok eğer murad üçüncü mertebedekiler ise ifade mecaz olur. Hidâyet lafzı ise bütün takdir ve suretlerde (mecaz değil) hakikattir. Eğer Kur’ân'ın, takva sahiplerine hidâyet olmasından, takvada sebat etmelerini sağlamak veya takvanın ziyadesi de, onun kullanılmakta olan mânâsına dahil olduğu kabul edilerek takvanın ziyadesine irşad kasdedilirse, bu ifade mutlaka mecaz kabul edilir, Müttakiler (takva sahipleri) lafzı ise, bütün hâl ve takdirlerde (mecaz değil) hakikat olarak kullanılmış olur. Kur’ân-ı Kerîm'in veciz olmasının gereği olarak, âyetlerin tertibinde, cümleler arasında uyum ve ahenk gözetilmiş, sonraki cümleler, önceki cümleleri açıklar şekilde bir sıra izlenmiştir. Bundan dolayıdır ki, cümleler arasına atıf harfi girmemiştir. "Elif-Lâm-Mîm", kendi başına bir cümle olup cümlenin baş unsuru (mübtedâ) gizlidir yahut alfabe harflerinden bu üç harf, benzerini getırmek için insanlara karşı meydan okunurken kelâmı oluşturan harflerin cinsinden olduklarını bildirmektedir. "İşte o Kitab" diye meâli verilen "Zâlike'l-Kıtab" ikinci bir cümle olup meydan okur niteliktedir. Çünkü (daha önce de işaret edildiği gibi) "el-Kitab", onun üstün mükemmeliyet vasfını taşıdığına delâlet etmektedir. Bundan sonra da o Kitab ta şüphe olmadığını bildirmek suretiyle o Kitabın zirvedeki üstünlüğü tescil edilmektedir. Çünkü hak ve yakıînden (şüpheden uzak bilgiden) daha yüksek bir fazilet yoktur. "Hüden li'l-müttekîn / M'üttekîler için bir hidâyettir" cümlesi de, bir tekid cümlesi olup, onun en ufak bir şüphenin dahi çevresinde dolaş madığı bır hak (gerçek) olduğunu ve taşıdığı mükemmellik vasfını beyan eder. Yahut da deli ile medlul gibi önceki cümle mefhûmu sonraki cümle mefhumunun gereği olan ifade kabilindendir. Çünkü başta, ilâhî kelâmın da kendi kelâmları cinsinden olduğu hâlde onun karşısında âciz kaldıklarına buyrulunca, o Kitabın, kemal mertebelerinin doruğunda olduğu ortaya çı kar. Bu da onun, şüpheden son derece münezzeh olmasını gerektir. Çün kü şüphe götüren bir şeyden daha noksan bir şey olamaz. Şüpheden vareste olan bir kelâm da müttekîler (sorumluluğunun bilincinde olan, Allah'tan gereği gibi korkup çekinen ve O'nu haşyetle seven) için mutlaka hidayet olur Bu gördüğün gerçeklerdeki derin nükteler ve üstün meziyetler, Allah'ın şânının Celalini ve azametini pek açık olarak gösterir. 3"Onlar (takva sahibleri), gayba inanırlar. Namazı ikame ve kendlilerini rızıklandırdığımız şeylerden başkalarını da infak ederler." A- "Onlar gayba inanırlar." Eğer takvâ, yalnız, günahların terki olarak tefsir edilirse, bu cümle, müttakiler için takyit edici (kayda ve şarta bağlayıcı) bir sıfat olur ve tezyin ve donatmanın (tehliyenin) boşaltmaya (tahliyeye) terettübü gibi bu sıfat ona lerettüp eder. (Yani insanin manevî ortamı önce günahların terki ile boşaltılır, sonra da âyette belirtilen güzellikler ile süslenir). Yok eğer takva, şeriat örfündeki ve akla ilk gelen mânâsı olan hem dinî emirlerin ifası, hem de günahların terki olarak tefsir edilirse, o takdirde bu cümle, müttakiler için açıklayıcı bir sıfat olur. Çünkü bu takdirde "O müttakiler ki gayba inanırlar" cümlesi, mevsûfun (müttakiler kelimesinin) icmalî olarak içerdiği mânâya tafsil olur. Bu âyetlerde takva sahiplerinin özellikle imân, namaz ve sadaka ile vasıflandırmaları, bunların İslâm dininin direği ve temeli durumunda olduklarından dolayıdır. Çünkü bu ameller, genellikle' günahlardan sakınmayı sağlayan diğer ibâdetleri de arlıalarından getiren ruhî, bedenî ve malî ibâdetlerin ana esasları durumundadır. Nitekim âyet-i kerîmede: Kitab'tan sana vahyolunanı oku, namazı da kıl. Çünkü namaz çirkinlik ve kötülüklerden alıkoyar." (Ankebût 29/45) buyrulur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de buyuruyor ki "Namaz, elinin direğidir ve zekât da, Islâmın köprüsüdür." Yahut anılan sıfat cümlesi, dinî emirlerin ifası ve günahların terki olarak tefsir edilen o takva vasfını taşıyanları methetme mahiyetindedir. İmanın mahiyeti İmân, emn (emniyet) kökünden gelmektedir. Sonra tasdik mânâsında Kullanılmıştır. Çünkü tasdik eden kimse, tasdik edileni, tekzib ve muhalefetten emin kılmaktadır. Bu kelime "b" harfi ile beraber kullanıldığı zaman itiraf mânâsını da içerir. Bazen imân, itimat mânâsında da kullanılır. Çünkü itimat ederi kimse, emniyet ve istikrar içinde olur. Burada her iki mânâ da güzeldir. İslâm şeriatindeki imân ise ancak tevhid, nübüvvet, ölümden sonra dirilme (ba'sü ba'de'l-mevt), mükâfat ile mücazât ve benzerleri, gibi Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) dininden olduğu zorunlu olarak bilinen şeyleri tasdik ile gerçekleşir. İmânda kalben tasdik ve dille ikrar İmânda kalben tasdik yeterli midir, yoksa dil ile ikrar da gerekir mi? Bu konuda değişik görüşler vardır. Şöyle ki: Ehl-i Sünnetin itikada ait görüşlerini sistemleştiren ve Eş'arî mektebini kuran üstat Ebû'l-Hasen el-Eş'arî ve ona tâbi olanlara göre; Kalben tasdik yeterlidir. Çünkü dil ile ikrar, ancak hükümleri uygulamanın kaynağıdır. Hanefî mezhebinin müessisi İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe ve ona tâbi olanlara göre: İmân için sadece kalben tasdik yeterli olmayıp dil ile ikrar da gereklidir, Hak olan da Ebû Hanîfe'nin yorumudur. Çünkü Ebû Hanîfe, kalben tasdik ve dil ile ikrarı imânın iki parçası olarak kabul etmiştir. Ancak Ebû Hanîfe'ye göre ikrar, mücbir sebep karşısında zorunluluğu kalkabilen bir şarttır. Hadîsçilerin çoğuna, Mu'tezile ile Haricîlere göre: İmân; üç şeyin toplamıdır: 1) Halika inanmak, 2) Halikı dil ile ikrar etmek, 3) Gereğince amel etmek. Şu anılan görüşlerin ittifakı ile itikada halel getiren kimse münafık; ikrara halel getiren kimse kâfir; amele halel getiren kimse fâsık olur. (Büyük günah işlemek suretiyle) amele halel getiren kimse, Haricîlere göre kâfir olur. Mu'tezileye göre ise imândan çıkmış, fakat küfre girmemiş (ikisinin arasında bir mertebede kalmış) olur. Gayba inanmak Âyetteki "gayb" kelimesi, mastar olup mübalağa için gaibin vasfı olarak kullanılmıştır. Onun karşıtı da şahadettir. Nitekim Zümer (39) sûresinin 46. âyetinde şöyle buyrulur: "De ki: Ey gökleri ve yeri yaratan, gaybı ve şahadeti bilen Allah'ım!" Yahut "gayb" kelimesi, mastar olmayıp sıfat isimdir. Gayb kelimesi mânâ olarak, his ve akıl ile idrâk edilmeyen gerçekleri ifade eder. Bu gerçekler de iki kısma ayrılır: 1) Hiç delil ve belgesi olmayan gayb. "Gaybin anahtarları Allah batındadır." mealindeki âyette bu mânâ kastedilir. 2) Delili ve belgesi olan gayb. Yaratan ile sıfatları, nübüvvet ve ona bağlı hükümler ve şeriatlar, kıyamet günü öldükten sonra dirilme, Allah'a dönüş, toplanma, hesap, ceza ve mükâfat gibi kıyamet hâlleri ve bu nevi gayb haberleridir. "Onlar gayba inanırlar." (Bakara 2/3) cümlesinde kastedilen mânâ da budur. "Ellezîne yü'minûne bi'l-gaybi..." âyetinde "âmene / imân etmek veya inanmak" fiili (yü'minûne kipi şeklinde) "b" harfi ile kullanıldığından itiraf yahut mecazen itimat mânâsını da kapsar ya da bu âyette "gayb" kelimesi, mastar olup kendi asıl mânâsı ile kullanılmış olabilir. Tıpkı, "Onlar (o takva sahipleri) görmedikleri hâlde (gıyaben) Rabblerinden korkarlar". Ve Yûsuf dedi ki: - Bu, azizin yolduğunda (gıyabında) ona ihanet etmediğimi bilmesi içindir" (Yûsuf 12/52) mealindeki âyetlerde olduğu gibi gıyaben, görmedikleri, huzurda olmadıkları hâlde imân ederler, demektir. Buna göre "Onlar gayba inanırlar" cümlesi iki mânâya gelir: 1) Peygamberin gıyabında, ondaki peygamberlik kanıtlarını görmeden ona imân ederler. Nitekim rivâyet olunur ki, Sahabı Abdullah b. Mesûd'un yaranı, Resülullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Ashab'ını ve onların imânını gıpta ile anlattılar. Bunun üzerine İbn-i Mesut (radıyallahü anh) dedi ki: "- Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliği onu görenler için apaçık bir hakikat idi. Kendisinden başka gerçek ilâh olmayan Rabbime yemin ederim ki hiç bir imân ehlinin imânı, gıyabî imândan daha üstün değildir." "Sonra İbn-i Mesut, (Onlar gayba inanırlar) âyetini okudu." 2) Onlar, gerçekten, içten, gönülden ve kalbden inanırlar. Onların içleri başka dışları başka değildir. Onlar, hem mü'minlerin yüzlerine karşı, hem de gıyablarında imân ederler ve: "Onlar, mü'minlerle karşılaştıkları zaman (ve izâ leku'llezîne âmenu "- Biz de imân ettik (kaalû âmenna)"! derler. Şeytanları ile baş başa kaldıklarında, "- Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz!" derler mealindeki âyette anlatılan münafıklar gibi değildir. 3) Burada gayb'tan maksat kalbtir. Çünkü kalbler gizlidir. Yani o takva sahibleri, kalbleri ile imân ederler. Onlar, "Ağızları ile, kalblerinde olmayanı söylüyorlardı" (Al-i İmrân 3/167) mealindeki âyette anlatılan münafıklar gibi değildir. Onların kalblerıyle dilleri aynıdır. Onlar kalblerinde olanı dilleriyle de söylerler. B- "Namazı dosdoğru kılarlar." Salâtı ikame etmek veya namazı dosdoğru kılmak; namazın tâdil-ı erkanına, farzlarına, sünnetlerine, usul ve âdabına riayet etmek; alaca değil devamlı olmak, tembellik ve gevşeklik göstermeden edâ etmek demektir. Namazın edasına "ikame" denilmesi namazda ayakta (kıyamda) durmaktan dolayıdır. Çünkü ikame ile kıyam kelimeleri "kaame, yekuumü" kökünden gelir. Nitekim namaza, kunut, rükû, sücût ve tesbih de denir. Açıklanan bu mânâlar içinde birincisi, eh meşhur ve hakikate en yakın olanıdır, Salât, aslında duâ demektir. Bu özel hareketlere salât denmesi, duâ içerdiği içindir. Bir görüşe göre de salât, salat kökündendir ki bu, uyluğun bitimindeki kemiğin adıdır. Aradaki münasebet, musallinin (namaz kılan) rüku ve sücûdda bu kemikleri hareket ettirmesidir. Bu mânâya göre duâ eden kimseye "musalli" denmesi, kendini alçak tutup haya ve edeb üzere olmak hususunda rükû ve secdedeki kimseye benzetmek içindir. C- "Kendilerini rızıklandırdığimız şeylerden infak ederler." Rızk lugatte, verme (a'tâ) demektir. Verilen nasibe de (hazzı'l-mu'tâ) rızk denir rızkın örfteki mânâsı ise, canlıların yararlandığı şeylerdir. Mu'tezile, yüce Allah'ın, harama yol vermesini imkânsız görür. Çünkü Allah haramdan yararlanmayı yasaklamış ve ondan sakınmayı emretmiştir. Bundan dolayı Mu'tezile'ye göre rızk, haramı kapsamaz. Nitekim âyette görüldüğü üzere, Yüce Allah onların sırf helâlden harcadıklarını bildirmek için rızkı zâtına izafe etmiştir (Bizim verdiğimiz rızk, demiştir, ) Çünkü haramı harcamak övünmeyi gerektirmez kî Cenâb-ı Allah, onu kendi zâtına isnat etsin, Bir de Cenâb-ı Allah, Yunus (10) suresinin 59. âyetinde şöyle buyurur: (Resûlüm o müşriklere) de ki: "Söyler misiniz, Allah size rızık olarak ne indirdi de siz ondan bir kısınını helâk bir kısınını da haram saydınız?" De ki: "Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" (Yûnus 10/59) Görüldüğü gibi bu âyette Allah, onlara verdiği rızktan bir kısınını haram saymalarından dolayı müşrikleri zemmetmektedir. Bizım yaranımız Ehl-i Sünnet ulemâsına göre, âyetteki isnad, tazim ve infaka teşvik için; anılan âyette müşrikleri zemm, aslında haram olmayan bir rı içindir, Bakara 2/3'te geçen "Onları rızıklandırdığımız şeylerdir. (ve mimma razaknahüm)" sözü de helâle münhasırdır. Bununla beraber Ehl-i Sünnet âlimleri rızkın, helâle de, harama da şamil olduğuna şu hadîsi delil göstermişlerdir Rıvayete göre Amr b. Kurre, Peygamberimize gelmiş ve: "Ya Resûlallah, Allah beni bedbaht olarak yazmış; ben rızkımı ancak defimi elimle çalmakla çıkarıyorum; edebe aykırı bir şey söylememek şartı ile şarkı türkü söylememe izin ver!" demiş. Peygamberimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle cevap vermiş; - Senin gözünün hatırı için sana bunu iliram etmem. Ey Allah'ın düşmanı, yalan söyledin. Vallahi, Allah sana temiz ve helâlden rızk verdi ama sen Allah'ın sana helâl kıldığı rızık yerine O'nun haram kıldığı rızkı seçtin." Bir de, eğer haram rızk sayılmazsa, hayati boyunca haramdan gıdalanan kimse, rızıklandırılmamış olur. Oysa Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: "Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı yoktur ki onun rızkı Allah'a ait olmasın " (Hûd 11/6). Âyette geçen infaktan maksat, farz veya nafile olsun, hayır yolunda yapılan harcamalardır. Burada infaktan maksât olarak tefsir edenler, infakın yüksek ve temel kısınını zikretmiş oluyorlar; yahut infakı zekâta tahsis et meleri, burada intakın zekâtın öz kardeşi kabul edilen namaz ile beraber zik redilmesinden dolayıdır. Âyette geçen infaktan, Allah'ın bahşettiği zahirî ve batınî nimetlerden bütün ilâhî inayetler kastedilebilir. Nitekim Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) "İstifade edilmeyen bir ilim, infak edilmeyen servet gibidir." hadisi de bunu teyid etmektedir. Bu âyeti "özel olarak onlara bahşettiğimiz mârifet nurlarından saçarlar" şeklinde tefsir edenler de, bu yorumu tercih etmişlerdi 4"Onlar (takva sahibi olanlar) sana indirilene ve senden öne indirilenlere de inanırlar. Âhirete de iman ederler." Takva sahibi olanların vasıfları Bu âyette açıklanan vasıfları taşıyanlar hem suret, hem de mânâ olarak, yahut yalnız mânâ olarak takva sahibleri zümresine dahildirler. Bu, bundan önceki âyetle beraber iki hâssın (özelin), bir âmma (genele) dahil olması kabilindendir. Çünkü bundan evvelki âyette bildirilen mü'minlerden murat, şirkten veya İslâm'dan önceki semavî dinlerin hükümlerine gafletten sonra imân edenlerdir. Nitekim imân konusunun gayb olarak ifade edilmesi de bunu açıklar. Bu âyette bildirilen mü'minlerden murat ise, (önceleri Yahudi âlimlerinden iken sonra Müslüman olan ünlü Sahabi) Abdullah b. Selâm gibi, daha önce indirilmiş kitaplara inandıktan sonra Kur’ân'a imân edenlerdir. Yahut bu âyet, müttakıîler üzerine matuftur ve müttakîlerden murat ondan önceki âyette zikredilen o gayba imân edenlerdir. Bu takdirde takva vasfının, yalnız gayba imân edenlere tahsis edilmesi, onların ilk hâllerinden tamamen arındıklarını bildirmek içindir. Çünkü o müşriklerin ilk hallerindeki çirkinlikler ve şer'î hükümlere aykırılıklar, onlardan müttakî olmayı (sakınmayı) gerektirmektedir. Fakat Kitab Ehli'nden Müslüman olanlar, böyle olmayıp onlar, müktesebatlarını bir anda terk edemezler; zamanla değışmeyen ana hükümlere bağlı kalırlar. Bu âyet ile bundan önceki âyeti, müttakıîler bakımından bir küll olarak düşünnek de mümkündür. Bu takdirde işaret edilmek istenen gerçek şu olur: Gaybî varlıklara inanmakla o gaybî varlıkların gerçek olduklarına şahadet eden semâvî kitaplara imân etmek, her biri başlı başına yüksek birer vasıftır. Birçok hüküm bunlara bağlıdır. İşte bundan dolayı bu iki vakıa biri diğerinin mütemmimi değilmiş gibi birer müstakil cümle ile zikredilmiştir. Birincisine namaz ve sadakanın edası da ilâve edilmiştir ki bunlar imân konusuna dahil hükümler cümlesindendir. Zira ilmin kemali, amel ile olur. İkincisine de (Kur’ân'a ve ondan önceki kitaplara imân) - birincisine dahil olduğu hâlde- âhiret gününe iykan (şeksiz, şüphesiz, kesin imân ve itaat) ilâve edilmiştir ki, bu da, Kur’ân'da bildirilen imânın son derece sıhhatli olduğuna ve ileride anlatılacağı gibi, Kitab Ehli'nin inançlarında sakatlıklar bulunduğuna işarettir. Bu âyetler için şu tevcihler de yapılmıştır: Takva sahibleri o kimselerdir ki, hem akıl ile idrâk edilen şeylere imânı ve bu imânın gereği bedenî ve malî ibâdetleri ifayı, hem de kalbî duyumdan başka yolu olmayan imânı kendilerinde toplamışlardır. Bütün ehl-i imân, gayba imân edenler de dahil olduğu hâlde bu âyette Kitab ehli mü'minler ayrıca zikre değer görülmüştür. Tıpkı bazı âyetlerde meleklerden sonra Cebrâîl ve Mikâil'in (aleyhisselâm) zikredilmeleri gibi. Buna göre bu tahsis, melekler örneğinde ta'zim için, mü'minler örneğinde de, bu özel fırkaya mensub kimselerdeki kemali elde etmeye teşvik için yapılmış olur. Kitabî inzalin mânâsı İnzal, yukarıdan aşağıya nakletmektir. Kur’ân dışındaki ilâhî kitapların, peygamberlere inmesi -Yüce Allah cümleden iyi bilir- vahiy meleğinin, onu Cenâb-ı Allah'tan ruhanî bir üslûbla telâkki etmesiyle gerçekleşir; yahut melek, onu Levh-ı Mahfûz'dan hıfzettikten sonra peygamberlere (aleyhisselâm) indirir ve onlara öğretir. Bima ünzile ileyke / sana indirilen"den maksat, Kur’ân'ın tamamı ve özellikle İslâmî hükümlerdir. Bu ayetler indiği sırada Kur’ân'ın nüzulü henüz tamamlanmamıştı. Daha inmesi beklenen birçok âyet varken, inzal fiilinin mazi sığası ile kullanılması, mukadder nüzulün gerçekleşmiş gibi sayılması kabilindendir. Nitekim bir âyet-i kerîmede de meal olarak şöyle denir: "(O cinler): "- Ey kavmimiz; dediler. Gerçekten biz, Mûsa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, halika ve doğru yola hidâyet eden bir Kitab dinledik!" (Ahkaaf 46/30). Oysa o cinler, ilâhî Kitabın tamamını dinlememişlerdi ve zaten tamamı henüz inmemişti. "Vemâ ünzile min kablik / Senden önce indirilen "den maksat, Tevrat, İncil ve diğer geçmiş semavî kitaplardır. Âyette, kitap indirilen peygamberlerin (aleyhisselâm) zikredilimemesi, ifadenin vecîz olması içindir. Kaldı ki, burada maksat tafsilat değildir. Ama; "Biz, Allah'a ve bize indirilene (Kur’ân); İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Ya'kub'a ve onun torunlarına indirilenlere, (sahife) Mûsâ ve İsa'ya ve Rabbleri tarafından diğer peygamberlere verilmiş olanlara (Kitap) imân ederiz. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız. Biz O'na teslim olanlarız; deyin" (Bakara 2/136) mealindeki âyette ise maksat, tafsilattır. Bütün semavî kitaplara muamelen imân etmek farzdır; Kur’ân'a -tafsilatı ile ibadet ettiğimiz cihetle- mufassalan imân etmek ise farz-ı kifayedir (farz sorumluluğunun kalkması için bir kısım insanların yapması kifayet eder). Zira bunun bütün insanlara "farz-ı ayn" olmasında açık bir sıkıntı ve yaşama düzenini ihlâl vardır. (Zira Kur’ân'a tafsilatı ile imân etmek, Kur’ân'ın içerdiği tafsilatlı bilgilere vâkıf olmak ile mümkün olur.) Ahirete iykan etmenin mânâsı "Yükünün" şeklinde geniş zaman kipi ile zikredilen "iykan", şüphe ve tereddüdü kaldırmak suretiyle bilgiyi sağlamlaştırmaktır. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah'ın bilgisine "yakîn bilgi" denmez (Zira Allah'ın bilgisinde şüphe ve kuşkuya mahal yoktur). Yani takva sahipleri, âhiret gününün geleceğini kesin olarak bilirler; onların âhirete ilişkin bilgilerinde, şüphe ve tereddüde yer yoktur. Oysa Kitab Ehli böyle değildir. Zira Kitab Ehli'nin iddiasına göre, Yahudî yahut Hristiyan olmadıkça kimse cennete giremez (Bakara 2/111); cehennem ateşi, ancak sayılı günler (eyyâmen ma'dûdât) onlara kunur (Âl-i İmran 3/24). Cennet nimetlerinin dünya nimetleri cinsinden olup olmadığı ve bu nimetlerin sürekli olup olmadıkları konusunda da Kitab Ehli'nin farklı görüşleri vardır. 5"İşte Onlar Rabblerinin hidâyetine mazhar olanlardır." Ve kurtuluşa erenler de işte onlardır". A "İşte Onlar Rabblerinin hidâyetine mazhar olanlardır" "Ülâike / İşte...", "Ülâike / İşte...", övülesi hasletleri anlatılanlara işarettir. Bu, onların hasletleriyle temayüz ettiklerini ve bundan dolayı da görülebilen şeyler mertebesinde düşünüldüklerini anlatır. "İşte onlar..." işâretindeki uzaklık mânâsı, onların derecelerinin ve faziletteki mertebelerinin yükseldiğini gösterir. Bu hidâyetin ne kadar muazzam bir hidâyet olduğuna işaret etmek için "Rabblerinin hidâyeti veya Rabblerinden, gelen hidâyet" şeklinde hidâyet Rabb'e izafe edilmiştir. Bu hidâyet, Yüce Allah'ın hidâyetinin ve tevfıkinin bütün çeşitlerini kapsamaktadır. B- "...Ve kurtuluşa erenler de işte onlardır". "Ülâike / İşte..." işaret isınınin tekrar edilmesi, o mutlu ve kutlu insanların, ilâhî inayete fazlası ile mazhar olduklarını, taşıdıkları o sıfatların bu iki önemli sonucu doğurduğunu, bu iki sıfattan her biriinin onları diğerlerinden ayırmak için yeterli bulunduğunu belirtmek içindir. Nitekim bu âyetin başında "ve / vav" atıf harfinin bulunması da söylediklerimizi teyid eder. Ama; "İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar. İşte asıl gaafiller onlardır' (A'raf 7/179) meâlindeki âyette anlam farklı olduğundan, ikinci işaret isminin başında "ve / vav" atıf harfi zikredilmemiştır. Çünkü bu âyette, burada küfürde inat ve ısrar edenler hayvanlara benzetilmek suretiyle içinde bulundukları derin gaflet tescil edilmektedir. Bu itibarla ikinci işaret cümlesi birinciyi açıklamaktadır. Konumuz olan âyette ise, matlûbu elde etmeken ibaret olan felâh, hidâyetten farklı ve onun sonucu ve her ikisi de insanların varmak için yarıştığı en değerli gayeler olduğundan, âyetlerin nazmı bu suretle gerçekleşmiştir. O yüksek mertebelere erişmek ancak takva sahiblerine mahsustur, hidâyet ve tevfik Allah'tandır. Bundan önceki âyetlerde kemal sıfatlarını taşıyan, dünya ve âhırette mutluluğa eren kutlu insanların halleri anlatılmıştı. Şimdi bu âyetlerde de azgın ve inatçı kâfirlerin halleri açıklanmaktadır. 6"Şüphesiz o küfredenleri itizar etsen de etmesen de onlar birdir. Onlar imân etmezler." Kâfirlerin Ahvâli Âyet iki kısımdan oluşmaktadır: İnkâr ve küfürde inad edenler ve bunların inzar karşısındaki davranışları. A- "Şüphesiz (saplantı içinde olan) o küfredenleri". Bu âyetle diğer âyetler arasına atıf harfi konmamıştır. Oysa İnfıtar (82) sûresinin, "Şüphesiz ki, iyiler (ebrar) Naîm cennetindedir"; "Ve kötüler de (füccar) cehennemdedir mealindeki 13 ve 14. âyetleri arasında "vav-ı atıf vardır. Bu âyetler üslûb ve amaç bakımından farklıdır. Zira birinci grup ayetler: hidâyet ve irşad konusunda Kitab'ın (Kur’ân) şânının yüceliğini anlatmakta için zikredilmiştir. O âyetlerde, hidâyete erenlerin hâllerine istitrat (arasöz) yolu ile temas edilmiştir. İkinci grup âyetler ise, doğrudan doğruya kâfirlerin, acıklı hâllerini açıklamayı istihdaf eder. Bu kâfirler azgınlık ve dalâlette öyle bir noktaya varmışlardır ki, artık uyarma ve müjdelemenin; öğüt ve hatırlatmanın onlar için hiçbir yararı yoktur. Sonuç olarak onlar akıl yolundan uzaklaşmışlar, bindikleri kibir ve inat bineğiyle azgınlık ve fesadın uçsuz bucaksız çöllerine dalmışlardır. Bu âyette söz konusu olanlar küfürde İsrar ve inatta önde giden Ebû Leheb, Ebû Cehil, Velid b. Muğire gibi halkın eşrafı (nâsın â'Yani) ve Yahudî bilginleridir (ahbâri'l-yahud veya ahbarı benî israil). Küfür lügatte, nimeti örtmek demektir. Istılahta Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) İslâm dininin temel ilkelerinden zorunlu olduğu bilinenleri inkâr etmektir. Mecûsîlerin zünnarını ve Hristıyanların gıyarını (bağladıkları küfür ğını) -bir mecburiyet olmaksızın- kuşanmak veya kâfirlere özgü bir işareti takmak küfür sayılmıştır. Çünkü bunlar, zahiren İslâm'ı tekzip anlamını taşımaktadır. Zira Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) tasdik eden bir kimse, bu gibi şeylere cüret edemez. Çünkü bunlar, zina ve içki gibi nefis istekleri de değildir ki tabii bir duyguya kapılmış olsun. Mu'tezile, âyette geçen fiilin (haber verme) şeklinde mazi (geçmiş) ki kullanılmasını Kur’ânın, hâdis (sonradan yaratılmış) olduğuna delil getirmiştir. Çünkü bu ifade, zorunlu olarak, haber verilen olayın, henüz gerçekleşmediği bir önceki zamanı da gerektirmektedir. Onlara cevap olarak deriz, ki bu ileri sürdükleri husus, taallukun (insanlığın ilâhî kelâm ile ilişkisinin) gereklerindendir ve bu taallukun, hadis olması, Kelâmın hadis olmasını gerektirmez. Nasıl ki, ilmin (bilginin) malûma (bilinene) taalluku, ilmin hadis olmasını gerektirmez. İnzar, sakınmak için korkulan şeyi bildirmektir. Maksud olan mânâ, Allah'ın, günahlardan dolayı vereceği azab ile korkutmaktır. Burada yalnız korkutmakla yetinilmiştir; çünkü o kâfirler, asla müjde ehlinden değildir. Bir de inzâr, kalblerı daha fazla etkilemekte ve gönüllerde daha ağır tesirler bırakmakladır. Zira mazarratın defi (zararların önlenmesi), menâfiin (menfaatlerin) celbinden daha önemlidir. Bu itibarla onlar, korkutmaktan etkilenmediklerine göre, müjde için başlarını bile kaldırmazlar. B- "...İnzar etsen de etmesen de onlar için birdir. Onlar imân etmezler." Bu âyet, insanın, gücünün üstünde olan bir şey ile yükümlü kılınmasının caiz olduğuna delil gösterilir. Çünkü Cenâb-ı Allah, bu âyet-i kerîmede, küfürde inat ve ısrar eden kâfirlerin imân etmeyeceklerini bildirir. Böylece onların imânlarının imkânsız olduğu ortaya çıkar. Zira onların imânı, Yüce Allah'ın verdiği haberin -hâşa- doğru çıkmaması gibi bir imkânsıza bağlıdır. Hâl böyleyken, onlar yine imân ile memur ve teklife muhatabtır. Bir de onların mükellef kılındıkları şeyler içinde, hiçbir zaman inanmayacaklarına imân etmeleri de vardır. (Çünkü imânı ile mükellef bulundukları Kur’ân böyle haber vermektedir). Kur’ân’ın verdiği tafsilata bütün ayrıntılarıyla imân değildir ki, hiçbir zaman inanmayacaklarına imân etmeleri lâzım gelsin. O kâfirlere teklif edilen Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün getirdiklerine icmalen imân etmektir. O kâfirleri korkutmanın bir yararı olmayacağı bilindiği hâlde onları inzar etmekten amaç hüccet ve delillerin onları bağlaması ve Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) tebliğ faziletini kazanmasıdır. Buna işaret içindir ki, âyette "inzar etsen de etmesen de onlar için birdir" buyrulmuş; "senin için birdir" denmemiştir. Nitekim putperestler için de: "Sız onları hidâyete çağırsanız da onlar size tâbi olmazlar. Siz onları ister çağırın ister sükût edin; birdir" buyrulmuştur. Eğer daha önce belirtildiği gibi o kâfirlerden belli şahislar kasdedlîyorsa, bu âyet-i kerîme, gaybı haber vermekle apaçık bir mucize sayılır. 7"Allah, onların kalblerini mühürlemiştir; kulaklarını da onların gözleri üzerine de perde çekilmıştir. Onlar için büyük bir azab vardır." Bu âyet, bir önceki âyette geçen hükmün (inzar etsen de etmeden de imân etmezler hükmünün) sebebi, o hükmü gerektiren şeyin beyânı yahut beyân ve tekididir. Kalbten murad, yürekte akıl kuvvetinin bulunduğu savvur edilen mahaldir. Mühürlemek (hateme kökünden tahtim), bir şeyi korumak için ona veya o şeyin bulunduğu mekâna mühür vurmak suretiyle güvenliğini sağlamaktır. Boş evi veya keseyi mühürlemek gibi- Buraya boş ev örneği daha uygun düşer. Gerçekten mühürlemekten maksat, onlar kalblerindekini korumak değil, fakat azgınlıkları, atalarının inançlarını taklitte inatları ve sağlıklı akıl yürütmek yolundan sapmaları sebebiyle kalblerinin inzardan etkilenmez; hak söz nüfuz etmez hâle gelmiş olmasıdır. A- "Allah, onların kalblerini mühürlemiştir." "Tam aksine Allah küfürleri sebebi ile onların (kalbleri) üzerine mühür vurmuştur." mealindeki âyetler ile benzerleri de bu gerçeği açıklar. Mu'tezile, bu âyetin yorumunda te'vile başvurmuş ve bu konuda değişiik görüşler ileri sürülmüştür. 1- O kâfirler, haktan yüz çevirince küfürleri kalblerine iyice yerleşmiş, ta biatları gibi olmuş ve bu sebeble inançsızlıkları tabiî bir vasfa teşbih edilmiştir. 2- O kâfirlerin kalbleri Yüce Allah tarafından idraksiz olarak yaratılan hayvanların kalblerine benzetilmiştir. 3- Mühürleme, aslında şeytanın veya kâfirin fiilidir. Allah'a isnat edilmesi ise, O'nun o kudret ve imkânı yaratması itibariyledir. 4- O kâfirlerin küfürlerinin kökleri öylesine derinlere inmiştir ki son derece sağlam ve muhkem bir hâl almıştır. İmâna gelmeleri için icbar ve zorlamadan başka çare de kalmamıştır. Ancak teklif hikmetinin korunması için bunun yapılması da doğru değildir. İşte bu hal, kalbi mühürleme olarak ifa-de edilmiştir. Çünkü bu, onların imân yolunu tamamıyla kapatmaktadır. İki da onların, azgınlık ve inatta işi çok ileri götürdüklerini ve şer ile fesada tamamen boğulduklarını gösterir. 5- Bu âyet, Fussılet (41) sûresinin; "Bizi çağırdığın şeye karşı kalblerimiz örtüler (ekinne) içindedir. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizim ile senin aranda bir perde bulunmaktadır." mealindeki 5. âyeti gibi kâfirleri tahkir amacına dönüktür. 6-Bu âyetin anlattığı hal, âhirette gerçekleşecektir. Ancak olmuş gibi mazi sığası ile anlatılması, vuku'u kesin olayların vaakıî olmuş gibi kabul edilmesindendir. Nitekim: "Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir hâlde yüzükoyun haşr ederiz." mealindeki âyet de bu görüşü destekler. 7- Burada mühürlemekten maksat, meleklerin onları tanıyıp kendilerine buğz ve nefret ile bakmaları için kalblerinin özel bir işaret ile işaretlenmisidir. B- ".. .Kulaklarını da..." O inkâr ve küfürde direnenlerin kalblerinden başka kulakları da mühürlenmiştir. Bu âyetin bir benzeri de Câsiye (45) sûresinin 23. âyetidir: 'Hevasını (nefsi) kendine ilâh edinmiş olanı gördün mü? Allah onu bir ilim üzerine şaşırtmış kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözleri üzerine de perde çekmiştir. Artık ona Allah'tan başka kim hidâyet edebilir? Hiç tezekkür etmez, düşünmez misiniz?" Kalb ve kulak, idrâkte ortak vasıf taşıdıklarından mühürleme hükmü herikisi için de kullanılmıştır. Önce kalbin zikredilmesi, imân etmemek konusunda kalbin asıl olduğunu bildirmek içindir. "Kulak, kalbe giden yoldur; şu hâlde kulağın mühürlenmesi, kalbin de mühürlenmesi demektir" düşüncesi de geçerli değildir. Kalb, kulaktan ayrı ve bağımsız olarak mühürlenmiştir. Nitekim: "Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara işittirirdi, işittirmiş olsaydı bile yine onlar muhalikak döner giderlerdi" mealindeki âyet-i kerîme de, kulak ve kalbin, imân konusunda ayrı ayrı fonksiyonları olduğunu bildirir. Âyette geçen ve kulak olarak tercüme edilen "sem' ", işitme kuvvetidir, bazen bu mânâda, bazen de bu kuvveti taşıyan uzuv yani kulak için kullanılmaktadır. Âyette kastedilen de uzuvdur. Çünkü asıl mühürlenen odur. Kulağın gözden önce (ve kalb ten sonra) zikredilmesi, katılık ve etkilenmeme vasfında kalb ile kulağın ortak olmasındandır yahut kulağın gözden önce zikredilmesi, şer'î hükümlerin algılanmasının ve (âyette ifade edilen) korkutmanın kulak ile gerçekleşmesindendir. Bu tibarla önce kulağın zikredilmesi daha doğru ve bu makamda daha münasiptir. İslâm âlimleri diyorlar ki kulak, gözden üstündür. Çünkü Yüce Allah, ikisini zikrederken önce kulağı zikretmektedir. Bir de işitmek, peygamberliğin şartıdır. Bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Allah, sağır bir Peygamber gönderme mistir. Bir de kulak, ashabından alınan marifetlerle aklı kemale erdirmenin vasıtasıdır. "Sem' "in tekil olarak zikredilmesi, başka anlamlara gelen kelimelerle ka rıştırılmasından emin olmak, bir de asl olan mânâyı gözetmek içindir. C- "Onların gözleri üzerine de bir perde çekilmiştir." Yukarıda "sem' " işitme kuvveti veya kulak için yapılan açıklamalar "hisar" görme kuvveti veya göz için de geçerlidir. Göz için öncekinden farklı olarak, isim cümlesinin tercih edilmesi, ifade edilen mânânın devamlılığım sağlamak içindir.' Çünkü göz kuvveti ile idrâk edilen o enfüs (dahilî) ve âfak (haricî) belgeleri (Allah'ın varlığına delâlet eden belgeler) sürekli olduğundan, onları görmeme körlüğü de sürekli olur. İşitme kuvveti ile algılanan belgelerde ise ulaşım (isal)- sürekli olmayıp zaman zaman gerçekleştiğinden, onun mühürlenmesi ile marifetin (bilginin) iki yolundan biri olan kalbin mühürlenmesinde fiil cümlesi tercih edilmiştir. Ç- "Onlar için büyük bir azab vardır." Bu cümle, kâfirleri büyük bir azab ile tehdid eder mahiyettedir. Azab, bela ve musibet türünden her acı için kullanılmaktadır; velev ki bu, suçluyu caydırmak için verilen ceza türünden olmasın. "Azıîm", "kebîr"in üstünde bir mânâ ifade eder. Her ikisi de madde ye olaylar için kullanılır. "Azıîm veya kebîr" denildiğinde ya cüssece ya da şerefçe büyüklük kasdedilir. Hülâsa, o kâfirlerin gözünde, insanların bildiği perde dışında bir çeşit perde vardır ki oda, apaçık delilleri görememe perdesidir ve onlara öyle yük bir azab vardır ki onun haddi hesabı bilinmez. Ey Allah'ım! Ey Erhame'r-Râhimîn (merhametliler merhametlisi)! Bunlardan sana sığınırız! 8Bilindiği gibi Bakara sûresi Medenîdir. Bu sûrenin âyetlerinin be bir kısmı Medine'de inmiştir. Hicretti seniyyeden sonra İslâmiyet, dîne'de Yahudiler ve münafıklarla karşı karşıya gelmiş ve büyük bir müca dele vermek zorunda kalmıştır, İşte bu âyetlerde Yahudilerle münâfıkların ortak vasıfları ortaya konulmaktadır. Elbette bunlar tadadî ve tahdidi değildir. Ama bu sayılanlar nifak alâmetleridir. "İnsanlardan kimileri" vardır ki: "- Allah'a ve âhiret gününe inandık derler!" oysa onlar gerçekte imân etmiş değillerdir." Bu âyetle daha önceki âyetlerde sözü gecen kâfirlerden bir kısınının, sadece küfürde direnmekle kalmayıp başka şer Ve fesatları da küfürlerine ekledikleri ve onların yaptıklarının dünyada ve âhiretteki korkunç sonuçları . de ediliyor. A- İnsanlardan kimileri vardır ki İnsan kelimesinin aslı "ünas"tır ki görünen ve ünsiyet edilebilen canlı demektir. Nasıl ki cin kelimesi de gizli ve karanlık varlık demektir. Bir görüşe göre de insan kelimesinin aslı "nevs"tir ki hareket demektir Bir başka görüşe göre insan kelimesinden "nesiye / unuttu" alınmıştır Buna göre insanlar, unutma vasfından dolayı bu ismi almışlardır. Sahabi Abdullah b. Abbas'tan (radıyallahü anh) naklen anlatıldığına göre: "İnsana insan denmiştir; çünkü yaratılıp cennete konulduğunda kendi sinden kesin söz alındığı hâlde o, bu sözünü unutmuştur." Buradaki "insanlardan" maksat, söz konusu kâfirlerdir. Kâfirler insanlar denmesi, onların çokluğuna işaret içindir. Nitekim buradaki (mıne / ..den) edatı ba'ziyedir; "Bazıları, kimileri" mânâsına gelir, Aynı zamanda onların çokluğunu bildirir. Kimi âlimlere göre burada insan kelimesinin kullanılması, şuna dikkat çekmek içindir: Münafıkların bu on üç âyette anlatılan çirkin sıfatları insanlık ile bağdaştırılamaz. O hâlde bu çirkin sıfatları taşıyan insanlar, insan sayılma hakkını kaybetmişlerdir. Bu insanların halleri anlatılmalı ve onlara hayret edilmelidir. B-’Allah'a ve âhıret gününe inandık; derler." Âhiret günü, kıyamette insanların dirilişinden sonra hesap için Allah'ın huzurunda toplandıkları andan itibaren sonsuza kadar devam eden süreçtir yahut cennet ehlinin cennete, Cehennem ehlinin de cehenneme girinceye kadar gecen süredir. Çünkü bunun ötesinin siniri yoktur. Münafıklar hakkında özellikle Allah'a ve âhiret gününe olan imân zikredilmiştir. Çünkü onlar her iki cihanda da imân ehli olduklarım iddia ediyorlardı. Oysa münafıklar, bu sahte imânın altında bozuk inançlarını gizliyorlardı. Zira onların Allah'a ve âhiret gününe olan imânları gerçek değildi. Nitekim onlar (Yahudiler) "Uzeyr, Allah'ın oğludur!" (Tevbe 9/30) diyerek Allah'a ortak koşuyorlardı. Yine onlar: "Sayılı bir kaç günden başka bize asla ateş dokunmayacaktır". diyor ve âhiret gününü inkâr ediyorlardı. Âyet-ı kerîmede, münafıkların söyledikleri sözlerin anlatılması onların habaset derecesini belirtmek içindir. Onlar bu sözleri başkalarını aldatmak ve nifak için söylemeseler bile inançları, eski inançları olduğu sürece bu sözleri söylemekle imân etmiş olmazlar. Mü'minlerle alay etmek için söyledikleri zaman da imân etmiş olmayacakları gibi... C- "Oysa onlar (gerçekte) imân etmiş değillerdir." Âyet-i kerîmenin bu cümlesi, münafıkların iddialarını reddetmekte ve onların hakikati hâlde imân etmemiş olduklarını bildirmektedir. Burada ismi cumlesi fiil cümlesine tercih edilmiştir. Daha önce de belirtildiği gibi İsım cumlesı mânâya süreklilik kazandırdığından bu cümle münafıkların hiçbir zaman iman ehli olamayacaklarını ifade eder. Münafıkların imân iddiası reddedilirken, onların iddiasına uygun olarak Oysa onlar, Allah'a ve âhiret gününe imân etmiş değillerdi onlar, imârı etmiş değillerdir" denmesi münafıkların inançlarının imân cinsinden bile olmadığını bildirmek içindir. Kimilerine göre, buradaki mutlak imân Allah'a ve âhiret gününe olan imândır, Maksad açık olduğundan mutlak olarak zikredilmiştir. Bu âyeti kerîmeden çıkan hüküm şudur: Bir kimse, imânını açıklamakla beraber gerçek inancı bunun aksi yöndeyse bu kimse mü'min sayılmaz. Şu hâlde bu âyetti kerîme Kerramiyye mezhebine karşı hüccet gösterilemez. Çünkü adı geçen mezhebe göre imân ikrardan ibarettir. Kalb ile tasdik imândan değildir. Dil ile ikrarın dışında hiçbir şey imândan değildir. Küfür de Allah'ı dil ile tanımama ve inkârdan ibarettir. Münafıkların Ahvali 9"Onlar Allah'ı ve mü'minleri aldatmağa çalışırlar. Oysa onlar yalnız kendilerini aldatırlar da bunun şuurunda olmazlar." Bu âyetti kerîmede münafıkların amaçlarının ne olduğu açıklarımaktadır A- "Onlar Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar." Sanki "O münafıklar, imân etmedikleri hâlde niçin böyle söylüyorlar" diye sorulmuş da "Onlar, Allah'ı ve mü'minleri aldatmağa çalışıyorlar" cevabı verilmiştir. "Yahdeûn" kelimesinin mübalağa kipi olan "yuhadiû'n" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü o münafıkların aldatma gayreti, hem keyfıyet hem de kemiyetçe çoktur. Onlar sürekli olarak aldatma ile meşguldür. Aldatma bir kimseyi hakkında beslenilen kötü niyetin aksini düşündürtmek suretiyle beklemediği bir yanılgıya düşürmek veya hata yapmasını sağlamaktır. Her iki mânâ da bu makama münasiptir. Çünkü münafıklar yaptıkları ile mü'minlerin sırlarını öğrenip onları andlaşmaları bozanlara haber vermek suretiyle kendilerini kâfirlere karşı yapılan misillemelerden korumak istiyorlardı. Aldatmanın Allah'a nisbet edilmesi (hâşâ, Allah'ın aldatılması) üç şekilde yorumlanabilir: 1- Bu nisbet temsilidir. Münafıkların işlediği suçların son derece şeni ve çirkin olduğunu belirtir. 2- Bu nisbet aklî ve mecazîdir. Resûlüllaha (sallallahü aleyhi ve sellem) nisbet edilmesi gereken şey, Allah'a nisbet edilmiştir. Bu da, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah katındaki şeref ve itibarını göstermek içindir. Nitekim: "Gerçekten (Resûlüm), sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmekteler. Allah'ın eli onlarının ellerinin üzerindedir." ve "Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." mealindeki âyetler bu gerçeği ortaya koyar. Ayrıca yaptıklarının şenaati belirtilmiş olur. 3- Aldatmanın önce Allah'a, sonra mü'minlere nisbet edilmesi mü'minlerle Allah arasındaki özel bağların kuvvetine işaret etmek içindir. Nitekim: "Allah ve Resulüne eziyet edenlere..." ve "Eğer mü'min iseler Allah ve Resulünü razı etmeleri daha doğrudur." mealindeki âyetler de bu gerçeği dile getirir. B- "Oysa onlar yalnız kendilerini aldatırlar." Âyette geçen ve hud'a kökünden gelen "muhadea" (müfaale babından karşılıklı olarak birbirini aldatma) hakiki mânâsı ile, o münafıkların fasit iddialarının ve bâtıl inançlarının tercümesi olur. Yani "onlar Allah'ı aldattıklarını sanıyorlar; oysa Allah onları aldatıyor" denmiş gibi... Çünkü o münafıklar, Allah'ı ve mü'minleri aldatmağa kalkışmakla, Allah katında kâfirlerin en habisi ve cehennemin en aşağı tabakasının ehli olduklarını göstermişlerdir. Allah (celle celâlühü) da kendilerine dünya hayatında mehil; fakat aynı zamanda haklarında islamî hükümlerin icrası için Resulüne ve mü'minlere emir vermiştir. İşte onların Allah'ın bu emrini uygulamaları, münafıklara yaptıklarının benzeri ile karşılık vermeleri şeklen, birbirini aldatan iki tarafın yaptıklarına benzer. Ancak zevk-ı selim (sağ duyu), bu görüşü ve izahını iki yönden kabul etmez: Birincisi, eğer münafıklar, kendi hud'alarına karşı Allah'ın da kendilerine hud’a yaptığına inanmış olsalardı, böyle bir fiile kalkışmaları tasavvur olunamazdı, İkincisi, bu makamın gereği, münafıkların içyüzlerini ortaya koymak ve yaptıklarının sonuçlarını açıklamaktır. Nitekim "Oysa onlar yalnız kendilerini aldatırlar" cümlesi de, bu gerçeği vurgulamaktadır. Hülasa, münafıklar düşündüklerini yapıyorlar fakat yaptıkları ile ancak kendi kendilerini aldatmış ve nefislerini felâket uçurumuna atmış oluyorlar. Nefsin mânâsı: "Nefs (çoğulu; enfüs), bir şeyin kendisi, zâti ve hakikatidir." Nefs, ruh anlamında da kullanılır. Çünkü canlının nefsi ve varlığı ruha bağlıdır. Nefs, kalb anlamında da kullanılır. Çünkü kalb, ruhun yeri yahut bağlantısı olan yerdir. Yine nefs, kan anlamında da kullanılır. Çünkü canlının varlığı kana bağlıdır. Nefs, su anlamında da kullanılır. Çünkü canlının suya şiddetle ihtiyacı vardır. Burada kasd edilen mânâ birincisidir (bir şeyin zâti ve hakikati). Maksûd olan mânâ, onların aldatmalarının zararının yalnız kendilerine dokunacacağı başkalarının bundan müteessir olmayacağıdır. C- "... da bunun şuurunda değillerdir." Gerçekte o münafıklar, yalnız kendi kendilerini aldatmış oluyorlar. Tuğyan ve azgınlık içinde bulunduklarından yaptıklarının vebalinin bir gün kendilerini bulacağı gerçeğini hiç düşünemiyorlar. Onların duyuları körelmis ve şuurları bulanmıştır. Onlarin dışında herkes bunu bilmektedir. Münafıkların Alâmetleri 10"Onların kalblerinde hastalık (maraz) vardır. Allah da onların hastalığını artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlara acı (elim) bir azap vardır." Maraz, bedene arız olan, bedenin kendine uygun itidalini bozan, hareketlerine halel getiren ve ölüme de götürebilen halden ibarettir. A- "Onların kalblerinde hastalık (maraz) vardır." Burada bir teşbih aracı olarak kullanılan maraz münafıkların kalblerındeki şüphe, tereddüt, cehalet, bâtıl inanç, Allah ve Peygamber düşmanlığı gibi insanı helake sürükleyen küfür çeşitleridir. Âyette maraz kelimesi "nekire / özellikle neye delâlet ettiği bilinmeyen isim" olarak zikredilmektedir Bu da münafıkların kalblerindekı marazın insanlarca bilinmeyen bir tür hastalık olduğuna delâlet eder. Bu cümle, daha önceki âyette geçen "Onlar imân etmiş değillerdir" (Bakara 2/8) cümlesinin mânâsını, yani imansızlıklarının sürekli olmasını izah eder veyahut anılan cümlenin gerekçesidir. Sanki "onlar hiçbir zaman mü'min olmayacaklar mı?" sorusunun cevabıdır. Onlar kalblerinde imânlarına engel bu hastalık geçmedikçe inanmayacaklardır. B- "Allah da onların hastalığını artırmıştır." Yüce Allah, öğüt ve uyarmanın onlara tesir etmeyeceğini bildiği için onların kalblerini mühürlemiştir. Demek oluyor ki münafıklar, kalbleri mühürlenmiş kâfirlerdendir. Bir görüşe göre de, Cenâb-ı Allah, onların şer'î mükellefiyetlerini artırmakla küfürlerini de artırmıştır. Çünkü vahiy akışı içinde onların mükellefiyetleri arttıkça küfürleri de artmıştır. Münafıkların hastalığı, islâm'ın izzetini ve gücünü gördükçe kalblerinde duydukları zafiyet, korkaklık ve horluk olarak da yorumlanabilir. Allah'ın onların kalblerindeki hastalığı artırmasına gelince; bu Peygambere her suretle yardim etmesi, İslâm dinini çeşitli zaferler ve imkânlarla güçlendirmesi ve münafıkların kalbine korku s almasıdır. Bu mânâya göre "kalblerinde bir hastalık var" cümlesi, "Allah'ı aldatmaya çalışıyorlar" cümlesinin sebep ve gerekçesi olur. Sanki: "- Niçin aldatmaya çalışıyorlar, güzel sözlerle insanı yanıltıyor, ikiyüzlü davranı (müdahane edi) yorlar20 da kalblerindeki küfrü açığa vurmuyorlar?" şeklindeki bir soruya: "- Kalplerinde kat kat zafiyet var da ondan!" cevabı veriliyor. İşte münafıkların dünyadaki halleri böyle tasvir ediliyor. C- "Onlara (münafıklar) yalan söylemeleri sebebiyle acıklı bir azab vardır." E-li-me kökünden gelen "elem" acı, ağrı; "elim" ise acı çektiren, elem veren demektir. Eğer burada "elîm" acı duyan anlamına alınırsa, bu azabın değil, fakat azap edilenin sıfatı olur. O takdirde ifadede mübalağa (manayı te'kid) vardır. Yani münafıklar, gerçekten inanmadıkları hâlde "Allah'a ve âhiret gününe imân ettik!" şeklinde yalan beyanda bulundukları için azaba uğrayacaklardır. Münafıklar için azabı gerektiren diğer kuvvetli sebepler arasında bunun ön plana çıkarılmasının açıklaması da şudur: 1- Bundan maksat, münafıklara mahsus azabın belirtilmesidir. Çünkü onlar küfürde direnenlere iştirak etmişlerdir. O kâfirler için öngörülen azap onlar için de geçerlidir. Nitekim "insanlardan kimileri vardır ki..." (Bakara 2/8) mealindeki âyet münafıkların, söz konusu kâfirlerden özel bir grup oluşturduklarını bildirir. 2- Bu âyet, münafıkların sadece nifakları sebebiyle değil işledikleri diğer" suçlar sebebiyle, de ceza göreceklerini ifade eder. 3- Münafıkların azabı mûcıb birçok halleri olduğu hâlde yalnız yalanlarının zikredilmesi yalanın son derece çirkin olduğunu belirtmek ve insanları ondan nefret ettirmek içindir. Abdullah b. Ebû Bekr el-Sıddîk'ten (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna gore Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yalandan şiddetle sakının. Çünkü yalan, imânı uzaklaştırır."21 Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) üç kere yalan söylediği rivâyet olunuyorsa da, onun söyledikleri yalan olmayıp tariz (üstü kapalı konuşma) idi. Ancak sureta yalana benzedikleri için bu ad verilmiştir. Bir görüşe göre de münafıklar, Peygamberi ve Kur’ân'ı tekzib ettikleri için acı bir azaba maruz kalacaklardır. Kizb, yalandan başka tereddüt mânâsına da alınabilir. Çünkü münafık, işlerinde ve düşüncesinde tereddüt içindedir. Bundan dolayıdır ki münâfıka da "müzebzeb" denir. Müzebzeb; küfürle imân arasında gidip gelmeyi ifade eder. (Nisa 4/143) 11"Onlara, yeryüzünde fesad çıkartmayın!" dendiğinde: "- Biz ancak ıslah edicileriz! derler." Bu âyet-i kerîmede münafıkların küfür ve nifakdan kaynaklanan çirkin bazı hareketlen açıklanır. Fesad, bir şeyin, uygun hâlinden çıkması, çürüyüp bozulmasıdır. Salâh ise bunun karşıtıdır. Fesad, savaş ve fitne çıkarmaktır ki bunlar, insanların huzur ve sükûnlarının bozulması, din ve dünya işlerinin karışması sonucunu doğurur. Münafıkların men edildikleri fesaddan maksat, mü'minlerin sırlarını katillere ifşa etmek, kâfirleri Müslümanlara karşı kışkırtmak gibi kötülüklerdir. İşte bu tip insanlar yeryüzünde fesad çıkarmaktan men edildiklerinde kendilerinden böyle bir şey sadır olmadığını söylerler; yaptıklarının ifsad değil ıslah olduğunu iddia ederler. 12"Dikkat edin! Onlar, gerçekten bozguncuların (müfsid) ta kendileridir. Lâkin farkında değillerdir." Bu âyet-i kerîmede, münafıkların iddiaları, öfke ifadesi taşıyan anlamlı bir üslûbla kesin olarak reddedilir. Nitekim âyetin metninde tekid ifade eden iki harf bulunmaktadır. Bu ilâhî ifade bize bildirmektedir ki münafıklar müfsid kimselerdir. Ama onlar bunu idrakten âcizdir. Çünkü onların duyuları körelmiştir. Onlar yaptıklarının farkında değillerdir. Şuurları bulanıktır. Bütün bunlardan murad münafıkların işlediği cinayetleri tafsilatı ile açıklamak, habaset ve kötülüklerini saymak ve nihayet davranışlarının fâsid ve bâtıl olduğunu ortaya koymaktır. Allah doğruyu cümleden iyi bilendir. 13"Onlara: "- insanların imân ettiği gibi siz de imân edin!" dendiği zaman: "- Biz hiç o sefihlerin (beyinsiz, akılsız, cahil) imân ettiği gibi imân eder miyiz? derler." Dikkat edin! Onlar gerçekten sefihlerin ta kendileridir, fakat onlar bunu bilmezler." Mü'minler önce münafıkları münkerden (kötülük) nehy (men) etmişler sonra nasihat ve irşadı ikmal için emri bilmâruf (iyiliği emretmek) kabilin, den "diğer insanlar gibi siz de gerçekten inanın" demişlerdir, A- "Onlara, insanların imân ettiği gibi siz de imân edin!" dendiği zaman..." Burada insanlardan maksat, insanlıkta kemal mertebesine ermiş, aklın hükmünü uygulayan insanlardır. Çünkü bir cins isim, müsemması için kullanıldığı gibi, özel kapsamlı bir anlam için de kullanılır. Nitekim "o insan, insan değil" denir. Şâir de diyor ki: "Bilâdün bihâ künnâ ve nahnü nühibbühâ İze'n-nâsü nâsün ve'z-zemânü zemânün." "Bizim eller, ne güzel ellerdi; severdik bu elleri; Ama o günler insanlar insan zaman da zamandı. " Yahut burada insanlardan maksat, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ona imân eden Ashab'ıdır. Yahut o münafıkların aşiretlerinden (Yahudi kökenli) Abdullah b. Selâm ve benzerleridir. Hulâsa, siz de, o insanların imânı gibi nifak şaibesinden uzak, halis ve muhlis imân edin denir! Ama onlar: B- "Biz hiç o sefihlerin (beyinsiz, akılsız, cahil) imân ettiği gibi imân eder miyiz? derler." Münafıklar, mârufun (iyiliğin) emrine, münker (çirkin) bir inkâr ile karsilık veriyor, o makbul ve vakur mü'minleri taşıdıkları vasıfların zıddı ile vasıflandiriyorlar. Münafıklar, "sefihler" kelimesiyle yukarıda anılan o kâmil nisanları kast ediyorlar. Sefihlik, akıl eksikliğinden ileri gelen bir hafiflik ve düşünce zafiyetidir. Bunun mukabili de, halindik ve ağırbaşlılıktır. O kâmil mü'minler, rüşdün, ağırbaşlılığın ve vakarın en yüksek seviyesinde iken, münafıkların onlara sefahat izafe etmeleri, kendilerinin sefahet ve azgınlıkta ısrar etmelerinden ve kendi kötü işlerini güzel bulmalarından dolayıdır. Çünkü dalâleti hidâyet sananlar, mutlaka hidâyete dalâlet diyeceklerdir. Yahut da münâfıklar, mü'minleri tahkir için böyle demişlerdir. Zira mü'minlerin çoğu yoksul idi. Suheyb ve Bilâl-i Habeşî Hazretleri gibi bazıları da köle idi. Yahut eğer insanlardan maksat Abdullah b. Selâm ve benzerleri ise, bu ağır sözleri inat ve serkeşlik maksadı ile ve kendi soydaşlarından imân edenlere aldırmadıklarını belirtmek için söylemiş olabilirler. Kur’ân'ın veciz ifadesinin ve yüce şânının gereği, münafıklar, bu ağır sözleri mü'minlerin huzurunda ve onların nasihatlerine cevap olarak sarfetmiş olmalıdırlar. Hulâsa, münafıkların o samimî Müslümanlara sefihlik izafe etmeleri ve onların imânlarını eleştirmeleri, aslında kendilerinin küfürlerini açığa vurmuş olmaları şeklinde telâkki edilebilir. Ancak kelâmın sibak ve siyakı (başı ile sonu) onların açık kâfir oldukları mânâsını teyid eder nitelikte değildir, İşte bundan dolayıdır ki bazı müfessirler; münafıkların bu sözleri, mü'minlerin yüzlerine karşı değil, fakat kendi aralarında söylemiş oldukları kanısındadırlar. İmam Vakıdî diyor ki: "Münafıklar bu sözleri mü'minlerin huzurunda değil, kendi aralarında söylemişlerdi. Yüce Allah da onların bu sözlerini Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü'minlere haber verdi." Ancak tartışan iki taraftan birinin gıyaben söylediklerıni yüze karşı söylenmiş gibi açıklamak, icâz (az sözle çok mânâ ifade etmek) makamına uygun olmadığı gibi diğer kelâmlarda da alışılmış bir şey değildir. Su hâlde kaçınılmaz gerçek şudur: Münafıkların bu sözleri, her ne kadar onlara nasihat eden mü'minlerin huzurunda söylenmişse de bu, onların küfürlerini açığa vuran kâfirler olmalarını gerektirmez. Çünkü bu, kendilerince küfrün hoşa giden bir çeşidi ve nifakın aslî bir sanatıdır: Onların bu söyledikleri de: " Dinle dinlemez olası!" sözleri onların karakterini yansıtmaktadır. Münafıkların bu sözleri de kendileri gibi iki yüzlü olup şerre de, hayra da yorumlanabilir. Çünkü: "- Dinle, dinlemez olası!" sözü, "- Dinle, bizden razı olmayacağı bir kelâm dinleyesi!" gibi şer anlama gelebileceği gibi, Dinle, bizden kötü bir söz dinlemeyesi!" gibi hayır anlama da gelebilir. Münafıklar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile alay etmek için ona bu sözlerle hitab ediyorlardı. Onlar görünürde bu sözleriyle, güya hayrı kasdediyorlardı oysa içlerindeki şerri gizliyorlar ve onunla tatmin oluyorlardı. Bundan dolayıdır ki Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle hitap etmekten men' olundular. İşte onların bu sözleri şerre yorumlanabileceği gibi itham edildikleri nifakın reddi ile diğer insanların imânına benzer imân mânâsına da yorumlanabilir. Yani bu o takdirde şöyle demek olur: "- Biz, imân etseler bile imânlarının bir değeri olmayan sersemler ve deliler gibi mi imân edelim!? Biz, onlar gibi imân etmeyiz. Siz bize o imanı mı emrediyorsunuz?" C- "Dikkat edin! Onlar gerçekten sefihlerin ta kendileridir. Fakat onlar bunu bilmezler." Münafıklar, kendilerine nasihat eden mü'minleri yukarda belirtilen sözlerle hem alaya almaya çalışıyor hem de güya içlerindeki şerri gizleyip hayrı açığa vurma rolü yapıyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, kelâm-ı beliğ ile onların iddialarını kesin olarak reddetti ve cehaletlerini ortaya koydu. Nitekim daha önce de, "Dikkat edin! Onlar, gerçekten bozguncuların ta kendileridir." cümlesinin izahında belirtildiği gibi ibarenin başında iki te'kıt harfi bulunmaktadır ve kendilerinin farkında olmadıkları aşırı bir sefahati, yani akıl zaafını onlara münhasır kılmaktadır. Bu açıklamalarla "Biz ancak ıslah edicileriz" âyetinin mânası da vuzuha kavuşmuş oluyor. Çünkü cumhûrun görüşü münafıkların, bu sözü mü'minlerin yüzüne karşı söylemiş olmalarının, onların hâl ve tavrına ters düştüğü şeklindedir. Şayet münafıklar kendilerine nasihat eden mü'mınlere karşı kendilerine yasaklanan şeyin ifsat değil de ıslah olduğunu iddia etmiş olsalardı bizzarur düşmanlıklarını açığa vurmuş ve nifak tünelinden müba reze (karşılıklı cenk) meydanına çıkmış olurlardı. Münafıkların men' edildikleri şeyden maksad, müşriklere müdara etmeleri, onlara hoş görünmeye çalışmalarıdır. Nitekim bazı tefsirlerde böyle zikredilmiştir. Ve münafıkların ıslahtan maksatları da, kendileriyle mü'minlerin arasını bulmaktır ve "Dikkat edin! Onlar, gerçekten bozguncuların ta kendileridir" cümlesinin yorumu da "münafıkların bazı hareket ve davranışları ile mü'minlerin menfaatlerini ifsad ve ihlâl ettikleridir. Onlar ıslah amacı ile hareket ettiklerini sanabilirler, belki bu iddialarında doğru da olabilirler fakat yaptıklarının fesad çıkarmaktan başka bir şeye yaramadığı gerçeğini değiştiremezler. Kaldı ki münafıkların, iddialarında yalancı ve mü'minlerle münasebet kurarken amaçlarının yalnız İslâm dinine zarar vermek ve mü'minlere ihanet etmek olduğunda hiç şüphe yoktur." Şu hâlde burada müşkilatı çözmenin tek yolu, daha önce yaptığımız açıklamadır. Filhakika münafıkların: "- Biz yalnız ıslahçılariz" sözü, yalan; mü'minlerin onlara izafe ettikleri ifsadı inkâr anlamında da yorumlanabilir. Yani münafıklar, biz ancak ıslahçılarız bizi men' ettiğiniz ifsad, bizden sadır olmaz; demek istiyorlardı. Ama aslın da içlerinde yaşattıkları yalandı. İşte bundan dolayıdır ki "- Dikkat edin! Onlar, gerçekten bozguncuların (müfsid) ta kendileridir" İlâhî kelâmı vârid olmuştur. Yüce Allah, mukaddes Kitabının satırları arasına yerleştirdiği esrar hazinesini cümleden daha iyi bilir. Yüce Rabbimizden, bizleri günâhlardan korumasını ve bizleri doğru yola hidâyet buyurmasını niyaz ederiz! Bu âyet-i kerîme, "Fakat onlar bunu bilmezler" cümlesi ile sona erer. Bu da cehaletin çeşitlerinden olan sefahatin zilirine çok uygun düşer. Bir de hak ile betik birbirinden ayırdetmesini bilenler; mü'minlerin hak, münafıkların da bâtıl üzerinde sabit olduklarını bilirler. Bilmek de ancak tefekkür ve delillendırme ile olur. Nifak, nifaktan kaynaklanan fitne ve fesad asgarî akıl ve şuur sahibi olan herkes tarafından tanınır. 14Onlar, mü'minlerle karşılaştıkları zaman: "- Biz imân ettik; derler!" Kendi şeytanları ile baş başa kaldıklarında: "- Biz sizinle beraberiz; biz onlarla sadece alay edicileriz!" derler. Bu âyet-i kerîme kalblerindeki nifakın bir tercümesi olarak münafıkların muhatabları mü'minlerle giriştikleri münasebetlerde sergiledikleri birbirine zıt halleri ve sarfettikleri birbirini nakzeden sözleri belirtir. Açıkça görüldüğü gibi bu âyette ehl-i imân söz konusu değildir. Bu itibarla âyette tekrar şaibesi yoktur. A- Onlar mü'minlerle karşılaştıkları zaman: "- Biz imân ettik; derler!". Rivâyet olunuyor ki münafıkların başı Abdullah b. Übey ve arlıadaşlar: bir gün kentin (Medine) dışına çıktılar. Yolda sahabeden bir grupla karşılaştılar. Abdullah b. Übey, arlıadaşlarına: "- Şimdi göreceksiniz; bu beyinsizleri (e's-süfehâ') nasıl kandıracağım?" dedi ve yaklaşıp önce Ebû Bekir es-Sıddîk’in (radıyallahü anh) elini tuttu ve: "- Ey Sıddîk, ey Temim'in seyyidi, İslâm'ın piri ve Resûlüllahın ikinin ikincisi ("saniye isneyn" Tevbe 9/40) seçkin mağara arkadaşı, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) uğrunda malını ve canını bezleden zât merhaba!" dedi. Sonra Ömer b. Hattab'ın (radıyallahü anh) elinden tuttu ve: "- Ey Benî Adiyy'in seyyidi, dininde Faruk ve kavi, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) uğrunda malını ve canını bezleden zât merhaba!" dedi. Sonra Ali'nin (Kerrema'llahü Vecheh) elini tuttu ve: "- Ey Resûlüllahın amcası oğlu ve onun dâmâdı, Resûlüllah'tarı sonra Benî Hâşım'in seyyidi merhaba!" dedi. Bir rivâyete göre, Ali de (radıyallahü anh) ona: "- Ey Abdullah! Allah'tan kork münafıklık yapma; şüphesiz münafıklar, Allahü teâlâ'nın yaratıklarının en kötüsüdür." Sözleriyle cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah b. Übey: "- Ya Eba'l-Hasen, yavaş ol! Bunu benim için mi söylüyorsun? Vallahi, bizim imânımız da sizin imânınız gibi, bizim tasdikimiz de sizin tasdikin gibidir" dedi. Taraflar birbirinden ayrıldıktan sonra Abdullah b. Übey, arkadaşlarına şunları söyledi: "- Yaptığımı nasıl buldunuz? Siz de onları gördüğünüz zaman, benim yaptığım gibi yapın; onları yüzlerine karşı medh ü sena edin!" Arlıadaşları da ona dediler ki: "- Sen içimizde yaşadıkça bize zeval yok!" Sonra Müslümanlar da, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına döndüler ve olup bitenleri ona haber verdiler. İşte o zaman bu âyet nazil oldu. B- "Kendi şeytanları ile başbaşa kaldıklarında:" Burada şeytandan maksat, temerrüt ve inatta şeytan gibi olan ve küfrünü açıca vuran kâfir arlıadaşlardır. "Kendi şeytanları (ilâ şeyâtıînıhim)" ifâdesi ise, küfürde ortak (müşârik, birbirlerine müzahir ve yardımcı) olanları veya münafıkların ekâbirini (kibaru'l-münafıkîn) belirtir. Mü'minler ile karşılaştıklarında bunu söyleyenler ise münafıkların küçükleridir. Şeytan kelimesi lügatte uzaklaşmak demektir. Şeytan, hayır ve rahmetten uzak olduğu için bu ismi almıştır yahut şeytan, helâk ve bâtıl olmak demektir. Nitekim şeytanın isimlerinden biri de "Bâtıl"dır. Bir görüşe göre de şeytan, heyecan, hiddet ve yanmak demektir. C- "Biz sizinle beraberiz; " Onlar, yani münafıkların küçükleri, büyüklerine: "- Dinde ve itikatta biz elbette sizinle beraberiz; hiçbir hâlde sizden ayrılmayız" derler. Münafıklar şeytanlarına, tekidlı isim cümlesi ile hitab ediyorlar. Çünkü amaçları onlara eski dinlerinde sebat ettiklerini göstermektir. Tekid de, bu isteklerinin gerçekliğini ve büyük gayretlerini bildirmek içindir; yoksa şeytanların inkârı için değildir. Ama mü'minlerle olan ilişkileri böyle değildir. Çünkü mü'minlerin yanındaki iddiaları, yalnız imân etmiş olmaktan ibaret idi. "Zira kâmil imân sahibi olduklarını veya o imân üzerinde sebat ettiklerim iddia etmelerinin geçerli olmayacağını kesin olarak biliyorlardı. Ç- "Biz onlarla sadece alay edicileriz; derler." Münafıkların mü'minlerin yanında imân sahibi olduklarını söylemeleri onlarla alay etmek içindir; yoksa gerçekten İslâm'a inandıkları için değildir. Bu cümle, onlarla beraber olmak iddiasından doğan gizli bir sorunun cevabıdır, Sanki münafıklar, kendi şeytanlarına: "- Biz sizinle beraberiz" deyince, onlar da: "- O hâlde niçin inandığınızı ikrar konusunda mü'minlere muvafakat ediyorsunuz?" diye soruyorlar. Münafıklar da: "- Biz yalnız onlarla alay ediyoruz; onun için bu sözlerimiz, sizinle olan beraberliğimize halel getirmez; aksine onu teyid eder." diye cevap veriyorlar. Bu cevapları zımnında, mü'minlere ihanet ettikleri ve bunu kendi dinleri için nusret saydıkları mânâsı vardır yahut anılan âyet cümlesi, önceki için tekiddir. Çünkü bir şey ile alay eden, zaten onun hilafında ısrarlıdır. Yahut bu cümle, bir önceki cümlenin bedeli ve izahıdır. Çünkü İslâm'ı tahkir eden zaten küfrü ta'zîm etmiş olur. 15"Oysa Allah onlarla istihza (alay) eder ve kendi tuğyanları (azgınlık) içinde onların (şaşkınlık ve gafletlerini) artırır, güçlendirir." A- "Oysa Allah onlarla istihza (alay) eder." Allah, onları istihzaları sebebiyle cezalandırmaktadır. Âyette, istihzanın cezası yine istihza olarak isimlendirilmiştir (tesmiye edilmiştir). Nitekim başka âyetlerde de, kötülüğün (seyyienin) karşılığı kötülük (seyyie) olarak : belirtilmiştir. Bunun muhtelif sebebleri olabilir. Şöyle ki: 1- Lâfızda benzerlik (müşakele / şekilde birlik) olması için; 2- Gerçekleşmedeki karşılıklılığı (mukarenet / yakınlık) belirtmek için; 3- İstihzanın vebali kendilerine döndüğü (râci olduğu) için; 4- İstihza edilenler kendilerıymiş gibi istihzanın mûcib olduğu hakaret ve; aşağılanma onlar üzerine indiği (nazil olduğu) için; 5- Allah, onlara, kendi kendileriyle istihza eden kimseler muamelesi yaptığı için. Bununla beraber Allah dünyada iken münafıklara karşı aynen Müslümanlar hakkındaki hükümleri (ahkâmü'kmüslimîn) uygular. Hattâ onlara mühlet verir, nimetlerini artırır; azgınlıklarına devam etmelerine müsaade eder ve bu şekilde onları yavaş yavaş gazab ve azabına yaklaştırır. Ahireret-de onlar kendileri için, cennete doğru bir kapı açıldığını görürler; ona doğru koşmaya başlarlar ama oraya vardıklarında kapı yüzlerine kapanır. Gerçekten Mutaffıfîn (83) sûresinin 34. âyetinde: "İşte bugün imân edenler de kâfirlere gülerler" buyrulmak suretiyle buna işaret edilir. Bakara (2) sûresinin mezkûr 15. âyeti gızli bir soruya cevap veriyormuşcasına münafıkların âhiretteki durumunun ne olacağını bu suretle ifade eder. Münafıklar, mü'minlerle alay etmede o kadar aşırı gitmişlerdir ki sonunda bu seni hareket ve davranışları apaçık anlaşılmış ve duyanların zoruna gitmiştir. Nihayet "bu işin sonu nereye varacak, bu hâlin sonu ne olacak?" diye sorulmaya başlanmıştır. Yine bu âyetten açıkça anlaşıldığı gibi Yüce Allah'ın, yaptıklarından dolayı münafıklara misli ile karşılık vermeye ihtiyacı yoktur fakat onlara öyle mukabele eder ki, onların alayı o karşılık yanında hiç kalır. Nitekim münafıklara, dünya ve âhirette son derece ağır ceza, zillet ve hakaret indirilmesi söz konusudur. Fiilin istikbal (gelecek) siğasıyla vârid olması, (Arapçadaki özelliğinin gereği olarak) cezalarının yenilendiğine ve sürekli olduğuna delâlet eder. Tevbe (9) sûresinin 126. âyeti bu gerçeği açıklar. Şöyle ki: "Onlar, her yıl bir veya iki kez belalara çarpıldıklarını görmüyorlar mı?" Gerçekten münafıklar çoğu zaman, şeref ve haysiyetlerinin haleldar olması, sırlarının açığa vurulması, haklarında bir âyet inmesi ve benzeri durumlardan hâli kalmamışlardır. Yine aynı (9) sûrenin 64. âyetinde buna işaret edilir: "- Münafıklar, kalblerinde olanı yüzlerine vuracak bir sürenin indirilmesinden çekinirler." De ki: "- Sız istihza (alay) edin bakalım; Allah, sizin o çekindiğiniz şeyleri ortaya çıkarıcıdır." B- "... Ve onların kendi tuğyanları (azgınlık) içinde (şaşkınlık ve gafletlerini) arınır, güçlendirir." Bu âyet-i kerimede, münafıkların hâllerinin, kendi kötü seçimlerine bağlı olarak gerçekleştiğine işaret vardır. Çünkü bu sonuçlar, ancak onların yardım istemeleri veya anılan örneklerde olduğu gibi, onu gerektiren vesilelere baş vurmaları hâlinde gerçekleşir. "Tuğyan", her işte haddi aşmaktır. Burada tuğyandan murad, münafıkların serkeşlikteki aşırılığı ve küfürdeki taşkınlığıdır. Tuğyanın onlara izafe edilmesi, bunun onlara has bir hâl ve bu hallerinin, kendi kötü seçimlerinin sonucu olduğunu belirtmek içindir. Kâfirlerin azgınlığını artırmak, genişletmek, uzatmak (medde, yemüddü) fiili, "Kardeşleri (şeytanlar), onların azgınlığını artırırlar." (A'raf 7/202) mealindeki âyette, şeytanlara izafe edilmişken, bu fiilin burada Allah'a izafe edilmesi, hak ehlinin inancını isbat eder. Çünkü kulların bütün fiilleri iktisab bakımından kendilerine, yaratma halamından Yüce Allah'a isnad edilir. Mu'tezile, âyetin nazmını tabiî mecrasında yorumlamak, kendi inançları açısından mümkün olmayınca, şu şekilde te'vil etmiştir: 1) Münafıklar küfürlerinde ısrar edince Allah, onları yardımından mahrum bıraktı ve lûtfunu onlardan uzaklaştırdı. Böylece onların kalbindeki pas ve perde arttı. Bu da, tuğyanda artış olarak adlandırıldı. Bu sebeple tasarruf Yüce Allah'a isnad edildi. Şu hâlde bu isnadda mecaz vardır. Çünkü fiil sebbibine isnad edilmektedir. Bu fiilin gerçek faili ise kâfirlerdir. 2) Burada tuğyan içinde artan şaşkınlıktan maksat, onları imâna zorlamamak, icbar etmemektir. Nitekim, "Ve onları tuğyanları (azgınlık) içinde bırakırız." (En'âm 6/110) mealindeki âyet de bu gerçeği belirtir. 3) Burada hakikati hâlde kasdolunan şeytanın fiilidir. Ancak bu fiil. Allah lâfzına mecaz olarak isnad edilmiştir; çünkü bu imkân ve kudreti veren Yüce Allah'tır. 16"İşte onlar hidâyete karşılık dalâleti satın almışlardır. Onların ticareti kazanç sağlamamış ve kendileri hidâyeti de (doğru yolu) bulamamışlardır." A- "İşte onlar hidâyete karşılık dalâleti satın almışlardır". Âyetin başındaki (Ülâike), kendilerini mü'minlerden ayıran o seni (kötü sıfatları) taşıyan münafıklara aittir. Bu işaret iki türlü yorumlanabilir: 1- O şeni sıfatlar, öylesine mükemmel bir ayırt edici (mümeyyiz / temyiz edici, ayırıcı) olmuştur ki, o sıfatları taşıyanlar nerede olurlarsa olsunlar sanki gözle görülen hâzırlar gibi kabul edilmiş ve onlara bu sebeble "ülâike" denmiştir. 2- Münafıkların, şer ve kötülükleri (sû-i hal) o kadar uzak bir konaktadır (menzil) ki, onların mü'minlere zarar vermeleri mümkün değildir. İşte "ülâike" kelimesi bu anlamı ifade için kullanılmıştır. Bu cümlede "ülâike / İşte ... "mübtedadır"; hidâyete karşılık dalâleti satın almışlardır" ilâhî kelâmı da onun haberidir. Münafıkların, hidâyete karşılık dalâleti satın almış olmaları, onların cehaletlerinin ne kadar derin olduğunu gösterir. Nitekim onların dilinden anlatılan söz ve fiillerin çirkinliği öyle güzel hikâye ve tasvir edilmiştir ki akıl sahipleri söyle dursun, en azından temyiz kudretini hâiz olanlar bile o söz ve hareketlerle ilgilenmezler. Lûgatta dalâlet, kasden (a'ni'l-kasd) doğru yoldan sapmaktır, hidâyet ise doğru yola yönelmektir (teveccüh etmek). Istılahta ise dalâlet, dinde doğru olandan sapmaktır; hidâyet de, dinde doğruyu, istikameti bulmaktır. Hidâyete karşılık dalâleti satın almak ise dalâlete rağbet ederek hidâyetten yüz çevirmek demektir. Satın almak (iştira), bir metaı bedeli (semen) karşılığında kendi mülkiyetine geçirmektir. Ancak âyetin bu ifadesi, akidden önce münafıkların hidayet üzere olduklarını, satım (bey') akdinden önce dalâlette olmadıklarını akla getirmektedir. Oysa münafıklar, her zaman hidayeten uzak bulunmuşlar ve dalâlette kalmışlardır. Bundan dolayı bedelin ne olduğunu izah etmeye ihtiyaç vardır. İşte bunun için, Allah'tan başarı (tevfık) dileyerek deriz ki: Satım akdine konu olan şeyden (mebi) murad, küfrün bütün sınıflarına şamil olan dalâlet cinsinden değildir; fakat münafıklara mahsus dalâletin en yüksek derecesidir. Bir de dalâlet (ed-dalâle) kelimesinin başındaki "lâm" ahd söz, va'd, yemin) içindir. Bu, tuğyan içindeki münafıkların şaşkınlılarının artışına makrundur. Dalâletin bu derecesi ise, ancak onların hidâyetinden umit kesildiği ve kalbleri mühürlendiği zaman hasıl olur. Yine bu âyetteki Hidâyetten maksat hidâyetin kendisi değil fakat sebeblerin desteklemesi ile hasıl olan tam hidâyet imkânıdır. Ve hiç şüphesiz münafıklar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından gösterilen açık delil ve belgeler (âyât-ı bahire), ilina edici, her türlü şüphe ve itirazı ortadan kaldıran mucizeler (mû'cizât-ı kaahire) ve yer yüzünde fesat çıkarmamak, içtenlikle imân etmek (imâni'l-sahîh sahibi olmak) gibi mü'minlerden duydukları öğütler (nesâihi'l-mü'minîn) sayesinde hidâyete yönelmenin tam imkânlarına sahip bulunuyorlardı. Ancak onlar, bu imkân ve fırsatları arlıalarına attılar ve onun yerine azgınlık çölündeki şaşkınlıktan ibaret olan o korkunç dalâleti aldılar. Buradaki hidâyeti, herkesin doğuştan sahip olduğu aslî fıtrat olarak.-.., rumlamak isabetli olmaz. Çünkü bu fıtratı zayi etmek, münafıklara malı değildir. Eğer bu kayıptan, münafıklara mahsus olan ve kalblerin mühürlen meşine kadar varan bir kayıp kast edilirse, bu aklî ve naklî dek" (müeyyıdât-ı akliye ve nakliye) ile desteklenen fıtratı zayi etmek kadar büyük değildir. Kaldı ki, bu hidâyet, tabi-î ve fıtrî olarak yorumlandığı takdirde renin başından buraya kadar zikredilen tafsilatın bir anlamı da kalmamış olur. Bundan daha uzak bir yorum da, seçme imkânı ellerinde olduğunu düşünmeksizin dalâleti hidâyete tercih etmiş olmaları yorumudur. Çünkü böyle bir hidâyet, bir kere anılan meziyetleri taşımamakla beraber, gelecek temsillerin ışığına da gölge düşürmektedir. Buraya kadar yapılan açıklamalar, münafıkların hidâyete karşı dalâleti yatın almaları, yukarıda anlatılanlara göredir ki, zikredilen cevabî âyetlerin nazmına uygun olan da budur. Ama eğer münafıkların hidâyete karşılık dalâleti satın almaları, onların sayısız cinayetlerinden başka bir cinÂyetin izahı, ise, o zaman hidâyetten maksad, münafıkların sahip bulundukları, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), nübüvvetinin doğruluğunu (sıhhat-i nübüvveti'n-nebî) ve İslâm dininin gerçekliğini anlamak imkânıdır. Çünkü bu Yahudi münafıklar. Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıflarım (na't-ı nebî) Tevrat'ta okuyor ve bu konuda kesin bilgi (yaktîın) sahibi bulunuyorlardı. Hattâ müşriklere karşı onunla şöyle, istiftah ediyorlardı (fetih istiyor, yardım ve zafer diliyor): "- Ey Allah'ım! Vasıflarını Tevrat'ta bulduğumuz, âhir zamanda gönderilecek (ba'sedilecek) o Peygamberle bize yardım eyle!" Ve yine müşriklere: O, Bizim söylediklerimizi tasdik eden bir Peygamberin zuhuru yaklaştı, o çık ıkınca, vaktiyle Ad ve irem kavimleri öldürüldüğü gibi, onunla beraber bız de sizi öldüreceğiz!" diyorlardı. Ama sonunda o bildikleri peygamber gelince, onu inkâr ettiler. Nitekim ileride bunları anlatan âyetler gelecektir. Yine, bu hidâyet, münafıklar mü'minler ile karşılaştıklarında yaptıkları riyakârlıklar olarak da yorumlanamaz; çünkü onların bu yaptıkları katmerli bir dalâlet idi. B- "Onların ticareti kazanç sağlamamış..." Münafıkların bu alış-verişlerinden doğan sonuç büyük bir zarardır. Âyette "ticaretleri zarar etmiş" yerine "kazanç sağlamamış" denmiş olmasının faydası, bu zararın büyük olduğunu ifade etmek ve bu zararın umumî olduğunu, diğer işlerine de sirayet ettiğini bildirmek içindir. C- "...Ve kendileri hidâyeti de (doğru yolu) bulamamışlardır" Zira ticaretin gayesi sermayeyi korumanın yanısıra bir de kâr sağlamaktır. Ama bir akidde kâr edilmezse, başka bir akidde telâfi edilebilir. Çünkü sermaye yerinde duruyor. Fakat hem kâr, hem sermaye kaybedilme, bu hiç ticaret sayılmaz. İşte sermayeleri hidâyet olanlar, onu dalâlete değişmek île, hem kârı, hem de sermayeyi kaybetmiş olurlar. Böylece onlar büyük bir hüsrana uğrayarak ticaret yolundan bin konak uzaklaşmışlardır, 17"Onların hâli (meseli), ateş yakan bir kimsenin hâli gibidir ki ateş etrafını aydınlatınca Allah, onların nurunu giderir ve kendilerini karanlıklar içinde bırakır. Artık onlar hiçbir şeyi göremezler." A- "Onların hâli ateş yakan bir kimsenin hâli gibidir ki; ateş etrafını aydınlatınca..." Bu âyet, münafıkların yukardan beri anlatılan hâllerine ilişkin ilâve bir açıklamadır. Onlar hem malî hem de şahsî zarara uğrayacak insanlar olarak tasvir edilmiştir. Bu temsil, nefsi korkutmak ve onun büyük ayıbını ortaya koymak içindir. Zira temsil, vehmi aldın emrine vermek, onu isyan makamından indirmek, için en güzel vâsıta ve anlayışsız cahile bir şeyler anlatmak, serkeş ve isyankârın gücünü kırmak için en kuvvetli vesiledir. Elbette öyledir. Çünkü temsil, akıl ile idrâk edilen gizli gerçekler üzerindeki perdeyi kaldırmak, onları duyularla idrâk edilen açık tabiat varlıkları hâlinde teşhir etmek, münkeri (elinde makbul olmayanı) maruf (dinde makbul olan) suretinde göstermek, vahşiyi ehli şeklinde takdim etmektir. Âyette geçen "mesel" lügatte "misil ve benzer" anlamındadır. Sonra mesel kelimesi, ata sözleri anlamında kullanılmıştır. Ata sözleri de, garip ve pek hoş sözlerle ifade edildikleri için ülkeden ülkeye yayılması kolay olmuş ve hazır olan ve olmayan herkesin kabulüne mazhar olmuştur. İşte mesel kelimesi, bu mânâsından dolayı arada benzerlik düşünülmeksizin, acayib ve garip her hâl, sıfat ve hikâye için mecaz olarak kullanılmaktadır. Nitekim Nahl (16) sûresinin 60. âyetinde: "Ahirete imân etmeyenler için kötü meseller (meselü's-sûi) var. Yüce meseller de (meselü'l-a'lâ) Allah'a aittir. O, A'zizü'l-hakîm'dir" buyrulur. İşte bu âyette "mesel" bu mânâda kullanılmaktadır. Yani en büyük şân ve de ğerce en yüksek sıfatlar Allah'a aittir; demek isteniyor. Yine Ra'd (13) sûresinin 35 âyetinden "Takva sahiplerine va'dolunan cennetin meseli"nden bahsedilir ki bu "o cennetin acayib hikâyesi" demektir. "Nâr", lâtif (şeffaf), aydınlatıcı, sıcak ve yakıcı bir maddedir. Nâr kelimesi lügatte, yeryüzünde seyretmek anlamına gelir. Ateşe de "nâr" denmesi, onda hareket ve ıstırap olmasındandır. Ateş, kendisinin veya yakanın çevresini aydınlatınca... B- "Allah, onların nurunu giderir ve onları karanlıklar (zulümat) içinde biralar. Artık onlar hiçbir şeyi göremezler." Nûr, parlayan her şeyin ışığıdır. Nûr kelimesinin aslı da (ateş anlamındaki) nârdır. Yani Allah, onlara nûr ve ışık veren ateşlerini söndürür. Âyette "Allah, onların ateşini giderdi" değil fakat "Zeheba'llahü binûrihim - Allah, onların nurunu giderdi" denmiştir. Çünkü ateş yakmalarından maksat, ısınmak ve benzeri değil, fakat nûr veya ışık sağlamaktır. Nitekim " ateş etrafını aydınlatınca" cümlesi de bu maksatlarını açıklamaktadır. "Zeheba'llahü binûrihim / Allah, onların nurunu giderdi" buyrulmak suretiyle münafıkların dalâlette bırakılması fiili, Yüce Allah'a isnad edilmiştir. Çünkü olup biten her şey, Yüce Allah'ın yaratması ile gerçekleşmektedir. Bu ateş gizli bir sebeble yahut da rüzgâr veya yağmur gibi semavî bir sebeble sönmüş de olabilir. Bunun Allah'a isnad edilmesi onların ışıksız, yoğun karanlıklar içinde kaldıklarını bildirmek içindir. Çünkü Allah, bir şeyi aldıktan sonra hiçbir kuvvet onu istirdat edemez. Burada kastedilen mânâ, onların ışıklarının tamamen giderilmiş, söndürülmüş olmasıdır. Nitekim "...fî zulümatin lâ yübsiirûn / karanlıklar içinde onlar hiçbir şey göremezler" cümlesi de bunu açıkça bildirmektedir. Çünkü zulmet veya nurun yolduğu, ışığın defaten sönmesi hâlidir. Özellikle burada "zulümat / zulmetler" kelimesinin çoğul ve nekire (harf-ı tarifsiz / elif lâmsız) olarak kullanılması da, karanlıkların kat kat ve pek yoğun olduğunu ifade etmek içindir. Böylesine karanlık bir ortam, ancak nûr ve ışıktan hiçbir eser kalmayınca gerçekleşebilir. Yahut bu âyetteki nurdan maksat, Yüce Allah'ın razı olmadığı mecazî ateştir ki o da fitne ve fesat ateşidir. Nitekim Mâide (5) sûresinin, "Ne zaman savaş için bir ateş yakmişlarsa Allah onu söndürmüştür" mealindeki 64. âyetinde nâr mecazî anlamda kullanılmıştır. Buna göre âyetteki ateşin, çevresini aydınlatmak ile vasiflandırılması, terşih (kendisine teşbih edilen nesnenin, yani müşebbehün bıh'in vasfını teşbih edilene, yani müşebbeh'e mal etmek) kabilindendir. Yahut da âyetteki ateş, gerçek mânâsında kullanılmış olup bundan maksat, azgın insanların, bazı günahlara ulaşmak için yaktıkları ve onunla abes ve fesat yolunu buldukları ateştir, İşte Yüce Allah da onların bu ateşini söndürmüş ve emellerini boşa çıkarmıştır. Hulâsa, münafıkların satın aldıkları dalâletin iki karanlığı vardır: a) Küfür karanlığı, b) Nifak karanlığı. Bu iki karanlık da üç karanlığa sebep olmaktadır: a) Allah'ın gazabının karanlığı, b) Kıyamet gününün karanlığı. Nitekim Hadîd (57) sûresinin "O günde mü'min erkeklerle mü'min kadınları nurları önlerinde ve sağlarında olduğu hâlde koşar görürsün" mealindeki 12. âyetinden kıyamet gününde kâfir ve münafıkların nurlarının olmayacağı ve karanlıklar içinde kalacakları anlaşılır. c) Ebedî azab karanlığı. Münafıkların, dalâleti satın almak için karşılık olarak verdikleri, hidâyet kendilerinde doğuştan (fıtraten) mevcut olup hak delillerle desteklenmiş olan nurdur. Dalâlet uğruna feda ettikleri hidâyet, daha önce anlatıldığı gibi o münafıkların Tevrat'tan aldıkları hidâyet, yani Peygamberimizin müjdelenmesidir. İşte bu hidâyete karşılık o dalâleti satın alan münafıkların hâli, büyük bir ateş yakan ve o ateş istifade edilecek hâle gelince, Allah tarafından, söndürülüveren kimsenin hâli gibidir. 18"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar (geri) dönemezler." A- "Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler." "Summ / sağır" kelimesi, "sameme veya samme / sağırlık" mastarından türemiştir. Sağırlık bilindiği gibi işitmeye engel bir arızadır. Sameme kelimesi lügatte, bir maddenin parçalarının toplanması, parçalar arasındaki boşluğun dolması ve maddenin bu şekilde katılık kazanması anlamına da gelir, işitme duyusunun kaybedilmesine samem (sağırlık) denmiştir. Çünkü bunun sebebi, kulak deliğinin tıkanması veya başka bir nedenle havadaki ses dalgalarının (temevvücat-ı savt) kulak içine ulaşamamasıdır. Körlük de (adem-i basar) görülebilen bir şeyin görülmemesi hâlidir. Münafıklar, duyuları aslında sağlıklı olduğu hâlde sağır, dilsiz ve kör olarak vasıflandırılmışlardır. Çünkü onlar kendilerine okunan âyetlere ve hikmetli öğütlere kulaklarını tıkamış, bunları kabul ve dilleriyle söylemekten (ıntak-ı lisan) kaçınmış, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) - eliyle gerçekleştirilen apaçık mucizelerden göz göre göre ibret almamış, âfakta (dışta) ve enfüste (içte) yaratılmış olan tevhıd belgeleri üzerinde hiç düşünmemiş ve bu tutumlarını değiştireceklerine dâir hiçbir ümit kalmamış olduğundan bu duyularını tamamen yitirmiş gibi kabul edilmişlerdir. Bu âyet-i kerîmede beliğ (kusursuz, üstün.) bir temsil ve ustaca bir teşbih sanatı vardır. B- "Artık onlar (geri) dönemezler." Bu akıbet münafıkların yukarda anlatılan hâllerinden doğan bir vakıadır. Yani onlar, anılan vasıflarından dolayı artık terk ve zayi ettikleri hidâyete bir daha geri dönemezler, yahut hidâyete karşılık aldıkları dalâletten artık bir daha geri dönemezler. Bu âyet, daha önceki temsilin neticesi olup münafıkları daha fazla korkutmayı ve rezil-rüsva etmeyi amaçlamaktadır. Çünkü bu temsil ile anlatılan sonuç, münafıkların korkunç karanlıklar içinde kalmış olmalarıdır. Şu hâlde bu âyet söz konusu temsil için bir tamamlama mahiyetindedir. Yani o münafıklar korkunç bir karanlık içinde yerlerinde donaka İmişlardır. Ne geri dönebiliyor ne de ileri gidebiliyorlar. Zaten onlar, başladıkları noktaya nasıl geri dönebilirler ki? Bu âyet-i kerîmenin bu son cümlesinin isim cümlesi olarak gelmesi, münafıkların bu hâllerinin sürekli olduğunu bildirmek içindir (isim cümlesinin özelliği, ifade edilen mânânın sürekli olmasıdır). 19"Yahut onların hâli gökten boşalan yağmur (a tutulmuş kimselerin hâli) gibidir ki onda (içinde) yoğun karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşekler vardır. Yıldırımdan ölüm korkusu ile kulaklarını parmaklarıyla tıkarlar. Allah kâfirleri çepe çevre kuşatmıştır (muhit)." A- "Yahut onların hâli gökten boşalan yağmura (tutulmuş kimselerin hâli) gibidir ki onda (içinde) yoğun karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşekler vardır." Bu âyet, münafıkların hâline ilişkin ikinci bir temsildir ve bu temsil onların büyük küçük bütün özelliklerini şâmil olup onları korkutmak ve rezil-rüsva etmek için tam bir açıklamadır. Her nevi küfür ve dalâlette at yarıştıran münafıkların içinde bulundukları hâl bu suretle tafsil edilmiştir. İki âyet arasında "ev / yahut" kelimesinin bulunması, her iki temsilin, benzerlik ciheti ve sıhhati bakımından birbirinden bağımsız ve eşit olduklarını bildirmek içindir. Burada "sema"dan maksat, çadır misali başımızın üstünde yükselen gök kubbedir. Semâ, lügatte çatı ve benzeri şeylere denir. Ünlü Tabiî âlimlerinden Hasen Basrî (el-Hasen b. ebi'l-Hasen-ı Basrî 642-728) diyor ki: "Sema, Allah'ın kudretiyle (bıkudreti'llâh) akmaktan (seyelân) men edilmiş bir dalgadır (mevc-i melifûf)." Sema kelimesinin harf-i tarifle (el) (e's -semai) biçiminde vârid olması bu yağmurun yalnız bir ufuktan (ufk-ı vâhid) değil, fakat birçok ufuktan birden sağnak seklinde boşandığını belirtir. Çünkü her ufak kendi başına bir semâdır; nasıl ki göklerin her katı ayrı bir semâ sayılmaktadır. Nitekim bir âyet-ı kerîmede meâlen: "Allah yedi semâyı iki günde yarattı ve her semâya (göğe) görevini vahyetti." buyrulur. O hâlde bu sağanak umumî olup bütün ufukları kaplayan bir buluttan inmektedir. Zaten bir görüşe göre burada semâdan maksat buluttur. Âyetteki kat kat karanlıklardan (zulmet-i mütekâsif veya zulümat) maksat, yağmurun yoğunluğu ve sürekliliği sonucu meydana gelen karanlık, ay karanlığı (zulmeti'l-hilâl), ufukları kaplayan bulutların karanlığı (zulmetü l-ğamam) ve gece karanlığıdır (zulmetü'l-leyl). Bulut ve gece karanlığı gibi bazı karanlıkların, yağmur karanlıkları olmadığı hâlde "fîhi zulümâtün / onun içinde karanlıklar" denmek suretiyle yağmurun bütün karanlıkların kaynağı olarak gösterilmesi, yağmurun şiddet ve korkunçluğundan dolayı diğer karanlıkların bu karanlığa bağlı kılındığını ve bu karanlığın, gece ve bulut karanlıklarını bastirdığını bildirmek içindir. Zulmetler; gök gürültüsü, şimşekler ve yıldırım gibi olayların aslı değil zarfıdır. Bütün bu olaylar kat kat karanlıklar ortamında gerçekleşmektedir. Ama eğer âyetteki mevcut ifade yerine "içinde sağanak yağmur, gök gürültüsü, şimşek bulunan karanlıklar..." şeklinde bir beyan olsaydı, o sağanak yağmurun, diğer karanlıkları bastıran özel bir karanlığı olduğu ifade edilmiş olmazdı. Ra'd / gök gürültüsü, buluttan işitilen sestir. Yaygın olan görüşe göre bu ses, rüzgârların pek şiddetli bir şekilde bulutları sevk etmesi sırasında bulutların birbiri ile sürtüşmesinden veya hareket hâlindeki bulutların birbirinden kopmasından meydana gelmektedir. Berk / şimşek, buluttan parlayan ışıktır. Gök gürültüsü ve şimşeğin, sağanak yağmurun içinde gösterilmesi, bunların etkilerinin yağmura ulaşması ve yağmurun karanlıkları içinde gelişmekte olmasındandır. Zulümat / karanlıklar; ra'd / gök gürültüsü ve berk - şimşek kelimelerinin sonunda tenvin (Arapça telâffuzda nûn olarak okunan hareke) bulunması, o karanlıkların, gök gürültüsünün ve şimşeğin pek büyük ve korkunç olduklarını ifade etmek amacına yöneliktir. B- "Yıldırımdan ölüm korkusu ile kulaklarını parmaklarıyla tıkarlar." Saa'ka kökünden gelen saika, şiddetli ses veya yıldırım demektir. Çoğulu "savai'k"tir. Yıldırım, şiddetli bir gök gürültüsü ile gerçekleşmekte ve o sesle beraber gölde yer arasında beliren ateş temas ettiği her şeyi yakmaktadır. Saika kelimesi, işitilen ve görülen her korkunç felâket için kullanılabilir, Mevt (ölüm), hayatin sona ermesidir. Bir görüşe göre ölüm, hayatin zıddı olan bir haldir. Nitekim âyet-ı kerîmede meâlen: "O Allah'tır ki hanginizin ameli daha güzel olacak diye sizi sınamak için ölümü ve hayatı yarattı." buyrulur. Burada halketmek, takdir etmek anlamını da kapsamaktadır. Âyette "Sağnağa tutulmuş kimselerin" karşılığı bulunmamakta, fakat bu karşılık için muzaf (tamlamanın birinci parçası) takdir edilmekte, var kabul edilmektedir. İşte anılan cümledeki zamirler de o muzafa racidir. Nitekim A'raf (7) sûresinin 4. âyeti de bu kabildendir: "Ve Biz karyelerden (kasaba) nicelerini helâk ettik ki onlara azabımız gece yatarken (beyâten) veya gündüz istirahat (kaylûle) ederken gelmişti." Cea'le / yapmak, yaratmak, yerine koymak, yerleştirmek, sebep olmak, hâsıl etmek, vs... kökünden gelen "yec'alûne" fiilinde devamlılık, süreklilik mânâsı olduğundan münafıkların bu kulak tıkama işini her zaman yaptıkları anlaşılır. Yine âyette "parmak uçları yerine" parmakların zikredilmesi zaman itibariyle olduğu kadar zât itibariyle de kulak tıkama işini mübalağa ile yaptıkları ifade edilmiş olmaktadır. Yani onlar, mutatları olduğu üzere parmak uçlarını değil, fakat parmaklarının tamamını kulaklarına tıkıyorlardı. Parmak uçları yerine parmakların zikredilmesi, onların uğradıkları şaşkınlık ve dehşetteden vücutlarındaki organları mutat veçhile kullanamayacak duruma geldiklerini gösterir. Yine o işlevi gören parmağın tayin edilmemesi, yani "şehâdet parmağı" denmemesi de bunu belirtir. Bir görüşe göre ise, edebi gözetmek için böyle denmiştir. Bu âyet de, gizli bir soruya cevap mahiyetindedir. Sanki onların korkunç hâlleri açıklandiktan sonra "Peki onlar, bunca sıkıntılı durumda ne yapıyorlar?" diye sorulmuş ve bu yolda cevap verilmiştir. C- "Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır." Kuşatılmış olan şey nasıl kuşatandan kurtulamazsa kâfirler de Yüce Allah'ın kudretinden kurtulamazlar. Böylece Yüce Allah'ın kudretinin şümulü ve sonsuz hakimiyeti, O'ndan kurtuluşun imkânsızlığı, bir şeyi kuşatanın kuşatmasına teşbih edilmiş, kapalı bir istiare yapılmıştır. Onların kulaklarını parmakları ile tıkamalarının da kendilerine hiçbir faydası yoktur. Çünkü sakınmak, kaderin önüne geçemez; hileler yüce Allah'ın azabını geri çeviremez. Yağmura tutulmuş kimselere raci olacak zamir yerine "kâfirin / kâfirler" buyrulması, onların başlarına gelen korkunç felâketlerin kendi küfürleri sebebiyle olduğunu bildirir. Nitekim; "Onların bu dünya hayatında yapmakta oldukları infakın (harcamalar) durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgârın misâlidir." mealindeki âyet-i kerîmede de aynı sebepten dolayı zamir yerine zahir isim kullanılmıştır. Çünkü buğz ve öfkeden ileri gelen ihlâk (helâk etme), daha şiddetli olur. Bir görüşe göre de söz konusu cümlede müşebbeh (teşbih edilen — benzetilen) münafıklardır ve kâfirlerden maksat, onlardır. Delâleten anlaşıldığına göre münafıklar ne yaparlarsa yapsınlar, onları dünyada ve âhirette Yüce Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir kuvvet yoktur. Bu mânâya göre bu cümlenin daha (temsillerden) önce zikredilmesi gerekirken, temsillerden sonra zikredilmesi münafıkların durumunun pek önemli olduğuna işaret eder. 20"O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek (hatfedecek). Onları aydınlatınca hepsi onun ışığında yürürler. Karanlık çöküncede ayakta dikilip kalırlar. Eğer Allah dileseydi onların hem işitme hem de görme duyularını giderirdi. Şüphesiz ki Allah her şeye kaadirdır." A- "O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek." Bu cümle gizli bir soruya cevap mahiyetindedir. Sanki, "- O hâlde onların bu şimşek karşısındaki durumları nedir?" diye sorulmuş da ona cevap verilmiştir. B- "Onları aydınlatınca hepsi onun ışığında yürürler." Bu cümle de yine gizli bir soruya cevap mahiyetindedir. Sanki, "- O korkunç durumda ne yaparlar; kulaklarını tıkadıkları gibi gözlerini mi kaparlar?" diye sorulmuş. Şimşek onları aydınlattıkça o yolda yürür veya ışığın düştüğü yerde birkaç adım atarlar fakat şimşeğin gözlerini kapaması endişesini de taşırlar. Âyette "hızlı hızlı yürürler" veya "koşarlar" değil de "yürürler" denmesi, onların yavaş yavaş yürümenin ötesinde bir harekete muktedir olamadıklarına işarettir. C- "Karanlık çökünce de ayakta dikilip kalırlar." Karanlığın, şimşeğin kaybolmasına bağlı tutulması mecazî bir isnattır. Bununla beraber "İza ezlâme..." ibaresine "karanlık çökünce" mânâsı da verilebilmektedir. Nitekim "azleme"nin diğer bir kıraate göre (bina-ı mefûi şeklinde) "üzlime" olarak okunması da bunu destekler mahiyettedir. Onların ayakta, yine eski hâllerinde ve şaşkınlık içinde dikili kalıvermeleri, maksatlarına ulaşmak veya kendilerini koruyacak bir yere iltica etmek umudu ile beklemeye başlamaları demektir. Âyetin edebî ifadesi, onların şaşkınlığının akılları başlarından gidecek kadar büyük olduğuna delâlet etmektedir. Ç- "Eğer Allah dileseydi onların işitme ve görme duyularını da elbette giderirdi." Bu cümlenin başında bulunan "lev / eğer" edatı mazideki bir işin oluşunu, mefruz bir başka işin oluşuna bağlamak (ta'lik) için kullanılır. Başka bir deyişle şart ifade eden "lev" edatı, bir mânâyı, bir başka mânânın husulü şartına bağlar. Bu şart iki mânâ arasındaki, bağlılığın sebebidir. Şart cümlelerinin mefhûmları arasındaki bağlılık ya küllî ya da cüz'î olur. Külliye örnek olarak Nahl (16) sûresinin 9. âyeti verilebilir. Şöyle ki: "Allah dileseydi sizin hepinizi hidâyete erdirirdi." Açıkça anlaşıldığı gibi Allah'ın dilemesi, gerçekte hidâyetin sebebidir. Aralarında cüz'î bağlılık bulunan şart cümleleri için de şu örnekler verilebilir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Seleme'nin kızı, yani kendi zevcesi Ümmü Seleme Hind binti Ebi Ümeyye'nın ilk kocasından olan kızı hakkında şöyle buyurmuştur: "Velevki o, benim üvey kızım olmasaydı, bana yine helâl olmazdı; çünkü o, benim süt kardeşimin kızıdır." Bir âyette de meâlen şöyle buyurulmaktadır: "De ki: - Eğer siz, Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman yine de infak ile tükenir korkusuyla imsak ederdiniz (sakınır)." Peygamberimiz (sav) bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur: "- Eğer (lev) imân, Süreyya yıldızında olsaydı, Fars'tan bazı adamlar ona ulaşırdı." Ali (radıyallahü anh) diyor ki: "- Eğer (lev) gayb perdesi (el-ğıtâ') açılmış olsaydı, benim yine de yakıînim (kesin imânım) ziyadeleşmezdi." Ömer (radıyallahü anh) diyor ki: "- Suheyb ne güzel kuldur; eğer (lev) Allah'tan korkmasaydı yine de Allah'a isyan etmezdi." Tefsirini yapmakta olduğumuz âyetteki "lev" yaygın olan mânâsı ile kullanılmış olup bize münafıkların hâllerinin son derece rezilâne olduğunu bildirir. Onların karşılaştıkları sıkıntı ve belâlar da korkunçtur ve bunlar öyle ağır bir dereceye varmıştır ki eğer Allah dilemiş olsaydı işitme ve görme duyuları tamamen yok olurdu. Çünkü o duyuların giderilmesi için gereken şartlar oluşmuştu. Bir görüşe göre de "lev" (eğer) edatı, sadece şart cümlelerini birbirine bağlamak içindir. Nitekim şâir der ki: "Velev şi'tü en ebki demen le bekeytühü aleyhi velakin sâhetu's-sabri evseu." "Eğer ben onun için kan ağlamak isteseydim ağlardım; Ama sabır sahası daha geniştir. " Bu görüşe göre anılan âyetin mânâsı da şöyledir: Allah, onların kulaklarını sağır, gözlerini kör etmek isteseydi, bunu yapardı; fakat birtakım hikmetlerin ve maslahatların gereği olarak bunu dilemedi. D- "Şüphesiz Allah her şeye kaadirdir." Bu cümle, bir önceki şart cümlesinin sebebi ve yüce Allah'ın onların duyularını gidermeye muktedir olduğunun, delilidir. "Şey' ", lûgatta herhangi bir şekilde bilinebilen ve anlatilabilen nesneye denir. Bu âyette şey, mevcut olsun olmasın, mümkün ve özel bir kudret konusu nesne mânâsındadır. Çünkü özel kudrete konu olmak, özel icad ve idam imkânına sahip olmaktan ibarettir. Bir görüşe göre de bu özel kudret, icad (var etme) ve idam (yok etme) imkânını gerektiren bir sıfattır. Cenâb-ı Allah'ın isimlerinden olan "Kaadir", dilediği takdirde yapan, dilemediği takdirde de yapmayan kudret sahibi demektir. "Kadîr" ise, dilediğini dilediği şekilde yapan yegâne kudret sahibi anlamındadır. Kaadîr'in bu özel mânâsından dolandır ki isimleri mukaddes, Zât-ı Bârî'den başka hiç kimse onunla vasiflandırılamaz. Yüce Allah'ın mümkün ve mevcut bir şey üzerindeki kudreti şudur: Dilerse, onu olduğu gibi, mevcut hâli üzere bırakır. Çünkü vücûdun (var olma) illet ve sebebi, aynen bekaanın da illet ve sebebidir. Bu noktanın izahı, "Rabbül alemin" (Fatiha 1/2) tefsirinde geçti. Eğer Allah o mevcut şeyin yok edilmesini dilerse, onu yok eder. Allah'ın, mümkün fakat mâdûm (mevcut olmayan) üzerindeki kudreti ise onu dilerse icad (var) etmek dilemezse icad etmemektir. Bir görüşe göre de insanın kudreti yapmak veya terk etmekten ibarettir. Yüce Allah'ın kudreti ise acz kabul etmez. Kudret kelimesi, kadar (miktar) kökünden gelir. Çünkü kaadir (muktedir) iradesi veya kuvveti gerektirdiği kadar fiili gerçekleştirir. Bu da kulun kudreti dahilinde olan her şeyin, hakikatte Yüce Allah'ın kudreti dahilinde olduğuna delildir. Çünkü kulun kudreti de bir şeydir ve her şey daha önce ifade edildiği gibi Yüce Allah'ın kudreti dahilindedir. Anılan âyetlerde zikredilen iki temsil vardır. Birinci temsilde münafıklar, ateş yakanlara benzetilmektedir. Onların fıtrî veya doğuştan var olan hidâyetleri çevresini aydınlatan bir ateşe benzetilmektedir. Ateşin ışığının alınması hidâyetin izâle edilmesidir, hidâyet karşılığında dalâleti satın almaları da onların yoğun karanlıklar içinde kalmalarıdır. İkinci temsilde de münafıklar yolcuya benzetilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm ve onun içindeki ilim ve marifetler de yeryüzü hayatının sebebi olan bol yağmurdur. Vahiy inişiyle münafıklarda meydana gelen keder, hüzün ve yürek burukluğu karanlıklardır. Ondaki va'd ve vaîd (azab ile tehdit) gök gürültüsü ve şimşeklerdir. Münafıkların vaîdlere karşı sağırlığı ise göklerin gürültüsü ve şimşeklerden dehşete düşüp de büyük bir korkuyla yıldırımlara karşı kulaklarını tıkayan insanların hâli gibidir; ama onlardan kurtuluş yoktur. Onların bir doğruluk ışığı görmek veya bir nasip elde etmek için fırsat kollamaları da her çakışta etrafı aydınlatan şimşeğin ışığında yürümeleridir. Başlarına bir musibet geldiğinde şaşkınlık geçirmeleriyse karanlık çökünce durmaları... Burada her iki temsilde, münafıklardan ve onların anlatılan hâllerinden bir şekil çıkarılmış ve her iki temsilde çıkarılan ilk şekiller ikinci şekillere benzetilmiştir. Kur’ân-ı Kerîmin icazının ve yüce şânının azameti, gereği temsillerde genel teşbih yapılır. Topluca bir şekli, bir başka şekle benzetilir. 21"Ey insanlar! Rabbinize kulluk (ibadet) edin. Sizi ve sizden öncekileri O yarattı ki ittika edesiniz." Dilediğini yapan; gücü, kuvveti tam olan; kudretine acz bulaşmayan demektir. Her varlığın gücü kuvveti sınırlı olduğu halde Allah'ın sınırsızdır. Mutlak kaadir ancak Allah'tır. Kâinatta her şey Allah'ın gücü, kuvvetiyle gerçekleşir. Kudret sıfatı, irade sıfatı gibi mümkün varlıklara taalluk eder. Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre kudret sıfatı Allah'ın zâtı ile ezeli sıfatlarındandır. Allah'a ibâdete zorlama A- "Ey insanlar Rabbinize kulluk edin!" Daha önceki âyetlerde Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm'in yüksek mertebesini zikrettikten sonra insanları üç fırkaya ayırdı: a) Kur’ân-ı Kerîrn'e imân edip içindeki şeriat ve hükümleri muhafaza edenler, b) Açıktan Kur’ân'a muhalefet ederek onu arlıalarına atan kâfirler, c) Aldatma ve nifak ile iki fırkanın arasında bocalayıp duranlar. Bundan sonra da bu fırkalardan her birinin vasıflarını, hâl ve akıbetleri ile varacakları yerleri beyan etti. Bütün bunlardan sonra da halika kulak vermeleri için onları sarsmak, kalblerini telâkki cihetine çevirmek, bir de ibâdet külfetini hitab lezzeti ile telâfi etmek için, doğrudan doğruya hıtab üslûbu ile insanlara yöneldi. Bu âyet-i kerîmeyle hepsine ibâdeti emir ve onları kendisine ortak koşmaktan meneti. '°Ya / ey" aslında uzakta bulunanlara seslenmek için kullanılır. Bazen yakında bulunan birine de uzak kabul edilerek "ya" denir. Bu ta'zîm maksadı ile de olabilir. Duâ eden kimsenin "Ya Allah!" ve "Ya Rabbi!" demesi gibi. Cenâb-ı Allah, kuluna şahdamarmdan daha yakındır.25 Kul da kendini kusurlu bulduğu, kurtuluş mahfillerinden ve Allah'a yakın olanların mertebelerinden uzak gördüğü için "Ya" ile Cenâb-ı Allah'a yakarışta bulunur. Bir de kul, kendi gafletine ve kötü anlayışına dikkat çekmek için "Ya" ile seslenir. Bazen de, kendisinden sonra gelecek şeyin, önemine dikkat çekmek için "Ya" denir. Bu âyetin başında olduğu gibi "Ya eyyüha" şeklindeki nidada tekıd ve mübalağa bulunduğundan Kur’ân-ı Kerim'de çok kullanılır. Elbette bu nidalar çok önemlidir. Çünkü bu nidalarla kullara çeşitli hükümler ve yükümlülükler getirilir. Bunların ağırlığı ve önemi karşısında tüyler ürperir; huzursuz kalbler mutmain olur. Ama insanların çoğu bu hakikatlerden gaafıldir. İşte bundan dolayıdır ki uyarı ve dikkat çekmede tekid ve mübalağa gerekir. Kendilerine hitab edilenler o asırda yaşamakta olan mükellef insanların tamamıdır. Nitekim sahabiler (Radiyallahü Anhüm), âyetteki hitabın genel olduğunu, bütün insanları kapsadığını kabul etmişlerdir. Sonra dünyaya gelecek olan nesiller bu doğrudan hitaba dahil değildir. Sonradan dünyaya gelenlerin bu hitabın hükmüne dahil olmaları, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) tevatüren gelen gerçeğe göredir. Bu itibarla bu hitab ve ona terettüb eden hükümler zorunlu olarak, hem o asırdaki mükellefleri hem de ondan sonra kıyamete kadar dünyaya gelecekleri kapsar. Tabiî âlimlerinden Alkame ve Masan el-Basrî'nin görüşleri de bu hitabların genel olduğu filirine aykırı değildir. Nitekim anılan zâtlardan rivâyet: olunduğuna göre kendileri söyle demişlerdir: [Kur’ân-ı Kerîm'de "Ya eyyühânnâs / Ev insanlar!" (Bakara 2/21, 167) şeklindeki hitapların başında bulunduğu âyetler, Mekke'de nazil olmuştur] Ancak o âyetlerin Mekke'de inmiş olmaları, o âyetlerin hükümlerinin Mekke halkına mahsus ve münhasır olmasını gerektirmez. Onların Mekke halkına mahsus olmaları da, o hükümlerin kâfirlere mahsus olmasını gerektirmez. Çünkü o zamanlar Mekke halkının hepsi kâfir değildi. Ve bu emirler gelmeden önce de bazı mükellefler ibâdet etmekte idiler. Çünkü bu hıtab hem yeni başlanan ibâdeti, hem ibâdette sebatı, hem de ibâdeti artırmayı kapsar. Kaldı ki sebepleri tekerrür edince ibâdet de tekerrür eder. Kâfir ve münafıklarda, ibâdetin şartı olan imânın bulunmaması da anılan hitabın genel olmasına halel getirmez. Çünkü ibâdet emri ibâdetin geçerlilik, şartlarını da içinde taşır, ibadet için imânın şart olduğu da dinî bir zorunluluk olarak bilinmektedir. Nitekim abdestsiz bir kimseye namaz kılmayı emretmek abdest almayı da gerektirir. Bir görüşe göre bu âyetteki ibâdet geniş mânâda kullanılmış olup bütün ibâdet nevilerini kapsar. Buna kalben yapılan zikir nevinden ibâdet de dahildir. Çünkü kalbî ibâdet, Yüce Rabbine karşıs zelil bir varlık olduğunu, kemal-i edeble düşünmekten ibarettir. Ünlü sahabi Abdullah b. Abbas'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre "Kur’ân-ı Kerîm'de zikredilen bütün ibâdet kelimeleri, tevhid anlamındadır." Bir görüşe göre de "ibadet ediniz "in mânâsı, "- Tevhid inancına sahip olun ve itaat edin!" demektir. Hiç şüphesiz, kâfir ve münafıklardan öyleleri vardır ki onlara uyarı ve öğüt fayda vermez. Nitekim daha önce onlar hakkında zikredilen bir âyette, "Şüphesiz o küfredenleri inzar etsen (uyarsan) de inzar etmesen de birdir. Onlar imân etmezler" (Bakara 2/6) buyrulur. Ancak imân etmeyecekleri kesin olan bu insanlara vâki olan ilâhı emirler, onların mazeretlerini geçersiz kılmak amacına yöneliktir. Bu insanların imân etmeyecekleri kesin olsa bile onları ellerinde olmayan bir şeyle yükümlü kılmak söz konusu değildir. Çünkü anılan âyet, uyarının bazılarına fayda vermeyeceğini bildirmektedir. Fakat müşahhas olarak hiçbir kâfirin bu imân etmeyecekler grubuna dahil olduğu kesin değildir, imân etmeyecekleri kesin olan kâfirler de bu seçimlerini hür iradeleri ile yaptıklarından dolayı âyet onları bu şekilde tanıtmaktadır. Yoksa haklarında böyle bir âyet bulunduğu için onlar imân etmeyecekler demek değildir. Bu itibarla onların imân etmemesi, asla bir icbar sonucu değildir. Bu âyet-i kerîmedeki hitabı müşriklere tahsis etmenin pek hoş bir gerekçesi vardır. Nitekim Bakara 2/22. âyetin tefsirinde gelecektir. "Rabbinize..." buyrulması, emrin pek önemli olduğuna ve ibâdetin gerekçesine işaret etmek içindir. B- "...Sizi ve sizden öncekileri O yarattı." Bu cümle, Cenâb-ı Allah'ı ta'zim ve O'na ibâdet etmenin gerekçesini açıklar. Eğer bü âyetteki hitab müşriklere tahsis edilirse ve Rabb kelimesine hem gerçek Rabb hem de müşriklerin rabb olarak isimlendirdikleri ilâhları da kapsayan genel bir anlam yüklenirse âyetin sıfat cümlesi, takyid ve tavzih ifade eder. Yani müşriklerin, rabb dedikleri batıl ilâhlara değil, fakat gerçek Rabbinize tapın, demek olur. "Halk", bir şeyi, belli ölçüler dahilinde ve pek düzgün olarak meydana getirmektir. Allah, onların hem kendilerini hem de atalarını yaratmıştır. Allah'ın kendilerini yaratması O'na ibâdet etmelerini gerektirdiği gibi atalarını yaratması da, O'na ibâdeti gerektirir. Âyetin başındaki hitabın genel olması, Yüce Allah'ın yaratmasının da hepsini kapsayan bir genellikte olmasını zorunlu kılar Bu âyetin işaret ettiği diğer bir hakikat de şudur: Müşrikler de yaratmanın Cenâb-ı Allah'a mahsus olduğunu kabul ediyorlardı. Nitekim bir âyette meal olarak şöyle buyrulur: "Eğer müşriklere kendilerini kimin yarattığını sorarsan elbette, "- Allah" derler. Öyleyse nasıl çevriliyorlar?" Ancak müşrikler, Cenâb-ı Allah'ın kendilerini gerçek mânâda kulluk etmeleri için yarattığını itiraf etmiyorlardı. C- "ki ittika edesiniz." Takvadan muradın beyanı "Lea'lle / ….tâ ki, umulur ki" kelimesi olmakla olmamak arasında mütereddit, fakat olmak tarafı ağır basan bir ümidi ifade eder. Eğer bu ümid, arzu edilen bir şey ise ona "tercih", arzu edilmeyen bir şey ise ona da "işfak / merak, endişe, tedirginlik" denir. Bu ümidin tahakkuku iki türlü değerlendirilir: a) Bil-fiil tahakkuk, b) Bil-kuvve (kuvveden fiile çıkmayan) tahakkuk. Bil-fiil tahakkuk da ikiye ayrılır: a) Mütekellimden (konuşan) yana olan tahakkuk. Meselâ: "Umulur ki Allah, bana merhamet eder" cümlesinde konuşan kimse kendisine Allah tarafından merhamet edileceği ümidini taşır. Mezkûr kelime, yaygın olarak bu mânâda kullanılır. Açıkça görüldüğü gibi burada ümid besleyen mütekellimdir. b) Muhatabtan yana olan tahakkuk. Bu da muhatabın mütekellim ile cereyan eden konuşmasında kelâma olan büyük ilgisinden dolayı mütekellim gibi değerlendirilmesi hâlinde olur. Meselâ "ikiniz ona yumuşak söz söyleyin; umulur ki o bundan ders alır veya korkar!" cümlesinde olduğu gibi. Ümidin bil-kuvve (kuvveden fiile çıkmayan) tahakkuku ise, bir tür mecazî tahakkuk olarak değerlendirilir. Yani o şey, aslında Bil-fiil hiç kimse tarafından umulmamaktadır, fakat umulmaya layıktır. Âyetin bu cümlesinden değişik mânâlar çıkar: 1- O Allah ki sizi yarattı. O, sizden takva ister. Allah, sizi de onları da yarattı; sizden istediği takvadır. 2- "… ki takvaya eresiniz" cümlesi makablinin (kendisinden önceki) gaye ve gerekçesidir. Yani takvaya eresiniz diye veya takva gayesiyle sizi yarattı. Bu yorum, Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunun görüşüne dayanmaktadır ki, buna göre sonuçları kullara dönen bazı maksadlar, Yüce Allah'ın fiillerinin gerekçesi olur ya da gayenin (sonuç ve) semeresi olduğu şeye terettübü, garazın (maksad) garazı olduğu şeye terettübü gibi farz edilmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Allah'ın fiillerinin pek güzel ve yüksek sonuçları olmaktadır, fakat bu sonuçlar, o fiillerin nihaî gayesi ve zorunlu sonuçları değildir. Bu konuda İslâm âlimleri arasında bir tartışma da olmamıştır. Bu âyet-i kerîmede insanların yaratılmasının takva kaydına bağlanması, yaratılış gayesini tekmil ve teyid içindir. Çünkü kulların, yaratılış gayelerini gözetip ifa etmeleri daha müessir bir vücûbdur (zorunluluk). Söz konusu âyette "… ki takvaya eresiniz" buyrulmuş, fakat bunun yerine "… ki ibâdet edersiniz" denmemiştir. Oysa öyle denmesi, "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım." mealindeki âyete de uygun düşerdi. Fakat ibâdetin vücub ve lüzumunu daha kuvvetli olarak ifade etmek için ibâdet yerine takva kullanılmıştır. Çünkü takva ibâdet edenin hedefi ve son gayretidir. Şu hâlde eğer takva onun üzerine lâzım ise ondan aşağısı elzem, edası ehven olur. Eğer anılan ümidin tahakkukunda muhatab tarafı düşünülürse, o takdirde âyetteki "lealle / umulur" edatı gerçek mânâsında kullanılmış ve sanki şöyle denmiş olur: "Siz de hidâyet ve felâha eren takva sahipleri zümresine katılmak için intizam (düzen ve tertip) umut ederek Rabbinize ibâdet ediniz!" Bu mânâya göre takvadan maksat, takvanın üçüncü mertebesidir ki, bütün varlığı ile Cenâb-ı Allah'a yönelmek ve gönlünü Allah'tan başka her şeyden arıtmaktır. Bahtiyar kulların ulaşmak için yarıştığı ibâdetin en son hedefi takvanın bu son mertebesıdir. Sözünü ettiğimiz intizamdan maksat bu takvayı gerçekleştirmek hâli ile takva üzerinde sebat etmek hâli arasındaki asgarî müşterektir. Hem bu mertebede hem de bunun aşağısındakı iki takva mertebesinde olanlar takvanın bu son mertebesinde olmayı ümid ederler. Takvanın diğer iki mertebesi, daha önce "müttakiler" tefsirinde geçtiği gibi, ebedî azabı gerektiren küfür hâlinden uzak durmak ve günâh olan her türlü hâl ve hareketten sakınmaktır. Yüce Allah, kullarım takvaya istidatlı, âfakta (hariç) ve enfüste (dahil) bütün başlangıç imkânlarına sahip olarak yaratmış olduğuna göre bunların hâli ister istemez, takvayı ümid eder durumda olur. Böyle bir ümid hiçbir zaman gerçekleşmese de bu keyfiyet insanların yaratılışlarında mevcuttur. 22"O (Allah'tır ki) sizin için yeryüzünü bir yatak, semâyı da bir bina yaptı. Gökten de su indirdi. Onunla sizin için rızık olarak (topraktan) çeşitli semereler çıkarttı. Öyleyse siz de bunu bildiğiniz hâlde Allah'a eş koşmayın." A- "O (Allah'tır ki) sizin için yeryüzünü bir yatak, semâyı da bir bina yaptı." Bundan önceki âyet-i kerîme, Yüce Allah'a karşı tevhid inancının kaçınılmaz zorunluğunu, bütün insanların yalnız O'na ibâdet mecburiyetini açık bir şekilde belirtmiş, içerdiği işaretlerle de enfüste (dahilde) ve âfakta (hariçte) yaratılıştan mevcud alâmet ve işaretleri tefekkür etme yollarını göstermişti. Şimdi bu âyet-i kerîmede insanların hayât ve geçimleri ile ilgili olan alâmet ve işaretleri beyan edilmektedir. Yeryüzünün "firaş / döşek, yatak" olarak vasıflandırılmasi; toprağın sudan ayrılması, toprağın tabiatının aksine suya batmaması, toprağın sert ile yumuşak arası serilmiş döşek gibi oturmaya ve yatmaya elverişli olması demektir. Yeryüzünün yerleşmeye elverişli bir düzey ve düzenekte yaratılması onun düz olmasını da zorunlu kılmaz. Dünyanın büyüklüğü onun küre biçiminde olmasına rağmen döşek gibi olmasına imkân vermektedir. Âyette yeryüzü gökyüzünden önce zikredilmiştir. Çünkü insanların yeryüzüne ihtiyacı ve ondan yararlanması daha fazla ve daha açıktır. Cenâb-ı Allah gökyüzünü üstümüze kurulmuş yüksek bir kubbe yapmıştır. "Sema" (gökyüzü), cins isim olup bir veya birkaç semâ için de kullanılır. "Bina"; çatı, tavan, kubbe, dam gibi sakfı olan ve barınmak için yapılan şeylere denir. B- "Gökten de su indirdi." Gökten su indirdi demek yüksekten veya gökten bulutlara ve bulutlardan da yeryüzüne su indirdi demektir. Nitekim Peygamberimizden hu mealde bir hadîs rivâyet olunmuştur.27 C- "Onunla sizin için rızık olarak (topraktan) çeşidi semereler çıkarttı." Cenâb-ı Allah, suda etkileyen (fail), toprakta da etkilenen (munfail) bir kuvvet yaratmıştır. Böylece ikisinin etkileşiminden çeşitli ürünler meydana gelmektedir. Ürünlerin değişik şekil ve keyfiyetlerini de o ürünlerin nüvesinde mevcut bir maddeden meydana getirmek suretiyle âdetini icra etmektedir. Ama gerçek, müessir, Yüce Allah'ın kudreti ve dilemesidir. Çünkü yüce Allah, hiçbir başlangıç ortamı ve madde olmadan da her şeyi vücuda getirmeye muktedirdir. Nitekim, ana maddeleri, prensipleri ve sebeplen hiç yoktan var etmiştir. Ancak bu ürünlerin değişik aşamalardan geçip olgunlaşmasında öyle eşsiz ve açık hikmetler mevcuttur ki bunlar, basiret ehli için yeni ibretler sergilemektedir. Bakıp görmesini bilenler Allah'ın bu sınırsız kudreti ve gizli hikmeti karşısında daha fazla huzur ve sükûn bulurlar. Bu ürünlerin, süreçsiz ve aşamasız olarak bir anda meydana getirilmesinde ise bunlar yoktur. Âyetteki "min", "ba'ziye" olarak kabul edildiği takdirde mânâ şöyle olur: Allah, gökten bazı sular indiriyor; onunla bazı ürünler çıkarıyor ki bunlar, sizin için bazı rızıklar oluyor. Gerçek hayatta da böyledir. Çünkü ürünleri yetiştiren bütün sular, gökten yağmıyor; bütün ürünler, yerden çıkmıyor; bütün rızıklar da toprak ürünlerinden ibaret değildir. Ç- "Öyleyse siz de bunu bildiğiniz hâlde Allah'a eş koşmayın." Âyetin bu cümlesiyle sanki şöyle demek isteniyor: Size, bu yüce sıfatların ve güzel fiillerin (bihazihi'n-nuû'tü'l-celîle ve'l-ef â'lü'l-cemile) yegâne sahibi Rabbinize ibâdet emrolunduğuna göre, siz de O'na ortak koşmayın. "Endad", eş, misil, nazıîr, benzer anlamlarına gelen "e'n-nidd"in çoğuludur. Âyetin bu şekilde vârid olması bir gerçeği yansıtmaktadır. Çünkü müşrikler Allah'a bir değil, birçok ortak koşuyorlardı. Ancak bundan nehyin, yalnız çoğula münhasır olduğu yolunda ters bir mânâ çıkarılmamalıdır. Âyette Allah yerini tutacak bir zamir yerine özellikle ism-i celâlin zikredilmesi, O'nun sıfatlarını ve ulûhiyet (tanrılık) vasfını tayın ettikten sonra hak ma'bud olduğunu bildirmek içindir. Nitekim Nisa (4) sûresinin 36. âyetinde: "Allah'a ibâdet edin; O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın" buyrulur. Cümlenin başındaki "fe / öyleyse", ya daha önce sıfatları zikredilen Allahü teâlâ'dan başkasına ibâdetten nehy etmek veya eş koşmaya son vermek veyahut ibâdeti Allah'tan başkasına tahsis etmemek amacına yöneliktir. Bu ibâdetin aslına terettüb etmesidir. Sanki burada "Allah'a ibâdet edin, ibâdeti de O'na tahsis edin" denmektedir. Âyetin bu cümlesini "Sizi yaratan Allah'ın azabından sakının ve O'nu diğer mahluklara benzetmeyin" şeklinde tefsir edenler de olmuştur. Müşriklerin Allah'tan başka taptıklarına endad (emsal) denilmiştir ama müşrikler, o taptıklarının, Allah'ın benzer sıfatlarına sahip olduklarını, Allah'ın fiillerine karşı muhalefet edebileceklerini iddia etmiyorlardı. Ancak onların Allah'ı bırakıp bâtıl tanrılara tapmaları ve onları ilâh olarak kabul etmeleri; Allah'ın azabını onlardan önlemeye, Allah'ın irade etmediği hayırları onlara vermeye muktedir bir başka ilâha inanan kimsenin hâüne benzemış oldu. İşte eş koşanları Allah, bu suretle uyarmakta ve yaptıklarının çok çirkin olduğunu bildirmektedir. "Bunu bildiğiniz hâlde, bile bile / ve entüm ta'lemün" kaydı nehyin ifade ettiklerine bağlanır ki o da, nehyedilen hususun çirkin ve sakınılması gereken bir şey olduğudur. Yani vurgulanmak istenen şudur: Allah'a ortak koşmayın. Çünkü bu, sakınılması gereken pek çirkin bir şeydir. Oysa siz, ehl-i ilim ve marifet (min ehli'l-ı'lm ve'l-ma'rife) derisiniz; ince işleri (dekaikı'l-umûr) bilirsiniz; doğru düşünce (isabeti'r-re'y) sahibisiniz; bu inancın batıl olduğunu da bilirsiniz. Hiçbir şeyin Allah'ın benzen olamayacağını, Allah ile ona ortak koşulanlar arasında ne kadar büyük farklar olduğunu; onların, Allah'ın yaptıklarının benzerlerini asla yapamayacaklarını pekâlâ idrak edersiniz. Nitekim bir âyette de meâlen şöyle buyrulur: "O Allah'tır ki sizi yarattı, sonra sizi rızıklandiriyor, sonra sizi öldürüyor, sonra diriltecektir. Peki sizin Allah'a ortak koştuklarınız içinde bunlardan birini yapabilecek var mı?" (Rûm 30/40). Buna benzer başka âyetler de vardir. Hulâsa bu âyet-i kerîme, muhataplarını gayrete getirmekte ve nehyedildikleri şeye son vermeleri için onları teşvik etmektedir. Hitabın genel olması, nehyedilenın, müşriklerle mü'minler arasında müşterek bir zemin olmasını gerektirmektedir ki bu, müşriklerin, şirke son vermeleri; mü'minlerin de tevhidde sebat etmeleridir. Nitekim daha önce ibâdet emri konusunda da benzer bir açıklama geçti. Ama eğer âyetteki "Bunu bildiğiniz halde" kaydı, nehyin ifade ettiklerine değil de nehyin kendisine bağlanırsa bu takdirde âyetteki hitabın kâfirlere tahsis edilmesi gerekir. Çünkü bu tahsis olmadan, nehyi bilmek mümkün olmaz. Zira teklif, zorunlu olarak bileni de kapsıyor, bilmeyip öğrenmek imkânına sahip olanı da. Ama serzeniş ve azarlamada matlub mübalağa yolu ile hâsıl olur. Zira bir şeyin çirkinliğini bilenlerin onu islemeleri çok daha çirkindir. Bu da ancak kâfirler hakkında tasavvur olunabilir. Bu itibarla anılan kaydı nehyin ifade ettiklerine değil de, nehyin kendisine bağlayarak hitabı mü'minleri de kapsayacak şekilde genelleştirenler hiç şüphesiz hakikatten uzak düşmüş olurlar. Ama sen eğer âyetin emir ve nehyini kâfirlere tahsis etmekle, bunca tekellüfden kurtuluş hâsıl olmuyor mu; sibak ile siyak arasında güzel bir intizam (ibarenin bütünlüğü, evvel, ile sonu arasındaki uyum) gerçekleşmiş olmuyor mu diyorsan bu yerinde bir düşüncedir. Çünkü bundan sonra gelecek meydan okuma âyetindeki hitabı tecrid edip onu kâfirlere tahsis etmek mutlak bir zorunluluktur. Üstelik bunda, mü'minlerin mertebe ve şânı yüceltilmiş ve kâfirlerin seviyesinden yüksekte tutulmuş; mü'minlerin sürenin başında da belirtildiği gibi emir ve nehiyden müstağni olarak devamlı taat ve ibâdet üzere oldukları bildirilmiş olur. Bunun cevabında deriz ki evet bu, gerçekten geçerli bir yorum ve düz bir yoldur. Bu yoldan giden hakikatten ayrılmış olmaz ve bu yola ayak basanlar, kaymaz. Görüldüğü gibi bu âyetlerden ilk ikisi Kur’ân-ı Kerîm'in değerinin yüceliğini belirtmekte ve bunu bir meydan okuma ile ortaya koymaktadır. Bundan sonraki âyetlerde ise sırasıyla münkirlerle mü'minler karşılaştırılmakta birincilerin uğrayacakları mücazât ile ikincilerin mazhar olacakları mükâfat gösterilmekte, nihayet Allah'ın sınırsız kudretine işaret edilmektedir. Şöyle ki: 23"Eğer kulumuz (ve Resulümüz Muhammed'e) indirdiğimizden (Kur’ân) şüphe (reyb) içindeyseniz o halde siz de onun misli (eşdeğeri, benzeri) bir sûre getirin! Allah'tan başka bütün şahitlerinizi de çağırın; eğer iddianızda doğru (sâdık) iseniz." A- "Eğer kulumuz (ve Resulümüz Muhammed'e) indirdiğimizden (Kur’ân) şüphe (reyb) içindeyseniz..." Bu ve bundan önceki iki âyette, Kur’ân-ı Kerîm'in Allah'tan Resulüne (sallallahü aleyhi ve sellem) indirildiği beyan edilmektedir. Nitekim o iki âyette zikredilen ve bu gerçeğe delâlet eden tekvinî (yaratma ile ilgili) kanıtların kaynağı da Yüce Allah'tır. Bu ve bundan sonraki âyetler aynı zamanda, sûrenin başında zikredilen ve ezcümle her türlü şüpheden arınmışlığın da dahil olduğu Kur’ân'ın o apaçık üstün sıfatlarının izahıdır. Kâfirlerin Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki inançları şüphe olarak ifade edilmektedir. Oysa kâfirler Kur’ân'ın beşer kelâmı olduğuna inanırlar ki bu inançları da kesindir. Nitekim "İn küntüm sadıkıîn / Eğer iddianızda doğrular (sâdık) iseniz" cümlesi de onların bu inançlarının, kendi iddialarına göre kesin olduğunu gösterir. Kibir ve inatta ısrarlı olan kâfirler, Kur’ân hakkında şüphe içindedirler. "Reyb / şüphe" kelimesinin neltire (harf-i tarifsiz) olarak zilcredilmesı ve âyetin başında da yine şüphe ifade eden "in / eğer" şart edatının kullanılması bu bâtıl inancın dahi kâfirler arasında zayıf kalmaya mahkûm olduğunu bildirmek amacına dönüktür. Başka bir ifadeyle, kâfirlerin kesin inancı bile zayıf bir şüphe derecesindedir. Çünkü Kur’ân'ın bir mucize olduğunu gösteren deliller son derece mükemmel, açık ve kuvvetlidir. Âyetin başında "ve inirtebtüm / eğer şüpheleniyorsanız" değil de "ve in küntüm fî raybin "eğer şüphe içindeyseniz" ibaresinin vârid olması, başka bir deyişle fiil yerine isim kullanılması daha önce de işaret edildiği gibi, Kur’ân'ı şüphe şaibesinden bile tenzih etmek içindir. Nitekim Bakara (2) sûresinin 2. âyetinde de "lâ ray be fiîhi" buyrulması bu maksada mebnıdir. Bir de eğer böyle bir şüphe varsa bu Kur’ân'dan değil fakat kâfirlerin kendilerinden kaynaklanmaktadır. Kâfirlerin bu bâtıl inançta İsrar etmeleri, bu inancın onları kuşatmış olması, o inancın zayıflığı (za'fı) ve azlığı (kılleti) ile çelişmez. Çünkü onların o bâtıl inanca sarılmış olmaları o inancın haddi zatında kuvvet ve çokluğundan (kesreti) değildir. Kitap'tan maksat, Kur’ân-ı Kerîm'in tamamıdır; yoksa Kitap ile parçaları arasındaki asgarî müşterek mânâ değildir. Kâfirlerin, Kur’ân hakkındaki şüpheleri, Kur’ân'ın mânâ ve muhtevasına ve hükümlerinin sıhhatine değil, fakat onun Yüce Allah katından indirilmiş bir vahiy (vahy-i münzel) olduğuna ilişkindir. Mutlak indirmek anlamında olan "inzal" fiili yerine tedricî indirme anlamına gelen "tenzil" (nezzelnâ) fiilinin kullanılması, kâfirlerin şüphelerinin kaynağını hatırlatmak ve dizgini gevşetip sahayı geniş tutarak meydan okumayı bunun üzerine bina etmek içindir. Çünkü o kâfirler, Kur’ân-ı Kerîm'in ceste ceste, ihtiyaca göre yavaş yavaş (müneccemen - yıldız yıldız, sûre süre, âyet âyet) nazil olmasını inkârlarına vesile yapmışlardı. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm'in ale't-tedric indirilisi, onun ilâhî vahiy olduğunu itiraf için mebde' yapıldı. Sanki şöyle dendi: "- Eğer siz, zaman içinde tedricî olarak indirdiğimiz Kur’ân'dan şüphe ediyorsanız, siz de Kur’ân'ın nevbet (vakit, vakit, aralıklarla birçok defa veya kere) ve necmlerine (sûre ve âyet) benzer (emsal) bir tek nevbet ve necm getirin. Çünkü bu, Kur’ân'ın defaten, bir defada (cümleten vahideten) indirilmesinden ve sizden de defaten onun benzerini meydana getirmenizi istemekten daha kolaydır." Görüldüğü üzere âyette izlenen yöntem, muhalifleri susturmak ve gerekçelerini ortadan kaldırmak için en mükemmel yoldur. Âyette, "a'lâ a'bdina ": kulumuz üzerine, kulumuza" buyrulmak suretiyle kulun Zât-ı İlâhiye izafe edilmesi, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) pek yüksek bir şeref bahşetmek ve onun Yüce Allah'ın emirlerine son derece bağlı olduğunu belirtmek içindir. Bir kıraatte "abdina" kelimesi "ıbadina" (kullarımız) olarak okunmuştur. Bu kıraate göre kullardan maksat, Peygamberimiz ile onun ümmeti veya bütün peygamberlerdir. Onlara selâm olsun. Bu kıraate göre âyet, bize şunu bildirmektedir: Peygamberimize indirilmiş olan Kur’ân'dan şüphelenmek, aynı zamanda, ondan önceki peygamberlere indirilmiş Kutsal Kitaplardan da şüphelenmek demektir. Çünkü Kur’ân, onları da onaylayıcı (musaddık) ve gözeticidir (müheymin). B- "O halde siz de onun misli (benzeri, eşdeğeri) bir sûre getirin!" "O hâlde siz de onun misli bir sûre getirin!" mealindeki bu ilâhî kelâm, o kâfirlerin aczini ortaya koymak ve onlara taş yutturmak kabilin dendir. Tıpkı, "Haydi sen de (güneşi) batıdan getir." (Bakara 2/258) mealindeki âyet gibi. Yani eğer sizin iddia ettiğiniz gibi Kur’ân, beşer kelâmı ise, siz de onun bir sûresinin benzerini getirin; çünkü siz de, diğer insan oğullarının muktedir olduğu şeye muktedirsiniz. Sûre kelimesi değişik vecihlerle yorumlanabilir: 1- Sûre, Kur’ân-ı Kerîmin insan ölçülerine ve diline tercüme edilmiş hâlinin bir bölümüdür. 2- Sûre, "şehirlerin etrafını kuşatan sur" mânâsından alınmıştır. Çünkü şehir suru, şehrin içindekileri kuşattığı gibi Kur’ân sûresi de, ifraz edilmiş bağımsız parçalar hâlindeki âyetleri yahut çeşitli ilimleri kuşatır. 3- Sûre, mertebe anlamındaki "sevre" kökünden alınmıştır. Çünkü sûreler fazilet ve şeref yahut uzunluk ve kısalık bakımından mertebelere ayrıldıkları gibi diğer sûrelerle oluşturdukları intizam bakımından da mertebeler oluştururlar ve okuyucu bu mertebeleri yavaş yavaş çıkar. 4- Sûre, bir şeyin bakiyesi anlamındadır. Ancak bu görüşün itibara şayan olmadığı apaçık ortadadır. "... Min mislihi..."deki "min"in tefsirine gelince; bu hususta da değişik görüşler vardır. Şöyle ki: 1- Bu "min / ...den" beyan "min"idır. Bu sûrede onun gibi mertebesi yüce, seviyesi yüksek, ifadesi derin, belagatı eşsiz ve icazın diğer vasıflarını haiz bir sûre getirin anlamı belirtilmiş olur. 2- "Min", tebizî mânâda (ba'zıye olarak) yorumlandığı takdirde gerçekte onun benzeri olduğu mânâsı çıkar ve sanki "onun benzerinin bazılarını getirin" denmiş olur. Bu takdirde acz konusu ortadan kalkar. Oysa maksûd olan mânâ bu aczdır. 3- "Min", ibtida olarak yorumlandığı takdirde "mislihi / onun mislinden" zamiri, zorunlu olarak Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) râci olur. Çünkü Kur’ân'a râci olduğu takdirde yine hakikatte onun benzerinin olduğu mânâsı çıkar. Ama anılan zamir, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) râci olursa, beşer yaradılışında, belagatta ve ümmîlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), benzen bir insandan bir sûre getirin, demek olur. Ancak bu, böyle olmayanların bundan âciz olduğu mânâsına da gelmez. Fakat onların teker teker veya bir araya gelerek topluca buna muktedir olabilecekleri ihtimali ortaya çıkar. O zaman topyekûn bir ümmete meydan okuyup yaya veya atlı herkesin muaraza yarışı için toplanmalarını emretmek nerede kalır? Nitekim âyette şöyle meydan okunmaktadır: C- "Allah'tan başka bütün şahitlerinizi de çağırın". Bu cümlenin tefsirinde çeşitli tevcihler yapılabilir. Yardıma çağınlabilecek olanlar çok ve çeşididir. a) Bir tevcihe göre bu cümle şöyle anlaşılabilir: 1- Allahü teâlâ'dan başka yanınızda hazır olanları; 2- Sıkıntıya düştüğünüz zamanlarda ve önemli işlerinizde meclis ve mahfillerinizde başvurduğunuz reis ve eşrafınızı; 3- Haklarınızı almak için yöneticileriniz katında şahadetleri geçerli emin insanlarınızı; 4- Gerçekten veya sizin iddianıza göre size yardım edecek olanları ve cinleri de yardımınıza çağırın. Birinci tevcihte Allahü teâlâ her yerde hâzır olduğu hâlde onun istisna edilmesi, Allah'tan başka herkesi kapsamak mânâsını kuvvetlendırmek içindir. Yoksa onlara teklif edilen şeyde Allah'ın kudretinin istibdadını belirtmek için değildir. Çünkü o mânâ, Allahü teâlâ'yi çağır salar, onlara yardım eder vehmini doğurur. İkinci tevcihte şahitlerden maksat, o toplumun ileri gelenleri, meclislerin ve mahfillerin reisleridir ve Allah kelimesinden önce bir muzaf (Arapçada tamlamanın birinci parçası) mukadderdir. Yani Allah'ın dostları dışında ve onlardan farklı olan kimselerden, size şahitlik edecekleri çağırın. Yani onlar bile size şahitlik etmeyeceklerdir. Bu görüşe göre muzaf takdir edilmesi, mukabele mânâsım gözetmek içindir. Çünkü Allahü teâlâ'nın dostlarının karşıtı, putların dostlarıdır. Tıpkı Allah'ın zılırinin mukabilinin putların zılıri olduğu gibi. Bu yoruma göre sanki şöyle denmektedir: Biz, âdet olduğu üzere sizin tarafsız şahitler getirmek mecburiyetinizi de kaldırdık. Sizi savunmakla tanınan şahitleri getirmenizi de yeterli gördük ama onlar bile kınanmaktan sakınacakları ve apaçık geçersiz olan bir şahadette bulunmaktan çekinecekleri için sizin lehinize şahitlik etmeyeceklerdir." Elbette böyledir. Çünkü Kur’ân'ın icazı, öyle açık bir gerçektir ki onun inkârına asla imkân yoktur. Diğer tevcihlerde Allahü teâlâ'nın istisna edilmesi ise, daha başta onların, Allahü teâlâ'dan kopmuş ve Allah'a karşı düşmanlığın zirvesinde olduklarını açıkça belirtmek içindir. b) Bir başka düşünceye göre de mânâ şöyledir: Allah'ın dostlarından başka, güvendiğiniz ileri gelenlerinizi ve edebiyatta isim sahiplerini, sizin getirdiklerinizin Kur’ân'ın benzeri olduğuna dâir şahadette bulunmaya çağırın! Fakat onlar da geçersiz ve imkânsızlığı besbelli olan bir iddianın sıhhatine şahadette bulunmaya razı olmazlar. Ancak bu yorum, meydan okumanın, onların reislerine şamil olmamak sakıncasını taşır. c) Başka bir kanaate göre de mânâ şöyledir: Siz, şahitlerinizi çağırın da iddianızı onlara doğrulatın; siz, Allahü teâlâ'yi şahit tutarak "bizim iddiamızın doğru olduğuna Allah şahittir" demeyin; çünkü bu hüccete mağlup olanların âdetidir. ç) Bir başka anlayışa göre âyetteki şahitlerden maksat, putlardır. Yani siz, Allahü teâlâ'yi bırakıp da ilâh edindiğiniz putlarınızı yardıma çağırın. Buna göre âyette putlara şahitler denmesi, putlardan yardım istemelerinin gerekçesini belirtmek içindir. Bu düşüncenin temelinde putların Allah katında yüksek itibar sahibi oldukları ve şahadette bulunmak suretiyle insanlara faydalı olacakları inancı vardır. Çünkü bu inancı besledikleri putlar, her önemli İşte onların müracaat mercii ve sıkıntı veren her işte onların sığmağıdır. Sanki "Bu putları dar günleriniz için edindiniz; o hâlde başınıza gelen bu büyük felâket için onları çağırın" denmiş olur. Bu, onların ne kadar izansiz olduklarını gösterir. Nitekim onlar, daha hakiri olmayan bir takım putlara tapmayı, bütün kemal sıfatlarına mâlik Zât-ı Bârî'ye ibâdete tercih etmişlerdir. d) Son bir mânâ da şöyledir: Ey kâfirler! Allah huzurunda sizin için şahitlik yapacak olanları çağırın da, Kür'an'a karşı muarazada size yardım etsinler. Buna göre onlara şahit denmesi daha önce belirtildiği gibi, onlardan yardım talebinin gerekçesine ısâret etmek içindir. Çünkü kıyametin o korkunç ortamında onlara şahitlik yapacak olanların her önemli İşte yardımları istenmelidir. Her natûku (söyleyeni) dilsiz gibi susturan Kür'an'a karşı muaraza için cansız putlardan yardım talebinde bulunmalarının emredilmesinde, anlatılamayacak kadar büyük bir aşağılama ve hayret anlamı vardır. Ç- "Eğer iddianızda doğrular (sâdık) iseniz." Yani eğer siz Kur’ân'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözü olduğu iddiasında doğru iseniz, haydi siz de onunki gibi, onunkine benzer bir sûre getirin. Onların o iddiadaki doğruluğu, onların bir benzerini getirmeye muktedir olmalarını gerektirir. Zira onlar da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi beşer ve Arap olma vasıflarını taşımaktadır. Üstelik onlar hitabet ve şiirle uzun zamandır meşgul olmakta, nazım ve nesir üzerinde çalışmakta ve tarihî vak'aları ezberlemektedirler. Özellikle dayanışmaları ve yardımlaşmaları hâlinde bu vasıflar daha da kuvvet kazanabilir. Ve hiç şüphesiz bir şeye muktedir olmak onu ortaya koymakla isbat edilebilir. 24"Fakat eğer bunu Yapamazsanız -ki zaten hiçbir zaman yapamayacaksınız- o hâlde kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem ateşinden sakının (ittika edin)." A- "Fakat eğer bunu yapamazsanız" Yani eğer siz, onun benzerini getirmek için, çaba harcadıktan, bilinen bütün gayret sınırlarını geçtikten, yetkin sandığınız eteklere sarıldıktan, her çetin ve uysalın sırtına bindikten sonra da bunu yapamazsanız... B- "Ki zaten hiçbir zaman yapamayacaksınız" Bu, Kur’ân'ın açık bir mucize sidir. Çünkü Kur’ân, bilgisi Allah'a mahsus olan gaybı, geleceği haber vermiş ve sonuç da söylediği gibi olmuştur. Elbette o kâfirler, biraz olsun Kür'an'a benzeyen bir eser ortaya koymuş olsalardı rivâyetçiler, halef-selef birbirlerinden bunu naklederlerdi. Demek ki yapamamışlardır ve yapamayacaklardır. C- "O hâlde kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem ateşinden sakının!" a- "Cehennem ateşinden sakının!" Cehennem ateşinden sakının ifadesi, sürdürdüğünüz inadı, bırakın demektir. Çünkü ancak o inadı bırakmakla, cehennem ateşinden sakınmak mümkündür. Yani eğer onun benzerini getirmekten aciz iseniz -ki bu kesindir- o hâlde onun Allahü teâlâ katından indirildiğini inkâr etmeyin. Çünkü bu, cehennem ateşi ile azab görmeyi mûcibtir. Ancak bunlar sarahatle ifade edilmeyip kinaye yolu tercih edilmiş, inat ateşe benzetilmiş ve inat ile alâkak olmak, ateş ile alâkak olmak sayılmıştır. Bundan amaç, inadın korkunç akıbetini fazlası ile anlatmak, bunu hakkıyla teşhir etmek, muhat abları bundan sakınmaya inandırmak, onları inattan nefrete itmek ve Kinaye yolu ile anlatılan hakikati bilmelerini sağlamaktır. Bu âyette açık ve harika bir icaz vardır. Zira anılan mânâları ifade eden ibarenin ask şöyle olur: Eğer bunu yapamayacaksanız, onun doğruluğu sizce de sabit olmuş olur. Ve eğer bu sabit ise, sizin inadı sürdürmeniz, ona imân etmemekte ısrar etmeniz, ateş ile cezalandırılmaya sebep olur. Şu hâlde inattan kaçının ve cehennem ateşinden sakının! b- "Ki onun yakıtı insanlarla taşlardır". Bu cümle, cehennem ateşinin sıfatı olup onun korkunçluğunu ve şiddetini ifade etmektedir. Allah bizi ondan korusun! Yani cehennem ateşi, öyle şiddetli bir sıcaklık veriyor ki yaş kuru neye dokunsa hemen onu yakiveri-yor. Bu cümlenin başında "elletî / ki o" mevsûl isınınin bulunması cehennem ateşinin bu sıfatından, muhatabların daha önce haberdar olduklarını göstermektedir. Zira onlar daha önce bunu Ehl-i Kitab'tan (Yahudi ve Hristiyanlar) yahut Resûlüllah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) duymuşlar veyahut Medenî (Medine'de inmiş) olan şu âyetten: "Ey imân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun." (Tahrim 66/6) öğrenmişlerdir. Böylece bu âyette de onların daha önce bunu duyduklarına işaret edilmiş oluyor. Tahrim (66) sûresinin Medenî olması, bilindiği gibi onun bütün âyetlerinin Medenî olmasını gerektirmez. Bu âyette ateşin sıfatı oları cümlenin mânâsının mulıatablarca daha önce malûm olduğunun gereldiliğini bilmek daha kolaydır. Çünkü burada muhatab, mü'minlerdir ve onu Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) duymuş olmaları acık bir gerçektir. Âyetteki taşlardan maksat putlardır, insanlardan maksat da kendi nefisleridir. Nitekim diğer bir âyette de meâlen şöyle buyrulmaktadır: "Şüphesiz sizler ve Allah'ı bırakıp da taptıklarınız cehennem yakıtısınız." c- "Kâfirler için hazırlanan" O cehennem ateşi, indirdiğimiz Kur’ân'ı inkâr edenlere azab etmek için hazırlanmıştır. Buradaki kâfirlerden maksat ya kâfirlerin cinsidir ve muhatab kâfirler de öncelikle buna dahildir ya da özellikle muhatab kâfirlerdir. Kâfirler yerine "onlar" zamiri kullanılmaması (onlar için hazırlanmıştır denmemesi) onları zemmetmek ve küfürlerine hükmetmenin gerekçesini belirtmek içindir. Bu âyet-i kerîme, cehennem ateşinin yaratılmış ve hâlen mevcut olduğuna da delâlet eder. 25"(Resûlüm) imân edip iyi iş (sâlih amel) işleyenleri de müjdele! Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine o cennetlerden bir semere rızık olarak her verildiğinde: "- Bu, bundan önce rızıklandırıldığımız şeydir!" derler. O rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur. Orada onlar için tertemiz eşler de vardır ve onlar orada devamlı (muhalleden) kalacaklardır." A- "İmân edenleri müjdele" Kur’ân-ı Kerîm'in Allah'ın yüce katından indirilmiş (münezzehin min ı'ndi'llâhi azze ve celle) olduğuna imân edenleri müjdele!... Bu cümle, önceki cümle üzerine matuftur. Ancak bu atıf, belli bir şeyin bizzat kendisinin atfı kabilinden olmayıp fakat bir kıssanın bir kıssa üzerine atfı kabilindendir. Burada mü'minlerin, Kur’ân karşısındaki durumu ve onların mükâfatının vasfı, kâfirlerin Kur’ân karşısındaki durumu ve onların cezasının keyfiyeti üzerine atfedilmektedir. Zira ilâhî sünnette terğib (teşvik) ile terhib (korkutmak) ve va'd ile vaîd (ceza tehdidi) çift olarak zikredilmektedir. İki cümle arasındaki üslûp değişildiği ise iki grubun halleri arasındaki farkın büyüklüğünü hayal ettirmek ve anlatmak içindir. Âyette müjdelemenin imân ve sâlih amele bağlanması, imân ve sâlih amelin bizzat kendileri için değildir. Çünkü imân ve sâlih amel, gelecekte mükâfat gerektirmek şöyle dursun, daha önce anlatılan dünya nimetlerine bile karşılık olamazlar. Bu ancak sâri' (şeriat hükümlerini koyan) Allahü teâlâ'nın va'di gereğidir. Bundan önceki âyette kâfirler, fail olarak (kâfirin şeklinde) zikredilmişken burada mü'minlerin, hudûs (oluş) ifade eden (âmenû / onlar imân ettiler), fiili ile anlatılmaları muhatabları imâna teşvik ve küfürde direnmekten sakındırmak içindir. "Beşşir / müjdele!" hitabı, Peygamberimize aittir. Bir görüşe göre ise bu hitab, müjdeleme işini gerçekleştirebilecek herkes içindir. Nitekim Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîsinde şöyle buyrulur: "Gecenin karanlığında mescidlere yürüyen mü'minlere kıyamet gününde tam bir nûr müjdele!" İşte bu hadîste de Peygamberimiz muayyen bir kimseyi değil fakat gece karanlığında mescide gidecek herkesi kıyamet gününde nurla müjdelemektedir. Bu da şuna işaret eder: Konu o kadar önemlidir ki muktedir olan herkes bunu yapmakdır. B- "...Sâlih ameller işleyenleri" Sâlih amel, aklen ve naklen (islâm ölçülerine göre) doğru olan iştir. Çoğul olarak zikredilen "a'milû's-sâlihât — iyi işler"den bazılarına Bakara sûresinin baş tarafında işaret edilmişti. Amelin (iş), imâna atfedilmesi ikisinin ayrı ayrı şeyler olduğuna delâlet etmekle beraber bu müjdeye hak kazanmak için her ikisinin bir kimsede bulunması gereğini vurgulamak içindir. Günkü imân, temeldir ve salih amel de onun üzerine kurulan bina gibidir. Ve üzerinde bina bulunmayan bir temel de, ihtiyacı karşılamaz. C- "Onlar için... Cennetler vardır" Cennet, lügatte örtü (e's-sütre) veya dalları birbirine dolanan sık hurma ağaçlarının gölgelediği yer demektir. Nitekim Cahiliye devrinin ünlü şâirlerinden ve aynı zamanda Muallakat-ı Seb'a (Kabe duvarına asılan yedi seçkin şiirin) sahiplerinden Züheyr b. Ebi Selma bir şiirinde şöyle demiştir: "Keenne ayneyye fîğarbiyyi makteletin, Mine’n-nevadıhı teslia cenneten sehaka. " "Bir savaş meydanına gün batısında bakan göklerim, Uzaklardaki bir cenneti (bahçeyi) sulayan havutlara döndü. " Hurma ağaçlarının çok sık olması ve dalların birbirine dolanması hâlinde altını güneşten sakladığından bir örtü gibi kabul edilir ve cennet adını alır. Fakat genel olarak ağaçlık yerlere de cennet denir. Yahya b. Ziyad el-Ferrâ diyor ki: "Cennet, hurma ağaçlarının; Firdevs üzüm kütüklerinin bulunduğu bahçelere denir." Mükâfat yurdunda (dâre's-sevab) anlatılması imkânsız köşkler ve saraylar bulunmakla beraber ona cennet adının verilmesi, nimetlerin ana kısınının ve lezzetlerin büyük bölümünün orada olmasındandır. Cennetler anlamına gelen "cennât" kelimesi, çoğul ve nekire (harf-i tarifsiz) olarak zikredilmiştir. Çünkü Abdullah b. Abbas'tan rivâyet edildiğine göre yedi cennet vardır: 1) Firdevs Cenneti (Cennetü'l-Firdevs), 2) Adn Cenneti (Cennet-i Adn) 3) Naîm Cenneti (Cennetü'n-Naî'm), 4) Huld Cenneti (Dârü'l-Huld), 5) Me'vâ Cenneti (Cennetü'l-Me'vâ) 6) Dârü's-Selâm, 7) Illiyyûn. Bu cennetlerin her birinde de amellerin ve amel sahiplerinin değişik hallerine göre değişik mertebeler ve dereceler vardır. Ç- "...Altlarından ırmaklar akan" Eğer cennetten maksat gölge yapan ağaçlar ise ırmakların onların altından aktığını düşünmek tabiîdir. Fakat cennetten murad ağaçlı bir yer ise o zaman bir muz af takdir etmek gerekir. Yani ağaçlarının altından ırmaklar akan demek olur. Eğer cennetten hem yer, hem de ağaç kastedilirse, o zaman da "altından" mânâsı ağaçlar itibarı ile nazara alınır ve hepsine birden cennet denilmesi yeterli olur. Tabiînden Mesrûk, diyor ki: "Cennet ırmakları, arlı ve kanal olmaksızın akar." Âyetteki ırmaklardan (el-enhâr) maksat, ırmakların cinsidir ya da Muhammed (47) sûresinin 15. âyetinde belirtilen ırmaklardır. Şöyle ki: "Müttakîlere (sakınan) va'dolunan cennetin misâli şudur: Orada (rengi, kokusu ve lezzeti) bozulmayan sudan ırmaklar, tadı bozulmayan (tagayyür etmeyen) sütten ırmaklar, içenler için lezzetli bir şarabtan ırmaklar, süzme baldan ırmaklar var." Nehir, derenin üstünde (fevka'l-cedvel) ve denizin altında (dûne'l-bahr) Nil ve Fırat gibi su mecralarına denir. Fakat burada mecazî olarak nehirden kasdolunan o mecrada akan sulardır. Nitekim "oluk aktı" denildiğinde me-caz-i aidi olarak oluktan akan su anlaşılır. D- "Kendilerine o cennetlerden bir semere rızık olarak her verildiğinde; "- Bu, bundan önce rızıklandırıldığımız şeydir!" derler." Bu cümlede anlatılanlar da cennetlerin ikinci sıfatıdır. Birincisi altlarından ırmaklar akmasıydı ki bu cennetlerin zâtına ilişkin bir sıfat olduğundan daha önce zikredilmiştir. Bu ikinci sıfat cennet nimetlerinden faydalanan cennet ehline (mütenaa'i-mîn) ilişkın bir sıfat olduğundan daha sonra zikredilmiştir. Yahut bu cümle gizli bir sorunun cevabı mahiyetindedir. Sanki cennetlerin o sıfatları anlatılınca dinleyenlerin zihnine, "- Acaba âhiret cennetinin meyveleri, dünya cennetlerinin (cennâti'd-dünya) meyveleri gibi mi?" sorusu geliyor da cevab olarak onun memelerinin vasıfları anlatılıyor. "Bundan önce / min kablü"den maksat, dünyada demektir. Ancak dünya semeresiyle cennet semeresi arasındaki benzerlik çok kuvvetli (müstahkem) olunca "Bu, bundan önce rızıklandırıldığımız şeydir" beyanıyla ikisinin aynı şey olduğuna hükmediliyor. Açıkça anlaşılıyor ki cennet meyveleri, dünya meyveleri gibi yaratılmıştır. Bunun da sebebi görüldüğünde nefsin ona meyletmesini sağlamaktır. Çünkü insan tabiatı, alışık olduğu şeye meyleder; tanımadığı şeyden kaçar. Bu benzerliğin bir diğer sebebi de insanın onu gördüğünde o semerenin meziyetini ve nimet özelliğini kavramasını kolaylaştırmaktır. Çünkü cennet nimetleri hiç bilinmeyen bir cinsten olmuş olsaydı omın başka türlü olamayacağı zannedilirdi. Bir başka tevcihe göre bu cümlenin mânâsı "bundan önce cennette bize yedirilen rızk İşte budur" demektir. Çünkü cennetin yiyecekleri, şekil ve görünüm olarak birbirlerine benzer. Nitekim Hasen-ı Basrî'den (radıyallahü anh) gelen şöyle bir rivâyet vardır: "- Cennet ehlinden birine bir tabak yiyecek getirilir; o da ondan yer; sonra bir tabak daha getirilir; bakar ki içindeki yiyecekler ilk tabaktakiler gibidir. O (görünüşe bakarak): "- Bu da, onun aynı!" der. Fakat onu getiren melek: "- Buyur, ye; renkleri birdir ama tatları değişiktir der!" Bir başka yoruma göre âyetin mânâsı Peygamberimizin bir hadîsinde işaret buyurduğu gibidir. Şöyle ki: "Nefsimi kudreti elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki cennet ehlinden bir adam ilk defa yemek için elini semereye uzatır ama o semere daha ağzına ulaşmadan Allahü teâlâ onu benzeri ile değiştirir (ona başka bir tat ve lezzet verir)." Ancak birinci yorumdaki, "küllemâ / her defasında" genel mânâyı korumak için daha münasiptir. Çünkü cennet ehli her defasında bu sözü tekrar ederler. Cennet ehli bu sözleriyle, sevinçlerini gösterirler. Cennet ve dünya meyveleri arasındaki şekil ve renk benzerliğine rağmen lezzet bakımından aralarında büyük farklar bulunduğunu garipsediklerini ifade ederler. Sanki şöyle demiş olurlar: "- Bu, dünyada iken bize rızk olarak yedirilen şeyin aynıdır. O halde bu lezzeti ve güzel kokusu nasıl oluyor?" Abdullah b. Abbas'ın "- Cennette dünya yiyeceklerinden isınınden başka bir şey yoktur." rivâyeti de bu mânâya halel getirmez. Çünkü bu, dünya yiyecekleri ile cennet yiyecekleri arasında lezzet, güzellik ve biçim bakımından çok büyük farklılıklar bulunduğunu anlatmak içindir; yoksa aralarında hiçbir benzerlik bulunmadığını beürtmek için değil. Elbette öyledir; çünkü isimler, kesinlikle aynı türden olanları ifade etmek içindir. Bu âyet-i kerîme şöyle de tefsir edilmiştir: "Cennet ehlinin aldığı lezzetler, dünyada kendilerine (manevî) rızk olarak verilen marifetler ve taatler mukabilinde olup durumları değişiktir." Bu yoruma göre cennet ehlinin "bundan önce bize yedirilen rızk İşte budur" sözlerinden, "bu, dünyada rızk olarak bize verilen taatlerin mükâfatıdır" mânâsı çıkarılabilir. Ancak bunun meyvelere tahsis edilmiş olması bu yorumu desteklemez. Çünkü cennet ve içindeki bütün nimetler, mükâfatlar kabilindendir. E- "O rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak sunulmuştur." Bu cümle, bir ara cümlesi olup kendisinden öncekiler için açıklama mahiyetindedir. F- "Orada onlar için tertemiz eşler de vardır..." Cennet kadınları maddî ve manevî bütün kirlerden arınmışlardır. "Tetahhur" kelimesi maddî ve manevî bütün temizliği kapsar. "Ezvac", zevcin çoğuludur. Zevç, eş anlamında olup erkek için de, kadın için de kullanılır. Zevç lügatte, kendi cinsinden bir arlıadaşı olana denir. G- "...Ve onlar orada devamlı (muhalleden) kalacaklardır." Âyette geçen "hâlid" kelimesinin mastarı "hulûd" sonsuz devam etsin veya etmesin, uzun süre sebat etmek anlamındadır. Bundan dolayıdır ki (kazanın, çömleğin üzerine konulduğu) ocak taşlarına, insanın kendi hâli üzere kaüp, değişmeyen kısınına hâlid denir. Eğer hulûd'un asıl mânâsı, sonsuzluk olsaydı, Kur’ân'ın Nisa (4) sûresinin 57, 122 ve 169. âyetlerinde "hâlid" kelimesinin yanında bir de "ebed" (ebediyyen) kaydı zikredilmezdi ve sonsuz olmayan şeyler için kullanılmazdı. Ancak burada (cennet ehli için) kastedilen mânâ sonsuzluktur. Çünkü bu konudaki âyet ve hadislerden (el-Sünen) çıkarılan kesinlikle budur. Demliyor ki, insanın bedeni keyfiyet bakımından zıt cüzülerden oluşur. Bu cüzüler bir takım değişikliklere uğrar. Bu değişiklikler, bedeni sonunda çözülüp dağılmaya (inhilâl ve infıkâke) götürür. Şu oluş ve bozuluş (kevn ve fesad) âleminde âlim ve kâmil bir insanın müşahede ettiği vakıa budur. (Bu da insan hayatının sonsuz olmasını imkânsız kılar). Bu görüşün dayanağı, âhiretin mükemmel âlemini bu düzensiz âleme ve oradaki hayatı, burada görülenlere kıyaslamaktır. Kaldı ki, , yaratan Allahü teâlâ ölümden sonra ikinci kez insanı yaratırken, belki bu kez insanı öyle yaratacaktır ki bedenin cüzülerinde değişildik meydana gelmeyecek ve bedenî çözülme asla olmayacaktır. Bu da şöyle gerçekleşebilir: Bedenin cüzleri keyfiyetçe zıt değil, belki farklı olmakla beraber kuvvetçe birbirini dengeleyici olacaktır. Etkileşim hallerinde biri güç kazanıp öbürünü ortadan kaldırmaz. Birbiri ile devamlı dayanışma içinde olur; birbirinden hiçbir zaman ayrılmaz. Bu orantı ebediyen aralarında muhafaza edilir. Yemek, içmek ve hareketler gibi şeyler de onlarda bir değişiklik yapmaz. Bilmiş ol ki gözlemler ile sabit olduğuna göre insan hislerine hitap eden lezzetlerin çoğu meslien, yiyecek ve evlilik ile sağlanmaktadır. Bütün bunların amacı da ayakta kalıp hayatı idame etmektir. Çünkü ne kadar büyük olursa olsun, geçici ve yok olmaya mahkûm her nimet bulanık olur; üzüntü izleri taşır, İşte bundan dolayıdır ki, Allah, mü'minlere mükemmel bir keyif ve sevinç vermek için onlara cenneti ve onun devamını müjdelemiştir. Allah'ım! Bizleri rızanı kazanmaya muvaffak eyle! Rızana erdiren söz ve amellerde sebat etmeyi bizlere nasip eyle! 26"Şüphesiz Allah, bir sivrisineği hattâ onun daha üstünde olanı misâl vermekten çekinmez (istihya etmez). Bu durumda imân edenler, bunun Rabblerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Fakat küfredenler: "- Allah bu misâl ile neyi murad etti?" derler. Allah, onunla birçoklarını saptırır (idlâl eder); birçoklarını da hidâyete erdirir. Allah onunla fâsiklardan başkasını saptırmaz." A- "Şüphesiz Allah bir sivrisineği hattâ onun daha üstünde olanı misâl vermekten çekinmez." Daha önceki âyetlerde kâfirlere meydan okumak, onlara taş yutturmak, şehir halkından ve göçebelerden (min ehli'l-mederi ve'l-bever) bütün belagat üstatlarını susturmak suretiyle Kuran-ı Kerîm hakkında kâfirlerin kafasında mevcut şüpheleri gideren Allahü teâlâ şimdi bu âyetle orada verilen misallerin hikmetini beyana, hak ve hakikati ortaya koymağa girişiyor. Ebû Saklı el-Semmanin rivâyetine göre Abdullah b. Abbas şöyle demiştir: "Münafıklar, Kur’ân'da ateş (e'n-nâr) karanlıklar (e'z-zulümât), gök gürültüsü (e'r-ra'd) ve şimşek (el-berk) ile örnek verilmeyi ta'rı (ayıplama) konusu yaptılar ve dediler ki: "- Allah, darb-ı mesel vermekten yüce ve münezzehdir (ecel ve a'la)." Atâ'nın beyanına göre "Bu ta'n, müşrikler tarafından yapılmıştır." Yine Atâ'ya (radıyallahü anh) göre: "Ey insanlar bir misal verildi; şimdi onu dinleyin!" (Hacc 22/73) âyetiyle "Allah'tan başka dost edinenlerin durumu, kendisine ev yapan örümceğin, durumu gibidir" (Ankebut 29/41) âyeti nazil olunca, Yahudiler dediler ki: "- Sineğin ve örümceğin ne değeri var ki Allahü teâlâ onları misal versin?" Yahudiler bunu, Kur’ân'ın Allah katından indirildiğini inkâr için bir vesile yapıyorlardı. Oysa temyiz (yanlış ile doğruyu, iyi ile kötüyü ayırt etme) kudretine sahip herkes, bunun değil inkâra, tereddüde dahi mahal vermeyeceğini anlar. Hattâ Kur’ân'da verilen bu kabil örnekler, Kur’ân'ın beşer takatinin dışında (haricen a'n tavki'l-beşer) bir Kitab olduğunun, bütün kuvvet ve kudretlerin yaratıcısı Allah katından indirildiğinin (nâzilen min ı'ndi hallâku'l-kuva ve'l-kadr) en açık delilleridir. Elbette öyledir. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi temsil, gözlemlenen şeyler ortamında maksadı ortaya koymaktan, akıl ile idrâk edilen şeyleri duyular yoluyla idrak edilen şeylerle ziynetlendirmekten ve garip kavramları munis şeylerle tasvir etmekten ibarettir. Bundan amaç, gizli hakikatlerin ve dikkatten kaçan gerçeklerin idrakinde vehmi ve akla karşı koymayı (muaraza), isyan mertebesinden aşağı indirmektir. Ta ki vehim, aldın gereği doğrularda ona uysun, aldın razı olduğu faydalarda o da akla ortak olsun. İşte bundan dolayıdır ki bu kabil temsiller, ilâhî Kitaplarda, peygamberlerin sözlerinde, belagat üstatlarının ifadelerinde ve hikmet pirlerinin işaretlerinde pek yaygındır. Ve iki şey arasındaki temsilde büyüğü büyükle, hakıîri de hakıîrle temsil etmek bu sanatın mutlak bir gereğidir. Nitekim İncil'de kalbteki kin ve haset köpekle; sefihlerle uğraşmak da arıları kışkırtmayla temsil edilir. Belagat üstatlarının ifadelerinde de "karıncadan daha toplayıcı (çalışkan), sinekten daha cür'etkâr, keneden daha çok işiten, sivrisinekten daha zayıf v.s." diye sayısız örnekler yer alır. Haya, ayıplanma veya kınanmayı gerektiren haller karşısında insan nefsinin bozulması (tağayyürü'n-nefs) ve canının sıkılmasıdır (inkıbaz, darlanma). "Haya" hayât, kökünden gelmektedir. Sanki haya eden kimsenin, hayât gücü zedelenmiş ve eksilmiş olur. Peygamberimizin: "Şüphesiz Allah, saçı sakalı ağarmış bir müslümana azap vermekten haya eder" ve "Allah, haya sahibidir, Kerim'dir; kul, ellerini O'na doğru kaldırırsa, ellerine hayır koymadan onları boş çevirmekten haya eder" hadîslerinde olduğu gibi haya, Allahü teâlâ'ya İsbat (olumlu olarak izafe) edildiği zaman, temsil yolu ile özel bir terk mânâsı anlaşılır. Nitekim yukardaki hadîslerde belirtildiği gibi Allahü teâlâ'nın, saçı sakalı ağarmış yaşlıya azab etmekten ve kulunu mağfiretinden mahrum kılmaktan vazgeçmesi, bir şeyi yapmaktan utanarak terk eden kimsenin davranışına benzetilmiştir. Diğer bâzı hallerde de haya, Allahü teâlâ'dan nefye (olumsuz olarak izafe) edilir. Meselâ Ahzab (33) sûresinin, "Allah, halikı açıklamaktan haya etmez (Va'llahü lâyestahyî mîne'l-halik)" mealindeki 53. âyetinde böyledir. "Allah, halikı açıklamaktan haya etmez" demek haya, Allah'ın halikı açıklamasına engel olmaz; Allah, haya hissiyle halikı açıklamaktan, geri durmaz; halikı açıklamayı haya sebebiyle terk etmez demektir. Burada açıkça görüldüğü gibi istihya etmek özel olarak terk etmek anlamında kullanılmıştır. "Allah, haya ile vasıflan dırılamaz" ifadesinde olduğu gibi haya vasfını doğrudan doğruya Allahü teâlâ'dan çekip almak anlamında değildir. Çünkü selbi (olumsuzluğu, nefyi) bazı belli konulara tahsis etmek, bazı konularda bunun olabileceğini akla getirir. Bu itibarla âyette maksud olan mânâ, misal getirmekten haya eden kimsenin bunu terk etmesine benzer bir durum değildir. Âyet bu mânâsı ile bu kabil darbı mesellerin çok kuvvetli gerekçeleri ve halik sebepleri bulunduğuna işaret eder. Çünkü haya etmek, ancak nefsin kabul edip hoşnut olduğu hareketler için tasavvur edilebilir. Bir de, "Şüphesiz Allah... misal vermekten çekinmez (istihya etmez)." ifadesi, kâfirlerin sözlerine benzerlik olması için de kullanılmış olabilir. Çünkü kâfirler: "- Muhammed'in Rabbi, bu değersiz şeylerle misal vermekten utanmıyor mu?" diyorlardı. Nitekim muhatabın beyanına benzer bir ifade kullanılması şu şiirde de görülmektedir: ......... Darb-ı mesel, misali yerinde kullanıp tatbik etmektir, yeniden inşa etmek değildir. Yaygın misallerin yerinde inşasıyla darb-ı mesel oluşur. Darb-ı mesel; 1- Mührü tam olarak darb etmek mânâsından alınmış olabilir. Mührün darbı, onun kalıbını tatbik etmek olduğuna göre darb-ı meselleri yerinde kullanmak da onları tatbik etmek demektir. Sanki darb-ı meseller bir çeşit kalıptır. Meseller, onların biçimiyle uygulanır. Bunun anlamı mesellerin, kalıplara uygun olarak kullanıldığıdır. 2- Çamuru duvara iyice yapıştırmak için onu duvara vurmak anlamından gelmiş olabilir. Sanki darb-ı mesel kullanan, onu kullanma yerine, ayrılmayacak şekilde bir darbe ile yapıştırıyor. Çünkü darb-ı mesel ile kullanıldığı yer arasında çok kuvvetli bir bağ vardır. Âyette geçen "mâ / ne" istifham için de olabilir. Bu takdirde kâfirlerin, darb-ı meseli garipsemeleri reddedilmiş olur ve şöyle bir mânâ çıkarılabilir: Sivrisinek nedir? Onda ne engel var ki, darbı mesel konusu olmasın? Allah, değil sivrisinek ondan daha küçük ve değersiz bir şeyi de misal verebilir. Sivrisineğin kanadı gibi. Nitekim rivâyet olunur ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer dünyanın (âhirete göre), Allah katında bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı, dünyada kâfire bir yudum su içirmezdi" buyurmuştur. Bu âyet-i kerîmedeki "hattâ daha üstünde olanı / femâ fevkafı a" ifadesi bir tayin ve tahsis değil fakat bir misâldir. Bu itibarla burada sivrisineğin zikredilmesi, diğer varlıkların da darb-ı mesel konusu olmalarına halel getirmez. Fakat bunu öncelikle tespit ve teyit eder. Sivrisineğin üstünde olmak anlamı itibariyle ya temsilden kastedilen mânâda olur; yani sivrisinekten daha küçük ve daha değersiz bir varlık kastedilmiş olur ya da bu üstünlük, cisim ve cüssede tezahür eder. Ancak bu cüsse, neye varırsa varsın demek değildir. Büyüklükte belli bir ölçü söz konusudur. Sinek ve örümcek gibi. O halde Allahü teâlâ, dilediği her şeyle misal verebilir. Sivrisinekten üstünlük anılan şekilde iki mânâya gelebileceği gibi, şu hadîs de iki mânâda yorumlanabilir: Rivâyet olunduğuna göre Mina'da bir adanı çadırın ipi üzerine düştü. Olay Hazret-i Âişe'ye anlatılınca dedi ki: "Resûlüllah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) dinledim; o buyurdu ki: "- Bir Müslüman'ın ayağına bir diken veya onun fevkinde (üstünde) bir şey batsa, mutlaka ona bir derece yazılır ve bir hatası silinir." İşte bu da iki mânâya muhtemildir: a) Azlıkta dikenin ötesinde olan bir şey. Meselâ karınca ısırması gibi. Nitekim Peygamberimiz: "Mü'minin karşılaştığı her nahoş olay, onun hatalarına kefarettir; hattâ karınca ısırması bile..." b) Acı verme bakımından onun ötesinde. Nitekim şiddetli sıcakların dahi Müslümanların hatalarına keffaret olduğuna dâir rivâyetler vardır. B- "Bu durumda imân edenler..." Anılan darb-ı mesellerin, Allahü teâlâ katından doğru olarak verildiği açıklandıktan sonra burada da o darb-ı mesellerden kaynaklanan hükümlerin izahına başlanmaktadır. Yani Allahü teâlâ, bu misalleri verince, onları duyan mü'minler, misallerin Allah katından doğru olarak verildiğini bilirler. Önce mü'minlerin sonra kâfirlerin hâlinin anlatılmasının, sebebini izaha gerek yoktur. Mü'mınlerden ve kâfirlerden bahsederken her iki cümlenin başında da "amma" kelimesinin gelmesinde (amma böylece Allah'a imân etmiş olanlar) mü'minler için övme, kâfirler için ise yergi mânâsı vardır. Burada mü'minlerden maksat, bütün mü'minler; kâfirlerden maksat da bütün kâfirler topluluğudur. Âyette verilen misallere imân edenler ile imân etmeyenler değildir. Yani bütün mü'minler bunu bilirler. C- ".. .Bunun Rabblerinden gelen bir hak olduğunu bilirler" Yani imân edenler bu misallerin de diğerleri gibi Allah katından gelen bir hak veya gerçek olduğunu bılırler. Hak, öyle bir sabittir, öyle sabit olan bi şeydir ki, sübûtunu kabul etmekten başka çare yoktur ve aklen inkârı mümkün değildir. Hak kelimesinin harfi tarifle "el-haliku" şeklinde zikredilmesi mezkûr misallerin gerçekliğinin gözlemlenmiş olduğuna ve birçok hikmet ve maslahat ifade ettiklerine işarettir. "Rabblerinden / min rabbihim" buyrulmak suretiyle, müminlerin Rabb'a izafe edilmesi mü'minlere şeref kazandırmak, darb-ı mesellerin mü'minler için aynı zamanda bir nevi terbiye olduğunu bildirmek, mü'minleri layık oldukları kemal mertebesine erdirmek için bir irşaddır. Mü'minlerin, bu misallerin gereği ikrarlarını anlatmak yerine, onların bilgilerini ifadeyle yetinilmesi bu bilgi ile ikrar arasındaki bağın kuvvetini ve izaha gerek olmayacak kadar açık bir gerçek olduğunu bildirmek İçindir. Nitekim aşağıda mealini bulacağınız Al-i İmran sûresinin 7. âyeti de bu neviçleridir: İlimde derinleşmiş olanlar ise: - Biz ona imân ettik, hepsi de Rabbimizin katındandır; derler." Ç- "Fakat küfredenler: - Allah bu misâl ile neyi murad etti? Derler" Karinenin zahiri burada da aynı ifadenin kullanılmasını gerektirdiği, başka bir deyişle bundan önce mü'minler için "bılırler" buyrulduğu halde burada "derler" ifadesinin tercih edilmesi, o kâfirlerin küfürde çok aşırı olduklarını ve küfürlerinin taşkınca bir serkeşlik ve kibir derecesine vardığını bildirmek içindir. Çünkü Kur’ân'ın hak olduğunu bilmemek, inkâr ve alay etmek demek değildir. Bir de bu ifadenin tercihi, onların dalâlet, fisli ve nakz-ı ahd gibi bazı çirkin hallerinin sayılmasına bir ön açıklama olduğu içindir. Kaldı ki, anılan misallerin hak olduğunu bilmemek, kâfirlerin hepsini kapsamamaktadır. Çünkü onların bir kısmı, hak olduğunu biliyorlardı. Bununla beraber kibir ve inat yüzünden yine o söylediklerini söylüyorlardı. Mü'minler için kullanılan "ya'lemûne / bilirler" teshiline karşı kâfirler için "lâya'lemûne / bilmezler" kullanılmış olsaydı ve bu kelimeye cehalet ve inadı da kapsayan iz'ansızlık ve kabûlsüzlük mânâları da yüklenseydi bu apaçık bir zorlama olurdu. Kimi müfessırler de diyorlar ki "onlar bilmiyorlar..." denseydi zahiren karşı ifadeye uygun olurdu. Ancak onların bu sözleri bilgisizliklerinin açık bir delili sayılacağından bu kinayek ifade kullanılmıştır ki onlar hakkında hüccet olsun. Hakikate ermek için gereği gibi düşün ve apaçık hak üzere ol! İrade, nefsi fiile sürükleyen bir çekim ve eğilimdir ya da fiilin başlangıcı olan kuvvettir. Birinci mânâya göre irade fiil ile beraberdir; ikinciye göre ise irade fiilden öncedir. Bu insanlar için böyledir. Fakat Allahü teâlâ'nın iradesi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir, İşte bundan dolayıdır ki, , islâm âlimleri, Allahü teâlâ'nın iradesi hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir; Bazıları der ki Allahü teâlâ'nın, kendi fiilleri için iradesi yanılmazdır ve icbar edici değildir. Başkasının fiilleri için iradesi ise sadece emredici olmaktır. Bu itibarla günâhlar, Allahü teâlâ'nın iradesi ile işleniyor değildir. Bazıları da der ki Allahü teâlâ'nın iradesi, emrin en mükemmel nizamı ve en faydalı şekli kapsadığını bilir. Çünkü Allahü teâlâ muktedir olanları emirlerini gerçekleştirmeye davet eder, Hak olan görüşe göre irade, ilâhî kudret dahilinde olan iki şeyden birinin tercihi, iki vecih ten birinin tafdili veya bir mânâya tahsisidir. İrade, ihtiyardan (seçmek) daha genel bir mânâyı ifade eder. Çünkü ihtiyar, tercih mânâsı ile beraber tafdîl (daha üstün görme) mânâsını da kapsar. Kâfirlerin söz konusu beyanları, verilmiş olan misalleri, değersiz ve önemsiz buldukları anlamını taşır. Onların bu sözlerden maksadları, darb-ı mesellerdeki hikmeti sorgulamak veya içerdikleri faydaları reddetmek değildir. Fakat onların gerçek maksadları, bu darb-ı mesellerin, Allahü teâlâ'nın iradesine bağlı herhangi bir emrin sonucu olamayacak kadar değersiz ve önemsiz olduklarına ve bu kabil değersiz şeylerle verilen misallerin Allah katından gelmesinin imkânsızlığına dikkat çekmektir. D- "Allah onunla birçoklarını saptırır (idlâl eder); birçoklarını da hidâyete erdirir" Bu cümleler, kâfirlerin bâtıl sözlerine bir cevap olduğu gibi verilen misalin de hikmetini ve amacını beyan eder. Bu misaller öyle gerçeklerdir ki hidâyete isti'dadı olan kimselere (hidâyete'l-müstai'dîn) hidâyet; azgınlıkta inat ve ısrar edenlere de (idlâk'l-münhemekîn) dalâlet vesilesi olur. Böylece âyetteki bir istifhâm "mâzâ erade / neyi irade etti?" fiiline "yüdıllü — saptırır ve yehdî — doğru yola iletir fiilleri" ile cevap verilmiştir. Bunda güdülen amaç her iki fiilin tahakkukuna kuvvetli bir delâlet olması içindir. Çünkü bu iki fiil yerine istifhamda olduğu gibi sadece "erade-yürîdü-irade" fiili kullanılmış olsaydı, idlâl ve hidâyetin Bi-lfiil gerçekleştiğine delâlet etmezdi. Çünkü irade, Bilfiil vukudan aşağı bir derecedir. Bir de, darb-ı meselden murad, Haşr (59) sûresinin; "Bu misâlleri tefekkür etsinler diye insanlara veriyoruz" mealindeki 21. ve benzeri âyetlerde açıklandığı gibi o misâl üzerinde düşünmektir (tezekkür, tefekkür etmek). Doğru yoldan, haktan ayrılma; sapma, hata, yanılgı anlamına gelen "dalâl" kökünden türeyen "idlâl, tadlil" yanıltmak, yanlış yola sürüklemek, yolunu kaybettirmek, saptırmak, sapıklıkta bırakmak demektir. İdlâl, kötü bir tercihe (su-i ihtiyar) terettüb eden arızî bir iştir. Dalâlet ve hidâyet bildiren fiillerin gelecek (istikbal) siğasiyla vârid olmaları bunların yenilenerek sürdüklerini (bi't-teceddüt ve'l-istimrar) bildirir. Bundan önce hidâyete ermiş olanların hâli, dalâlettekilerin hâlinden önce zikredildıği halde burada idlâlin hidâyetten önce zikredilmesi, onların kulaklarına gelen ilk şeyin, kendilerini üzecek ve bedenlerini sarsacak rezaletlerini duymaları içindir. Âyette, darb-ı meselin faydasının yalnız bu zikre tahsis edilmesinin sırrı da budur. Bazı müfessirler de derler ki âyetin bu cümlesi, kendisinden önceki iki cümle için açıklama mahiyetindedir ve aynı zamanda şu gerçeği tescil eder: Allahü teâlâ tarafından verilen misâlin hak olduğunu bilmek hidâyetin; onun hikmetini bilmemek ve güzelliğini inkâr etmek de dalâletin ta kendisidir. "Allah onunla birçoklarını saptırır, birçoklarını da hidâyete erdirir" ifadesi iki tarafın kendileri itibariyle çokluğunu belirtir. Bu itibarla: "Kullarımdan şükredenler azdır." mealindeki âyet ve benzerlerinde olduğu gibi, bu, dalâlet ehline nisbetle hidâyet ehlinin azlıkta olması ile eleştirilemez. Burada hidâyet ehlinin dalalet ehline göre izafî azlıkları değil bizzat kendi çoklukları nazarı itibara alınmıştır. Bunun da amacı, darb-ı meselin faydasını çoğaltmak ve tamamlamaktır. Dalâlet ehlinin çokluğu ve hidâyet ehlinin azlığı sayı itibariyle; dalâlet ehlinin azlığı ve hidâyet ehlinin çokluğu da fazilet ve şeref itibariyle yorumlanabilir. Nitekim şâir der ki: "Şerefli insanlar bu ülkede çoktur. Eğer onlar sayıca diğerleri onlardan çoksa yine de sayılırlar. " Âyette idlâlin, yani dalâleti yaratmanın (halku'd-dalâl) Allahü teâlâ'ya isnad edilmesi, her şeyi (cemîı'l-eşya) yaratanın Allahü teâlâ olduğu gerçeğini ifade etmek içindir. Ancak kulların fiilleri (ef â'lü'l-ı'bâd) kesb (kazanma) cihetinden onlara isnad edilir.29 E- "Allah onunla fâsıklardan başkasını saptırmaz" Bu cümle de kendisinden önceki cevabî cümlenin devamı ve kâfirlerin iddialarının reddi olup o kâfirlerin çirkin sıfatlarını beyan; kimliklerini tayin ve içinde bulundukları dalâletlere işaret eder. Fisk lügatte, çıkmak (huruç) anlamındadır. Şer'î bir terim veya ıstılah olarak fisli büyük günâh (kebîre) işlemek veya küçük günahlarda (sağîre) ısrar etmek suretiyle Allah'ın taatinden çıkmaktır (el-hurucü a'n taa'ta'llah). Fiskın da üç derecesi vardır: 1) Gaflet: Bu, büyük günâhları çirkin görmekle beraber zaman zaman bunları işlemektir. 2) Büyük günâhlarda ısrar etmek. 3) Devamlı olarak büyük günâh işlemekle beraber onların çirkin şeyler olduklarını da kabul etmemek. Fışkın bu son derecesi, küfrün mertebelerindedir. Fâsik insan bu dereceye gelmediği sürece mü'min ismini kaybetmiş olmaz. Çünkü imânın mihveri olan tasdik vasfını taşımış olur. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen: "Eğer mü'minlerden iki topluluk (taife) birbirlerini öldürürlerse (mukatele eder) aralarını ıslah edin!" (Hucurat 49/9) buyrulur. Demek ki adam öldürmekle mü'min vasfı kaybedilmiş olmuyor. Mu'tezile'ye göre ise imân; tasdik, ikrar ve amelin mecmuudur. Küfür ise, halikı tekzip ve inkârdan ibarettir. Mu'tezile kendi tanımına göre fâsıkı bu iki gruptan birine sokamayınca onu mü'min ile kâfir arasında üçüncü bir grup saymıştır. Çünkü fâsık, bazı hükümlerde iki gruptan her birine de benzemektedir. Âyetteki fâsıklardan maksat, küfürde aşıp taşmak, Allah'ın kelâmını inkâr ve onunla istihza etmek gibi daha önce anlatılan halleriyle küfrün son sınırını zorlayanlardır. Fisli sıfatı ve o kâfirlerin sayılan çirkinliklerinden sonra idlâlin onlara tahsisi (Allah, fâsıklardan başkasını saptırmaz, sözündeki tahsis), o kâfirleri dalâlete götüren, onları bu idlâle hazırlayan sebeplerin bunlar olduklarını bildirmek içindir. Çünkü onların küfrü, haktan yüz çevirmeleri ve bâtılda ısrar etmeleri, onların yüzünü, mezkûr meselin hikmetini düşünmekten mesel konusu şeyin değersizliğine yöneltmiştir. Nihayet bu gerçek karşısında onların cehaleti köldeşmiş ve dalâletleri artmıştır. Bu yüzden de onu inkâr etmişler ve o sözleri söylemişlerdir. 27"O fâsıklar ki Allah'ın ahdini mîsaktan (sıkıca bağladık) sonra bozarlar. Allah'ın birleştir (İsal ed)ilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde fesad çıkarırlar. İşte onlar haşirlerdir (dünya ve âhiret hüsrana uğrayan.)" Fâşıkların sıfatları A- "O fâsıklar ki Allah'ın ahdini bozarlar (nakzeder)" Bu âyet-i kerîme fâsıkların me'lûf oldukları fısk sıfatını zem ve takrir eder. Nakz, urgan ve ip gibi duyular ile idrak edilen terkipleri çözmek, feshetmektir. Ahdi iptal mânâsında kullanılması ise istiare suretiyledir. Çünkü ahid veya akid, sözleşme yapan iki tarafın (müteâkıdeyn) sözlerinin bağlanması anlamını taşır.3" Buradaki ahidden şu mânâlar kastedilebilir: 1)- Bi-lfiil alınan ahd (el-mevsık - sözleşme, antlaşma). Bundan murad kullar üzerine kaaim delillerdir ki. (hüccet) bunlar Allahü teâlâ'nın varlığını (vücûdu), birliğini (vahdaniyeti) ve Resûlü'nün doğruluğunu (sidkı) bildirir. Nitekim; "Rabbın onları kendi nefislerine karşı şahit tuttu ve dedi ki (ve eşhedehüm a'lâ enfüsîhim): "- Ben, sizin Rabbiniz değil miyim (Elestü birabbiküm)?" Onlar da: "- Evet şâhid olduk, Sen bizim Rabbimizsin; dediler. " (A'raf 7/172) mealindeki âyet de bu mânâda yorumlanmıştır. 2) - Ahdin zahir ve herkesçe bilinen mânâsıdır. 3) - Peygamberlerin, ümmetlerinden aklıkları ahd. Bu ahd kendilerine mucizelerle müeyyed (musaddak) peygamber gönderilen bir toplumdan o peygamberi doğrulayacaklarına, ona uyacaklarına, önceki kitaplarda (fî'l-kütübi'l-mütekaddime) onun hakkında verilen bilgilen, davasında haklılığını anlatan bölümleri gizlemeyeceklerine ve onun hükmüne muhalefet etmeyeceklerine dâir olan taahhüdleridir. Nitekim Al-i Imran (3) sûresinin 187 ve benzeri âyetlerde bu husus şöyle belirtilir: "Bir zamanlar Allah kendilerine Kitap verilenlerden şöyle bir mîsak almıştı.: - Onu insanlara mutlaka açıklayacaksınız, saklamayacaksınız." Bazı İslâm âlimlerine göre, Allahü teâlâ'nın ahdi (ahdu'Uah) üç nevidir. Şöyle ki: 1) Cenâb-ı Allah'ın, Hazret-i Âdem'in bütün zürriyetinden, kendi varlığını, birliğini ve yegâne Rabb olduğunu (rubûbiyyetini) kabul ve ikrar edeceklerine dâir aldığı ahid, 2) Allahü teâlâ'nın, Peygamberlerinden (enbiya) hak dini daima ayakta tutacaklarına (ikame edecek) ve elinde tefrikaya düşmeyeceklerine dâir aldığı ahid. 3) Allahü teâlâ'nın, hak dinin mensupları âlimlerden, halikı açıklayacaklarına ve hiçbir zaman gizlemeyeceklerine (ketmetmeyeceklerine) dâir aldığı ahid. B- "...Mîsaktan sonra" Mîsak, sağlamlık ve muhkemlık sağlayan şey demektir ya da mîsak, mastar olup sağlamlaştırmak anlamındadır. Birinci mânâya göre eğer "onun" zamiri ("min ba'di mîsakıhi" ibaresinin sonundaki "hı" zamiri) ahde râci olursa, o takdirde mîsaktan maksad, ahdin kendisi ile sağlamiaştırdıklarını kabul ve iltizamdır. Eğer anılan zamir, lafza-i celâl'e râci olursa o takdirde mîsaktan maksad: "Allahü teâlâ'nın kâinattaki yaratılış belgeleri, O'nun gönderdiği, kutsal Kitapların ve Peygamberlerin uyarılarıdır." Mîsakın ikinci mânâsına göre yani mastar olması hâlinde cümle, "Onu kabul ve iltizam ile sağlamlaştırdıktan sonra ya da Allahü teâlâ onu indirdiği Kitaplar ve Peygamberlerin uyarıları ile sağlamlaştırdıktan sonra..." demek olur. C- "Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler..." Bu cümle mânâ itibariyle Allahü teâlâ'nın razı olmadığı her türlü ayrıüğı kapsar. Sıla-i rahmi kesmek (kat'-ı Rahîm), mü'minlerle dostluk ilişkileri kurmamak (a'dem-i mevalâtü'l-mü'minîn), Peygamberler emsâl ve Kitaplar arasında tasdikte tefrik yapmak (ve't-tefrikati beyne'l-enbiya ve'l-kütübü fi't-tasdik), farz olan cemaatleri terk etmek (ve terk-i cemaati’l- mefrûza) ve herhangi bir hayrın terki veya şerrin işlenmesi sonucunu doğuran bir hareket bu kabildendir. Çünkü bu kabil davranışlar, her türlü hâl ve hareketin bizzat gayesi olan Allahü teâlâ ile kul arasındaki bağı keserler. Ç- "...Ve yeryüzünde fesad çıkarırlar." Yani imânı engellemek, hak ile istihza etmek ve nizam-ı âlem çarkını döndüren ve düzeni sağlayan insanlık ilişkilerini kesmek suretiyle yeryüzünde fesat çıkarırlar. D- "İşte onlar hasirlerdir (dünya ve âhirette hüsrana uğrayan)." Bu işaret (ülâike) o çirkin sıfatlarından (mine's-sıfât-ı kabîha) bazıları tafsil edilen fâsiklaradır. Onların duyular yoluyla idrak edilen şeylere karşı kullanılan işaret (ülâike) ile gösterilmesi, bu sıfatlarla son derece içli dışlı olduklarını belirtmek içindir, "ülâike" işaret: zamirinin kapsadığı uzaklık mânâsı, fesattaki derecelerinin çok ileri olduğuna delâlet eder. Onlar, akıllarını çalıştırmayı ve kendilerine ebedî hayatı kazandıracak değerleri yakalamayı ihmal ederek, âyetlere imân etmek, onların hakikatlerini derince düşünmek ve o âyetlerin nurlarından yararlanmak yerine, onları inkâr etmek ve eleştirmek yolunu seçerek, ahde vefa karşılığında ahdi bozmayı, ıslaha karşı fesadı, iyilik bağlarını korumaya karşı o bağları koparmayı ve mükâfata karşıklı cezayı satın alarak hüsrana uğramışlardır. 28"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki siz ölüler iken size O hayât verdi; sonra sizi öldürecek, sonra yine sizi diriltecek. Sonra da O'na döndürüleceksiniz." A- "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki..." Burada, doğrudan doğruya kâfirlere hitap etme üslûbuna dönülmüştür. Çünkü onların daha önce belirtilen çirkinlikleri ilâhî gazabı artırmış ve bu da kâfirleri yanlış yollarından çevirmek: için şifahî ve doğrudan doğruya bir azar ve uyarı gerektirmiştir. Buradaki istifham, inkârî istifhamdır. Vakiin inkârıdır. Yoksa, "O müşriklerin Allah katında ve O'nun Resulünün yanında nasıl bir ahdi olabilir?" (Tevbe 9/7) mealindeki âyet kabilinden vukuun inkâr değildir. Vurgulanmak istenen hareketin akıldan uzak ve garipsenecek bir şey olduğudur. Âyetteki istifham şekli de, matlup olan mânâyı ziyadesi ile ifade etmektedir. Çünkü her mevcudun, vücudu (varlığı), mutlaka herhangi bir halde (a'lâ hali minel-ahval/hallerden bir hâl üzerinde) olmak gerekir. Eğer bütün hallerde vücut yok ise, o zaman delil yolu ile vücud imkânı tükenmiş olur (yanı insanın kendi başına mevcudiyeti, hiçbir halde mümkün değildir). B- "...Sizler ölüler iken..." Bu cümleden itibaren âyetin sonuna kadar bütün cümleler, söz konusu inkâr ve garipsemeyi tekid eder. Çünkü bu cümlelerde anlatılan büyük olaylar gerçek anlamda düşünen insanları imâna davet ve küfürden men eder. Çünkü bunlar oluşu itibariyle bir yandan â'mmeye ilişkin nimetlerdir bir yandan da Allah'ın kudretinin kemalinin delilleridir. Nitekim; "O sizi halden hale geçirerek yarattı." mealindeki âyet de bu gerçeği açıklar. "Sizler ölüler iken..." yani siz canı olmayan cisimler veya maddenin çeşidi unsurları (elementler) ya da besin maddeleri veya meni (nutfe), yahut da uzuvları belli belirsiz bir et parçası (mudğa) hâlinde iken demektir. Bunlara ölüler (emvat / mevtalar) denmesinin sebebi cansız (meyte) olmalarındandır. Nitekim ölü (meyte) kelimesi, "Biz, ölü toprağa can vermek için..."ile "Ölü toprak onlar için bir âyettir (mucize, de ki)"mealindeki âyetlerde de bu anlamda kullanılmıştır. C- "...Size O, hayât verdi, " Size ruh üflemek suretiyle (binefhıi'hervahi fîküm) hayât verdi. Allahü teâlâ'nın hayât vermesi, cansız geçen bir zamandan sonra olmuştur. Ancak hayât aşamasına gelinceye kadar birbirini izleyen süreçler vardır. Nitekim biraz önce işaret edildi. Ç- "...Sonra sizi öldürecek, " Dünyadaki müddet-i ömrünüz tamamlandığında (eceliniz inkıza ettiğinde) sizin canınızı alacak. Allahü teâlâ'nın can alması O'nun kudretinin açık delillerindendir. Aynı zamanda ölüm bir nimettir. Çünkü en büyük nimet olan ikinci hayata (el-hayati's-sâniye) geçiş vesilesidir. Buradaki sonralik (e't-terahî / gecikme) hayatta kalınan zamana göre değil, fakat hayatın ilk verildiği zamana göredir. D- "...Sonra yine sizi diriltecek." Sûr'a üflendiğinde Allah'ın huzuruna çıkmak (nüşûr) veya kabirde sual sorulmak için size yine O hayât verecek. Bu iki mânâdan hangisi olursa olsun, ölüm ile arasında uzun zaman (terahî) mevcuttur. Zira kabir suali için olan hayattan sonra da Kıyamete kadar süren ölüm olacaktır. E- "Sonra da O'na döndürüleceksiniz" Kıyamet günü ilâhî huzurda toplandıktan sonra (ba'de'l-haşr) O'na döndürüleceksiniz. O da amellerinize göre size karsilik verecektir; hayra karşı hayır, şerre karşı şer...31 Bir başka tevcihe göre kabirlerinizden kaldırılarak hesaba çekilmek üzere O'na döndürüleceksiniz. Bu fiillerden kimi mazi (geçmiş) kipi ile kimi de istikbal (gelecek) kipi ile zikredilmiştir; ancak şimdiki zaman için söz konusu olan, o olaylara taalluk eden bilgidir. Yani siz şu anda o olanları ve olacakları bildiğiniz halde nasıl Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Bunları bilmeniz, inkârınıza engel olmalıdır. Âyetin amacı, vukuuna engel halin varlığına rağmen küfrün vâkıî olmasına taaccüb ettirmektir. Kâfirlerin inkâr ettikleri son ihya (hayat verme) ile Allahü teâlâ'ya dönüşün; onların da kabul ettikleri birinci ihya (hayat verme) ve öldürme ile bir arada ziloredilmesi, karşı karşıya oldukları kesin delilleri fiilen öğrenme ve bilme olarak değerlendirilmiş olmasındandır. Bu değerlendirme, onların gerekçe ve mazeretlerini ortadan kaldırarak halika çekmek içindir. Hayat, hisseden kuvvet veya o kuvveti gerektiren vasfın hakikatidir. Bu mânâ itibariyle hayvana (canlıya) hayvan denmiştir. Hayat, gelişip büyüyen kuvvet için ise mecazîdir. Çünkü bu da hayatın öncüsüdür. Hayat, insana özgü olan akıl, ilim ve imân için de kullanılmaktadır. Çünkü bunlar, hayatın kemali ve amacıdır. Ölüm ise hayatin zıddı olup hayatin her mertebesinin mukabili için kullanılmaktadır. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: "(Resûlüm) de ki: - Allah, size hayât veriyor; sonra sizi öldürecek; sonra da vukuu şüphe götürmeyen kıyamet gününde bir araya toplayacak." (Câsiye 45/26) "Şunu iyi bilin ki, Allah, ölümünden sonra yeryüzüne hayât verir" (Hadid 57/17), "Hiç (küfürle) ölü iken (hidâyetle) dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir nûr verdiğimiz kimse ile (karanlıklar içinde kalıp bir türlü çıkamayanlar) bir olur mu?" (En'âm 6/122). Hayat, Allahü teâlâ'nın bir vasfıdır 32 ve bu vasıf O'nun "ilim ve kudret" sıfatlarıyla muttasıf olmasını da gerekli kılar. 33 Bu sıfat insanlar için düşünüldü 32 "Hayye-yuhyî" kökünden gelen "hayy", "rriâte / ölmek" fiilinin zıddıdır. Diri ve canlı olmak, yaşamak demektir. Fiilin ta'diye edilmiş şekli olan "ihya etmek" de hayât vermek, diriltmek anlamına gelir. Esma-i Hüsna'dan olan "el-Hayy", önde ve sonda (evvel ve âhir), sürekli olarak canlı, ölümsüz, el-Baakıî Allah'ı ifade eder. Kayyûm, kıyam kökünden kaimin mübalağa kipidir. el-Kayyûm da Allah'ın güzel ısımlerindendir. Anlam itibariyle Kâyyüm, vâcibü'l-vücüd veya varlığı kendi zâtinin gereği olarak her zaman ayakta duran, varlık âlemini de ayakta tutan, hiçbir zaman zeval bulmayan, koruyan, kollayan, yenileyen, kâinatın işlerini tedvir ve idare eden ve bütün canlıları rızıklandıran demektir. el-Hayyü'l-Kayyûm terkibi Allah'ın ezelî ve ebedî, kadîm ve ölümsüz bir varlık olduğunu belirtir. 33 "Alime" kökünden gelen "i'lm", bilmek, tanımak, bir şey hakkında bilgi sahibi olmak, öğrenmek, anlamak, tefrik etmek vs. anlamlara gelir. Esmâ-ı Hüsna'dan olan el-A'lîm de aynı köktendir ve her şeyi hakkıyla bilen demektir. A'lîm ile Â'lim arasında kapsadıkları anlam bakımından pek fark yoktur. Yine Esmâ-i Hüsna'dan olan el-A'llâm da aynı mânâ demetini kapsar. Allah'ın ilmi ne artar ne de eksilir. İnsanlarca bilinen ve bilinmeyen her şey O'nun sonsuz ve sınırsız ilminin içindedir. Allah için bilmek zorunlu, bilmemek imkânsızdır. İlim Allah'ın zâtı ile kaim ezelî sıfatlarından bindir. Bu sıfatı sebebiyle bütün her şey ve her hâl Allah tarafından bilinir. Bu ilâhî sıfatın subut delili bütün varlık alemindeki hayranlık verici mükemmel nizamdır. Çünkü âlemin amacına uygun bir şekilde ve tam bir düzen içinde icad ve tertibi ancak sınırsız genişlikte bir ilim ile mümkündür. Allah'ın ilmi ezelîdir ve bütün zamanlara şâmildir. O'nun ilminde önde ve sonda hiçbir değişiklik olmaz. O'nun ilmi dışında kalan hiçbir an ve hiçbir oluş yoktur. Allah, hem canlı ve diri hem de her şeyi hakkıyla bilendir ve her şeye muktedir bir varlıktır. Kudretinin gereği olarak kâinat üzerinde tam bir hâkimiyetle tasarruf eder. O'nun için acizlik asla söz konusu değildir. günde gerçek daha kolay anlaşılır. Sonuç olarak diyebiliriz ki hayat, Allah'ın zâtı ile kaimdir; ilim ve kudret ise onun gerekli kıldığı sıfatlardır. 29"O Allah'tır ki yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra semâya istiva etti; onu da yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi hakkıyla bilendir." A- "O Allah'tır ki yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı." Bu âyet bundan önce söz konusu edilen iki haysiyetin, başka bir deyişle ihya ve imatenin (hayat verme ve öldürme) tekidi, mahiyetindedir. Ancak her iki âyetin maksadı bir olduğu halde aradaki farklılığı göstermek için burada ifade tarzı değişmiştir. Çünkü zâtlara taalluk eden ihya (hayat verme) imate (öldürme) ve haşr (kıyamet günü kabirlerden kalkarak bir araya toplanma), imâna teşvik ve küfürden alikoymak için, onların geçimlerini ilgilendiren ilâhî nimetlerden ve benzeri şeylerden daha etkilidir. "Hüve'llezi" ifadesi, Allah'ın celâldim apaçık ifade etmektedir. Şöyle ki: Allahü teâlâ, yeryüzündeki bütün varlıkları, insanların dünya işlerinde doğrudan doğruya veya dolayh olarak onlardan yararlanmaları; din işlerinde de Allahü teâlâ'nın birer harika işi ve öbür dünyanın birer benzer lezzeti veya acısı olarak değerlendirmeleri amacıyla yarattı. "Mâ" edatı ve onu tekid olarak zikredilen "cemian / hepsi" kelimesi yeryüzündeki varlıkların bütün fert ve cüzlerini kapsar. Çünkü yeryüzündeki varlıkların her ferdinin, hattâ kâinatın her cüz'ünün insan hayatına uygun bu nizâm-ı âlemin devamı için bir rolü vardır. Din cihetine gelince; bu kâinatta gözlerin gördüğü ve göremediği ne varsa hepsi, Kaadir (sınırsız kudret sahibi) ve Hakim (hükümlerinde hikmet sahibi) Allahü teâlâ'nın birer delilidir. Nitekim Fatiha sûresinde "Rabbü'l-âlemin" tefsirinde geçti. Kâinattaki varlıkları anılan şekilde delil olarak değerlendiren olmasa bile, bu bir gerçektir. B- "Sonra semâya istiva etti." Allahü teâlâ, irade ve meşiyyetiyle diğerlerine yöneldiği gibi göğe de yöneldi, göğü de yaratmayı kasdetti. O'nun göğe yönelip yaratması başka şeyleri de yaratmasına engel olmadı. O anda başka şeyleri yaratmaktan da geri kalmadı. İstiva, "atılan ok gibi ona yöneldi" mânâsından ahnmıştir. İstivanın, yalnız gök için kullanılmasının iki sebebi vardır: a) İstiva, dünya âlemi, ile ilgili varlıkların yaratılışında gerçekleşmemiştir. Çünkü rivâyet olunur ki göklerin yaratılması, dünyanın yaratılması ile döşenmesi arasında olmuştur. Hasen-ı Basrî'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre: Allahü teâlâ, dünyayı Beyti'l-makdıs mevziinde (onun üstüne isabet eden boşlukta) yumru bir taş (hey'eti'l-fihr) biçiminde, üstünde ona yapışık vaziyette duran bir duman (duban) olduğu halde yarattı. Sonra dumanı yükseltti (Sümme es'a'de'd-duhân) ve ondan gökleri yarattı (ve halaka minhü's-semavât). Yumru taşı yerinde tuttu ve ondan yerleri döşedi. İşte; "O küfredenler gökler ve yer bitişik bir halde iken bizim onları ayırdığımızı görmezler mi?" (Enbiya 21/30) mealindeki âyetin mânâsı da budur. b) İstivâ'nın yalnız gökler için zikredilmesi, ulvî (yüksek) âlem baştan yaratılırken son derece itina gösterildiğini açıklamak içindir. Bir görüşe göre ise istiva, hâkim ve mâlik olma anlamındadır. Ancak açık olan birinci görüştür. "Sümme" kelimesi, ulvî âlemin yaratılmasında bulunan fakat süflî (aşağı, dünya) âlemin yaratılmasında bulunmayan meziyet ve fazileti bildirmek içindir. Zamanda terahî / sonralik, gecikme mânâsı itibariyle değildir. Çünkü göklerin yedi gök olarak yaratılmasının, yeryüzündekilerin yaratılmasından önce olduğu ve yeryüzündekilerin yaratılmasının da, yeryüzünün döşenmesinden sonra olduğu hususunda şüphe yoktur. Nitekim; "Yeryüzünü de bundan sonra döşedi" (Naziât 79/30) mealindeki âyette de bu gerçek belirtilir. Hasen-ı Basrî'nin rivâyeti de bunu ifade etmektedir. "Semâ"dan maksat ulvî (yüksek) gök cisimleri olabilir. Çünkü Allahü teâlâ'nın, iradesi ile ona yönelmesi, daha önce mevcut olmasını gerektirmez. Yahut semâdan maksat, yüksek cihetlerdir. C- "Onu da yedi gök olarak düzenledi." Allahü teâlâ, gökleri daha başlangıçta .(ibtidâen) eğrilik, büğrülük (ı'vec), yarılma, çatlamadan (fütur) masun olarak düzenledi (tesviye) ve tamamladı (itmam). Bu cümle önceleri öyle değildi de sonra böyle düzenledi anlamına gelmez. Tesviye ve istivanın karşılıklı olarak zikredilmesinde de apaçık bir güzellik vardır. Âyetteki bu ifadeler, işaret ediyor ki süfli âlemlerdeki çoğalma ve beslenmeden kaynaklanan değişim, ulvî âlemlerde yoktur. Göklerin bu olağanüstü garip yapısı, daha önce de dikkat çekildiği gibi, Allahü teâlâ'nın kahredici kudretinin kemaline daha kuvvetli bir delil iken yeryüzünün yaratılmasından sonra zikredilmesinin sebebi şudur: İnsanlar için, yeryüzündeki şeylere bağlı olan faydalar daha çoktur; insanların maslahatlarının yeryüzündeki şeylere bağlılığı daha açıktır. Ama ulvî âlemlerin yaratılışında da sayılamayacak kadar dînî ve dünyevî faydalar vardır, Burada tefsir âlimlerinin söyledikleri bundan ibarettir. Fussılet (41) sûresinde -Allahü teâlâ'nın izniyle- daha tafsilatlı açıklamalar yapılacaktır. Ç- "O, her şeyi hakkıyla bilendir." Göklerin ve yerin ve bu ikisi arasmdakilerin üstün hikmet ve uygun maslahat içeren bu eşsiz ve hârika düzende yaratılmasına bu cümle ile ek bir açıklama getirilmektedir. Çünkü Allahü teâlâ'nın ilmi zahiri, batim, açığı, gizliyi, her varlığa en uygun şekilde her şeyi kuşatmayı, her şeyi en mükemmel şekilde yaratmayı gerektirir. 30"Bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki: - Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım! Melekler de: - Orada fesad çıkaracak (bozgunculuk yapacak) ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz Seni hamd ile tesbih ve takdis ediyoruz. Dediler. Allah, şöyle buyurdu: - Şüphesiz Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." Âdem'in yaratılışı ve Meleklerin Âdem'le imtihanı A- "Bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki." Bu âyet de öncekiler emsinden başka bir gerçeği beyan ve kâfirlerin, bu gerçekler karşısındaki olumsuz tutumlarını reddeder. Çünkü Âdem'in yaratılışı ve Allahü teâlâ'nın ona verdiği yüksek şeref, onun zümyetini küfür ile isyandan alikoyan ve şükür ile imâna davet eden en büyük nimetlerdendir. Bu âyet aynı zamanda: "O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. "mealindeki âyetin muhtevasını ve yeryüzündeki nimetleri kullanmanın, onlardan yararlanmanın keyfiyetini açıklar. Bu âyette hitabın değiştirilerek Peygamberimize tevcih edilmesi şu gerçeği bildirmek içindir: Kelâmın özü, daha önce dikkatleri çekilen kâfirlerin müşahede ettikleri aklî deliller ile gösterilebilen hususlar değil fakat Peygamberimize mahsus vahiy yoludur (tarîki'l-vahy). Âyetin başında "Rabbüke / senin Rabbin" buyrulmak suretiyle canlıları kemale erdiren rubûbiyet (rablık) vasfının (zımnen) vurgulanması ve Rabbin Peygamberimize râcî olan zamire izafe edilmesi, onun şerefinin yükseldiğini belirtir. "İz" zarfı değişik yönlerde (vecih) yorumlanabilir. Şöyle ki: 1- "İz", şayet "- Hatırla o zamanı ki..." şeklinde anlaşılırsa emir zaman içinde geçen olaylara değil de bizzat zamana tevcih edilmiş olur. Bu da zaman içinde vukua gelen olayların hatırlanmasının gereğine işaret eder. Çünkü zamanın hatırlanması lüzumu mantık ve delil yolu ile o zamanda vuku bulan olayların hatırlanması demektir. Bu itibarla vakit ve zaman hatırlanınca onun kapsadığı olaylar da hatırlanır ve gözle görülür gibi olur. Bilindiği gibi zaman mücerret bir kavramdır fakat onun içinde geçen olaylar müşahhastır. "Hatırla o zamanı ki..." deyimi "o zamanda vuku bulan olayları hatırla!" demektir. Mazruf hazfedilip zarf (iz) onun yerine kaim olmuştur. Sanki Peygamberimize "- Sen o kâfirlere bu âyetlerle öğüt ver ve bu nimeti de onlara hatırlat; gafletten uyansınlar, besledikleri inançların bâtıl olduğunu anlasınlar ve bu tutumlarına son versinler." buyrulmaktadır. 2- "İz" zarfının mukadder (gizli) cümlesi "Göklerin ve yerin yaratılmasındaki nimete şükret yahut bunu düşün!"dür. Bu tür bir anlayış doğru değildir. Çünkü şükrün gerekli olduğu yeri muhataba hatırlatmak ve şükrün vecîbelerine onun dikkatini çekmek kelâmın muktezasıdır. Oysa âyete muhatab olan Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) makamında bu söz konusu olamaz, 3- "Ve iz kale..."deki "kale" sözü mukadderdir. Ancak buna göre maksûd olan diğer âyetlere de sirayet eden kıssanın tamamı değil fakat sadece söz konusu bu âyettir. Bu telâkki tarzı ise yanlıştır. 4- "İz" zarfı, daha önce geçen Bakara (2) sûresinin "(Resûlüm) o imân edip saklı ameller (iyi iş) işleyenleri müjdele ki onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır" 25. âyeti ile ilerde gelecek olan Yûnus sûresinin "O imân edenleri müjdele ki onlar için Rabbleri katında kadem-i sidk vardır" 2. âyetindeki "beşşir..." fiilinin zarfıdır. Bunun da uzak bir görüş olduğu açıktır. 5- "İz" zarfı geçen âyetin mefhûmundan çıkan bir fiilin zarfıdır. Meselâ "Sizi yaratmaya başladı; o zaman ki, ..." gibi. Ancak şüphe yok ki yaratmaya başlayışın o vakit ile takyid edilmesi yararsızdır. 6- "İz" zarfının mukadder fiili "sizi yarattı", yahut "size hayât verdi"dir. Bu telâkki tarzında da pek çok sakıncalar vardır. 7- "İz" zaittir. Başka bir deyişle mânâda belli bir karşılığı yoktur; belagat gereği kullanılmıştır. Bu görüş Ebû Ubeyd Kasım ve Ma'mer b. el-Müsennâ adlarındaki İslâm âlimlerine nisbet edilmiştir. Rabbimız bu sözleri tebliğ için meleklere söylemişti. Melek, şiddet ve kuvvet anlamını ifade eder. Bir görüşe göre "melek"in aslı "melek"tir ve o da risâlet (elçilik) anlamındaki "elüket" kökündendir, Melek kelimesinin çoğulu "melâike"dir. Melâike kelimesinin sonundaki "t" harfi ise cemaati te'kid eden bir te'nis (dişilendirme) içindir. Melekler, Allahü teâlâ ile insanlar arasında vâsıtadır (vesâittin beynallahi teâlâ ve beyne n-nâs). Onlar, Allahü teâlâ'nın ya da Peygamberlerin elçileridir, Akla ağırlık veren bilginler meleklerin hakikat ve mahiyetleri konusunda uyuşmazlığa düşmüş olmakla beraber onların nefisleriyle kaaim yani bağımsız varlıklar oldukları konusunda ittifak etmişlerdir. Kelâmcılara (mütekellemîn) göre melekler, muhtelif seldiler oluşturma kudretine mâlik lâtif cisimlerdir. Delil olarak şunu ileri sürerler: "Peygamberler, melekleri değişik şekillerde görmüşlerdir, " Felsefecilere (hükema) göre ise melekler, mücerret cevherler (kendi varlığı ile kaaim olan; karşıtı arazdır, renkler gibi) olup hakikatte nefs-i nâtıklardan (insan) farklıdır; kuvvet bakımından insanlardan daha mükemmeldir, bilgileri de daha çoktur, İnsanlara göre durumları, ışığa göre güneşin durumu gibidir. Melekler iki kısma ayrılır: Birinci kısının hak (şe'ni), Halik'ın marifetinde (ma'rifeti'l-Halik) gark olmak (istiğrak) başka bir şey ile iştigalden arınmaktır (tenezzül).). Nitekim Allahü teâlâ, onları şöyle vasıflandırmaktadır: "Onlar gece gündüz Rabblerini tesbih ederler; hiç bıkıp usanmazlar / fütur getirmezler." "Sakın (o kâfirler gibi olmayın)! Çünkü ebrarın (itaatkâr ve sâdıklar) kitabı muhalikak ki İllıyyîndedir." (Mutaffifîn 83/18) "(Resûlüm) ılliyyûn nedir bilir misin?" "O, yazılı bir kitaptır." "Ona mukarrebûn (Allah'a yalan melekler) şâhid olur." İkinci kısım melekler ise kaza ve kader kaleminin yazdığı emirleri semâdan dünyaya uygularlar. Bunlar da, "Emirlerin Müdebbirleri" olan meleklerdir. Bu meleklerin de bir kısmı, semavî (sema sakini), bir kısmı da arzî (dünya, sakini) meleklerdir. Hıristiyanlardan bir fırkaya göre melekler, faziletli insanların bedenlerinden ayrılan ruhlardır. Rivâyet olunuyor, Peygamberimiz meleklerin çokluğu konusunda şöyle buyurmuştur: "Gökler (yüklerinin ağırlığından) inliyor. İnlemeye de halikı var. Çünkü göklerde ayak basacak kadar her yerde mutlaka secde veya rükû hâlinde bir melek vardır." Yine rivâyet olunuyor ki insanlar, cinlerin onda biri kadardır. İnsanlar ile cinlerin toplamı da kara hayvanlarının onda biri kadardır. Hepsinin toplamı da kuşların onda biri kadardır. Bunların hepsinin toplamı da deniz hayvanlarının onda biri kadardır. Bunların da hepsinin toplamı, dünya semasındaki meleklerin onda bin kadardır. Bütün bunların toplamı da ikinci semânın meleklerinin onda biri kadardır. Ve yedinci semâya kadar bu minval üzere devam etmektedir. Sonra bütün bunların toplamı da Kürsî meleklerinin sayısına göre pek önemsiz bir sayıdır. Sonra bütün bunların toplamı da Arş'ın serdaklarından (çadır, çardak, gölgelik, duvar, bir evin orta boşluğu, sahanlık, bölüm; çoğulu: sûradik) her birindeki meleklerin onda biri kadardır. Arş'ın serdaklarının (süradık) sayısı da altı yüz bindir. Her serdak'ın eni, boyu ve yükseldiği de bütün gökler, yer ve ikisinin içindekilerle aralarındakilerin büyüklüğü onunla karşılaştırıldığı zaman hissedilir bir büyüklükte dahi olmaz. Ve o serdaklarm her birinde bir karış kadar her yerde mutlaka secde veya rükû ya da kıyam hâlinde bir melek bulunur. Bu melekler, yüksek sesle Rablerini tesbih ve takdis ederler. Fakat bütün bunlar Arş'ın çevresinde dolanan meleklere göre, denizde bir damla gibidir. İsrafil'e bağlı meleklerle Cebrâîl’in (aleyhisselâm) ordusundaki meleklere gelince; onların cinslerini, ömürlerinin müddetim ve ibâdetlerinin keyfiyetini Alîm (her şeyi hakkıyla bilen) ve Habîr (her şeyden hakkıyla haberdar olan) Allah'tan başka kimse bilmez. Nitekim Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: "Rabbinin ordularını O'ndan başka kimse bilmez." Rivâyet olunur ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Miraç gecesi göklere çıktığı zaman yüksek bir mekânda meleklerin kalabalik bir halde birbirlerine karşı ters yönde yürüdüklerini görünce, Cebrâîl’e suâl: "- Bunlar, nereye gidiyor?" diye sordu. Cebrâîl de, ona: "- Nereye gittiklerini ben bilmiyorum ancak ben yaratıldığım günden beri bu manzarayı böyle görüyorum ve bir kez gördüğüm meleği bir daha görmedim" dedi. Sonra o meleklerden birine: "- Ne kadar zaman önce yaratıldın?" diye sordu. O da: "- Bilmiyorum, yalnız şunu biliyorum: Allahü teâlâ, her dört yüz bin senede bir yıldız yaratıyor ve ben yaratılak Allahü teâlâ, dört yüz bin yıldız yarattı." Ey Yüce Rabbimiz! Seni tenzih ederiz. Senin kudretin ne kadar büyük, Senin mülkün ve saltanatın ne kadar geniş! Hadîsteki meleklerin, hangi melekler olduğunda farklı görüşler ileri sürülmüştür: 1- Onlar, yeryüzü melekleridir. Tabiînden Dahhâk b. Muzahım el-Hilalî'nin, Abdullah b. Abbas'tan (radıyallahü anh) rivâyet ettiğine göre bu melekler, Allahü teâlâ'nın cinler ile savaşmak için iblis ile beraber gönderdiği meleklerdir. Nitekim cinler, önceleri yeryüzünün sakinleri idi. Sonra yeryüzünde fesat çıkardılar ve kan döktüler. İblis ile o melekler, bu cinlerin pek azı hariç hepsim öldürdüler. Kalanlarını da dünyanın mesliûn yerlerinden çıkarıp denizlerin ortasındaki adalara ve dağların tepelerine sürdüler ve onlar yeryüzüne yerleştiler. Allahü teâlâ da, bu meleklerin ibâdetlerini hafifletti ve iblis'e yeryüzünün ve dünya semâsının hâkimiyeti ile cennet muhafızlığını verdi. Bundan sonra İblis, bazen yeryüzünde, bazen semâda ve bazen de cennette Allahü teâlâ'ya ibâdet ederdi. Derken İblis, kendini beğendi ve kibre kapıldı da olanlar oldu. 2- Ashâb'ın ve Tabiînin çoğunluğuna göre hadîse konu olan melekler, bütün meleklerdir. Çünkü ifade geneldir ve bu genelliği sınırlayan bir kayıt da yoktur. B- "Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım." "Caa'le — kılmak, yapmak, yaratmak" mastarı, iki meful (tümleç) gerektirir. Kendisinden sonra gelen iki kelime onun tümleçleri olursa mânâ şöyle olur: "Bütün bu olanlardan sonra Ben yeryüzünde herhangi veya belli bir halîfe yaratacağım." Tümlecin birincisi karine olduğu için hazf ve halîfe kelimesi de ikinci tümleç olarak zikredilmiş ise mânâ "Ben, topraktan bir beşer yaratacağım ve onu yeryüzünde halîfe kılacağım." şeklinde anlaşılır. Hazfedilmiş tümlecin karinesi, hâl ve durum olabildiği gibi âyette geçen meleklerin cevabı da olabilir. Allame Zemahşerî Mahmut b. Ömer (öl, 1144), "el-Keşşâf an Hakaikı't-Tenzil" adk eserinde; "Rabbin, o zaman meleklere şöyle demişti: - Ben, muhalikak çamurdan bir beşer yaratacağım." mealindeki âyetin tefsirinde diyor ki: "- Eğer sen; meleklerin henüz beşerin ne olduğunu bilmedikleri ve öyle bir şeyi görmedikleri halde Allahü teâlâ'nın onlara beşerden söz etmesi doğru olur mu?" dersen cevap olarak derim ki: "- Allahü teâlâ, meleklere gerçekte Ben öyle bir mahluk yaratacağım ki, sıfatları şöyle şöyle olacak demiş fakat olayı hikâye ederken kısaltarak yalnız beşerin adını söylemekle iktifa etmiş olabilir." Zemahşerî'nin örneğinde olay anlatırken, delâlet edecek bir karine yoktur ve tafsilat yerine yalnız isimle yetinilmiştir fakat bizim örneğimizde açık bir karine vardır. "Caa'le" fiili yaratmak mânâsına da kullanılmış olabilir. O takdirde yalnız bir tümleç gerekir.35 (Böylece bir şeyin hazfine gerek kalmamış olur). Ancak o takdirde ondan sonra gelen meleklerin kelâmı, bizzat ona terettüp etmez; fakat bilvasıta ona terettüp eder. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Allahü teâlâ, meleklere: "- Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" deyince, melekler: "- Ey Rabbimiz! O halîfe nasıl olacak?" diye sordular, Allahü teâlâ da: "- O halifenin zürriyeti olacak; onlar, yeryüzünde fesat çıkaracaklar; birbirlerini çekemeyecekler; birbirlerini öldürecekler!" dedi. İşte o zaman melekler o sözleri söylediler, Allahü teâlâ, cümleden iyi bilir. "Halîfe", başkasına halef olan ve onun yerme geçen demektir. Kelimenin sonundaki "ta" harfi mübalağa başka bir deyişle kelime mânâsını kuvvetlendirmek (te'kid) içindir.36 Halîfeden murad, Âdem ve çocukları olabilir. Burada beyan kasr edilmiş (kısaltılmış), fazla, sözden istiğna ve sadece Âdem'in zılıri ile iktifa edilmiştir. Arap dilinde bu yaygındır. Nitekim "Mudar veya Haşim" denildiğinde "Mudar Oğulları, Hasım Oğulları" kastedilmiş olur. Ve "Hilafet, Kureyş'tedir" hadîsi de bu kabilden olup "Hilafet, Kureyş Oğullarına aittir" demektir. Yahut da halîfe kelimesi, "halef oldu" manasınadır. O takdirde halifelik Âdem'e (aleyhisselâm) ve onun zürriyetinden gelen diğerlerine şamil olur. Hilâfetten maksat, ya Allahü teâlâ cihetinden olan hilâfettir ki insanlar arasında O'nun hükümlerini icra etmek, emirlerini uygulamak, halkı siyâset etmektir (yönetmek). Ancak bu Allahü teâlâ'nın buna ihtiyacı olduğu için değil fakat kendilerine halîfe tâyin edilen insanların ıstidadca kusurlu olup ilâhî feyzi bizzat doğrudan doğruya almaya liyakatleri bulunmamasindandır. İste bundan dolayı hilâfet Âdem oğullarından has kullara özgüdür. Âdem'den önce yeryüzündeki hilâfet ise, meleklerin hepsine şâmil idi. C- "Melekler de: - Orada fesad çıkaracak (bozgunculuk yapacak) ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler." Burada da "caa'le" fiili hakkında yukarıda yapılan açıklamalar aynen geçerlidir. "Yeryüzünde fesat çıkaracak birini mi halife kılacaksın?" mânâsındaki bu ifade tarzı ile halife tayini, kuvvetle istib'a'd edilmekte, uzak görülmekte, yadırganmaktadır. Çünkü bir müfsidin, fesad çıkardığı yerde halife tayin edilmesi, başka bir yerde halife tayin edilmesinden daha yadırgatıcıdır. Ancak meleklerin taaccüb ve hayreti aslında yeryüzünde fesat çıkaracak birinin yaratılması değildir. Çünkü ondan sonraki cümlede meleklerin bu hilâfete daha ehil olduklarını iddia etmeleri bu mânâyı kesin olarak geçersiz kılmaktadır. Melekler, zaten yaratılmışlardır; yaratılmaya daha ehil olduklarını iddia etmelerinin bir anlamı yoktur. Meleklerin yadırgaması, öyle bir kimsenin Allah'ın hükümlerini ve emirlerini icra etmek suretiyle yeryüzünün imarı ve ıslahı için halife tayin edilmesi ya da tabiatları, ibâdet ve taat olan meleklerin yerine, fesat çıkarmak ve kan dökmek, nevinin gereği olan birinin halife kılınmasıdır. Her ne kadar Âdem fesat çıkarmak ve kan dökmekten münezzeh ise de onun halîfe kılınması zürriyetinin hilâfetini de beraberinde getirmektedir. Âdem'in zürriyeti ise genellikle fesat çıkarmaktan ve kan dökmekten arınmış değildir. Meleklerin, hayret ve şaşkınlık göstermeleri onlar için gizli (hafi) olan bazı hikmetleri keşfetmeleri, içinde bulundukları şüphelerden sıyrılmaları amacıyla kendilerine gerekli bilgilerin verilmesi ve Âdem'i buna ehil kılan faziletlerin anlatılması içindir. Tıpkı bir öğrencinin, kafasını karıştıran bir şeyi sorması gibi. Yoksa meleklerin bu hali, Allah'ın (celle celâlühü) yapacaklarına karşı itirazları olduğu o tasarrufların icmali olarak hikmet ve maslahat içerdiği hususunda şüpheleri bulunduğu ve meleklerin Âdem'i ve zürriyetini gıybet amacıyla tenkid etmeleri anlamında değildir. Çünkü meleklerin makamı, bu gibi şeylerin onlar hakkında düşünülmesinden uzaktır. Nitekim Allah onlar hakkında meâlen şöyle buyurur: "Onlar (müşrikler) Rahman, çocuk edindi (melekler Allah'ın kızlarıdır); dediler. O, bundan münezzehtir (Sübhan). Hayır onlar (melekler) lütuf ve ihsana mazhar olmuş (mükrem) kullardır." (Enbiya 21 /26) "Onlar, O'nun sözünün önüne geçemezler; onlar ancak O'nun emriyle hareket ederler." (Enbiyâ 21/27) Melekler, insanların yeryüzünde fesat çıkaracaklarını, kan dökeceklerini nereden bilekler? Daha önce anlatıldığı gibi, bunu ya Allah'ın (celle celâlühü) haber vermesiyle ya da her şeyin yazılı olduğu Levh-ı Mahfûz'dan öğrendiler yahut da kendi akılları ile, ismetin (günâhsizlığın) kendilerine mahsus bir hâl olduğu noktasından hareketle bunu bilekler veyahut da (cinlerin daha önce fesat çıkarıp kan döktüklerini gördüklerinden) insanları da cinlere kıyas ederek bu sonuca vardılar. "Sefeke" lügatte, birbirinin kanını dökmek, birbirini öldürmek demektir. Fakat ıstılahta yalnız haram olan kanı dökmek başka bir deyişle katli haram olan kimseleri haksız yere öldürmek anlamına gelir. Burada öldürmek yerine, "kan dökmek" ifadesi tercih edilmiştir. Çünkü öldürmenin en çirkin ve feci şekli budur. Ç- "Oysa biz Seni hamd ile tesbih ve takdis ediyoruz." Bu cümle, daha önce belirtilen taaccübü açıklamakta ve onu daha da pekiştirmektedir. Tıpkı bir kimsenin, efendisinin hizmetinde canla başla çalıştığı hâlde efendisi bu hizmeti bir başkasına verince efendisine: "- Sen, isyankârları mı istihdam edeceksin? Oysa ben canla başla bu hizmeti görüyorum" demesi gibi. Yani, şöyle demiş oluyorlar: "- Ey Rabbimiz! Fesatla (bozgunculuk) asla uğraşmayanlar dururken, zürriyetinin işi fesat olan birini mi halîfe yapacaksın?" Meleklerin maksatları, kendilerinin hilâfete daha ehil olduklarını arz etmek ve insanlardan, hilâfete engel hâller beklendiği hâlde kendilerinin rüchaniyet sebeblerini açıklamaktir yoksa bu sözlerle büyüklenmek ve böbürlenmek değildir. Öyle anlaşılıyor ki melekler, insandaki şehvet kuvvetini (kuvvetı'ş-şeheviye) sezmişlerdi. Bunun ifratı yeryüzünde fesat çıkarmaktır. Yine melekler insandaki öfke kuvvetini (kuvveti'l-ğadabiyye) sezmişlerdi. Bunun da ifratı kan dökmektir. İşte bundan dolayı melekler, o sözleri söylediler ve düşünemediler ki akıl kuvveti (kuvvetü'l-alikye), bu iki kuvveti emri altına aldığı ve onları hayra yönelttiği zaman onlarla beraber öyle yüksek mertebelere erışilir ki şehvet ve öfke kuvvetleri olmadan akıl kendi başına o mertebelere erişemez. Meselâ, cüz'iyatı (ayrıntıları) tafsilatı ile kavramak, sanat ve meslekleri ile, kâinattan bir takım yararlar çıkarmak gibi. Tesbih, Allah'ı itikatta, söz ve amelde (itikaden, kavlen ve amelen) O'na lâyık olmayan şeylerden tenzih etmek, onlardan uzak tutmaktır. Takdis de netice itibariyle tesbih demektir. Onu takdis etti, onu temizledi demektir. Çünkü bir şeyi temizleyen, onu kirlerden uzaklaştirmış olur. Yani tesbih: "- Ey Rabbimiz! Biz, Seni yücelik ve izzet gibi sana lâyık sıfatlarla tavsif ve sana lâyık olmayan sıfatlardan da tenzih ederiz ya da biz, nefislerimizi Senin için günâhlardan temizleriz" demek gibidir. Öyle anlaşılıyor ki, melekler, en büyüğü ve son derecesi Allah'a (celle celâlühü) ortak, koşma olan insan fesadını kendi tesbıhleriyle; kan dökme cinÂyetini de kendi fiilleri olan nefsi kötülüklerden temizlemek (tathirü'n-nefs) ile karşılaştırmışlardır. Meleklerin bu sözleri, bir durum tesbitidir (vakiin beyanı) yoksa övünmek (temeddün) ve minnet izhar etmek için değildir. Yani şunu demek istemişlerdir: "- Biz meleklere bahşetmiş olduğun çeşitli nimetler, ezcümle bu ibâdete bizi muvaffak kıldığın için bizler Sana hamd eder. Seni yüce şânına yaraşmayan her şeyden tenzih ederiz, " Sonuç olarak tesbih, Allah'ın (celle celâlühü), celâl sıfatlarını izhar etmek, hamd ise in'âm (ihsan) sıfatlarını hatırlatmak içindir. D- "Allah, şöyle buyurdu; - Şüphesiz Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." Bundan maksat, Allah'ın (celle celâlühü) her ne olursa olsun, onların bütün bilmediklerini bildiğini beyan değildir. Çünkü meleklerin bundan hiçbir şüpheleri yoktur ki bunun için bir uyarıya ve özellikle tekidli bir uyarıya ihtiyaçları olsun. Bundan maksat Âdem'in hilâfetini gerektiren sebepler olduğunu açıklamaktır. Çünkü melekler için gizli ve hayretlerini mûcib olan husus budur. Âyette "hilâfetin gereği olan vasıflar Âdem'de (aleyhisselâm) var" anlamında özet bir kelâm yerine Allah'ın (celle celâlühü) ilminin her şeyi kuşattığı ifadesinin yer alması, O'nun şânını yüceltmek, işlerinin muhkem bir ilim, mükemmel bir hikmet temeli üstüne kurulduğunu, meleklerin sözlerinin ise gafletten kaynaklandığını bildirmek içindir. Bir başka görüşe göre de mânâ şöyledir: "- Ben Âdem'in hilâfetinde size gizli olan maslahatları bilirim." Âyet, aynı zamanda Allah'ın (celle celâlühü) bütün işlerinin güzel ve hikmete uygun olduğunu bilmeleri için melekleri irşad amacına da yöneliktir. Bütün bu açıklamalar meleklerin daha önce bu gerçeği bilmediklerini, hayret ve şaşkınlıklarınin bu fiilin hikmete uygun olup olmadığı hususundaki tereddütlerine dayandığını mı göstermektedir? Hayır bu meleklerin şânına yaraşmaz. Çünkü melekler, bunun mutlaka bir hikmet içerdiğini biliyorlardı. Ancak bu hikmetin ne olduğu hususunda tereddütleri vardı: Âdem'e (aleyhisselâm) hilafet verilmesi, sadece Allah'ın hükmü gereği mi yoksa Âdem'in faziletinin de bu İşte ilgisi var mı? İşte bundan dolayı Allah (celle celâlühü), önce mücmel ve müphem olarak, Âdem'de kendilerine gizli bir takım faziletler olduğunu belirtti ki bunu öğrensinler. Sonra o faziletlerin bir kısmım açıkladı ki bunu aşikâr olarak görsünler ve Allah'ın (celle celâlühü) işlerinin harikulade ve hikmetli olduğu açıkça anlaşılsın da şüpheleri zail olsun. Âdem'e isimlerin ta'limi konusu 31"Allah, Âdem'e bütün her şeyin isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek buyurdu ki: - Haydi onların isimlerini Bana söyleyin bakalım? Eğer iddialarınızda sâdıklar iseniz." A- "Ve Allah, Âdem'e bütün eşyanın isimlerini Öğretti." Burada, bir önceki âyette geçen icmali cevaptan sonra olanların tafsilatına girilmekte, önceki âyetin içeriği açıklanmakta ve mübhem mânâsı tefsir edilmektedir. Bu âyetin kıssaya öğretmekle başlaması zahire göre şuna delâlet eder ki melekler ile Allah'ın (celle celâlühü) karşılıklı konuşmaları, Âdem'in yaratılmasından sonra onun hazır olduğu bir ortamda cereyan etmiştir. Meleklerin Âdem'in ahvâline vâkıf olmalarına uygun olan da budur. Yani Âdem'e (aleyhisselâm) ruh üflendikten hemen sonra: "- Ben, onu halîfe kılacağım!" buyruldu. Bunun üzerine de daha önce belirtilen şeyler söylendi. Âdem'in (aleyhisselâm) ismiyle zikredilmesi, halifeden kimin kastedildiğinin tam olarak belirtilmesi içindir. Bir de Âdem özel ismiyle değil de halîfe unvanı ile zikredilseydi bu halifeliğin zeminini hazırlama aşamasına uygun düşmezdi. Âdem kelimesinin hangi kökten geldiği konusunda şunlar söylenmiştir: 1- Âdem, "üdmet" veya "edemef' kökünden gelir. Örnek (üsve) anlamındadır. 2- Âdem, yeryüzünün edimi (örneği veya esmer derilisi) olmaktan gelir. Nitekim Peygamberimizden rivâyet olunur ki: "Allah " (celle celâlühü), yeryüzünün ovalarından ve dağlarından bir avuç toprak aldı ve Âdem'i (aleyhisselâm) ondan yarattı. İşte bundan dolayıdır ki, Âdem'in zürriyetinin renkleri değişiktir." 3- Âdem, "edim ve edmet" kökünden gelir ki ülfet mânâsmdadır. Ancak bütün bu yorumlar zorlamadır. Tıpkı İdris'in "ders" den; Ya'kub'un, "akıb"den (topuk, ökçe) ve iblis'in, "iblas"dan (mecburen susmak) geldiğini söylemek gibi. "Esmâ"nın tekili olan "isim" de, bir şeyin alâmeti olup onu zihne taşıyan lâfızlar, sıfatlar ve fiillerdir. İsim kelimesi örfen, bir mânâ ifade eden lâfız için kullanılır. Bu lâfız, ister müfred, ister mürekkeb (bileşik)., ister muhber anh (özne), ister haber (yüklem), ister rabıt olsun. Istılahta (terminoloji) isim, kendi nefsinde, başka bir kelimenin yardımı olmaksızın, zamansız (mazî, hâl ve istikbal bildirmeksizin) bir mânâ ifade eden müfred (teldi) bir kelimedir. Ta'lim (öğretmek) hakikatte bilginin gecikmeksizin terettüp ettiği (ona bağlı olarak hasıl olduğu) fiilden ibarettir. Bu da mücerret muallimin (öğreticinin) gayreti ile değil fakat aynı zamanda öğrencinin feyiz almaya, yararlanmaya, öğrenmeye kabiliyetli ve istekli olmasına bağlıdır. Nitekim daha önce hidâyetin tefsirinde geçti. İşte âyette, ta'kmin (aileme fiilin)in kullanılıp da onun yerine ilâm (bildirmek) veya inbâ (haber vermek) fiilinin kullanılmamasının sırrı budur. Çünkü ilâm ile inbâ, yalnız haberi işitmeye tevalikuf eder ki, bunda beşer ile melek birdir. İşte bu cihetten, Âdem'in hilafete meleklerden daha lâyık (elyak) olduğu ortaya çıkmış olur. Çünkü meleklerin yaratılışı, cisimlerin cüzlyatının ahvâlini tafsilatıyla ve tecrübe yoluyla tamamen kavramaya elverişk değildir. Allah'ın Âdem'e isimleri talimi konusunda değişik görüşler vardır. Şöyle ki: 1- Allah'ın Âdem'e (aleyhisselâm) eşyanın isimlerini öğretmesi demek halk (yaratma) sırasında onda istidadının gereği olarak bütün varlıkların isimleri, hâlleri ve her birinin özellikleri hakkında zarurî (başka bir yardımcı unsura ihtiyaç olmaksızın) ve tafsilatlı bir bilgi yaratması ya da Âdem'in efâi aklına "Bu attır, özellikleri şudur; bu katırdır, onun özellikleri de budur" şeklinde bütün varlıklar için belli bazı bilgiler aktarması ve Âdem'in de efiâ birbirine zıt tabiatları, aykırı kuvvetleri ve farklı unsurları içeren fıtrî kabiliyet ve istidadının gereği olarak o bilgileri almasıdır. Sahabı Abdullah b. Abbas, Tabiînden İkrime b. Abdullah, Katâde b. Diame el-Süddüsî, Mücâhid b. Cebr ve Said b. Cübeyr (radıyallahü anh) diyorlar ki: "Allah (celle celâlühü), Âdem'e bütün eşyanın isimlerini öğretti; hattâ çanak, çömlek ve süt sağılan kabın isimlerini bile öğretti ve her şeyin faydasını kendi cinsine yönlendirdi." 2- Allah (celle celâlühü), Âdem'e olmuş ve kıyamete kadar olacak her şeyin ismini öğretti. 3- Allah (celle celâlühü), Âdem'i muhtelif cüzlerden ve zıt kuvvetlerden yarattı; onu ma'kûlât (akılla algılanan) ve mahsûsâtı (duyularla algılanan), muhayyel ve mevhum varlıkları idrâke istidatlı kıldı ve Âdem'e eşyanın zâtını, isimlerini, özelliklerini, marifetlerini, ilimlerin usûlünü, mesleklerin, zanaatların kanunlarını, âletlerin tafsilatını ve kullanış keyfiyetlerini ilham etti. 4- Bütün bu bilgiler Âdem'e yaratılıştan sonra verilmiş ve Allah (celle celâlühü) ile melekler arasındaki bahse konu konuşmalar Âdem'in yaratılmasından önce olmuştur. 5- Âyetteki talim'den murad zahir (açık) olan mânâsıdır. Ancak ondan önce gizli cümleler vardır: "Allah Âdem'i yarattı, sonra onu insan suretinde tesviye etti; ona ruh üfledi ve ona bütün isimleri öğretti..." gibi. B- "Sonra onları meleklere arzederek buyurdu ki:" "Onlar — hüm" zamiri isimlerden anlaşılan müsemmalari ifade eder (yani gösterilen, isimler olmayıp isimlerin müsemmalarıdır). Bir hadiste rivâyet olunuyor ki Allah (celle celâlühü), eşyayı meleklere zerreler misak göstermiştir. Öyle zannedilir ki Allah (celle celâlühü) meleklere eşyanın her türünden örnek olabilecek fertleri göstermiştir. C- "Haydi onların isimlerini Bana söyleyin bakalım?" Allah (celle celâlühü), melekleri azarlamak (tebkit) ve umut bağladıkları hilâfet işindeki acizlerini ortaya çıkarmak için bunu onlardan istemiştir. Çünkü kendilerinin istidatlarım, mertebelerini ve hukuk ölçülerini bilmeden idare, tedbir ve adalet icrası neredeyse mümkün değildir. Ç- "Eğer iddianızda sâdıklar iseniz..." Yani sözlerinizden anlaşıldığı gibi eğer siz, hilâfete Âdem'den daha layık olduğunuz iddianızda doğru (sâdık) iseniz... Meleklerin sözlerinde kendi iddiaları için sarih bir tasdik yoktur. Fakat tasdik bir kelâmın açık ifadesiyle olduğu gibi, bazen de onu zımnen gerektiren ifadelerle de olur. Yani hilâfete daha ehil olduğunuz iddianızda doğru iseniz, bunların isimlerini bilmeniz gerekir. Çünkü bu hilâfete layık olmanın asgarî mertebesi yeryüzündeki varlıkların isimlerini bilmektir. Bu âyeti "Siz meleklerin iddiasına göre Ben yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek olan kimseleri halîfe yapacağım" şeklinde açıklayanların görüşü bu makama uygun değildir. Bu mânâ "Yani siz meleklerin iddiasına göre Ben başka hiçbir meziyeti olmayan, işleri genellikle fesad ve kan dökmek olan birini halife yapıyorum" şeklinde tevil edilse bile, yine bu mânâ uygun olmaz. Çünkü bu mânânın, eşyanın isimlerinin bildirilmesi ile bir ilgisi yoktur. 32"Melekler dediler ki: - Sen Sübhansın (Seni her türlü eksildikten tenzih ederiz), bizim Senin öğrettiklerinden başka ilmimiz yoktur. Şüphesiz Sen her şeyi hakkıyla bilen (el-A'lîm), hükümlerinde hikmet sahibi olan (el-Hakîm) Sensin Sen." A- "Melekler dediler ki: - Sen Sübhansın, Seni her türlü eksildikten tenzih ederiz." Bu gizli bir soruya verilmiş cevap gibidir. Sanki "melekler o zaman ne dediler? Kendilerine teklif edilen şeyin üstesinden geldiler mi, gelemediler mı?" diye sorulmuş da böyle cevap verilmiş... "Sübhan", bir görüşe göre tesbihin adıdır. Bir görüşe göre de mastardır. Birinci görüşe göre mânâ şöyledir: "- Seni mukaddes şâhihâ layık olmayan, hikmetsiz ve maslâhatsız fiil ve hareketlerde bulunmaktan tenzih ederiz." Melekler bununla, Âdem'in (aleyhisselâm) hilâfetinde yüksek bir hikmet bulunduğuna olan inanç ve itminanlarını dile getirmiş oluyorlardı. İkinci görüşe göre de mânâ şöyledir: "- Ey Rabbimiz! Sen zâtinin gereği olarak bundan münezzehsin." Meleklerin maksadı, kendilerine teklif edilen şeyin (eşyanın isimlerini söyleme) Âdem'e de teklif edileceğini ve hilafetin gereği olan işlerde kendilerinin âciz ve Âdem'in muktedir olduğunu, henüz icmalen bilmedikleri bir zamanda muhalefeti mutazammm sözleri sarfetmiş olduklarını beyandır. B- "Bizim Senin öğrettiklerinden başka ilmimiz yoktur." Meleklerin bu sözü, kendilerine teklif edileni yerine getirmekten âciz olduklarını itiraf etmektir. Çünkü bu sözlerin mânâsı şudur: "- Ey Rabbimiz! Senin kabiliyetimiz ölçüsünde bize öğrettiklerinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. İstidadımız dışında kalan bir şeye kudretimiz olmadığı gibi. Eğer istidadımız olsaydı, onu da bize Sen bahşetmiş olurdun." Melekler, eşyanın isimlerinin bilgisinin kendilerinde olmadığını mübalağa İle anlatmışlardır. Öyleki bu bilginin kendilerinde olmadığını söylemek veya: "- Biz, onları bilmiyoruz" demekle yetinmeyip onları meleklerin hiç bilmediği şeylerden saymışlardır. C- "Şüphesiz Sen her şeyi hakkıyla bilen (el-Alîm), hükümlerinde hikmet sahibi olan (el-Hakîm) Sensin Sen." Yanı hiçbir şeyin, kendisine gizli kalmadığı A'lîm ancak Sensin. Meleklerin bu sözleri onların, Allah'ın (celle celâlühü); "Ben elbette sizin bilmediklerinizi bilirim" mealindeki, sözlerini tasdik ettiklerine işarettir. Hakîm, işlerinde hikmet sahibi olan, işlerini hikmet ve maslahat ölçüleri içinde yürüten demektir. Âyetin bu cümlesi meleklerin bundan önce kendi bilgilerini Allah'ın (celle celâlühü) bildirdikleri ile sınırlamalarının gerekçesidir. Ancak bundan, Âdem'in meleklerin bilrnediklerini bildiği anlaşılmaz. Sanki melekler şöyle demiş oluyorlar: "- Bütün bilgilerin yegâne âlimi ancak Sensin; Senin bilgilerinin küçük bir bölümü de Âdem'in bizde hiç olmayan bir takım istidatlarıdır ki bunlar yeryüzündeki çeşitli mahlûka ta ilişkin gizli ilimlerdir." Kâinattaki bütün islerini hikmet ölçüleri içinde yürüten yegâne Hakim Allah'ın (celle celâlühü) hilâfetinin mihveri de bu bilgilerle mücehhez olmaktır. Yeryüzündekilerin idaresi ile ilgili olan ve hilâfetin temelini oluşturan külli ilimler ve cüz'î irfanların Âdem'e öğretilmesi de bu sınırsız İlâhî hikmetlerin bir parçasıdır. 33"Allah: -Ey Âdem onların isimlerini söyle! buyurdu. Âdem onların isimlerini söyleyince; Allah, meleklere: -Ben size dememiş miydim göklerin ve arzın gaybını Ben bilirim; açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de Ben bilirim." A- "Allah: -Ey Âdem, onların isimlerini söyle." Dikkat edilirse melekler için "Bana bildirin, haber verin, söyleyin!" denildiği hâlde burada Âdem'e hitaben "meleklere bildir" buyrulmuştur. Maksad, Âdem'in meleklere üstün faziletinin ortaya çıkmasıdır. Bununla beraber bu değişik ifadenin kullanılması, farklılığı ortaya koymak ve Âdem'in eşyaya ilişkin bilgisinin sınama konusu olmayacak kadar açık olduğunu ve onun bu üstünlüğünün diğerleri tarafından bilinmesine halikı bulunduğunu bildirmek içindir. B- "Âdem onların isimlerini söyleyince " Bu cümle, aslında makamın gereği olan ve kelâmın üzerine kurulduğu nıahzûf (hazfedilmiş) bir cümleye atıf yapmaktadır. Yani mânâ itibariyle "bu ış gerçekleşince veya Âdem meleklere eşyanın isimlerini bildirince..." demektir. Bu cümlenin hazf edilmiş olması bu işin mümkün olan en kısa zamanda gerçekleştiğini bildirmek içindir. Nitekim; "Kitaptan özel bir ilmi olan kimse: -Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm! dedi." mealindeki cümleden sonra; "Derken Süleyman, tahtın yanında durduğunu görünce..." mealindeki cümlenin gelmesi de aynı kabilden olup o da kelâmın gelişinden anlaşılan mahzûf bir cümle üzerine matuftur. Orada da "bu iş gerçekleşince" cümlesi gizlidir. Âyette zamir olarak "onları" değil de "onların isimlerini..." denmesi bu işe olan ilâhî ilginin kemalim açıklamak ve Âdem'in bunları meleklere icmalen değil fakat tafsilen haber verdiğini bildirmek içindir. Şu hâlde Âdem (aleyhisselâm), bunları meleklere tafsilatıyla bildirmiş; eşyanın her cins ve türünün hayat, hâl ve özelliklerini açıklamıştır. Melekler de, Âdem'in tafsilatta tereddüt etmediğini, isimlerle müsemmalar arasındaki münasebetleri iyi bildiğini, söylediklerinin doğru olduğunu görünce, bu ilâhî sırrın hakikatine varmışlardır. C- "Allah meleklere: -Ben size dememiş miydim göklerin ve arzın gaybını Ben bilirim." Âdem onları meleklere bildirince Allah (celle celâlühü) da mücmel cevabı açıklamak ve onu hatırlatmak için bunları söyledi. Ancak bu açıklama; "- Ey Kavmim, Rabbiniz size güzel, bir va'd (va'd-i hasen) ile söz vermemiş miydi?" mealindeki âyet ve benzerlerinde olduğu gibi mücmelin kendisi için olmayıp onun ifade ettiği hilâfeti gerektiren vasıfların Âdem'de gerçekleştiğinin gerekçesidir. Meleklerin bilmediklerinin gayb (sır) unvanı ile göklere ve yere izafe edilmesi (göklerin ve yerin gaybı, denilmesi), Allah'ın her şeyi kuşatan ilminin kapsamının kemalini ve sonsuz genişliğini fazlası ile beyan etmek, bir de ortaya çıkan meleklerin aczinin ve Âdem'in ilminin göklerin ve yerin sakinleri ile ilgili olduğunu bildirmek içimdir. Bu da açık bir delildir ki, daha önce âyette geçen "sizin bilmediklerinız"den maksad, orada da işaret edildiği gibi, Âdem'in hilâfetini gerektiren vasıflardır. Yani Allah; sanki şöyle demektedir: "- Ben, size dememiş miydim Âdem'in hilâfetini gerektiren vasıflar konusunda sizin bilmediklerinizi bilirim. İşte onlar, sizin şimdi gördüklerinizdir." Ç- "Açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de Ben bilirim." Bu cümle, "Ben bılırim" cümlesine değil "Ben size dememiş miydim?" cümlesine atıftır. Çünkü bu cümle, "Ben size dememiş miydim?" ifadesinden sonra o söylenenlere dahil değildir. Âyette "açıkladıklarınız" ifadesinden sonra "gizlediklerizi" denmek sureti ile yapılan üslûp değişikliği, meleklerin bir şeyi sürekli gizlediklerini bildirmek içindir. Bir görüşe göre, meleklerin açıkladıkları, onların "yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kanlar dökecek birini mi yaratacaksın?" sözleridir; gizledikleri de kendilerinin hilâfete daha layık olduklarını ve Allah'ın (celle celâlühü) kendilerinden daha üstün bir mahluk yaratmayacağı inancıdır. Rivâyet olunuyor ki Allah (celle celâlühü) Âdem'i yarattığı zaman melekler, onun acayip fıtratına baktılar da: "- Ne olursa olsun Rabbimiz, katında bizden daha şerefli bir yaratık yaratmaz!" dediler. Bir rivâyete göre de o gizlenen şey, İblis'in kendi içinde gizlediği kibir ve Âdem'in önünde eğilmemek kararıdır. Bu mânâya göre âyette gizlenen fiilin bütün meleklere isnad edilmesi katil, içlerinden bir kişi olduğu hâlde "filân oğulları filânı öldürdüler" denmesi kabilindendir. Müfessirler bu âyet-i kerîmenin tefsirinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki: 1- Bu âyet, insanın şerefini, ilmin meziyetini, ilmin ibâdetten üstün ve insanın yeryüzündeki hilâfetinin de ilme bağlı olduğunu beyan eder. 2- "Allah (celle celâlühü) hakkında talim (öğretme) fiili kullanılabilir; ancak O'nun hakkında "muallim" kelimesi kullanılamaz. Çünkü insanlar arasındaki mevcut âdete göre muallim unvanı, ta'limi meslek edinen kimselere mahsustur. 3- Lügatler tevkifidir (belli ve muayyen). Çünkü isimler hususî veya umumî olarak lâfızlara delâlet ederler. İsimlerin talimi de, onları müteallime (öğrenen kimseye) aktarmak ve mânâlarını ona açıklamak suretiyle gerçekleşir. Bu da daha önce o lâfızların o mânâlara vaz'edilmiş olmalarını gerektirir. İşte bu vaz' işi de ancak Allah (celle celâlühü) tarafındandır. 4- Hikmet mefhûmu, ilim mefhûmunun ötesinde bir şeydir. Âyette ifade edilen birinci bilmeden ilim, ikincisinden ise hikmet kastedilmektedir. 5- Meleklerin ilimleri ve kemalleri ziyadeleşme kabul eder. Hükema bunu yüksek tabaka melekler için reddetmiş ve: "Melekler şöyle derler: - Bizim her birimiz için bilinen bir makam vardır" (Sâffât 37/164) mealindeki âyeti de buna delil göstermişlerdir. 6- Âdem, meleklerden üstündür. Çünkü Âdem o meleklerden daha bilgili idi. 7- Allah (celle celâlühü), eşyayı yaratmadan önce de eşyayı biliyordu. 34"O zaman meleklere: - Âdem'e secde edin! demiştik de İblis müstesna hepsi secde etmişlerdi. O, yüz çevirdi, kibirlendi ve kâfirlerden oldu." A- "O zaman meleklere: - Âdem'e secde edin! demiştik de İblis müstesna hepsi secde etmişlerdi." Bu cümle; "Rabbin meleklere: - Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım! demişti" (Bakara 2/30) cümlesine atıftır. Bir görüşe göre de, âyetin başında mukadder (takdir edilen gizli) fiil, "itaat ettiler" fiilidir. Yani bu cümle: "- Biz, meleklere Âdem'e secde edin emrini verince onlar da itaat ettiler..." anlamındadır. Siyak ve sibaka bakıldığında bu âyetin de bundan öncekiler gibi tahkiye tarzında olması gerekirken bu üslûb değişikliği, burada anlatılanların, başlı başına anılmaya, hatırla tıkmaya değer büyük bir nimet olduğunu bildirmek içindir. Âyetin mü tekellim valide (konuşan 1. şahıs) siğasiyla başlaması da konunun bağımsızlığını teyid ile beraber Allah'ın (celle celâlühü) celâlet ve mehabetim göstermek içindir. Zamir (Biz, onlara demiştik) yerme zahir isim olarak meleklerin zikredilmesi de aynı sebeptendir. Secde lügatte, eğilmek, bükülmektir. Şeriatta (ıstılah) ibâdet kastı ile alnı yere koymaktır. Bir görüşe göre melekler, Âdem'e (aleyhisselâm) onun fazilet ve üstünlüğünü kabul etmek, ta'lim (öğretme) hakkını ödemek, söylediklerinden özür dilemek, selâmlamak ve saygı göstermek için secde ile emrolundular. Bir görüşe göre de meleklere, aslında Âdem'e değil fakat Allah'a (celle celâlühü) secde etmeleri emredildi. Âdem ise, secdeye sebep olduğu için onun şanını ululamak amacı ile meleklerin secdelerine kıble yapıldı. Öyle anlaşılıyor ki, Allah (celle celâlühü) Âdem'i misalsiz ve örneksiz yarattığı kâinatın bir küçük modeli, ruhanî âlemle cismanî âlemin pek hoş ve garip bir sentezi olarak ortaya çıkarınca kudretinin büyüklüğünü gören meleklere kendisine secde etmelerini emretti. "İblis müstesna hepsi secde ettiler" cümlesi âyetin başındaki "demiştik" fiiline atıftır. "Fesecedû / hepsi secde ettiler" cümlesinin başındaki "f' harfi, kendilerine secde emredilen meleklerin tereddütsüz, süratle, hemen emre uyduklarını belirtir. Vehb b. Münebbih'ten rivâyet olunduğuna göre meleklerden ilk önce Cebrâîl , sonra sırasıyla Mikâil, İsrafil, Azrail, daha sonra diğer melekler secde ettiler. Âyetteki "İblis dışında / illâ İblis" istisnası, muttasıl (dahil olan) bir şeyi istisna etmek kabılindendir. Çünkü İblis, önceleri binlerce melek içinde cınnî (emlerden, cinlere mensub) olarak tekti ve o da meleklerin sıfatlarını taşıyordu, İşte bundan dolayı âyetteki "Hepsi secde ettiler" cümlesinde, melekler gaalib ve çoğunlukta olduklarından İblis de meleklerden sayıldı; sonra da meleklerden biriymiş gibi onlardan istisna edildi. Burada değişik ihtimaller üzerinde durulabilir: 1- Meleklerden bir tür vardır ki, onlar (insanlar gibi) çoğalır. İşte bu tür meleklere cin denir. Abdullah b. Abbas'tan rivâyet olunduğuna göre. İblis bu cinlerdendir. 2- Bu secde emri, sadece cinleri kapsıyordu. Ancak âyette meleklerin zikredilmesi sebebiyle onların zılırine ihtiyaç kalmadı.. 3- Âyette İblis'in, meleklerden istisna edilmesi, münkatı' (dahil olmayan) bir şeyi istisna etmek kabilindendir. Bu âyet-i kerîme ile; "Andolsun ki, sizi yarattık; sonra size şekil verdik; sonra da meleklere: - Âdem'e secde edin! diye emrettik. İblis hâriç hepsi hemen secde ettiler. O, secde edenlerden olmadı." "Hatırla o zamanı ki Biz, meleklere: - Âdem'e secde edin! demiştik. İblis hâriç hepsi hemen secde ettiler mealindeki âyetlerden çıkan sonucun şu olması gerekir: Meleklerin secdeleri, kesin, âcil ve şartsız bir emir üzerine gerçekleşmiştir ve bu emir Âdem'in yaratılmasından, insan olarak şekıllendirilmesinden ve ona ruh üflenmesinden sonra verilmiştir. Meleklerin itaati talikî bir şarta bağlı tutulmamıştır. Emirle secde arasına başka bir olay girmemiştir. Ancak aşağıdaki âyetlerde taliki bir şart varmış gibi gözükmektedir. Şöyle ki: "Hatırla o zamanı ki Rabbin meleklere şöyle demişti: - Ben kuru bir çamurdan (salsak), şekil verilebilen bir balçıktan (hame-i mesnun) bir beşer yaratacağım." (Hicr 15/28) "Onu tesviye ettiğim (bütün uzuvlariyla şekillendirip tamamladığım) ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın." (Hicr 15/29) "Meleklerin, hemen hepsi secde ettiler." (Hicr 15/30) "Hatırla o zamanı ki Rabbin meleklere şöyle demişti: - Ben çamurdan (tıîn) bir insan yaratacağım." (Sâd 38/71) Onu tesviye ettiğim ve ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın." (Sâd 38/72) "Meleklerin hemen hepsi secde ettiler." (Sâd 38/73) İşte bu âyetler zahirlerine göre, secdenin, talikî şartlı bir emre terettüp ettiğini gösterirler. Fakat emir ile secde arasına Âdem'in yaratılması, onun insan olarak biçimlendirilmesi ve ona ruh üflenmesi olayları girmemiştir. Vehb b. Münebbih'ten rivâyet olunduğuna göre, ruh üflendikten hemen sonra secde gerçekleşmiştir. Bu âyetler arasındaki zahirî farklılığa cevap bulmak için birtakım açıklamalar ve yorumlar yapılmışsa da bunların hepsine halik itirazlar vâki olmuştur. Bize göre, Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin, güzel nazmından anlaşılan hakikat şudur; Meleklerin Âdem'e secdeleri, Allah'ın (celle celâlühü) âcil, kesin ve şartsız emriyle gerçekleşmiştir. Bu emir de, Ademin faziletinin meleklerce anlaşılmasıyla verilmiştir. Âdem'in faziletinin meleklerce anlaşılması ise Âdem'in hilâfetinin meleklere haber verilmesi üzerine Allah ile melekler arasında cereyan eden karşılıklı bir konuşma sonucudur. Bu âyetler bize bildiriyor ki, meleklerin secdeleri veya talikî şarta bağlı emir Âdem'in insan suretinde şenlendirilmesinden ve ona ruh üflenmesinden hemen sonra gerçekleşmiştir. Bununla beraber talikî şarta bağlı emrin dile getirildiği âyetlerde, ruhun üflenmesinden hemen sonra meleklerin secdesinin gerektiğini ifade eden bir kelime de yoktur. Zira bu âyetlerde şartın bağlı olduğu cevap veya ceza cümlesinin başındaki "f " harfi, gecikme olmaksızın veya derhal şeklinde bir mânâya gelmez. Nitekim; "Ey imân edenler! Cuma günü namaz için nida edildiği zaman Allah'ın zılırine koşun." meâlindeki âyette de "fes'av" cümlesinin başında "f' harfi bulunduğu halde ezandan hemen sonra namaza koşmanın vacip olmadığı kesindir. Yine, "İtminana (savaş tehlikesi geçip huzur ve sükûna) kavuşunca namazı tamı olarak ikame edin." meâlindeki âyette de yukarıda belirtildiği gibi "feakıîmû" cümlesinin başında "f " harfi olduğu hâlde, itminan hâlinden hemen, sonra namaza durmanın vâcib olmadığı kesindir. Vücub, vaktin girmesinden sonra gerçekleşir. Elbette hakikat böyledir. Zira açıklamakta olduğumuz talikî şarta bağlı emir konusunda Âdem'in üstünlüğü anlaşıldıktan sonra hikmetin gereği olarak melekler onun şânını tefekküre sevk edilmişlerdir. Tâ ki, melekler, Âdemin hâllerini anlasınlar; onunla ilgili gerçekleri kavrasınlar. Çünkü Âdem'in hilâfeti meleklerin bilgileri dışında kalan ulaşılması zor hikmetler ve gizli sırlar üzerine kurulmuştur. Melekler, böylece duruma apaçık vâkıf olmuş ve secde emrine uymanın kesin gereğine inanmışlardır. Talikî şarta bağlı emri dile getiren âyetlerde âcil ve şartsız secde emrinin anlatıma dahil edilmemesi olayların da bu suretle gerçekleştiğini gerektirmez. Tıpkı yukarıda anılan âyetlerde Âdem'e, âcil ve şartsız secde emri anlatılırken talikî şarta bağlı emrin anlatıma dahil edilmemesinin, daha önce o emrin verilmemiş olmasını gerektirmediği gibi. Çünkü bir kelâmın, makamın ve güzel intizamın gerektirdiği değişik üslûplar ile anlatılması, bir Kitab-ı Azız olan Kur’ân'da az rastlanan bir şey değildir. Daha önce Zemahşerî Mahmud b. Ömer'in "el-Keşşâf' adlı tefsirinden naklen, "Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere şöyle demişti: - Ben çamurdan bir insan yaratacağım" (Sâd 38/71) mealindeki âyetle ilgili anlatılanlar burada bir şüphe sebebi olmamalıdır. Zira ilgili bazı âyetlerde beşerin ne olduğu meleklere tanıtılmadan doğrudan doğruya onun yaratılacağı açıklandığı hâlde diğer bazı âyetlerde talikî şarta bağlı secde emriyle ilgili aşamalar ayrıntılarla anlatılmıştır. O hâlde âcil ve şartsız secde emrine konu olayların özetlenmesinın sebebi nedir? Olay şöyle gelişmiş olabilir: Allah (celle celâlühü), âcil ve şartsız secde emrinin bağlı olduğu hususları icmali olarak ilk başta meleklere ulaştırmış, meselâ: - Ben şundan veya bundan bir beşer yaratacağım ve yeryüzünde onu halîfe kılacağım . Onu şekillendirdiğim, ona ruhumdan üflediğim ve onun hakikati size tebeyyün ettiği zaman, sız de ona secdeye kapanın!" demiş; Âdem'i yaratmış, onu insan suretinde biçimlendirmiş ve ona ruhundan ruh liflemiş; melekler de o zaman, o sözleri dile getirmişlerdir. Yahut hilâfetin o sayılan şartlarının gerçekleşmesinden sonra Allah meleklere hilâfet haberini vermiş, meselâ Âdem'e ruh üfledikten sonra "onu yeryüzünde halife yapacağım" demiş; o zaman melekler de Âdem hakkında o sözleri sarfetmişlerdir. Allah, da Âdem'e eşyanın isimlerini öğretmek suretiyle onu teyid etmiş, desteklemiştir. Melekler de onda neler görmüşlerse onları müşahede etmişlerdir. İşte o zaman, emredilen şeyin önemine binaen, secde vaktini belirlemek için o âcil ve şartsız emir vâki olmuştur. Özetlersek, konu ile ilgili ayrıntıların bazıları bir yerde, bazıları da başka bir yerde zikredilmiştir. Bu konuda şüpheyi tamamen kesip atmak için şu açıklamayı yapmak gerekir: Yukarıda anılan; "Hatırla o zamanı ki Rabbin meleklere şöyle demişti: - Ben çamurdan bir insan yaratacağım" (Sâd 38/71) mealindeki âyetle, "Onlar orada münakaşa ederken benim mele-i a’lâ hakkında ne bilgim olabilirdi?" meâlindeki âyette geçen "iz yahtasımûn / Onlar orada münakaşa ederken" bedel ve izahtır. "Mele-i alâ"dan maksat, bu ümmetin âlimlerinin kaahir çoğunluğuna göre, meleklerle Âdem (aleyhisselâm) ve İblis'tir. Onların tartışmalarından maksat da Âdem'in (aleyhisselâm) hilâfeti konusunda aralarında cereyan eden konuşmalardan gaalip çıkma gayreti ve ezcümle Âdem'in eşyanın isimlerini saymasıdır. Ve bu âyet (Sâd 38/71), belirtildiği gibi, daha önceki bir âyetin (Sâd 38/69) "Onlar orada münakaşa ederken" cümlesine karşılık ve izah olduğuna göre, bunun gereği olarak, bu tartışmaya konu taliki şarta bağlı emir ve emrin şartı olan Âdem'in yaratılması, insan suretinde şekillendirilmesi, ruh üflenmesi, meleklerin ona secdesi, İblisin inadı ve lâ'netlenmesi, meleklerin arasından çıkarılması ve ondan sonra cereyan eden fiiller ve sözler bu âyetin kapsamı içindedir. Bu münakaşa, meleklerin secdesinden sonra olmadığı gibi, İblis İn kibir ve inadı yüzünden onlar arasından kovulmasından sonra da değildir. Çünkü bildiğin gibi. İblis, tartışan taraflardan biridir. Tıpkı bu tartışmanın tamamı, Âdem'in yaratılmasından önce olmadığı gibi. Çünkü Âdem'in yaratılmadan önce eşyanın isimlerini bildirmesi mümkün değildir. Bunda zorunluluk vardır. Şu hâlde mezkûr münakaşanın tamamı, ruhun üflenmesinden sonra ve meleklerin secdesinden önce gerçekleşmiş olmalıdır. Çünkü bu iki yoldan birine hükmetmek, kesin bir zorunluluktur. Her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah (celle celâlühü), gerçeği en iyi bilendir. B- "O, yüz çevirdi (Ebâ), kibirlendi (ve'stekbere) ve kâfirlerden oldu." Bu cümle, istisnayı başka bir deyişle İblis İn secde etmeyişinin keyfiyetini açıklar. "Ebâ-ye'ba-ibâen" kökünden gelen "ebâ" tereddütsüz, düşünüp taşınarak, irade ve ihtiyar ile imtina etmek, kaçınmak, yüz çevirmek, diretmek, dayatmak demektir. Tekebbür, kişinin nefsini başkasından büyük görmesidir. İstikbal- tok davranmak, büyüklük taslamaktır. İblis, emre uymaktan imtina etti ve Âdem'i (aleyhisselâm) yüceltmekten yahut onu Rabbinin ibâdetine vesile etmekten kaçındı, büyüklük tasladı. İbâ fiili, istikbâl (büyüklük taslamak) fiilinden önce zikredilmiştir. Oysa İblisin secdeden imtina etmesinin sebebi büyüklük taslaması olduğuna göre onun daha önce zikredilmesi gerekirdi. Ancak bunun böyle olduğu apaçık ve ortada olduğu için buna işaret etmek gereği yoktur. Sâd (38) sûresinin 74. âyetinde yalnız "ıstikbâr"; Hicr (15) sûresinin 31. âyetinde ise yalnız "ibâ" kelimesinin zılıri ile iktifa edilmiştir. İblis bu davranışıyla Allah'ın ezelî ve ebedî ilminde kâfirlerden oldu. Zaten o aslen kâfir cinlerdendi. İste bundan dolayıdır ki, İblis o büyük cürmü işledi.. Nitekim Kelıf (18) sûresinin 50. âyetinde; "İblis, cinlerden olduğu için Rabbinin emrinden çıktı" buyrulmak suretiyle bu gerçek ifade edilir. Bu cümle kendisinden önceki "emre uymaktan imtina ve büyüklük taslama"nın bir açıklamasıdır. İblis, Allah'ın (celle celâlühü), Âdem'e secde emrini beğenmediği için kâfirlerden olmuştur. Çünkü İblis, iddiasına göre Âdem'den üstündü ve üstün olanın, üstün olduğu kimseye eğilmesi hoş değildi. Nitekim, "Allah (İblis’e) sordu: - Ben sana emrettiğim hâlde seni secdeden men eden nedir? O da dedi ki, : - Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu da topraktan yarattın." "(Allah): - Ey İblis! (Kudret) Ellerimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Büyüklük taslamak mı istiyorsun yoksa yücelerden mi oldun? dedi. (Sâd 38/75) İblis ise (şöyle) cevap verdi: - Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten; onu çamurdan yarattın!" (Sâd 38/76) mealindeki âyetlerde bu gerçek dile getirilir. Yoksa İblis, yalnız vacibi terk etmek ile kâfir olmadı. Bu cümle kendisinden önceki cümleye ma'tuftur. "el-Fâ" üzerine "vav" işarı, mahza ibâ', istihbar ve küfre delâlettir. 35"Ve dedik ki; - Ey Âdem, sen ve eşin (zevcen) cennette oturun (sakin olun) ve ondan dilediğiniz yerden bol bol yiyin ancak şu ağaca yaklaşmayın; aksi hâlde zahirilerden olursunuz." A- "Ve dedik ki: - Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun..." Allah (celle celâlühü) ile melekler ve İblis arasında cereyan eden konuşma ve fiillerin anlatımı bittikten sonra şimdi de Allah (celle celâlühü) ile Âdem arasında cereyan eden olayların hikâyesine girilmektedir. Burada İblis'in kınanması (tevbihi), onun cevabı, lâ'netlenmesi, mühlet istemesi ve kendisine mühlet verilmesi anlatılmamış; bu konularda başka sûrelerdeki tafsilat ile iktifa edilmiştir. Bu cümle; "Bir zamanlar meleklere: -Âdem'e secde edin! demiştik..." cümlesine atıftır. Bu iki olayın değişik zamanlarda olması, bu atfa engel değildir. Çünkü Bakara sûresinin 34. âyetinin başındaki "meleklere demiştik" cümlesiyle bunu izleyen 35. âyette geçen "Ey Âdem demiştik" cümlesi 34. âyetteki "Ve İz - hatırla o zamanı ki..."ye atıftır. Bu cümlenin nida ile başlaması, emredilen hususun ehemmiyetine dikkat çekmek; hitabın Âdem'e tahsis edilmesi de emrin doğrudan doğruya asıl muhatabının o olduğunu bildirmek içindir. Sakin olmak, ikamet ve istikrar demektir; hareketin zıddı olan sükûnet anlamında değildir. Âdem'in zevcesi Havva'nın ne zaman yaratıldığı konusunda farklı rivâyetler vardır. Şöyle ki: Tabiî âlimlerinden İsmail el-Süddî; Abdullah b. Mes’ûd ile Abdullah b. Abbas ve diğer bazı sahabelerden (radıyallahü anh) rivâyet ederek diyor ki: "Allah (celle celâlühü) İblis'i Cennet'ten kovup Âdem'i Cennette isliân edince, Âdem, Cennet'te tek basına kaldı; yanında ünsiyet edecek hiç kimse yoktu. Derken Allah (celle celâlühü), Âdem'e uyku verdi; sonra sol yanından bir eğe kemiği alındı; onun yerine et konuldu ve Havva, o eğe kemiğinden yaratıldı. Sonra Âdem uyanınca, Havva vakdemizi, yanı başında oturur buldu. Sonra aralarında şöyle bir konuşma geçti: Âdem "- Sen nesin?" "- Ben bir kadınım." "- Niçin yaratıldın?" "- Benimle evlenmen için!" Sonra melekler Âdem'in bilgisini denemek için Havva'yı göstererek ondan sordular: "- Bu kimdir?" "- O bir kadındır (imraet)." "- Ona niçin kadın (imraet) demişler?" "- Çünkü o, mertten (erkek) alınmıştır." "- Bu hatunun adı nedir?" "- Onun adı Havva'dır." "- Ona niçin Havva demişler?" "- Çünkü o, hayy (can ve hayât taşıyan) bir şeyden yaratılmıştır." Abdullah b. Abbas'tan rivâyet olunduğuna göre: "Allah" meleklerden bir ordu gönderdi de onlar, Âdem ile Havva'yı bir altın taht üzerine alıp hükümdarların taşındığı gibi onları taşıdılar; her ikisinin elbiseleri de nurdan idi; nihayet onları cennete yerleştirdiler." Gördüğün gibi bu hadîs onlar cennete girmeden önce cennetin yaratılmış olduğuna delâlet etmektedir. Âyetteki cennetten maksat, mükâfat yurdudur. Çünkü cennetin bilinen mânâsı budur. Cennetin yeri konusunda değişik görüşler vardır: 1- Bu Cennet, Filistin toprağında yahut (İran'da) Fars ile Kirman bölgeleri arasında bir bahçe idi. Allah (celle celâlühü), onu Âdem'i imtihan için yaratmıştı. Bu görüşe göre Âdem'in İhbâtı da (cennetten inmesi), o bahçeden Hint toprağına nakli şeklinde yorumlanmıştır. Nitekim "Şehre inin / ihbitû mısren..." (Bakara 2/61) mealindeki âyette de "ihbât" kelimesi bu mânâda (yeryüzünde bir yerden bir yere nakil mânâsında) kullanılmıştır. Yine bu görüşe göre Âdem'in yaratılması, yeryüzünde gerçekleşmiştir ve bu kıssada Âdem'in semâya (gökyüzüne) kaldırılması zikredilmemiştir; eğer onun gökyüzüne kaldırılması hadisesi gerçekleşmiş olsaydı, öncekide zikredilir ve hatırlatılırdı. Çünkü bu en büyük nimetlerdendir. Bir de eğer bu cennet, ebedîlik yurdu olsaydı İblis, oraya giremezdi. 2- Bu cennet, semânın yedinci katında idi. Çünkü "ihbât" (en yüksekten inme) fiili, buna delâlet etmektedir. Ayrıca birinci ihbât, yedinci semâdan dünya semâsına olmuş, ikinci ihbât da dünya semâsından dünyaya olmuştur. 3- Bütün bu anlatılanların hepsi mümkündür. Bu konudaki nakli deliller birbirleri ile uyuşmamaktadır. Bu konuda kesin bir görüşe hükmetmekten kaçınmak gerekir. B- "Ve ondan dilediğiniz yerden bol bol yiyin." Bu hitabın, Âdem ile Havva'nın ikisine birden tevcihi, muhatap olma şerefini ve cennet refahını her ikisine teşmil etmek, mazeret sebeblerini tamamen ortadan kaldırmak ve emre itaatte eşit olduklarını bildirmek içindir. Nitekim Havva, Âdem'e cennettin yasak meyvesinden yemekte kötü örnek olmuş, cennete yerleşmede ise Havva, Âdem'e bağlı kalmıştır. Allah, Âdem ile Havva'ya cennette yiyecekleri yerler ve meyveler için bir sınırlama getirmemiş; bu hususta kendilerine genel bir imkân bahsetmiştir. C- "Ancak şu ağaca yaklaşmayın; aksi hâlde zâlimlerden olursunuz." Burada yasağın yaklaşmaya bağlanması, o meyveyi yemenin haram kılındığını, ondan kaçınmanın gerekliliğinı daha kuvvetli bir şekilde ifade etmek içindir. Cennet'tc Âdem ile Havva'ya yasaklanan buğday ya da üzüm yahut incir idi. Bir görüşe göre de bu özel bir ağaç idi. Onun meyvesini yiyenin abdesti bozuluyordu. Bu görüşlerin hiçbirinde kesinlik yoktur. Uygun olan, hepsini muhtemel görmektir. Onlar yasaklanan ağacın meyvesinden yemekle günâh işlediklerinden nefislerine zulmetmiş veya haz ve nasiplerini eksiltmiş yahut o ağaca yaklaşmakla Allah'ın (celle celâlühü) koyduğu sınırları aşmış olacaklardı. 36"Nihayet şeytan onları yanılttı ve onları içinde bulundukları yerden çıkarttı. Biz de onlara dedik ki: - Kiminiz kiminize düşman olarak oradan inin. Belli bir süreye kadar yeryüzünde sizin için bir oturma ve yararlanma imkânı olacak!" A- "Nihayet şeytan onları yanılttı..." Şeytan, o ağaç sebebiyle onları yanılttı ve ayaklarını kaydırdı. Bunun bir benzeri, "Ben bunu kendiliğimden yapmadım." mealindeki âyettir (ancak bu âyette o dış güç Rahmânî, burada ise "şeytanî"dir). Şeytan, onları yanılttı, cennetten attırdı veya uzaklaştırdı. Şeytan onları aşağıdaki âyetlerde açıklandığı gibi ebedî hayât ve sonu gelmez bir saltanat va'di ile kandırmıştır. Şöyle ki: "Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve sonu gelmeyen bir saltanatı göstereyim mi?" "- Rabbiniz size bu ağacı iki melek veya sürekli kalıcılardan olursunuz diye yasakladı; dedi." "Ve onlara: - Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti." Bu âyet-i kerîmelerden açıkça anlaşılıyor ki Âdem ve Havva cennete ebediyen orada kalmak üzere değil fakat bir iliram ve teşrif olsun diye geçici olarak yerleştirildi. Çünkü Âdem'e cennete yerleştirilmeden önce yeryüzünün hilâfeti verilmişti. Şeytanın, "- Öyleyse çık oradan (cennet)! Sen artık kovulmuş birisin." meâlindeki ilâhî emre muhatab olduktan sonra Âdem ile Havva'ya nasıl ulaştığı konusunda farklı görüşler vardır. Şöyle ki: 1- Şeytana cennete girmek yasağı, Âdem ile Havva'ya sınanmak üzere vesvese vermesi için değil, fakat ılıram görmemesi içindi. 2- Şeytan, cennete girmedi fakat kapının yanında durup oradan Âdem ile Havva'ya seslendi. 3- Şeytan, bir hayvan suretinde cennete girdi ve cennet muhafızları (hâzin) ortu tanımadılar. 4- Şeytan, yılanın ağzında onunla beraber cennete girdi. 5- Şeytan bazı adamlarını gönderdi; onlar Âdem ile Havva'yı oradan kaydırdılar. Gerçek ilim ise Allah katindadır (el-ı'lmü ı'nda'Hah), Onu tesbih ve takdis ederiz. (celle celâlühü) B- "...Ve onları içinde bulundukları yerden çıkarttı." Bu cümlede "cennet" kelimesinin sarih olarak geçmemesi ve onun yerine zamir kullanılması, onun büyüklüğünü (fehamet, azamet, celâlet) ve Âdem ile Havva'nın cennetle alâkalarını (mülâbeset) bildirmek içindir. Öyleki şeytan onları yanıltarak ve kandırarak içinde bulundukları o muazzam mekân ve nimetlerden yoksun kalmalarına sebep oldu. C- "Biz de onlara dedik ki: -Kiminiz kiminize düşman olarak oradan. Belli bir süreye kadar yeryüzünde sizin için bir oturma ve yararlanma imkânı olacak!" Bu hitab Âdem ile Havva içindir. Nitekim, " (Allah) buyurdu ki: -Kiminiz kiminize düşman olarak hepiniz oradan (cennetten) inin!" meâlindeki âyette de hitab açık olarak ikisinedir. Hitabın ikisine olduğu hâlde çoğul kipinin kullanılması ve "eemîan — hepiniz" buyrulması, Âdem ile Havva'nın bütün insanlığın ask olmasındandır. . Bir başka görüşe göre çoğul, Âdem île Havva yılan ve İblis içindir. Çünkü İblis, vesvese vermek için ve hırsızlar gibi gizlice cennete giriyordu, Sonra ikinci kez cennetten çıkarıldı ve gökten indirildi, "Kiminiz kiminize düşman olarak" ifadesi bir kısınınız diğ gayreti ile ona düşman kesilerek, demektir. Onlara indirilmiş oldukları bu yeryüzünde ölümlerine kadar oturma ve yeryüzü nimetlerinden yararlanma imkânı verilmiştir. Ancak amaç, muhatabların her ferdinin dünyada barınması ve yaşaması ise, belirtildiği gibi bu süre ölüme kadardır. Eğer bazı fertlerin şahsında insanlığın barınması ve yaşaması ise bunun nihayeti kıyamettir. 37"Nihayet Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler aldı (telâkki etti). O'na tevbe etti. Çünkü O, tevbelerı çok kabul edendir, çok merhemetlidir." Hazret-i Âdem'in tevbesi A- "Nihayet Âdem Rabbinden bir takım kelimeler aldı." Âdem, o kelimeleri onlarla amel etmek üzere aldı ve kabul etti. Onun aldığı kelimeler A'raf sûresinin; "- Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Ve eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhalikak hüsrana uğrayanlardan oluruz." meâlindeki 23. âyeti veyahut şu aşağıdaki sözlerdir: " Ey Allah'ım! Seni tesbih ve Sana hamd ederim. İsmin kutlu, şânın yücedir ve Senden başka ilâh yoktur, Ben nefsime zulmettim; Sen beni mağfiret eyle; şüphesiz Senden başka günâhları mağfiret edecek yoktur." İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre Allah (celle celâlühü) ile Âdem (aleyhisselâm) arasında son derece şayan-ı dikkat şöyle bir konuşma geçer: Ya Rabbim! Sen beni yedinle yaratmadın mı?" "- Evet, öyle." "- Ya Rabbim! Sen ruhundan bana ruh üflemedin mi? " - Evet, öyle." "- Ya Rabbim! Senin rahmetin, gazabının önüne geçmiş (sebketmiş) değil mi? "- Evet, öyle." "- Ya Rabbim! Sen beni cennetine yerleştirmedin (isliân etmedin) mi?" " - Evet, öyle." "- Ya Rabbim, ben tevbe edip salâh-ı hâl sahibi olursam beni tekrar cennete iade etmıyecek misin?" Evet iade edeceğim." Söz konusu âyetin basındaki "Fetelekkaa..." kelimesinin ilk harfi (F), takib mânâsı ifade ettiğine göre Âdem'in tevbesi, cennetten inme emrinden hemen sonra ve yeryüzüne inişten önce gerçekleşmiş olmalıdır. Allah (celle celâlühü) rahmetiyle ona dönmüş ve onun tevbesini kabul etmiştir. "Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler telâkki etti" buyrulmasının da bazı hikmetleri vardır. Her şeyden önce Âdem'in Rabb'a izafe edilmesi ona şeref kazandırmak içindir. Saniyen o kelimelerin Âdem'e ilka (ilham) edilmesinin sebebi onun Rabbi tarafından terbiye edilmesidir. İlka, âyette geçen telâkki kelimesi ile zımnen ifade edilmektedir. Allah da rahmetiyle onun tevbesini kabul etti. Âyetin başındaki "f' harfi, yukarda söylendiği gibi takib mânâsı ifade ettiğinden Âdem'in tevbesimn kabulü, işlediği günahı itiraf etmesi (el-i'tiraf bi'z-zenb), ondan pişmanlık (nedamet) duyması ve bir daha işlememe azim ve iradesi içeren kelimeleri almasından sonra gerçekleşmiştir. Âyette sadece Âdem'in (aleyhisselâm) zikri ile yetinilmiştir. Çünkü Havva hükümde ona tâbidir. Bu sebepledir ki, Kitab ve Sünnet'ın bir çoğunda kadınlar zikredilmememiştir. B- "Çünkü O, tevbelerı çok kabul eden, çok merhamet edendir." "Tâbe-yetûbü "kökünden gelen tevbe lügatte dönmek, rücû etmek demektir. Kul tevbe ederse günahtan dönmüş olur. Allah, tevbe ederse rahmet ve gufranıyla bağışlamış olur. Tevvâb, Esmâ-i Hüsna'dandır. Allah'ın (celle celâlühü) rahmet ve mağfireti ile kullarının tevbelerini çok çok kabul ettiğini bildirir. Rahîm, rahmeti bol demektir. Allah'ın (celle celâlühü) bu iki vasıf ile vasıflandırılması, tevbekârlar için büyük bir ihsan, afv ve mağfiret va'elidir. 38"Demiştik ki: - Hepiniz oradan (cennetten) inin! Eğer Benden size bir hidâyet gelir de lam Benim hidâyetime uyarsa artık onlara korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır." A- "Demiştik ki: -Hepinız oradan inin!" Bu cümle, kelâmın müncer olduğu bir soruya cevaptır. Sanki (kcenne), "- Âdem'in tevbesi kabul edildikten sonra ne oldu?" diye sorulmuş ve cevabı böyle verilmiştir. Cennet'ten inme emrinin tekrarlanması, inisin kaçınılmaz olduğunu, bu emrin mutlaka tahakkuk edeceğini bildirmek, Âdem'in (aleyhisselâm) tevbesinin affa mucib olacağı umudunu tamamen kesmek ve Âdem'e (aleyhisselâm) bir nevi merhamet göstermek içindir. Çünkü her iki âyette cennetten iniş emredılmekle beraber iki emir arasında açık bir fark müşahede edilir: Birinci emirde bir nevi öfke vardır ve iniş yerinin bir imtihan ve düşmanlık yurdu olduğu ve buna ilâveten orada ebedî kalınamayacağı belirtilir. İkinci emirde ise kurtuluşa ve başarıya götüren bir hidâyet bahşedileceği vaadi vardır. Onun devamındaki azab va'di ise öncelikli olmayıp mükelleflerin kötü seçimine bağlı kalmaktadır. Burada şu gerçeğe de dikkat çekilmektedir: Allah'ın hükmüne muhalefet etmemek halamından gerçek basiret ehli için müeyyide olarak bu iki iniş emrinden biri bile yeterli iken ikisinin birden vârid olması anlam itibariyle çok önemhdir. Bu iki âyetle ilgili bir başka görüş daha vardır. Şöyle ki: Birinci âyet, Âdem ile Havva'nın cennetten dünya semâsına, ikinci âyet de yeryüzüne inmelerini tazammun eder. B- "Eğer Benden size bir hidâyet gelir de kim Benim hidâyetime uyarsa artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır". Bu cümle; "Eğer tarafımdan size, göndereceğim bir peygamber ve indireceğim bir kitap vâsıtası ile bir hidâyet çağrısı gelir de o hidâyete uvanlar olursa onlara artık korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." demektir. O ilâhî çağrının geleceği kesin iken, "eğer Benden size bir hidâyet gelirse. .." şeklinde şüphe ifade eden bir şart cümlesinin kullanılmasının anlamı, Allah'a imân ve tevhid inancının vâcıb olması için insanlara akıl verilmesi, afakî (haricî) ve enfüsî (dahilî) delilleri değerlendirerek doğru düşünme imkânının bahşedılmesidir. Bir başka görüşe göre, âyette görünürde şüphe ihsas eden bir ifadenin kullanılması büyüklerin âdetini uygulamaktır ki onlar kesin olaylarda bile ihtimal ile konuşur. "...Artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır" cümlesinin anlamı onlar hiç korkmayacak ve üzülmeyecek veya kaynağı ne olursa olsun onların asla korku ve üzüntüleri olmayacak, her zaman, sevinçk ve neşek olacaklar demek değildir. Nasıl öyle olabilir ki Allah'ın celâlini ve heybetini tazim etmek ve Allah'a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek için yapılan çalışma ve gösterilen gayreti yeterli görmemekten dolayı korku ve endişe duymak, havasın ve mukarrabînin özelliklerindendir. Âyetin ifade ettiği gerçek, sürekli korkusuzluk ve üzüntüsüzlük hâlidir yoksa akla gelen geçici korku ve üzüntü vehimleri değildir. Âyette hidâyet kelimesinin. Allah zamirine izafe edilmesi, hidâyeti tazim ve ona uymanın gerekliliğini daha da pekiştirmek içindir. Âyetteki ikinci hidâyetten maksat, teşriî hidâyetler, insanlara verilen akıl, yaratılan afakî (dıştaki) ve enfüsî (içteki) deliller gibi pek çok şeydir. 39"İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; İşte onlar cehennem ashabıdır; onlar orada sürekli (muhalleden) kalacaklardır." A- "İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince" Bu cümle, "kim Benim hidâyet çağrıma uyarsa..." cümlesine atıftır. Sanki "kim de Benim hidâyet çağrıma uymazsa..." denmiştir. Ancak böyle değil de âyetteki ifadenin kullanılması, dalâlet hâlinin korkunçluğunu göstermek ve onun çirkinliğini ivice ortava koymak içindir. Kâfirlerin çoğul olarak ifade edilmesi, onların çokluğunu bildirir. Küfür ve tekzibin her ikisinin birden zikredilmesi, hidâyetin yukarıda zikrediidiğı gibi iki kısmı olduğunu belirtir. Ayrıca âyetlerin Allah'ı ifade eden zamire izafe edilmesi onları tekzip etmenin son derece çirkin olduğunu açıklamak amacına matuftur. Yani bu, "kendilerine gönderilen peygamberleri inkâr ve indirilen âyetlerimizi yalanlayanlar..." demektir. Bir görüşe göre de bu ifade "Allah'ı (celle celâlühü) inkâr eden, O'nun peygamberlere indirdiği âyetleri yahut peygamberleri eliyle gösterdiği mucizeleri yalanlayanlara gelince..." demektir. Bir görüşe göre de bu "âyetleri kalben inkâr ve dilleriyle tekzib edenler" anlamındadır. "" lügatte açık alâmet demektir. Istılahta, Kur’ân'ın, bir fasıla ile diğerlerinden ayrılan cümle Veya kelime kümelerine denir. Çünkü bu bir ifade veya ibarenin makabknin (kendisinden önceki), maba'dinden (kendisinden sonraki) ayrılmasının alâmetidir. Bir görüşe göre de Kur’ân'ın belli kelimelerine âyet denmesi, bir takım kelimeleri topladığı içindir. Buna göre âyet, toplamak manasınadır. B- "İşte onlar cehennem ashabıdır; onlar orada sürekli (muhalleden) kalacaklardır." Onlar küfür ve tekzip sıfatları ile o kadar temayüz etmişlerdir ki duyular yoluyla idrâk edilen varlıklara yapılan işaret ile onlara işaret edilmiştir. Uzaktaki varlıklar için kullanılan "ülâike" işaret sıfatıyla onlara işaret edilmesi, onların makam veya menzilinin haktan çok uzak olduğunu bildirmek içindir. Cehennem veya ateş ashabı, ateşten hiç ayrılmayanlar demektir. "Ha-le-de" kökünden gelen "hulûd" veya mef'ul ismiyle "muhalled" lügatte sonsuza kadar, ebediyyen kalmak demektir. Ancak burada devamlılık mânâsının kastedildiği konusunda icmâ vardır. 40"Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim (in'am ettiğim) nimetimi hatırlayın. Ahdimi tutun ki Ben de sizin ahdinizi tutayım. Ve yalnız Benden korkun." İsrâiloğullarının küfürleriyle ilgili olaylar A- "Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın." Burada hitabın yönü değişmiş ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile aynı dönemde yaşamış, onunla çağdaş İsrâiloğullarma çevrilmiştir. Daha önce, "Bir zamanlar, Rabbin meleklere demişti ki: - Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım. "O zaman meleklere: - Âdem'e secde edin! demiştik de İblis müstesna hepsi secde etmişlerdi." âyetlerinde hitab, Resûlüllah'a yöneltilmiş ve bütün insanlara bahsolunan nimetleri hatırlatması emredilmişti. Çünkü evvelce de belirtildiği gibi bu âyetlerin anlamı özetle şu idi: "- Ey Resûlüm Muhammed! Benim kelâmımı onlara tebliğ et ve onlara hatırlat ki Biz onların atası Âdem'i yeryüzünde halife yaptık. Meleklerin ona secde etmesini emrettik. Eşyanın isimlerini ona öğretmek suretiyle kendisine şeref kazandırdık ve onun tevbesini kabul ettik." Yukarda ifade edildiği gibi bu âyette hitabın yönü değiştirilmiş ve Peygamberimizin . çağdaşı özel bir topluluğa tevcih edilmiştir. Amaç kendilerine bahşedilmiş olan çeşitli nimetleri onlara hatırlatmaktır. İsrail, Ya'kub'un (aleyhisselâm) lâkabıdır. Ibranîcedeki karşılığı Safvetullah (Allah'ın temiz, pâk kulu) veya Abdullah'dır (Allah'ın kulu). İsrail kelimesi; "isral, israyil, israel" şeklinde de okunmaktadır. Burada özellikle Yahudilere sahip bulundukları nimetlerin hatırlatılmasının sebebi diğer topluluklara nazaran daha çok nimete mazhar olmalarından ve fakat daha çok nankörlük etmelerin dendir. Onlardan istenen Allah'ın verdiği nimetlerin önemini düşünmek ve şükrünü eda etmektir. Oysa işaret edildiği gibi İsrâiloğulları, o nimetleri tamamen unutmuşlardı ve onlara şükretmek akıllarına bile gelmiyordu. Nimet kelimesinin, Allah (celle celâlühü) zamirine izafe edilmesi, o nimetlere şeref kazandırmak ve şükürlerinin Allah'a (celle celâlühü) tahsis edilmesinin zorunluluğunu bildirmek içindir. Nimet onlarla kayıtlandırılmıştır (Size verdiğim, nimetlendirdiğim, in'am ettiğim nimetimi... denilmiştir). Bunun sebebi insanın yara alışındaki nimet sevgisidir. Nitekim insan, mazhar olduğu nimetlere baktığı zaman rıza ve şükre temayül eder. Buradaki nimetlerden maksat, İsrâiloğullarının atalarına ve kendilerine bahşedilmiş olan çeşitli nimetlerdir ki bu nimetlerin en büyüğü, Peygamberimiz zamanına yetişmeleridir. B- "Ahdimi tutun ki, Ben de sizin ahdinizi tutayım." Yani Bana verdiğiniz imân ve ibâdet sözünü yerine getirin ki Ben de size olan ahdimi yerine getireyim; size güzel mükâfatlar vereyim. Ahd, bir akdin taraflardan her birine yüklediği va'd, söz, taahhüd (eda, edim) demektir. Âyette birinci ahd faile, ikinci ahd mefûle izafe ediliniştir. Çünkü Allah (celle celâlühü) kâinattaki delilleri yaratmak (nasbı'd-delâil), Peygamberler göndermek (irsak'r-rusül) ve kitaplar indirmek (inzâle'l-kütüb) suretiyle bütün insanlardan ve ezcümle Isrâioğullarından îmân ve salih amel sözü almış ve güzel amellerin mükâfatını vermeyi va'detmiştir. Her iki ahde vefanın da geniş izahları vardır. Biz kullara göre, bu ahdin ilk mertebesi, iki şahadet kelimesini söylemektir. Allah (celle celâlühü) tarafından bunun ilk mertebesi (mükâfatı) bu ikrar ile İslâm'a giren insanların kanlarının ve mallarının korunması (haram lüknmasıdır). Yine biz kullara göre, bunun son mertebesi kulun tevhid deryasında garlı olmasıdır ki o zaman insan değil başkasını kendi nefsini bile düşünemez olur. Allah'a’-Ügöre, bunun sön mertebesi ise, O'nunla ebedî olarak buluşma saadetine etmektir. Bu âyetin mânâsı ile ilgili olarak İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) gelen şöyle bir rivâyet vardır: "Muhammed'e uyarak (ittıba ederek) ahdimi/sizden aldığımı ahdi yerine getirin (Evfû biahdî) ki Ben de ahdimi ifa edeyim (Ufî bia'hdiküm); ağırlıklarınızı, boynunuzdaki zincirleri indireyim." Diğer bir görüşe göre de bu ifade: "- Siz farzları edâ ve büyük günâhları terk suretiyle sizden aldığım ahdi yerine getirin ki Ben de sizi mağfiret etmek ve size mükâfatlar vermek suretiyle size olan ahdimi gerçekleştireyim yahut siz dosdoğru yolda bulunmak suretiyle sizden aldığım ahdi yerine getirin ki Ben de size ılıram ve ihsanda bulunmak ve sürekli nimetler vermek suretiyle size olan ahdimi ifa edeyim" demektir.39 Bir görüşe göre de âyette zikredilen her iki ahd mefule (yapılacak şeye) izafe edilmiştir. Bu takdirde mânâ şöyledir: Siz, Bana verdiğiniz imân ve tâata bağlılık ahdinizi yerine getirin ki Ben de size verdiğim güzel mükâfatlar ahdimi yerine getireyim. Her iki ahdin tafsilatlı izahı Âl-i İmran sûresinin 195. âyetinin tefsirinde gelecektir. C- "Ve yalnız Benden korkun." Bunun anlamı "Yaptıklarınız ve yapmadıklarınızdan ve özellikle de ahdi bozmaktan dolayı yalnız Benden korkun" demektir. Bu cümledeki tahsis, Fatiha sûresinin; "Biz ancak Sana ibâdet (kulluk) eder ve ancak Sen'den yardım dileriz" meâlindeki 5. âyetinde dile getirilen tahsisten daha kuvvetlidir. Çünkü burada tahsis ifade eden mefûlün takdiminden başka mefûlün tekrarı ve cezaiye "f'si vardır. Bu "f ", kelâmın şart mânâsı taşıdığına delâlet eder. Sanki "Eğer siz bir şeyden korkacaksanız Benden korkun" buyrulmuş olur. "Re-hi-be, yerhabu, rehben kökünden gelen rehbet", sakınma mânâsı taşıyan korku demektir. Bu âyet, va'd ve vaîdi tazammun ettiği gibi şükrün ve ahde vefanın vücûbuna ve mü'minin, Allah'tan başka hiç kimseden korkmaması gereğine delâlet eder. 41"Beraberinizde bulunanı (Tevrat) onaylayıcı olarak indirdiğime (Kur’ân) imân edin. Onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın. Ve âyetlerimi az bir bedel (semen-i kalil) karşılığında satmayın ve ancak Benden sakının (ıttika edin)." A- "Beraberinizde bulunanı (Tevrat) onaylayıcı olarak indirdiğime (Kur’ân) îmân edin." Burada görüldüğü gibi yalnız Kur’ân'a imân emredilmiştir. Çünkü Yahudiler için ahde vefa en büyük umdedir (el-u'mdetü'l-kusva). Açıkça "Tevrat" yerine "maa'küm / beraberinizdeki, nezdinizdeki, elinizdeki" denmesi, Yahudilerin, Kur’ân'ın Tevrat'ı tasdik ettiğini bildiklerini bildirmek içindir. Çünkü Tevrat'ın Yahudilerin elinde bulunması, ona sık sık başvurduklarına ve onun içindeki bilgilere vâkıf olduklarına alâmettir. Bu da onların, Kur’ân'ın Tevratı, onayladığını bildikleri sonucuna götürür. Kur’ân'ın, Tevrat'ı tasdik etmesi; Kur’ân'ın, Tevrat'ta vasıflandırıldığı gibi inmesi yahut tarihî bilgilerde, va'dlerde; tevhide, insanlar arasında adaleti sağlamaya, günâhlardan ve çirkin işlerden nehvetmeye davette Kur’ân'ın Tevrat'a uygun olmasıdır. Kur’ân'ın, asırlara göre değişen hükümlerin ayrıntılarında Tevrat'a muhalefeti hakîkatte muhalefet değil muvafakattir, Çünkü bu hükümlerin ayrıntıları, her biri kendi asrına ve zamanına göre haktır. O teşrîin temelini oluşturan esas hükmün ruhunu taşımaktadır. Zaten Tevrat'ta, o neshedilen hükümlerin ebedî olduğuna delâlet eden hiçbir sarahat yoktur ki Kur’ân'ın neshettiği hükümlerde ona muhalefet söz konusu olsun. Tevrat'taki hükümler, onların mutlak olarak meşruiyetine delâlet etmekle beraber bu hükümlerin ebediyyen bâkıî veya geçici oldukları noktasına hiç temas edilmemektedir. Hattâ biz deriz ki Tevrat dahi, o hükümlerin neshedileceğini ifade etmektedir. Çünkü Tevrat'ın, kendi hükümlerini nesheden Kur’ân'ın doğruluğunu belirtmesi, aynı zamanda o hükümlerinin de neshini ifade eder. Şu hâlde neshedilen hükümlerdeki muhalefetin gerekçesi zamanın değişmesidir. Hattâ farz edelim eğer önceki hükümlerin nüzulü sonraki hükümlerin zamanına kadar gecikmiş olsaydı, onlar da sonraki hükümlere uygun olarak nazil olurlardı ve bunun tersi olarak eğer sonraki hükümlerin nüzulü, önceki hükümlerin zamanında gerçekleşmiş olsaydı, kesinlikle önceki hükümlere uygun olarak nazil olurlardı. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Eğer Mûsâ, benim zamanımda yaşamış olsaydı, bana tâbi olmaktan başka çaresi olmazdı." Bu âyet-i kerîmede, nazil olan Kur’ân'ın, ellerinde bulunan asıl Tevrat'ı tasdik edici olmak vasfı ile kayıtlandırılması, bu ilâhî emre uymanın gerekliliğini daha da pekiştirmek içindir. Çünkü kendi ellerinde bulunan Tevrat'a olan imânları, onu tasdik eden Kür'an'a da imân etmelerini kesin olarak gerektirmektedir. B- "Onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın." Yani onu inkârda aceleci olmayın (müsaraat etmeyin); aksine sizin vazifeniz, ona ilk imân edenler olmanızdır. Çünkü siz, elinizdeki ilâhî kitaplardan (kütüb-ü ilâhiyye) edindiğiniz bilgilerle, Kur’ân'ı ve onu getiren Peygamberin şânını, hak ve gerçekliğini kendi oğullarınızı tanır gibi tanıyorsunuz. Zaten sız daha önce o Peygamberle (müşriklere karşı) zafer diliyordunuz (istiftah ediyor) ve onun geleceği zamanı müjdeliyordunuz. -Nitekim ileride bu konu gelecektir- Bu itibarla onu inkâr edenlerin ilki olmanız, sizden beklenen bir şey değildir. Böyle bir yanlış davranışta bulunmayın. Arap müşrikleri, Yahudilerden önce Kur’ân'ı inkâr ettikleri halde Yahudilerin, Kur’ân'ı inkâr edenlerin ilki olmaktan nehyedilmesı, zahirî mânâsı itibariyle değil fakat tariz içindir. Çünkü burada hedeflenen mânâ, Kitab Ehli'nden inkâr edenlerin ilki siz olmayın yahut kendi ellerinde bulunan ilâhî kitabı inkâr edenlerin ilki siz olmayın, demektir. Çünkü Kur’ân'ı inkâr eden, aynı zamanda Kur’ân'ı tasdik eden Tevrat'ı da inkâr etmiş olur. Bir başka tevcih de şu olabilir: Siz de, Mekke müşrikleri gibi onu inkâr edenlerin ilki olmayın. C- "Ve âyetlerimizi az bir bedel karşılığında satmayın." Yani âyetlerimiz karşılığında kendiniz için dünya hazlarından (huzuzu'd-dünyeviye) bir bedel almayın. Bu yoldan elde edilen dünyalik, ne kadar büyük olursa olsun imânı terk ile elden kaçırılan âhiret hazlarına (huzuzu'l-âhire) göre çok az ve çok değersizdir. Müfessirler derler ki bu âyetin muhatablarının kavimleri içinde riyasetleri, rüsumları ve gelirleri vardı. Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi oldukları takdirde bu imkânları kaybetmekten korktular. Nihayet bunları ihtiyar ve imâna tercih ettiler. Muavaza akidlerinde40 umde ve maksud olan, satın alınan maldır. Burada o umde, ona vesile semen (bedel) olarak ifade edilmiştir. "Biâyatî" kelimesinin başındaki, "b" harfi Arapçada vesilelerin başında zikredilir. Bu da göstermektedir ki onlar normal durumu tersine çevirmişler; asıl maksadı (dini), vesile, vesileyi de (dünyalik); asıl maksat yapmışlardır. Ç- "Ve ancak Benden sakının." İmân ve halika ıttıba ederek, dünyaliktan, geçici şeylerden yüz çevirerek Benden sakının. Bundan önceki âyet, rehbet (korku ve çekinme) ile son bulmuştu. Rehbet, bu âyetin sonundaki takvanın mukaddimelerindendir. Yahut bundan önceki âyetteki hitab, hem âlımı, hem mukallidi kapsadığından, orada rehbet emredilmiştir. Bu, her iki fırkaya da şamildir. Bu ikinci âyetteki hitab ise yalnız âlimlere tahsis edildiği için takva emredilmiştir. Bu da korku ve çekinmenin son aşamasıdır. 42"Halikı bâtıl ile karıştırmayın ve bile bile halikı gizlemeyin" A- "Halikı bâtıl ile karıştırmayın." Bu cümle, makabline atıftır. Yani Allah katından indirilmiş olan halika kendi icatlarınız olan bâtılı karıştırmayın; kendi arzularınız, menfaatleriniz için yazdıklarınızı, te'villerizi araya sokup da hak ile bâtilin karışmasına (iltibas) yol açmayın. B- "Ve bile bile halikı gizlemeyin." Bu da nehyin hükmüne dahildir. Hulâsa onlar, imânla ve dalâleti terk ile emrolundular. Halikı duyanları saptırmak için haliki bâtıl ile karıştırmaktan ve halikı duymayanlardan da halikı gizlemekten nehyolundular. Bu cümle bir başka tevcihle şöyle de anlaşılabilir; "Halikı batıl ile karıştırmak ve halikı gizlemek cürümlerini birleştirmeyim" Abdullah b. Mesûd Mushafında 41 yalnız "ve tek tümüne / gizliyorsunuz" yazılı olması da (ondan sonra hak kelimesinin bulunmaması) bu anlayışı destekler. Bunun açık anlamı hakkı gizlerken hakkı batıl ile karıştırmayın, demektir. Bu mânâya göre, hakkı batıl ile karıştırmak (telbis), halikı gizlemek gayretindendir. Âyette hak kelimesinin tekrar edilmesinin iki sebebi olabilir: 1) İkinci hak kelimesinden murat Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıflarıdır ki onlar o vasıfları gizlediler ve onların yerine başka şeyler yazdılar. Nitekim Bakara 2/79. âyetinin tefsirinde gelecektir. 2) Nehyedilen şeyi daha çok takbih etmek içindir. Çünkü hak kelimesinin sarahatle zılırinde, zamirinden daha fazla takbih mânâsı vardır. Yanı siz, halikı bâtıl ile karıştırdığınızı ve halikı gizlediğinizi bildiğiniz yahut onun hak olduğunu bildiğiniz yahut sız ılım ehli olduğunuz halde... demektir. Bu hâl cümlesi, "Siz sarhoş iken namaza yaklaşmayın" (Nisa: 43) mealindeki âyette, olduğu gibi, nehyedilen şeyi o hâl ile kayıtlamak için değil, fakat onların hâlini ziyadesi ile takbîh içindir. Çünkü bilmeyen belki mazur görülebilir. 43"Namazı kılın, zekâtı verin, rükû' edenlerle beraber siz de rüku edin." A- "Namazı kılın ve zekâtı verin." Müslümanlar gibi siz de namaz kılın ve onlar gibi zekât verin. Çünkü başkalarının namazı ve zekâtı sizin için namaz ve zekât değildir. Görüldüğü gibi Allah İsrâiloğullarına önce islâm'ın esaslarını sonra da fürûunu emretmektedir. B- "Rükû' edenlerle beraber siz de rükû' edin." Müslüman cemaati ile beraber siz de namaz kılın. Çünkü cemaatle kılınan namaz, yalnız olarak (münferiden) kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir ve cemaat namazında yakarışta (münacatta) şahısların yardımlaşması (birbirine müzahareti) vardır. Rükû kelimesinin kullanılması, emredilen namazın, Yahudilerin namazı olmadığına işaret etmek içindir. Bir görüşe göre ise burada rükû, Şârîin (şeriat sahibi Allah ve Resûlu) fermanlarına boyun eğmek veya itaat etmektir. 44"İnsanlara iyilik (el-birr / hayır iş, sâlih amel) emrederken kendi nefislerinizi unutuyor musunuz? Oysa Kitabı okuyup duruyorsunuz. Aldetmez misiniz?" A- "İnsanlara iyilik emrederken kendi nefislerinizi unutuyor musunuz?" Daha önceki hitab, bütün İsrâiloğullarına yöneltilmiş iken burada tecrid ve İsrâiloğullarının yalnız bir sınıfına tevcih edilmiştir. Soru tesbit, tevbîh (kınama) ve tâcib (yadırgamak) içindir. Lûgatta "birr", geniş anlamda hayır iş, salih amel demektir ve hayrın her çeşidini kapsamaktadır. Bundan dolayıdır ki "el-birr" üçe ayrılır: 1) Allah'a (celle celâlühü) ibâdette birr, 2) Akrabayı gözetmede birr, 3) Yabancılarla yapılan muamelelerde birr. Yani sizler başkalarına hayır ve iyilik emredip kendinizi bunun dışında tutmakla nefsinizi unutulmuş gibi mi sayıyorsunuz? Abdullah İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre: "Bu âyet, Medine'deki Yahudi bilginleri hakkında nazil olmuştur. Onlar, gizlice nasihat ettikleri kimselere Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tâbi olmayı, ona imân etmeyi emrediyorlardı fakat kendileri, mensuplarından, tâbîlerinden gelen hediyelere, peşkeşlere tamah ederek Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) imân etmiyorlardı. Bir görüşe göre de onlar, başkalarına sadakayı emrediyorlardı fakat kendileri vermiyorlardı. el-Süddî diyor ki: "O Yahudi bilginleri, insanlara Allah'a (celle celâlühü) tâati emrediyorlardı. O'na karşı günâh işlemeyi de nehyediyorlardı. Fakat kendileri Allah'ın emirlerina uymuyor ve günâh işliyorlardı." İbn Cüreyc Abdülmelik el-Mekkî diyor ki: "Yahudi bilginleri, insanlara namaz ve zekâtı emrediyorlardı fakat kendileri namaz kılmıyor ve zekât vermiyorlardı." Âyette ifade edilen red ve tevbîhin asıl sebebi, onların hayır yapma konusunda kendi nefislerini unutmalarıdır yoksa insanlara hayır ve iyilik emretmeleri değildir. B - "Oysa Kitabı okuyup duruyorsunuz. Akletmez misiniz?" Bu Yahudi bilginleri için bir azarlama ve susturmadır. Bu da tıpkı, "Halikı bâtıl ile karıştırmayın ve bile bile halikı gizlemeyin" gibidir. Bu cümle şu anlama gelmektedir: Oysa sizler, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıflarını bildiren; size Peygambere imânı emreden; hayır veya salih amel işleyenleri mükâfat ile tebşir, fesat ve inat yoluna sapanları, sözleriyle hareketleri birbirini tutmayanları azab ile tehdid eden Tevrat'ı okuyup duruyorsunuz da bütün bunlara akıl erdıremiyor musunuz? Onun içindeki hakikatlere veya yaptıklarınızın çirkinliğine aklınız yatmıyor mu ki, bunlardan vazgeçmiyorsunuz? Demek oluyor bu ilâhî red, gerektirici sebebleri gerçekleşmek suretiyle onların okuduklarına akıl erdirememelerine yöneliktir. Onlar ya okudukları üzerinde düşünemiyor ya da düşündükleri hâlde anlayamıyorlar demektir. O hâlde ilâhî red, her ikisine birden şâmildir. "Aid veya akıl" lügatte, menetmek ve tutmak (imsak etmek) demektir. Deveyi hareketten alikoymak için ayaklarını dirseğine bağlayan bağa da aynı mânâdan "ı'kal" denir. Nefsin, zarurî (anlaşılması için bir yardımcı delile ihtiyaç olmayan.) ve nazarî (anlaşılması için bir yardımcı delile ihtiyaç olan) bilgileri idrâk aracı olan ruhanî nura, akıl adı verilmiştir. Çünkü akıl denen bu idrâk gücü insanı çirkin işlerle meşgul olmaktan alikoyar ve insanı güzelliklere bağlar. Gördüğün gibi bu âyet, başkasına nasihat verip de kendisi kötü işlere devam eden herkesin ayıbını teşhir etmekte; bu hareketin şeriati bilmeyen cahillerin veya akıl yoksunu ahmakların işi olduğunu bildirmektedir. Yukarda işaret edildiği gibi bu âyette amaçlanan mânâ, insanı nefis tezkiyesine (tezekld-i nefse / arınmaya) teşvik etmek, nefsi kemale erdirmek için gayret sarf etmektir ki, sonuçta nefis haliki bizzat yaşasın da, başkasının da halikı yaşamasına etkili olabilsin; yoksa âyetten murat fâsık kimsenin, başkasına nasihat etmesini menetmek değildir. Rivâyet olunur ki; vaktiyle sözleri pek etkili, kalblere nüfuzu kuvvetli bir bilgin vardı. Onun sözlerinin etkisiyle ölenler olurdu. O şehirde de yaşlı bir kadıncağız ve onun salih, yufka yürekli bir oğlu vardı. Anne, oğlunu o vâizm meclisinden sakındırır, menederdi. Fakat bir gün oğlu, gizlice o vâizm meclisine gitti ve dinlediklerinin etkisiyle oracıkta son nefesini verdi. Gözü yaşlı ana bir gün yolda vaiz ile karşılaştı ve dilinden şu mısralar döküldü: "Sen, insanlara hidâyet etmeye çalışıyorsun belki ama kendin hidâyete erememişsin! Agâh ol ki, şu yaptığın fayda vermez. Ey bileği taşı! Daha ne zamana kadar sen demiri bileyleyeceksin? Ama kendin kör kalıp bir şey kesemeyeceksin!" Vaiz, bu sözleri duyunca derin bir iç çekişiyle atından düşüp bayıldı. Onu hemen evine taşıdılar fakat o da, Allah Sübhanehu'nun rahmetine kavuşmuştu. 45"Sabır ve salât ile istiâ'ne edin (yardim dileyin). Şüphesiz ki bu hâşi'lerden (Allah'tan gereğince sevgi ve saygı ile çekinen) başkası için çok ağırdır." A- "Sabır ve salât ile istiâne edin." Görüldüğü gibi bu âyet mâkabkne muttasıl veya kendisinden önceki âyetlerle bir bütünlük içindedir. Yahudî bilginleri riyaseti bırakmak ve dünya malından yüz çevirmek gibi insana ağır gelen işlerle mükellef kılındılar. Yani onlara şöyle deniyordu: - Başarıya ulaşmak ve feraha çıkmak istiyorsanız Allah'a (celle celâlühü) tevekkül ederek (tevekkelen alallah) ihtiyaçlarınız için yardım dileyin (istiâ'ne edin). Özellikle de oruçla yardim dileyin. Çünkü oruç, onu bozan hâllere karşı sabretmektir. Oruç pek etkili bir ibâdettir. Çünkü oruçta şehveti kırmak, nefsi arındırmak gibi meziyetler vardır. Bundan başka namaza tevessül edin, ona sığınmak suretiyle yardım dileyin. Çünkü namaz, ruhî ve bedenî çeşitli ibâdetleri bünyesinde toplar. Bunları şöyle siralayabiliriz: Temizlik (taharet), Setr-i avret (gözükmesi haram olan yerleri örtmek), Her ikisi için mal harcamak, Kabe'ye yönelmek (teveccühi ile'l-Kâ'be), Kendini bütünüyle ibâdete adamak (a'kûf olmak), Bedenin bütün uzuvlariyla huşu izhar etmek, Kalbdeki niyet hâlis olmak (ihlâs), Şeytana karşı mücahede etmek, Halik'a münacaat (yakarmak), Kur’ân okumak, Şahadet getirmek, Nefsi en büyük iki zevkten (yemek ve cinsel ilişki) mennetmek. İşte bunları gerçekleştiren insanlar, arzuların tahsilinde ve musibetlerle belâlara karşı koymada başarılı olmuşlardır. Rivâyet olunur ki, Peygamberimiz kendisini müteessir eden bir hâl ile karşılaşınca, hemen namaza sığınırdı. Şunu da ilâve edekm ki salât namaz anlamına geldiği kadar "duâ" anlamına da gelir. B- "Şüphesiz ki bu hâşîlerden başkası için çok ağırdır." Ağır ve meşalikatli olarak vasıflandırılan iş, namaz olarak yorumlandığı takdirde tahsis, onun şânının büyüklüğünden ve aynı zamanda namazın, sabrın da bazı çeşitlerini bünyesinde taşımasından dolayıdır. Nitekim bir âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurulur: "Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler." Yahut ondan maksat, emir ve nehyolundukları işlerin tamamıdır. "Kebîre"den maksat ağırlık ve meşalikattir. Bu, Şûra sûresinin 13. âyetindeki: " (Resûlüm) senin kendilerini davet ettiğin, şey müşriklere çok ağır gelir.." cümlesinden çıkan anlam gibidir. Huşu; sükûnet, alçak gönüllülük, kemâl-i edeb ve kayıtsız itaattir, İşte bundan dolayı "huşu, bedenle, huzû ise kalble olur." Niçin hâşîlere, ibâdette huşu duyanlara bunlar ağır gelmez? Çünkü onlar, sabır ve namaz karşılığında kendileri için hazırlanmış olan nimetleri bekler ve bundan mutluluk duyarlar. Fakat esas itibariyle onlar Rabblerinin münâcâtına daldıkları ve istiğrak hâlinde bulundukları için ağırlık ve zorlukları hissetmezler. İşte bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Benim gözümün nuru namazdadır" buyurdu. 46"Onlar (o hâşîler) Rabblerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini umarlar." Onlar o kimselerdir ki, Allah'a (celle celâlühü) mülâkıî olacaklarına, özel deyimiyle likau'llah'a ve O'nun kendi katında onlar için hazırladığı mükâfatlara kavuşacaklarına inanır ve bunu umarlar. Allah'ın Rabb unvanı ile zikredilmesi ve Rabb kelimesinin onlara izafe edilmesi, Allah'ın (celle celâlühü), onlara bol bol ihsan ettiğini bildirmek içindir. Onlar, dünyada yaptıklarının karşılığını görmek üzere kıyamet günü Allah'ın huzurunda toplanacaklarına kesin olarak inanırlar. Bundan dolayıdır ki hesaplarını ilâhî nimetlere rağbet ve azabdan sakınma esası üzerine yaparlar. Dünyada yaptıklarından hesaba çekileceklerine inanmayanlar, mükâfat ummayan ve azabdan korkmayanlar, ibâdetleri kendilerine özel bir meşalikat olarak gördükleri için bunlar kendilerine ağır gelir. Tıpkı münafıklar ve mürailer (riyakârlar) gibi. Bu itibarla Allah'ın (celle celâlühü) "Rabb" unvanı ile zikredilmesi, Allah'ın yegâne Rabb ve yegâne mâlik olduğu gerçeğini bildirmek içindir. Bu âyetin Abdullah b. Mesûd Mushafında42 "yezunnûn / zannederler" yerine "ya'lemûn / bilirler" suretinde yazılı olması da, âyetin tefsirinde verilen izahatı teyid eder. Kanaatimizce, zanda ilim (bilme) tarafı ağır bastığı ve bir de beklemek, ummak mânâsını zımnen ifade ettiği için zan, ilim yerine zikredilmiştir. "Mülâkuu" ve "râciû'n" kelimeleri, tam karşılık olarak "mülâkıî olanlar, kavuşanlar" ve "dönenler" demektir. Bu mânâların fiille değil isimle belirtilmesi, bunların ilâhî takdirde kesinleşmiş birer hüküm olduğunu bildirmek içindir. (Çünkü isim Idpleri kesinlık ifade eder). 47"Ey Israiloğulları, size olan bunca nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı (tafdiîl ettiğimi) hatırlayın!" İsrâiloğullarma bahşedilen ilâhî nimetlerin tekrar hatırlatılması, hem te'kıd hem de bundan sonra gelen şiddetli azab tehdidiyle irtibatım sağlamak içindir. Alemlerden maksat, İsrâiloğullarının ecdadının zamanındaki âlemlerdir. Allah (celle celâlühü), onlara bahşettiği ilim, imân, salih amelle, içlerinden Peygamberler ve âdil hükümdarlar çıkarmak suretiyle onları kendi asırlarmdaki diğer milletlerden üstün İvilmiştır. Bu ilâhî lûtuflara mazhar olanlar, Mûsâ devrinde ve ondan sonraki dönemde yaşayıp da ilâhî nimetleri değiştirmeyen ve onların kıymetini bilen İsrâiloğullarıdır. 48"Sakının o günden ki hiç kimse, kimse için bir karşılık ödeyemez; kimsenin şefaati kabul edilmez ve kimseden bir bedel (a'dl, fidye, kurtuluş akçesi) alınmaz! Onlara yardım, da edilmez." A- "Sakının o günden ki hiç kimse kimse için bir karşılık ödeyemez." Öyle bir günün hesabından veya azabından sakının ki, o gün hiç kimse velev ki en yakını olsun bir başkası için herhangi bir fayda sağlayamaz yahut onun yerine herhangi bir bedel ödeyemez veyahut hiç kimse başkası için herhangi bir karşılık veya mükâfat sağlayamaz. B- "Kimsenin şefaati kabul edilmez ve kimseden bir bedel (a'dl, fidye, kurtuluş akçesi) alınmaz!" Asiden veya âsî için itaatkârdan fidye alınmaz. C- "Onlara yardım da edilmez." Onlara, Allah'ın (celle celâlühü) azabından kurtaracak bir yardım da yapılamaz. Yardım anlamına gelen nusret, burada daha özel ve dar kapsamlı bir mânâ ifade etmektedir. Çünkü buradaki yardım, azabı önlemeye matuftur. Kanaatimizce kasdedılen mânâ, o günde hiç kimsenin bir başkasının azabını, hiçbir şekilde önleyemeyeceğidir. Mutezile, büyük günahlardan (kebâır) bir veya bir kaçını işleyenler için şefaatin mümkün olmadığına delil olarak bu âyeti gösterir. Buna cevap olarak deriz ki bu âyet kâfirlere mahsustur. Çünkü şefaat konusundaki diğer âyetler ve bu konuda rivâyet edilen hadîsler bunu göstermektedir. Buradaki hitabın kâfirlere mahsus olması ve onların atalarının, Peygamberlerin kendilerine şefaat edecekleri hususundaki inançlarının reddedilmesi bizi teyid eder niteliktedir. 49"Hatırlayın o zamanı ki sizi Fir’avun’un adamlarından (âl-i firavun) kurtarmıştık; onlar size kötü bir azab ile işkence ediyor, kızlarınızı sağ bırakırken oğullarınızı boğazlıyorlardı (zebhediyor). İşte bunda sizin için Rabbinizden gelen büyük bir belâ (sınama) vardı." A- "Hatırlayın o zamanı ki sizi Fir’avun’un adamlarından kurtarmıştık" Burada "Ey İsrâiloğulları, size olan bunca nimetimi..." âyetinde icmalen geçen nimetlerin tafsilâtı vardır. Başka bir deyişle: "- Ey İsrâiloğulları! Sizi ve atalarınızı âl-i Fir’avun; dan kurtardığımızı bir hatırlayın" buyrulmaktadır. Ataları kurtarmak, onların fürûunu, nesillerini de kurtarmaktır. Nasıl ki Fars melikine "Kisra", Rûm melikine "Kayser", Türk melikine "Hakan" denilmiş ise Amalika melikine de "Fir’avun" unvanı verilmiştir. Mûsa'nın firavunu, Mus'ab b. Reyan'dır. Bir görüşe göre de onun oğlu Velid'dir. Bunlar Âd kavminin bakiyeleridir. Bir görüşe göre ise Mûsa'nın Fir’avun’u, İsfahanlı bir attarmiş. Ağır borçları yüzünden iflas etmiş. Sonunda İsfahan'dan çıkarak önce Şam'a sonra da Mısır'a gitmek zorunda kalmış. Orada bakmış ki, kırsal yerlerde bir yük kavun, bir dirlieme, şehir deyse bir tek kavun bir dirlieme satılmakta. O zaman: "- Eğer borcumu ödemenin bir yolu varsa İşte budur!" demiş. Sonra hemen taşraya çıkıp bir yük kavun satın almış ve çarşıya yönelmiş. Yolda karşılaştığı her vergi memuru, kendisinden bir kavun almış. En sonunda şehre girdiğinde elinde yalnız bir kavun kalmış ve onu da bir dirlieme satmış, gitmiş. Bir de bakmış ki şehir halkı kendi başına bırakılmış; onların idaresi ile ilgilenen kimse yok. O sırada da Mısır'da büyük bir veba çıkmış. Bir gün mezarlığa gitmiş. Halktan bazıları cenaze gömüyormuş, hemen, yanlarına gitmiş. Ölü sahiplerine: "- Ben bu mezarlığın mutemediyim; bana beş dirliem vermezseniz, defin yapmanıza izin vermem!" demiş. Onlar da ona beş dirliem vermişler. Sonra bir başka cenazeye, bir başka cenazeye gitmiş ve üç ay zarfında büyük bir servet toplamış. O zamana kadar da hiç kimse, ona bir şey dememiş. Sonunda bir gün yine gömülmekte olan bir ölünün sahiplerinden para isteyince kendisine: "- Seni bu göreve kim getirdi?" diye sormuşlar ve onu alıp Fir’avun'a götürmüşler. Fir’avun: "- Sen kimsin, seni bu işle kim görevlendirdi?" O: "- Hiç kimse görevlendirmedi ancak ben bunu, beni yakalasınlar, senin huzuruna çıkarsınlar, ben de halicinin perişan hâline dikkatini çekeyim, diye yaptım. Ben bu yolla şu kadar servet topladım" demiş ve topladığı malları getirip Fir’avun'a teslim etmiş. Sonra da: "- Ülkenin idaresini bana bırak; beni emin ve ehil bulacaksın!" teklifinde bulunmuş. Fir’avun da öyle yapmış. O da ülkeyi çok güzel yönetmiş. Ordunun ve halkın durumuma düzeltmiş ve adaletle ıslahatta başarık olmuş. Nihayet Fir’avun ölünce halk onu Fir’avun’un tahtina oturtmuş! B- "Onlar size kötü bir azab ile işkence ediyor, kızlarınızı sağ bırakırken oğullarınızı boğazlıyorlardı." Bu cümle Fir’avun ve adamlarının İsrâiloğullarına tattırdıkları azabı beyan eder. Bunun için araya atıf harfi girmemiştir. Bu işkenceyi yapmalarının sebebi şu idi: Fir’avun rüyasında, İsrâıloğuilarından doğacak, bir erkek çocuğun hâkimiyet ve saltanatını yıkacağını görmüştü veya kâhinleri ona bu haberi vermişlerdi. Ancak gayret ve çalışmaları, Allah'ın takdirinden hiçbir şeyi engelleyemedi. Söylendiğine göre İsrâiloğullarından dokuzyüzdoksan bin erkek çocuk öldürüldü.46 Allah, Mûsa'ya Peygamberlik dışında verdiği tasarruf kuvvetini, yaşamış olsalardı o maktullere de verecekti. İşte bundan (Hazret-i Mûsa, bunların desteğinden yoksun kaldığından) dolayıdır ki, Mûsa'ya (aleyhisselâm) verilen mucizeler pek büyük ve açık oldu.47 C- "İşte bunda sizin için Rabbinizden gelen büyük bir belâ (sınama) vardır." Erkek çocuklarınızı öldürüp kız çocuklarınızı kendileri için sağ bırakmalarında, sizin için büyük bir mihnet ve belâ vardı yahut Allah'ın (celle celâlühü) sizi Fir’avun ve adamlarından kurtarmasında büyük bir sınama vardı. Kız çocuklarını hayatta bırakmaları da bir mihnet ve belâ idi. Çünkü amaçları onları ağır işlerde çalıştırmaktı. "Be-le-ye veya be-le-ve / Belâ", lügatte denemek, sınamak demektir. Ancak denemek Allah (celle celâlühü) hakkında imkânsızdır. Allah'ın (celle celâlühü) kullarını deneme veya sınaması söz konusu olabilir. Bu da bazen mihnet, bazen de nimetle olduğundan her ikisine de belâ (imtihan, sınav) denilmiştir. Bir görüşe göre de "Veli zâkküm / İşte bunda sizin için..." işaretinde hem mihnete hem nimete şâmil bir anlam vardır. Yani bu, şu demektir: Fir’avun ve yaranı sizin başınıza Allah (celle celâlühü) tarafından musallat edilmiş yahut sizi kurtarmak için Mûsâ Allah tarafından gönderilmiş ve buna muvaffak kilinmıştır. Bu âyet-i kerîmede kulun karşılaştığı sevinçli hallerle, sıkın tık hallerin imtihan kabilinden olduğuna işaret vardır. Bu itibarla kul, sevinçli hâllere şükretmek, sıkın tık hallere de sabretmelıdır. 50"Yine hatırlayın o zamanı ki sizin için denizi yarıp ayırmış ve sizi kurtarmıştık; Fir’avun ve adamlarını da (âl-i fıravn) suya garlı etmiştik. Sizler bakıp duruyordunuz." Fir’avun ve adamları (Âl-i Firavn) A- "Yine hatırlayın o zamanı ki sizin için denizi yarıp ayırmış..." Daha önce kurtarılma nimeti hatırlatılmıştı. Şimdi burada kurtarmanın sebebi beyan, keyfiyeti tasvir ve olayın büyüklük ve korkunçluğu hikâye edilmektedir. Bu arada İsrâiloğullarının mazhar oldukları büyük bir nimet daha ortaya çıkmaktadır ki o da denizde boğulmaktan kurtarılmalarıdır. Başka bir ifadeyle sanki şöyle denilmektedir: "Hatırlayın o zamanı ki Biz o denizi sizin geçişinizi sağlamak üzere yahut sizi kurtarma amacıyla ayırmıştık ve onun sularını birbirinden uzaklaştırmıştık." Ve denizde İsrâiloğullarının değişik kolları (sıbtı, esbatı) sayısınca oniki geçiş yolu belirmişti. B "...Ve sizi kurtarmıştık; Fir’avun ve adamlarını da suya garlı etmiştik. Sizler bakıp duruyordunuz. Sızı sahile çıkararak denizde boğulmaktan kurtarmıştık. Fir’avun ve kavmim de suda boğmuştuk. Ancak âyette firavunun kavmi zikredilmemiştir. Çünkü önce asıl zikredilmesi gereken Fir’avundur. Bir görüşe göre de "âl-i Fir'avundan murad firavunun şahsıdır. Nitekim rivâyet olunduğuna göre Hazret-i Hasen şöyle duâ ederdi: "- Allah'ım! Muhammed'in aline, yani şahsına salât eyle!" Bir görüşe göre de âyette firavun kavminin zikredilmemesi, firavunun zılıri sebebiyle ona gerek kalmadığı içindir. Siz bütün bunları görüyor ve izliyordunuz. Siz, onların denizde boğulduğuna ve denizin onların üstüne kapandığına tanık oldunuz. Denizin yarılıp arlıasından kuru ve geçişe, elverişli yollar meydana geldiğim yahut denizin onların cesetlerini sahile attığını apaçık gördünüz. Rivâyet olunur ki ferman-ı ilâhiye uyan Mûsâ İsrâıloğulları ile yola çıktı. Fir’avun da ordusu ile sabah vakti onların peşine düştü ve deniz kıyısında onlara yetişti. O zaman Allah Mûsa'ya (aleyhisselâm): "- Asanı denize vur!" diye vahyetti. Mûsâ (aleyhisselâm) asasını denize vurunca, denizde on iki kuru yol meydana geldi ve İsrâıloğulları o yollardan geçmeye başladılar. Sonra dediler ki: Biz görmeden bazılarımızın boğulmasından endişe ediyoruz." Allah da, onların dileklerim kabul buyurdu ve İsrâiloğullarının geçtiği yollar arasında birbirlerini görmelerini ve duymalarını sağlayacak açıklıklar meydana getirdi.. Onlar da birbirlerini görerek ve birbirlerini duyarak denizi geçtiler. Nihayet Fir’avun da kıyıya ulaşınca deniz ayrılmış ve yollar acıkmış gördü ve hemen ordusunun başında o yollardan saldırıya geçti fakat deniz onların üstüne kapamverdi; hem de nasıl bir kapanış! Bil ki bu olay, Mûsâ için, dağları bile secdeye sevk eden büyük bir mucize, isrâıloğulları için de şükrü mûcib büyük bir nimettir. Fakat onun Resûlüllah, tarafından eksik fazla olmadan, gerçeğe tam uygun olarak anlatılması da âsi kalbleri mutmain kılan, anlayışsızlara bile boyun eğdiren bir başka büyük mucizedir. Bu mucizeyi, Peygamberimizin çağdaşı ve eski İsrâiloğullarının torunları olan Yahudilerin iz'an ile karşılamaları gerekmez miydi? Fakat ne yazık ki ne eskiler onu bizzat görmek ve yaşamaktan etkilendiler, ne de onların torunları bunun kendilerine hatirlatilmasindan bir ders çıkardılar. Bu ne âsi bir topluluk (a's ab e) ve ne azgın bir taifedir! 51"Yine hatırlayın o’zamanı ki Mûsa'ya (Tûr'da) kırk gece vade vermiştik. Sonra siz bunun ardından buzağıyı ilâh edindiniz ve zâlimlerden oldunuz." A- "Yine hatırlayın o zamanı ki Mûsa'ya (Tûr'da) kırk gece vade vermiştik." Fir’avun’un helakinden sonra Allah (celle celâlühü), Mûsa'ya Tevrat'ı vermeyi va'detti ve bunun için bir vakit tayin buyurdu ki, bu da Zilka'de ayının tamamı ile Zilhicce ayının ilk on günü idi.48 Bir görüşe göre Mûsâ (aleyhisselâm), henüz Mısır'da iken İsrâiloğullarına, Allah (celle celâlühü) düşmanlarını helâk ettiği takdirde O'nun katından bir kitap getireceğini ve o kitapta yapmaları ve yapmamaları geren şeyleri bulacaklarını va'detmişti. Nihayet firavun helâk olunca Mûsâ Rabbinden o kitabı diledi. Allah da (celle celâlühü) ona otuz gün oruç tutmasını emir buyurdu. Bu otuz gün Zilka'de ayı idi. Sonra Zilhicce ayının ilk on gününü de buna ilâve etti. Âyette bugünler gece olarak ifade edilmiştir. Çünkü aylar geceden itibar edilir.49 B- "Sonra siz bunun ardından buzağıyı ilâh edindiniz (ittihaz ettiniz) ve zâlimlerden oldunuz." Onların buzağıyı ilâh edinmelerine Sâmirî sebep oldu. Çünkü halktan topladığı ziynet eşyası ile altından buzağı heykelini yapan odur. "Min ba'dihi"den murad, Mûsâ mikaatda (belli yer ve zaman) hazır bulunmak üzere Tûr'a gittikten sonra demektir. "Zâlimlerden olmak" ise Allah'a (celle celâlühü) ortak koşmak ve bir şeyi hakkı olmayan bir yere koymak anlamındadır. 52"Sonra bunun ardından sizi afvettik ki, şükredesiniz" Siz o çirkin hareketten teybe edince, Biz de sizi afvettik. İsrâiloğullarnın zulmün o derecesinden sonra afva mazhar olmaları, Allah'ın mağfiretinin ne kadar geniş ve büyük olduğunu gösterir. Afv, suçu ortadan kaldırmak, silmek (mahvü'l-cerîme) demektir. Bundan murad, insanlara afv nimetine şükre sevketmek ve aynı zamanda ibadât ve taatta devamlı olmak fırsatı vermektir. 53"Ve hatırlayın o zamanı ki, Mûsa'ya Kitabı ve Furkanı vermiştik ki, hidâyete eresiniz." A- "Ve hatırlayın o zamanı ki Mûsa'ya Kitabı ve Furkanı vermiştik." Tevrat, hem ilâhî bir kitabtır, hem de hak ve bâtılın arasını tefrik eden bir hüccettir. Bir görüşe göre ise Furkan; davada hak ile bâtılı, küfür ile imânı ayıran bir mucizedir. Diğer bir görüşe göre de Furkan; helâl ile haramı ayıran şeriattır yahut Mûsâ ile düşmanının arasını ayıran ilâhî yardım ve zaferdir (nusret). Tıpkı "Yevme'l-Bedr veya Yevme'l-Furkan / Bedir günü, Furkan günü" (el-Enfâl 8/41) âyetinde olduğu gibi. B- "Belki hidâyete erersiniz." Hidâyete ermek de doğru yolu bulmak. Tevrat üzerinde tedebbür ve tefekkür ve içerdiği hükümlerle amel etmektir. 54"Ve hatırlayın o zamanı ki Mûsâ kavmine şöyle demişti: - Ey kavmim! Hiç şüphesiz siz buzağıyı ilâh edinmekle nefsinize zulüm (kendinize yazık) ettiniz. O hâlde Bârî'inize tevbe edin. Nefislerinizi öldürün (katledin). Bârî'iniz katında bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da sizin tevbelerinizi kabul etti. Çünkü Allah, tevbeleri çok kabul eden (e't-Tevvab) ve çok merhamet edendir (e'r-Rahîm)." A- "Ve hatırlayın o zamanı kî. Mûsâ kavmine şöyle demişti": - Ey kavmim (Ya Kavmi)! Hiç şüphesiz siz buzağıyı ilâh edinmekle nefsinize zulüm (kendinize yazık) ettiniz. O hâlde Bârî'inize (Yaradanınıza) tevbe edin. Nefislerinizi öldürün." Yani sizleri ayıplardan (el-u'yûb), noksanlardan ve uyumsuzluklardan (tefavüt) uzak; muhtelif şekil ve suretlerle birbirinizden farklı ve temyiz edilir hâlde yaratan Bârî'inize tevbeye azmedin. Allah'ın Bârî unvanı ile zikredilmesi, İsrâiloğullarının, cehalet ve dalâletin nihÂyetine vardıklarını bildirmek içindir. Çünkü onlar hikmetiyle kendilerini her türlü uyumsuzluk, (tefavut) ve uyuşmazlıklardan (tenafür) uzak yaratan Alim ve Hakîm Rabblerini bırakıp hamakatte örnek gösterilen sığıra tapmaya başlamışlardır. Ve İşte bunca nimetin bahşedicisi Rabbin hukukunu tanımayanlar bu ahmakça davranışlarıyla kendilerine verilenlerin geri alınmasına ve nefislerini öldürmeğe müstahak olmuşlardır. Bazılarına göre nefsi öldürmekten murad hakir, zeki görünmek, alçak gönüllü olmak, şehvetleri kesmek, kötü duyguları yok etmektir. Bir görüşe göre de, onlar hakikati hâlde birbirini öldürmekle emrolunmuşlardır. Bir başka görüşe göre buzağıya tapmayanlar buzağıya tapanları öldürmek ile emrolunmuşlardı. Rivâyet olunur ki, bu vuruşma sırasında bazıları karşısında yakınını görünce, Allah'ın (celle celâlühü) emrini yerine getiremiyordu. Bundan dolayı Allah kapkara bir bulut ve sis gönderdi.; bu yüzden birbirlerini göremez oldular. Böylece onlar, sabahtan akşama kadar birbirlerini öldürdüler. Sonunda Mûsâ ile Harun (aleyhisselâm) bunun son bulması için duâ ettiler. Bunun üzerine bulutlar açıldı ve tevbelerinin kabul olduğuna dâir vahy indi. Bu vuruşmada yetmiş bin kişi öldürülmüş olduğu rivâyeti vardır. B- "Böyle yapmanız Baritiniz katında daha hayırlıdır." Tevbe etmeniz ve nefislerinizi öldürmeniz, Yaradanımz katında sizin için daha hayırlıdır. Çünkü bu şirkten arınma ve ebedî hayât ile sonsuz sevinç vesilesidir. C- Allah da sizin tevbelerınizı kabul etti. Çünkü O, tevbeleri çok kabul eden (e't-Tevvâb), çok merhamet edendir (e'r-Rahîm)." Bu cümle, mahzûf (hazfedilmiş, lafzen okunmayan, ancak mânâ olarak var sayılan) bir cümle üzerine atıftır. Yani: "- Siz, emrolunduğunuz şeyi yaptınız. Yaradanımz da tevbelerinizi kabul etti." Onlara bu şekilde hitap edilmesi nimeti, atalara değil onların çocuklarına hatırlatmak içindir. Yukardan beri yapılan bu açıklamalardan kesin olarak anlaşılıyor ki bu âyet-i kerîme, daha önce anlatılan tevbe kabulünün tafsilatıdır ve burada kastedilen, o nimetin ınuhatablara hatırlatılmasıdır. Rabb Teâlâ'nın Tevvab ve Rahîm olduğunu belirten bu son cümle, makablinin sebep ve gerekçesidir. Başka bir deyişle bunun anlamı şudur: "Günahkârları tevbeye çokça muvaffak kılan, onların tevbelerıni çokça kabul eden, onlara çokça ihsanda bulunan ancak Allah'tır. 55"Yine hatırlayın o zamanı ki şöyle demiştiniz: - Ya Mûsâ biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayız. Bunun üzerine sizi yıldırım (saika) çarptı. Bakakaldınız." A- "Yine hatırlayın o zamanı ki şöyle demiştiniz: - Ya Mûsâ biz Allah'ı açıkça (cehren) görmedikçe sana asla inanmayız!" Burada İsrâiloğullarına, işledikleri o büyük cinayetten, buzağıyı ilâh ittihaz ettikten sonra kendilerine bahşedilmiş olan diğer bir nimet daha hatırlatılmaktadır. Onlardan inanmaları istenen şey acaba neydi? Bu dört şey olabilir: 1- Allah'ın (celle celâlühü), Mûsa'ya Tevrat'ı verdiği, 2- Allah'ın (celle celâlühü), Mûsâ (aleyhisselâm) ile konuştuğu, 3- Allah'ın Peygamber olarak Mûsa'yı seçtiği, 4- Allah'ın onların tevbelerıni ancak birbirlerini öldürmeleri şartıyla kabul edebileceği idi. "- Ya Mûsâ biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayız!" diyenler buzağıya tapanlardan tevbe mikaatı için seçilip Mûsâ ile beraber Tûr'a giden yetmiş nakıîb idi. Rivâyet olunuyor ki, İsrâıloğulları, yaptıklarına pişman olup: "- Eğer Rabbimiz, bize merhamet ve mağfiret etmezse, biz mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz" dedikleri zaman, Allah, Mûsa'ya kavmi, içinden yetmiş kişi seçip kendisi ile beraber Tûr'a getirmesini ve orada tevbelerıni izhar etmelerini emir buyurdu. Mûsâ, bu yetmiş nakıîb ile Tûr'a çıkınca, onların hepsini buluttan busu tun kapladı (gaşyetti). O zaman Allah (celle celâlühü), Mûsâ (aleyhisselâm) ile konuştu; ona emretti, nehyetti (yapması ve yapmaması gereken şeyleri söyledi). Allah'ın her konuşmasında Mûsa'nın alnında bir nûr parlıyordu. Bu nur, o kadar parlıyordu ki maiyetinde bulunan yetmiş kişiden hiçbiri ona bakamıyordu. Ancak o yetmiş kişi, Allah'ın Mûsâ ile konuştuğunu, "şunu yap, bunu yapma" diye emirler ve nehiyler verdiğini duyuyorlardı. İşte o zaman onlar Allah'ı (celle celâlühü) görmeyi çok arzu ettiler de o sözü söylediler. Nitekim A'raf sûresinde -İnşaallah teâlâ- gelecektir. Bir görüşe göre de bunu söyleyenler, Mûsa'nın kavminden on bin kişi idi. B- "Bunun üzerine sizi yıldırım çarptı. Sız de bakakaldınız." Siz, o yıldırıma baka baka o sizi çarptı. Çünkü siz aşırı bir inat gösterdiniz ve imkânsız bir şeyi istediniz. Onlar gerçekten sanmışlardı ki, Allah (celle celâlühü), cisimlere benzer (müşebbehü'l-ecsam) bir şeydir. Karşılıklı cihetler ve mekânlar yolu (ışığın yansıması) ile cisimleri görmek mümkün olduğu gibi Allah'ı da görmek mümkündür. Oysa Allah'ı (celle celâlühü) görmenin imkânsız olduğunda hiç şüphe yoktur. Şânı yüce Allah hakkında mümkün olan, bütün keyfiyetlerden münezzeh bir rü'yet olayı vardır ki bu da ancak âhirette mü'minler için gerçekleşecektir. Ancak bu, bazı peygamberler için dünyada da gerçekleşmiştir. Söz konusu bu peygamberler cevherlerinin saf ve berraklığında öyle bir mertebeye ermişlerdir ki bedenleri kendileri için sadece bir dış örtü mesabesinde kalmıştır. İşte bazı hâllerde bu örtüyü atarak, ondan tamamen tecerrüt ederek mukaddes âleme yükselmişlerdir. Yıldırım çarpma olayının ne suretle gerçekleştiği konusunda değişik görüşler vardır: 1- Gökten bir ateş inmiş ve onları yakivermiştir. 2- Olay, korkunç bir ses ile gerçekleşmiştir. 3- İsrâiloğulları kabileleri içinden seçilen o nakibler bir ordunun korkunç seslerini duydular, bayikp yere düşüverdiler ve yerde bir gün bir gece ölü kaldılar. Vehb b. Münebbih'ten rivâyet olunduğuna göre: "Onlar, aslında ölmediler fakat o korkunç hâl nedeniyle öyle bir titremeye maruz kaldılar ki neredeyse mafsalları birbirinden ayrılacak, belleri kırılacaktı ve neredeyse helâk olacaklardı, İşte o zaman Mûsâ (aleyhisselâm) ağlayıp Rabbine yalvardı. Allah da (celle celâlühü) onlardan bu musibeti kaldırdı, akıl ve şuurları geri geldi. Mûsa'nın yere düşmesi ise, öldüğünden değil, fakat Allah korkusundandı. Nitekim âyette "Mûsâ, ayılınca / ifakat bulunca..." denir. 56"Sonra ölümünüzün ardından Biz sizi yeniden hayata döndürdük ki, şükredesiniz." A- "Sonra ölümünüzün ardından Biz sizi yeniden hayata döndürdük." Yani o yıldırımın çarpması ile gerçekleşen ölümünüzün ardından... Burada yeniden hayata döndürme, "ölümün ardından / min ba'di mevti" kaydı ile kayıtlandırılmış. Çünkü yeniden hayata döndürme, bazen bayılmadan, bazen de uykudan sonra olur. Nitekim Kelıf (18) sûresinin 12. âyetinde şöyle buyrulur: "Sonra onları yeniden hayata döndürdük ki, (ba'settik, dirilttik) iki topluluktan hangisi orada (mağarada) kaldıkları müddeti en iyi hesaplamıştır; bilekm." İşte meâlen ifade ettiğimiz bu âyette uykudan sonra hayata döndürme olayı anlatılır. B- "ki şükredesiniz." Yani yeniden hayata döndürme nimetine yahut inkâr ve isyanınız yüzünden uğradığınız azabdan kurtulma nimetine şükredersiniz. 57"Sizi (Tih Sahrasında) bulutla gölgelendirdik ve üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik. - Sizi rızıldandırdığımız helâl ve temiz şeylerden yiyin (dedik). Onlar, Bize zulmetmediler fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı." A- "Sizi (Tih Sahrasında) bulutla gölgelendirdik ve üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik." O bulutu öyle bir hale getirdik ki, gölgesi tam sizin üzerinize düşüyordu. İsrâiloğulları Tih Sahrasi'nda yürürken Allah bulutu onlara müsahhar kıldı, onlara râm etti, onların yarar ve hizmetine verdi. Bulut onlarla beraber gidiyor ve her yerde onları güneşin hararetinden koruyordu. Geceleri de ateş mis ak bir sütun iniyordu; onlar, onun ışığında yürüyorlardı. Bu arada onların elbiseleri de kirlenmiyor ve çürümüyordu. Bunların tümü mucizeydi. Rivâyete göre kudret helvası, şafaktan güneş doğuncaya kadar kar şeklinde yağıyordu ve her bir kişiye (yaklaşık 3 kg) düşüyordu. Güney rüzgârları da bıldırcınları getiriyordu. 11 erkek kendine yetecek kadar bıldırcın kesiyordu. B- "Sizi rızıklandırdığimiz bu helâl ve temiz şeylerden (tayyibat) yeyin; (dedik)." Bu helâl ve temiz şeyler (tayyibât) kudret helvası ile bıldırcın (yelve) kuşu idi. C- "Onlar Bize zulmetmediler fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı." Bu cümlenin bir özelliği var. Muhatab ikinci şahıs çoğula karşı konuşma veya hitabet üslûbundan gıyabî üslûba dönülüyor. Muhatabların cinayetleri, işledikleri kötülükler, onlardan yüz çevrilerek, sırları ifşa edilerek başkalarının yanında sayılıyor. Bu cümle, lafzen mevcut olmayan gizli bir cümleye atıftır. O cümlenin lafzen mevcut olmaması icaz ve tasrihine gerek olmayan hakikat olduğu içindir. Şöyle ki: "Onlar, o büyük nimetlere nankörlük etmek, kadir bilmemek suretiyle zulmettiler. Fakat onlar hareketleriyle Bize değil yalnız kendilerine zulmediyorlardı. Yani nankörlüklerinin zararı ancak kendilerineydi." Bu ifade, onlar için bir çeşit tahkir mânâsı taşımaktadır. Yine "zulmediyorlardı" ifadesi, onların zulüm ve küfür hâllerinin sürekliliğini göstermektedir. 58"Hatırlayın o zamanı ki şöyle demiştik: - Bu kasabaya (Kudüs'e) girin; oradaki nimetlerden dilediğinizce bol bol yeyin. Kapıdan secde ederek girin ve "hıtta" deyin. Biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. Biz iyilik edenlerin sevablarını artıracağız." A- "Hatırlayın o zamanı ki şöyle demiştik: - Bu kasabaya girin; oradaki nimetlerden dilediğinizce bol bol yeyin." Bu, Allah tarafından bahşedilmiş bir başka nimeti ve buna karşı onların atalarının nankörlüğünü hatırlatmaktır. Yani âdeta şöyle buyrulmaktadır: "- Biz, atalarınızı Tih Çölünden kurtardıktan sonra onlara şöyle dediğimizi hatırlayın!" "Bu kasaba / fi âzihi‘l- karye" den murad, Beytü'l-Makdis mevkii veya Eriha beldesidir. Bu da delâlet ediyor ki, İsrâiloğullarına emredilen, ikamet etmek veya yerleşmek üzere o kasabaya girmeleridir. Nitekim A'râf sûresinin meâlini aşağıda bulacağınız 161. âyetinde şöyle buyrulur: B- "O vakit onlara şöyle denmişti: - Bu kasabada sakin olun (yerleşin) ve onun ürünlerinden eklediğinizce yeyin. Ve hıtta deyin. Kapıdan secde ederek girin. Biz de sizin hatalarınızı bağışlayakm. Biz iyilik edenlerin (sevab ve nimetini) artıracağız." C- "Kapıdan secde ederek girin ve hıtta tün deyin." Yani karyenin (şehir, kasaba) kapısına... Bu mânâ onların Mûsâ zamanında Eriha beldesine girdikleri rivâyetine göredir. Nitekim Mâıde suresinde gelecektir. Yahut namaz kılarken yöneldikleri Kubbe (Kurban Kayası / Sahretü'z Zebâih) kapısıdır. Çünkü İsrâiloğulları, Mûsâ zamanında Beylü’l - Makdis'e girmediler. Secde ederek, yani tevazu göstererek, saygı ile eğilerek, yahut Allah'ın onları Tih Çölü'nden kurtardığına şükrederek... "Hıtta" Arapça "hatt" mastarından türemiş bir kelime olup yükü yıkmak ve mecazî olarak boyunlardaki vebali indirmek için duada bulunmak demektir. Başka bir ifadeyle bu kelime üç anlamda da kullanılmış olabilir. Şöyle ki: 1- Bizim dileğimiz Senin mağfiretindir; 2- Senin şânın mağfirettir; 3- Bizim işimiz, yüklerimizi indirip burada ikamet etmektir. D- "Biz de sizin hatalarınızı bağışlayakm (mağfiret edelim), Biz iyilik eden herlerin (muhsin) sevabını artıracağız." Secde ve dualarınız sebebiyle Biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. Görüldüğü üzere Allah'ın (celle celâlühü) emirlerini yerine getirmek, günahkârlar için tevbe sayılmakta; iyilik edenler (muhsin) için de mükâfatlarının artırılmasına sebep olmaktadır. Bu son cümlenin cevap değil de va'd şeklinde olması da bize bildiriyor ki, muhsınin maksadı hep iyiliktir. O iyilik yaptığı zaman karşılığı kat kat verilir. 59"Fakat o zulmedenler kendilerine söylenen kelimeyi başkasıyla değiştirdiler. Biz de yaptıkları kötülükler (fisli) sebebiyle üzerlerine semâdan (iğrenç ve korkunç) bir azab (ricz) indirdik." A- "Fakat o zulmedenler kendilerine söylenen kelimeyi başkasıyla değiştirdiler." O zâlimler kendilerine emrolunan tevbe ve istiğfardan yüz çevirip onun yerine hiç hayrı olmayan başka bir söz koydular. Rivâyet olunduğuna göre "hıttatün" kelimesi yerine "hıntat / buğday"; bir başka görüşe göre de, Allah'ın emrini hafife almak maksadı ile, Nabad lûgatince "hıttan semkasa / kırmızı buğday" demişlerdi. Değiştirmek zaten başka bir şeyle gerçekleştiği halde, sarahaten "başka bir sözle / kavlen ğayra'llezî" denmesi, onların muhalefetini tesbit ve onların her yönden aylardık gösterdiklerini açıkça belirtmek içindir. B- "Biz de yaptıkları kötülükler (fısk) sebebiyle üzerlerine semâdan (iğrenç ve korkunç) bir azab (ricz) indirdik." Biz de onların hem o sözü değiştirmeleri hem de sürekli olarak yaptıkları kötülük yüzünden onların üzerine, gökten iğrenç ve korkunç bir azab yağdırdık. Fısk, itaattan çıkmak, zulümde aşırıya gitmektir. Ricz, pis ve murdar şey demektir. Azab ve ukubet anlamında da kullanılır. İsrâiloğullarının maruz kaldıkları bu azab taun hastalığı idi. Rivâyet olunduğuna göre bir saat içinde yirmi dört bin kişi taun hastalığından ölmüş. 60"Hatırlayın o zamanı ki Mûsâ kavmi için su istemişti (istislia etmişti). Biz de dedik ki, : - Asanı taşa vur! Bunun üzerine o taştan on iki göze kaynadı. Her grup insan su içeceği yeri (meşrebeyi) bildi. - Allah'ın rızkından yiyin, için fakat bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin." A- Hatırlayın o zamanı ki Mûsâ kavmi için su istemişti." Burada İsrâiloğulları sıcak ve kupkuru Tih Sahrası'nda susuz kaldıklarında Allah tarafından kendilerine bahşedilen başka bir nimet daha hatırlatılmaktadır. Onlar bu nimete de nankörlük etmişlerdi. Olayların tertıbındeki sıranın değiştirilmesi, bunların her birinin, hem hatırlatılması hem de hatırlanması gereken birer müstakil olay olduğu içindir. Eğer bu olayların anlatımında gerçekleşme sırası gözetilmiş olsaydı, hepsinin tek bir olay olarak hatırlanması gerektiği anlamı çıkarılabilirdi. B- "Biz de dedik ki asanı taşa vur!" Bu taşın nasıl bir taş olduğu konusunda değişik rivâyetler vardır. Şöyle ki: 1- O taş, Tûr Dağ'ından alınmış bir taş olup küp (mükeab) biçiminde idi. Mûsâ, onu yanında taşıyordu. Onun her yüzündeki üç gözden su kaynıyordu (nebean ediyordu) ve her gözden çıkan su ayrı kanal (cedvel) ile İsrâiloğullarmdan bir sibta (oymak) akıyordu. Mûsa'nın yanındaki İsrâiloğullarının sayısı altı yüz bin, kapladıkları alan ise on iki mil idi. 2- Bu taş, Allah'ın Âdem ile beraber cennetten indirdiği bir taş idi. Bu taş, babadan oğula ve nihayet Şuayb'a intikal etmiş ve o da o taşı asâ ile beraber Mûsa'ya vermişti. 3- Bu taş, Mûsa'nın (aleyhisselâm), yıkanmak için soyunup üstüne koyduğu elbiselerini kaçıran taş idi. Söylendiğine göre İsrâiloğulları, Mûsa'nın husyelerinde şişlik olduğu yolunda bir dedikodu uydurmuşlardı. (Bunu kendilerince bir nakısa olarak değerlendiriyorlardı.) Allah (celle celâlühü) da onların nazarında Mûsa'yı (aleyhisselâm) temize çıkarmayı murad etti. İşte bunun için Cebrâîl Mûsa'nın elbiseleri ile beraber uzaklaşması için o taşa işaret etti. 4- Bu taş, herhangi bir taş idi. Hüccet olarak en üstün olan da budur. 5- Mûsâ muayyen bir taşa değnekle vurmakla emrolunmadı fakat İsrâiloğulları: "- Pekiyi., biz, taşsız bir yere gidersek, hâlimiz ne olur?" deyince, Mûsâ (aleyhisselâm), bir taşı torbasında taşımaya başladı.. Ve bir yere indiğinde asası ile bu taşa vuruyor ve vurunca da ondan su kaynıyordu. Yola koyulacakları zaman da yine o taşa vuruyor ve vurunca da taş kuruyordu. Bunu gören İsrâiloğulları da: Mûsâ, asasını kaybederse, susuzluktan ölürüz" dediler. O zaman Allah Mûsa'ya "- Taşa hiç vurma; onunla konuş; o sana itaat edecektir; belki bundan ibret alırlar!" buyurdu. 6- Bu taş, mermerden olup bir zira (arşın, İslâm döneminde kullanılan zira, 75 cm ile 90 cm arasında değişen bir uzunluk ölçü birimi. İslâm öncesi dönemlerdeki zira'ın uzunluğu hakkında ise kesin bir bilgiye sahip değiliz). Kare büyüklüğünde idi. Mûsa'nın (aleyhisselâm), mucizevî asası da kendi boyu olan on zira idi. (Bu zira'ın bilinen zira'dan çok küçük olduğu tahmin edilmektedir). Mûsa'nın asası, cennetin mersin ağacından idi. İki çatak vardı; bunlar karanlıkta ışık saçıyordu. C- "Bunun üzerine o taştan, oniki göze kaynadı." Bu cümle, kekimin gelişinden anlaşılan mukadder bir cümleye atıftır. Mukadder cümle, olayın son derece sür'atie gerçekleştiğini göstermek, için hazfedilmiştir. Sanki bu oniki gözden suyun kaynayıp akması (ınficar etmesi) taşa vurma emrinden (iş) hemen sonra gerçekleşmiştir. Başka bir deyişle taşa vurulur vurulmaz, on iki gözden su kaynamıştır. Ç- "Her grup insan (sıbt) su içeceği yeri (meşrebeyi) bildi. - Allah'ın rızkından yiyin, için fakat bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin." Böylece İsrâiloğullarının her kolu, kendisine has olan su kaynağını bildi. "Allah'ın rızkından..." cümlesinin başında "dedik" sözünün bulunması mukadderdir, o manen vardır. Başka bir ifadeyle onlara dedik ki: "- Allah'ın rızkından yiyin, için..." Allah'ın rızkı veya Allah'ın verdiği rızık, kudret helvası, bıldırcın kuşları ve bu su idi. Bir başka görüşe göre ise bu rızıktan maksat yalnız bu sudur. Çünkü hububat ve meyve, gibi yiyecekler de, su ile bitmektedir. Ancak burada yenilmesi emredilen yiyecekler hazır bulunan nimetlerdir; onların daha sonra isteyecekleri şeyler değil. Bu da, anılan rızıktan yalnız o suyu anlamaya engeldir. Bütün varlıklar, yaratilış ve mülkiyet olarak Allah'a (celle celâlühü) istinat ettiği hâlde rızkın O'na izafe edilmesi, ya teşrif (şeref kazandırmak) ya da âdete göre geçerli bir sebep olmaksızın da Allah tarafından verildiği içindir. "Bizim verdiğimiz rızıktan yiyin, için" anlamına gelecek bir beyanın değil de "Allah'ın rızkından veya Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin, için" ifadesinin kullanılması, olaydaki yemek ve içmek emrinin, doğrudan ilâhî hitab yoluyla değil fakat Mûsâ (aleyhisselâm) vasıtasıyla emredilmiş olmasındandır. "A'yın-peltek sa-vav" veya "a'yin-sa-ya / asiye, ya'sa" kökünden gelen "el-a'siy", şiddetli fesat ve bozgunculuk çıkarmak demektir. O hâlde maksud olan mânâ taşkınlık ve fesatta aşırıya gitmeyin olur. Bir görüşe göre ise "el-asiy" kelimesi müfsit ile takyid edilmiştir. Çünkü asiy, genellikle fesat anlamında kullanılıyorsa da lügatte mutlak olarak halika tecavüz (taaddi) anlamındadır. Bazen bu tecavüz, fesat için olmayabilir. Meselâ, saldırgan zalime karşılık vermek gibi. Bazen de tercihe şayan bir salâh için de olabilir. Meselâ, Hızır'ın, oğlanı öldürmesi ve gemiyi delmesi gibi. 61"Hatırlayın o zamanı ki siz şöyle demiştiniz: -Ya Mûsâ! Biz bir türlü yemeğe (taam-ı vahide) kadanam ayacağız. Haydi sen bizim için Rabbine duâ et de O, bizlere toprağın bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın. O da size şöyle demişti: - Hayırlı olanı daha aşağı ile değiştirmek mi istiyorsunuz? Haydi bir kasabaya (Mısır) inin. Çünkü bütün bu istedikleriniz orada var. Ve onların üzerine zillet ve meslienet damgası vuruldu ve Allah'ın gazabına uğradılar. Bu hem Allah'ın âyetlerini inkâr hem de peygamberleri haksız yere kadetmelerindendi. İşte bu onların isyan etmelerinden ve aşırı gitmelerindendı." A- "Hatırlayın o zamanı ki siz şöyle demiştiniz: - Ya Mûsâ! Biz bir türlü yemeğe katlanamayacağız. Haydi sen bizim için Rabbine duâ et de O, bizlere toprağın bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın." Bu âyet de İsrâiloğullarının bir başka cinÂyetini, onların seleflerinin nasıl Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerine nankörlük ettiklerini, onların ahfadı olarak kendilerinin de o alçaklık (denâet) ve hasisliği (hasaseti) o zamanda da devam ettirdiklerini (ihlâd) hatirlatmaktadır. Ancak ataları ile aralarında inanç ve ahlâk birliği (ittihad) olduğu için tevbih ve azar, onlara tevcih edilmiştir. Öyle sanılıyor ki, onlar, bu sözleri ile, sahip oldukları nimetin ellerinden alınmasını ve onun yerme, istedikleri nimetin verilmesini kastetmemişlerdı. Çünkü "Biz bir türlü yemeğe kalkmamayız." demeleri, bu mânâyı kastetmiş olmalarına engeldir. Onların bu sözden maksatları, bazen bunun, bazen de diğerinin olması idi. Rivâyet olunduğuna göre onlar ziraatle uğraşan insanlardı. Onun için asıllarına çektiler de sahip olmak istediklerini bir bir saydılar. Nefisleri, zorlukla elde edilen yiyecekleri çekti. B- "O da size şöyle demişti: - Hayırlı olanı daha aşağı (ednâ) ile değiştirmek, mi istiyorsunuz." Bunu söyleyen Allah'tır (celle celâlühü) veya Mûsa'dır (aleyhisselâm). Bu, İsrâiloğullarının yanlış hareketlerini red anlamında olup mukadder bir sorunun cevabı gibidir. Sanki, "- O isteklerine karşı ne söylendi?" sorusuna cevap verilmektedir. "Dal-nun-vav" veya "dal-nun-ya / dena" kökünden gelen "edna" rağbet edilmediği, değeri pek az olduğu halde görüldüğü için değer ve mertebece düşük, ulaşılması kolay şey demektir. Dena kelimesi lügatte yakın olmak, yaklaşmak, yakınına gelmek gibi mekânca yakınlık ifade eder. Fakat daha sonra mecaz yolu ile değeri az şey anlamında kullanılmıştır. Nasıl ki bu't da (uzaklık) şeref ve yükseklik anlamında kullanılır. Tebdil kelimesi de; "Kim imânı küfürle tebdil, ederse..." ve "Onların iki bahçesini, buruk, yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki harap bahçe ile tebdil ettik (değiştirdik)" meallerindeki âyetlerde geçen tebdil mânâsındadır. C- "Haydi bir kasabaya (mısır) inin (İhbitû misran). Çünkü bütün bu istedikleriniz orada var." İsteklerinin denâeti veya âdiliği sebebiyle ya da isteklerini gerçekten karşılamak üzere onlara böyle bir emir verilmiştir. Yani Tih Çölünden Mısır'a inin. Burada mısır, büyük kasaba veya şehir demektir. Bir diğer görüşe göre ise bilinen Mısır'dır. Ç- "Ve onların üzerine zillet ve meslienet damgası vuruldu ve Allah'ın gazabına uğradılar." Nankörlüklerinin cezası bu iki kötü hâl, onların ayrılmaz vasıfları olmuştur. Yahudiler gaalib bir ekseriyetle (ğâkbe'l-emr) zelîl ve miskindir. Bir kısmı gerçekten miskin ve yoksuldur; bir kısmı da yoksul olmadığı hâlde kendisinden fazla vergi (cizye) istenme korkusu ile yoksul gözükmektedir. Onlar Allah'ın (celle celâlühü) nimetlerine karşı nankörlükleri sebebiyle gazaba uğradılar. "el-Mağdûbi a'leyhim / kendilerine gazab edilenler"den oldular. D- Bu, hem Allah'ın âyetlerini inkâr hem de peygamberleri haksız yere (biğayrı'l-hak) katletmelerindendi. İsrâiloğullarının üzerine zillet ve meslienet damgasının vurulması ve onların büyük bir ilâhî gazaba uğramaları onların Mûsa'nın eliyle gösterilen o açık ve parlak mucizeleri sürekli, inkâr; İsa'ya, Zekeriyya ve Yahya (aleyhisselâm) gibi peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi. Nebiylerin katlinin haklı olması mümkün değil iken, bu öldürmelerin onların nazarında da haksız olduğunu bildirmek içindir. Çünkü bizzat kendileri de bu peygamberlerin katlinin haklı olduğuna inanmıyorlardı. Onları nebiylerin katline sevkeden, dünyalık sevgisinden, heva ve hevesten, aşırı isyankârlık ve saldırganlıktan başka bir şey değildi. Nitekim âyetin bundan sonraki cümlesi de bunu açıklamaktadır. E- "İşte bu onların isyan etmelerinden ve aşırı gitmelerindendi." Onları nebiylerin katline sürükleyen sadece isyankârlıkları ve aşırı düşmanlıklarıdır. Çünkü küçük günâhlara devam, insanı sonuçta büyük günâhlara götürür. Tıpkı küçük sevaplara devam edilmesi, büyüklerini de aramaya sebep olduğu gibi. Bir görüşe göre de âyette "zâlike — İşte bu" işaret isminin tekrarı, özellikle şuna delâlet eder: İsrâiloğullarının gazaba uğramaları küfürlerinden ve haksız yere nebiyleri öldürmelerinden ve aynı zamanda büyük günâhları irtikâb ve Allah'ın koyduğu sınırları tecavüz etmelerindendir. Bir başka görüşe göre de anılan işaret, küfür ile katli ifade etmektedir. Çünkü müteaddit şeylere tekil ile işaret etmek caizdir. Özede, zamirlerde ve işaret isimlerinde tesniye (ikil) ve çoğul, diğer yerlerde olduğu gibi gerçek değildir. Nitekim "ellezî/o ki", "ellezîne/ onlar ki" anlamında kullanılmaktadır. 62"Şüphesiz imân edenler, Yahudiler, Hrîstiyanlar ve Sabiîler; bunlardan her kirn Allah'a ve âhiret gününe imân edip sâlih amel işlerse artık onlar için Rabbleri katında mükâfatlar vardır. Onlar için korku yoktur; onlar mahzun olacak da değillerdir." A- "Şüphesiz imân edenler, Yahudiler, Hrîstiyanlar ve Sabiîler..." Burada söz konusu olan sadece dilleriyle imân etmiş olanlardır ki onlar münâfıldardır. Münafıkların da, kâfirler sırasına (sılki'l-küfr) dahil edilmesi buna karinedir. Onların nifak nitelemesiyle değil de bu şekilde belirtilmeleri, sarahatle bildiriyor ki, onların bulunduğu mertebe, her ne kadar imân olarak ifade ediliyorsa da, bu, onlara asla bir fayda sağlamaz ve onları küfür bataklığından kesinlikle kurtarmaz. "Yahûd" kelimesi ya Arapça olup tevbe mânâsında dır; çünkü İsrâiloğulları buzağıya tapmaktan tevbe ettikleri zaman, bu ismi almışlardır. Nasarâ'dan murad Hristiyanlardır. Nasarâ, nasran'ın çoğuludur. Nasranî'deki "y" harfi, mübalağa (manayı güçlendirmek) içindir. Onlar, Mesih İsa'ya yardım ettikleri için bu ismi almışlar. (Nasran, nusret kökünden gelir ki, yardım anlamındadır). Yahut onlar, Nasran (Nasıra) denilen kasabada İsâ ile beraber kaldıkları için bu ismi almışlar, yahut o kasabaya nisbet edilmişlerdir. Sabiî'lerin ne olduğu konusunda değişik görüşler vardır. Şöyle ki, : 1- Sabiîler, Hristiyanlarla Mecûsîler arası bir konumdaydı. İnançlarında her ikisinden de alınmiş unsurlar vardı. 2- Sabiîlerin dinlerinin aslı, Nuh'un diniydi. 3- Sabiî'ler, meleklere taparlardı. 4- Sabiîler yıldızlara taparlardı. Sabiî kelimesi, eğer Arapça ise, "sabe" kökünden gelir ki, bir dinden çıkıp başka bir dine girmek anlamındadır; yahut bu kelime, "sabâ" kökünden gelir ki, meyletmek (ayrılmak) anlamındadır. Çünkü onlar, bütün dinlerden ayrılıp kendi dinlerine yahut da haktan batıla dönmüşler demektir. B- "Bunlardan her kim Allah'a ve âhiret gününe imân edip salih amel işlerse artık onlar için Rabbleri katında mükâfatlar vardır." Bu sayılan fırkalardan her kim, hâlis ve lâyıkı veçhile bir imâna sahip olup o imân üzere ölürse ve hayatında da bu imânın gerektirdiği şekilde sâlih amel işlemiş ise, artık bu gibiler için yaptıklarına karşılık, her şeyin Mâliki, insanları layık oldukları kemâle erdiren Rabbleri katında kendileri için va'dedilen mükâfatlar vardır "I'nde Rabbihim. / Rabbleri katında" buyrulmak suretiyle onların Rabb'e izafe edilmeleri, kendileri için büyük bir lütuftur ve mükâfatlarının verileceğinin kesin delilidir. C- "Onlar için korku yoktur; onlar mahzun olacak da değillerdir." Allah'a ve âhiret gününe imân edip sâlih amel işleyenlere, kâfirlerin azabtan korkacakları gün korku yoktur ve taksirat sahiplerinin ömürlerini heba ettiklerine, sevapları kaçırdıklarına üzülecekleri, hüzünlenecekleri zaman, onlar mahzun olacak da değillerdir. Bundan maksat, onlar için korku ve hüznün hiçbir zaman olmayacağıdır; korku ve üzüntünün olabileceği fakat bunların devamlı olacağı anlamında değildir. Bir görüşe, göreyse âyetteki "men âmene / imân eden..."den maksat, muhlis olsun, münafık olsun, islâm dini ile mütedeyyin olanlardır. Bu takdirde imân edenleri, mutlak anlamda Allah'a ve âhiret gününe imân edenler veya bu vasfı taşıyanlar olarak tefsir etmek gerekir. Bu imân vasfı ister muhlislerde olduğu gibi ısrarlı ve devamlı, ister münafık ve gayr-i müslimlerde olduğu gibi sonradan ihdas ve inşâ edilmiş olsun sonuç aynıdır. Bu tefsire göre bunun muhlis mü'minleri de kapsayacak şekilde umumî olarak ifade edilmesi diğerlerini imâna daha fazla teşvik etmek içindir. Başka bir deyişle onların gerçek imân vasfını taşımakta gecikmiş olmaları, ecir, mükâfat ve bunun sonucu sürekli güvende olmaya hak kazanmada eski mü'minlere bile örnek teşkil edecek mükemmel bir mü'min olmalarına engel değildir. Bu âyet, "Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sabiilerden her kim, dinleri neshedilmeden önce Allah'ı ve âhiret gününü kalbi ile tasdik edip dininin gereklerini yerine getirirse..." şeklinde de tefsir edilmişse de, bu doğru bir tevcih değildir. Çünkü bu makamın gereği İslâm dinine teşviktir. Başka bir dini ve neshedilmeden önce o din üzere yaşamış olanların hâlini beyan etmenin, bu bahisle hiçbir ilgi ve münasebeti yoktur. Hattâ bu bahsin doğru ve gereği gibi anlaşılmasına halel dahi getirir. Çünkü anılan tefsir o dinin de zamanında hak olduğuna bir ölçüde delâlet eder. (Bu durumda, zamanında hak olan bir din, niçin şimdi hak olmasın; düşüncesi akla gelebilir). İlâve olarak, münafıklarla Sâbiîler için anılan tefsir mümkün de değildir; çünkü münafıklar, eğer müşrik sınıfından sayılırlarsa, zaten durum açıktır. Yok eğer Kitab Ehli'nden sayılırlarsa, dinleri neshedilmeden önceki Kitab Ehli, münafık değillerdi. Sâbiîlere gelince, hiçbir zaman tatbiki caiz bir dinleri olmamıştır. Eğer Sâbiîlerin semavî bir dinleri olduğu ve sonradan bu dinden çıktıkları doğru kabul edilirse, bu takdirde, onlardan bu dinden çıkmadan öncekilere Sâbiî denemez. 63"Yrine hatırlayın o zamanı ki sizden mîsakınızı almıştık ve Tûr'u başınızın üstüne kaldırmıştık da (ref etmiş): - Size verdiğimizi kuvvetle tutun; içindekileri daima hatırlayın ki takvaya eresiniz, demiştik." A- "Yine hatırlayın o zamanı ki sizden mîsakınızı almıştık ve Tûr'u başınızın üstüne kaldırmıştık da (ref emiş)." Burada yine İsrâiloğullarının atalarının başka bir suçu hatırlatılmaktadır. Yani o vakti hatırlayın ki, Tevrat'ın hükümlerini muhafaza edeceğinize dâir sizden kesin bir söz almıştık ve o anda Tûr Dağ'ını" da başınızın üstüne bir gölgelik gibi yükseltmiş bulunuyorduk. Rivâyet olunur ki, Mûsâ (aleyhisselâm) İsrâiloğullarına Tevrat'ı getirince ve onlar da içindeki zor teklifleri görünce, onlara ağır geldi ve o teklifleri kabul etmediler. Bunun üzerine Cebrâîl’e (aleyhisselâm) emir verildi ve o da Tûr Dağını yerinden söküp gölgelik gibi onların üstüne kaldırdı; nihayet onlar, Tevrat'ın tekliflerini kabul ettiler. B- "Size verdiğimizi kuvvetle tutun; içindekileri daima hatırlayın ki takvaya eresiniz, demiştik." Size verdiğimiz Tevrat'ın içerdiği hükümlere büyük bir ciddiyet ve azimle sarılın; onları hiçbir zaman unutmayın; onları daima muhafaza ve onlar üzerinde tefekkür edin. Çünkü tefekkür de kalben bir hatırlamadır. Tevrat'ın hükümleriyle amel edin ki günâhlardan salamısınız veya iki cihanda helâk olmaktan kuradasınız ya da bu vesileyle takvaya erenler zümresine katılmış olasınız veyahut bu zümreye katılmak umuduyla bunları yapınız. 64"Sonra siz bunun ardından yüz çevirdiniz. Öyle ki eğer Allah'ın fadlı ve rahmeti üzerinizde olmasaydı mutlaka hüsrana uğrayanlardan olurdunuz." A- "Sonra siz bunun ardından yüz çevirdiniz." Biz, sizden o kesin ahdi aldıktan sonra siz o ahde vefa göstermekten yüz çevirdiniz. B- "Öyle ki eğer Allah'ın fadlı ve rahmeti üzerinizde olmasaydı mutlaka hüsrana uğrayanlardan olurdunuz." Yani eğer Allah, sizi tevbeye muvaffak etmeseydi yahut sizi, Muhammed'in Halika olan davetine ve hidâyetine muhatab kılmasaydı o fetret döneminde günâh bataklığına saplanır ve dalâlet uçurumlarında şuursuzca yürürdünüz. Bir görüşe göre de yani Allah, size mühlet vermeseydi, sizin hak ettiğiniz azabı ertelemeseydi, mutlaka siz, helake uğrayanlardan olurdunuz. Mâba'dine (bundan sonra gelen âyete) en uygun olan mânâ da budur. 65"Andolsun ki siz içinizden cumartesi (sebt günü) yasağını çiğneyenleri bilirsiniz. Biz bu yüzden kendilerine: - Aşağılık maymunlar olun; dedik!" A- "Andolsun ki sız içinizden cumartesi (sebt günü) yasağını çiğneyenleri bilirsiniz." Rivâyet olunur ki, Dâvud zamanında deniz kıyısındaki Eyle kasabası halkına, cumartesi günlerinde yalnız ibâdet ile meşgul olmaları, o günlerde çalışmamaları ve balik avlamamaları emredildi. Böylece cumartesi günleri gelince bütün büyük balıklar, sahile gelip ağızlarını sudan dışarı çıkarıyorlardı. Cumartesi günleri geçince de baliklar dağılıyorlardı. Sonra bu kasaba halkından bazıları, bu emri çiğnediler. Havuzlar kazdılar ve bu havuzlara açılan kanallar açtılar. Büyük balıklar, cumartesi günleri bu kanallara giriyorlardı ve onlar da kanalların ağzını kapatıp Pazar günleri onları avlıyorlardı. Allah'a andolsun ki, onlara mühlet verilmedi, cezaları ertelenmedi. Emir hemen yerini buldu. B- "Biz bu yüzden kendilerine: Aşağılık maymunlar olun; dedik!" Yani maymuna, tardedilmiş, aşağılık hayvanlara dönesiniz; meshedilesiniz! Mücahit diyor ki "Onların suretleri meshedilmedi (maymun süreline sokulmadı); fakat kalbleri meshedildi; bu yüzden maymunlara benzetildiler." Onların durumları Cuma sûresinin: "Kendilerine Tevrat (hükümlerini uygulama mükellefiyeti) yüklenen fakat bunu yapmayanların hâli ciltlerle kitap taşıyan merkeb (el-hımar) misâli gibidir. Allah'ın âyetlerini tekzib eden bir topluluğun hâli ne kötüdür!" mealindeki 5. âyette tasvir olunan hâl gibidir. "Aşağılık maymunlar olun!" emrinden maksat, tekvin sür'atıni belirtmek ve Allah'ın iradesiyle, onların anında o hâle geldiklerini bildirmektir. 66"Böylece Biz bu azabı ondan önceki ve sonrakilere bir ibret ve takva sahipleri için bir öğüt kıldık." Biz, bu ceza hadisesini, "mesh"i, önceki ve sonraki milletler için bir ibret dersi kıldık. Çünkü o insanların hâli, önceki milletlerin kitaplarında zikredilmiş, sonraki milletler arasında da kıssa şeklinde şöhret bulmuştur. Başka bir deyişle bu hadise hem muasırları için, hem onlardan sonrakiler için, hem yakın, hem uzak kasabalar için bir ibret dersi olmuştur. Ve aynı zamanda bu hadise bütün takva sahipleri için etkili bir öğüttür. 67"Hatırlayın o zamanı ki Mûsâ kavmine: - Allah, bir sığır kesmenizi emrediyor; dedi. Onlar da: - Sen bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. Mûsâ da: - Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım; demişti." Görünüşüyle kuyruklu maymunlara mı döndüler? Yoksa dış görünüşleriyle kısan şeklinde oldukları halde iç dünyaları ve huyları itibariyle manen maymun gibi mi oldular? Bunun tefsirinde iki görüş vardır. Bazıları tam ve gerçek mesh (suret değişikliği) olduğunu söylemişlerdir. Fakat Mücâhid ve onun izinden gidenler bu hükmün temsilî olduğunu ve meshin manevî olması gerektiğini savunmuşlardır." A- Hatırlayın o zamanı ki Mûsâ kavmine: - Allah bir sığır kesmenizi emrediyor; dedi. Bu, İsrâiloğullarının seleflerinden sâdır olan bazı ağır suçları hatırlatmak suretiyle onların haleflerine bir uyarıdır. Bunun sebebi şudur: İsrâiloğulları içinde zengin ve yaşlı bir adam vardı. Bu adamın amca çocukları, onun mirasına göz dikerek kendisini öldürdüler; cesedini de şehrin kapısına bıraktılar; sonra da diyetini istediler. Bunun üzerine Allah bir sığır kesmelerini ve o sığırın etinin bir parçası ile ona vurmalarını emir buyurdu ve bunu yaptıkları takdirde maktulün yeniden hayata dönüp katilini haber vereceğini bildirdi. B- Onlar da: - Sen bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi." Bu cümle, kelâmın siyakından anlaşılan şu soru cümlesine cevaptır: "- Pekiyi, onlar bu emir karşısında ne yaptılar, emri yerine getirdiler mi?" İşte bu sorunun cevabı: "- Sen bizimle alay mı ediyorsun yahut sen bizi alay konusu mu yapıyorsun?" olmuştur. Onlar, Mûsa'nın sözlerini gerçek dışı gördükleri ya da onu hafife aldıkları için bunu söylemişlerdi. C- "Mûsâ da: - Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım; demişti." Çünkü her türlü eksiklikten uzak Allah'ın emrinin tebliği sırasında muhatabla alay etmek veya eğlenmek cehalet ve gaflettir. Mûsâ, onların kendisi hakkında kapıldıkları vehmi, yüksek bir belagat ve etkili bir üslûbla red ve bu teklifin arlıasında hiçbir çirkin vasıf ve niyet bulunmadığını beyan etmiştir. 68"Onlar: - Bizim için Rabbine duâ et de onun mahiyetini (nasıl olduğunu.) bize açıklasın; dediler. Mûsâ, - Allah, buyuruyor ki o ne kart, ne de körpe. İkisi ortası bir sığır. Haydi size emredileni yapın" dedi. A- Onlar: "- Bizim için Rabbine duâ et de onun mahiyetini (nasıl olduğunu) bize açıklasın; dediler." Bu da, bundan önceki gibi kelâmın siyakından anlaşılan bir soru cümlesine cevaptır. Sanki "Onlar bundan sonra ne dediler?" diye sorulmuş da cevabında "Onlar, emri yerine getirmeye yöneldiler ve şunları söylediler" denmiştir. Onlar, bu sığırın hâlini ve sıfatını sordular; çünkü o zamana kadar alışık olmadıkları şeyler işitiyorlardı. Ölü sığırın bir parçası ile bir ölüye vurulacak ve bu ölü dirilecekti. B- Mûsâ: "- Allah buyuruyor ki o, ne kart ne de körpe. İkisi ortası bir sığır. Haydi size emredileni yapın; dedi. Duâ ve niyazdan sonra vahye mazhar olan Mûsâ: "- Allah buyuruyor ki o ne yaşlı, ne de genç, ikisi ortası bir sığır olacak" dedi. Mûsa'nın bu sözleri, onları emri yerine getirmeye teşvik ve sığırın ayrıntıları hakkında tekrar tekrar müracaattan menetmek içindir. Bununla beraber onlar yine de ilina olmamışlardır. 69"Onlar: - Bizim için Rabbine duâ et de onun rengini bize açıklasın; dediler. Mûsâ: - Allah buyuruyor ki o bakanlara nes'e (sürür) veren sapsarı bir sığırdır; dedi." Bundan önceki cümlelerde olduğu gibi bu da bir gizli soru cümlesine cevaptır. Sanki "Onlar, bu sadre şifa veren beyandan ve mükerrer emirden sonra ne dediler?" diye sorulmuş ve cevap olarak da böyle denilmiştir. Her seferinde Mûsa'nın açıklamayı Allah'a isnat etmesi, onların dileklerine Allah (celle celâlühü) tarafından cevap verilmesi hususunda kendisinin elinden gelen yardımı yaptığını ifade etmek içindir. Sürür (neş'e, sevinç), kalbi bir lezzet olup bir menfaatin veya menfaat beklentisinin gerçekleşmesi hâlinde doğar. Hazret-i Ali'den rivâyet olunduğuna göre: "Sarı ayalikabı giymenin, ruhsal sıkıntıya faydası olur." 70"Onlar: - Bizim için Rabbine duâ et de onun mahiyetini (nasıl ve ne, hakikat mi mecaz mı olduğunu) bize açıklasın. Çünkü o, bize müteşabih (şüphe, benzer, üstü kapalı, karışık) geldi. İnşaallah emredilen sığırı bulur ve hidâyete ereriz; dediler." A- "Onlar: - Bizim için Rabbine duâ et de onun mahiyetini bize açıklasın. Çünkü o, bize müteşabih geldi." Bu cümle de, öncekiler gibi istinafı bir cümle olup gizli bir soru cümlesinin cevabıdır. Yani onun nasıl bir sığır olduğu hususunda bize daha fazla bir açiklama yapsın demektir. İsrâiloğulları o sığırın, onu diğer sığırlardan ayıracak daha özel niteliklerinin (mümeyyiz vasıflarının) açıklanmasını istemişler; sayılan vasıflar, birçok sığırın müşterek vasıflarıdır; biz bu vasıflarla bize emredilen sığırı teşhis edemeyiz demişlerdir. B- "İnşaallah emredilen sığırı bulur ve hidâyete ereriz dediler." Bu cümle, birkaç veçhile tekıd edilmiş ve mânâya kesinlik kazandırılmıştır. Beyan edilen anlam şudur: - Muhalikak ki biz, istediğimiz açıklama ile, kesilmesi bize emredilen sığırı mutlaka bulacağız. Bir hadîste şöyle büyütülmüştür: "Eğer İsrâiloğulları, İnşaallah / Allah dilerse demeselerdi, o sığırın tam vasıfları sonsuza değin onlara açıklanmayacaktı." 71"Mûsâ: - Allah buyuruyor ki o çifte koşulup tarla sürmemiş, ekin sulamamış, salma, kusursuz ve hiç alacası bulunmayan bir sığırdır; dedi. Onlar da: - İşte şimdi bize gerçeği söyledin; dediler. Nihayet sığırı (bulup) kestiler. Az kalsın yapamıyacaklardı." A- "Mûsâ: - Allah buyuruyor ki o çifte koşulup tarla sürmemiş, ekin sulamamış, salma, kusursuz ve hiç alacası olmayan bir sığırdır; dedi." O, çift sürmek ve ekin sulamak için boyunduruk altına alınmamış, ezilip yıpranmamis, salma gezen veya kusursuz (müsellem), hiçbir alacası olmayan bir sığırdır. O, hiçbir işte çalıştırılmamıştir, serbest dolaşmaktadır. Allah (celle celâlühü), onun rengini hâlis ve sade kılmıştır. O sığırın boynuzu ve tırnakları dahil, derisinin renginden farklı hiçbir yanı yoktur. B- "Onlar da: - İşte şimdi bize gerçeği söyledin (halikı getirdin); dediler." "- İşte şimdi o sığırı, diğerlerinden tamamen ayıran gerçek vasıflarım bize söyledin; artık o sığır hakkında bizim hiçbir şüphemiz kalmadı" ama ilk iki açıklama böyle, bu derece belirleyici değildi. Öyle sanılıyor ki onlar, bundan önce de o sığırı görmüşler ve üç açıklamada belirtilen tafsilatlı vasıfların tamamını taşıdığını ve üçüncüsünde sayılan vasıfların da, sadece ona özgü olduğunu anlamışlardı. Yoksa onlar, son vasıfların, yalnız onda bulunduğunu, başkasında bulunmadığını nereden bileceklerdi. C- "Nihayet sığırı (bulup) kestiler. Az kalsın yapamayacaklardı." Onlar, o sığırı buldular ve kestiler. Ama ondan önce bunu gerçekleştirmekten uzak bulunuyorlardı. Özetle söylemek gerekirse bu araştırmalar kendilerine ağır gelmişti ve ağır davranıyorlardı. Bu işi aşırı derecede uzatmış ve tekrar tekrar müracaatta bulunmuşlardı. Neredeyse sorularının sonu gelmeyecekti. Bir görüşe göre, olayın başından emrin infazına kadar aradan kırk yıl geçti. Bir görüşe göre de, sığırın fiyatının çok yüksek olmasından dolayı az kalsın, bu emri yerine getirmeyeceklerdi. Rivâyet olunuyor ki, İsrâıloğulları içinde dindar ve sâlih bir ihtiyarın tam bu vasıfları taşıyan bir buzağısı ve bir de oğlu varmış. İhtiyar, bu buzağısını bir ormana götürmüş ve: "- Allah'ım! Ben bu buzağımı, oğlum büyüyünceye kadar Sana emanet ediyorum" diyerek salmış. Sonra o ihtiyar vefat etmiş ve buzağı da yetişip sığırların en güzellerinden olmuş. Söz konusu vasıflar, yalnız onda bulunuyormuş. Bu arada ihtiyarın oğlu da büyümüş. Araya araya o sığırı bulmuşlar ve pazarlık sonunda, derisinin dolusu kadar altınla satın almışlar. Oysa o zaman bir sığırın normal değeri üç dinarmış. Bilmiş ol ki muayyen sığırın kesilmesiyle emrin ifasının gerçekleştiğinde bir görüş ayrılığı yoktur. Öyle ki, eğer onlar, başka bir sığır kesmiş olsalardı, emir yerme getirilmiş olmazdı. Ancak müfessirler şu noktada görüş ayrılığma düşmüşlerdir: O cinayet olayından sonra kesilmesi emredilen sığır, o muayyen sığır mıydı yoksa kesilmesi emredilen belirsiz bir sığır idi de, onların, emri yerine getirmekte ağır (ihmal, terahi ve tekâsül ile) davranmaları, incelenmekte ve açıklama istemekte aşırı gitmeleri yüzünden mi sonradan muayyene çevrildi? Bazı tefsirciler birinci görüşü savunmuşlardır, Çünkü onların kanaatlerince bu âyetlerdeki cevap cümlelerinde baştan sonuna kadar sığırın yerini tutan bütün zamirler, o muayyen sığırı ifade etmektedir. Şu hâlde sual cümlelerindekı zamirler de öyle olnıakdır. Ve hiç şüphesiz sual, kesilmesi emredilen sığırla ilgilidir. Bu itibarla muayyen olan o sığırdır (mübhemin muayyene çevrilmişi değildir). Ancak bu görüş, şu şekilde reddedilmektedir: Onlar, cansız bir sığırın bir parçası ile maktule vurulması ve böylece ölünün dirilmesi olayına şaşmaları, taaccüb etmeleri nedeniyle bu sığırın belli bir sığır olduğunu, onun sığır cinsinin genel vasıfları ve özellikleri dışında daha başka vasıflar taşıdığını sanmışlardı da, bu yüzden bir takım sorular sormuşlardı. Böylece âyetlerdeki zamirler, o belli sığırı ifade eder. Allah (celle celâlühü) da, ilk emirde kastedilen belli bir sığır olmadığı hâlde onların mükelle fiye derini ağırlaştırmak üzere o sığırı muayyene çevirmiştir. Hak olan görüş sudur: Bu sığır ilk başta mübhem, belirsiz, gayr-i muayyen idi. Öyle ki, eğer onlar o aşamada herhangi bir sığır kesmiş olsalardı, emrin ifası gerçekleşmiş olacaktı. Çünkü âyetlerin nazm-ı kerîminin zahiri, o sığırın renginin belirtilmesinden önce o sığırı kesme emrinin tekrar edilmesi ve ondan sonra sığırın kusursuz olduğunun ve derisinde hiç alaca bulunmadığının belirtilmesi de buna delâlet eder. Peygamberimiz de buyurmuştur ki: "- Eğer onlar, en kötü sığırı getirip kesselerdi, onlar için yeterli olurdu." Bu hadîsin bir benzeri de Abdullah b. Abbas tarafından rivâyet olunmuştur. İlk emir verildiğinde bu sığır mübhem ve mutlak iken sonra onların mükellefiyetlerini ağırlaştırmak üzere birinci hüküm, ikinci, hükümle neshedildi ve ikinci hüküm de üçüncü hükümle neshedildi. Ancak bu mübhem ve mutlak hükmün tamamen, kalkması ve muayyene intikal etmesi yavaş yavaş, tedricen tayin, takyit ve tahsis suretiyle olmuştur. Nasıl buna hayır, denebilir ki, eğer böyle olmasaydı, onların hikâye edilen müracaatları ağır suçlar kabilinden değil, fakat ibâdet kabilinden sayılırdı. Çünkü emredilen şey üzerinde durmadan emri yerine getirmek, nerdeyse mümkün değildir. Buna göre onların sualleri, emri yerine getirmeye önem vermek kabilinden sayılır. 72"Hatırlayın o zamanı ki siz bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinizin üzerine atmıştınız. Oysa Allah, sizin gizlediğinizi ortaya çıkarıcıdır." Bu hitab, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) çağdaşı olan Yahudiler içindir. Seleflerinin işledikleri adam öldürme ve suçu birbirinin üstüne atma (atf-ı cürümde bulunma) fiillerinin onların haleflerine isnad edilmesi, daha önceki benzerlerinde olduğu gibi onları uyarmak amacına yöneliktir. Olay şöyle hatırlatılmaktadır: "- Hanı siz masum bir insanı öldürmüştünüz de, onun hakkında tartışmış ve suçu birbirinizin üstüne atmıştınız." 73"İşte bunun için dedik ki: - Haydi onun bir parçası ile ölüye vurun! Allah ölüleri işte böyle diriltir ve size âyetlerini gösterir ki, aklınızı kullanasınız." A- "İşte bunun için dedik ki: - Haydi onun bir parçası ile ölüye vurun!" Bu cümle, "suçu birbirinizin üstüne atmıştınız" cümlesine atıftır, iki cümle arasındaki cümle ise, ara söz kabilindendir. "Allah vurun, dedi" yerine "Vurun dedik!" buyurmak suretiyle gıyabîden mü tekellim vahde (tekil birinci şahıs) üslûbuna geçilmesi, olayın korkunçluğunu artırmak içindir. Vurulması emredilen parça sığırın herhangi bir parçası idi. Fakat bu hususta değişik rivâyetler ileri sürülmüştür. Şöyle ki: 1- dili ile yüreği, 2- yalnız dili, 3- sağ uyluğu, 4- kulağı, 5- kuyruk sokumu, 6- kulak kemiği idi. "Hatırlayın o zamanı ki sız bir adam öldürmüştünüz..." cümlesi, bu kıssanın baş tarafıdır. Yani "- Siz, bir adam öldürmüştünüz de suçu birbirinizin üstüne atmıştınız. Biz de dedik ki bir sığır kesin ve onun bir parçası ile maktule vurun!" Hitab böyle olduğu hâlde olay anlatılırken tertibin değiştirilmesi, uyarı ve serzenişi tekrarlamak içindir. Çünkü masum bir şahsı öldürmek, Resûlüllah ile istihza etmek, onun emirlerine kafa tutmak ve emirlerini yerine getirmekte yarışmamak, birer büyük suçtur. Bask başına teşhir edilmeye müstahaktır. Eğer bu kıssa, vukuu tertibine göre anlatılmış olsaydı, bunların her birinden dolayı ayrı ve özel bir uyarı ve serzeniş olduğu bilinmezdi. Bu kıssada sığırı kesme emrinin -tıpkı bir parçası ile vurma emri gibi- Allah (celle celâlühü) tarafından verilmiş olduğu halde, Mûsâ (aleyhisselâm) tarafından verilmiş gibi ifade edilmesi, onların müteaddit defa Mûsa'ya başvurmaları ve her defasında onun söylediklerini yerine getirmemiş olmalarındandır. B- "Allah, ölüleri işte böyle diriltir ve size âyetlerini gösterir..." Bu cümlenin başında "buyurduk" sözü gizli (mukadder) olup kelâmın siyakından anlaşılan bir mukadder cümleye atıftır. Yani onlar, o kesilen sığırın parçası ile vurdular; vurunca da öldürülen adam yeniden hayata döndü. Biz de: "- İşte Allah, ölüleri böyle diriltir ve size belgelerini böyle gösterir..." buyurduk. Şu hâlde buradaki hitab, öldürülen şahıs hayata döndüğünde hazır bulunanlar içindir. Bununla beraber hitab, bu âyet-i kerîme nazil olduğu zaman, hazır bulunanlar için de olabilir. Buna göre "buyurduk" sözünü takdir etmeye (gizli olduğunu düşünmeye) gerek kalmaz. Fakat kıssa, bu cümleden önce bitmiş olur. Bu cümle ise itiraz (mâkabk ve mâba'di / kendisinden önce ve kendisinden sonraki cümlelerden irtibatsız) cümlesi olur. Başka bir deyişle Allah, o şaşılası olayın yaşandığı günde olduğu gibi kıyamet gününde de ölüleri diriltir ve Kendisinin her şeye kaadir olduğuna delâlet eden belgeleri size böyle gösterir. C- "Umulur ki, aklınızı kullanırsınız." Bu olay, bir insanı diriltmeye muktedir olan kudretin, bütün insanları diriltmeye de muktedir olduğunu belirtmek için verilmiş bir misaldir. Bu kıssada, Allah'ın maktulü diriltmeye bilâ kayd ü şart muktedir olduğu halde, bir takım şartlar öngörmesindeki hikmet, herhalde bu şar darın, Allah'a (celle celâlühü) yaklaşma vesilesi olmak üzere kurban kesilmesine, vacibin edasına, yetimin menfaatine, Allah'a (celle celâlühü) tevekküle, evlâda şefkat ve ebeveyne itaatin iyilik ve bereketine dikkat çekmek ve aynı zamanda şu hakikatleri belirtmek içindir: 1- Allah'tan bir istekte bulunacak kimse, her şeyden önce bir kurban kesmek; kurban için de en nitelikli olanı bulmak ve yüksek bir bedel ödemelidir. Nitekim rivâyet olunur idi Hazret-i Ömer, cins bir deveyi üç yüz dinara satın alıp kurban etmiştir. 2- Bütün bu olaylarda gerçek müessir, yegâne sebep Allah'tır Diğer sebepler gerçek tesirleri (yaratma tesirleri) olmayan, olayların gerçekleşmeyeceğini gösteren işaretlerdir. 3- Bir insan kendisini öldürmeye çalışan en büyük düşmanını tanıyıp onu bertaraf etmek istiyorsa, bunun yolu şudur: Çocukluk oburluğu dönemi geride kahp yaşlılık zafiyeti de gelip çatmadan, hoşa giden, bakanın içini açan bir görünüş sergilerken; dünyalik kazanmak için boyunduruk altında yıpranmadan, dünya kirlerinden arınmış, lekesiz, beneksiz ve kusursuz kendi nefsinin sığırını, yani şehvet kuvvetini boğazlamah-dır. Öyle ki, bunun tesiri kendi nefsine işlemek, onunla pek güzel bir hayât bulmah, gerçekler üzerindeki perde açılmak ve akıl ile vehim arasındaki atışma ve kavga tamamen bitmelidir. 74"Sonra bunun ardından kalbleriniz katılaşti. Artık kalbleriniz taş gibi veya ondan da kati (eşed). Çünkü taşların öylesi var ki içinden ırmaklar kaynar; öylesi de var ki yarılır da içinden sular akar; öyleleri de var ki Allah korkusundan (haşyetillâh) yükseklerden yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan asla gaafıl değildir." A- "Sonra bunun ardından kalbleriniz katılaştı." Maktulün dirilmesinden yahut kalbleri yumuşatan ve Halik'a yönlendiren o mucizeleri görüp işittikten sonra kalbleriniz katılaşti. Buradaki hitab, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) muasırı Yahudiler içindir. Kasvet, tıpkı taştaki katılık ve sertlik anlamındadır. Bu mânâ, Yahudilerin, dağları eriten, kayaları yumuşatan öğüt ve uyarılardan hiç etkilenmeyen, kör kalbleri için mecaz olarak kullanılmıştır. Onların kalbleri her zaman kasvet içinde olduğu hâlde âyette bu kasvet yeni meydana gelmiş gibi ifade edilmiştir. Çünkü bundan maksat, onların kasvette yem eriştikleri özel bir derecedir yahut kasvetten kopmalarını gerektiren yeni bir durum olduğu hâlde onların bunu sürdürmeleridir. "Sümme — sonra" kelimesi, kasveti giderecek şey müşahede edildiği hâlde bunun devamının garipsenmesi anlamını da ifade eder. Tıpkı, "Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlık ve aydınlığı meydana getiren Allah'a mahsustur. Sonra o küfredenler (kalkmışlar) Rabblerine (putları) eşdeğer tutuyorlar." (En'anı 6/1) mealindeki âyette olduğu gibi. B- "Artık kalbleriniz taş gibi veya ondan da katı." Bu cümle değişik vecihlerde anlaşılabilir: "- Artık kalbleriniz, kasvette, katılıkta taş gibi hattâ ondan da şiddetli!" "- Artık kalbleriniz taş gibi yahut kasvette taştan da kati demir gibi!" Bundan önceki cümle, fiil cümlesi iken bu cümlenin isim cümlesi olarak gelmesi, onların kalblerinin katılığının sürekli olduğuna delâlet eder. (Çünkü isim cümlesinin devamlılık ifade etme özelliği vardır). "Ev yahut", muhayyerlik veya kararsızlık içindir. Yani o kalblerin hâlini bilen kimse, onları ya taşa ya da taştan daha katı olan bir şeye benzetir. Yahut o kalblerin hâlini bilen, onları ya taşa benzetir ya da "bunlar, taştan da daha katıdır"der. C- "Çünkü taşların öylesi var ki içinden ırmaklar kaynar; öylesi de var ki yardır da içinden ular akar; öyleleri de var ki Allah korkusundan yüksekten yuvarlanır." Bu cümlelerde de onların kalblerinin, kasvet bağladığı, mucizelerden bile etkilenmediği ve hayır kaynağı olmamakta taştan bile daha sert ve kati olduğu beyan edilmektedir. Başka bir ifadeyle taşlar bile bazen etkilenmektedir. Hattâ onlardan öylesi vardır ki, içlerinden nehirler kaynar; öylesi vardır ki, yarılır da içinden pınarlar akar. Öylesi de vardır ki, Allah korkusundan, Allah'ın yarattığı kanun (yer çekimi) sebebiyle yüksekten aşağıya yuvarlanır. Bu, Allah'ın (celle celâlühü) emrine boyun eğmenin mecazî bir ifadesidir. Hulâsa, taşların bile her ferdi Allah'ın (celle celâlühü) emrine boyun eğmekte ve hiç isyan etmeden, Allah'ın (celle celâlühü) kanununa uymaktadır. Ama onların kalbleri böyle değildir. Bu itibarla onların kalbleri, taştan da katı ve isyankârdır. Ç- "Allah yaptıklarınızdan gaafil değildir." Bu, onların taşıdıkları kati kalbler ve bunun sonucu işledikleri kötülükler nedeniyle çok ciddî bir uyarıdır. 75"Şimdi siz bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz (tama' ediyorsunuz)? Oysa onlardan öyle bir fırka vardır ki Allah'ın kelâmını dinlerler ve onu düşünüp anladıktan (taalikul) sonra bile bile tahrif ederler." A- "Şimdi sız (ey mü'minler!) bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?" Bu âyette ilâhî hitabın yöneldiği muhatablar değişmiştir. İsrâioğullarının işledikleri suçlar, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minlere anlatıldıktan sonra ilâhî hitab, mü'minlere yönelmiştir. Başka bir ifadeyle şöyle denmektedir: "- Şimdi siz ey mü'minler! Isrâiloğullarının yaptıklarını işittikten, onların hâllerini, hiç de umut vermeyen, davranışlarını tafsilatıyla öğrendikten sonra yine de Yahudilerin size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Sizin çağdaşınız Yahudiler de serkeşlikte, kötü ahlâkta, ataları gibidir; haleller, ancak seleflerinin yaptıklarını yaparlar." B- "Oysa onlardan öyle bir fırka vardır ki Allah'ın kelâmını dinlerler ve onu düşünüp anladıktan sonra, bile bile tahrif ederler." "Fark, fenik" kökünden gelen "fırka", bölünmüşlük, ayrılık demektir ve çoğul mânâsı ifade eden bir isimdir. Kendi lafzından tekili yoktur.’Tıpkı reht (grup, topluluk, cemaat) ve kavm (hısım, akraba, kabile, millet) kelimeleri gibi. Bu cümle, İsrâiloğullarının imân etmeyeceklerini zımnen ifade eden birinci cümleyi teldd eder. Bu da, onların imân umudunu tamamen ortadan kaldırır. Âyetin bu ikinci cümlesi; "Oysa onlar sizin düşmanınızdır" cümlesinin; "Şimdi siz Beni bırakıp da onu (İblis'i) ve onun zürriyetini mi dost ediniyorsunuz?" cümlesinden sonra zikredilmesi kabilindendir. İbn Abbâs diyor ki: "Burada bahse konu fırka, Mûsâ ile beraber Tûr'a gitmek üzere seçilen yetmiş ki, siden (nakih) ibaret bir cemaat idi. Bunlar, Allah, Tûr'da Mûsâ ile konuşurken, ona emir ve nehiyler (yasak) bildirirken, Allah'ın (celle celâlühü) kelâmını dinlediler sonra onları tahrif ettiler kelimeleri yerlerinden kaydırdılar. Onlar bu işleri ilâhî hitab makamının ululuğunun haşyet ve mehabet havasının kendilerini kaplamasından; anlayışlarının yetersiz kalmasından değil, fakat akılları ile işittiklerini kavradıktan ve o sözlerin gerek mânâda gerekse tekellümde Rabbül-Izzet Allah'ın kelâmı olduğunda asla şüpheleri kalmadıktan sonra yaptılar." Mûsâ ile Tûr'a giden bu yetmiş kişiden doğru (sâdık) olanlar, kavimleri nezdine döndüklerinde dinlediklerini olduğu gibi aktardılar. Sâdık olmayanlar da şöyle dediler: "- Biz, Allah'ı dinledik. O, kelâmının sonunda şöyle buyurdu: - Eğer siz bunları yapabilirseniz, yapın; isterseniz yapmayabilirsiniz; eğer yapmazsanız bunda bir sakınca yoktur." Kaffal Abdullah el-Mervezî diyor: "Onlar, Allah'ın kelâmını dinlediler, O'nun muradını da anladılar fakat sonra Allah'ın kelâmını fasit bir tevil ile tevil ettiler." Bir görüşe göre de âyette zikredilen fırka, onların seleflerinin reisleri (Rüesâ-ı Benî İsrail) idiler. Bunlar Tevrat'ın muhtevasını iyice kavradıktan sonra onları tahrife yöneldiler. Bir başka görüşe göre ise bunlar, Peygamberimiz asrında onun Tevrat'taki vasıflarında değişildik yapan ve recim (taşlama) âyetini de değiştiren Yahudîlerdir. Ancak âyette, bu hâdise anlatılırken önce mazi sonra istikbal (gelecek) kipinin kullanılması (oysa onlardan bir fırka vardı ki, , Allah'ın kelâmını dinlerlerdi... Sonra onu bile bile tahrif ederlerdi) denmesi, bu olayda dinlemek ve tahrifin her ikisinin de Peygamberimiz zamanından önce vuku bulduğuna delâlet ettiğinden bu tevcihe geçit (mesağ) yoktur. Ancak bu sakıncayı bertaraf etmek konusunda denilebilir ki; onların bu yaptıkları, Peygamberimizin asrından önce olmayıp fakat bu âyet-i kerîmenin nüzulünden önce idi. Bu âyetin tefsirinde ileri sürülen görüşlerden birincisi (Mûsâ ile beraber Tûr'a giden nakiblerden bir kısınının bunu yapmış olması), âyette geçen "Allah'ın kelâmını dinlerler" mefhûmuna en uygun olanıdır. Çünkü Tevrat, her ne kadar Allah'ın kelâmı ise de "el-Kıtab" ismiyle söylenişi daha meşhurdur. Bu olayda ise Tevrat'tan "el-Kitab" olarak değil fakat "Allah'ın kelâmı / Kelâmu'llah" olarak bahsedilmektedir. Bundan başka Tevrat'ın tahrif edilmiş olduğu da açık bir gerçektir ve Yahudiler, Tevrat'ı dinlemekten çok tilâvet etmekle vasıflandırılmışlardır. Özellikle tahrifat yapan Yahudi reislerinin vazifesi, Tevrat'ı dinlemek değil fakat onu tilâvet etmekti. Şu hâlde kast edilen mânâya uygun olan tevcih şu olmalıdır: "- Siz ey mü'minler! Bu Yahudilerin sizin vâsıtanızla imân etmelerini, sizin davetinize icabet etmelerini mi umuyorsunuz? Oysa kötülük illetinde tıpkı kendileri gibi olan selefleri, Allah'ın kelâmını vasıtasız olarak dinliyor, onun hakkında yakînen bilgi sahibi oluyor, üzerinde düşünüp anlıyor fakat davete icabet etmiyor ve ardından onu tahrif ediyorlardı. Heyhat!..." Onlar bu tahrifatları bir hata ve yanılgı eseri değil hakikatleri bile bile yapmışlardı. 76"Onlar imân edenlerle karşılaştıkları (mülâkıî oldukları) zaman: - Biz de imân ettik; derler! Birbirleriyle baş başa kaldıkları (halvet oldukları) zaman da: - Allah'ın size açtığı (fethettiği) bilgileri Rabbinızın katında size karşı hüccet (de ki) olarak ileri sürsünler diye mi onlara anlatıyorsunuz? Hiç düşünmez misiniz? derler." A- "Onlar imân edenlerle karşılaştıkları (mülâkıî olduk) zaman: - Biz de imân ettik!" derler." Bu istinaf cümlesi, Peygamberimizin çağdaşı olan Yahudilerden sadır olan son derece çirkin bir davranışı ortaya koymaktadır. Bu, onların imânından ümit kesmek demektir. Bu davranış onlardan bir kısınının münafık olduğunu gösterir. Bu münafıklar, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Tevrat'taki vasıflarını mü'minlere anlatarak kendilerinin de inandıklarını söylüyorlardı. Fakat birbirleriyle yalnız kaldıklarında mulıatabları onları verdikleri bilgilerden dolayı ayıplıyorlardı. Mü'minlerden maksat, Peygamberimizin Ashab'ıdır. Ashab ile karşılaştıklarında imân ettiklerini söyleyenler, Yahudilerin tamamı değil ancak bir kısmı idi. Bir kısmı da sükût ediyorlardı. Âyetteki ifade "filân oğulları, filânı öldürdüler" kabilindendir. Oysa katil, o kabileden yalnız bir kişidir. Âyetin bu şekilde tefsir edilmesi, münafık kelimesini takdir edip "onların münafıkları böyle diyorlardı" şeklinde tefsir edilmesinden daha anlamlıdır. Çünkü böylece o münafık Yahudileri, Peygamberimizin Tevrat'taki vasıflarını mü'minlere anlatmalarından dolayı önce sükût edip sonra ayıplayanların nifakı, onların hallerindeki bu değişiklik ve fikirlerindeki çelişki de ifade edilmiş olur. Münafık Yahudiler, mü'minlerle karşılaş tıklarında kendilerinin de imân ettiklerini söylemekle yetinmeyip imânlarının gerekçesini de açıklıyorlardı. Peygamberimizin . vasıflarını Tevrat'ta bulduklarını ve müjdelenen Peygamberin o olduğunu da söylüyorlardı. Nitekim âyetin: "Birbirleriyle baş başa kaldıkları (halvet oldukları) zaman da: - Allah'ın size açtığı (fethettiği) bilgileri Rabbinizın katında size karşı hüccet (deki) olarak ileri sürsünler diye mi onlara anlatıyorsunuz? İliç düşünmez misiniz?" bölümü bunu bildirmektedir. B- "Birbirleriyle başbaşa kaldıkları (halvet oldukları) zaman da: - Allah'ın size açtığı (fethettiği) bilgileri Rabbinizın katında size karşı hüccet (deki) olarak ileri sürsünler diye mi onlara anlatıyorsunuz?" "Münafık Yahudilerin mü'minlerle karşılaşmaları sırasında sükût eden Yahudiler, münâfıklık yapan Yahudî arlıadaşları ile başbaşa kaldıkları zaman..." Bu ifade, sükût edenlerin de nifak sırasında huzurda bulunduklarını gösterir. Çünkü başbaşa kalmak (hulüvv), ancak bir meşguliyetten sonra olur. Bir de, sükût edenlerin, münafıkları ayıplamaları, yalnız hulüvv (başbaşa kalmak) hâline bağlanmıştır. Buna göre eğer sükût edenler de, münafıkların mü'minlerle olan söyleşileri sırasında hazır olmasalardı, "birbirleriyle başbaşa kaldıkları ve diğerleri de bunu duyduklar zaman" şeklinde bir ifade kullanılması gerekirdi. Bunda, yukarıda anılan mânâya göre, onlar için daha büyük tahkir vardır. Çünkü önce sükût ediyorlar, sonra da onları ayıplıyor, sitem ve serzenişte bulunuyorlar. Son Peygamberin Tevrat'ta yazılı vasıflarıyla ilgili bilgilerin âyette "fetih" olarak ifade edilmesi, Yahudilerce bunun bir gizli sır telaliki edildiğini, kapısının kapalı olduğunu, kendilerinden başka hiç kimsenin bunu bilmediğini belirtmek içindir. "Size karşı hüccet olarak ileri sürsünler diye mi" cümlesinden maksat, karşı çıkma anlamını tekid ve uyarıyı pekiştirmedir. Çünkü onlara göre, Peygamberimizin Tevrat'taki vasıflarını Ashab'a anlatmak, elbette kendilerince hoş karşılanmıyordu. Fakat bu bilgilerin Allah'ın huzurunda Yahudilere karşı Müslümanlar tarafından bir hüccet olarak kullanılması amacıyla anlatılması da kimsenin aklına gelmezdi. Ama bu onların düşüncesine göre bilgi vermelerinin tabiî sonucuydu. Onlar şunu söylemeye çalışiyorlardi: "- Siz, onlara bunları size karşı hüccet getirerek sizi susturmaları için mı anlatıyorsunuz?" Bunları Ashab'a anlatanlar, her ne kadar bu niyeti taşımıyorlarsa da, bu sual onların akıllarındaki zafiyeti ve düşüncelerindeki karışıklığı gösterir. "Rabbınızin katında", Rabbinizın hükmünde ve kitabında demektir. Nitekim "O, Allah'ın indinde (yanında) böyledir" dendiğinde, "Allah'ın kitabında ve şeriatinde o böyledir" demektir. Bir görüşe göre ise, kıyamet gününde Allah katında demektir. Ancak bu görüş reddedilmiştir. Çünkü onların. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Tevrat'taki vasıflarını gizlemeleri buna engel değildir. Zira kendileri de biliyorlar ki, onlar, bu vasıfları anlatsalar da anlatmasalar da, kıyamet günü onlara karşı bu hüccet kullanılacaktır. Buna, kıyamet gününde mü'minlerin, onlara: "- Siz, dünyada, kitabınıza göre de bizim dinimizin hak olduğunu, Peygamberimizin sâdık olduğunu bize anlatmamış mıydınız?" demek suretiyle kendilerini ilzam ve isliât edecekleri yorumu ile izah getirmek, daha fahiş bir yanlışlık olur. C- "Hiç düşünmez misiniz?" Bu cümle kelâmın siyakından anlaşılan gizli bir cümleye atıftır ve onların serzeniş ve ayıplamalarının devamıdır. Sanki şöyle sorulmaktadır: "- Siz, hiç düşünmez, yaptığınız fahiş hatayı anlamaz mısınız?" Yahut: "- Siz yaptığınızın yanlışlığı ortada iken bunu nasıl anlamıyor da uyarılmanıza ihtiyaç hasıl oluyor?" Bir görüşe göre ise, "Hiç anlamaz mısınız?" hitabı, bundan önceki âyetteki "umuyor musunuz?" cümlesine bağlı olarak, Allah tarafından mü'minlere yöneliktir. Yani sanki şöyle denmektedir: "- Siz, bunların hâlini ve onların imâna gelecekler diye bir beklenti içinde olmamanız gerektiğini, hiç anlamaz mısınız?" Ancak bundan sonra gelen "Onlar bilmiyorlar mı ki..." âyeti buna mânidir. 77"Onlar bilmiyorlar mı ki Allah, onların gizlediklerini de açıkladıklarını da hakkıyla bilir." Çünkü bu âyet, sonuna kadar onların, anılan halleri sebebiyle Allah tarafından cehaletlerine hükmedildiğini bildirmekledir. Bu itibarla bu esnada mü'minlere hitab edildiğini kabul etmek ağaç ile kabuğunu birbirinden ayırmak gibi bir şey olur. Şunu da ilâve edelim ki bu hitabı mü'minlere tahsis etmek, bir zorlamadan öteye geçmez. Kaldı ki "...size inanacaklarını mı umuyorsunuz?" hitabında olduğu gibi, onu Peygamberimize de (sallallahü aleyhi ve sellem) teşmil etmek edebe tam anlamıyla aykırı olur. Yahudiler, içlerindeki münafıkları, Kitap'tan bazı bilgileri (Son Peygamberin niteliklerini) Ashab'a anlatmaları yüzünden, aleyhlerine hüccet olarak kullanılır korkusu ile ayıplıyorlar da, bilmiyorlar mı ki, Allah, onların kendi aralarında mü'minlerden kalblerinde gizlediklerini de mü'minlere açıkladıklarını da hakkıyla bilir. Saklıyı veya gizliyi bilen Allah açığı elbette ve evleviyetle bilir ve daha önce geçtiği gibi onların kendi adamlarına açıkladıklarım da (onları ayıplamalarını) kesinlıkle bilir. Böyle olunca Allah onların gizlemek istediklerini vahiy yolu ile Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirebılır. Sonuçta o söylediklerinin yine hüccet olarak kullanılması ve onların susturulması gerçekleşir. Tıpkı Tevrat'taki recim (taşlama) âyetiyle bazı şeylerin onlara haram kılınmasında olduğu gibi. Şu hâlde onların serzeniş ve ayıplamalarının hiçbir faydası yoktur. Yahudilere göre sakıncalı olan, Allah'ın onlara açtığı bilgilerin kendilerine karşı hüccet olarak olarak kullanılmasıdır. Bu ise, onlar açıklasalar da, saklasalar da her iki cihanda gerçekleşmektedir. O bilgilerin hüccet olarak kullanılmasi, onların anlatması ile hasıl olmuyor ki onların gizlemesi ile engellenebilsin. "Onlar, bilmiyorlar mı ki..." cümlesindeki "onlar" zamiri, bazılarına göre yalnız münafıkları yahut münafıklarla onları ayıplayanları yahut da onların tahrifçi atalarını ifade etmektedir. Yani onlar o hareketleri yapıyorlar da hiç bilmiyorlar mı ki Allah onların bütün gizlediklerini de, açığa vurduklarını da kesinlikle bilmektedir. Ezcümle Allah, onların: - Küfürlerini gizledikleri halde, imânlarını açıkladıklarım; - Peygamberimiz ile ilgili bilgileri gizlediklerini, diğer bazı bilgileri açıkladıklarını; - Allah'ın emirlerini gizlediklerini ve kendileri tarafından uydurulduğu hâlde Allah'a isnad ve iftira ettikleri şeyleri de hakkıyla bilir . "Onlar bilmiyorlar mı ki Allah, onların gizlediklerini de açıkladıklarını da hakkıyla bilir " cümlesinde, onların gizlediklerinin, açığa vurduklarından önce zikredilmesi, onların rezaletlerini ve korktuklarının başlarına geldiğini bildirmek ve Allah'ın (celle celâlühü) bütün bilgileri kuşatmış olan ilminin kapsamını belirtmek içindir. Sanki Allah'ın (celle celâlühü), onların gizledikleri şeylere ilişkin ilmi onları açığa vurmalarından daha öncedir (akdem). Oysa O'nun ılmme göre her ikisi de eşittir. Bu âyetin bir benzeri de, "(Resûlüm) de ki: - içinizdekileri gizleseniz de, açıklasanız da Allah onu bilir." (Âl-ı Imrân 3/29) meâlindeki âyettir. Nitekim bu âyette de aynı sebepten dolayı, gizlemek, açığa vurmaktan önce zikredilmiştir. Fakat, "İçinizdekileri açıklasanız da gizleseniz de Allah, sizi onunla hesaba çeker" meâlindeki âyette ise bunun aksi vârid olmuştur. Çünkü hesaba çekilmede asıl olan açık işlerdir; gizli işler değildir. Anılan âyette, gizlenenlerin, açığa vurulanlardan önce zikredilmiş olması, gizlilik mertebesinin, aleniyet mertebesinden önce olması itibariyle de olabilir. Çünkü açığa vurulan her şey veya onun başlangıcı şeyler mutlaka daha önce kalbde gizlenmiştir. Bu itibarla Allah'ın (celle celâlühü) ilminin birinci hâle (gizlilik hâline) taalluku, ikinci hâle (aleni hâle) taallukundan önce gelir.63 78"Onlardan bir kısım ümmîler vardır ki Kitabi bilmezler. Bütün bildikleri boş umut ve kuruntulardır (ümniye-çoğulu: emaniye). Zaten onlara sadece zanda bulunuyorlar." A- "Onlardan bir kısım ümmîler vardır ki Kitab'ı bilmezler." Ümmî, okuma-yazmaya mutedir olmayan kimsedir. Onun nisbetinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki: 1- Ümmî, anneye (ümm' e) nisbet edilmek demektir. Ümmî olan kimse okuma-yazma bilmemekte annesine benzetilmiştir. Çünkü eski çağlarda Araplarda okuma-yazma genellikle kadınların işi olmayıp erkeklerin vasfı idi. 2- Ümmî, annesinin kendisini doğurduğu sade hâl üzere olan, başka bir deyişle okuma yazma bilmeyen, eşya bilgisinden yoksun kişidir. 3- Ünlü Tabiî âlimlerinden İklime b. Abdullah ve Dahhâk b. Muzâhım el-Hilak'den rivâyet olunduğuna göre "Ümmîlerden maksat, Arap Hristiyanlarıdır." 4- Ümmîler, Ehl-i Kitab'tan bir kavim olup onların kutsal kitabı işlemiş oldukları günâhlar sebebiyle ref edilmiş (kaldırılmış), böylece onlar ümmî (kitapsız) kalmışlardır. 5- Hazret-i Ali'den rivâyet olunduğuna göre "Ümmîler, Mecûsîlerdır." 6- Bize göre buradaki ümmîlerin, Yahudilerin cahilleri olduğudur. Daha önceki âyetlerde açıklandığı gibi burada da ümmîlerin çirkinlıkleri belirtilmektedir. Bu âyet, daha önce geçen, "Oysa onlardan öyle bir fırka vardı ki, Allah'ın kelâmını dinlerler ve onu düşünüp anladıktan sonra bile bile tahrif ederler" cümlesine atıftır. Çünkü ümmîlik, tahrifçilik ve nifak gibi, onların imânından tamamen ümid kesmeyi mûcib değilse de onlardan bir hayır beklenilmeyeceğini de ifade eder. Ancak yine de imâna aykırılık açısından kitabı bilmemek, eski Yahudîlerin yaptığı gibi, Allah'ın kelâmını dinleyip mânâsını anladıktan sonra onu tahrif etmekten ve Peygamberimiz döneminde Yahudilerden iki fırkanın yaptığı gibi nifaktan ve Tevrat'ta yazılı bulunan gerçekleri açıklamaya engel olmaktan daha ağır değildir. Buradaki "Kitab" kelimesinden, kitabet mânâsı anlamak, âyetin nazm-i celilinin sibak ve siyakına (kelâmın gelişine) uygun değildir. B- "Bütün bildikleri boş umut ve kuruntulardır." Yani Yahudilerin cahilleri, Tevrat'ı hiç bilmezler. Onlar, ancak hahamların kendilerine verdikleri umutlara göre kuruntu ve hayaller kurarlar. Allah'ın kendilerini bağışlayacağı, ataları olan peygamberlerin de kendilerine şefaat edecekleri hayalleriyle avunurlar ve din adamlarının, Tevrat'a dayanarak söylediklerine inanarak boş umutlar beslerler. Bu cahil Yahudiler, Tevrat'ı bilmezler. Ancak Tevrat adına kendilerine okunanları alırlar, Tevrat'ı tedkik ve tefekkür imkânları olmadığı için onları olduğu gibi kabul ederler C- "Zaten onlar sadece zanda bulunuyorlar." O ümmîler, kısır düşünceli insanlardır. Bütün işleri zan ve taklittir. Onlar, ilim mertebesine (rütbetü'l-ılm) erişemezler. Bu itibarla kesin bilgi kuralları (kavâ’ıdü'l-yakîn) üzerine müesses imân onlardan elbette beklenemez. 79"Vay o kimselerin hâline ki kendi elleriyle kitap yazıp sonra onu az bir bedel (semen-i kalîl) karşılığında satmak için, - Bu, Allah katındandır! derler. Kendi elleriyle yazdıklarından vay onların hâline! Kazandıklarından da vay hâhne onların!" A- "Vay (Veyl) o kimselerin hâline ki..." Veyl kelimesinin anlamı konusunda değişik görüşler vardır. Şöyle ki: 1- Haki el-Ezdî'ye göre "veyl", şiddetli şer demektir. 2- Abdülmelik Asmaî'ye (radıyallahü anh) göre "veyl", fecaat (el-tefeccu'); "vayh", ise rahmet (terahhum) dilemek için söylenir. 3- Sîbeveyh'e göre "veyl", helâke uğramış; "vayh" ise, helake uğramak üzere olan kimseyi uyarmak için söylenir 4- "Veyl", bir üzüntü (el-hüzn) ifadesi olarak kullanılır. 5- "Veyl", beddua; vayh ise, rahmet dilemek için kullanılır. 6- İbn Abbâs'a (radıyallahü anh) göre "veyl", acıklı azap (azabü'l-elîm) demektir. 7- Süfyan el-Sevrî'ye göre "veyl", cehennem ehlinin yaralarından akan irinlerdir. 8- Ebû Said el-Hudrî nin (radıyallahü anh) Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet ettiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Veyl, cehennemde bir vadidir; kâfir, kırk yıl yuvarlanır; daha onun dibine varamaz." 9- Said b. el-Müseyyeb de (radıyallahü anh) diyor ki: "Veyl, cehennemde öyle bir vadidir ki, dünyadaki dağlar, içinden geçirilse, onun sıcaklığının şiddetinden hepsi erir." 10- İbn-ı Büreyde de diyor ki: "Veyl, kan ve irin dağıdır." 11- "Veyl", cehennemde bir kuyudur (sahrîcü fî cehennem) 12- e'z-Zehrâvî'ye göre "veyl", cehennem kapılarından biridir. B- "...Kendi elleriyle kitap yazıp sonra onu az bir bedel (semen-i kalil) karşılığında satmak için, "- Bu, Allah katındandır!" derler." Kendi elleri ile yazdıkları kitap, tahrif edilmiş (el-muharref) kitaptır ya da o Yahudi hahamlarının yazdıkları batıl açıklamalardır (e't-te'vilât). "Elleriyle" denilmesi, yazmaktan mecazî bir mânâ kastedilmediğini te'kid içindir. Rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz Medine'ye geçince, Yahudi âlimleri (ahbare'l-yahûd) gelirlerinin kesilmesinden ve riyasetlerinin zevalinden endişe etmeye başladılar. Bundan dolayı da aşağı tabaka Yahudileri, (esâfîl-i yahûd) Peygamberimize imândan alıkoymak için çareler düşünmeye başladılar. Bunun için de Peygamberimizin Tevrat'taki vasıflarını tahrif etmeye yöneldiler. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sıfatı (sıfatu'n-nebî) Tevrat'ta şöyle tarif ediliyordu: "Güzel yüzlü (hüsnü'l-vech), güzel saçlı (hüsnü'ş-şa'r), kara gözlü (ekhalü'l-a'yneyn), orta boylu (reb'a'tü'l-kaâme)." Onlar, bu vasıfları değiştirip yerlerine şunları yazdılar: Uzun boylu, mavi gözlü, düz (kıvırcık olmayan) saçlı. Avamdan (sefele) Yahudiler, bu konuyu kendilerine sordukları zaman, Tevrat'ta bulduklarının aksine kendi elleriyle yazdıklarını onlara okuyorlardı. Onlar da bu vasıfların, Peygamberimizin vasıflarına uymadığını görüyorlar ve bu yüzden de Peygamberimizi yalanlıyorlardı. "Sümme / sonra" kelimesi, mertebe sonrahğı içindir. Çünkü tahrif edilen ve bâtıl bir şekilde yapılan tevilleri açıkça Allah'a isnad etmek, tahrif ve tevilin kendisinden daha çirkin ve ağır bir suçtur. "Semen-i kalil / az bir bedelden maksat, o Yahudi ahbarının, bu tahrif ve tevil karşılığında kendi nefisleri için temin ettikleri menfaatler ve riyasetlerdir. Muavaza akitlerinde satın alman mal maksud veya amaçtır; onun karşılığında verilen bedel (semen) ise bir vesiledir. Bu âyette ise bilakis karşılık olarak alınan şeye semen (bedel) denmesi, onların bu İşte, gerekenin aksini yaptıklarını ifade etmek içindir. Nitekim onlar, maksûd olan şeyi vesile ve vesile olan şeyi de maksûd yapmışlardır. İşte o Yahudi ahbarının veya bilginlerinin bu yoldan ekle ettikleri riyaset ve menfaatlere "az bir bedel" denmiştir. Çünkü bu menfaatler ve riyasetler, haddi zatında büyük olsa da, onlar sebebiyle uğrayacakları ebedî azaba göre azların azıdır. C- "Kendi elleriyle yazdıklarından vay onların haline! Kazandıklarından da vay haline onların!" Daha önceki cümle, burada tekid için tekrar edilmiştir. Daha önceki cümlede işaret edilen veyl'in gerekçesi burada sarahaten zikredilmiştir ki, bu da kendi elleri ile takdim ettikleri ağır suçlarıdır. Bu açıklama, "Kazandıklarından da vay haline onların!" cümlesi için de geçerlidir. Buradaki tekrar da yine tekıd ve teşdid içindir. Âyetin bu kısınında "Veyl'in gerekçeleri açıkça gösterılırken "Bu Allah katındandır" mealindeki sözlere temas edilmemiştir. Çünkü onların bu sözü de, kendi elleriyle yazdıklarına geçerlık kazandıran ilk unsurlardan olması itibariyle o da bu gerekçeye dahildir. 80"Onlar: - Ateş (e'n-nâr) sayılı günden (eyyam-ı ma'dûde) başka bize asla dokunmayacaktır! (temas etmeyecektir) dediler. (Resûlüm) sen de de ki: "- Allah katından bir ahid mi aldınız? Eğer öyleyse Allah ahdinden asla dönmez. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyler mı söylüyorsunuz?" A- Onlar: "- Ateş sayılı günden başka bize asla dokunmayacaktır!" Bu âyet de, Yahudilerin diğer bazı ağır suçlarını açıklamaktadır. Bu da onların uydurdukları yalanlardan biri olmakla beraber bunu tahrif ettikleri Tevrat'a yazmamışlardır. Onlar dediler ki; "- Kıyamet gününde ateş bize, ancak sayılı birkaç gün dokunacak veya Mûsa'nın (aleyhisselâm) gıyabında buzağıya taptığımız günler sayısınca, yani kırk gün dokunacak ve ondan başka asla dokunmayacaktır." Abdülmelik Asmaî'nin bazı Yahudilerden naklettiğine göre, onların buzağıya taptıkları günlerin sayısı yedidir ve bu sebeple ancak buzağıya taptıkları günler sayısınca azaba uğrayacaklardır. İbn Abbâs ve Mücâhid'ten rivâyet edildiğine göre de Yahudiler şöyle demişlerdir: "Dünyanın ömrü yedi bin senedir. Biz, her bin sene için yalnız bir gün azap göreceğiz." Dahhâk'in, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre: "Yahudiler, Tevrat'ta, şunu gördüklerini iddia ediyorlardı: Cehennemin iki yakası arasındaki zalikum, ağacına varıncaya kadar kırk senelik mesafe vardır. Her gün bir senelik mesafe giderek bu yolu ikmal edeceklerdir." B- "(Resûlüm) sen de onlara de ki (Kul): - Allah katından bir ahid mı aldınız? Eğer öyleyse Allah, ahdinden asla dönmez." Resûlüm! Sen de susturmak ve uyarmak için onlara de ki: - İddianıza dâir Allah katından bir ahıd, bir haber, bir va'd mi aldınız? Çünkü sizin iddia ettiğiniz şey, ancak kuvvetli bir va'de dayak olabilir. İşte bundan dolayıdır ki, burada ahd, kuvvetli va'd ile ifade edilmiştir. Eğer durum, böyle ise, Allah, böyle bir ahidde bulunmuşsa O, ahdinden asla dönmez. "Ettehaztüm" kelimesinin kökü, "almak, elde etmek, ele geçirmek, beraber götürmek" mânâsına "e-ha-ze"dir. Ettehaztüm; siz ahzettiniz, aldınız demektir. Fakat burada söz konusu olan (Eettehaztüm mı aldınız?) sual şeklidir. Ancak Kuranın bir icazı olarak soru hemzesi salat olmuştur. "Eğer öyle ise..." cümlesi, itirazı (mâkabk ile irtibatı olmayan) bir cümledir. Bu cümlede İsm-i Celil'in (Allah isınınin zamir ile değil) açık olarak zikredilmesi, bu hükmün gerekçesine işaret etmek içindir. Çünkü ahde vefa, ülûhiyetin bir hükmüdür. Ahdin Allah'ın zamirine izafe edilmesi (Allah ahdinden... dönmesi), daha önce de belirtildiği gibi, ona şeref kazandırmak ve önemini ifade etmek içindir. Yahut ahdi kendine izafe etmekle bundan bütün ahitlerin kastedüdiğini bildirmek içindir. Buna göre, malûm ahid de, öncekide bunlara dahildir. C- "Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?" Yani Allah (celle celâlühü) hakkında müfteri olarak, vukuunu bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? Burada onlara yapılan uyarı, vukuunu bilmedikleri şeyleri Allah'a (celle celâlühü) isnad etme şartı üzerine bina edilmiştir. Oysa onlar Allah'a isnad ettikleri şeylerin, vâki olmayan şeyler olduğunu zaten biliyorlardı. Bununla beraber kendilerini uyarmak ve bundan menetmek mânâsını fazlasıyla ifade için bu üslûp kullanılmıştır. Çünkü eğer bir işin ednasi (aşağı) tevbihi (kınama) gerektiriyor ise a'lâsı (daha yukarı) evleviyetle tevbihi müstelzim olur. Yahudilerin nakledilen o sözleri (Ateş, ancak sayılı günler...), sarahatle Allah'a iftira değil ise de, netice itibariyle onu müstelzimdir. Çünkü kesin hüküm (el-cezm), ancak onun sebebini Allah'a isnad etmekle olur. 81"Hayır öyle değil. Her kim bir kötülük işler ve kötülüğü onu kuşatırsa (ihata ederse) İşte onlar ateşin yaranıdırlar (ashabü'n-nâr). Onlar hep (muhalleden) orada kalacaklardır." A- "Hayır öyle değil (Belâ). Her kim bir kötülük işler ve kötülüğü onu kuşatırsa." Bu Yahudilerin sözlerini ibtal ve hakîkat-i hâli beyan etmek için Allahü teâlâ tarafından verilen bir cevaptır. Bu cevap gerek Yahudilerin gerekse diğer kâfirlerin yalanlarını kapsayan genel bir şeriat kuralı zımnında ifade edilmiştir. Yahudilere cevap vermek; (Resûlüm, sen de onlara de ki...) emriyle Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ihale (tefviz) edilmiştir. Çünkü kâfirlere karşı, hüccet getirip onları susturmak, Peygamberimizin vazifelerindendir. Bir de, bunun, Allah tarafından deruhte edilmesi gerekmeyen kolay bir şey olduğunu bildirmek için bu görev Peygamberimize verilmiştir. Burada kötülükten (seyyi’e-çoğulu: seyyiât) maksat, bu kâfirlerin işledikleri gibi fahiş kötülük veya büyük günâhlardan (el-kebâir) biridir. Kesb, lügat ta kazanmak, elde etmek menfaat sağlamak demektir. Kesbin, burada günah, kötülük (seyyiât) için kullanılması, "Onları acıklı bir azab ile müjdele kabilindendir. Yani bu kim büyük bir günâh işler ve bu işlediği günâh, her yönden onu kuşatır; kalbini, dilini (lisan) ve bedeninin diğer uzuvlarını (cevârih) kaplarsa (istilâ ve istimal eder), bu günâh, onun özelliklerinden biri hâline gelirse demektir. Nitekim kötülüğün ona izafesi de, bu mânâyı ifade eder. Kötülüğün bu hâli alması, ancak kâfirlerde olur. İşte bundan dolayıdır ki, İbn-i Ebî Hâtem Abdurrahman el-Razî'nin, Ibn-i Abbas (radıyallahü anh) ve Ebû Hüreyre'den ve İbn-i Cerir Muhammed el-Taberî'nin de, (radıyallahü anh) Ebî Vâil, Mücâhid, Katâde, Ata ve Rebî'den rivâyetlerinde görüldüğü gibi, Selef (Ashab ve Tabiîn), bu âyetteki seyyieyi (kötülük) küfür olarak tefsir etmişlerdir. Bir başka görüşe göre ise, "seyyie", küfür; "hatîa" ise, büyük günâhtır. Diğer bir görüşe göre de bunun tersidir. Son bir görüşe göre ise "seyyie" ile "hatia" arasında şu fark vardır: "Seyyie", bazen bizzat kastedilen günâh için "hada", ise, genellikle kastedilen yanlış için kullanılır. Çünkü hatîa, hata kökünden gelir. "Hatîa" çoğul olarak da okunur. Bu da, onların küfürlerinin çok çeşitli olduğunu ifade eder. B- "İşte o kimseler ateşin yaranıdırlar. Onlar hep orada kalacaklardır." "Ülâike — İşte onlar..." işaret isınınin kullanılması, o kâfirlerin, bu vasıfları yüzünden ateş ehli olduklarını bildirmek içindir. Çünkü işaret isimleri, işaret edilen nesne ile o nesnenin vasıflarını gösterir. "Ülâike", aslında uzakta bulunan bir nesneyi işaret için kullandır. Buradaki kullanımı, o kâfirlerin, küfür ve hatalardaki derecelerinin, imân ve istikametten çok uzakta olduğunu ifade etmek içindir. "Men / her kim", aslında lâfız itibarı ile tekildir. Ondan sonra kendisine râci olarak gelen üç zamir de, tekil olarak geldiği halde, "ülâike" işaret isınınin çoğul olarak gelmesi, "men / her kim" kelimesinin çoğul mânâsına dikkat çeker niteliktedir. Çünkü iki hâle de münasip olan budur. Zira kişinin kötülük kesbetmesi ve hatasının kendisini kuşatması, kişinin münferit hâline mahsustur. Ateşe girmekse toplu hâlde olmaktadır. Başka bir deyişle kötülük kesbeden veya işleyen, hataları kendini kuşatan gibi sıfatları taşıyan kimseler, âhirette ateş ehli olup oradan hiç çıkmayacaklardır. Tıpkı onların dünyada, Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini yalanlamak, Allah'ın (celle celâlühü) kelâmını tahrif etmek ve O'na iftira etmek gibi, ateş gerektiren sebeplerden hiç ayrılmadıkları gibi. Niçin cevap, onların hâline tahsis edilmemiş, mesela, "öyle değil, onlar ateş ehlidir" denmemiştir? Çünkü burada bir genelleme, genel bir kural koyma ve sonucun korkunçluğunu beyan vardır. Bir de daha önce de belirtildiği gibi bu üslûpta gerekçeyi bildirme kasti da olabilir. Onlar, ebedî ve sonsuz olarak orada kalacaklardır. O hâlde onların iddia ettiği gibi yedi veya kırk gün sonra oradan kurtulmaları söz konusu değildir. Bu âyette, büyük günâh (kebîre) işleyenlerin ebedi olarak cehennemde kalacaklarına (hulûduna) dâir bir delil (hüccet) yoktur. Çünkü bildiğiniz gibi bu âyet, kâfirlere mahsustur. Ve âyetteki (hep orada kalacaklar diye tefsir edilen) "hulûd"u, "uzun zaman orada kalmak" anlamında yorumlamaya da gerek yoktur. 82"Îmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince; onlar da cennet yaranıdırlar (ashabü'l-cenne). Onlar hep (muhalleden) orada kalacaklardır." İlâhî sünnet ve âdet; va'd (mükâfat) ile vaîdin (ceza) yan yana zikredilmesi şeklinde tezahür etmiştir. Çünkü kulları bazen terğib (teşvik), bazen de terhib (korkutmak) ve bazen tebşir (müjdelemek), bazen de inzâr (uyarmak) şeklinde ırşad etmenin hikmeti budur. 83"Hatırlayın o zamanı ki Biz İsrâiloğullarından şöyle mîsak (kesin söz) almıştık: Allah'tan başkasına tapmayacaksınız; Ana babaya (vâkdeyn), yakın akrabaya (zi'l-kurba), yetimlere (el-yetama), yoksullara (el-mesakin) iyilik edeceksiniz; İnsanlara güzel söz söyleyeceksiniz; Namazı kılacak, zekâtı vereceksiniz. Sonra sız, pek azınız müstesna, sözünüzden döndünüz. Zaten sizler dönek kimselersiniz." A- Hatırlayın o zamanı Biz isrâiloğullarından şöyle mîsak (kesin söz) almıştık. Burada da, Yahudilerin seleflerinin diğer bazı çirkinlikleri sayılmaktadır ki, bunlar, onların haleflerinin de imâna gelmeyeceklerini çağrıştırmaktadır. "Hatırlayın, düşünün!" emri, iki türlü yorumlanabilir: 1- Bu emir, Peygamberimiz ile mü'minler içindir. Zira onların Yahudilerin hâllerini düşünmeleri, onların imâna gelmeleri ümitlerini ortadan kaldırır. 2- Bu emir, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) devrindeki Yahudiler içindir. Bu, muasır Yahudilerin seleflerinin kötü hareketlerinden dolayı onlar için bir uyarıdır. B- "Allah'tan başkasına tapmayacaksınız; " Bu cümle, nehyetmek anlamında şeklen ihbar (haber verme) kabilindendir. Tıpkı "Velâ yudârre kâtibün velâ şehîd Yazana da şahide de zarar verilmeyecektir" mealindeki âyette ve "filâna gideceksin; ona şöyle şöyle diyeceksin!" misalinde olduğu gibi. Bu ihbar tarzındaki nehy (olumsuz emir), sarih nehyden daha etkikdir. Çünkü bunda, nehyedılen şeye sür'atle son verilmesi, nehyedılen kimse için bir görev olduğu anlamı vardir. Bu itibarla sanki o nehyedılen o işe son vermiş de, nehyeden de bunu haber vermektedir. Bir görüşe göre ise, âyetin bu cümlesi, mânânın delâlet ettiği bir yeminin cevabıdır. Yani bu, onlara Allah'tan başkasına tapmayacaklarına dâir emir verdik, demektir. Nitekim "Lâ ta'büdûne / tapmayacaksınız" fiili, gaaıb siğasıyla "Lâ ya'büdûne" şeklinde de okunmaktadır. Çünkü o Yahudiler, hâzır değil, gaaibtir. C- "Ana babaya, yalan akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz; " Miskin, sükûn mânâsındandır. Sanki yoksulluk, hareket etme ve bir taraftan bir tarafa dönme yeteneğini ortadan kaldırmış da onu olduğu yerde iskân etmiştir. Ç- "İnsanlara güzel söz söyleyeceksiniz; " Başka bir ifadeyle insanlarla güzel güzel, iyilikle konuşacaksınız. Bundan maksat, insanlarla konuşurken, iyi ahlâk örneği vermek ve onları irşad etmektir. D- "Namazı kılacak, zekâtı vereceksiniz." Bu namaz ve zekât, İsrâiloğullarının şeriatindeki namaz ve zekâttır. E- "Sonra sız, pek azınız müstesna sözünüzden döndünüz. Zaten sizler dönek kimselersiniz." Âyetin başındaki hitab Nebî ve mü'minlere yönelik olabileceği gibi seleflere (eslâf) karşı halefler (ahlâf) daha üstün tutmak suretiyle Hazret-i Peygamber döneminde yaşayan İsrâiloğullarına da tevcih edilmiş olabilir. İstisna edilenler Musevîlik dini (el-Yahûdiyye) neshedilmeden önce (kable'n-nesh) onu yaşayanlar (ikaarne edenler) ve Peygamberimiz döneminde de ona inanarak Ashab-ı Kiram arasına giren Abdullah b. Selâm ve benzerleridir. Fakat genel olarak burada İsrâiloğullarına karşı sert bir değerlendirme vardır. Şöyle ki: "- Siz, mîsak hukukuna riayet ve itaatten kaçınan (i'raz eden) ve bunu âdet hâline getirmiş olan bir kavimsiniz!" 84"Hatırlayın o zamanı ki sizin mîsakınızı almıştık: Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz; Sizden bir kısınını yurtlarından çikarmiyacaksinız. Sonra siz de bunları ikrar ettiniz. Zaten siz de şahitlik edersiniz." A- "Hatırlayın o zamanı ki sizin mîsakınızı almıştık:" Buradaki hitab, daha önce belirtilen iki şeyden birini üstün sayma (tağlîb) yolu ile bütün Yahudilere müteveccıhdir. Bu âyet, Yahudilerin, kul hukukuna (hukuku 1-ı'bad) dâir kendilerinden alınan ahdin icablarını (mevacibü'l-mîsak) ihlal ettiklerini açıklamaktadır. Amaç yasaklara (nehyedilenler / menhiyyat) riayeti sağlamaktır. Daha önce de Allah'ın hukukuna (hukuku'llah) ve diğer haklara dâir Yahudilerden alınan mîsaka karşı ne yaptıkları anlatılmıştı. Aslında bunlar birer emirdi. Çünkü açıkça anlaşıldığı gibi Allah'tan (celle celâlühü) başkasına tapmayı yasaklamaktan maksat, ibâdeti, yalnız Allah'a (celle celâlühü) tahsis etmek emrinden başka bir şey değildir. B- "Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz; Sizden bir kısınını yurtlarından çikarmiyacaksinız." Bu da, öncekiler gibi nehyetme anlamında ihbar cümlesidir. Yine öncekiler gibi, mübalağa (mânâyı kuvvetle ifade) için bu yola gidilmiştir. Maksad, İsrâiloğullarının birbirlerini öldürmelerine ve yuf darından sürgün etmelerine engel olmak ve bu fiilleri yasaklamaktır. "Nefislerinizin (enfüseküm) kanını dökmeyin ve nefislerinizi yurtlarından çıkarmayın" buyrulmasının sebebi, İsrâiloğulları arasındaki neseb ve din bağının varlığını göstermektir. Yasaklanan şeylerin (menhiyyat) insanın hoş görmediği ve insan tabiatının nefret ettiği bir şekilde tasvir edilmesi ise İsrâiloğullarını mîsak hukukuna daha ziyade riayete sevketmek amacına dönüktür. Bir kavle göre bu âyetin tefsiri şöyledir: Sizin de kısas olarak öldürülmenizi gerektirecek bir cinayete yaklaşmayın; Sizin de kanlarınızın akıtılmasını ve yurtlarınızdan çıkarılmanızı haklı kılacak suçlar işlemeye kalkışmayın; Sizi ebedî hayattan edecek, ebedî yurdunuz olan cennetten yoksun kılacak cinayetler işlemeyin. Çünkü gerçek kail ve gerçek sürgün budur. Ancak bu ve benzeri tefsirlere, bu nazm-i celilin siyakı müsait değildir. Bizim söyledıklerimiz, âyetin kesin tefsiridir. Nitekim gelecek âyetlerden buna vakıf olacaksın. C- "Sonra siz de bunları ikrar ettiniz. Zaten sız de şahitlik edersiniz. Bu son iki cümle ikrarın tekididir (tevkîdü'l-ikrar). Bu ifade, "filân, nefsine karşı şahid olarak ikrar etti" kabilindendir. Bir kavle göre de bu cümlenin anlamı: "Sız ey hazır olanlar! Bugün kendi seleflerinizin bu mis akı ikrar ettiklerine şahitsiniz" demektir. 85"Sonra siz öyle kimselersiniz ki birbirinizi öldürüyorsunuz: İçinizden bir takımını yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onlara karşı kötülük ve düşmanlıkta birbirinize arlıa çıkıyorsunuz. Onlar size esir olarak gelince de fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Oysa onların yurtlarından çıkarılmaları size haram kılınmıştı. Yoksa siz Kitab'ın bir kısınına imân bir kısınını inkâr mı ediyorsunuz? İşte içinizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında ancak rezil, rüsva olmaktır. Kıyamet gününde ise en şiddetli azaba uğrayacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gaafıl değildir." A- "Sonra siz öyle kimselersiniz ki birbirinizi öldürüyorsunuz, içinizden bir takımım yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onlara karşı kötülük ve düşmanlıkta birbirinize arlıa çıkıyorsunuz. Onlar size esir olarak gelince de fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Oysa onların yurtlarından çıkarılmaları size haram kılınmış idi." "Sonra sız..." hitabı, gaaiblere değil hâzırlara mahsustur. Bu, onların mîsakdan, mîsakı ikrardan ve ona şahadetten sonra işlemiş oldukları suçlardan dolayı yapılan şiddetli bir kınamadır (tevbîh-i şedîd). Bunun anlamı şudur: "- Siz bütün bunlardan sonra mis akınızı bozdunuz." Sanki onlar "Biz ne durumdayız (Keyfe nahnu)?" diye sormuşlar ve cevap olarak kendilerine şöyle denmiştir: "- Sız kendi nefsiniz gibi sayılan insanları öldürüyorsunuz; bir kısınını da yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onlara karşı suç işlemekte ve zulmetmekte birbirinize arlıa çıkıp yardımlaşiyorsunuz. Onlar, size esir olarak gelince de fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Oysa onları yurtlarından çıkarmanız size haram kılınmıştı." İsmail el-Süddî diyor ki: "Allah, Tevrat'ta İsrâiloğullarından şöyle mîsak aldı: - Birbirinizi öldürmeyeceksiniz; - Birbirinizi yurtlarından çıkarmayacaksınız; - İsrâiloğullarından bir köle veya cariye gördüğünüz zaman onu satın alıp âzâd edeceksiniz." İslâm geldiği sırada Yahudilerin Kurayza kabilesi Evs kabilesinin yeminli müttefiki (hılf-hahf) ıdı. Yine Yahudi bir kabile olan Nadir de, Hazrec kabilesinin yeminli müttefiki idi (halifi). Nihayet Evs kabilesi ile Hazrec kabilesi arasında buğz ve düşmanlık meydana geldi. Bu iki düşman kabile vuruşurken, her ıkı Yahudi kabilesi de, kendi müttefiki yanında çarpışıyordu. Bu iki kabileden biri, müttefiki ile beraber galip gelince diğer Yahudi kabilesinin evlerini tahrib ederek onları yurtlarından çıkarıyorlar, sürgün ediyorlardı. Sonra her iki Yahudi kabilesinden esir düşenleri kurtarmak için mal toplayıp fidye (kurtuluş akçesi) veriyorlardı. Bundan dolayı Araplar, onları kınadılar ve onlara dediler, ki: "- Niçin onlarla savaşıyor, sonra da fidyelerini verip kurtarıyorsunuz?" Onlar da: "- Dinimizde onların fidyesini vermemiz bize emredilmiştir. Aslında onlarla savaşmamız da bize haram kılınmıştır. Ancak biz, müttefiklerimizin yanında savaşmak mecburiyetini duyuyoruz. Çünkü onları yalnız ve zelil bırakmaktan utanıyoruz." diyorlardı. Allah da, iltisaklarını bozmalarından dolayı onları kınadı. B- "Yoksa siz, Kitabın bir kısınına imân, bir kısmım inkâr mı ediyorsunuz?" Yani sız, riayet edeceğinize kesin söz verdiğiniz Tevrat'ın, Yahudi esirleri kurtarmak için fidye vermenizi öngören kısınına imân; Yahudilerle savaşmanızı ve onları yurtlarından çıkarmanızı haram lalan kısınını inkâr mı ediyorsunuz? Oysa Tevrat'ın bir kısınına imân etmenin hükmü, diğer kısımlarına da imân etmenizdir. Çünkü tamamı Allah (celle celâlühü) katındandır ve misaka dahildir. Şu hâlde âyetin nazm-ı kerîminin ifade ettiğine göre, onlara yapılan kınamanın (tevbîlı) sebebi, Tevrat'ın bir kısınına imân ettikleri hâlde bir kısınını inkâr etmeleridir. Çünkü hitab makamında bir şeyin takdimi, o takdim edilen şeyin asaletini ve en az bir yönü ile önde olmasını gerektirir. Burada önce imânın daha sonra inkâr ve uyarının zılıri gelişigüzel bir sıralama değildir. Bu sıralama vuku' itibariyledir. Hulâsa, onların burada tevbihe muhatab olmalarının sebebi, aslında Tevrat'a imânları olduğu halde, bu imânlarına tamamen ters düşen ve sanki bir kısınına imân ettikleri hâlde bir kısınını inkâr eder bir uygulama biçimi sergilemeleridir. C- "İşte içinizden böyle yapanların cezası dünya hayatında ancak rezil, rüsvay olmaktır" İşte Tevrat'ın bir kısınına imân ve bir kısınını inkâr edenlerin yahut esirlerinin fidyesini verip onları esaretten kurtardıkları hâlde birbirini öldüren ve birbirini yurtlarından çıkaranların cezası, dünya hayatında rezil rüsva olmaktır. Nitekim Benî Kurayza kabilesi, öldürülmüş ve Beni Nadir kabilesi de sürülmüştür. Bunlar Şam'ın Ezriât ve Eriha yörelerine gidip yerleşmişlerdir. Bir görüşe göre ise, âyetteki "hızy / zillet ve aşağılanma", onların cizye ödemeye mahkûm edilmeleridir. Onların dünya hayatındaki cezalarının yalnız bu kadarının açıklanmakla yedirilmesi, Tevrat'ın bir kısmım inkâr ederken, bir kısınına inanmanın hiçbir müsbet sonucu olmayacağını bildirmek içindir. Ç- "Kıyamet gününde ise en şiddetli azaba uğrayacaklardır." Onların dünyadaki günâhları, günâhların en şiddetlisi (ma'siyetleri eşeddü'l-maâ'siî) olduğu için âhiretteki cezaları da cezaların en şiddetlisi (eşeddü'l-azab) olacaktır. Bir görüşe göre ise, onların âhiretteki azabı, dünyadaki rezillik ve aşağılanmalarına (el-hızyü ve's-sağar) nisbetle çok daha şiddetli bir azabtır. D- "Allah, yaptıklarınızdan gaafil değildir." Allah, yaptığınız kötülük ve işlediğiniz günahlardan elbette haberdardır. Bu, vaîdin (azab ile tehdid) te'kidi mahiyetindedir. 86"İşte onlar, âhirete karşılık dünya hayatını satın alanlardır. Onun içindir ki, onların azabları hafifletilmez, onlara yardım da edilmez." A- "İşte onlar, âhirete karşılık dünya hayatini satın alanlardır." Onlar, yani sayılan o kötü vasıflar (evsaf-ı kabîha) ile muttasıf olanlar, âhiret hayatını kazanma imkânına sahip iken dünya hayatını tercih eden, âhiret hayatını dünya hayatına değişen ve yemink müttefiklerinden dinî nüfuz ve dünyevî çıkar sağlamak amacıyla Tevrat'ın bazı hükümlerini inkâr eder duruma düşenlerdir. B- "Onun içindir ki onların azabları hafifletilmez, onlara yardım da edilmez." Onların ne dünyada, ne de âhırette azabları hafifletilmeyecek ve bu azabtan kurtulmaları için hiçbir şekilde yardım edilmeyecektir. 87"Andolsun ki Biz Mûsa'ya Kitab'ı (Tevrat) verdik Onun arlıasından Resuller (Peygamber) gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık mucizeler verdik ve onu Rûhü'l-Kudüs ile destekledik (teyid ettik). Size her ne zaman nefislerinizin hoşlanmadığı bir emirle bir Resul geldiyse siz ona karşı büyüklük tasladınız (istikbar ettiniz); artık onlardan kimini, tekzib, kimini katlettiniz." A- "Andolsun ki Biz Mûsa'ya Kitab'ı verdik." Bu bölümde, yine İsrâiloğullarının diğer bazı büyük suçları açıklanmaktadır. Âyetin yemin cümlesiyle (bi'l-cümleti'l-kasemiyye) başlaması, muhtevasının çok önemli olduğunu belirtmek içindir. Kitap'tan murad Tevrat'tır. İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre: "Tevrat, toptan ve bir defada (cümleten, vahideten) inince, Allah Mûsa'ya (aleyhisselâm) onu taşımasını emretti; ancak. Mûsâ (aleyhisselâm) taşiyamadı. O zaman Allah, Tevrat'ın harfleri sayısınca melekler gönderdi; onlar da taşıyamadılar. Nihayet Allah, Tevrat'ı Mûsâ (aleyhisselâm) için hafifletti de, Mûsâ onu taşıyabildi." B "Onun arlıasında Resuller gönderdik." Yani Mûsa'dan sonra onun izinde Resuller gönderdik. Bu da mânâ itibariyle "Sonra birbiri ardından Resûllerimizi gönderdik." meâlindeki âyet gibidir. Bu Resuller, Yûşa', Eşmevîl, Şem'ûn, Dâvud, Süleyman, İşa'ya, Ermiyâ, Uzeyr, Hazkıîl, İlyas, Elyesa', Yûnus, Zekeriyya, Yahya ve diğerleridir. C- "Meryem oğlu İsa'ya da açık mucizeler verdik ve onu Rûhü'l-Kudüs ile destekledik." Bu açık mucizeler ölülere hayât vermek, anadan doğma körleri ve alacalıları iyileştirmek ve gaybdan haber vermek gibi harikulade şeylerdi ya da açık mucizelerden maksat İncil'dir. İsâ kelimesinin Süryanîcesi İşû' olup mübarek anlamındadır. Meryem, kelimesi de, kutsal mekânların hizmetçisi (hâdim) demektir. İbranîcede kutsal mekânların hâdimi erkeklere de Zeyr denirdi. Rûhü'l-Kudüs, mukaddes ruh demektir ki o, İsâ'nın ruhudur diyenler vardır. Onun ruhunun, mukaddes olarak vasıflandırılması ya yüksek şerefinden ya da İsâ erkek sulbünde ve kadın rahminde kalmadığı için mukaddes diye vasiflandırılmaktadır. Bir görüşe göre ise Rûhü'l-Kudüs, Cebrâîl’dir. Bir diğer görüşe göre ise Rûhü'l-Kudüs, İncil’dir. Nitekim Kur’ân hakkında: "İşte sana da emrimizden bir ruh vahyettik." (e'ş-Şûra 42/52) buyurulmuştur. Son bir görüşe göre de Rûhü'l-Kudüs, Allah'ın İsm-i Azamidir ki, onun zılıri ile ölüler hayât bulur. Burada Resûllerden yalnız İsâ tahsisen zılır edilmiş ve kendisine açık mucizeler verildiği ve Rûhü'l-Kudüs'le desteklendiği belirtilmiştir. Bunun da sebebi Mûsa'dan sonra isrâiloğullarına gönderilen diğer Peygamberlerin Tevrat hükümlerini açıklamak ve uygulamakla görevli olmalarıdır. Ancak İsa'nın gelişi ve onun şerîatiyle Tevrat'ın birçok hükümleri neshedilmiştir. Bir de İsa'nın tahsisen zikredilmesi, onun hak bir peygamber olduğunu bildirmek, ona karşı yapılanların çirkinliğini açıklamak ve onun hakkındaki bâtıl inançları ortadan kaldırmak içindir. Ç- "Size her ne zaman nefislerinizin hoşlanmadığı bir emirle bir Resul geldiyse siz ona karşı büyüklük tasladınız; artık onlardan kimim tekzib, kimini katlettiniz." O Resullerden birinin hak olmakla beraber onların nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyle gelmesi reddedilmesi için yeterliydi. Demek oluyor ki, onlar indinde bir şeyin red veya kabulünün ölçüsü (medarı), nefislerinin arzu ve nevasına uyup uymaması (muhalefet veya muvafakati) idi. Onlar ona uymadılar, onun Allah katından getirdiklerine imân etmediler. Büyüklük tasladılar, kibirlendiler ve sonunda o peygamberlerden bir kısınını yalancı saydılar bir kısınını da, yalancı saymak ile yetinmeyip onları öldürdüler. Zekeriyya ve Yahya gibi. "Ferîkan" kelimesinin her iki cümlede de fiilden önce zikredilmesi, lıasr için değil fakat konunun önemini belirtmek ve insanları onların peygamberlere yaptıklarını can kulağı ile dinlemeye teşvik etmek içindir. Peygamberlerin katli anlatılırken gelecek kipinin kullanılması, o korkunç manzarayı zihinlerde canlandırmak ya da onların hâlâ aynı niyeti taşıdıklarına işaret etmek için olabilir. Nitekim Yahudiler, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) de suikast düzenlediler fakat amaçlarına ulaşamadılar. Peygamberimizi büyülemeye kalkıştılar ve hattâ zehirlemek maksadı ile pişirilmiş bir koyun etine zehir katıp sundular. Bu konuda Peygamberimiz şöyle buyurmuştu: "Hayber'de (Yahudilerin zehirleyip bana sundukları etten) yediğim lokmanın acısını zaman zaman duyardım. Şimdi ise o acı, kalb damarlarımı kesiyor." 88"Onlar: - "Bizim kalblerimiz perdelidir!" dediler. Hayır öyle değil; küfürleri yüzünden Allah onları lâ'netledi. Bundan dolayı pek azı imân ederler." A- "Onlar: - Bizim kalblerimiz perdelidir!" dediler." Burada da İsrâiloğullarının çirkin hareketlerinden (kabîha-çoğulu: kabâih) bir başkası anlatılmaktadır. Daha önce onların, kendilerinden yüz çevirmeyi (i'razı) gerektiren rezaletleri (hızy-çoğulu: mehazî) anlatıldığı için, artık onlar hitab mertebesinden uzaklaştırılmış ve onlardan bahsederken hâzıra hitab tan gıy ab ta konuşma üslûbuna dönülmüştür (sizler... değil de onlar... gibi). Bir de, İsrâiloğullarının iddialarının geçersizliğim, davranış ve hareketlerinin çirkinliğini hak ehlinden, herkese anlatmak için bu tarz üslûb kullanılmış olabilir. "Ğa-le-fe / ğalefe / bir şeyi örtmek" mastarından gelen ğulf, örtü, kılıf, perde demektir. Çoğulu, ğılafür. Burada anlatılanları söyleyenler, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) devrindeki Yahudîlerdır. Yanı onlar şöyle demek istiyorlardı: "- Bizim kalblerimiz doğuştan perdekdir. Muhammed'in getirdikleri kalblerimize ulaşacak değildir. Kalblerimiz onları anlayacak da değildir. Bu da onların: "Bizi çağırdığın şeye karşı kalblerimiz örtüler içindedir."demeleri gibidir. İbn Abbâs ve Atâ'ya göre ise, âyetin mânâsı şöyledir: "- Bizim kalblerimiz, ilimlerin kabıdır, zarfıdır. Bizim yanimızdakiler bize yeter; başkasına ihtiyacımız yoktur." Muhammed b. Sâib el-Kelbî'ye göre ise âyetin mânâsı şöyledir: "- Bizim kalblerimize bir söz ulaştı mı, mutlaka kalblerimiz onu hıfzeder. Eğer senin sözlerinde bir hayır olsaydı, kalblerimiz mutlaka onu da alırdı." B- "Hayır öyle değil; küfürleri yüzünden Allah onları lâ'netledi." Bu ifade onların söylediklerinin red ve takzibi niteliğındedir. "Bizim kalblerimiz perdekdir" sözleriyle ilgili olarak yukarda yapılan üç tefsirden her birine göre mânâ şöyle olmak gerekir: 1- Hayır asla öyle değil. Allah, onları fıtrat (kusursuz sağlam tabiat) üzere ve halikı kabul imkânına sahip bir yetenekle yarattıktan sonra kendi akıl ve iradeleriyle yaptıkları kötü seçimler yüzünden rezil rüsva etmiş, ilâhî lütuftan faydalanamayacak bir duruma düşmeleri sebebiyle yeteneklerini iptal ederek küfürleri ile başbaşa bırakmış ve bu suretle onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. 2- Hayır asla öyle değil. İlim Allah'ın en büyük eserlerinden biridir. İlme sahip çıkma hakkını onlara kim verdi? Allah, onları rahmetinden uzaklaştırmıştır. 3- Hayır asla doğru değil. Allah, onları rahmetinden uzaklaştırmıştir. İşte onlar bundan dolayı, kendilerini ilâhî rahmete götürecek halikı kabulden imtina etmişlerdir. C- "Bundan dolayı pek azı imân ederler." Bu hâlleri sebebiyle onlar hakikatin ancak az bir kısınına inanmışlardır. Tevrat'ın bir kısınına imân bir kısınını inkâr etmişlerdir. Bir görüşe göre ise, onlar, az bir zaman imân sahibi olarak yaşamışlardır ve onların imânı, "Mü'minlere indirilene gündüzün evvelinde inanın; âhirinde ise inkâr edin."kabilinden bir imândır. Ve bunların her ikisi de hakiki imân değildir. Bir görüşe göre de, âyetteki azlıktan murad yokluktur. (Yani onlar hiç imân etmezler.) 89"Onlara, Allah katından yanlarındakini tasdik eden (musaddık) bir Kitap (Kur’ân) geldiğinde, daha önce onlar küfredenlere karşı onunla fetih ve zafer diledikleri (istiftah ettikleri) halde, o tanıdıkları gelince, onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın lâ'neti o kâfirler üzerine olsun!" A- "Onlara, Allah katından yanlarındakini tasdik eden bir Kitap geldiğinde, daha önce onlar küfredenlere karşı onunla fetih ve zafer diledikleri hâlde..." İsrâiloğullarının yanlarında veya ellerinde bulunan Tevrat'ı tasdik eden bu İdtap, Kur’ân-ı Kerîm'den başkası değildir. Onun nekire (Kitap şeklinde) olarak zikredilmesi, tazim içindir. Gelen Kitab'ın "Allah katından..." diye vasıflandırılması da, ona şeref kazandırmak amacına matuftur. Tevrat da "yanlarında, beraberlerinde, ellerinde bulunmak lima maa'hüm" ile tavsif edilmiştir. Maiyet (yanında, beraberinde bulunmak), muhtevasına vakıf olmayı da gerektirir. Bu da, sonuçta Kur’ân'ın, Tevrat'ı tasdik ettiği bilgisini sağlar. Mecî'den (Hazret-i Muhammed'in Peygamber olarak Medine'ye gelişi) önce Yahudiler, müşriklere karşı onunla istiftah ederler: "- Ey Allah'ım! Vasıflarını (na'tinı) Tevrat'ta bulduğumuz, âhir zamanda gönderilecek o Peygamberle bize yardım eyle!" diye duâ ederlerdi. Yine Yahudiler, müşriklere: "- Bizim söylediklerimizi tasdik edecek bir Peygamberin çıkma zamanı çok yaklaştı (gölgesi düştü). O gelince daha önce Âd ve İrem'in katledildiği gibi, biz de onunla beraber sizi öldüreceğiz." diyorlardı.. İbn Abbâs, Katâde ve Süddî diyorlar ki: "Bu âyet, Benî Kureyza ve Nadir hakkında nazil olmuştur. Onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamber olarak gönderilmeden (Bi'set) önce Medine'deki Evs ve Hazrec kabilelerine karşı Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) gelişini fetih ve zafer vesilesi yapıyorlardı.." Bir görüşe göre de âyetin mânâsı şöyledir: Medine'de yerleşik. Yahudiler, müşriklere onu ta'rif ederek kendilerinden bir âhir zaman Peygamberi geleceğini ve bunun zamanının çok yaklaş tığını söylüyorlardı. B- "...O tanıdıkları gelince onu inkâr ettiler." "O tanıdıkları gelince ."den murad Kitab veya Kur’ân-ı Kerîm'dir. Kitab'ın indirildiği zâti (Peygamberi) tanımaları, Kitab'ı da tanımaları anlamındadır. "Felemma câehüm ma a'refû" ibaresi kelime kelime Türkçeye "O tanıdıkları kendilerine gelince" şeklinde çevrilebilir. İbarenin, başındaki "F", bunun üzerine, ...ince, hemen, akabinde, artık, fakat, sonra gibi mânâlara gelir. İşte bu mânâ, Yahudilerin, Peygamberi fetih ve zafer vesilesi yaptıkları günlerle onun Medine'ye gelişi arasında, önceki dileklerini unutturacak kadar uzun bir zaman geçmediğinin işaretidir. Bu cümledeki mânâ daha açık bir ifadeyle şöyle dile getirilebilir: Onlar, kendi kitapları Tevrat'ı tasdik eden Kur’ân-ı Kerîm gelince, onu tekzıb ettiler (yalanladılar). Oysa onlar, Kur’ân-ı Kerîm gelmeden önce o Kitabin indirileceği Peygamberi niyaz ve dualarında yardım ve zafer vesilesi yapıyorlardı. Hemen bunun arlıasından tanıdıkları o peygamber gelince, inkârı seçtiler. C- "Artık Allah'ın lâ'neti o kâfirler üzerine olsun!" Burası normal olarak zamir yeri iken (onların üzerine, denmesi gerekirken), zahir isının zikredilmesi (o kâfirler üzerine, denmesi), onlara lâ'net okunmasının sebebinin, o inatçı küfürleri olduğunu bildirmek içindir. Cümlenin başındaki "F / artık" bu lâ'netin onların küfürlerinin sonucu olduğunu belirtir. Yahut bu kâfirlerden murad belli bir kesimdir. Bu takdirde bu Yahudiler de, lâ'net hükmüne öncelikle dahildir. Çünkü burada kelâm konusu onlardır. Hangi mânâya göre olursa olsun, bu cümle, yukarıda geçen "Öyle değil, küfürleri yüzünden Allah, onları lâ'netlemiştir" cümlesinin mânâsının gerçekleşmesidir. 90"Ne kötüdür o uğruna kendilerini sattıkları şey ki Allah'ın kullarından dilediğine lûtfunun eseri (fadlından) indirdiğini kıskanarak Allah'ın indirdiği ne varsa hepsini inkâr ettiler. Bu yüzden gaz ab üzerine gazaba uğradılar. Aşağılayıcı azab kâfirler içindir." A- Ne kötüdür o uğruna kendilerini sattıkları şey ki Allah'ın kullarından dilediğine lûtfunun eseri (fadlından) indirdiğini kıskanarak Allah'ın indirdiği ne varsa hepsini inkâr ettiler." Burada zemmedilen şey, bir başkasının hakkı olan şeyi (Peygamberliği) istemek, kendilerine verilmediği için buna kuvvetle hased ve kıskançlık duymak ve sırf bu yüzden ellerindeki Tevrat'ı onaylayan Kur’ân'ı-Kerîm'i hem de hakikatlerine vâkıf olduktan sonra inkâr etmektir. Hasedin, satın alma ile hiçbir bağlantısı yoktur. Hased, Allah'ın kullarından dilediğine kendi lütfundan Kitap ve Peygamberlık indirmesinin sebep olduğu bir haldir. Satin alma ile ilgili olan ancak, onların, Allah'ın indirdiğini inkâr etmeleridir. O ne kötü şeydir ki, onlar benliklerini onun karşılığında satmışlardır. O kötü şey, onların inkârlarıdır. İnkârlarının sebebi de hasedleridir. Hasedlerinin sebebi de Allah'ın, Peygamberlık yükünü taşımaya ehil gördüğü seçkin kullarından dilediğine vahyini indirmesidir. Sonuç olarak, o Yahudilerin küfürlerinin sebebi, bekledikleri kitap ve peygamberliğin, kendilerinden birine değil fakat Arap halkından Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) verilmesidir. Bundan önceki âyette "Allah katından onlara bir Kitap gelince" buyrulmak suretiyle Kur’ân'ıçin gelmek fiili kullanılmışken, burada inzâl etmek (indirmek) fiilinın tercihi, ona inanmayı gerektiren yüce şânına işaret amacına matuftur. Yine inzal fiilinden sonra tefil babından tenzil (peyderpey indirmek) fiilinin kullanılması, Kur’ân âyetlerinin inzâk (indirilmesi) tekrarlandıkça hasetlerinin de tekrarlandığını ve âyetlerin inzâk çoğaldıkça hasetlerinin de çoğaldığını bildirmek içindir. B- "Bu yüzden gaz ab üstüne gazaba uğradılar." Onlar, küfür üstüne küfür işlediklerinden, gazab üstüne gazaba uğradılar. Bunu hak ettiler. Çünkü onlar hak Peygamberi (Nebiyyi'l-halik) inkâr ettiler, ona karşı her türlü dümanlığa başvurdular. Bir görüşe göre de onlar İsa'dan (aleyhisselâm) sonra Mulıammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) de inkâr ettiler. Son bir görüşe göre de onlar, "Uzeyr, Allah'ın oğludur." (Tevbe 9/31) "Allah'ın eli bağlıdır / Hâşa Allah'ın eli sıkıdır, cimridir" (Mâide 5/64) gibi çeşitli sözler söylediler. C- "Aşağılayıcı azab kâfirler içindir." Burada normal olarak zamir (kâfirler yerine onlar) kullanılabihrken zahir isim (kâfirler) denmesi onların küfürleri sebebiyle azaba uğradıklarına işaret içindir. Onlar için zeki edici, hor ve haktir kılıcı bir azab vardır. Çünkü onlar hasedleri yüzünden Allah'ın indirdiğini inkâr ediyorlardı. Hasedleri de Allah katından indirilen vahye idi. Oysa onlar diğer insanlardan üstün ve peygamberliğin kendilerine lâyık olduğuna inanıyorlardı 91"Onlara, Allah'ın indirdiğine imân edin; dendiği zaman onlar: "- Biz yalnız bize indirilene imân ederiz!" derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Oysa o (Kur’ân) yanlarmdakini (Tevrat'ı) tasdik eden bir haktır. (Resûlüm) onlara de ki: - Eğer siz gerçekten mü'minler idiyseniz bundan önce Allah'ın Peygamberlerim neden öldürüyordunuz?" A- Onlara, Allah'ın indirdiğine imân edin; dendiği zaman." Yani mü'minler, Yahudilere "Bütün ilâhî kitaplara imân edin" dedikleri zaman... Bundan maksat onların, Kür'an'a imân etmelerini emretmektir. Fakat onlara verilen imân emrinin bütün ilâhî kitaplara tamım edilmesi (genelleştirilmesi), onların bu emre uymalarının aslında kendi inançlarına göre de bir zaruret olduğunu ifade etmek amacına yöneliktir. Çünkü Kur’ân, onların inandıkları Tevrat'ın temel prensiplerine iştirak etmektedir. Bir de, anılan tamim, Kur’ân'a imân olmadıktan sonra diğer ilâhî kitaplara imânın, Allah'ın indirdiğine imân sayilmadığına dikkat çekmek içindir. B-"...Onlar: - Biz yalnız bize indirilene imân ederiz; derler ve ondan başkasını inkâr ederler." Başka bir ifadeyle onlar: "- Biz yalnız bize indirilen Tevrat ile onun hükümlerini açıklamak (takrir etmek) üzere İsrail peygamberlerine (Enbiyâ-i Benî İsrail) indirilenlere inanmayı sürdüreceğiz." dediler ve bu beyanları ile "bunların dışında kalan Kur’ân'ın kendilerine indirilmediği"ni söylemek istediler. Onların "Biz" zamirinden maksatları ya kendileridir; buna göre onlara indirilmenin mânâsı, Tevrat'taki hükümlerle mükellef olmalarıdır; ya da anılan zamirden maksat, İsrâiloğullarıdır ki en açık anlaşılan mânâ da budur. Çünkü bu mânânın şu meziyeti de vardır: Onların, Kur’ân'a imân etmemelerinin sebebi daha önce geçtiği gibi, kendilerinden olmayan bir kimseye inmiş olmasını çekememek, bunu içlerine sindirememektir. Böylece bu yüzden inanmadıkları zımnen ifade edilmiş olur. Bir de, "bimâ ünzile a'leyna // bize indirilene" ıbaresindeki "mâ-ı mevsuk'den de anlaşıldığı gibi onların kastettikleri, elbette özellikle Tevrat ve onun içindeki hükümlerdir. Fakat "kendilerine indirilen" ifadesinde, tariz yolu ile (kapalı olarak), ondan başkasının böyle olmadığı iddiası mevcuttur. Nitekim "...ondan başkasını inkâr ederler" cümlesinden de onların, kendilerini Kur’ân hükümleriyle mükellef görmedikleri açıkça anlaşılır. Buna göre onlar: "- Biz, yalnız bize indirilen hükümlere, mükellefiyedere inanırız. Başkasına inanmayız. Zira onlar bizimkinden farklıdır" demiş oluyorlar. İkinci mânâya göre anılan zamirden maksat İsrâiloğulları ise o takdirde yine "...ondan başkasını inkâr ederler" cümlesinden, Kur’ân'ın, isrâiloğullarından hiçbiri için inmediği sonucu çıkar. C- "Oysa o (Kur’ân) yanlarındakini (Tevrat'ı) tasdik eden bir haktır." Onların iddia ettikleri imân, hakikatte kendilerine indirilene de imân sayılmaz. Çünkü "Mutlak ve Yegâne Hak Kitap" isminin mahsus olduğu Kur’ân, onların ellerinde bulunan Tevrat'ı onaylamaktadır. Onlar, bir yandan "Biz yalnız bize indirilene imân ederiz" derken, öte yandan da Kur’ân'ı inkâr ettiklerine göre, sözde imân ettikleri Tevrat'ı da inkâr etmiş oluyorlar. Hulâsa, o Yahudiler, Tevrat'a imân ettiklerini iddia ediyorlar; oysa onlar, öyle bir şeyi (Kur’ânı) inkâr edyorlar ki, onların o inkârından, Tevrat'ı da inkâr sonucu çıkıyor. Ç- "(Resûlüm) onlara de ki: - Eğer sız gerçekten mü'minler idiyseniz bundan önce Allah'ın Peygamberlerini neden öldürüyordunuz?" Allah adına onları susturmak, sözleriyle fiilleri arasındaki çelişkiyi, ortaya koymak için Resûlüm onlara de ki: Siz inanıyordunuz da bundan önce niçin. Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?" Daha önceki benzerlerinde açıklandığı gibi bu hitab, tağlîb (iki şeyden birini diğerine üstün tutmak) yolu ile, hâl-i hâzır Yahudilere yönelik olduğu halde, mazideki Yahudileri hedeflemektedir. Muasır ve eski Yahudiler, akid ve amelde ortak (müşârik.) olmaları sebebiyle seleflerine vâkıî itiraz, haleflerine de şamildir. Demek istenen şudur: "-Ey Resûlüm Muhammed! Onlara de ki; eğer iddia ettiğiniz gibi Tevrat'a inanıyor idiyseniz niçin bundan önce Allah'ın Peygamberlerini öldürüyordunuz? Oysa Peygamberlerin katli, Tevrat'ta da şiddetle haram kılınmıştır." "Eğer siz gerçekten mü'minler idiyseniz..." cümlesi, Yahudileri ilzam etmenin telddi ve onlar için vâki olan tehdidin ağırlaştırılması mahiyetindedir 92"Andolsun ki Mûsâ size açık âyetlerle (beyyine) gelmişti. Sonra siz bunun arlıasından buzağıyı ilâh edindiniz ve zahirilerden oldunuz." İsrâiloğulları ile ilgili olaylar A- "Andolsun la Mûsâ size açık âyet (beyine)lerie gelmişti." Bu âyet de yukardan beri devam eden azarlama (tebkit) ve kınama (tevbıh) 91. âyette şekillenen, " (Resûlüm) onlara de ki: - Eğer siz gerçekten mü'minler idiyseniz bundan önce Allah'ın Peygamberlerini neden öldürdünüz?" emrine dâhildir. Fakat buzağıya tapanları affetmenin de dahil olduğu nimetleri sayan kıssanın tekrarı değildir. Burada demek istenen şudur: "Lekad" veya "lâmü'l-kasem / yemin lamı" ile "Billahi", Mûsâ, size asâ, beyaz el, yıllarca süren kuraklık, mahsûl kıtlığı veya semerelerde noksanlık, kan, sel ve taşkın, çekirge, haşerat, kurbağalar ve denizin yarılması gibi apaçık mucizeler ile gelmişti. Kimileri Tevrat'ı da bu mucizelerden saymışlarsa da bu açık bir görüş değildir. Çünkü Tevrat, buzağı olayından sonra getirilmiştir. B- "Sonra siz bunun arlıasından buzağıyı ilâh edindiniz ve zâlimlerden oldunuz." Mûsa'nın o apaçık mucizeleri getirmesinin ardından sız, buzağıyı ilâh edindiniz. Bir görüşe göre de Mûsa'nın Tûr'a gitmesinin ardından sız, buzağıyı ilâh edindiniz. Bu görüşe göre Tevrat da, o mucizelere dahildir. Bu takdirde âyetteki "sümme — sonra" zaman itibarı ile olan terahi için değil fakat rütbe veya derecedeki terahî (sonralık) ve yaptıklarının son derece çirkin bir hareket olduğunu ifade için kullanılmış olur. Özetle onlara şöyle deniyordu: - Siz o buzağıya tapmakla zalimlerden oldunuz. Buzağıyı halikı olmayan bir yere koydunuz. Yahut Allah'ın (celle celâlühü) hukukunu ihlal etmek ile zalimlerden oldunuz. Veya bu cümle makablinden bağlantısız bir itiraz cümlesidir. Yani sız zaten âdetleri zulüm olan bir kavimsiniz. 93"Hatırlayın o zamanı ki sizin mîsakınızı almıştık ve Tûr'u da üstünüze kaldırmıştık. Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve onu dinleyin (demiştik). Onlar işittik ve isyan ettik; demişlerdi. Onlarin kalblerine küfürleri sebebiyle buzağı (sevgisi) içirilmişti. (Resûlüm) de ki: - Eğer sız mü'minler iseniz imânınızın size emrettiği şey ne kötü!" A- Hatırlayın o zamanı ki sizin mîsakınızı almıştık ve Tûr'u üstünüze kaldırmıştık. Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve onu dinleyin; (demiştik). Bu âyet de, Allah tarafından onlar için bir tevbîh (uyarı, lan ama) ve onların kendilerine indirilene imân iddialarına karşı bir tekzibtir. Kısaca ifade etmek gerekirse onlara şöyle hitab edilmektedir: "- Hatırlayın, hani bir zamanlar sizden kesin söz almıştık da Tûr Dağını başınızın üstüne kaldırmıştık ve Tevrat'ta size emredilenlere sımsıkı sarilin ve onun içindekileri canla başla yerine getirin!" demiştik. B- "Onlar, işittik ve isyan ettik; demişlerdi." Bu cümle "Pekiyi, onlar, ne demişlerdi?" selatindeki gizli bir soru cümlesinin cevabı mahiyetindedir. İsrâiloğullarının selefleri o büyük ve açık mucizeleri bizzat gördükleri hâlde bu ilâhî hitaba bu kadar çirkin bir cevap vermişler ve bu suretle tevbelerini bütün muhtevasıyle inkâr eder duruma düşmüşlerdir. Bu takdirde Tevrat'a imân ettikleri nasıl düşünülebilir? C- "Onların kalblerine küfürleri sebebiyle buzağı (sevgisi) içirilmişti." Burada mübalağa için âyetteki muzaf, yani hubb (sevgi) kelimesi hazfedılmıştir. İsrâiloğullarının buzağıya olan sevgileri, tıpkı boyanın kumaşa işlemesi, içeçeklerin de bedenin derinlıklerine geçmesi gibi onların içlerine sinmiş ve kalblerine işlemiştir. Bu âyet, "İşte onların yiyip karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir (Bakara 2/174) kabilinden olup o âyette yemek mahalli olarak "karın / batn, çoğulu: bütün" zikredildiği gibi, burada da buzağı sevgisinin işlediği yer olarak "kalb, çoğulu: kulûb" kullanılmıştır. Küfürlerinden maksat, buzağıya tapmalarıdır. Bir görüşe göre, o buzağıya tapanlar, daha önce Mücessıme veya Hulûliyyeden olanlardı ve onlar, o buzağının heykek kadar gösterişk ve hoşa giden bir cisim görmemişlerdi. Bundan dolayı Sâmirî'nin sözleri onların kalbinde yer etti. Ç- "(Resûlüm) de ki: - Eğer siz mü'minler iseniz imânınızın size emrettiği şey ne kötü." Bu da Peygamber döneminde yaşayan Yahudiler için bir uyarıdır: "- Eğer iddia ettiğiniz gibi, size indirilen Tevrat'a imânınız varsa, onların "işittik ve isyan ettik" demeleri ve buzağıya tapmaları ne kötü şeylerdir?!" "İmânınızın size emrettiği şey ne kötü!" cümlesinde emrin imâna isnadında istihza ve gaz ab vardır. İmânın onlara izafe edilmesi (sizin imânınız), bunun gerçek ve geçerli imân olmadığını bildirmek içindir. Nitekim "Eğer siz mü'minler iseniz" sözü de, bunu ifade etmektedir. Zira bu, onların, kendilerine indirilmiş olan Tevrat'a imân iddialarını geçersiz kılmaktadır. Bu şöyle açıklanabilir: Tanrının insanın bilinç, niyet, irade, duygu ve duyumuna benzer kabiliyet ve özelliklere sahip olduğu inancıdır. Buna göre ilâh insan şeklindedir fakat insandan çok daha güçlü ve kabiliyetlidir. Mücessime ve müşebbihe mezhepleri Allah'a cisim izafe eden ve onu insana benzeten sapık akımlardır. Ancak şunu hemen belirtmeliyiz ki İsrâiloğullarının buzağıya taptıkları tarih yaklaşık M. Ö. 1200 yılları olmakdır. Daha ufukta ne Hristiyanlık ne de İslâmiyet vardır. Mücessime ve Müşebbihe gibi fikir akımları da ortada yoktur. Mûsâ (aleyhisselâm) Tûr Dağında iken kuyumcu Samirî, halktan topladığı ziynet eşyasını eritip altından bir buzağı heykeli yapar. Heykelin şaşılası bir özelliğı vardır: Böğürür. Samirî: — İşte der, bu sizin Tanrınızdır, ona ibadet edin! İsrâıloğulları da tevhidi bırakıp buzağıyı ilâh edinirler (el-Bakara 2/51, 92; el-A'raf 7/148, Tâ-Hâ 20/81-85). Neden bir başka şeyi değil de buzağıyı ilâh edinmişlerdi? Bu sorunun cevabını İsrâiloğullarının Mısır'da geçen dört yüz yıllık geçmişinde aramak gerekir. Bilindiği gibi Mısırkların boğa şeklinde tasavvur ettikleri ve "Apis" adını verdikleri bir güneş tanrısı vardı. İsrâiloğullarının bundan etkilenmiş olduklarını düşünmek herhalde hata değildir. "- Eğer siz, Tevrat'a inanıyor onun içindekileri uyguluyor s anız, o takdirde imânınız size ne kötü şeyler emrediyor? Oysa Tevrat bu gibi çirkinlıklere cevaz vermediğine göre siz kesinlikle ona imân etmiş olamazsınız." 94"(Resûlüm) de ki: - Eğer Allah katındaki âhiret yurdu başkaları için değil de yalnız size has ise haydi ölümü dileyin! Eğer sözlerinizde sâdıklar iseniz. Eğer Allah katındaki âhiret yurdu, yani cennet veya âhiret yurdunun nimetleri, sizin iddia ettiğiniz gibi, bütün insanlar için yahut Müslümanlar için değil de, sadece size mahsus ise -ki, Yahudî, yahut Hristiyan olmayan cennete asla giremeyecektir; iddiasını ileri sürmüşlerdi- haydi ölümü dileyin. Çünkü ölümden sonra cennete gideceğine kesin olarak inanan kimse, bir an önce bu felâket ve üzüntüler yurdu dünyadan kurtulmaya can atar. Özellikle de âhiret hayatı, kendilerine mahsus olduğu takdirde... Nitekim Hazret-i Ali (Kerremellahü vecheh) diyor ki: "- Ben mi ölümün üstüne düştüm, ölüm mü benim üstüme düştü, hiç aldırmam." Yine Ammar b. Yâsir (radıyallahü anh) de. Sıffin savaşında (Hazret-i Ali'nın (Kerremellahü Vecheh) yanında çarpışırken) şu şiiri söylemiştir: "Simdi dostlara kavuşacağım, Muhammed ve cemaatine kavuşacağım!" Huzeyfe b. el-Yeman da, (radıyallahü anh) daha önce de ölümü diliyordu; nihayet vefat etmek üzere iken şu şiiri söylemiştir: Bir dost, yoksul olarak geliyor; Bugüne pişman olan iflah olmasın! "Eğer sözlerinizde sâdıklar iseniz..." cümlesinin bir önceki âyette zikredildiği hâlde burada da tekrarlanması, ilzamı (haksızlığı isbat ile susturmayı) güçlendirmek ve anılan cevabın (haydi ölümü dileyin), şart cümlesine (eğer âhiret yurdu... yalnız size hâs ise) olan bağlılığına yalnız hakikat böyle olduğu için değil fakat onların iddiasına göre de böyle olduğuna dikkat çekmek içindir. Çünkü onlar bu iddiada bulunmuşlardı. 95"Elleriyle işledikleri yüzünden hiçbir zaman onu dilemezler. Allah, zâlimleri hakkıyla bilir. Bu âyet, bir istinaf cümlesi olup anılan emre dahil değildir. Allah bu âyet ile, o Yahudilerin, davet edildikleri, şeye asla yanaşmayacaklarını beyan buyurmaktadır ki, bu da, onların, davalarında yalancı olduklarına delâlet eder. Onların elleri ile işlediklerinden murad Peygamberi Mîi ve Kur’ân'ı inkâr etmeleri gibi cehennem azabını mûcib günâhlardır. İnsan işlerini genellikle elleri ile gördüğü ve faydaların çoğunu da elleriyle gerçekleştirdiği için el, bazen insan nefsi, bazen de kudret anlamında kullanılır. Allah, zâlimleri kendilerinin bildiklerinden daha iyi bilmektedir. Âyette zamir (onlar) değil, fakat zahir isim (zâlimler kelimesi) kullanılması, onları zemmetmek ve kendilerinin olmayan bir şeyi iddia etmek ve onda başkalarının halikı olmadığını savunmak da dahil bütün işlerinde zâlim olduklarını tescil etmek içindir. Bu cümle de, önceki cümle için bir ilâve ve açıklama mahiyetindedir. Allah (celle celâlühü) onları da, onların azabı gerektiren çeşidi zulüm ve günâhlarını da ve gelecekte onların, bu hallerden sakınıp sakınmayacaklarını da elbette eksiksiz olarak bilmektedir. Nitekim durumları âyette anlatıldığı gibi olmuş; onlardan hiç kimse ölümü temenni etmemiştir. Çünkü böyle bir temenni vâki olmuş olsaydı, mudaka nakledılır ve duyulurdu. Peygamberimiz bir hadîslerinde buyuruyor ki: "Eğer Yahudiler, ölümü temenni etmiş olsalardı, her birinin tükrüğü boğazına durur, olduğu yerde ölürdü ve yeryüzünde Yahudî kalmazdı." 96"(Resûlüm), sen onları hayata karşı insanların en hırslısı (Ahras / en haris) bulacaksın. Şirk koşanlardan da fazla Onlardan her biri bin sene yaşamak ister. Oysa uzun yaşamak onları azabtan kurtaracak/uzaklaştıracak (muzahzih) değildir. Allah, onların bütün yaptıklarını görür." A- "(Resûlüm), sen onları hayata karşı insanların en hırslısı bulacaksın. Şirk koşanlardan da fazla." Vecede / bulmak fiili akü olup görmek, bilmek anlamındadır. Şu farkla ki, bulmak, özellikle tecrübe gibi bir çalışmadan sonra elde edilen bilgi için kullanılır. Hayât kelimesinin nekire (harf-i tarifsiz) olarak zikredilmesi, bize Yahudilerin muradının uzun hayât yaşamak olduğunu bildirir. Bununla beraber hayât kelimesi "elif-lâm" ile de okunmuştur. Yahudilerin dünya ihtirasında diğer insanlardan çok daha aşırı olduklarının ifade edilmesi, onlara yapılan uyarıyı ağırlaştırmak içindir. Çünkü Yahudilerin âhiret mükâfatını ve cezasını kabul ettikleri hâlde bunları inkâr eden müşriklerden daha muhteris olmaları, kendilerinin de, âhirette yerlerinin cehennem olduğunu kesin olarak bildiklerine delâlet eder. B- "Onlardan her biri bin yıl yaşamak ister." Yahudilerin aşırı ihtiraslarını açıklayan bu cümle, mahzûf (gizli) bir mübtedâ'nın sıfatı da olabilir. Mübtedâ'nın haberi de bundan önce geçen "şirk koşanlardan"dır. Bu görüşe göre, şirk koşanlardan maksat Yahudîlerdir. Çünkü onlar "Uzeyr, Allah'ın oğludur" demekle şirke düşmüşlerdi. Buna göre mânâ şöyle olur: Müşrik Yahudilerden bir fırka var ki, her biri, bin yıl yaşamak ister. C- "Allah, onların bütün yaptıklarını görür." Basîr, Arap kelâmında bir şeyi tam ve eksiksiz olarak bilen, bütün incelikleri hakkında bilgi sahibi olan zâttır. "Filân zât, Fıkıh ilmine basîrdir" sözünde de aynı mânâ vardır. Yani Allah (celle celâlühü), onların gizli ve açık bütün yaptıklarını tam olarak bilir . O, onların yaptıklarının karşılığını mutlaka verecektir. Âyet, hitab "t"si ile (bitâi'l-hitab) "Vallahü basurun bima ta'melûn / Allah sizin bütün yaptıklarınızı görür" şeklinde de okunmuştur. 97"(Resûlüm) de ki: - Kim Cibril'e düşman ise bilsin ki onu (Kur’ân'ı) senin kalbine Allah'ın izniyle önündekini tasdik edici ve mü'minler için bir hidâyet ve müjde olmak üzere o indirdi. Bu âyet, Fedek Yahudi bilginlerinden Abdullah b. Surya hakkında nazil olmuştur. Bu adam, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartışmaya girdi ve vahyi kimin getirdiğini sordu. Resûlüllah "- Cebrâîl getiriyor" buyurdu. O da: "Cebrâîl , bizim düşmanımızdır; vahyi, getiren başka bir melek olsaydı, sana kesinlikle imân ederdik!" dedi. Bazı rivâyetlere göre Abdullah b. Surya, sözlerine şöyle devam etti: "- Bizim Resulümüz, Mikâil'dır. Eğer sana vahiy getiren o olsaydı, kesinlikle imân ederdik. Cebrâîl , defalarca bize düşmanlık yaptı! En büyük düşmanlığı da şöyle oldu: "- O, bizim peygamberimize vahiy getirdi ki, Buhtenassar, Beytü'l-Makdisi yıkacak. Biz de, onu öldürmek için adam gönderdik. Adamımız, onu Babil'de, henüz zavallı bir çocuk iken buldu fakat Cebrâîl , onu savundu ve dedi ki: "Eğer Rabbiniz, helakinizi ona emretmişse siz, ona bir şey yapamazsınız yok eğer Rabbiniz, helakinizi ona emretmemişse o zaman ne diye onu öldüreceksiniz?" Bir rivâyete göre de o Yahudi bilgini, sözlerini şöyle sürdürdü: "- Allah, Cebrâîl’e, peygamberliği biz Yahudilere vermesini emretti o ise götürüp başkasına verdi!" Yine rivâyet olunduğuna göre Ömer b. Hattabin Medine'nin yukarı kısımlarında bir arazisi vardı ve yolu, Yahudi medreselerinin yanından geçiyordu. Ömer arazisine gidip gelirken, onların yanında oturup konuşmalarını dinlerdi. Bir gün: "Ya Ömer! Biz sem çok sevdik; gerçekten bize katılacağını umuyoruz." dediler. Ömer (radıyallahü anh): "Vallahi ben, sizi sevdiğim için gelmiyorum ve benim dinimde bir şüphem olduğu için size sormuyorum; fakat sizin yanınıza gelmemin sebebi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında daha fazla delil ve hüccet sahibi olmak ve de sizin kitaplarınızda onun vasıflarını görmek içindir" dedi ve onlara Cebrâîl’i sordu. Onlar da: "- İşte o var ya, o bizim düşmanımızdır! O, Muhammed'e bizim sırlarımızı veriyor; bütün depremlere, felâketlere o bakıyor! Mikâilise, bolluk, bereket ve selâmete bakıyor." dediler. Sonra konuşma şöyle devam etti: Ömer: "- Pekiyi, bu ikisinin Allah "katındaki mertebeleri nedir?" Onlar: "- Cebrâîl , mertebe olarak Allah'a daha yakındır; o, Allah'ın sağında, Mikâil ise solunda oturur; fakat ikisi, birbirine düşmandır!" Ömer: "- Eğer söyledikleriniz doğru ise onlar birbirine düşman değil ve siz de merkepten daha ahmaksınız. Zaten ikisinden birine düşman olan, diğerine de düşman sayılır ve ikisinin düşmanı olan, Allah'ın da düşmanı olur." Ömer Peygamberimizin yanına dönünce Cebrâîl’in bu konuda kendisinden önce vahiy getirmiş olduğunu gördü. Resûlüllah: "- Ya Ömer, dedi; senin onlara söylediklerin Rabbinin, bana vahyettiklerine pek uygun düşüyor." Ömer sonucu şöyle vurgular: "- Bu olaydan sonra ben kendimi dinimde taştan daha katı görmeye başladım." Cebrâîl kelimesi, Cebreîl, Cebreil, Cibril, Cibreil, Cibraîl ve Cıbrail şeklinde de okunmuştur. "A'lâ kalbike / senin kalbine" ifadesi, tenzil (Kur’ân'ı yavaş yavaş, ceste ceste, yıldız yıldız, ihtiyaca göre, müneccemen indirme) için ek bir açıklama sayılır. Çünkü bu ifade vahyin mahalkni (mahalle'l-vahy) bildirir. Zira vahyi ilk telâkki eden kalbtir; vahyi anlamak (fehm) ve hıfzetmek de yine kalbin işidir. Âyetin başında "Kul / De ki..." emri vârid olmuştur. "A'lâ kalbî / benim kalbime..." değil "a'lâ kalbike / senin kalbine" buyrulmak suretiyle hitab zamiri, tekellüm zamirine tercih edilmiştir. Tıpkı Zümer sûresinin, "De ki: - Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım!" mealindeki 53. âyetinde olduğu gibi. Burada da "a'lâ enfisüküm — kendi nefisleriniz" değil "a'lâ enfüsihim kendi nefisleri" buyrulmuştur. Kur’ân'ın Peygamberin kalbine vahyedilmesi elbette Allah'ın emri ile, Allah'ın müyesser lokması ile olmuştur. Bu, hicabı (lahût ile nasût âlemleri arasındaki perdeyi) açmayı kolaylaştırmak anlamında mecazî bir ifadedir. Bu ifade, Cebrâîl’in tenzildeki, gayretini Peygamberimizin de azim ve sadakatini ortaya koyar. "Lima beyne yedeyhi" "öncekiler" veya önceki kitaplardan murad daha önce inmiş olan mukaddes kitaplardır ki, bunların başında Tevrat gelir. Hulâsa, Ehl-i Kitab'tan kim Cibril'e düşmanlık ederse bilmelidir ki, onun bu adavetine hiçbir sebep yoktur. Aksine onlar Cebrâîl’i sevmektik. Çünkü o, Allah'ın son Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) onların da mukaddes Kitaplarını onaylayan Kur’ân'ı indirmiştir. Ama onların Cebrâîl’e düşman olmalarının asıl sebebi de budur. Onlar, bundan hoşlanmadıkları için kendi mukaddes Kitaplarını tahrif ve Kur’ân'ın kendi Kitaplarına muvafık olduğunu inkâr ettiler. Çünkü Kur’ân'ın, kendi Kitaplarına muvafık olduğunu kabul etmeleri hâlinde ona inanmaları gerekirdi. Bu da durumlarım altüst edecek ve riyasetlerini sona erdirecekti. Son bir görüşe göre ise, "Kim Cebrâîl’e düşman ise..." şart cümlesinin cevabı gizlidir. Fakat şöyle yorumlanabilir: Her kim Cebrâîl’e düşman ise o, 1- İnsaf ipini koparmıştır; 2- Onun getirdiği Kitab'ı (Tevrat) da inkâr etmiştir; 3- O öfkesinden çatlayıp ölmelidir; 4- O Allah'a düşmandır ve Allah da ona düşmandır. 98"Kim Allah'a, meleklerine, Resullerine, Cibril'e, Mikâil'e düşman ise bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır." Cenâb-ı Allah'a düşmanlıktan maksad, inadına O'nun emirlerine muhalefet etmek ve büyüklük taslayarak itaatten çıkmak ya da Cenâb-ı Allah'ın has ve yakın kullarına düşmanlık etmektir. Buna göre "Kim Allah'a düşman ise..." buyrulmak suretiyle ism-i celâlin başta zikredilmesi, O'nun has ve yakın kullarının şânını tazim ve dostlarına adavetin O'na düşmanlık olduğunu bildirmek içindir. Nitekim Tevbe sûresinin 62, âyetinde: "Eğer onlar gerçekten mü'min iseler Allah'ı ve Resulünü râzı/hoşnud etmeleri daha doğru olur." buyrulur. Meleklik ve elçilik vasıfları öncekide Cebrâîl ve Mikâil'e şâmil iken onların diğerlerinden daha şerefli ve ayrı meleklermiş gibi yalnız ikisinin zikredilmesi, onların faziletlerini beyan amacına yöneliktir. Vasıftaki farklılık, cinsteki farklılık gibi kabul edilmiştir. Bundan başka bu iki meleğin ayrıca zikredilmesi Yahudilerin, bu melekler hakkındaki bâtıl inançlarını yok etmek ve o iki melekten birine düşman olmanın diğerine de düşman olmak demek olduğuna dikkat çekmek içindir. Zira Yahudiler, bu iki meleğin birbirine düşman olduklarını iddia ediyorlardı. Bu iki meleğin ayrıca ve tahsis en zikredilmesinin bir sebebi de onlardan birine düşmanlık etmenin hem küfrü hem de Allah'ın düşmanlığını mûcıb olduğudur. Onlardan birine düşmanlıkla hepsine düşmanlık arasında hiçbir fark yoktur. Onlara düşmanlık edene Allah da düşmanlık eder ve onları en şiddetli azab ile cezalandırır. Bu mânânın isim cümlesi ile ifade edilmesi bunun tahakkuk ve sebatına delâlet eder. Zamir ile ifadesi mümkün iken "kâfirin / kâfirler" kelimesinin aynen kullanılması onlardan birine düşmanlığın küfür olduğunu bir kez daha belirtmek ve bunun Allah'ın buğz ve azabını mûcib olduğunu bildirmek içindir. Mikâl kelimesi, Mikâil, Mikâîl, Mîkeil ve Mîkeîl olarak da okunmuştur. 99"Andolsun ki (Resûlüm) Biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları fâsıklardan başkası inkâr etmez. Andolsun ki. Resûlüm Biz sana, mânâlarına olan delâletleri ve Allah katından oldukları apaçık âyetler indirdik. Zaten o âyetleri ancak inat ve İsrarla küfürde direnen ve küfrün son haddine varan kimseler inkâr eder. Çünkü kâfirlerden bu vasıfta olmayanlar bu kadar açık âyetleri inkâra cür'et edemez. Hasen-ı Basrî diyor ki, : "Fisli kelimesi, günâhların herhangi bir çeşidinde hak yoldan ayrılısı veya isyanı ifade etmek üzere kullanıldığı zaman, küfür veya o günâhın en büyüğünü ifade eder. İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre daha önce ismi geçen Yahudi bilgini Abdullah b. Surya, Resûlüllah'a dedi ki: "- Sen bize, bizim anlayacağımız bir şey getirmedin; sana tâbi olacağımız bir âyet sana indirilmemiş! " İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. "Fâsıklar"dan murad, kitaplarını tahrif ederek dinlerinden çıkmış Ehl-i Kitab ya da bütün hak yoldan sapmış ve isyan etmiş olanlardır. 100"Onlar her ne zaman bir ah idle söz verdilerse onlardan bir fırka onu bozup atmadı mı? Hayır, onların çoğu imân etmezler. "Onlar her ne zaman bir ahidle söz verdilerse onlardan bir fırka onu bozup atmadı mı?" cümlesi bu makamda anlaşılan gizli bir cümleve atıftır. Onların bozup attıkları ahidlerden biri de Bakara sûresinin, "Daha önce kâfirlere karşı istiftah ediyorlardı / Ve kânû min kablü yesteftihûne a'le'llezîne keferû" mealindeki 89. âyetinde işaret edilen ahiddır. Yahudiler daha önce müşriklere karşı gelerek Peygamberin ismiyle istiftah ediyor ve onunla şöyle yardım ve zafer diliyorlardı: Bizim söylediklerimizi tasdik eden bir Peygamberin gelme zamanı pek yaklaşmıştır. İşte o geldiği zaman, daha önce mü'minler, Ad ve İrem kavimlerini öldürdükleri gibi, biz de o Peygamberle beraber sızı öldüreceğiz!" Bu âyet, kıraet farkından dolayı şöyle de tefsir edilmiştir: "İndirdiğimiz apaçık âyetleri ancak fâsık olanlarla defalarca ahidlerinı bozanlar inkâr eder." "Hayır, onların çoğu, imân etmezler" cümlesi ah idleri bozanların bir azınlık olabileceği düşüncesinin doğru olmadığını ortaya koyar. 101"Onlara ne zaman Allah katından yanlarmdakini tasdik edici bir Resul geldiyse kendilerine Kitap verilenlerden bir fırka, Allah'ın Kitabı'nı sanki hiç bilmiyorlarmış gibi arkalarına attılar. Âyette söz konusu Resûl'den maksat Peygamerimizdir. Kelimenin nekire (harf-i tarifsiz, bir Resul) olarak zikredilmesi, Peygamberimizin şânını tazim içindir. Bu tazım, "Allah katından" ifadesi ile tekid edilerek daha da kuvvetlendirilmiştir. Tevrat'ta öngörülen vasıflara uygun olarak gönderilen Peygamber Hazret-i Muhammed, Yahudilerin ellerinde bulunan Tevrat'ı tasdik etmiş, Tevrat'ın (tahrife uğramamış hâli ile) doğru ve Mûsa'nın peygamberliğinin de hak olduğunu kendisine indirilen Kur’ân'ıle açıklamıştır. Kendilerine Kitap (Tevrat) verilenlerden bir fırkadan maksad, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) devrindeki bazı Yahudi'lerdir ki daha önce onlar müşriklere karşı, onu yardim ve zafer vesilesi yapıyorlardı. Yoksa bazılarının dediği gibi Süleyman devrindeki Yahudîlerdeğildir. Çünkü Peygamberimiz ba's edildikten sonra Süleyman devrindeki o eski Yahudilerin, Allah'ın Kitabını arlıalarına atmış olmaları tasavvur edilemez. Bu Yahudilerin, Allah'ın Kitabını arlıalarına atmaları, bundan önceki 100. âyette geçen, "Onlar her ne zaman bir ahidle söz verdilerse onlardan bir fırka, onu bozup atmadı mı?" cümlesinin şumûiü içindedir. Fakat burada ayrıca zikredilmiştir. Çünkü Peygamber devrindeki Yahudilerin Kur’ân gerçeğini kabul etmeyip onu arlıalarına atıvermeleri, onların en büyük cinayetleridir. "Ki onlara Kitap verilmek ", okumak, hıfzetmek ve muhtevasına vakıf olmak suretiyle Tevrat ilmini öğrenmek demektir. Bu iki şekilde anlaşılabilir: 1- Kendilerine kitap verilenler yalnız Yahudi bilginleridir. 2- Kendilerine kitap verilenler yalnız bu Ahbar-ı Benî İsrail değil bütün Yahudîlerdir. Çünkü Tevrat bütün Yahudiler için indirilmiştir. Süddî diyor ki: "- Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), islâm'ı Yahudilere tebliğ edince, Yahudiler, Tevrat'ı dayanak göstererek ona karşı çıkmaya çalıştılar. Fakat baktılar ki, Tevrat ile Kur’ân uyuşmaktadır. O zaman Tevrat'ı arkalarına atıp Asaf'ın kitabını ve Harût ile Marufun sihrini aldılar; onlar Kur’ân'ıle uyuşmadı, İşte âyet, bunları ifade etmektedir." Tevrat'ın "Kitaba'llah / Allah'ın Kitabi" olarak vasıflandırılması, Tevrat'ı şereflendirmek (teşrif), Yahudiler üzerindeki halikım tazim ve cür'et ettikleri küfür sebebiyle onları korkutmak içindir. Bir görüşe göre de "Allah'ın Kitabf'ndan maksat, Kur’ân'dır. Yahudiler, Kur’ân'ı hüsn-ü kabul ile karşılamaları gerektiği hâlde onu arlıalarına atıverdiler. Kur’ân gelmeden önce onu yardım ve zafer vesilesi yapan Yahudiler, Kur’ân'ı önceden kabul ettikleri ve onu dayanak saydıkları hâlde Kur’ân geldikten sonra onu inkâr ettiler. İşte bu onların Kur’ân'ı arlıalarına atmaları demektir. Çünkü Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) gelmesi, Kitabin da (Kur’ân) geldiğim ifade eder. "Arlıalarına, sırtları gerisine, omuzları ardına" sözü, onların, Allah'ın Kitabini tamamen terk etmelerinin ve ondan yüz çevirmelerinin ifadesidir. Bu ifade de onların nazarındaki Allah'ın Kitabı, itibar görmediği ve ihtiyaç duyulmadığı için arlıaya atılan şeye benzetilmiştir. Ve onlar Allah'ın Kitabını arkalarına atarken onu sanki hiç bilmiyormuş gibi davranmışlardır. Oysa Ahbar-ı Benî İsrail, veya Yahudilerin bilginleri Hazret-i Muhammed'in nübüvvetinin bütün delillerini kesinlıkle biliyorlardı. Onların Kitap hakkındaki bilgileri, sabit bir hüküm derecesinde idi. Fakat onlar, bilmiyorlarmış gibi davranıyorlardı.. Eğer onların arlıalarına ativerdikleri kitaptan maksad: 1- Kur’ân'ıse, "bilmiyorlarmış gibi" ifadesindeki bilmemek, Kitabu'llah'a râcîdir. 2- Tevrat ise, "hiç bilmiyorlarmış gibi" ifadesindeki bilmemek Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) hak Peygamber olduğu konusundaki kesin bilgi ve bulgulara aittir. Yahudiler bu konuda kesin bilgi ve bulgulara sahip iken sırf küfürleri, kibir ve inatları sebebiyle bunları hiç bilmiyorlarmış gibi davranmışlardır. Bazı müfessirler de diyorlar ki Yahudî milleti üç fırkaya ayrılır: 1- Tevrat'a inanan ve onun hukukunu yerine getirenler. Bunlar Ehl-i Kitab'ın mü'minleridir ve "Hayır, onların çoğu imân etmezler" âyetinde işaret edildiği gibi küçük, bir azınlıktır. 2- Fisli ve temerrütleri sebebiyle ahidlerini bozanlar ve ilâhî sınırları aşanlar. Bunlar "...onlardan bir fırka onu bozup atmadı mı?" ifadesiyle belirtilen Yahudîlerdir. 3- Zahiren Tevrat'a tutunmuş olanlar. Fakat bunlar da gizli dünyalarında Tevrat'ı arlıalarına atmışlar ve kendilerini bilmezliğe vermişlerdir. 102"Süleyman'ın mülk ve saltanatı hakkında şeytanların okuduklarına uydular. Oysa Süleyman (sihir yaparak) kâfir olmadı velâkın insanlara sihir öğrettikleri için şeytanlar kâfir oldular. Onlar Babil'de iki meleğe, Harût ve Marût'a indirilenleri öğretiyorlardı. Oysa o iki melek, - Biz ancak imtihan aracıyız. Sakın küfre sapma! demedikçe kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) o iki melekten karı ile kocanın arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Bununla beraber onlar Allah'ın izni olmadıkça o yaptıkları sihirle kimseye zarar veremezler. Onlar kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun kî onu kim satın alırsa âhirette bir nasibi olmayacağım biliyordu. Karşılığında kendilerini sattıkları şeyin ne kötü olduğunu bir bilmiş olsalardı!..." A- "Süleyman'ın mülk ve saltanatı hakkında şeytanların okuduklarına uydular." Bu cümle, "Allah'ın Kitabını arlıalarına attılar" cümlesine atıftır. Yani Yahudiler, Allah'ın Kitabını arlıalarına attılar ve şeytanların okudukları büyü kitaplarına tâbi oldular. Bu şeytanlar, küfürde temerrüd eden cinlerdir. Yahudilerin, bu kitaplara tâbi olmalarından maksad, tamamen o büyü kitaplarına yönelip onlara dalmalarıdır. Eğer tamamen yönelmek ve dalmak mânâsı kastedılrnezse Yahudilerin, o büyü kitaplarına tâbi olma hâli, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), gelmeden önce de vardı. Bir görüşe göre de âyetin bu ilk cümlesi, daha önce (Bakara 2/93'de) geçen "Onların kalblerine küfürleri sebebiyle buzağı (sevgisi) içirilmisti." cümlesine atıftır. Bazı müfessirler derler ki; şeytanlar, kulak hırsızlığı yaparak mele-i a'ladan bilgi sızdırıyor ve dinlediklerine yalanlar katarak bu karışık bilgileri kâhinlere telkin ediyorlardı. Kâhinler de bunları kendilerine göre düzenleyip insanlara öğretiyorlardı. Süleyman zamanında bu bilgiler çok yaygınlık kazandı. Hattâ "cinler, gaybı bilir" denmeye başlandı. Cinler de: "Bu, Süleyman'ın ilmidir; Süleyman'ın hükümdarlığı ancak bu ilim sayesinde kendisine müyesser olmuştur, Süleyman, ancak bu ilimle, insanları, cinleri, kuşları ve onun emriyle esip giden rüzgârları kendine müsahhar kılmıştır!" diyorlardı. Bazıları da diyorlar ki: "- Süleyman Allah'ın özel olarak kendisine verdiği bilgileri muhtevi sayfaların bir çoğunu oturduğu tahtın altına gömmüştü. Aradan bir müddet geçtikten sonra bazı münafıklar, bunlara ulaştılar. Süleyman öldükten ve o yazıların varlığı ortaya çıktıktan sonra bu münafıklar kendi yaptıkları sihirlerin Süleyman'a âit olduğunu ve ancak bu bilgiler sayesinde onun bu mertebeye çıktığını etrafa yaymaya başladılar." B- "Oysa Süleyman (sihir yaparak) kâfir olmadı." Âyetin bu cümlesi Süleyman'ı (aleyhisselâm) büyü yapmaktan tenzih ve onun büyü yaptığını söyleyen müfterileri tekzib eder. Âyette büyü açıkça küfür olarak nitelendirilmiştir, Bundan amaç Süleyman'ı (aleyhisselâm) büyü yapmaktan tenzih ve ona bu yolda iftira edenlerin yalanlarını teşhirdir. C- "...Velâkin insanlara sihir öğrettikleri için şeytanlar kâfir oldular." Şeytanlar, büyü yapmak ve o ilmi düzenlemekle kâfir oldular. Şeytanlar, insanları azdırmak ve saptırmak için büyüyü öğrettiler. Âyette "aileme" fiili, muzarî sığası ile "yua'lkmûne — öğretirler" şeklinde vârid olmuştur. Bu şeytanların büyüyü öğretmelerinin devam ettiğine, işin sürekli yenilendiğine delâlet eder. Şöyle de yorumlanabilir: "Yahudiler, Süleyman'ın hükümdarlığı dönenimde şeytanların okuduklarına bağlandılar da insanlara büyü öğretmeye devam ediyorlar." Bilmiş ol ki büyünün çeşitleri vardır: 1- Eski çağlarda yaşamış olan Keldanîlerin büyüsü Keldanîler, yıldızlara tapan bir milletti. Onlar kâinatı yıldızların yönettiğini, hayır ve şerrin, mutluluk ile mutsuzluğun yıldızlardan kaynaklandığını, yıldızların, kendi semavî güçleriyle arzın güçlerini birleştirerek (temzic ederek) harikalar yarattıklarını iddia ediyorlardı. Allah, İbrâhîm'i onların inançlarının bâtıl olduğunu göstermek üzere gönderdi. 2- Evham ve güçlü nefes sahiplerinin büyüsü Bunların iddiasına göre insan ruhu, tasfiye (arınma) ile kuvvet ve tesirde öyle bir seviyeye ulaşır ki icad ve idama, ihya ve imateye, bünye ve şekil tağyirine muktedir olur. 3- Yeryüzü ruhlarından yardım istemek (Ervah-ı araziyyeden istiâ'ne) su- retiyle büyü Bunun anlamı efsunlarla cinlere baş eğdirmek, onları teshıir etmek, başka bu- deyişle emri altına almak, kendi hizmetinde kullanmaktır, 4- Gözbağcılık Bu göz yanılgısı de insanlara çeşitli hayaller göstermektir. Birinci nevi büyüye (Keldanîlerin büyüsüne) inanan insanların kâfir oldukları noktasında İslâm ulemâsı ittifak etmişlerdir. İkinci nevi güçlü nefes sahiplerinin büyüsüne inanan insanların da kâfir oldukları konusunda islâm ulemâsı arasında bir ihtilaf yoktur, insan, ruhî tasfiye ve efsunlarla dualar okuyarak belli bir mertebeye erişeceğine, ilâhî âdet gereği Allah'ın onda bazı harikalar yaratacağına inanır ve bu amacına ulaşırsa Mutezile ulemâsı buna inananların da kâfir oldukları görüşünde ittifak etmişlerdir. Çünkü Mûtezile'ye göre, bu nevi inançla, Nebi ve Resullerin iddialarındakı sadakati birbirinden tefrik etmek imkânsız denecek kadar güçtür. Mutezile dışındaki İslâm âlimleri ise, bunu kabul etmezler. Sanırız ki bu konuda hakîkat şudur: Ruhî arınma ve dualarla harikalar meydana getirmek iddiasında bulunan kimse, eğer hayırlı biriyse, bütün yaptıklarında ve yapmadıklarında islâm hükümlerine uyuyorsa, yardım diledikleri ruhlar hayırlıysa, okuduğu isimler ve dualar şer-ı şerifin hükümlerine muhakf değilse, elleri ile meydana gelen harikalarda da, kimseye dokunan şer'î bir zarar yoksa, onun yaptıkları, büyü (sihir) kabilinden sayılmaz. Aksine bu idmse şerir, çevresine zararlı biriyse, İslâm ölçülerine uygun bir hayât da yaşamıyorsa, o zaman onun yardım dilediği ruhlar da mutlaka habis ve şerir ruhlardır. Çünkü habaset ve serde ortak değillerse, kendisi ile ruhlar arasında dayanışma ve yardımlaşma mümkün olmaz. Bu zorunlu bir gerçektir. Bu itibarla o şahıs kesin olarak kâfir olmuştur. Gözbağcılık; hendesî âletler, özel ilaçlar ve taşlar kullanarak veya elçabukluğu ile acaib şeyler yapmak ve göstermek sihir değildir. Bu kabil faaliyetlere sihir demek mecazîdir. Çünkü sihir lügatte, kaynağı bilinmeyen, sebebi gizli olan, yahut mutad yol dışında döndürülen işlere denir. Sihir lügatte döndürmek anlamındadır. Nitekim Ebû Mansur Muhammed b. Alımed el-Ezherî, (Tehzibü'l-Lûgat adlı kitabında) Yahya b. Ziyad el-Ferrâ ile Yunus b. Habib'ten naklen böyle demektedir. Ç- "Onlar Babil'de iki meleğe Harut ile Marut'a indirilenleri öğretiyorlardı." Bu, daha önce geçen sihre atıftır. Söz konusu büyü ile o iki meleğe indirilen aynı şeydir. Burada ayrı ve ona atıf olarak zikredilmesi, ibret cihetlerinin farklı olmasındandır. Belki de iki meleğe indirilen şey, büyünün daha kuvvetli bir çeşidi idi.. Bu "iki meleğe indirilen", âyette geçen "şeytanların okudukları şeyler"e de atıf olabilir ve o ikisi arasında geçen cümleler, makablinden bağlantısız cümlelerdir. Bu takdirde yorum şöyle olabilir: "Yahudiler, Süleyman'ın hükümdarlığı döneminde şeytanların okuduklarına ve Babil'de iki meleğe, Hamt ile Marufa indirilene tâbi oldular." Adları geçen meleklerin Babil'e indirilmesinin değişik sebebleri olabilir: 1- Onlar sihir öğretmek üzere indirilmişlerdi. Bu, Cenâb-ı Allah'ın insanları bir sınama vesîlesiydi. Nitekim Tâlût kavmi de bir ırmak (suyunu içmemek sureti) ile imtihan edilmişti. 2- Bu iki melek, insanların büyüye aldanmaması için, büyü ile mucizeyi birbirinden ayirdetmek amacı ile büyüyü öğretiyorlardı. 3- O dönemde sihirbazlar pek çoğalmıştı ve onlar sihrin pek garip çeşitlerini icra ederek peygamberlık iddiasında bulunuyorlardı. Allah da insanlara sihrin çeşitlerini öğretmek üzere o iki meleği gönderdi ki insanlar, onlardan öğrendikleriyle, peygamberlık taslayan o yalancılara karşı mücadele etsinler ve bunları başkalarına anlatsınlar. 4- İsrail kaynaklarına dayanılarak Hamt ve Marût hadisesi şöyle de anlatılmıştır: Melekler, Ademoğullarinın göklere yükselen günâhlarını görünce onları ayıpladılar ve: "- Allah'ım! Yeryüzünün halîfeliği için seçtiklerin bunlar mı? Bunlar yeryüzünde Sana isyan ediyorlar" dediler. Allah da: "- Onlarda yarattığım duyguları sizin yapınızda da yaratmış olsaydım, kesinlikle siz de bana isyan ederdiniz" buyurdu. Melekler: "- Seni tesbih ederiz! Sana isyan etmek bize yaraşır mı?" dediler. Allah, onlara: "- En seçkinlerinizden iki melek seçin!" buyurdu. Onlar da, Harut ile Marût'u seçtiler. Bunlar, meleklerin en sâlihlerinden ve en çok ibâdet edenlerinden idiler. İnsanların terkibinde bulunan şehvet ve başka duygular onların bünyesinde de yaratıldıktan sonra onlar, gündüzleri insanlar arasında hükmetmek ve akşamları tekrar göklere çıkmak üzere yeryüzüne indirildiler. Bu iki melek, yeryüzüne indirilmeden önce Allah'a ortak koşmaktan, haksız yere insan öldürmekten, içki içmekten ve zina işlemekten kesin olarak nehyedildiler. Böylece bu iki melek, yeryüzüne inip görevlerine başladılar. Bunlar, gündüzleri insanlar arasındaki davalara bakıp hüküm veriyorlardı; akşam olunca da Allah'ın (celle celâlühü) İsm-i A'zam'ını okuyup göklere çıkıyorlardı. Nihayet bir gün Lahm kabilesinden Zühre adında güzel bir kadın bir dava münasebetiyle onlara başvurdu. Bir rivâyete göre de bu kadın, Fars ahalisinden olup kendi ülkesinde kraliçe idi. Bu kadın, kocasından davacı idi. Harût ile Marût, bu kadını görünce ona vuruldular ve onunla olmak istediler. Fakat kadın, onların teklifini reddetti. Onlar da ısrar ettiler. Kadın onlara: "- Bu teklifinizi, ancak bu davada davalı aleyhine hükmederseniz kabul ederim!" dedi. Melekler de onun dediğini yaptılar sonra o kadından va'dini yerine getirmesini isteckler. Kadın: "- Hayır olmaz; ancak kocamı öldürürseniz olur!" dedi. Onlar da, kadının kocasını öldürdüler ve sonra kadından arzularının ifasını isteckler. Kadın bu sefer: "- Hayır, ancak içki içerseniz ve puta secde ederseniz olur!" dedi. Onlar, her ikisini de yaptılar ve sonra yine istediklerini istediler. Kadın bu sefer de: "- Hayır, ancak beni de yanınızda göklere çıkarmak için o bildiğinizi bana da öğretirseniz, olur!" dedi. Onlar da kadına İsm-i A'zami öğrettiler. Kadın onu öğrenince, hemen İsm-i A'zami okudu ve göklere yükseldi. Allah da, o kadını meshedip bir yıldıza çevirdi. Sonra bu iki melek her zamanki gibi uçmaya davrandılar fakat kanatları artık onların emrini dinlemedi ve yerinden kımıldamadı, İşte o zaman o iki melek başlarına gelenleri anladılar. Bu hadise, İdris zamanında meydana gelmişti. Bu iki melek, kendilerine şefaatte bulunması için Idris'e sığındılar. O da onlar için Cenâb-ı Allah katında şefaatte bulundu. Allah (celle celâlühü), bu iki meleği dünya ve âhiret azabı arasında muhayyer kıldı. Onlar da, dünya azabını seçtiler. Çünkü dünya azabı (sonsuzluğa göre) az bir müddet sonra sona erecekti. İşte bu iki melek Babil'de azab çekmekteydi. Bir rivâyete göre de bunlar kıyamete kadar demir kamçılarla kamçılanmak üzere saçlarından veya baş aşağı asıldılar. Bu hikâyeye asla itimat edilemez. Çünkü hikâyenin temeli, Yahudilerin rivâyetleridir. Kaldı ki, bu hikâyede akli ve nakli delillere ters düşen unsurlar da mevcuttur. Belki de bu hikâye, misal ve rumuz kabilinden olup terğıb (teşvik) ve terhıb (korkutmak) şeklinde zeki ve üstün akıllı kimseleri irşat etmek maksadı ile söylenmiştir. Bir rivâyete göre bu Harût ve Marût, aslında iki insandır. İyiliklerinden dolayı bunlara melek denmiştir. Bu kelimenin mevcut "melekeyn" (iki melek) yerine "melîkeyn" (iki melik—hükümdar) kıraeti (okunuşu) da bu mânâyı desteklemektedir. Âyette zikri geçen Babil, Irak Babılı'dır. İbn-i Mes’ûd'a göre, "Küfe toprağındaki Babil'dir." Bir rivâyete göre ise, bu Babil, Demavend dağıdır. (Elburz sıra dağlarının en yüksek kısımlarında bir sönmüş yanardağ) Bir rivâyete göre de, Harût ve Marût emlerden iki kabilenin ismidir ve "melîkeyn" kıraetine göre de, o iki kabile kastedilmektedir. D- "Oysa o iki melek: "Biz ancak imtihan aracıyız (fitne). Sakın küfre sapma! demedikçe kimseye bir şey öğretmiyorlardı." "Biz ancak bir imtihan aracıyız (fitne)." Hasr'ı bize o iki meleğin yaptıklarında kendileri için bir menfaat olmadığı gibi imtihandan başka bir amaç bulunmadığını da açıklar. Bu imtihandan amaç insanların büyüyü öğrenmekten vazgeçmelerini sağlamaktır. O iki melek, sihir öğrenmek için kendilerine başvuranlara nasihat etmeden ve onlara: "Bizim yaptığımız ancak Allah (celle celâlühü) tarafından bir imtihandır. Bizden öğrendikleriyle amel eden ve onun hak olduğuna inanan kimse kâfir olur. Ama onunla amel etmekten sakınan ve onu benzeri sihirlerden korunmak için kullanan kimse imân üzere kalır. O hâlde sakın sen, sihrin hak ve onunla amel etmenin caiz olduğuna inanıp küfre sapma!" demeden hiç kimseye, kendilerine indirilmiş olan sihri öğretmezlerdi. Yukarıdaki izahtan da anlaşıldığı gibi "Sakın küfre sapma!"dan gaye, yalnız bu söz değildir fakat muhatabın bu nehyin gereklerini kabul etmesi de nehyin kapsamına dahildir. Hulâsa, şeytanlar, kâfir olmuşlardır. Çünkü onlar, insanlara büyüyü ve Babil'de o iki meleğe indirilenleri öğretiyorlardı ve insanları azdırmak ve saptırmak için onları sihirle amel etmeye (büyüye ilgi duymaya, onu uygulamaya, ona inanmaya) teşvik ediyorlardı. O iki melek ise, sihirle amel etmeyi ve onun yüzünden kâfir olmayı nehyetmeden hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Bir görüşe göre "mâ ünzile..."deki "mâ" nefiy (olumsuzluk) harfidir, "Vemâ ünzile a'le'l-melekeyni bibabile hârute ve mâruf' cümlesi de "Babil'de Harût ve Marût isımli o iki meleğe (bir şey) indirilmedi" mânâsındadır ve bu cümle, daha önce geçen "Süleyman, kâfir olmadı..." cümlesine atıftır. Böyle olunca bu cümle, Yahudileri tekzib eder niteliktedir. Daha açık bir ifadeyle o iki meleğe sihrin mubah olduğu vahyedilmedi. Bu görüşe göre, Harût ve Marût, daha önce geçen "şeytanlar'ln bedelidir (izahı) ve onlar cinlerin iki kabilesinin adıdır. Bu iki kabilenin özellikle zikredilmesi, asaletleri ve diğer şeytanların onlara tâbi olmalarındandır. Ancak âyetlerde şeytanlar, küfür ve sapıklıkla itham edılırken burada onların reislerinin, küfrü nehyetmelerı vakıaya hiç de uygun düşmez. Bu da âyetin anılan şekilde tefsir edilmesine engeldir. Üstelik bu tefsir, kelâmın nizamına da halel getirmekteelir. Çünkü buna göre Harut ile Marut, "şeytanlar"a bedel olduğuna göre, "şeytanlar" kelimesi yok hükmünde sayilir. E- "Böylece (insanlar) o iki melekten karı ile kocanın arasını açacak şeyler öğreniyorlardı." Yani ilâhî âdetin gereği olarak, zahirî sebeplerin gerçekleşmesiyle onlar sihir yapınca sebep ve sonuçları yaratması kabilinden Allah da, karı koca arasında iki veya tek taraflı buğz ve nefret yaratır. Olayda gerçek müessir sihir değil Allah'ın iradesidir. Fakat amaç sınamadır. F- "Bununla beraber onlar Allah'ın izni olmadıkça o yaptıkları sihirle kimseye zarar veremezler." Çünkü büyü olsun, başka sebepler olsun, sonucu bizzat etkilemekten uzaktır. Sonuç yalnız Allah'ın emri ile hâsıl olur. Nitekim bazen insanlar, sihri kullanınca, Allah, insanları imtihan için sonucu bazen yaratır bazen de yaratmaz. G- "Onlar kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı." Çünkü onlar, bu sihri uygulamak için öğreniyorlardı. "Zarar veriyor" ifadesinden sonra sarahatle "fayda vermiyor" denmesi, sihrin hiçbir fayda sağlamayacağı sadece şer ve zarar doğurabileceğini belirtir. Çünkü onların sihri, öğrenmekten maksatları, meselâ, peygamberlık iddia eden sihirbazların yalanlarından kurtulmak veya insanları bundan kurtarmak değildir ki onda kısmen fayda bulunmuş olsun. Ancak bu görüş tartişilabılır. Çünkü gailelerinden emin olunmayan şeylerden kaçınmak daha hayırlıdır. Meselâ insanı dalâlete düşürmesinden emin olamayacağınız felsefe öğrenmek gibi. Gerçi, bir şâir de şöyle demektedir: Ben, şerri öğrendim; şer işlemek için değil, fakat ondan korunmak için. Çünkü şerri bilmeyen insanlar, şerre düşer. Ğ- "Andolsun ki onu kim satın alırsa, âhirette bir nasibi olmayacağını biliyordu." Andolsun ki, bundan önce cinayetleri anlatılan o Yahudiler, pek iyi biliyorlardı ki, Allah'ın kitabı Tevrat karşılığmda o şeytanların okuduklarını satın alanların âhirette hiçbir nasibi yoktur. - "Karşılığında kendilerini sattıkları şeyin ne kötü olduğunu bir bilmiş olsalardı!..." Allah'a yemin olsun ki, o Yahudilerin karşılığmda kendilerini sattıkları sihir veya küfür ne kötü şeydir! Onlar, Allah'ın kitabı Tevrat'ı arlıalarına atınca, kendi, nefislerim tehlikeye maruz bıraktılar ve öyle bir şey karşılığmda kendilerini sattılar ki o şey ancak onların helakini artırır. Yahudiler, keşke bildikleriyle amel etselerdi... Ama onlar bildiklerıyle amel etmedikleri, ona göre davranmadıkları için, hiçbir şey bilmeyenler olarak kabul edilmişlerdir. Onlar yaptıklarını bir düşünseler, bunun çirkinliğini bir idrak edebilseler, bunun arlıasından gelecek azabı bir bilselerdi herhalde bu yaptıklarını yapmazlar, büyü ile uğraşmazlar ve büyü ile fesad çıkarmazlardı, 103"Ve eğer onlar imân ve ittika etmiş (inanıp sakınmış) olsalardı elbette Allah katından verilecek sevap (mesûbat, mükâfat) daha hayırlı olurdu. Keşke bunu bilselerdi." A- "Ve eğer onlar imân ve ittika etmiş olsalardı..." O Yahudiler, "Onlara ne zaman Allah katından... bir Resul geldiyse..." (Bakara 2/101) âyetinde işaret edilen Resûl'e ya da, "Andolsun ki (Resûlüm) sana apaçık âyetler indirdik. Onları ancak fâsıklardan başkası inkâr etmez." (Bakara 2/99) âyetinde zikredilen âyetlere veya ".. .Kendilerine kitap verilenlerden bir fırka, Allah'ın kitabını arlıalarına attılar." (Bakara 2/101) âyetinde kastedilen Tevrat'a imân etselerdi... Çünkü Kur’ân'ı ve Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) inkâr etmek, aynı zamanda Tevrat'ı inkâr etmek sayılır. B- ".. .Elbette Allah katından verilecek sevap daha hayırlı olurdu." Yahudiler, o anlatılan günâhlardan sakınsalardı, kendilerini sattıkları şeyden daha hayırlı bir mükâfat ile mükâfatlandırılacaklar di. Âyette "hayırlı olurdu" buyrulmakla beraber bunun neden daha hayırlı olacağının belirtilmemesi, karşılığmda kendilerini sattıkları şeye hayır nisbet edilmemesi içindir. (Çünkü bu, ondan hayırlıdır, denildiğinde, sanki ötekinde de hayır varmış gibi bir mânâ çıkmış olur.) Bir görüşe göre de "Ve eğer onlar imân ve ittika etmiş olsalardı..." şart cümlesinin cevabı gizlidir ki o da "mutlaka mükâfatları verilecekti" cümlesidir. Ondan sonra gelen "Allah katından verilecek sevap..." cümlesi ise, müstakil bir istinaf cümlesidir. Bir diğer görüşe göre ise, bu âyetin başındaki "lev / eğer" kelimesi, temenni içindir. Bunun burada kullanılması "onların hâli öyle fecaatlidir ki, onu bilen herkes, onlara acıyarak imân edip sakınmalarını temenni eder" anlamını ifade eder. C- "Keşke bunu bilselerdi." Yani Allah'ın vereceği mükâfatın daha hayırlı olduğunu bilselerdi... Burada da onlara cehalet nisbet edilmesi, bildiklerinin gereğini yapmadıkları içindir. 104"Ey imân edenler! (Yahudîlerce hakaret anlamında kullanılan) "Râinâ" demeyin; "unzurna / bize bak, bizi gözet" deyin ve dinleyin. Kâfirler için elim bir azab vardır." A- "Ey imân edenler! "Râinâ" demeyin; "unzurna bize bak, bizi gözet" deyin ve dinleyin." Bu hitab, mü'minlere has olup onları hayra irşad eder. "Râinâ"nın masdarı olan murâat, ra'y'in mübalağa kipi olup başkasını gözetmek, işlerini yönetmek ve maslahatlarını düzenlemek anlamındadır. Resûlüllah Müslümanlara bir bilgi aktardığı (ilka ettiği) zaman Müslümanlar: "- Râinâ Ya Resûlallah!" diyorlardı. Bunun anlamı: "- Ya Resûlallah! Bizi gözet, bizi bekle, bize teenni ile (ağırca) davran ki, senin kelâmını anlayıp hıfzedelim" idi. Yahudiler de Ibranîce veya Süryani'ce olan "râinâ" kelimesini kendi aralarında hakaret için kullanıyorlardı. Kimilerine göre bunun mânâsı, "- Dinle; dinlemez olası!" demekti. Yahudiler, Müslümanların bu kelimeyi kullandıklarını duyunca bunu fırsat bilerek maksatlarına onu vesile yaptılar. Böylece Yahudiler, bu kelimeden hakaret mânâsını kastederek Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla hitab etmeye başladılar. Bir başka görüşe göre "râinâ" kelimesi, akıl hafifliği ve ahmaklık demek olan "ra'n" kökünden gelir. Buna göre, Yahudiler, Peygambere bu vasıfları nisbet etmiş oluyorlardı. Rivâyet olunuyor ki, Şahabı Sa'd b. Ubade, bu kelimeyi Yahudilerden duyunca: "- Ey Allah'ın düşmanları! Allah'ın lâ'neti üzerinize olsun! Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, sizden kimin bu kelimeyi Resûlüllah için kullandığını duyarsam, kesinlıkle onun boynunu vuracağım!" dedi. Yahudiler: "- Pekiyi, ama siz de bu kelimeyi kullanmıyor musunuz?" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Yahudilerin hileli dillerini kesmek için mü'minlerin bu kelimeyi kullanmaları yasaklandı ve aynı mânâyı ifade etmekle beraber başka bir mânânın karıştırılmasına imkân vermeyen "unzurnâ" kelimesi emredildi. "Unzurnâ" kelimesi, bazı kıraetlere (farklı okunuşlara) göre "bizi bekle, bize zaman tanı" anlamlarına da gelmektedir, "Ve'smeû' / Dinleyin!"den maksat şu üç hâl olabilir: 1 - Resûlüllahin size söylediklerini güzelce dinleyin, kulak verin ve dikkatinizi toplayın ki onun tekrar etmesine ve sizin daha önce yaptığınız gibi "bizi belde, bize zaman tanı (müraat)" talebine gerek kalmasın. 2- Yükümlü kılındığınız emir ve yasakları ciddiyet ve itina ile dinleyin ki, tekrar yasaklanan şeylere dönmeyin. 3- Resûlüllahin (sallallahü aleyhi ve sellem) anlattıklarını itaat ve kabul niyeti ile dinleyin. Sizin dinlemeniz, Yahudilerin dinlemesi gibi olmasın. Nitekim onlar: "- Dinledik ve isyan ettik dediler. B - "Kâfirler için elim bir azab vardır. Resûlüllahin; müslümanların iyi niyetle söyledikleri "râinâ" sözünü kendi küfürlerine vesile yapan, o kelimeyi Peygamberi hafife almak için kullanan Yahudiler için, cür'et ettikleri bu suçtan dolayı elem verici bir azab vardir. Bu da daha önce geçen azab vaidlerinin bir devamı ve muhatablar için yasaklanan şeye karşı bir sakındırmadır. 105"Ne Kitab Ehlinden ne de müşriklerden hiç kimse size Rabbiniz den bir hayır indirilmesini istemez. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf sahibidir." A- "Ne Kitab Ehlinden ne de müşriklerden hiç kimse size Rabbiniz den bir hayır indirilmesini istemez." Âyetin başında (onlar anlamına gelen bir) zamir kullanılmayıp "ellezîne kefem / onlar ki kâfir oldular" buyrulmasi, onların bu davranışlarının sebebinin küfürleri olduğunu bildirmek içindir. Bu cümlenin mâkabk (öncesi) ile ilgisi, bundan önce yasaklanan o "râinâ" kelimesinin, çoğu kez, burada "hayır" diye ifade edilen vahyin inişi sırasında söylenmiş olması ihtimahdir. Burada belki de Yahudilerin Tevrat'ı tahrif etmelerinin ve daha önce anlatılan diğer çirkin hareketlerinin sebebinin, Müslümanlara inmesini istemedikleri hayrın vahiy olduğuna işaret vardır. Bir görüşe göre de, Yahudilerden bir fırka vardı ki bunlar mü'minlere zahiren muhabbet gösteriyorlardı ve mü'minler için hayır istediklerini iddia ediyorlardı. İste bu âyet, onları tekzib için inmiştir. Hayr'dan maksat vahydir. Bu hayra, ilim ve nusret (ilâhî inayet) gibi başkasını da kapsayacak genel bir anlam yüklemek mümkün değildir; çünkü bundan sonra gelen rahmetin tahsisi, bu mânâya engeldir. ".. .min Rabbiküm / Rabbinizden" buyrulması Müslümanlara hayr indirilmesinin sebebinin rubûbiyet vasfı olduğunu bildirmek ve Rabbin "siz / küm" zamirine izafe etkimesi ise, muhatablara şeref kazandırmak içindir. Yahudilerin, vahyin müsiümanlara indirilmesini islememeleri, Müslümanların, Kür'an'a göre ibâdet etmeleri ve Kur’ân'ın, Müslümanları iki cihan saadetine hazırlamaları yüzünden değildir. Çünkü hadiseye bu açıdan bakılmış olsa, o Yahudiler de, kendilerine hayır (vahiy) indirilmiş olanlar cümlesindendir. Fakat onların bunu istememeleri, vahyin kendi içlerinden birine değil Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilmiş olması yüzündendir. Bu da Peygamberin şahsına has bir sebepten değil fakat Yahudilerin dinî tedrisatı, müşriklerin de kendi riyasetlerini kaybetme endişelerindendir. Başka bir deyişle Yahudiler ve müşrikler, kendilerini vahiy için daha liyakatlı görüyorlardı. Yahudiler, Ehl-i Kitab olduklarından nübüvvet ve vahiy için kendilerim ümmî bir kavimden daha liyakatlı görüyorlardı. Müşrikler de mal ve şöhretlerini ileri sürerek peygamberlik için daha ehil olduklarını iddia ediyorlardı. Çünkü onlar nübüvvetin diğer dünyevî riyasetler gibi zahirî sebeplere bağlı olduğunu zannediyorlardı, İşte bundan dolayı, "Şu Kur’ân, memleketten (Mekke ile Taıf) bir büyük adama ındırilseydı ya!..." diyorlardı. B- "Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir." Bu cümle, rahmetin indirilişını açıklar, onun hikmetine dikkat çeker. Rahmetten maksad, vahydir. Nitekim; "Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar âyetinde de aynı mânâ kastedilir. Vahiy, mü'minlere inmesi itibariyle hayır, Allah'a (celle celâlühü) izafesi itibariyle de rahmet olarak vasıflandırılmıştır. Ali (kerremallahü vecheh), bunun anlamı şudur, diyor: Allah, nübüvvetini Muhammed'e tahsis etmiştir." Daha önce Bakara sûresinin 90. âyetinde geçen; "...Allah'ın kullarından dilediğine lûtfunun eseri (fadlından) indirdiğini kıskanarak..." ifadesinin siyakına uygun olarak burada tenzil değil de tahsis kökünden bir fiil kullanılması, Peygamberin şerefini yüceltmek, Yahudilerle müşriklerin boş ümitlerini tamamen kesmek içindir. Kısaca Allah, kullarından kimde liyakat görürse, rahmetini bir lütuf eseri o kuluna tahsis eder, başkasına vermez. Allah'ın, bir kimseye peygamberlik vermesi de, çok büyük bir lûtuftur. Nitekim Isrâ sûresinin 87. âyetinde: "Şüphesiz O'nun senin üzerindeki lûtfu pek büyüktür." buyurulur. Allah'ın, diğer insanları vahiyden mahrum bırakması (onlara vahiy indirmemesi), Allah'ın lûtfunun darlığından değildir. Bu ilâhî iradenin hikmetleri gereğidir. Her iki cümlenin başında Allah adının zikredilmesi, her ikisinin de mânâ ve şân itibariyle yüceliğine işarettir. 106"Biz bir âyetten neyi nesheder veya unuttuıursak onun yerine mutlaka daha hayırlısını veya mis tini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kaadirdir." A- "Biz bir âyetten neyi nesheder veya unutturursak..." Bu âyet, makabli ile bağlantik bir istinaf cümlesi olup indirilen vahyin bir bölümü olan neshin sırrını açıklamaktadır. Daha önce vahyin hakikati belirtilmiş ve vahyi sevmeyenlerin sözleri reddedilmişti. Şimdi vahyin nesh kısınına dil uzatanların sözleri çürütülmektedir. Bir görüşe göre, müşriklerin veya Yahudilerin, "- Muhammed'e bakın; ashabına bir şey emrediyor, sonra da onu nehyediyor ve ona ayları bir şey emrediyor." demeleri üzerine bu âyet nazil oldu. Nesh kelimesi lügatte, izâle etmek, ortadan kaldırmak, bir şeyin yerine başkasını geçirmek anlamına gelmektedir. Nitekim rüzgâr izi neshetti denir. Bu rüzgâr izi kaybettirdi, demektir. Bir âyetin neshi, onun kıraeti ile ibâdet veya o âyetten çıkarılan hüküm ile amel etmenin yahut her ikisinin sona ermesi demektir. Ayeti inşâ / unutturmak, ise onu kalblerden çekip almak demektir. "Nensah" kelimesi, "nünsih" olarak da okunmuştur. Buna göre mânâ: "Biz, nesh emrini sana yahut Cebrâîl’e verirsek veya sen bir âyeti neshedilmiş olarak bulursan" demek olur. "Nünsihâ" kelimesi de "nensehâ" olarak okunmuştur. Buna göre mânâ "Biz bir âyetin hükmünün uygulanmasını tehir edersek" demek olur. Bu iki kelime baştaki "n" yerine "t" ile, yani hitab tarzında da okunmuştur. Bu takdirde muhatab Resûlüllah olur. B- "...Onun yerine mutlaka daha hayırlısını veya mislini getiririz." Biz hikmet ve maslahat gereği olarak bir âyetin lafzını, yahut hükmünü, yahut da her ikisini bedelli veya bedelsiz olarak kaldırırsak, mutlaka onun yerine, mevcut hâle göre kullar için fayda ve sevapta daha hayırlı, ya da fayda ve sevapta onun benzeri olan başkasını getiririz. Bu hüküm tam bir âyet veya daha fazlasına mahsus olmayıp fakat bir âyetin bir parçası için de geçerlidir. Sadece bir âyetin zikredilmesi, çoğunluk itibariyledir. Gördüğün gibi âyetin sarahati, neshin caiz olduğuna delâlet etmektedir. Nasıl caiz olmasın ki, şer'î hükümlerin, çarkının döndüğü Kur’ân âyetleri, hikmet ve maslahatlara uygun olarak nazil olmaktadır. Hikmet ve maslahatlar ise, tıpkı hayât şartları gibi zamana, hallere, şahıs ve toplumlara göre değişmektedir. Nitekim bazen bir hüküm, bazı ahvâl ve şerait içinde hikmete uygun olduğu hâlde başka ahvâl ve şerait içinde onun aksi hikmete uygun düşmektedir. Bu itibarla eğer nesh caiz olmamış olsa, hikmet ve hükümler arasındaki nizam bozulmuş olur. C- "Bilmez misin ki Allah, her şeye kaadirdir." Bu hitap, Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem)dir Bundan maksat, Allah'ın, neshe, onun yerine daha hayırlısını veya benzerini getirmeye muktedir olduğunu göstermektir. Çünkü bunlar da, Allah'ın kudreti içindedir. Şu hâlde Allah'ın kudretinin her şeyi kuşattığını bilen kimse, buna da muktedir olduğunu kesin olarak, bilir . Bu cümlede de Allah'a râci olacak bir zamir yerine İsm-i Celilin zikredilmesi, ilâhî mehabeti göstermek ve hükmün merciini bildirmek içindir. Çünkü kudretinin her şeyi kuşatması, ulûhiyyet hükümlerindendir. 107"Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Sizin için de Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." A- Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." Çünkü Ulûhiyyet unvanı, onun melekûtunun (hükümranlığı) hükümlerinin çevresinde döndüğü medardır (eksen). Bu cümle üç ayrı yönde yorumlanabilir: 1- Bu cümle bir önceki açıklamanın tekrarı ve ilâhî kudrete delil göstermektir. 2- Bu cümle tekid için olduğu kadar ilâhî ilmin birbirinden bağımsız ve her birinin maksat üzerinde durmak için ye terk olduğunu göstermek içindir. 3- Bu cümle, Allah'ın kudretinin her şeyi kuşattığına delil göstermek için müstakil bir açıklamadır. Yani Allah, saltanat-ı kahire (her şeye gaalib ve üstün bir hükümranlık) ve istilâ-yi bahireye (apaçık bir hâkim kudret) sahiptir. Bunlar da göklerde ve yerde, ilâhî iradenin gerektirdiği şekilde icad, idam, emir ve nehy olarak külli tasarrufa tam kudret demektir. Allah'ın (celle celâlühü) emrine karşı duracak ve O'nun hükmünü geciktirecek hiçbir kuvvet mevcut değildir. O hâlde bu yüce sâna sahip olan Allahü teâlâ'nın kudreti dışına herhangi bir şey nasıl çikabılır?! B- "Sizin için de Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır." Bu da önceki cümleye atıftır. Yine bilmez misin ki, sizin için Allah'tan başka ne bir veli, ne de bir yardımcı vardır. Bu cümle, işaret ediyor ki, daha önce geçen, "Bilmez misin ki, Allah her şeye kaadirdir." "Bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." hitabları Peygamberin ümmetine de şamildir. Bu iki hitab ta zahiren yalnız Peygamberin muhatab alınması ise ümmetinin o konulara ilişkin bilgisinin kendi bilgisine müstenid olmasından dolayıdır. Bu cümlede de Allah'a râci olacak zamir yerine Allah adının sarahatle zikredilmesi, ilâhî mehabeti daha fazla göstermek ve velayet (velilik) ve nusretin, mutlaka kuvvet ve izzetin (üstünlüğün) yanında olduğunu bildirmek içindir. Bundan maksat, Allah'tan başka veli ve yardımcı olmadığı bilgisini, Allah'ın iradesinin, neshte daha hayırlısını veya benzerini getirmeye tealluk etiğine şahit göstermektir. Çünkü Allah'ın buna mücerret kudreti, mutlaka hasıl olduğunu gerektirmez; fakat bunu gerektiren ancak Allah'ın, buna muktedir olmakla beraber mü'minlere veli ve yardımcı olmasıdır. Şu hâlde bir kimse, veli ve yardımcısının yalnız Allah olduğunu bilirse, kesin olarak inanmalıdır ki, Allah, ancak kendisi için hayırlı olanı yapar. Böylece işini Allah'a havale eder ve ne nesh, ne de başka bir konuda onun kalbine bir şüphe gelmez. Veli ile nasîr (yardımcı) arasındaki fark şudur: Veli, bazen yardım edemez. Yardımcı da, bazen yardım ettiği kimsenin velisi değil fakat yabancısı olur. Hulâsa, Allah'ın her şeye kaadir, göklerin ve yerin hükümranlığının yalnız Allah'a ait olduğunu, Allah'tan başka veli ve nasıîr bulunmadığını bilmenin sonucu olarak, Allah'ın, din ve dünya işlerinde hayırlı olandan başka bir şey yapmayacağına kesin olarak inanmak, bunu hazmetmek, Allah'a güvenmek, tevekkül etmek, kâfirlerin dedikodularına, şüphe aşılama gayretlerine ve ezcümle nesh hakkında söylediklerine kulak vermeden işi tamamen Allah'a havale etmek gerekir. 108"Yoksa siz de bundan önce Mûsa'ya sorulduğu gibi Peygamberinizi sorgulamak mı istiyorsunuz? Kim imânı küfürle değiştirirse (tebdil eder) dosdoğru bir yolda sapıtmış olur." A "Yoksa siz de bundan önce Mûsa'ya sorulduğu gibi Peygamberinizi sorgulamak mı istiyorsunuz." Burada hitab, Peygamber'den tecrid ve mü'minlere tevcih edilmiştir. Bazı mü'minlerde gevşeklik ve kâfirlerin sözlerinden etkilenme emareleri görülmesi üzerine ilâhî kelâm, mü'minleri bundan sakındırmaya yönelmiştir. "Yoksa siz de... Peygamberinizi sorgulamak mı istiyorsunuz?" sorusu mü'minleri Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) münasib olmayan şeyler sormak isteğinden uzak tutmak anlamını taşımaktadır. Çünkü onların imânı buna engeldir. Bu ifade, Peygambere değil bu kabil sorular sormak, sorma isteğinin bile bir akıllı mü'minden sadır olamayacağını gösterir niteliktedir. Bu, şu demektir: "- Sizler mü'min olarak, size gelen bunca bilgiden sonra, işlerinizde Allah'ın lütfuna güvenmeyerek kendi arzunuza göre bu şânı yüce Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kabil sorular sormak mı istiyorsunuz?!" Bir rivâyete göre, Müslümanlardan bir topluluk, Peygamber'den müşriklerin "Zate Envat'ı gibi kendileri için böyle bir şey tayin etmesini istediler. "Zate Envat", müşrikler için bir kutsal ağaçtı. Onlar, bu ağaca tapıyorlar ve ona yiyecekler, içecekler asıyorlardı. ".. .Mûsa'ya sorulduğu gibi..." ifadesinden maksad, Mûsa'dan Benî İsrail'in, "- Bize bir ilâh tayin et. Bize açıktan Allah'ı göster!" veya buna benzer istekleridir. B- "Kim imânı küfürle değiştirirse dosdoğru bir yolda sapıtmış olur." Bir kimse, imân karşılığında veya onun yerine kendi nefsi için küfrü seçerse, ez cümle kulların maslahatine uygun olarak inen apaçık, sadece hayır ve hakikatten ibaret nâsıh (neshedıci) âyetlere güvensizlik izhar eder ve düşünmeden başka teklifler ileri sürerse, o kimse, halika ve hidâyete ulaştıran doğru yoldan kesinlikle sapmış, heva ve heves çöllerinde dolaşırken felâket uçurumlarına yuvarlanmış olur. Burada meselâ, "bunu yapan kimse kâfir olur" anlamına gelecek bir ifade yerme mevcut nazm-ı kerîmin tercih edilmesi, daha cümlenin başında bunun küfür ve irtidat olduğunu sarahatle belirtmek içindir. Bu da söz konusu temayülden Müslümanları mübalağa (ziyadesi) ile menetmek ve caydırıcılıkta ifratı sağlamak maksadına matuftur. Bir görüşe göre de, âyetin başındaki "Yoksa siz..." hitabı Yahudiler içindir. Onların, kendilerine gökten bir kitap indirilmesini istemeleri üzerine bu âyet nazil olmuştur. Bir görüşe göre ise, bu hitab, müşrikler içindir; müşriklerin, "Sen bizim için yerden kaynayan bir su akıtma di kça biz sana asla inanmayız." gibi istekleri üzerine nazil olmuştur. Bu iki görüşe göre, Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara izafe edilmesi ".. .Resûleküm / Peygamberiniz e..." buyrulması, onların da İslama davet edilen topluluklardan olmaları itibariyledir. Ve yine bu iki görüşe göre, onlar imândan uzak oldukları hâlde onlar hakkında: "Ve men yetebedeli'l-küfre bi'l-imani / Kim imânı küfürle değiştirirse..."nin anlamı: "Kim imkânı olduğu hâlde gücünü bu yönde harcar ve küfrü imâna tercih ederse..." demektir. 109"Kitab Ehli'nden çoğu, hak kendilerine tebeyyün ettikten sonra nefislerinde duydukları bir hasedle sizi imândan küfre döndürmek ister. Şimdi siz Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın. Şüphe yok ki Allah, her şeye kaadirdir." A- "Kitab Ehli'nden çoğu, hak kendilerine tebeyyün ettikten sonra nefislerinde duydukları bir hasedle sizi imândan küfre döndürmek isterler." Rivâyet olunduğuna göre, Uhud savaşından sonra Yahudi ulemâsından Finhas b. Azûrâ ile Zeyd b. Kays ve bir cemaat, Sahabîlerden Huzeyfe b. el-Yeman ile Ammar b. Yasir'e "- Basınıza gelenleri görmüyor musunuz? Eğer siz, hak üzere olsaydınız, bu hezimete uğramazdınız! Haydi, bizim dinimize dönün; o sizin için daha hayırlı ve daha faziletti dir; bizim yolumuz daha doğrudur!" dediler. Ammar : "- Pekiyi, sizin dininize göre ahdi bozmak nedir?" diye sordu. Onlar da: "- Ağır bir suçtur." dediler. Ammar şu sözlerle sonucu belirledi: "- Pekiyi, ben, yaşadığım müddetçe Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygamberliğini inkâr etmeyeceğime ahdettim." O zaman Yahudiler: "- Yahu, bu adam, dinden çıkmış!" dediler. Huzeyfe de (radıyallahü anh): "- Bana gelince; ben de, Rabb olarak Allah'ı; peygamber olarak Muham-med'i; din olarak Islâmı; önder (imam) olarak Kur’ân'ı; Kıble olarak Kabe'yi ve kardeşler olarak da mü'mınleri benimsedim" dedi. Sonra Huzeyfe ile Ammar (radıyallahü anh), Resûlüllahin yanına gelip Yahudilerle aralarında geçenleri anlattılar. Resûlüllah da onlara: "- Sız, hayrı seçtiniz ve felâha erdiniz" buyurdu. İşte bunun üzerine bu âyet nâzıl oldu. "...Min ba'di imâniküm. / îmânınızdan sonra", yerleşmiş, köklü imânınızdan sonra, demektir. Bu itibarla âyet, mü'minleri imân üzerinde sabit kılmak için kuvvetli ve açık bir telkindir, Hased, bir insanın hayırlara sahip olmasından dolayı diğer bir insanın duyduğu esef ve üzüntüdür. Özetle bu cümlenin anlamı: "Yahudiler, Resûlüllahin parlak mucizelerini gözleriyle görmek ve onun nübüvvetinin demlerini Tevrat'ta yazılı bulmak suretiyle hak (gerçek), kendilerine apaçık belli olduktan (tebeyyün ettikten), sizin halika sarıldığınızı, kendilerinin de bâtıla battıklarını kesin olarak bildikten sonra, sırf içlerinden gelen aşırı bir kıskançhk ve hasedle sizi, bu köklti imânı terk ederek küfre döndürmek istediler." B- "Şimdi siz Allah'ın emri gelinceye kadar af ile hoşgörüyle davranın." Şimdilik bu yaptıklarından dolayı onları muahaze etmeyin, onlara bir ceza vermeye de kalkışmayın, onları azarlamayın, tahkir etmeyin. Allah'ın onlar hakkındaki emri, Benî Kureyza'nın öldürülmesi, Benî Nadrin yurtlarından sürülmesi ve diğerlerinin de cizyeye bağlanmasıdır. Allah onları bu sûrede zeki etmiştir. Bununla beraber Allah'ın onlar hakkında gelen emri, onlarla savaşma izni de olabilir. İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre, bu âyet "Kılıç Âyeti" olarak bilinen Enfâl sûresinin 12. âyetiyle nesholunmuştur. Yani bunu nesheden âyet gelinceye kadar şimdilik onlara karşılık vermeyin, afvedin, geçin. C- "Şüphesiz Allah, her şeye kaadirdir." Yani zamanı gelince Allah, onlardan intikam alacaktır ve zaten zamanı da yaklaşmıştır. Demek ki bu cümle, önceki cümlenin ifade ettiği hükmün sebebidir. (Sız şimdilik karşılık vermeyin; çünkü şüphesiz Allah her şeye kaadirdir; ezcümle onlardan intikam almaya da kadirdir; zamanı gelince de onlardan intikam almak için size izin verecektir). 110"Namazı kılın, zekâtı verin. Kendiniz için hayırdan ne hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz, Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görür." A- Namazı kılın, zekâti verin..." Bu cümle, daha önce geçen "Fa'fû" cümlesine atftır. Henüz savaş izni verilmemişti. Müslümanlar sabır, mudâra (sulh ve hüsn-ü muamele), bedenî ve malî ibâdetlerle Allah'a sığınmağa memur edilmişlerdi. B- "Kendiniz için hayırdan ne hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz." Namaz, sadaka ve benzeri hayırlardan kendi âhiret maslahatınız için her ne yaparsanız, onun mükâfatını Allah katında bulursunuz. C- "Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı hakkıyla görür." Bu itibarla Allah katında hiçbir amel zayi olmaz. Bu da, mü'minler için büyük bir mükâfat va'didir.’Ta'melûne / yaptıklarınızı" fiili, "ya'melûne / yaptıklarını" olarak da okunmuştur ki, o takdirde meal: "Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını hakkıyla görür." şeklinde olur. Buna göre de âyet, kâfirler için ceza va'dinin ifadesidir. 111"Onlar: "- Yahudî ve Hristiyan olmayan hiç kimse cennete giremez!" dediler. Bu, onların kuruntularıdır (boş ümid ümniye). (Resûlüm) de ki: "- Haydi getirin delillerinizi!... Eğer sözlerinizde sâdıklar iseniz..." A- "Onlar: "- Yahudî ve Hristiyan olmayan hiç kimse cennete giremez!" dediler." Yahudiler: "Yahudî olmayan kimse cennete giremeyecektir" dediler; Hristiyanlar da: "Hristiyan olmayan kimse cennete giremeyecektir" dediler. Onların bu sözleri Bakara sûresinin 135. âyetinde belirtildiği gibi, "Onlar, Yahudî ya da Hristiyan olun ki, hidâyete eresinız; dediler" kabilındendir. Onların bu Yahudilerden ve Hristiyanlardan maksadları, bu iki dinin nesh ve tahrifinden önce bu dinleri gerçek veçheleri ile yaşayan eski Yahudiler ve Hristiyanlar olmayıp fakat bu iki dinin nesh ve tahrifinden sonraki hâlini yaşamakta olan kendileridir. Çünkü onlar bu sözleri, mü'minleri dalâlete düşürmek ve küfre döndürmek için söylüyorlardı. Âyet-i kerîmede Yahudiler "Hûd" kelimesi ile ifade edilmiştir. Hûd, "hâi"in çoğuludur. Kur’ân-ı Kerîm'de "hûd" kelimesi "yahûdiyyen" ve Hristiyanlar demek olan "nasara" kelimesi de "nasraniyyen" şeklinde de geçer. B- "Bu, onların kuruntularıdır. (Resûlüm) de ki: "- Haydi getirin delillerinizi!... Eğer sözlerinizde sâdıklar iseniz..." "Bu, onların kuruntularıdır." cümlesi, mu'terıza cümlesi (ara cümlesi) olup Ehl-i Kitabin, o söylediklerinin tamamen geçersiz olduğunu bildirmektedir. Cümlenin basındaki "tilke / bu", değişik şekillerde yorumlanabilir. Şöyle: 1- Onların yukarda geçen sözlerine işaret olabilir; 2- Bu kabil sözler anlamında kullanılmış olabilir; 3- Mü'minlere hayır indirılmeycceği ve müm'inlerin küfre dönebilecekleri iddialarına işaret olabilir. Ancak Haydi getirin delillerinizi!...Eğer sözlerinizde sâdıklar iseniz..." cümleleri bu son mânâyı reddeder. Bu makamda âyetin nazm-i celilinin mânâsı kesinlikle şudur: "Siz Yahudiler ve Hıristiyanlar, cennete girişin yalnız size mahsus olduğu iddianızda doğru iseniz, haydi, getirin delillerinizi!" Bundan sonraki âyetin başında "Belâ hayır, öyle değil" kelimesinin kullanılması da bu mânâya kesinlik kazandırır. Çünkü bu suretle Yahudî ve Hıristiyanlarm nefyettikleri Allah tarafından isbat ve isbat ettikleri de nefyedilmiş olur. Ayrıca bu ifadeyle sabit olan bir gerçek daha vardır; o da cennete girişin Yahudî ve Hıristiyanlar dan başkasına yani Müslümanlara mahsus olduğudur. Nitekim Allahü teâlâ'nın izniyle bundan sonra gelecek âyetlerde bu gerçek açıkça anlaşılacaktır. Böylece ortaya şu hakikat çıkmaktadır: Allah tarafından "Belâ / Hayır, öyle değil" kelimesiyle vurgulanan asıl vakıa, Yahudî ve Hıristiyanlarm cennete giremeyecek!eridir. Ve bunun zarurî sonucu olarak onlara teklif edilen delil ikamesi cennetin onlara mahsus olduğuna değildir. Fakat onlar cennete gireceklerine dâir delil göstermelidir. Zira ancak bu mânâya göre isbat ile nefiy (red) aynı noktada birleşmiş olur. Ancak âyetin nazm-i celilinde, onların sarih iddialarını cerh etmek yerine bu yolun tercih edilmiş olması, onların göz diktikleri cennetten tamamen mahrum kaldıklarını belirtmek ve onların kendi iddialarını isbat etmekten tamamen âciz olduklarını açıklamak içindir. 112"Hayır, öyle değil. Kim muhsin olarak yüzünü Allah'a teslim ederse İşte onun için Rabbi katında ecir vardır. Onlar için korku yoktur; onlar mahzun olacak da değillerdir." A- "Hayır, onların söyledikleri, gibi değil. Kim Muhsin olarak yüzünü Allah'a teslim ederse İşte onun için Rabbi katında ecir vardır." Yahudilerin ve Hristiyanlarm bu iddiaları tamamen asılsızdır. Cennete girme nimetine erişecek olanlar ancak İsliamda ihsan ehli veya muhsinler olarak benliğıni yalnız Allahü teâlâ'ya hâlis kılan, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan mutlu ve kutlu insanlardır. İnsanın benliği âyette "veçhe / yüz" kelimesiyle ifade edilmiştir. "... Men esleme vechehu... ; / Kim Allah'a yüzünü teslim ederse..." buyrulmasının sebebi yüzün, insanın bütün uzuvlarının en şereflisi olmasından, duyu organlarının baş bölgesinde toplanmış bulunmasındandır. Ayrıca insanın secde yeri yüzündedir ve İhlasın özelliklerinin en büyüğü olan huzû (tevazu) izleri, de yüz de görülür. "Vech", kelimesi, teveccüh (yöneliş) ve kasd olarak da yorumlanabilir. O zaman şöyle olur: "Kim muhsin olarak yalnız Allah'a yönelir ve O'nu isteyerek azmim ve iradesini O'ndan başka hiçbir şeye yöneltmezse..." İhsanın hakikati, işleri layikı veçhile yapmaktır. Bu, onun vasfı güzelliğidir ki, o da, zâti güzelliğe tâbidir. (Bir işin kendisi güzel değil ise, icrası ne kadar güzel de olsa, o güzel olmaz.) Bu itibarla bâtıl olanı güzel icra etmek, onu bâtıl olmaktan çıkarmaz. Resûlüllah ihsanı şöyle tefsir buyurmuştur: "İhsan, Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibâdet etmendir; zira sen O'nu görmüyorsun ama O seni görüyor." "Ecir mükâfat", kulun ameline karşılık kendisi için hazırlanan sevab veya ödüldür ki bu, cennet veya cennetin de öncekide dahil olduğu büyük nimetlerdir. Bunun ikisinden hangisi olursa olsun, o âhiret nimetlerinin ecir (ücret) olarak tavsif edilmesi, onun amel ile kuvvetli irtibatını ve amel olma dan ona erişmenin mümkün olmayacağını bildirmek içindir. "I'nde Rabbihi /- Rabbi katında" olmakla vasıflandırılma, teşrif (bu nimetlere şeref kazandırmak) içindir. "O'nun katında" demek yerine, "Rabbi katında" buyrulmak suretiyle Rabb kelimesinin, muhsin zamirine izafe edilmesi ise, Allah'ın, rubûbiyet vasfının gereği olarak ihsan ehli (muhsinler) hakkında çok lütufkâr olduğunu ifade etmek içindir. Kısaca ihsan ehlinin, onun mâliki, bütün işlerini düzenleyen ve de kemâle erdiren Rabbi katında ecri vardır. Hulâsa, bu âyette, ecir ve mükâfatın su bu tu, İslâm ve ihsana bağlı kılın mistir. Oysa bunların her ikisi de imân ehline mahsustur. Bu durumda cennete gireceklerini iddia eden Yahudilerle Hristiyanlarm, cennete girmekten ve hele yalnız kendilerinin girecekleri bir cennetten bin konak uzak bulundukları kesinlikle ortaya çıkmaktadır. B- "Onlar için korku yoktur; onlar mahzun olacak da değillerdir." Bu gibi insanlar, her iki cihanda da mesut ve bahtiyardır; kötü bir sonuçla karşılaşmak korkuları yoktur. Onlar, muratları olmadı diye üzülmeyecek; bu gibi hallerle karşılaşmayacaklardır. Böyle hallerle karşılaşacaklar, fakat korkmayacaklar ve üzülmeyecekler demek değildir. 113"Yahudiler dediler ki: - Hıristiyanlar bir şey üzerinde değildir. Hristiyanlar da dediler ki: - Yahudiler bir şey üzerinde değildir. Oysa onlar Kitabi okuyorlar. Hiçbir bilgisi olmayanlar da onların sözlerine benzer şeyler söylediler. Artık Allah, kıyamet günü onların ihtilâf eder oldukları konuda aralarında hükmedecektir." A- "Yahudiler dediler ki: - Hıristiyanlar bir şey üzerinde değildir. Hıristiyanlar da dediler ki: - Yahudiler, herhangi bir şey üzerinde değildir." Daha önce Yahudi ve Hrıstiyanların, kendilerinden başka herkesi dalâletle suçladıkları beyan edilmişti. Şimdi burada da bunların karşılıklı olarak birbirini suçladıkları anlatılmaktadır. Bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: Cahiliye döneminde Necran bölgesinde (Arap Yarımadasında Hicaz ile Yemen arasında) çok sayıda Hristiyan vardı. İslâmiyet henüz gelişme haklideydi. İşte o günlerde Necranh Hristiyanların temsilcisi bir heyet (vefd), Resûlüllah ile görüşmek üzere Medine'ye geldi. Medine'de yerleşik Yahudilerin bilginleri de (ahbarü'l-yahûd), bu fırsattan yararlanarak Necranlı Hristiyanlarla görüşmek imkânı buldular. Fakat iki taraf arasındaki konuşmalar giderek tartışmaya dönüştü ve sesler yükselmeye başladı. Yahudi âlimlerı, Necranklara: "- Sizin hiçbir temeliniz yoktur; sizinki itibar edilecek bir din değildir; sizin inancınızın hiçbir dinî değeri yoktur; sizinki "lâ şey / hiçbir şey değil'den de değersiz bir şeydir" dediler. Böylece Hazret-i İsâ ile İncil'i de inkâr ettiler. Necrank Hristiyanlar da, Yahudi âlimlerine aynıyla mukabele ve onlar da Hazret-i Mûsâ ile Tevrat'ı inkâr ettiler. Elbette Necran Hristiyanları, bunları Tevrat'ın neshedilmiş olduğu için söylemiyorlardı. B- "Oysa onlar Kitabi okuyorlar." Yani her iki taraf da ilim ve Kitab Ehli idiler ve onların her birinin Kitabı da, diğerinin hak olduğunu kabul etmekteydi. Çünkü bihndiği gibi İlâhî Kitaplar, birbirlerini tasdik ederler. C- "Hiçbir bilgisi olmayanlar da onların sözlerine benzer şeyler söylediler." Yani Kitab Ehli olmayanlar, putperestler ve cahiller de bir dine mensubiyeti olanlar için tıpkı, o Yahudilerin ve Hıristiyanların söylediklerini söylediler; "onların hiçbir temeli yok" dediler. Bu âyet, Yahudiler ve Hıristiyanlar için büyük bir uyarı ve tahkirdir. Çünkü onlar mukaddes Kitapları bildikleri hâlde kendilerini, Kitap bilmeyen cahiller durumuna düşürdüler. Ç- "Artık Allah, kıyamet günü onların ihtilâf eder oldukları konuda aralarında hükmedecektir." Yani Yahudilerin ve Hristiyanlarm ihtilafa düştükleri şeylerde... Çünkü âyetin nazm-i celilinin, siyakı, Yahudi ve Hristiyanlarm hâlini beyan etmek içindir. Onların dışındakilerin sözleri ise, Yahudî ve Hristiyanlarm sözlerinin bâtıl ve boş olduğunu açıklamak amacıyla dile getirilmiştir. Hüküm verilmesini gerektiren tartışma da Yahudilerle Hristiyanlar arasında cereyan etmiştir. Cenâb-ı Allah'ın, kıyamet günü onlar arasında hükmetmesi, her fırkaya layık olduğu azabı vermek şeklinde olacaktır. Bir görüşe göre de onları tekzib ile cehenneme atması demektir. 114"Allah'ın mescidlerinde O'nun isınınin zikredilmesine mâni olan ve onların harabına çahşandan daha zâlim kim olabilir? Onlar oraya ancak korkarak girebılırler. Onlar için dünyada aşağılanma (hızy), âhirette de büyük bir azab vardır." A- Allah'ın mescidlerinde O'nun isınınin zikredilmesine mâni olan ve onların harabına çalışandan daha zâlim kim olabilir?" Bu beyan bunları yapandan daha zalim kimse olmadığı gibi, bunlar kadar da zalim kimse yoktur anlamına gelir. Âyetin terkibinde "bunlar kadar da zalim kimse yoktur" ifadesi açık olarak bulunmasa da, yaygın örfe ve genel kullanıma göre bu mânâ mevcuttur. Nitekim "filandan daha çok kerem (iliram) sahibi kim var?!" veya "filan adamdan daha faziletk kimse yoktur" denddıği zaman, kesin olarak bunun mânâsı, "bu adam, her kerem sahibinden daha fazla kerem sahibidir" ve "her faziletliden daha faziletlidir" demektir. Bu âyet-i kerîmenin ifade ettiği hüküm bütün mescidler ve mâbedler için geçerlidir. Ancak âyetin nüzul sebebi, muayyen bir taifenin, muayyen bir mescidde yaptiklarıdır. Rivâyete göre Hristiyanlar, Beytü'l-Makdis'e pislik atıyorlardı ve insanların orada ibâdetlerine engel oluyorlardı. Romalılar da, Beytü'l-Makdis'e (Kudüs'e) saldırdılar, şehri tamamen tahrib ettiler, Tevrat'ı yaktılar ve halkın bir kısınını öldürdüler, bir kısınını da esir aldılar. İbn Abbâs'a (radıyallahü anh) göre: "Roma İmparatoru Tîtayûs (Titus) büyük bir ordu ile Kudüs üzerine yürüdü. Romaklar, İsrâiloğullarını büyük bir hezimete uğrattılar; kadınlarını ve çocularıni esir aklılar; Tevrat'ı yaktılar; Beytü'l-Makdis'i (Mescid-i Aksa) yıktılar; içine hayvan leşleri attılar ve içinde domuzlar kestiler. Beytü'i-Makdis, İslâm dönemine kadar harap kaldı. Nihayet Ömer b. Hattab'ın hilâfeti döneminde Müslümanlar, onu yeniden inşa ettiler." Aslında engellenen, men edilen insanlar olduğu hâlde âyette "Mimmen menea' mesacida'llah / Allah'ın mescıdlerini men edenler" buyrulmuştur. Çünkü pislik atmak, yakıp yıkmak gibi fiiller insanlarla değil fakat doğrudan mâbedle ilgilidir. İnsanlar eski hâlinde olup onlar için bir değişiklik mevcut değildir. Bu âyetin, bir önceki âyetle ilgisi, Hristiyanlarm, cennete yalnız kendilerinin gireceklerine dâir olan iddiasını çürütmesidir. Bir görüşe göre ise, söz konusu menetme (engel, olma), müşriklerin, Hudeybiye Andlaşmasının yapıldığı yılda (H. 6/M. 628) Resûlüllahın Mescid-i Haram'a girmesine engel olmalarıdır. Bu tefsire göre bu âyetin, önceki âyet ile irtibatı, müşriklerin de, kendilerinden başkası için "onların dinlerinin bir sağlam temek yoktur" diyen cahillerden olmaları itibariyledir. "Ve sea' fî harabiha / Mescidlerin harabiyetine çalışan" ifadesinin bir mânâsı da, mescidleri Allah'ın adının anılmasından yoksun bırakmaktır. B- "İşte onlar oralara ancak korkarak girebilirler." Bu cümle değişik vecihlerle yorumlanabılır. Şöyle ki: 1 - Mâbedlerde Allah'ın adının anılmasına engel olan ve onları yıkmaya çalışan o zâlim insanlar var ya, işte aslında onlara yaraşan, o mâbedleri tahribe yönelmek ve ibâdetten yoksun bırakmaya cür'et etmek değil fakat korku ve tevazu içinde o mâbedlere girmektir. 2- O zâlimlere düşen, mü'minlerin mescidlerini istilâ edip onları engellemek değil fakat mü'minlerin, onları yakalamasından korka korka ve titreye litreye oralara girmektir. 3- Allah'ın ilminde ve nihaî hükmünde onlara düşen budur. Bu son mânâya göre âyet, mü'minlere ilâhî yardım ve kâfirlerin istilâ ettikleri mâbedleri onların elinden kurtarma va'didir. Nitekim Allah'a hamd-ü senalar olsun ki bu va'd-i ilâhî gerçekleşmiştir. Rivâyet olunur ki, bir Hristiyan ancak kimliğini gizliyerek Beytü'l-Makdis'e girebilmektedir. 4- Bu âyet, kâfirlere, İslâm mâbedlerine, mescidlere girmeyi yasaklamaktadır. Müctehidler bu konuda ihtilaf etmişlerdir: İmam Ebû Hanıfe Numan b. Sabit, bunu mutlak olarak caiz görmektedir. İmam Malik b. Enes (radıyallahü anh) ise, bunu mutlak olarak yasaklamaktadır. İmam Şafiî Muhammed b. İdris, bu konuda Mescid-ı Haram (Kabe) ile diğer mescidleri birbirinden ayırmaktadır (Ona göre Mescid-ı Haram'a girmeleri yasak, başka mescidlere girmeleri ise yasak değildir). C- "Onlar için dünyada aşağılanma, âhirette de büyük bir azab vardır." Yukarıda anılanlar için dünyada büyük bir rezillik vardır. Bu onların kati veya esir edilmeleri veyahut cizye ödeme zorunda bırakılmaları gibi hallerdir. Âhirette de onlar için cehennem ateşi vardır. Hulâsa, onların zulümleri nisbetinde azabları, büyüktür. 115"Doğu da batı da Allah'a aittir. Nereye, dönerseniz dönün Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz ki Allah, Vâsi'dır, A'lîm'dir." A- "Doğu da batı da Allah'a aittir. Nereye dönerseniz dönün Allah'ın yüzü oradadır." Doğusu ve batısı ile bütün yeryüzü Allah'ındır. Mülkiyet, tasarruf ve ibâdet mekânı olarak hiçbir yerin özelliği yoktur (her yer Allah'ın mülküdür ve her yerde yapılan ibâdet geçerlidir). Bu itibarla: 1- Eğer Mescid-i Aksa veya Mescid-i Haram'da ibâdetten engellenirseniz, nerede olursa olsun yüzünüzü Kıble'ye döndüğünüzde Allah'ın emrettiği yön orasıdır. Çünkü Kıble'ye yönelmek, mescidler içinde bir mescide ve mekânlar içinde bir mekâna mahsus değildir. 2- Nerede Kıble'ye yönetirseniz, Allah'ın zâtı ve ilmî huzuru oradadır; O, her mekânda yapılan ibâdeti hakkıyla bilmekte ve o ibâdetinizin mükâfatını vermektedir. B- "Şüphesiz ki Allah Vâsi'dir, (rahmeti geniş) A'hnı'dir (her şeyi hakkıyla bilen)." Allah, kudreti ve rahmetiyle her şeyi kuşatmıştır. O, kulları için geniştik diler ve O, bütün her yerde kullarının yaptıklarını hakkıyla bilir. Bu âyetin nüzul sebebi hakkında rivâyetler muhteliftir: 1- Abdullah b. Ömer'e göre: "Bu âyet, yolcuların, binekleri sırtında yönleri ne olursa olsun- kıldıkları namaz hakkında nazil olmuştur." 2- Bu âyet, Kıble'yi doğru olarak tayin edememiş bir cemaat hakkında nazil olmuştur. Bunlar değişik istikametlere doğru namaz kılmışlar ve sabahleyin hepsinin de yanıldığı anlaşdmıştır. Buna göre, Kıble yönünü bulmaya çalışan bir kimsenin sonradan yanıldığı anlaşılırsa, kıldığı namazı iade etmesi gerekmez. 3- Bu âyet, Kıble'nin değiştirilmesine bir hazirlik ve alıştırma ve Cenâb-ı Allah'ı, belli bir yönde bulunmaktan tenzih için inmiştir. 116"Allah, çocuk edindi; dediler. Hâşâ, O Sübhandır. Hayır öyle değil! Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Hepsi O'nun emrine boyun eğmiştir." A- "Allah çocuk edindi; dediler." Yahudi, Hristiyan ve cahil putperestlerin, bâtıl sözlerinden bir başkasını anlatan bu âyet, "Yahudiler ve Hristiyanlar: "- Biz, Allah'ın oğulları ve sevgihleriyiz; dediler." "Yahudiler: - Uzeyr, Allah'ın oğludur; dediler." Hristiyanlar da: - Mesih, Allah'ın oğludur; dediler." "Bazıları da hiçbir bilgileri olmadığı hâlde O'na oğullarla kızlar uydurdular." mealindeki âyetler kabilindendir ve müşrik Arapların: "- Melekler, Allah'ın kızlarıdır" demeleri üzerine nazil olmuştur. B- "Hâşâ, O Sübhandır." Allah, evlâd edinmek gibi bir eksiklikten münezzehdır. Evlâd edinmek insanlara has bir olaydır. Sübhan, tesbih etmek mânâsına mastar olarak kullanılır. Mastarın başındaki fiil hiçbir zaman zikredilmez; her zaman mahzûf, başka bir deyişle gizlidir. Sübhanallah; "- Ben Allah'ı her türlü eksiklikten tenzih ederim" demektir. Sübhan kelimesi "se-be-ha" kökünden türemiştir; yüzmek, yerde yürümek ve uzaklaşmak mânâlarına gelir. Bir de sübhan, (fiilin mübalağası olan) tefîl (sebbeha-yüsebbihu-tesbıhan) babına nakledilmiştir. Ayrıca sübhan, mastar hâtinden hususî isim hâline dönüştürülmüştür. İşte bütün bu özelliklerınden dolayı sübhan kelimesi pek yüksek bir tenzih ifadesi taşır. Bir görüşe göre de, sübhan kelimesi, tıpkı gufran kelimesi gibi, tenezzüh (münezzeh olmak) anlamında mastardır. Allah kendi Zâtı ile kendine yaraşır bir şekilde tenezzüh etmiştir. O, her türlü eksiklikten uzak ve beridir. Bu mânâya göre de, berâetin ve tenezzühün Zât-ı Akdes Cenâb-ı Allah'a isnadı cihetiyle mübalağa (kuvvetli ifade) mevcuttur. Fakat aslında tenzih, Allah'ın kendisine yaraşmayan şeylerden münezzeh olduğuna inanmaktır; yoksa bunu Allah'a isnad ve isbat değildir. C- "Hayır, öyle değil (Bel)! Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." Bu, âyet kâfirlerin iddialarını red ve onların söylediklerinin boş ve bâtıl olduğunu beyan eder. Cümlenin başındaki "bel / öyle değil" kelimesi, onların düşüncelerine asla itibar etmemek anlamına gelir. O düşünceye göre sanki Allah -, herhangi bir mahlûk cinsinden olup yerine geçecek bir çocuk edinmesini gerektiren süratli bir fânîlik (hızlı yok oluş) hâline mübtelâdır. Çünkü süratli fânilik mefhûmu olmadan, mücerret mümkün ve fâni okmak, yerine geçecek bir varlığın bulunmasını gerektirmez. Nitekim gök cisimleri, mümkün ve sonunda yok olmaya mahkûm varlıklar olmakla beraber, sürekli ve uzun ömürlü olmaları sebebiyle hayvanlar gibi değildir. Onların bir yavruya bile ihtiyaçları yoktur. Hulâsa, durum, onların iddia ettiği gibi değildir. Allah (celle celâlühü), bütün varlıkların ve ezcümle Uzeyr, Mesih ve meleklerin de yaratıcısıdır. Ç- "hepsi O'nun emrine boyun eğmiştir." Bilgi sahibi olsun veya olmasın, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'na boyun eğmektedir. Bu varlıklardan hiçbiri Cenâb-ı Allah'ın tekvin (yaratma), takdir ve iradesine baş kaldıramaz. Ve bu yüce sâna sahip Rabb'imizin, herhangi bir varhk cinsinden olması tasavvur olunamaz. Oysa eğer onların iddia ettiği gibi -hâşâ- çocuk edinmişse, çocuğun, kendi babasının cinsinden olması zorunludur. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi" ifadesinde bilgi (akıl) sahibi olmayan varlıklar için kullanılan "mâ / ne" harfinin kullanılması, göklerde ve yerde bulunan varlıkları hakir göstermek ve onların bir kısınına nisbet edilen vasıftan onların son derece uzak olduklarını bildirmek içindir. "Boyun eğmiştir" anlamındaki "kanitûn" kelimesinin, akıl sahiplerinin çoğulu tarzında olması (sonunda, vâv ile nûn bulunması) ise, tağlîb (akıl sahiplerinin galibiyeti) kabihndendir. Sözü geçen kâfirlerin, Cenâb-ı Allah'a çocuk olarak isnad ettikleri insanların ve meleklerin hepsi, O'na itaat ve ibâdet ermekte ve O'nun Tanrılığını kabul etmektedir. Nitekim İsrâ sûresinin 57. âyetinde meâlen şöyle buyurulur: "İşte onların yalvardıkları bu varlıklar, Rabb'lerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar; O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar." 117"Göklerin ve yerin Bedîi (Yaratıcısı) O'dur. O, birisi dilediği zaman onun için sadece (ol!) der; o da hemen oluverir." A- "Göklerin ve yerin Bedîi (Yaratıcısı) O'dur." Gökleri ve yeri örneksiz olarak yoktan yaratan ve inşa eden Allah'tır ve onların yaratılışı son derece güzel ve mükemmeldir. Bu âyet kâfirlerin o çirkin söylemlerini çürütmek için başka bir delilidir. İzahı da şöyledir: Baba, kendisinden bir maddenin ayrılmasıyla meydana gelen çocuğun unsurundandır. Allah (celle celâlühü) ise, bütün eşyayı mutlak olarak yoktan var etmiştir. O, madde olmadığı gibi kendisinden bir cüz'ün ayrılması da söz konusu olamaz. Allah bütün bunlardan münezzehtir. B- "O, bir işi dilediği zaman onun için sadece (ol!) der; o da hemen oluverir." Bu âyet "O, bir şeyi irade ettiği zaman yaptığı sadece’ol!' demekten ibarettir." mealindeki âyet kabilindendir. (Dilemek olarak tercüme edilen) kaza kelimesi aslında muhkem kılmak anlamındadır. Burada ise bir şeyin vücuda gelmesine taalluk eden ilâhî irade anlamında kullanılmıştır; çünkü ilâhî irade, zaten bu mânâyı gerektirmektedir. Bir görüşe göre ise burada kaza; emir, hüküm anlamındadır. Nitekim, "Rabbin, şunlara hükmetti: "Yalnız O'na kulluk edin, ana-babaya güzellikle davranın" mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır. Bu âyette söz konusu olan, gerçek emir ve emre uymak değildir. Fakat burada belirtilmek istenen ilâhî kudret dahilinde bulunan her şeyin, O'nun iradesinin tecellisine göre kolaylıkla meydana geldiğini tasvir etmektir. Bu temsil ve tasvir de bir memurun, âmire itaatinin sür'atini anlatmak için klişeleşmiş bir ifadeyle yapılmıştır. Bu ilâhî ifade ibda (yoktan var etmek) için pek güzel bir açıklama olmakla beraber aynı zamanda, kâfirlerin iddiasını çürüten kesin bir hüccet ve delildir. Bilindiği gibi insanın çocuk sahibi olabilmesi için bir takım hazırlık unsurlarına ihtiyaç vardır. Bu hazırlık unsurlarının tertibi ve olgunlaşması da, zaman alır ve bir takım süreçler gerektirir. Oysa Cenâb-ı Allah'ın fiili bundan tamamen münezzehtir. 118"O hiçbir şey bilmeyenler: -Allah bizimle konuşsaydı veya bize de bir âyet gelseydi, ya!... derler. Bundan öncekiler de tıpkı, böyle söylemişlerdi. Onların kalbleri birbirine benziyor. Biz iykaan eden (gerçeği bilmek isteyen) bir topluluk için âyetleri apaçık gösterdik." A- "O hiçbir şey bilmeyenler: -Allah bizimle konuşsaydı veya bize de bir âyet gelseydi ya!" Yüce Rabbimiz burada putperest Arapların çirkin hallerinden birini daha ortaya koymaktadır. Müşrikler, Allah'a çocuk nisbet etmek suretiyle hem islâm'ın tevhid inancına hem de Peygamberine dil uzattılar. Bunu söyleyenlerin kimler oldukları konusunda ihtilaf edilmiştir. İbn Abbâs'a göre "Bunu söyleyenler Yahudilerdi." Mücâhid'e göre Hristiyanlardı. Âyette onların bir şey bilmemek (cehl-i mürekkeb) ile vasıflandırılmasi, onlardan (lâ ya'lemûne / bilmeyenler) olarak bahsedilmesi tevhid ve nübüvvet hakkında gerekli bilgilere sahip olmamalarından ya da bildiklerinin gereklerini yapmadıklarından veyahut onlardan sâdır olan hareketlerin en az bilgiye sahip olanlardan bile sâdır olmadığındandır." Katâde ve müfessirlerden birçokları da diyorlar ki: Bunu söyleyenler Arap müşrikleri idi. Nitekim, "Hayır, onun söyledikleri adğasü ahlam (bir takım tutarsız, saçma sapan rüyalar). Hayır o, onu uyduruyor. Hayır o, bir şâirdir. Öyle ise, bize hemen, öncekilere gönderilenin benzeri bir âyet getirsin!" ile; "Bizim likamızı (kavuşmamızı) ummayanlar şöyle dediler: Bizim üzerimize ya melekler indirilmek ya da Rabb'imizi görmeliyiz!" âyetlerindeki sözleri de Arap müşrikleri söylemişlerdi. Onlar hiçbir ölçü tanımayan şu sözleri de sarfetmişlerdi: "- Allah, vasıtasız olarak meleklerle konuştuğu gibi bizimle de öylece konuşup bize emirler ve nehiyler vermeli! Senin nübüvvetin konusunda bizimle açıkça konuşmak ya da senin iddianın doğru olduğunu gösterecek bizim istediğimiz bir belge ve hüccet gelmek!" Bu kâfirler, azginlıkta ve kibirde öyle bir noktaya gelmişlerdi ki, peygamberlerin ve meleklerin tavassutu olmadan Allah'a muhatab olmaya kalkışıyorlardı. Yine onlar, inat ve kibirde öyle bir dereceye varmışlardı ki, sağır dağların bile karşısında secdeye kapandığı o apaçık mucizeleri mucize saymıyorlardı. Allah, onları kahreylesin nasıl da haktan çeviriliyorlar?! B- "Bundan öncekiler de tıpkı böyle söylemişlerdi. Onların kalbleri birbirine benziyor." O inat ve fesaddan kaynaklanan haksız ve çirkin sözlerinin benzerlerini eski ümmetler de peygamberlerine söylemişlerdi. Nitekim onlar da: "- Allah'ı bize apaçık göster" "- Biz, bir çeşit yemeğe dayanamayacağız!" "- Rabb'in bize gökten donatılmış bir sofra indirebilir mi" "- Ey Mûsâ! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap demişlerdi. O eski kâfirlerle bu kâfirlerin kalbleri körlük ve inatta birbirine benziyordu. Ancak bâtıl ve haksız sözleri birbirinden farklı idi. C- "Biz iykaan eden (gerçeği bilmek isteyen) bir topluluk için âyetleri apaçık gösterdik." "Biz, âyetlerimizi apaçık indirdik" ifadesi âyetlerimiz önceleri açık değildi de sonradan açık kıldık anlamında değildir. Bu da, "sivrisineği küçük, fili ise büyük lalan Rabb'imi tesbih ederim" kabilin dendir. İykaan edenler, yakıin sahibi olmak ve gerçeği bilmek isteyenler; kesin bilgi peşinde koşanlar, hakikatlere kesin olarak inananlar, evham ve şüpheye itibar etmeyenler demektir. Açıkça görüldüğü gibi âyet, bu mütekebbir ve inatçı kâfirlerin kendi anlayışlarına göre belge ve mucize taleplerini reddeder. Mucize, delil ve belge anlamına gelen "âyet" kelimesinin harfi tarifli ve çoğul olarak "el-âyât" şeklinde vârid olması, "ityân" (getirmek) yerine, açiklığa kavuşturmak anlamına "tebyîn" kelimesinin kullanılması, âyetin fesahat ve belâgatini gösterir. Hulâsa, bu, "onlar, bir tek mucize taleb ettiler; oysa Biz, hak ve yakın (kesin bilgi) tâlibleri için apaçık belgeler ve mucizeler gönderdik" demektir. "Allah bizimle konuşmak değil miydi?!" sözlerine ise hiç cevap verilmemesi, onun redde ve cevaba değmeyecek kadar abes bir söz olduğundandır. 119"Şüphesiz ki (Resûlüm) Biz seni Beşîr (rahmetin müjdecisi) ve Nezir (azab ile korkutucu) olarak hakla gönderdik. Sen o ashabı'l-cahîm'den (cehennemlikler) sorumlu değilsin." A- "Şüphesiz ki (Resûlüm) Biz seni Beşîr ve Nezîr olarak hakla gönderdik." "Halik" burada Kur’ân anlamındadır. O hâlde "İnnâ erselnâke bi'l-halikı..." ibaresi "Biz seni Kur’ân'ıle gönderdik." demektir. Nitekim, "Hayır! Onlar hak kendilerine gelince yalanladılar ve; "O hak mıdır; diye senden haber istiyorlar meâllerindeki âyetlerde de "hak", Kur’ân anlamındadır. Yani Biz seni Kur’ân'ıle birlikte, sana indirilene imân edip onunla amel eden, hayatını ona göre düzenleyip yaşayanlara müjdeleyici, onu inkâr edenlere de uyarıcı olarak gönderdik. Yahut Biz seni, sıdkını tasdik edenleri mükâfatla müjdeleyici, yalanlayanları da azab ile uyarıcı olarak gönderdik. Onlar, istediklerini seçsinler. Biz seni, onları imâna icbar için göndermedik. Bu itibarla onların, küfürde mat ve ısrar etmelerinde senin aleyhine bir sonuç yoktur. B- "Sen o ashabi'l-cahîm'den (cehennemlikler) sorumlu değilsin." Sen, (Resûlüm) sana verilenleri insanlara tebliğ etmekle görevini yerine getirmiş bulunuyorsun. Cehennem yaranından sen sorumlu değilsin. "Velâ tüs'elü / sorumlu değilsin veya sorulacak değilsin" kelâmı nehiy (olumsuz emir) kipi ile "Velâ tüs'el Sorma!" şeklinde de okunabilmektedir. Buna göre anlam "Sen cehennemlikleri Bana sorma!" demek olur. Bu da kâfirlerin azabının son derece ağır ve korkunç olduğunu ifade eder. Sanki onların azabı o kadar kerih ve ağırdır ki, onu haber veren veya onu dinleyen ayrıntılarını anlatmaya ve dinlemeye tahammül edemez. Bu âyeti, Resûlüllahın ebeveyninin öbür dünyadaki hâlini Cenâb-ı Allah'a sormaktan onu nehyetmek mânâsında yorumlamaya kalkışmak âyetin siyak ve sibakına uygun değildir. Kâfirlerin, küfür ve tekzib gibi bir vasıfla değil de, cehennem ashabı (cennet yaranı veya cehennemlikler) olarak nitelendirilmesi, onlar için pek ağır bir tehdıttir ve onların tabiatında küfür bulunduğunu, onların imân etmeleri gibi bir ümidin kesinlikle bulunmadığını bildirir. 120"(Resûlüm) ne Yahudiler ne de Hristiyanlar sen onların milletine (din) tâbi olmadıkça senden razı (hoşnud) olmazlar. De ki: " - Şüphesiz Allah'ın hidâyeti, hidâyetin ta kendisidir." Eğer sana gelen ilimden sonra onların nevalarına (arzu) tâbi olursan artık senin için Allah katından ne bir veli (dost) ne de bir nasiîr (yardımcı) olur." A- "(Resûlüm) ne Yahudiler ne de Hristiyanlar sen onların milletine (din) tâbi olmadıkça senden razı (hoşnud) olmazlar." Daha önce Yahudilerin, Hristiyanlarm ve putperestlerin (müşriklerin) ortak vasfı olan o ölüme kadar sürecek küfürlerindekı ısrar açıklandıktan sonra burada da öz ektikle Yahudilerin ve Hristiyanlarm katı taasubları açıklanmaktadır. "Yahûd / Yahudîler"dan sonra "Nasara — Hristiyanlar"dan önce nefyin (olumsuzluğun) tekidi için "lâ" harfinin zikredilmesi, daha önce de geçen bir gerçeğe işaret eder ki, Yahudilerin taassubunun, Hristiyanlardan daha şiddetli olduğuna işarettir. Bir de âyet bize bildiriyor ki, Yahudi ve Hristiyanlardan her birinin rızası, diğerinin rızasına ters düşmektedir. Bunun anlamı şudur: "- Resûlüm! Yahudileri ve Hristiyanları kendi dinleriyle baş basa bıraksan da, sen onların dinine uymadıkça onlar senden asla razı olmayacaklardır." Burada Kur’ân'tn ıcâzı (az söz ile çok şey anlatma) söz konusudur. Bu âyet, o Yahudilerin ve Hristiyanların imâna gelmelerinden Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) umudunu kesdiğini, mükemmel bir üslûbla ifade eder. Onlar her ne sûrede olursa olsun Resûlüllah'tan asla razı olmayacaklardır. Çünkü onlar vukuu imkânsız bir şeyin peşindedir. O da Resûlüllahin (sallallahü aleyhi ve sellem) -hâşâ- onların dinine uymasıdır. Onlar, bu ruh hâli içinde iken ve aralarında bunları konuşurken, onların İslâm'a uymaları nasıl tasavvur edilebilir?! Müfessirlerden bazılarının yaptığı gibi, Yahudi ve Hristiyanlarm, Resûlüllahin yüzüne: karşı: "- Bizim rızamızı kazanmak için ne kadar uğraşırsan uğraş, sen bizim dinimize uymadıkça biz senden asla razı olmayız!" yollu sözler sarfetmiş oldukları şeklinde tefsir etmeye de âyetin nazm-i celili müsait değildir; hattâ bundan sonra gelen cümle, bunun hilâfına delâlet etmektedir. B-"Deki (Kul): - Şüphesiz Allah'ın hidâyeti, hidâyetin ta kendisidir." Bu cümle, Yahudilerle Hristiyanlarm, Peygambere açıkça kendi dinlerine uymayı teklif ve davet ettikleri, anlamını taşıyan bir konuşmanın cevabı olarak söylenmemiştir. Bu ifade, Allah'ın onların söylediklerini hikâye ederken: "Yahudi ya da Hrıstiyan olun hidâyete eresiniz" âyetinde ifade edilen -sözde- hidâyet kabilin de tidir. Bunun anlamı şudur: "- Ey Resûlüm! Sen onların davasını reddederek de ki: "- Gerçekten Allah'ın hidâyeti İslâm'dır; o gerçek hidâyettir; hidâyet ancak ona denir; hidâyet ancak ona tesmiye edilir; hidâyet ondan ibarettir; onun ötesinde hidâyet yoktur; sizin davet ettiğiniz şey hidâyet değil, fakat nefislerinizin heva ve hevesleridir." Nitekim bundan sonra gelen cümle de bunu açıkça belirtir: C- "Eğer sana gelen ilmiden sonra onların nevalarına (arzu) tâbi olursan artık senin için Allah katından ne bir velî (dost) ne de bir nasıîr (yardımcı) olur." Eğer sana gelen vahiyden ya da doğruluğu aşikâr bu dinden sonra onların nefsanî arzulara dayanan yanlış fikirlerine ve mensup oldukları dine uyacak olursan Aziz Allah tarafından, senin işlerine bakacak ne bir veli, ne de Allah'ın azabını senden engelleyecek bir yardımcı bulabilirsin. Velinin yolduğu yardımcının da yolduğunu gerektirmediği için yardımcı da ilâve edilmiş ve olumsuzluk mânâsının tekidi için ikisinin arasına "lâ" konulmuştur. Bu âyet-i kerîme, İslâm heyecanını artırmak ve aşkını alevlendirmek amacına yöneliktir. Yoksa Peygamberin onların dinme uyması tasavvur edilebilir mi? 121"Kendilerine Kitap verdiklerimiz, o kitab'ı hakkını vererek okurlar. İşte onlar ona inanırlar. Onu kim inkâr ederse İşte onlar haşirlerdir." A- "Kendilerine kitap verdiklerimiz, o kitabı hakkını vererek, okurlar. İşte onlar ona inanırlar." Burada kendilerine kitap verilenlerden murad Abdullah b. Selâm ve onun gibi Müslüman olanlardır. Kitabi hakkıyla okumak, onun lâfızlarını tahriften korumak, mânâsı üzerinde düşünmek ve muhtevası ile amel etmektir. Âyetin bir mânâsı da şöyledir: Kendilerine Kitap verdiğimiz insanlardan ancak bir kısmı, onu hakkıyla okurlar. "Ülâike / İşte onlar..." uzaktaki bir şeyi işaret içindir. Burada kullanılması, bu mutlu ve kutlu insanların, faziletteki mertebelerinin yükseldiğine işarettir. Gerçek Ehl-i Kitab olanlar, Kitaplarına imân ederler. Kitaplarını tahrif edenlerse gerçekte imân etmiş olmayanlardır. Çünkü o Kitab'a imân etmek, aynı Kitabin bir kısınını inkâr etmek ile bağdaştırılamaz. B- "Onu kim inkâr ederse İşte onlar haşirlerdir" Yani tahrif ile inkâr edenler ve onu tasdik eden Kur’ân'ı inkâr edenler de, hüsrana (dünya ve âhiret zarara, yürek yarasına) uğrayanlardır. Çünkü imân karşılığında küfrü satın almışlardır. 122"Ey İsrâiloğulları! Size lütfettiğim nimetimi ve sizi bir zamanlar âlemlere tafdil ettiğimi hatırlayın." Cenâb-ı Allah'ın İsrâiloğullarına bahşettiği en büyük nimetlerden biri hiç şüphesiz Tevrat'tır. Ve Allah'ın verdiği nimeti anmak o nimete şükretmekle olur. Tevrat nimetine şükretmek de, onun bütün muhtevasına imân etmekle olur. Tevrat'ın muhtevasının bir kısmı da bilindiği gibi Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıflarıdır. Bu vasıflara imân etmenin zorunlu sonucu ise Peygamberin kendisine imân etmektir. İsrâiloğullarının bir zamanlar "âlemlere tafdil edilmesi" bütün milletlere üstün kılınmış olma nimetidir. Bunun daha önce zikredilen nimetlerin kapsamına dahil olduğu hâlde burada ayrıca zikredilmesi, diğerleri içinde pek üstün bir nimet olmasındandır. 123"Öyle bir günden sakının ki (korkun / ittika edin) o gün kimse, kimse için bir şey ödeyemez; kimseden (azabtan kurtulmak için) adl (fidye) kabul edilmez; ona şefaat de yarar sağlamaz ve onlar hiçbir yardım da görmezler." Bu âyetin anlamı şudur: Eğer imân etmezseniz, öyle bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkasının adına herhangi bir şey veya ona verilecek karşılıktan (mükâfat ve cezadan) bir şey ödeyemez; kimseden fidye de kabul edilemez; hiç kimseye şefaat da fayda vermez ve onlara yardım da edilmez. Burada İsrâiloğullarının zikredilmesi ve onlara yapılan uyarının tekrarlanması, daha fazla öğüt vermek ve kıssadan hissenin bu olduğunu bildirmek içindir. Çünkü Cenâb-ı Allah'ın İsrâiloğullarına bahşettiği nimetler büyüktür; onların bu nimetlere nankörlüğü ise daha çok ve çirkindir. Bu ilâhî kelâmın insanlığa verdiği öğüt, insanların, işlerim tecrübeye dayanarak mükemmelen yapmalarıdır. Bir de, bu âyet bize Muhammed'in Peygamber olarak gönderilmesinin, bu sağlam kural üzerine bina edildiğini ve Efendimiz'in liyakati bütün insanlarca da apaçık anlaşıldıktan sonra ona nübüvvetin verildiğini bildirir. Bunun nasıl aksi iddia edilebilir ki ileride geleceği gibi, İbrâhîm'in duası onunla gerçekleşmiştir. "Kelimeler"den murad Tâbiînden Mücâhid'e göre, ondan sonra zikredilen Kabe'nin inşası ile ilgili olaylardır. Ancak bunun akabinde zikredilen "fe etemmehünne" ibaresinin başında takıb mânâsı içeren "f harfinin gelmesi ve bunu da bir istinaf cümlesinin izlemesi bu tefsire engeldir. Tabiînden Tavus'un, İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyetine göre ise, bu kelimeler on haslettir ki onlar, İbrâhîm'in şeriatında farz idi. Bizim şeriatimızde ise onlar sünnettir. Bu hasletlerin beşi baştaki âza ile ilgilidir: Mazmaza (ağzı çalkalamak), istinşak (buruna su çekmek), saçı taramak, bıyıkları kırkmak, misvak kullanmak. Diğer beş tanesi de bedenle ilgilidir: Sünnet olmak, kasık ve koltuk altı kıllarını temizlemek, tırnak kesmek, su ile taharetlenmek. Hadîste zikredildiğine göre, ilk önce bıyıklarını kesen, ilk önce sünnet olan, tırnaklarını kesen İbrâhîm'dir . İbrâhîm'in Rabb'i tarafından ne suretle sınandığına ilişkin muhtelif görüşler vardır: 1-Tâbiînden Ilırime'nin, İbn Abbâs'tan rivâyetine göre, "Bu din ile sınanıp da hepsini yerine getiren İbrâhîm'den başka hiç kimse olmamıştır." Allah İbrâhîm'i. İslâm'ın otuz hasletiyle sınadı. Bunlardan onu, Tevbe sûresinin 112. âyetinde, onu Ahzab sûresinin 35. âyetinde, onu Mü'minûn sûresinin 1-9. âyetlerinde ve Meâric sûresinin 22-35. âyetlerinde şöyle zikredılır: a- Tevbe sûresinin 112, âyeti: "Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alakoyanlar, Allah'ın koyduğu hududları koruyanlar var ya; İşte bu gerçek mü'minleri müjdele!" b- Ahzab sûresinin 35. âyeti: "Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'mine kadınlar, itaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, özü-sözü doğru erkekler ve özü-sözü doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Allah korkusu ile titreyen erkekler ve Allah korkusu ile titreyen kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, cinsel organlarını koruyan erkekler ve cinsel organlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadınlar var ya; İşte Allah, bunlar için mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır." c- Mü'minûn sûresinin 1-9. âyetleri: "Mü'minler, mutlaka kurtuluşa ermiştir; " "Onlar namazlarını huşu içinde kılarlar." "Onlar ki faydasız şeylerden yüz çevirirler." "Onlar ki zekâtı verirler; " "Onlar ki cinsel organlarını korurlar." "Ancak eşleri ve sahip oldukları cariyeleri müstesna. Çünkü onlar, bu ilişkilerinden dolayı şüphesiz kınanmış değillerdir." "Artık kim, bunun ötesine geçmek isterse, İşte onlar sınırı aşanlardır; " "Yine o mü'minler ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler; " "Ve onlar ki, namazlarına (ara vermeden) devam ederler." ç- Meâric sûresinin 22-35. âyetleri: "Namaz kılanlar müstesnadır." "Ki onlar namazlarında devamlıdırlar; " "Onlar ki mallarında, beik bir hak tanırlar" "Dilenenler ve yoksunlar için." "Onlar ki, din (hesap) gününü tasdik ederler." "Onlar ki Rabblerinin azabından titrerler." "Gerçekten Rabblerinin azabından emin olunmaz." " Onlar ki cinsel organlarını korurlar." "Ancak Hanımlarına ve cariyelerine karşı müstesna; çünkü onlar kınanmaz." "Bundan öteye geçmek isteyenler ise, İşte onlar sınırı aşanlardır." "Onlar ki emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler." "Onlar ki şahitliklerini hakkıyla yaparlar." "Namazlarını muhafaza ederler." "İşte bunlar, cennetlerde iliram görürler." 2- Allah, İbrâhîm'i yedi şeyle sınamıştır: Güneş, ay, yıldızlar, büyük yaşta sünnet olmak, ateş, oğlunu kurban etmek ve hicret. İbrâhîm de bu imtihanların hepsim tam başarı ile verdi. 3- İmtihan konusu o kelimeler şunlardı: İbrâhîm'in kendi kavmine karşı, onların dinlerinin bâtıl, kendi dininin yegâne hak din olduğuna dâir hüccet (delil, kanıt) göstermek, Namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, konuk ağırlamak ve bunlara sabretmek. 4- İmtihan konusu kelimeler ve emirler şunlardı: Kabe'yi tavaf ve Safa ile Merve arasında sa'y etmek, şeytan taşlamak, ihrama girmek, Arafat'ta vakfeye durmak gibi hacc menasikim (ibadetleri) yerine getirmek. 5- İmtihan konusu o kelimeler, Şuara sûresinin 78-87. âyetlerinde geçen İbrâhîm'in şu sözleridir: "Beni yaratan ve beni hidâyete erdiren O'dur". "Beni yediren, içiren O'dur." "Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur." "Beni öldürecek, sonra diriltecek olan O'dur." "Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur." "Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat!" "Bana, gelecek nesiller içinde, iyilikle anılma nasib eyle!" "Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl!" "Babamı da bağışla! Şüphesiz o dalâlette olanlardandı." "İnsanların diriltilecekleri gün beni utandırma!" Bazı müfessirlere göre, Cenâb-ı Allah, İbrâhîm'i nübüvvetinden önce sınadı. Zahir (âyetlerden açık anlaşılan) da budur. Diğer bir görüşe göre ise, bu imtihan, peygamberlığınden sonra vuku bulmuştur. Çünkü İbrâhîm'e söz konusu kelime ve emirlerin verilmesi, onun vahye mazhar olduğunu göstermektedir. Buna cevap olarak da denmiştir ki vahiy mutlak olarak İbrâhîm'in (aleyhisselâm), insanlara peygamber olarak ba'smi gerektirmez. "İbrâhîm" kelimesi "İbrâhîm"; "Rabb'ühü" kelimesi de "Rabbehü" şeklinde de okunmuştur. Bu kırâete göre mânâ şöyle olur: 124"İbrâhîm, Rabbinın kabul edip etmeyeceğini sınamak istercesine bir takım kelimelerle O'na yalvarıp yakardı, " "O da onları tamamlayınca..." İbrâhîm de, tefrite (taksire) düşmeden itidal ile o emirleri hakkıyla yerine getirdi ve en güzel şekilde eda etti. Nitekim Necm sûresinin 37. âyetinde: "Ve o İbrâhîm ki, ahdine tam olarak vefa gösterdi." buyrulur. Yukarıda anılan ikinci kırâete göre ise, Allah da, onun dilediklerini eksiksiz olarak kendisine verdi. Bu kıraeti destekleyen bir unsur da şudur: İlk tefsir âlimlerinden Mukatil b. Süleyman el-Belhî, anılan kelimeleri, "Rabb'im! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; Rabbimiz! Duamı kabul eyle!" "Rabb'ımiz! Amellerin hesab olunacağı gün beni, ana-babamı ve mü'minleri bağışla!" âyetleri muvacehesinde İbrâhîm'in Rabbinden diledikleri olarak tefsir etmiştir. ".. .Rabb'i ona, - Gerçekten ben seni insanlara imam (önder) kılacağım! buyurdu." Bu cümle, kelâmın siyakından doğan gizli bir soru cümlesinin cevabıdır. Zira sınama, büyük bir göreve hazırlıktır ve sınanan kimsenin faziletinin ortaya çıkması da ona yapılacak ihsanın sebeplerindendir. Bu itibarla bunlar, anlatıldıktan sonra insanın zihni, "o sınama ve başarıdan sonra acaba ne oldu?" diye bir beklenti ve merak içinde olur. Sanki o soru sorukmuş ve cevabı da: "- Allah, Ben seni insanlara imam (önder) kılacağım; buyurdu." olmuştur. "Kelimeleri", imamet (önderlık); Beytüllah'ın temellerini yükseltme; â'bidler, â'kifler, râld'ler, sâcidler için temiz tutma vs. gibi hususlar olarak tefsir edenlere göre ise bu cümle, önceki, cümlenin izahıdır. İmam, kendisine uyulan kişi demektir. Her Peygamber de, kendi ümmetinin imamıdır. İbrâhîm'in imameti umûmî ve ebedîdir. Çünkü ondan sonra gelen Peygamberler de onun neslinden olup onun dinine uymaya memur edilmişlerdir. Ç- "İbrâhîm: - Zürriyetimden de..." dedi. Bu cümle de gizli bir soru cümlesinin cevabıdır. Sanki "Bunun üzerine İbrâhîm ne dedi?" diye sorulmuş ve "- Soyumdan bazı insanları da imam kıl; dedi" cevabı verilmiştir. "Ve min zürriyyetiî.." ibaresindeki "min" teb'iz içindir. Bir kısım, ba'zı demektir. Çünkü insanların bütünü hak üzere olsalar bile, hepsinin imam yapılması imkânsızdır. D- "Allah da şöyle buyurdu: - Zâlimler ahdime nail olamazlar." Bu cümle de, akla gelen bir sorunun cevabıdır. Bu cevap, İbrâhîm'in duasını reddetmek anlamını taşımaz. Fakat İbrâhîm'in (aleyhisselâm) soyundan bir kısım insanların imamlık ahdine erişmekle şereflendirileceklerine dâir o duanın kapalı bir icabeti ve Allah'ın icmali bir va'didir. Nitekim İbrâhîm'in, duası da böyle vâki olmuş; duada imametle görevlendirileceklerin diğerlerinden mümeyyiz vasıfları tayin edilmemiştir. Zira "Zâlimler ahdime nail olamazlar" ifadesi, o temyizden çok uzaktır. Çünkü, hu, onlardan zâlim olmayan herkesin imamet mertebesine erişmesi demek değildir. Yukarıda belirtildiğı gibi bu zorunlu olarak mümkün değildir. Muhtemeldir ki âyette İbrâhîm'in soyundan imam olacakların temel vasıflarını mücmel veya mufassal olarak belirleyen ve diğerlerini dışarıda bırakan bir ifadenin yer almayıp yerine mevcut üslûbun tercih edilmesi, o ümmetlerden imamlara uyanların, ilâhî lütuf tan mahrum olanlar grubuna dahil edilmemesi içindir. Bir de her fırkayı tafsilatlı olarak anlatmak ancak uzun kelâm etmekle mümkündür. Ayrıca bu yolun tercihinde, kendilerinden peygamber geleceğini uman kâfirlerin hüsrana uğratılması ve umutlarının boşa çıkarılması anlamı da vardır. "Ne-ye-le / nâle / elde etmek, kazanmak" kökünden, gelen "nail olmak" fiilinin, "caa'le / kılmak" fiiline tercih edilmesi şuna işarettir: İsmail, İshaak, Ya'kub, Yûsuf, Mûsâ, Harun, Dâvud, Süleyman, Eyyûb, Yûnus, Zekeriyya, Yahya, İsâ ve Efendimiz Muhammed Mustafa gibi İbrâhîm'in (aleyhisselâm) neslinden gelen peygamberlerin imamlığı, müstakil bir "caa'le / kılma" ile değil fakat İbrâhîm'in imamlığı zımnında hasıl olmuş ve bunlardan her biri, Allah'ın takdir buyurduğu vakitte nübüvvete nail olmuşlardır. Bu âyet-i kerîme, Peygamberlerin mutlak olarak büyük günâhlardan masum olduklarının ve zâlimin, peygamberliğe ehil olmadığının pek açık bir delilidir. 125"Hatırla o zamanı ki Biz Beyt'i insanlar için bir sevab kazanma (veya toplanma, mesabet) ve güven yeri kıldık. Siz de Makam-ı İbrâhîm'de kendinize bir namaz yeri edinin. Biz İbrâhîm ve İsmail'e şu ahdi verdik: "- Beyt'imi onu tavaf edecekler, orada kendilerini ibâdete verecekler, rükû ve secde edecekler için temizleyin." A- "Hatırla o zamanı ki Biz Beyt'i insanlar için bir sevab kazanma ve güven yeri kıldık." Kabe'nin toplanma yeri olması, ziyaretçileri dağıldıktan sonra insanların yine aynı amaçla orada toplanmalarındandır. Sevab yeri olması da onun haccı ve umresi ile mü'minlerin sevab kazanmalarını sağlamasındandır. Kabe, aynı zamanda insanlar için bir güven yeri kılınmıştır. Nitekim Kasas sûresinin 57. âyetinde: "Biz onları güvenk, dokunulmaz bir yere yerleştirmedik mi?" buyrulmuştur. Diğer yandan mü'min, Kabe'nin hacet (haccedip Kabe'yi ziyaret etmek) ile âhiret azabından emin olur. Zira hacc ibâdeti, önceki günâhları yok eder. Bundan başka Kabe'ye giren kimse, cani bile olsa, oradan çıkıncaya kadar cezalandırılmaktan emin olur. Nitekim İmam Ebû Hanîfe'nin içtihadı böyledir. Kabe'nin güven verici vasfını her şeye teşmil etmek mümkündür ve insan da öncekide bu güvene dahildir. Nitekim Harem, alanı içinde av hayvanlarının bile güvenliği vardır. Öyle ki, Haremin haricinde avını kovalayan köpek, kovaladığı av Harem'e girerse, onu takip etmekten vazgeçer. B- "Siz de Makam-ı İbrâhîm'de kendinize bir namaz yeri edinin." Bu cümle hakkında değişik görüşler vardır: 1- Cümlenin başında gizli (mahzuf) bir "Dedik ki" fiili vardır. 2- Cümlenin başındaki "Dedik ki" fiili gizli değil aşikârdır. 3- Cümle, kelâmın siyakından anlaşıldığı gibi mukadder (gizli) "Tevbe edin." cümlesine atıftır. 4- Bu cümle, bir istinaf cümlesidir. 5- Birinci görüşün dışındaki görüşlere göre, âyetin muhatabı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ümmetidir. Ancak âyetin nazm-i kerîminin güzelliğine ve mükemmeliyetine yaraşan birinci tefsirdir. Makam-ı İbrâhîm'den bir namaz yeri edinme emri istihbâb içindir. Başka bir deyişle Makam-ı İbrâhîm'de namaz yeri edinmek müstahabdır. Makam-ı İbrâhîm, onun ayak izlerinin bulunduğu kara taş ile üstüne çıkıp insanları hacca çağırdığı taşın bulunduğu mekân ya da Kabe'nin temellerini yükseltirken üstüne çıktığı taş ile onun o zaman bulunduğu mekânıdır. Taşın o zamanki yeri de, bugün bulunduğu yerdir. Makam-ı İbrâhîm'de musalla edinme konusunda da değişik görüşler ileri sürülmüştür: 1- Mûsalladan murad, ya namaz ya da duâ yeridir. Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ömer b. Hattab'ın (radıyallahü anh) elinden tutup: "- Burası, İbrâhîm'in Makamıdır." buyurdu. Ömer de: "- Niçin biz de burada musalla edinmiyoruz?" dedi. Peygamberimiz de "- Ben, onunla emrolunmadım" cevabını verdi. Ancak aynı gün henüz güneş batmadan bu âyet-i kerîme nâzil oldu. 2- Makam-ı İbrâhîm'de musalla edinmekten maksat iki rek'at tavaf namazı kılmaktır. Zira sahabeden Cabir b. Abdullah'ın rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), tavaftan çıkınca, Makam-ı İbrâhîm'e yöneldi ve Makam in arkasında iki rek'at namaz kıldıktan sonra " Siz de Makam-ı İbrâhîm'de kendinize bir namaz yeri edinin" âyetini okudu. 3- İmam Şafiî'nin onun vücûbuna dâir iki kavk vardır: a- Makam-ı İbrâhîm, Mescid-i Haram'ın tamamıdır veya bütün Harem, Makam-ı İbrâhîm'dir. b- Haccm durakları (Mevakıfi'l-Hacc) Arafat, Müzdelife ve şeytan taşlama (remy-i cimar) mahalk, hepsi Makam-ı İbrâhîm'dir. Buralarda musalla edinmek de, bu mekânlarda duâ etmek ve kurban kesmektir. "İttehaze / almak, edinmek" kökünden gelen "ettehızû / edinin" fiili, bu şekilde emir kipi olarak değil, "ettehazû / edindiler" şeklinde geçmiş zaman kipi ile de okunmuştur. Buna göre bu cümle, "Biz, Beyti insanlar için bir sevab kazanma (veya toplanma) ve güven yeri kıldık." cümlesine atıf olur. Bu takdirde mânâ: "İnsanlar, İbrâhîm'in pek ihtimam gösterdiği ve ailesini yanma yerleştirdiği için’Makam-ı İbrâhîm' diye vasıflandırılan Kabe'den kıble edindiler; ona doğru namazlarını kılıyorlar" şeklinde olur. C- "Biz İbrâhîm ve İsmail'e şu ahdi verdik: "- Beyt'imı, onu tavaf edecekler, orada kendilerini ibâdete verecekler, rükû ve secde edecekler için temizleyin!" Beytin Allah'a izafe edilmesi, "Beytimi" buyrulması ona şeref kazandırmak içindir. "Tahhira" buyrulmak suretiyle temizleme emrinin, İbrâhîm ile İsmail'in her ikisine birden yöneltilmesi, Hacc sûresinde ise bu emrin yalnız İbrâhîm'e tahsis edilmesi bir çelişki değildir. Çünkü Hacc süresindeki emir, Beyt'in bina edilmesinden önce vaaku olmuştur. Nitekim, "Bir zamanlar Biz Beyt'in yerini İbrâhîm'e hazırlamıştık..." meâlindeki âyet de, bunu teyid eder. Ve o zaman İsmail, henüz muhatab alınacak yaşta değildir. Buradaki emrin ise, İsmail'in emir ve nehıyle mükellef duruma gelmesinden ve kendisinin de bizzat katıldığı Kabe'nin inşasının tamamlanmasından sonra vaaki olduğu açıktır. Temizlikten maksat, putlardan, pisliklerden, cünüblerin ve hayızlı kadınların tavafından ve Kabe'ye yakışmayan diğer şeylerden onu, tathir etmektir. Âkifler, Kabe çevresinde oturan mücavirler, itikâfa girenler yahut namazda kıyamda (ayakta duranlar) demektir. O hâlde bu cümlenin anlamı: "Beytimi, tavaf edenler ve namaz kılanlar için temiz tutun" demek olur. Çünkü kıyam, rükû ve secde, namazın bölümleridir. Diğer yandan bu cümle Kabe'yi ancak ibâdet kasdıyla oraya gelenlere tahsis edin şeklinde de anlaşılabilir. Bu mânâya göre âyet, ibâdet dışında insanların Kabe ile münasebeti mubah bir iş için dahi olsa, onu kirletmek anlamına gelir. 126"Hatırla o zamanı ki İbrâhîm: - Rabb'im bu beldeyi güvenli kıl ve onun ehlinden (halkı) Allah'a ve kıyamet gününe imân edenleri çeşitli semerelerle rızıklandır!" demişti. Allah da şöyle buyurdu: "- Kim küfr (inkâr) ederse az da olsa onu da rızıklandırır sonra ateş azabına uğratırım." O ne kötü bir dönüş yeridir!..." A- "Hatırla o zamanı ki İbrâhîm: - Rabbim bu beldeyi güvenk kıl ve onun ehli'nden (halkı) Allah'a ve kıyamet gününe imân edenleri çeşitli semerelerle rızıklandır!" demişti. İbrâhîm "- Ey Rabb'im Kabe'nin bulunduğu bu vadiyi güvenk bir şehir, halkını güven içinde yaşayan insanlar kıl!" diye duâ etti. İbrâhîm, bu duayı Mekke'nin kurulacağı yere ilk geldiğinde yaptı. Nitekim Said b. Cübeyr'in İbn Abbâs'tan rivâyetine göre, "İbrâhîm, İsmail ile annesi Hacer'i oraya yerleştirip Şam'a döneceği sırada, Hacer, onun peşine düştü ve: - Bu ıssız çölde bizi kime bırakıyorsun? - Yoksa bunu sana Allah mı emretti? "- Evet!" dedi; İbrâhîm. Hacer: "- O hâlde Allah, bizi zayi etmez" diyerek tevekkülle boyun eğdi. İbrâhîm, yoluna devam etti. Nihayet Gedâ Tepesine gelince orada arlıasına dönüp onları bıraktığı vadiye baktı ve: "- Ey Rabb'imiz! Ben zürriyetimden kimim (İsmail ile soyunu) ekin bitmez bir vadide, Senin Beyt-i Muharrem'inin (her türlü saldırının yasaklandığı, haram sayıldığı, hürmete şayan, kutsal ev) yanında yerleştirdim. Tâ ki namazlarını dosdoğru kılalar. Artık Sen insanlardan kimilerinin gönüllerini onlardan yana meylettir. Ve onları bazı semerelerle rızıklandır. Umulur ki şükrederler." "- Ey Rabb'imiz! Şüphesiz ki Sen, bizim gizlediklerimizi de, açığa vurduklarımızı da bılırsin. Zaten ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli değildir." "- İhtiyar hâlimde bana İsmail'i ve İshaak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun! Şüphesiz Rabbim duayı hakkıyla işitendir." "- Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle! "- Ey Rabbimiz! Duamı kabul eyle!" "- Ey Rabbimiz! Hesap görülecek günde beni, anamı babamı ve imân edenleri bağışla!" İbrâhîm sûresinin 35. âyetinde de İbrâhîm'in duası şu sûrede nakledilir: "Hatırla o zamanı ki İbrâhîm şöyle duâ etmişti: - Rabb'im, bu beldeyi güvenli kıl; beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut." "Beled / şehir" kelimesinin İbrâhîm sûresinin 35. âyetinde harf-i tarifle (el-beled) şeklinde zikredildiği hâlde Bakara sûresinin 126. âyetinde (Rabb'im bu beldeyi emîn kıl) derken bu kelimenin elif lamsız olarak (beled) şeklinde zikredilmesinin sebebi şudur: Eğer İbrâhîm, bu duayı iki kez yapmışsa, birincisinde iki şeyi istemiştir: a) Oranın şehir olmasını, b) Güvenli olmasını. Allah da, üstün hikmetinin gereği olarak, bu iki dilekten birini kabul buyurmuş; diğerini ise, mukadder bir vakte kadar ertelemiştir. Sonra İbrâhîm duâ ve yakarışta âdet olduğu üzere dileğini tekrarlamış ve bu duası kabul edilmiştir. İkinci duasında dilediği ise, oranın bilmen özel güvenliği idi yahut ilk duasında bunu da dilemişti de bu ona bahşedilmişti; fakat ikinci kez bunu dilemesi, güvenliğin devamlı olması içindi. Eğer bu âyetlerin zahirinden anlaşıldığı gibi, İbrâhîm'in dileği aslında bir olmakla beraber aynı olay iki kez anlatılmişsa, buna göre her iki şeyin aynı zamanda dilenmiş olması mânâsı anlaşılır. Ancak İbrâhîm süresindeki duada yalnız güvenlik dilenmiş ve belde yerme bir kısım insanların gönüllerinin onlara meytettirilmesi talebiyle yerinilmiştir. Nitekim Allah'ın (celle celâlühü) izni ile İbrâhîm sûresinde bunun tafsilatı gelecektir. İbrâhîm'in duasında geçen "Mekke halkının çeşitli semerelerle rızıklandırılmasi"; ya çevresinde çeşidi ürünler yetiştiren köyler kurulması ya da uzak ülkelerden bu ürünlerin ithali ile olacaktır ki bunun her ikisi de gerçekleşmiştir. Öyle ki, Mekke'de aynı günde ilkbahar, yaz ve sonbahar ürünleri bir arada satılmaktadır. İbn Abbâs'tan rivâyet olunduğuna göre: "Tâif, Filistin toprağında idi. İbrâhîm bu duada bulununca, Allah, Harem halkına rızık olmak üzere Taif'i Fikstinden kaldırıp bugünkü yerme getirdi." İbn-i Şihab el-Zührî de eliyor ki: "Allah, İbrâhîm'in duası hürmetine, Şam yöresindeki şehirlerden birini yerinden kaldırıp Taife nakletmiştir." (Gerek. İbn Abbâs in gerekse İbn-i Şilıab el-Zührî'nin sözleri, Tâif ikliminin, Şam ve Filistin iklimine çok benzediğinin mecazî ifadeleridir. Bu harika iklim ve münbit toprağın, İbrâhîm'in duasının bereketi ile kutsal şehir halkına bahşedilmiş olması bir ilâhî lütuftur.) İbrâhîm, imânın yüksek şerefini, üstün meziyetini, imân ehline olan özel ilgisini göstermek ve Rabbine karşı da hüsn-ü edebi (güzel edebi) gözetmek için duasını Allah'a ve âhiret gününe imân edenlere tahsis etmiştir, İbrâhîm'in bu duası, kavminin imân etmesi için bir teşvik ve küfürden menetme anlamı da taşır. Nitekim bu kıssanın Kur’ân'da anlatılması da, Kureyş putperestleri ve Ehl-i Kitab için bir teşvik ve uyarıdır. B- "Allah da şöyle buyurdu (Kale): - Kim küfr (inkâr) ederse az da olsa onu da rızıklandırır sonra ateş azabına uğratırım." Bu cümle de benzerlerinde olduğu gibi gizli bir soru cümlesine cevap bir istinaf cümlesidir. Allah bu sûrede: - Ben, mü'minlerin de münkirlerin de dünyada rızkını veririm. Fakat küfür ve inkâr edenleri bir süre geçindirir, sonra da ateşin azabına uğratırım." buyurmuş oluyor. Başka bir yönden bu cümle şöyle de tefsir edilebilir: Sanki Cenâb-ı Allah, İbrâhîm'e : "- Sen de ki, : - Rabbim, inkâr edenlerin de rızkını verir. Çünkü onların da rızık konusundaki duaları (çaba ve gayretleri) kabul olunur; buyurdu." Muhtemeldir ki, bu kelâm, İbrâhîm'in (ve onun dinine mensup olan mü'minlerin), rızkı imamlığa, peygamberliğe ve ebedî saadete kıyas etmemeleri için bir uyarıdır. Zira rızık, dünyevî bir ilâhî rahmet olup iyilere de kötülere de şâmildir. Seçkin ve özel insanlara mahsus olan imamet ise herkese şâmil bir rahmet değildir. İnkâr edenler, dünyada kendilerine verilen imkânları zayi ettiklerinden, âhirette azaba uğrayacaklardır. Kıraat farklıklarına göre cümlenin mânâsında da ince farklar zuhur eder. Şöyle ki: 1- "Sümme adtarruhû ilâ a'zabi'n-nâr / Sonra onu ateş azabına icbar ederim." ibaresi "Sümme nadtarruhû" biçiminde okunursa cümlenin meâli, "Sonra onu ateşin azabına icbar ederiz" şeklinde olur. 2- "Feümettiuhu kalilen sümme adtarruhu" ibaresi "Feem'ti'hu kalîlen sümme ıdtarruhû (ıdtarruhû) ilâ a'zabı'n-nâr" şeklinde emir kipiyle okunursa mânâ, "Kim inkâr ederse, onu da az bir süre rızıklandır (geçindir, yararlandır), sonra da onu ateşin azabına icbar (ıztar) et!" olur. Bu kırâete göre bu sözler de İbrâhîm'in duâsındandır. Ancak daha önceki, duası ile araya fasıla girmesinin sebebi, kâfirlere beddua olmasındandır. Âyette, kâfirler hakkındaki cümlelerde farklı bir üslûbun kullanılması, onların küfrünün, cehennem azabına uğramak zorunda bırakılmalarının sebebi olduğunu bildirmek içindir. İmân edenlerin rızkı ise, lütuf ve ihsan kabilindendir. C- "O, ne kötü bir dönüş yeridir." Onların akıbeti olan cehennem ateşi veya onun azabı ne kötü bir şeydir?! 127"Hatırla o zamanı ki İbrâhîm ile İsmail, Beyt'in temellerini yükseltiyorlardı (İşte o vakit şöyle duâ ettiler): - Ey Rabb'ımiz! Bizden bu hizmeti kabul et. Şüphesiz her şeyi hakkıyla işiten (e's-Semr), her şeyi hakkıyla bilen Sensin Sen." A- "Hatırla o zamanı ki İbrâhîm ile İsmail Beytin temellerinı yükseltiyorlardı (İşte o vakit şöyle duâ ettiler)" Bu cümle, bir önceki âyetin başındaki "Ve iz kale İbrâhimü rabbi'c'a'l hazâ belede âmmen Hatırla o zamanı ki, İbrâhîm: - Rabbim! Burasını güvenk bir belde kıl..." cümlesine atıftır. Mazi hikâye kipinin kullanılması, parlak bir mucizenin eseri olan Kabe inşasını zihinde canlandırmak içindir. "Yerfeu" kelimesi değişik yorumlara vesile olmuştur: 1- Yükseltilen temeller değil, fakat aslında bina ve duvarlarıdır. Ancak temel ile bina bir bütünlük arz ettiği için sanki temel yükseltilmiş gibidir. 2- "Kavaid / kaideler", kenarlar veya duvarlar demektir. Çünkü binanın her kenarı, üzerine bina edilen tarafın kaidesidir. 3- Kabe'nin kaidelerinin yükseltilmesi, onun manevî değerinin ve şerefinin yüceltilmesi ve insanların hacca çağırılmasıdır. 4- İbrâhîm'in Söâl Beytullah'ın kaidelerini yükseltmesi, onun toprak altında kalmış temellerini bulup meydana çıkarması ve onlar üzerine bina inşa etmesi demektir. Rivâyet olunur ki, Allah, Beytullah'ı cennet: yakutlarından bir yakut olarak yeryüzüne indirdi. Biri doğu, diğeri bati yönlerinde olmak üzere zümrütten ıkı kapısı vardı. Ve Allah, Âdem'e: "- Benim Arş'ımın etrafında tavaf edildiği gibi, senin için de yeryüzüne tavaf edilecek bir Beyt indirdim" buyurdu. Bunun üzerine Âdem Hinci toprağından (Serendip / Seylan / Sri Lanka) yaya olarak Mekke'ye doğru yola çıktı. Melekler onu karşıladılar ve: "Haccın kabul olsun ya Âdem! Biz senden önce iki bin sene müddetle bu Beyt'i haccettik" dediler. Âdem Hind toprağından Mekke'ye yaya olarak kırk defa hacc yaptı. Beyt, Tufan (Nûh Tufanı) günlerine kadar öyle kaldı. Tufanda Allah, onu dördüncü semâya kaldırdı. İşte "Beytü'l Mâmur" budur. Beytullah'ın dünyadaki yeri de, İbrâhîm zamanına değin boş kaldı. Nihayet Allah, İbrâhîm'e Beyt'i bina etmesini emir buyurdu. Cebrâîl de, Beytullah'ın yerini İbrâhîm'e gösterdi. Beyt'in yerinin İbrâhîm'e gösterilmesi ve binanın inşası konusunda da muhtehf rivâyetler vardır: 1- Allah, Beyt'in yerini İbrâhîm'e göstermesi için (bir nevi nur) gönderdi. İbrâhîm, de, onu izleyip nihayet Mekke'ye, vardı. 2- Allah, Beyt'in büyüklüğünde bir bulut parçası gönderdi. İbrâhîm de onun gölgesinde yürüdü. Nihayet o bulut parçası Mekke'ye vardı ve Beyt'in yerinde durdu. O zaman İbrâhîm'e: "- O bulut parçasının gölgesinde Beyt'i bina et; ne fazla yap, ne de eksik!" diye nida edildi. 3- İbrâhîm, Beytullah'ı beş yerden Tûr-i Sına, Tûr-u Zeytâ, Lübnan, Cûdî dağlarından aldığı malzemelerle bina etti ve Beyt'in temellerini Hirâ dağından getirdiği kayalarla attı. Hacerü'l-Esved'ı de Cebrâîl gökten getirdi. 4- Ebû Kubeys Dağı yarıldı; Hacerü'l-Esved oradan çıktı; Tufan günlerinde oraya saklanmıştı. Hacerü'l-Esved, cennet yakutlarından beyaz bir yakut idi. Câhiliye döneminde günahkârlar ona el süre süre karardı. Muhammed el-Fâsî, "Mesîru'l-Ğıram fi Tarıhi'l-Beledi'l-Haram" isimli eserinde diyor ki: "Kabe'nin kaç kere bina edildiği konusunda söylenenlerden çıkan sonuç Kabe'nin, on kere bina edildiğidir: 1) Meleklerin binası (Binâü'l-Melâike). Bunu, Ebû Zekeriyya Muhyiddin el-Nevevî, "Tehzîbü'l-Esmâ Ve'i-Luğat"; Muhammed b. Abdullah el-Ezrakî de, "Tarih-ü Mekke" adli eserlerinde zikrederler. Ancak Ezrakî, bunun, Âdem'in yaratılmasından önce olduğunu ileri sürer. 2) Âdem'in binası (Binâ-ü Âdem). Bunu Alınıed el-Beyhakî, "Delâilü'n-Nübüvve" isimli eserinde zikretmektedir. Beyhakî, bu eserinde Abdullah b. Amr b. As'dan rivâyet ederek diyor kî; "Resûlüllah şöyle buyurdu: "Allah, Cebrâîl’i Âdem'e gönderdi ve Cebrâîl vâsıtası ile Âdem ile Havva'ya ikiniz Benim için bir Beyt yapın!" diye emir buyurdu. Bunun üzerine Cebrâîl Beyt'in yapılacağı yere indi ve Âdem yeri kazmaya başladı. Havva da, toprak taşıyordu. Nihayet kazılan temelden su çıkınca, "Yeter, ya Âdem!" diye alttan nida geldi. Nihayet Âdem ile havva, binayı tamamlayınca, Allah Âdem'e, Beytullah'ı tavaf etmesi emrini verdi. Âdem tavafı bitirince kendisine: "- Sen, insanların ilkisin; bu da ilk Beyt'tir (ev)." buyruldu. Ezrakî anılan eserinde ve Abdurrazzak el-San'anî (radıyallahü anh) de "el-Mûsannef" inde bu rivâyeti dile getirirler. 3) Âdemoğullarının binası (Binâ-i Benî Âdem). Bu bina, Allah'ın, Âdem'e (cennetten çıkarılmanın üzüntüsüne) tâziyet olarak verdiği çadırın kaldırılmasından sonra yaptimıştir. Çadır, Beyt'in yetine kurulmuştu. İşte Âdem'in çocukları o çadırın yerine çamurdan ve taştan bir ev bina ve onlardan sonra gelen insanlar da hep o Beyti imar ettiler. Beyt, Nûh zamanında Tûfan'ın altında kalıncaya kadar böyle sürüp gitti. Ezrakî, Vehb b. Münebih'e yükselen senediyle böyle söylüyor. 4- İbrâhîm Halilin (aleyhisselâm) binası (Binâü'l-Halil) Bu bina, Kur’ân'da sarahatle zikredilmektedir ve uzak, yakın herkesçe bilinmektedir. 5 - Amalika'nın binası. 6- Cürhüm'ün binası. Bu iki binayı da Ezrâkıî, Ali b. Ebî Tâlib'e (radıyallahü anh) yükselen bir senetle zikreder. 7- Kusayy b. Kilâb'ın binası. Bu binayı da Zübeyr b. Bekâr, "Kitabü'n Neseb" (Kitabu Nesebi Kureyş ve Ahbarihim) isimli eserinde zikretmiştir. 8- Kureyşlilerin binası. 9- Abdullah b. Zübeyr'in binası. 10- Haccac b. Yûsuf'un binası. el-Hafız Abdurrahman el-Süheyk de diyor ki, : "Kabe'nin binası, tarih boyunca yalnız beş kere olmuştur. İlki Şît'in (aleyhisselâm) binasıdır." "Ve iz yarfeu' ibrâhîmü'l-kavai'de mine'l-beyti ve İsmail" buyurulmasi, "İsmâil'in "kaideler"den sonra zikredilinesı Kabe'nin temellerinin yükseltilmesinde asıl olanın İbrâhîm olduğunu gösteril:; İsmail (aleyhisselâm) ise, ona tâbidir. Bir rivâyete göre, İsmail, babası İbrâhîm'e taşları veriyordu ve o da duvarı örüyordu. Bir rivâyete göre de, her ikisi Kabe'nin iki tarafından duvarları örüyorlardı. Hacerü'l-Esved de tarihî süreç içinde müteaddit defa gözden geçirilmiş ve çerçevesi değiştirilmiştir. B - "(İşte o vakit şöyle duâ ettiler:) - Ey Rabb'imiz! Bizden bu hizmeti kabul et ." Yahut İbrâhîm, Kabe'nin temellerini yükseltiyordu; İsmail de böyle duâ ediyordu. Duanın, "Rabb" kelimesi ile yapılması -ki Rabb, terbiye ettiklerine bol bol iyilik yapan mânâsını ifade eder- ve Rabb kelimesinin, İbrâhîm ile İsmail'in Sîâ zamirlerine izafe edilmesi (Rabbimiz denmesi), Cenâb-ı Allah'ın duayı kabul zincirini hareket ettirmek içindir. İbrâhîm sûresinde " Ey Rabb'imiz duamızı kabul et!" (14/40) dendiği hâlde burada mefûiün (tümlecin) zikredilmemesi (duamızı... denmemesi), bu yakarısın hem duayı, hem hac menasikıni hem de diğer ibâdetleri, hepsini kapsaması içindir. C- "Şüphesiz her şeyi hakkıyla işiten ve her şeyi hakkıyla bilen Sensin Sen" Bunun anlamı şudur. "- Ey Rabbimiz! Şüphesiz kî, Sen her şeyi ve ez cümle duamızı da hakkıyla işitensin; her şeyi ve ezcümle bütün amellerimizdekı niyetlerimizi de hakkıyla bilensin!" Bu cümle, ilâhî kabulün sebebidir. Ancak bunun sebep ve gerekçe olması, Allah'ın, onların dualarını işitiyor ve niyetlerini bihyor olmasından değil, fakat onların niyetlerinin doğruluğundan ve amellerindeki ihlâstanciır. Cümlenin başında teltid harfıninin "inne / şüphesiz" zikredilmesi, İbrâhîm ve İsmail'in (aleyhisselâm), bu cümleye olan kesin imânlarının kuvvetinin kemâlini ifade etmek içindir. Her şeyi işitmeyi ve her şeyi bilmeyi Allah'a hasretmeleri de, dualarının yalnız Allah'a (celle celâlühü) mahsus ve Allah'tan başkasından umutlarının tamamen kesilmiş olduğunu açıklamak içindir. İbrâhîm kıssasında bihnenleri şöyle sıralayabiliriz: 1- Allah'ın İbrâhîm'i sınaması ve buna bağlı diğer olaylar. 2- Beyt'in bulunduğu yerin güvenli bir şehir olması ve buna bağlı diğer olaylar. 3- İbrâhîm'in oğlu İsmail ile Beytullah'ın temellerim yükseltmesi ve buna bağlı olaylar. 4 Beytullah'ın Allah tarafından insanlar için toplanma ve güven yeri kılınması ve onun temiz tutulması emri. Âyetlerdeki anlatımda olaylar arasında sıra gözetilmemesi, doğrudan doğruya Allah " tarafından gerçekleştirilenleri ayrı; İbrâhîm ile İsmail'den sâdır olan söz ve fiilleri ayrı zikretmek içindir. (2/126) âyette "Kaale ve men kefere — Allah da şöyle buyurdu: -Kim inkâr ederse..." başlığı ile başlayan konunun, İbrâhîm ile ilgili haller arasında zikredilmesi ise, makamın gereği ve kendisinden önceki kelâmın tamamen kaçınılmaz icabıdır. Tıpkı (2/124)'de İbrâhîm'in "Zürriyetimden de..." ifadesinin aynı sebepten dolayı Cenâb-ı Allah'ın söyledikleri arasında zikredilmesi gibi. 128"Ey Rabb'imiz! Bizi gerçekten Sana samimiyetle teslim olmuş iki Müslüman kıl. Zürriyetimizden de sana samimiyetle teslim olmuş Müslüman bir ümmet meydana getir. Ve bize hac menasikıni göster. Bizim tevbelerimizi kabul et. Şüphesiz ki Sen tevbeleri çok kabul eden (e't-Tevvab), çok merhametlisin (e'r-Rahîm)." A- "Ey Rabb'imiz (Rabbena)! Bizi gerçekten Sana samimiyetle testim olmuş iki Müslüman kıl. Zürriyetimizden de sana samimiyetle teslim olmuş Müslüman bir ümmet meydana getir. Ve bize hac menasikini göster." "Müslimeyn" kelimesi iki ıhlas sahibi ve itaatkâr (testim olmuş) insan demektir. Burada İbrâhîm ile İsmail'in Cenâb-ı Allah'tan istedikleri, sahip bulundukları ihlas ve itaatin ziyadesiyle devamıdır. "Müslimeyn" kelimesi, çoğul olarak "müslimîn" şeklinde de okunmuştur. Çoğul olduğu takdirde Hâcer de bu duaya dahidir (çünkü Arapça çoğul, asgari üç için kullanılabilir). Tesniye (ikil) de, çoğulun derecelerinden biridir. İbrâhîm ile İsmail'in "neslimizin bir kısınını da böyle kıl" diye duâ etmeleri şefkate liyakatti olmalarındandır. Bir de onlar ıslah olunca onlara tâbi olanlar da ıslah olur diye düşünmüşlerdir. İbrâhîm ile İsmail'in dualarını kendi nesillerinden ancak bir kısınına tahsis etmeleri de, kendi nesillerinin de zâlimleri olacağını bildiklerindendir. Bir de ilâhî hikmet, onların hepsinin ihlas ve Allah'a yönelme noktasında ittifak etmeleri demek değildir. Çünkü bu, dünya hayatının da dengesini bozar, İşte bundan dolayıdır ki: "Ahmaklar da olmasaydı, dünya yıkılırdı" denir. Bir görüşe göre ise, "Müslüman ümmet"ten murad Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetidir. Menâsik de, hacca ilişkin ibâdetler veya kurbanlardır. Menâsıkin kökü olan nüsük, en ağır ibâdet demektir. Bu kelime daha çok hacc ibâdetleri için kullanılır. Çünkü hacc ibâdetlerinde külfet ve âdetten uzaklık anlamı mevcuttur. B- "Bizim tevbelerimizi kabul et. Şüphesiz ki Sen tevbeleri çok kabul eden, çok merhametlisin." Bu tevbe, İbrâhîm ile İsmail'in nesillerinin tevbesidır. Bunun ikisinin ortak dili ile anlatılması, kâfirleri tevbeye ve imâna teşvik içindir yahut bu, onlardan sehven sadır olmuş ve olabilecek hatalardan tevbedir. Herhalde onlar kendi nefislerini sindirmek ve nesilleri için irşad için bunu söylemişlerdir. "Şüphesiz ki Sen tevbeleri çok kabul eden (e't-Tevvab), çok merhametlisin (e'r-Rahîm)" cümlesi, duanın gerekçesi olup ilâhî icabeti ziyadesiyle sağlayan bir yakarma üslûbudur. Zâten duâ âdabı hakkında şöyle söylenmiştir: "Kul, duasının kabul olmasını istiyorsa, kendi hâline münasip olan Allah'ın isimleri ve sıfatları ile O'na yalvarsın." 129"Ey Rabb'imiz! Sen onlara içlerinden Senin âyetlerini okuyacak, Kitap ve hikmeti öğretecek ve onları arındıracak (tezkiye edecek) bir Resul gönder. Şüphesiz ki Sen her şeye gaalib ve üstün, hükümlerinde hikmet sahibisin." Onlara peygamberler gönderilmesi, gönderilecek peygamberlerin kendilerinden olmasını gerektirmediği için, dualarına "fîhim / içlerinden" ve "minhüm / kendilerinden" olması dileklerini de özellikle dahil etmişlerdir. Ve İbrâhîm ile İsmail'in nesillerinden de Muhammed'den başka Peygamber gönderilmemiştir. Şu hâlde İbrâhîm ile İsmail'in dualarında gönderilmesini diledikleri Peygamber, Muhammed'den (sallallahü aleyhi ve sellem) başkası değildir. Rivâyet olunur ki; o zaman İbrâhîm'e : Senin duan müstecab oldu ve o Peygamber âhir zamanda gelecektir" diye vahye dildi. Peygamber de buyurmuştur ki: "Ben, atam İbrâhîm'in duasına; İsa'nın müjdesine ve annemin rüyasına mazhar olmuşumdur." Peygamberimiz bu hadîsinde, yalnız İbrâhîm'in duasından söz ediyor. Çünkü asıl olan onun duâsidır; İsmail ise ona tâbidir. Bu duanın gerçekleşen olaylara göre anlamı sudur: "- Ey Rabb'imiz! Sen onlara kendi içlerinden Muhammed’i peygamber olarak gönder ki, kendisine vahyedilen belge ve delili en onlara okusun, tebliğ etsin ve düşünce kuvvetleri ölçüsünde Kur’ân'ı ve hikmeti, yani onları kemale erdirecek İslâm'ın hükümlerini ve hak irfanı öğretsin." Allah, elbette her şeye gaalib ve üstündür, kahhardır. O'nun iradesine karşı hiçbir kuvvet duramaz ve Allah hükümlerinde hikmet sahibidir. Hikmet ve maslahat gereği olmayan hiçbir şeyi de irade buyurmaz. Bu cümle, duanın ve dileklerin kabul edilmesinin gerekçesidir. Çünkü hikmet vasfı, hikmetin gereği olan şeylerin bol bol verilmesini ve ezcümle peygamber de gönderilmesini gerektirir. Buna hiçbir güç engel olamaz. Bu da A'zîz vasfının bir sonucudur. 130"İbrâhîm'in milletinden (din) sefih (beyinsiz) olandan başka kim yüz çevirebilir? Andolsun ki Biz onu dünyada seçkin kıldık (istifa ettik). Şüphesiz o, âhirette de sakillerdendir." A- "İbrâhîm'in milletinden (din) sefih (beyinsiz) olandan başka kim yüz çevirebilir?" Bu istifham ret ve inkâr içindir. Akıl sahipleri içinde, yalnız haktan ibaret ve yegâne doğru din olan İbrâhîm'in dininden yüz çeviren kimsenin olmaması gerekir. Başka bir deyişle kendini zeki eden, kendine değer vermeyen ve kendine itibar etmeyen kimseden başka kim, İbrâhîm’i dininden yüz çevirebilir? Bir görüşe göre de, kendini hüsrana uğratandan başka kim İbrâhîm'in dininden yüz çevirir; demektir. Bir görüşe göre de kendini helâk edenden başka yahut kendini bilmezden başka.. .Veya kendi nefsi sebebi ile dalâlete düşenden başka... Çünkü bir insan akıl sahibi hiç kimsenin yüz çevirmediği bir şeyden yüz çevirirse, hem kendini son derece zelil kılmış, hem de kendi kendine ihanet etmiş olur. O böyle yapmakla akıl sahibi bütün insanlara muhalefet etmiş olur. B - "Andolsun ki Biz onu dünyada seçkin kıldık. Şüphesiz o, âhirette de sâhhlerdendir." Rivâyet olunur ki, Abdullah b. Selâm, kardeşinin oğulları Seleme ile Muhaciri İslâm'a davet ederek onlara dedi ki: "- Biz Yahudi ulemâsı olarak kesinlikle biliyoruz ki, Allah (celle celâlühü), Tevrat'ta şöyle buyurmuştur: "Ben, İsmail'in soyundan bir peygamber göndereceğim; onun adı Ahmed'dir. Artık ona kim imân ederse, o hidâyete ermiş ve doğru yolu bulmuş olur; kim de ona imân etmezse, o da lâ'nete uğrar." Seleme, müslüman oldu; Muhacir ise, İslâm'ı kabulden kaçındı. Âyet-i kerîme bu sebeble nazil oldu. Bu âyet-i kerîme şu suretle de yorumlanabilir: Biz, diğer insanlar arasından peygamberlık ve hikmet için onu seçtik ve şüphesiz ki o, istikamet, hayır ve salâh da sebat gösteren ve âhirette de kendisine bu suretle şâhithk edilecek kimselerden olacaktır. Hulâsa, dünyada insanların en seçkini olup âhirette de iyilerden olduğuna dâir kendisine şâhithk edilecek bir kimse, elbette uyulmaya layıktır ve onun, Allah katından memur olarak getirdiği dinden, kendini câhil bırakmakla ve tefekküre sırt çevirmekle zeki edenlerden başka kim yüz çevirir?! İfadede isim cümlesinin tercih edilmesinin sebebi, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) sahillerden olma vasfının yalnız âhirete münhasır değil her iki cihanda da devam eden bir vasıf olduğunu vurgulamak içindir. Bu cümlede "inne" ve "lâm" olmak üzere iki tekit kullanılmıştır. Çünkü âhiret işleri muhataplarca gizlidir. Bu itibarla onların tekide ihtiyacı, eserleri görülen dünya işlerinden daha fazladır. Farklı bir irabe (gramer) göre de mânâ şöyledir: "Andolsun ki, Biz onu dünyada da, âhirette de seçkin kıldık ve şüphesiz o mutlaka iyilerdendir." 131"O zaman Rabb'i ona: - Teslim ol!" buyurduğunda, - Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum" demişti." "O zaman", "Velekadistafaynahü fı'd-dünya / Andolsun ki Biz onu dünyada seçkin kıldık" cümlesinin zarfıdır. Çünkü Allah'ın dünyada İbrâhîm'i seçkin kılması, ancak ona peygamberlık ve âhiret hayrı ile ilgili vasıfları bahşetmesiyle olmuştur yahut bu âyet, anılan cümlenin sebebi olup başında "hatırla" emri gizlidir. Bu takdirde şöyle demek olur: "O vakti hatırla ki, seçkin, salih, imamet ve önderliğe layık şahsın kim olduğu; o mertebelere, ancak iz'an ve itaatle ve Ademlerin Rabbine teslim oldum' derken de niyeti hâlis tutmakla erişilebileceği anlaşılsın." "Teslim ol!" emri konusunda değişik görüşler serdedilmiştir: 1 - "Teslim ol!" gerçek mânâda bir emir olmayıp fakat insanlar için bir temsildir. Daha açık bir ifadeyle: "İbrâhîm Sââl, seyrettiği yıldız, Ay ve Güneş'ten tevhid delillerinin çıkarılabileceğini, bu delillerin, insanları engin bir irfana erıştirebileceğıni ve bu irfanın da Cenâb-ı Allah'a tam teslimiyet sağlayacağını kalben düşünüp idrak etti" demektir. 2- "Teslim ol!", Allah'ın (celle celâlühü) emirlerine tam anlayış ve itaat göster; demektir. 3- "Teslim ol!", üzerinde bulunduğun islâm ve ihlas üzere sebat et yahut istikameti bırakma ve bütün işlerini Allah'a (celle celâlühü) havale et; demektir. Bu görüşlere göre, "Teslim ol!" emri temsil değil gerçek mânâdadır. Gıyabî üslûba dönüş (Rabbi ona teslim ol, buyurduğunda...), Rabb unvanının kullanılması ve İbrâhîm zamirine izafe edilmesi (onun Rabbi), Allah'ın (celle celâlühü), İbrâhîm hakkında son derece lütufkâr olduğunu ve onun terbiyesine özel bir itina gösterdiğini açıklamak içindir. İbrâhîm'in verdiği cevapta Rabb kelimesinin "âlemlere" izafe edilmesi (âlemlerin Rabbine teslim oldum), teslimiyetinin kuvvetinin kemalini bildirmek içindir. Zira İbrâhîm, ilâhî emrin gereği olduğu üzere, Cenâb-ı Allah'ın rubûbiyetinin (herseyi idare etmesinin) bir insanın kendi nefsi için değil, fakat bütün âlemler için düşünülmesi gerektiğini kesin olarak anladı ve anlattı. 132"Bu dini İbrâhîm kendi oğullarına vasiyet etti. Ya'kub da: "- Ey oğullarım! Allah, sizin için bu dini seçti; siz de ancak Müslümanlar olarak can verin dedi. İbrâhîm'in tevhid dininde kemale erdiği anlatıldıktan sonra şimdi de onun başkalarını irşad gayreti içine girdiği ifade ediliyor. Bu vasiyet, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) dinine rağbet etmenin lüzumunu gösterir. Tavsiye, Müslümanların hayrına ve faydasına olan bir fiili veya sözü başkasına salık vermektir. Yani İbrâhîm bu dini, yahut bu sözü (âlemlerin Rabbine teslim oldum) oğullarına da tavsiye etti. Âyetteki "Ya'kub" kelimesi, "oğullarına" atıf olacak bir ırab (hareke) ile de okunmuştur. Buna göre, "Bunu İbrâhîm kendi oğullarına ve Ya'kub'a da tavsiye etti" demek olur. İbrâhîm'in dört çocuğu vardı: İsmail, İshak, Meyden ve Medan. Bununla beraber onun oğullarının sayısını sekize hattâ yirmi dörde çıkaranlar vardır. Ya'kub'un da on iki oğlu vardı: Rubin, Şem'ûn, Lavi, Yahuzâ, Yeşsehûr, Zebûlûn, Zevana, Teftûna, Kûzâ, Üşir, Bünyamin ve Yûsuf. Ya'kub, oğullarına vesaya da bulunuyor ve diyor ki: "- Allah sizin için, dinlerin en hayırlısı İslâm'ı seçti; Allah katında ondan başka hak din yoktur; siz de İslâm'a aykırı bir hâl üzere can vermeyin; ölümünüze kadar islâm'da sebat edin; ebediyen ondan ayrılmayın." Âyetin bu ifadesi, İslâm üzere olmayan bir ölümde hayır olmadığına delâlet eder. Böyle bir ölüm kimsenin başına gelmemek ve bundan şiddetle kaçınmalıdır. 133"Yoksa siz, ölüm Ya'kub'a gelip çattığı zaman şâhidler miydiniz? O zaman Ya'kub oğullarına şöyle demişti: "- Benden sonra neye tapacaksınız?" Onlar: "- Senin İlâhına ve ataların İbrâhîm, İsmail ve İshaak'ın İlâhına, bir tek İlâha tapacağız. Biz O'na teslim olanlarız." A- "Yoksa siz, ölüm Ya'kub'a gelip çattığı zaman şâhidler miydiniz?" Rivâyete göre Yahudiler, Peygambere: "- Sen bilmiyor musun ki, Ya'kub, öldüğü gün Yahudiliği tavsiye etti?" dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Buradaki hitab, İbrâhîm'in, dininden yüz çeviren Ehl-i Kitab'adır, Ya'kub'un önce zikredilmesi, Yahudilerin ona olan ihtimamlarından-dır. Burada Ya'kub'un oğullarına olan vasiyeti, ıcmalen zikredildikten sonra o vasiyetin keyfiyeti, açıklanır. Yahudiler, burada hem. İbrâhîm dininden yüz çevirmelerinden, hem de Ya'kub'a Yahudî olduğu iftirası attıklarından dolayı kınanır. Âyeti, onların bu iftirasını diğer peygamberleri de kapsayacak şekilde tefsire engel iki sebep vardır. Bunlar: Birincisi, burada yalnız Ya'kub'un adının zikredilmesi, ikincisi de Bakara (2) sûresinin: "Yoksa sız, İbrâhîm., İsmail, İshaak, Ya'kub ve onların torunlarının Yahudî ya da Hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?" mealindeki 140. âyetidir. B- O zaman Ya'kub oğullarına şöyle demişti: "- Benden sonra neye tapacaksınız?" "Siz böyle bir iftirada bulunan Yahudiler! Ya'kub ihtizar hâlinde (haletti nezi'de) iken ve oğullarına: "- Benden sonra kime tapacaksınız?" dediğinde orada şah idler olarak hâzır mıydınız? Hâzır değil idiyseniz Ya'kub (aleyhisselâm) hakkındaki iddialarınızın dayanağı nedir? Sizinki ancak bilinmeyen hakkında bir tahminden ibarettir" Âyetin bu cümlesi ile, kınama, ret ve isliât bölümü tamamlanmış olur. Bundan sonra, Allah (celle celâlühü) yaşanan gerçekleri beyan eder. Gerçek, onların iddialarının hilafıdır. Ya'kub'un (aleyhisselâm) o sorudan maksadı, oğullarının tevhid ve islâm üzere sebat etmelerini sağlamak ve bu konuda onlardan kesin söz almaktır. Nitekim Ya'kub'un vasiyeti, "Siz ancak Müslümanlar olarak can verin!"cümlesi ile biter. C- "Onlar: "- Senin İlâhına ve ataların İbrâhîm, İsmail ve İshaak'ın İlâhına, bir tek İlâha tapacağız. Biz O'na teslim olanlarız." dediler." Bu cümle, bir istinaf cümlesi olup Ya'kub'un hâlinin hikâyesinden anlaşılan bir soruya cevap niteliğindedir. Yani, "- Onlar o zaman ne dediler?" gizli sorusuna, "- Onlar, senin ve ataların... ilâhına ... bir tek ilâha tapacağız... dediler." diye cevap verilmiştir ki, babalarının, o sorudan maksadı da onlardan bu cevabı almaktır. Ya'kub'un oğulları: "- Senden sonra biz de, varlığında, birliğinde ve yalnız kendisine tapılmasının vücûbunda peygamberlerin ve hak din mensuplarının ittifak ettiği İlâha tapacağız ve biz ancak O'na teslim olmuş bulunuyoruz." derler. İsmail Ya'kub'un amcası olduğu halde onun babalar arasında gösterilmesi, tağlib (üstün sayılıp ifadenin ona göre düzenlenmesi) yoluyladır. Nitekim Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Kişinin amcası, babası gibidir." Yine Peygamber, amcası Abbas için: "- Bu, babalarımın bakiyesîchr" demiştir, 134"Onlar birer ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size. Onların işlediklerinden siz sorumlu tutulacak değilsiniz." İbrâhîm ile Ya'kub ve ikisinin arasında gehp geçen tevhid mensubları geçmiş birer ümmettir. Ümmet, insan fırkalarının uymak zorunda olduğu örnek cemaattir. Onlar, öldüler; diğerlerinden ayrıldılar. Onlar, arlıadaş, yoldaş bulunmayan bir mekâna intikal ettiler. Onların kazandıkları ve sâlih amelleri ancak kendilerine aittir; başkasına asla geçmez; başkasının kazandıkları da size geçmez. Hulâsa, geçmişteki Peygamberlerin sâlih amelleri ancak kendilerine mahsustur; Yahudilere asla faydası olmaz; o Yahudiler de, ancak kendi kazandıkları ile baş başadır; soy olarak o peygamberlere mensup olmaları, onlara bir fayda sağlamaz; onlara fayda sağlayacak olan, amelde onlara uymalarıdır. Nitekim Peygamber en yakın akrabaları Hasım Oğullarına hitaben şöyle buyurmuştur: "Ey Haşim Oğulları! Diğer insanlar kendi amelleri ile bana gelirken, siz neseblerinizle bana gelmeyin!" Bu cümlenin ikinci bir tefsire göre meali: "Zaten onların işledikleri size sorulmaz" şeklinde olur. Ancak iki tefsirden hangisi olursa olsun, sonuç olarak, âyetin muhatabları hüsrandadır ve eski ümmetlerin iyiliklerinden faydalanma konusundaki umutlar boştur. Amelin mutlak olarak (sâlih ve gayr-i sâhh amel ayrımı yapılmaksızın) zikredilmesi, isbatı istenen hükmü, genel bir kural zımnında kesin ve bağlayıcı delil yolu ile isbat: etmektir. 135"Onlar: - Yahudi veya Nasranî (Hristiyan) olun ki, hidâyete eresiniz! dediler. (Resûlüm) sen de onlara de ki: 136"(Ey mü'minler siz de) deyin ki: "- Biz Allah'a; bize indirilene; İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Ya'kub'a ve onların esbatma (torunlar) indirilenlere; Mûsâ ve İsâ'ya verilenlere ve Rabblerinden diğer nebilere verilenlere imân ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız ve biz O'na teslim olmuş Müslümanlarız." Bundan önceki âyette, Yahudî ve Hristiyanların söz ve tekliflerini icmâlen reddi için Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) hitab edildiği hâlde şimdi burada mü'minlere dönülmekte ve onlar vâsitasiyle Yahudilerle Hristiyanlar biraz daha tafsılâtk olarak tevhid ve imân yoluna irşad edilmektedir. Yani onların söyledikleri bâtıla karşılık siz de halikı ortaya koymak ve onları zımnen irşad etmek üzere deyin ki: "- Biz, Allah'a ve bize indirilen Kur’ân'a... imân ettik." Kur’ân, diğer ilâhî kitaplardan daha sonra nâzıl olduğu hâlde ona imân, diğerlerinden önce zikredilmiştir. Çünkü Kur’ân biz mü'minlere mahsustur ve diğer ilâhî kitaplara inanmamızın da sebebidir. İbrâhîm'e indirilen Suhuf, onunla amel ettikleri ve hükümleriyle mükellef bulundukları için, ondan sonra gelen Peygamberlere de inmiş kabul edilir. Nasıl ki Kur’ân, bize nazil olmuş kabul edilmekledir. Esbat, sıbtin çoğulu olup torun demektir. Ondan maksad, Ya'kub'un torunları veya on iki oğlu ve onların zürriyetleridir. Çünkü onlar İbrâhîm ve İshaakin torunlarıdır. "Âtâ-yü'tî-îtâen" kökünden gelen meçhul kipiyle "ûtiye" fıih verilmek demektir. Bu âyette cümle içindeki kullanılışı: "...Vema ûtiye Mûsâ ve Isâ vema ûtiye'n-nebiyyûne min rabbihim... / Mûsâ ve İsâ'ya verilen ve Rabbleri katından diğer Peygamberlere verilen..." şeklindedir. Burada "verilmek" fiili çok geniş bir anlam içerir. Peygamberlere nazil olan vahiyler, mucize ve diğer âyetler hepsi bu "verilen" kapsamı içindedir. Âyette açık olarak yalnız Mûsâ ve İsa'nın isimlerinin zikredilmesi kelâmın Yahudi ve Hristiyanları ilgilendirmesi itibariyledir. Bu âyette önemli bir unsur da "Peygamberlere imân konusunda", onlardan hiçbirini diğerlerinden ayrı tutmamak geridir. Biz Müslümanlar Yahudi ve Hristiyanlar gibi yapmayız. Peygamberlerin'hepsine inanırız. Oysa onlar, bir kısınına imân bir kısınını inkâr ederler. İmân konusunda peygamberler arasında ayrım yapılmaması onlara Rabbleri tarafından verilenleri tasdik ve tekzib ile yakından ilgihdir. Çünkü onlar arasında ayrım yapılmaması, onlara Rabbleri tarafından verilenler arasında da ayırım yapılmamasını gerektirir. 137"Eğer onlar da sizin imân ettiğiniz gibi imân ederlerse muhalikak ki hidâyeti bulmuş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse artık onlar şikak (ayrılık, muhalefet) içindedirler. (Resûlüm), onlara karşı Allah sana yeter. O, her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla bilendir." A-"Eğer onlar da sizin imân ettiğiniz gibi imân ederlerse muhalikak ki hidâyeti bulmuş olurlar. Eğer yüz çevirirlerse artık onlar şikak (ayrılık, muhalefet) içindedirler." "Onlar da sizin imân ettiğiniz gibi imân ederlerse..." şart cümlesi; eğer onlar da: 1- Daha önce sizin tafsilâtı ile anlatılanlara imân ettiğiniz gibi imân ederlerse, 2- Onlar da sizin şahadet ettiğiniz gibi bir şahadetle imân ederlerse, 3- Onlar da, iz'an ile, ihlâs ile ve Peygamberler arasında ayrım yapmaksızın imân ederlerse, sizin gibi halika ermiş, halikı bulmuş olurlar ve sizinle onlar arasında imân birliği ve ittifakı hasıl olmuş olur." demektir. Yok eğer onlar, anılan veçhile imândan yüz çevirirlerse, geçerli imânın unsurlarından birini ihlal ederlerse, onların âdeti ve dini olduğu üzere Peygamberlerin kimine imân kimini de inkâr ederlerse, o zaman sizden kesinlikle ayrılmış olurlar. Kur’ân'ın bu ifadesi, onların, mü'minlerin imân ettiklerinin bir kısınına imân etmeleri sebebi ile, mü'minlerle aralarında bir ortak zemin bulunabileceği vehmini ortadan kaldırmak içindir. Yani onları bu halleri ile kesinlikle sizden apayrı bileceksiniz. Bazı müfessirlere göre bu âyet de, "Eğer kulumuz (ve Resulümüz Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem)) indirdiğimizden (Kur’ân) şüphe içindeyseniz o hâlde sız de onun misli (eşdeğeri, benzeri) bir sûre getirin! Allah'tan başka bütün şahitlerinizi de çağırın; eğer iddianızda doğrular iseniz..." mealindeki âyet gibi islâm karşısında onların aczini ortaya koymak ve onları susturmak kahılindendir. B- "(Resûlüm), onlara karşı Allah, sana yeter." Âyetin bundan önceki cümlesinden, Yahudi ve Hristiyanlarla imân noktasında uyuşmanın mümkün olmadığı ve bunun da ister istemez, onlarla cidal (mücadele:) ve kıtale (çarpışmaya) sebep olabileceği anlaşılınca, Allah (celle celâlühü), mü'minleri desteklemenin ve onları üstün kılmanın teminatı olarak, o cümleden hemen sonra zafer va'detmek suretiyle Resûlüllahı teselli buyurdu ve mü'minleri ferahlattı. Nitekim Allah Yahudi Benî Nadir kabilesinin pek halik olarak öldürülmeleri ile o şerefli va'dini gerçekleştirdi. Âyetin bu cümlesinde kâfirlerin kesin muhalefet ve düşmanlıklarına karşı Allah'ın (celle celâlühü) kifayeti bütün mü'minler için olduğu hâlde muhatab olarak Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) seçilmesi kâfirlere karşı mücadelede asıl ve temel varlığın Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) olmasındandır. Bir de burada mü'minlere değil de yalnız Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) hitab buyurulması bize bildiriyor ki, İslâm düşmanlarına karşı olan mücadelede savaş işlerini yürütmek, imkânlarını hazırlamak, giderlerini sağlamak, bu yolda zorluklara ve sıkıntılara göğüs germek ve cesaret örneği olmak liderlerin vazifesidir. C- "O, her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla bilendir." Bu cümle de, önceki zafer va'dinin devamı ve tekidi mahiyetindedir. Yani Allah, senin dileklerini hakkıyla işitmekte ve bu hak dini izhar etmek niyetini de pek âlâ bilmektedir; O, senin istediklerini mutlaka verecek ve seni muradına erdirecektir. Yahut bu kelâm, kâfirler için bir ceza va'didir. Yani Allah, o kâfirlerin hayırsız konuşmalarını ve kalblerinde gizledikleri fenalikları gayet iyi bilmektedir ve onları mutlaka cezalandıracaktır. Bu mânâya göre de bunun, önceki va'din tekidi olduğu açıktır. Çünkü kâfirlere ceza va'di mü'minlere zafer va'didir. 138"Allah'ın boyası... Kimin boyası Allah'ın boyasından daha güzeldir? Biz yalnız O'na kulluk ederiz." A- "Allah'ın boyası..." Bundan maksat, âyetlerde zikredilenlere lafzı ve mânâsiyle imân etmektir. Yani boya, bezleri, kumaşları kirlerden lekelerden temizleyip onu güzel renklerle süslediği ve beğeni kazandırdığı gibi, vasıflı bir imân da, mü'minleri küfrün kirlerinden temizler; onları güzellikleri ile süsler ve kalblerini nurlandırır. Bazılarına göre burada bir çağrışım (tedai) hasıl olması için kas den "sıbğa / boya" kelimesi kullanılmıştır. Zira Hristiyanlar, çocuklarını "Ma'mûdiye" dedikleri bir sarı suya (Baba, Oğul ve Ruhu'l-Kudüs adı ile) batırırlar ve bunun çocuklar için bir temizleme olduğunu ve bununla (vaftizle) Hristiyanlık hakkını kazandıklarını iddia ederler. İmân demek olan boyanın Allah'a izafe edilmesi, onun Yüce Allah'ın ism-i celiliyle irtibatlandırılmasi, ona şeref kazandırmak ve bir de, imânın ilâhî bir lütuf olduğunu, ilâhî inayet olmadan kulun kendi başına bunu tahsil edemeyeceğini bildirmek içindir. Bazılarına göre de, âyetin başında gizli bir, "- Bağlı kalın!" emri vardır. Bu, "- Allah'ın boyasına bağlı kalın!" demektir. Bu âyet; "Kuulû âmenna billahi (Ey mü'minler siz de) deyin ki Biz Allah'a imân ettik.." âyeti ile bağlantıkdır. Fakat aralarına "Fein âmenû bimisli mâ âmentüm / Eğer onlar da sizin imân ettiğiniz gibi imân ederlerse... Ve in tevellev / yok eğer ondan yüz çevirirlerse..." gibi cümlelerin girmesi, gerçek imânın o olduğunu, hidâyetin de ancak onunla mümkün olabileceğini belirtmek ve Peygamberi teselli etmek içindir. B- "Kimin boyası Allah'ın boyasından daha güzeldir" Allah'ın imân boyasından daha güzeli yoktur; O'nun imân boyası ve rengi her boyadan ve renkten daha güzeldir. Burada güzelliktekı üstünlük, hakiki güzelliği de, kâfirlerin iddiasına göre olan farazi güzelliği de kapsayan genel mânâda bir güzellik olduğundan, bu ifadeden, Allah'ın (celle celâlühü) boyasının dışında başkasının boyasının da kısmen güzel olabileceği anlamı çıkmaz. Bu cümle, ıtirazî (ara) cümlesi olup Allah'ın (celle celâlühü) boyasmdaki ferahlık ve sevinci açıklar. C- "Biz yalnız O'na kulluk ederiz." Biz ancak bu büyük nimeti bize bahşeden Allah'a, bu büyük nimet ile diğer nimetlerin şükrünün edası olarak tapmaktayız. Bu cümle, "Âmenna —" imân ettik..."cümlesine atıf olup onunla beraber "Kuulû / Deyiniz ki..." emrinin kapsamına dahildir. Ancak atıf olduğu cümle fiil cümlesi iken, bunun isim cümlesi olarak gelmesi, ibâdetin devamlılığını bildirmek içindir. Âyetin başında (Allah'ın boyasına bağlı kalın) teşvik emrinin gizli olduğunu söyleyenlere göre, bu cümle de, ona atıftır ve burada "deyiniz" emri gizlidir. Yani Allah'ın boyasına bağlı kalın ve deyiniz ki, biz ancak O'na tapmaktayız. Buna göre "Kimin boyası Allah'ın boyasından daha güzeldir?" cümlesi, O'nun boyasına bağlı kalmanın sebep ve gerekçesidir. 139"(Resûlüm) de ki: - Siz, Allah hakkında bizimle tartışacak mısınız? O, bizim Rabbimizdir; sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Biz O'na halisane bağlanmış bulunuyoruz." Bakara sûresinin 136. âyetinde genel olarak bütün Müslümanları muhatab tutan; "- (Ey mü'minler siz de) deyin ki: - Biz, Allah'a; bize indirilenlere, İbrâhîm'e, İsmail'e, Ishaak'a, Ya'kub'a ve onların esbatına (torunlar) indirilenlere; Mûsâ ve İsa'ya verilenlere ve Rabblerınden diğer nebilere indirilenlere imân ettik." mealindeki, emirden sonra burada hitab Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) tahsis edilmiştir, Çünkü burada emrin konusu, Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) has vazifelerdendir. Soru, Yahudi ve Hristiyanlarm iddialarını red ve onları ikaz içindir. Yani siz; "- Yahudiler ve Hristiyanlar, Allah'ın dini hakkında bizimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? " "- Hak dinin, Yahudilik ve Hrîstiyanlık olduğunu mu iddia ediyorsunuz?" "- hidâyete ermeyi ve cennete girmeyi Yahudi ve Hristiyan olmaya mı bağlıyorsunuz?" Yahudi ya da Hristiyan olmayan cennete giremeyecektir." ve "Yahudi ya da Hristiyan olun ki, hidâyete ermiş olasınız" mı diyorsunuz? Oysa sizin bizimle tartışmaya hiç hakkınız yok. Çünkü Allahü teâlâ, bizim işlerimizin de, sizin işlerinizin de sahibidir ve bizim, Rabbimizin emirlerine uygun güzel işlerimiz bize, sizin O'nun hükümlerine aykırı kötü işleriniz de size aittir. Bizim, O'nun rızasından başka hiçbir talebimiz de yoktur.. 140"Yoksa siz: "- İbrâhîm, İsmail, îshaak, Ya'kub ve onların esbatı (torunları) Yahudi veya Nasara (Hristiyan) idi mi diyorsunuz?" (Resûlüm) de ki: "- Siz mi yoksa Allah mı daha iyi bilir?" Allah'tan gelen bir şahadeti gizleyenden (kelimeden) daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gaafil değildir." A- Yoksa siz: "- İbrâhîm, İsmail, İshaak, Ya'kub ve onların esbatı (torunlar) Yahudi veya Nasara idi mi diyorsunuz?" Bu cümle; 1- Ya bundan önceki âyette, "Allah'ın dini hakkında bizimle tartışacak mısınız?" cümlesinin muadili olup bu da oradaki emre dahildir. O takdirde Yahudi ve Hristıyanlara şunları sormak gerekir: a- Allah bizim de, sizin de Rabbidir; bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size âit iken siz inançlarınızın hak olduğuna dâir delil, hüccet getirerek bize üstün çıkmak mı istiyorsunuz? b- Yoksa "İbrâhîm, İsmail, İshaak, Ya'kub ve onların esbatı Yahudi, ya da Hristiyan idiler ve biz de onlara uyuyoruz" demek suretiyle Peygamberlere iftiraya mı kalkışıyorsunuz? Maksad her ikisini de reddetmek ve bunlardan dolayı onları kınamaktır. 2- Ya da bu cümle anılan cümlenin muadik ve onunla bağlantılı değildir. Buna göre, o Yahudi ve Hristiyanlar, halika karşı bâtıl delillerle üstün çıkmak çabalarından dolayı önceki âyette kınandıktan sonra bu âyette de, Peygamberlere iftiralarından dolayı kınanmaktadır. Bir başka görüşe göre de bu iki âyetin mânâsı şöyledir: "- Siz Yahudiler, sizden değil de Araplardan bir Peygamber gönderdiği için Allahü teâlâ hakkında bizimle tartışıyor ve bize karşı hüccet ikame ederek üstün çıkmaya mı çalışıyorsunuz?" Çünkü rivâyet olunur ki, Yahudiler, Peygambere: "- Bütün peygamberler, biz İsrâiloğullarından zuhur etmiştir; eğer sen de gerçekten peygamber olsaydın, bizden olurdun!" dediler. İşte bunun üzerine bu iki âyet nazil oldu. B- "(Resûlüm) de ki: "- Sız mi yoksa Allah mı daha iyi bilir?" Bakara sûresinin 139 ve 1.40 âyetlerinde arlıa arlıaya gelen "de ki" emri yalnız kınamayı tekid ve reddi teşdıd için değil fakat aynı zamanda önceki ifadelerin gerçek bir sonucu olarak ortaya çıkan fakat gizli kalan bir kelâmdan dolayıdır. O kelâm da onların Peygamberlere attıkları iftiralardır. Anılan iki âyetin başındaki tekrarlar da, tıpkı, "İbrâhîm dedi ki: "- Rabbinin rahmetinden sapıklardan başka kim ümit keser?" "İbrâhîm dedi ki: - Ey elçiler! Başka ne işiniz var?" ve "İblis dedi ki: - Ben, çamurdan yarattığına secde eder miyim?" "İblis dedi ki: "- Şu benden mükerrem kıldığına bir bak!" İşte bu âyetlerde de "dedi ki" kelimesi tekrar edilmekte ve aynı mütekellim şahsa âit sözlerin ortasında "dedi ki" kelimesi ikinci kez yer almaktadır. İşte bu tekrar, iki kelâm arasında, bunlarla alâkalı bir kekimin daha bulunduğunu bildirmek içindir. Ehl-i Kitabin peygamberler hakkındaki sözlerinin yalan olduğu da şu gerekçelerle sabittir: 1- Onlar kendilerinden alınan ahdi bozmuşlar ve verdikleri sözde durmamışlardır. 2- İbrâhîm'in Yahudî veya Hristiyan olduğu iddiası Al-i Imran sûresinin 65 ve 67. âyetlerinde sarahade ve şiddetle reddedilmiştir. Şöyle ki: "Ey Ehl-i Kitab! İbrâhîm hakkında neden çekişip duruyorsunuz? Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirildi. Akletmez misiniz?" "İbrâhîm, ne Yahudî, ne de Hristiyan idi. Fakat Allah'ı bir tanıyan gerçek bir Müslümandı. O, hiçbir zaman müşriklerden olmadı." İbrâhîm'den sonra gelen peygamberler de, tamamen onun dinine uymuşlar ve tevhid yolunda yürümüşlerdir. 3- O hâlde sız Yahudiler ve Hristiyanlar, o söylediklerinizi nasıl söylersiniz? Allah, sizin söylediklerınizden uzak ve yücedir. C- "Allah'tan gelen bir şahadeti gizleyenden (ketmeden) daha zâlim kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan asla gaafıl değildir." Allah'tan gelen bu şahadet, İbrâhîm'in hanîf, muvahhid (bir tek Allah'a inanan) ve halika yönelmiş olduğuna, Yahudî veya Hristiyan olmadığına ilişkindir. Bu şahitliğin Allah (celle celâlühü) katından gelmesi, yerine getirmenin en kuvvetli sebebi ve gizlenmesine en güçlü engeldir. Oysa Ehl-i Kitab, bu şahitliği gizlemiş ve iftiralarını onun yerine koymuştur. Hak ve gerçek olan bir şahadeti reddedip de onun hilafına şahadette bulunan kimsenin zulümdeki derecesi ifade edilemeyecek kadar büyüktür. Allah (celle celâlühü) onların yaptıklarından habersiz değildir. Şu hâlde onların, Allah'ın (celle celâlühü), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındaki şâhitliğini gizlemeleri peygamberlere iftira etmeleri de öncekide buna dahildir. Yani Allah (celle celâlühü) bütün yaptıklarınızı da, yapmadıklarınızı da sınırsız bilgisiyle kuşatmıştır. Bu itibarla O, bu büyük cinÂyetinizden ötürü sizi en şiddetli azab ile cezalandıracaktır. "Ta'melûne / sizin yaptıklarınız..." fiili muhatab kipi yerine gaaib kipi ile "Ya'melûne — onların yaptıkları..." şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde "onlar" zamiri, ya şâhitliği gizleyenleri, ya da Ehl-i Kitabi ifade eder. Bakara sûresinin daha önce geçen 114. âyetinde de baş tarafında bir (De ki) emri olmamakla beraber orada belirtilen fiilleri yapanlar "Ezlem / en zâlim, daha zâlim" olarak vasıflandırılır. Şöyle ki, : "Allah'ın mâbedlerinde O'nun isınınin zikredilmesine mâni olan ve onların harabına çalışandan daha zâlim kim olabilir?" 141"Onlar gelip geçmiş birer ümmetti. Onların kazandıkları kendilerine sizin kazandıklarınız da size. Onların yaptıklarından siz asla sorumlu tutulacak değilsiniz." Bu âyet Bakara sûresinin daha önce geçen 134. âyetinin bir tekrarıdır. Bundan murad, Yahudileri, ataları Peygamberlerle iftihar etmek ve onların amellerine güvenmek hatasından mübalağa ile caydırmak içindir. Bir görüşe göre de, daha önceki âyetteki hitab, Yahudiler için, bu âyetteki hitab ise biz mü'minler için olup amaç bizi onlara uymaktan sakındırmaktır. Bir diğer görüşe göre ise, ilk âyetteki ümmetten maksat, peygamberlerdir; ikinci âyetteki ümmetten maksat ise, Yahudilerin selefleridir. 142"İnsanlardan bir takım sefihler diyeceklerdir ki onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir? (Resûlüm) de ki: - Doğu (el-maşrık) da, batı (el-mağrib) da Allah'ındır, Allah, dilediğim doğru yola iletir (sirat-müstaktime hidâyet eder)." A- "İnsanlardan bir takım sefihler diyeceklerdir ki onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir?" Sefahet, "hiffet-i akl" yani akıl hafifliği, akıl zayıflığı demektir. Sefihlerin kimler olduğu konusunda ise değişik görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki: 1- Sefih; hafif akıllı, iyi düşünemeyen, aklını kullanamayan daha geniş kapsamda akla değer vermeyen, körükörüne takht eden insandır. 2- Sefihler, iftiracı, bühtana, yalancı ve bildiğinin aksini söyleyenlerdir. 3- Sefihler zâlimler ve cahillerdir. 4- Sefihlerden murad Yahudîlerdir. Nitekim İbn Abbâs ile Mücâhid'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, "Onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir?" diyenler Yahudîlerdi. Çünkü onlar neshi inkâr ediyorlardı. Bir de onlar Peygamberin atalarının kıblesi olan Kabe'ye değil de Beytü'l-Makdis'e yönelmesine akşmışlardı. Bu onların hoşuna gidiyordu. 5- Sefihlerden maksat müşriklerdir. Müşrikler bunu, Kabe'ye dönülmesini sevmedikleri için değil fakat Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) tebliğ buyurduğu dini tenkid için söylüyorlardı. Zira onlar: "- Muhammed, atalarının kıblesinden yüz çevirdi; sonra yine ona döndü. O, ilende mutlaka atalarının dinine geri dönecektir." diyorlardı. 6- Sefihler, Kıble'nin değiştirilmesini tenkid konusu yapan kâfir üç gruptan bazı insanlardı. Buna göre "...mine'n-nâsi / insanlardan..." ifadesi, üç kâfir grubtan, her türlü fesada dalmayı âdet edinmiş şakıî ruhlu olanları belirtmek içindir. Zaten en açık anlaşılan mânâ da budur. Çünkü o kâfirlerden belli bir taife kastedilmiş olsaydı, "insanlardan" denilinesinin fazla bir faydası olmazdı. Âyette, o kâfirlerin sefihlerinin zikredilmesi, diğerlerinin, Kıble'nin tahvilini kabullendikleri, ona razı oldukları anlamına gelmez. Fakat onların ya hiç yüksek sesle tenkid etmediklerini, ya da tenkidlerinde bu ifadeyi kullanmadıkları anlamına gelir. Buradaki istifham inkârı vasıfta olup reddetmek anlamındadır. Kıble, bir şeyin başka bir şeye karşı (mukabil) olma veya durma hâlidir. Şeriatta bir terim (ıstılah) olarak kıble, namazda insanın yöneldiği cihettir. Burada kıbleden Beytü'l-Makdis (Mescid-i Aksa) kas tedilmektedir. "...a'n kıbletihi-mülleti" kelâmiyle Kıble kelimesinin, Müslümanları belirten zamire izafe edilmesi ve onun "kânû a'leyha / üzerinde oldukları", her zaman yöneldikleri, saygınlığını gözettikleri ve hak olduğuna inandıkları, şeklinde vasıflandırılması, ret ve inkâr anlamım tekid içindir. Çünkü bir şeye bağlanmak, onun hak ve gerçek olduğuna sürekli inanmak, ondan ayrılmaya engeldir. Sefihlerden murad eğer Yahudiler idiyse onların Kıble'nin tahvilini reddetmelerinin sebebi, bundan hoşlanmamaları ve bunu yanlış bulmalarıdır. Sefihlerden murad eğer müşrikler idiyse, bu sözü söylemelerinin sebebi, mücerred islâm'a dil uzatmak ve o kıbleye yönelmenin de, ondan yüz çevirmenin de sebepsiz olduğunu açıklamaktır. Yoksa Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), o kıbleden yüz çevirmesini ve Mekke'ye yönelmesini sevmedikleri için değildir. "Onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir?" buyrulduğu hâlde "Onları başka kıbleye yönelten, döndüren nedir?" denmemiştir ki zaten bunun ikisinden birinin gerçekleşmesi, diğerinin de gerçeldeşmesi demektir. Çünkü eski dini terk etmek, aklen daha uzak bir iştir, Onun sebebini reddetmek ise, sonuç almak için daha etkilidir. Bu ifade kıble değişikliğini reddedenlerin Yahudiler ve müşrikler olduklarını bildirmek için değildir. Zira Yahudilerin reddettikleri sırf Beytü'l-Makdis'in hususiyetlerinden dönülmesidir. Yahudilerce yegâne hak kıble Beym'l-Makdis'tir. Yoksa Yahudilerin, içlerine sindiremedikleri başka bir kıblenin hususiyetine yönelmek değildir. Müşrikler, de eski kıblenin terk edilmesine, İslâm'ı tenkid etmek ve onun hükümlerine dil uzatmak maksadıyla karşı çıkıyorlardı; yoksa Peygamberin -âi Kabe'ye yöneldiğine karşı çıkmıyorlardı. Çünkü müşriklerin de yegâne hak kıblesi Kabe idi. Âyette açıkça görüldüğü üzere "Onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir?" ifadesi, ne Yahudileri, ne de müşrikleri belirlemek için sevk edilmiş değildir. Çünkü bunu bildirmekten uzaktır. Nasıl buna hayır, denebilir ki, münafıklar da, şüphesiz Yahudilerden ve müşriklerdendi. (Onlar da anılan sözü söylüyorlardı). Kıblenin tahvili hadisesi, Peygamberin sıdk ve nübüvvetinin delillerinden olduğu ve nitekim Tevrat'taki tarifine aynen uygun vuku bulduğu hâlde (yani Müslümanlar buna hazırlıklı iken), önceden âyetle haber verilmesi, nefisleri tatmin etmek ve kâfirleri susturacak delilleri önceden hazırlamak içindir. Çünkü nefse hoş gelmeyen bir hâdise ile ansızın karşılaşmak daha zor ve daha ağırdır ve hazırlanmış cevap, çetin hasının fitnesini daha kolay defeder. B- "(Resûlüm) de ki: "- Doğu da Batı'da Allah'ındır. Allah dilediğini doğru yola iletir." Bu cümle, akla gelen gizli bir som cümlesinin cevabı mahiyetinde bir istinaf cümlesidir. Sanki "O zaman ben ne diyeceğim?" sorusu sorulmuş da cevap olarak böyle söylenmiştir. Yani dünyanın iki tarafı da, bütün yönleriyle, mülk olarak da, idare olarak da yalnız Allah'ındır. Bu itibarla dünyanın herhangi bir yönünün haddi zatında kıble olma özelliği yoktur; bir yön ve mekânın kıble olması ancak Yüce Allah'ın özel iradesi ve emriyledir. "Resûlüm! Onlara de ki, : - Allah (celle celâlühü) kendisinden başka hiç kimsenin bilmediği gizli hikmetlere bağlı olarak, kimi dilerse onu doğru yola iletir; bu doğru yol da kişiyi dinî saadete ulaştırır. Ve bizi de o doğru yola iletmiştir; nitekim Allah erişilmeyen birçok hikmetler ve gizli maslahatlar taşıyan iradesinin gereği olarak, önce Beytü'l-Makdis'e sonra da Kabe'ye yönelmemizi emir buyurdu." 143"İşte böylece Biz, sizi insanlara şâhid olasınız; Resul de size şâhid olsun diye orta bir ümmet kıldık. Daha önce yöneldiğin Kabe'yi kıble yapmamız şunun içindir: Resule uyacaklarla (tabî olacaklarla) ökçeleri üzerinde dönecekleri bilelim (ayıralım). Elbette bu Allah'ın hidâyete erdirdiği kimselerden başkasına ağır gelecektir. Allah, imânınızı zâyı edecek değildir. Şüphesiz ki Allah, insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir." A- "İşte böylece Biz, sizi insanlara şâhid olasınız; Resul de size şâhid olsun diye orta bir ümmet kıldık." Resûlüllah'a olan iki hitab arasındaki bu hitab mü'minlere ait olup teşrif içindir. "Kezâlike / İşte böyle", aslında uzaktaki bir nesneye işaret için kullanılır. Buradaki istimali, işaret edilen nimetin derecesinin, faziletteki mertebesinin yüksekliğini bildirmek içindir. "Vasat", lügatte dairenin merkezi gibi, bütün çevreye aynı uzaklıkta bulunan orta noktaya denir. Sonra mecazî anlamda beşerî güzel hasletler (el-hısâlü'l-nıahrnûdeti'l-beşeriye) için kullanılmıştır. Bu âyette de mecazî olarak, beşerî güzel hasletler anlamında kullanılmıştır. Çünkü İslâm ümmeti sahip olduğu güzel hasletleriyle iki kötü arasında, yani ifrat ile tefritin ortasında bulunmaktadır. Meselâ: fuhuş ile cinsellikten tamamen uzak durma hâlinin ortası iffet, tehevvür ile korkaklığın ortası şecaat (cesaret), şeytanî zekâ ile akıl eksikliğinin (şaşkınlığın) ortası hikmet, uyumlu ve dengeli vasıfların muhassalası adalet olduğu gibi. Vasat kelimesi, mübalağa (mânâyı kuvvetlendirme) amacıyla mezkûr vasıflara sahip kimseler için de kullanılmıştır. Yani sanki bu kişiler, o vasıfların tâ kendileri olmuşlardır. Bu âyette derin bir nükteye daha işaret edilmektedir ki, o da şudur: İslâm ümmetinin vasat bir ümmet kılınması, Allah'ın, onları, sırat-ı müstakim olarak ifade edilen halika hidâyet buyurmasından ibarettir. Sırat-ı müstakîm, ıkı tarafa sapma eğilimi olmayan orta ve düz yoldur. O eğik çizgiler ortasında bulunan düz çizgidir. Ve bu yolun, eğri yollar arasında dümdüz bir yol olmasının zorunlu gereği de, bu yolu bulmuş ümmetin ilim ve amelde doğru, hayırlı, âdil, güzel meziyetlere sahip bir ümmet olmasıdır. Allah, insanlık için yollan açık kılmış, peygamberler göndermiş; onlar da halikı tebliğ etmiş; nasihatlerde ve uyanlarda bulunmuştur. Artık öğüt alan yok mudur? İşte İslâm ümmetinin vasat bir ümmet kılınmasının amacı ve ondan hasıl olan gaye, insanlara şahit olmalarıdır. Zira adalet, yukarıda belirtildiği gibi, uyumlu ve dengeli bir keyfiyettir. Meselâ: Hayvani şehvet kuvvetinin faziletti olanı iffettir; yirticı hayvanların öfke kuvvetinin faziletli olanı şecaattir; melekî (meleklerde bulunan) aidi kuvvetin faziletli olanı hikmettir. Nitekim, "Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime hikmet verilmiş ise ona pek çok hayır verilmiş demektir." mealindeki âyet-i kerîme de hikmet makamının ne kadar yüksek olduğunu gösterir. Hulâsa, bu vasıfları taşıyan insanlar, dinin hükümlerini ve ümmetlerin hâllerini içeren Kitab-ı Mübîn'in (Kur’ân) hakikatlerine vâkıf ve böylece diğer ümmetler hakkında şahittik yapmanın şartlarına haiz olmuş olur. Rivâyet olunur ki, kıyamet günü eski ümmetlerden bazıları peygamberlerin tebliğlerini inkâr edecekler. Her şeyi cümlemizden daha iyi bilen Allah, inkarcılar aleyhinde hüccet ikame ve onları fazlasıyla rezıl-rüsvay etmek için onlardan şâhid getirmelerini isteyecek. Şâhid olarak onlardan sonra dünyaya gelen Muhammed ümmeti çağrılıp dinlenecek ve bunlar da onları tekzib ederek şehadette bulunacaklar. O zaman o ümmetler diyecekler ki: "- Siz, bunu nereden bildiniz?" - Biz bunu, Allah'ın, sâdık Peygamberinin diliyle Kur’ân'da bize haber vermesiyle öğrendik" cevabını alacaklar. İşte o zaman Peygamber huzura çağrılacak ve ondan ümmetinin hâli sorulacak. Peygamber de, ümmetini tezkiye edecek ve âdil olduklarına şâhidlik edecek. İşte âyetteki "Resul de size şâhid olsun..." ifadesinin mânâsı budur. Âyetin bu cümlesinde "a'leyküm / aleyhinizde" ifadesi kullanılmış; çünkü şâhidde, rakîb ve gözetici mânâsı da vardır. Bir görüşe göre de, âyetin mânâsı şöyledir: "Dünyada, ancak iyi ve âdil insanların şahitliğinin kabul edildiği konularda insanlar aleyhinde şahit olmanız için..." B- "Daha önce yöneldiğini (Kabe) kıble yapmamız şunun içindir: Resule uyacaklarla ökçeleri üzerinde dönecekleri bilelim." Burada ilâhî hitabın sırf Peygambere tahsis edilmesi, bu kelâmın ifade ettiği marifetin, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tahsis edilmeye lâyık sırlardan olduğuna işaret etmek içindir. Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) eskiden yöneldiği kıblenin neresi olduğu konusunda değişik düşünceler ilen sürülmüştür. Şöyle ki: 1- Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) eskiden yöneldiği kıbleden maksad, Kabe'dir. Zira Peygamber, önceleri Kabe'ye doğru namaz kılıyordu. Hicretten sonra Medine'de, Yahudilerle arasında ülfet hasıl olması için namazda el-Sahre'ye (Kutsal Kaya— Kurban Kayası) dönmesi emredildi. 2- Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) eskiden yöneldiği kıbleden maksad, el-Sahre'dir. Zira İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre, Mekke'de Peygamberin kıblesi Beytü'-l Makdis idi. Ancak Peygamber, namaz kılarken Kabe'yi kendisiyle Beytü'l-Makdis arasına alıyordu. Bu rivâyete göre "kıble yaptık" ifadesindeki "kıble"den Kabe mânâsını çıkarmak mümkün değildir. Ama her iki rivâyete göre de anılan "kıble"den, el-Sahre mânâsını çıkarmak mümkündür. Birinci rivâyete göre (kıble, Ka’be olduğu takdirde) mânâ şöyle olur: Bundan önce yöneldiğin el-Sahre'yi, Biz ancak Peygambere uyanları, irtidad edeceklerden ayırdetmek için kıble yaptık. Başka bir deyişle Biz, bunu ancak insanları sınamak için, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) emrolunduğu dinde veya kıblede ona uyanları, İslâm'dan dönenlerden ya da yeni kıbleye yönelmeyenlerden veyahut şimdi Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanları ona uymayanlardan ayırdetmek için yaptık. Çünkü arızî bir şey için gerçekleşmiş olan bir tutum ve tavır, onun ortadan kalkmasıyla o da ortadan kalkar. Peygamberin Mekke'de iken Kabe'ye doğru namaz kıldığı rivâyetine göre, sem eski kıblene tekrar döndürmemiz, ancak, İslâm'da sebat edenleri, tereddüdünden ve imânının zafiyetinden dolayı İslâm'dan cayacaklardan ayırdetmek içindir. Bakara sûresinin 143. âyetinde "li-na'leme / bilmemiz için veya bilelim diye" vârid olan "akme / bilmek" fiili konusunda da değişik kanaader vardır: 1- Bilmek'ten maksad, cezaya sebep hâle olan bilgidir. Yani onların bunu Bi-lfiil gerçekleştirdiklerine Bi-lfiil bilgimiz taalluk etsin diye... 2- Bilmekten maksad, Peygamber ile mü'minlerin bilmesidır. Buna göre, bilginin Allah'a izafe edilmesi, O'nun has kullarına olan ihsanının bir ifadesidir. 3- Bilmekten maksad, temyiz etmek, seçmek ve ayıklamaktır. Yani sebat edenleri, sarsılanlardan ayıklamak için tahvıl-i kıble bir sınavdır. Tıpkı, "Allah'ın, murdarı temizden temyiz etmek (ayırmak) için..."mealindeki âyette belirtildiği gibi. O hâlde âyette bilmek, sebebi olduğu temyiz yerine kullanılmıştır. Bir kırâete göre "Lina'leme biz bilelim" fiilinin mechûl kipi ile "lmu'hme / bilinsin diye" şeklinde okunmuş olması da, bu mânâyı teyid eder. C- "Elbette bu Allah'ın hidâyete erdirdiği kimselerden başkasına ağır gelecektir." Elbette bu kıble değişikliği, sırat-ı müstakimi bulmuş veya hidâyete ermiş olanlardan, tam bir imân ile Resûlüllah'a - bağlılıkta sebat edenlerden başkasına elbette çok ağır gelmektedir. Ç- "Allah sizin imânınızı zayi edecek değildir." Allah'ın kanununda, imândaki sebatı boşa çıkarmak yoktur. Fakat O, sizin yaptıklarınızı takdir eder ve sizi mükâfatlandırır. Bir görüşe göre de Allah, sizin nesh edilen kıbleye olan imânınızı ve o kıbleye yönelerek kıldığınız namazları boşa çıkaracak değildir. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Peygamberimiz, namazda Kabe'ye yönelince, Müslümanlar: "- Ya Resûlallah! Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılındığı sıralarda vefat eden Müslüman kardeşlerimizin durumu ne olacak?" diye sordular ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. D "Şüphesiz ki, Allah, insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir." Bu cümle, âyette ifade edilen hükmün izahı, isbati ve gerekçesidir. Zira Allah'ın bu iki sıfatı, anılan insanların yaptıkları güzel işleri boşa çıkarmayacağını belirtmektedir. Allah'ın Rahîm sıfatı, Rauf sıfatından daha kapsamlı olduğu hâlde onun, Rahîm sıfatından önce zikredilmesi, daha önce (Fatiha suresinde) Rahman ve Rahîm için zikredilen sebeplerden dolayıdır. Bir görüşe göre de, (Rahîm'in kökü olan) rahmet, kemiyet olarak (Raufun kökü olan) re'fetten daha fazladır. Re'fet de, keyfiyet olarak ondan daha kuvvethdir. Çünkü re'fet, elem ve acılardan temiz olan nimetleri yaratıklara ulaştırmaktır; Rahmet ise, mutlak olarak nimetleri ulaştırmaktır. Bu, kangren olmuş bir uzvun kesilmesinde olduğu gibi bazen elem ve acı ile de olabilmektedir. 144"Muhakkak Biz, senin yüzünü semâya çevirip durduğunu görüyorduk. Artık seni razı (hoşnud) olacağın kıbleye döndüreceğiz. Haydi yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir! Sız de ey mü'minler, nerede olursanız olun, namazda yüzlerinizi o tarafa çevirin hiç şüphesiz kendilerine Kitap verilmiş olanlar da bilirler ki Rabb'lerinden gelen haktir. Ve Allah, onların yaptıklarından gaafıl değildir." A- " Muhakkak Biz, senin yüzünü semâya çevirip durduğunu görüyorduk." Daha açık bir ifadeyle "Resûlüm, Biz senin vahiy beklentisi içinde gözlerini göğe doğru çevirip durduğunu elbette görüyorduk." Gerçekte Peygamber, Rabbinin kendisini kıble olarak Kabe'ye döndüreceğini düşünüyor ve bunu bekliyordu. Çünkü Kabe, İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kıblesi idi ve Arapların imâna gelmesi için bunun daha etkih olacağını düşünüyordu. Zira Kabe, Arapların mefhari, yani iftihar ettikleri bir ziyaretgâh ve metafı, yani tavaf ettikleri tek mâbed idi. Bir başka cihetten Kabe'nin kıble ittihazı Yahudilere de muhalefet olacaktı. İşte bütün bunlardan dolayı Peygamber kıblenin tahvik için Cebrâîl’in vahiy getirmesine intizar etmekteydi. B- "Artık seni razı (hoşnud) olacağın kıbleye döndüreceğiz." "Felenüvelliyenneke..." ibaresinde "f " den sonra gelen "lâm / l", kaseme delâlet eder. Bu "Fe vallahi nüvelliyenneke" yani "Allah'a yemin olsun ki artık sem çevireceğiz; sana onu vereceğiz, seni aşkla, şevkle beklediğin, hoşnud ve razı olacağın o Kıble'ye döndüreceğiz, ona yönelme imkânını sana bahşedeceğiz" demek olur. C- "Haydi yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir" Ey Resûlüm! Sana verdiğimiz o şerefli va'di şimdi yerine getiriyoruz. Haydi yüzünü Mescid-i Haram yönüne dön! Dönme veya yönelmenin yüze tahsis edilmesi insan yüzünün yönelme ölçüsü (medarı ve mi'yarı) olmasındandır. Bir görüşe göre de burada "yüz"den maksat vücûdun tamamıdır. Bu, bütün varlığmla ona doğru don; demektir. Mescıd-i Haram, savaşın haram olduğu bölgedeki mescid, yahut zâlimlerin kimseye dokunamadığı bölgedeki mescid demektir. Âyette, Kabe değil de "Mescid-i Haram" buyrulması, namaz kılarken bizzat Kabe'ye yönelmenin şart olmadığını, fakat o cihete yönelmenin de yeterli olduğunu bildirmek içindir. Çünkü Kabe'nin yakınlarındaki insanlar için değilse de, uzaklardaki insanlar için bizzat Kabe'ye yönelmekte, büyük zorluk vardır. Berâ b. Azıb'den rivâyet olunduğuna göre: "Peygamber Medine'ye hicret ettikten sonra on altı, on yedi ay müddetle Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kıldı; oysa kıblesinin Beytü'lharam'a doğru olmasını arzu ederdi. Sonra Kabe'ye döndürüldü." Rivâyete göre kıble değişikliği Bedir savaşından iki ay önce Receb ayında, gün ortasında zeval vaktinden sonra, Resûlüllah Benî Seleme Mescidi'nde Ashab ile beraber öğle namazının ilk iki rek'atıni kıldıktan sonra vuku bulmuştur. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), o anda gelen vahiy gereğince namazın içinde dönüp yüzünü Kabe'nin oluk kısınına çevirdi. Kendisi ile beraber namazda bulunan erkeklerle kadınlar da yer değiştirdiler. İşte bundan dolayı bu Mescide "Mescidü'l-Kıbleteyn" (İki Kıbleli Mescid) adı verildi. Ç- "Siz de ey mü'minler, nerede olursanız olun, namazda yüzlerinizi o tarafa çevirin." Âyette, Cenâb-ı Peygamberi tazim ve arzusunun acilen kendisine verildiğini bildirmek için ilâhî hitab önce Resûlüllah'a tahsis; sonra uzak yakın nerede olursa olsun bütün mü'minlere tamim edilmiştir. Bu hem hükmün te'kid ve teyidi hem de bütün mü'minlerin Peygambere uymalarını temin içindir. D- "Hiç şüphesiz kendilerine Kitap verilmiş olanlar da bilirler ki Rabblerinden gelen haktır." Yahudilerle Hristiyanlar, tahvil-i kıblenin Rabblerinden gelen bir gerçek olduğunu, başka seçenek, olmadığını hiç şüphesiz biliyorlardı. Çünkü onlar Allah'ın âdetinin (sünnetullahın) her şeriate bir kıble tahsis etmek şeklinde cereyan ettiğini de bitiyorlardı. Bir de onlar, kendi mukaddes kitaplarında, gelecek son Peygamberin, iki kıbleye namaz kılacağını da okuyorlardı. E- "Ve Allah, onların yaptıklarından gaafil değildir." Bu ilâhî hitab bütün insanlaradır ve hak fırka için mükâfat va'dı, bâtıl fırka için ceza va'didir. 145"Andolsun ki (Resûlüm) sen kendilerine Kitap verilenlere her türlü âyeti (deki, kanıt, mucize) getirsen, de onlar senin kıblene tabî olmazlar. Sen de onların kıblesine tabî olacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de tabî olmazlar. Andolsun ki sana gelen ilimden sonra onların hevalarına (heves ve arzu) uyarsan hiç şüphe yok ki, zâlimlerden olursun. A- "Andolsun ki, (Resûlüm), sen kendilerine Kitap verilenlere her türlü âyeti (deki, isbat, mucize) getirsen, de onlar senin kıblene tabî olmazlar." Andolsun ki Resûlüm! Sen o kötü halk, inatçı Ehl-i Kitab'a kıble tahvilinin hak olduğuna dâir bütün kesin hüccetleri getirsen de yine onlar senin kıblene dönmezler. Bu, onların kötü hallerinde ne kadar inatçı olduklarını gösterir. Yani ey Resûlüm! Onlar, hüccet ile giderilecek bir şüphe için senin kıbleni terk etmediler; onların sana muhalefeti, sırf kibir ve inatlarından dolayıdır. Bundan önce bütün ümmete yönelmiş olan ilâhi hitab bu âyette, yalnız Peygambere tahsis edilmiştir. Çünkü cimin hak ve gerçek olduğuna ilişkin âyet ikamesi Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) aittir. B- "Sen de onların kıblesine tâbi olacak değilsin." Bu kelâm Ehl-i Kitab'ın boş umutlarını tamamen kesmek için söylenmiştir. Nitekim Yahudiler, Peygambere : "Bizim kıblemizde sebat gösterseydin, senin, o beklediğimiz Peygamber olabileceğini umardık" demişlerdi. Yahudiler bunu, Peygamberi yanıltmak ve kıblesinden dönmesini sağlamak için yapıyorlardı. Ehl-i Kitab'ın kıblesi tek olmadığı hâlde "sen de onların kıblesine" ifadesinde kıblenin tekil olarak zikredilmesi, onların kıblelerinin bâtıl ve halika muhahf olma vasfında birleştikleri içindir. C- "Onlar birbirlerinin kıblesine de tabî olmazlar." Nitekim Yahudiler, ibâdetlerinde el-Sahre'ye (Kutsal Kaya), hırıstiyanlar da gün doğusuna yönetirler. Ve ey Resûlüm! Onların sana uymaları beklenmediği gibi, birbirlerine uymaları da beklenmemekdir. Çünkü her iki fırka da, kendi dinî geleneklerinde pek bağnazdır. Ç- "Andolsun ki sana gelen ilimden sonra onların nevalarına (heves ve arzu) uyarsan hiç şüphe yok ki zâlimlerden olursun." Onların arzularının halika aykırı ve bâtıl, senin yolunun ise yegâne hak yol olduğu konusunda sana gelen o kesin bilgiden sonra farz-ı muhal onların arzularına uyacak olursan, hiç şüphesiz o zaman zulmedenlerden olursun. Bu cümle Peygamberin islâm heyecanına heyecan katmak ve onun aşk ateşini alevlendirmek amacıyla ifade büyütülmüştür; yoksa Peygamberin onların arzularına uyması ihtimali bulunduğundan değil. Bu ilâhî kelâm, dinleyenler için bir lütuftur. Çünkü onları heva ve hevese uymaktan sakındırmak anlamını taşır. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi böyle bir şeye düşmesi asla tasavvur olunmayan bir insan dahi heva ve hevese uymaktan nehyedihrse ve farz-ı muhal bu hataya düşmesi hâlinde zâlimler zümresinden olacağı belırtilırse, böyle olmayan diğer insanların hâh nice olur? 146"Kendilerine Kitap verdiklerimiz onu oğullarını tanır gibi tanırlar. Şüphesiz içlerinden bir fırka halikı bile bile gizlerler (ketmeder)." A- "Kendilerine Kitap verdiklerimiz onu oğullarını tanır gibi tanırlar." Kendilerine kitap verilenlerden maksat: Ehl-i Kitab'ın âlimleridir. Çünkü kitap verilenlerin mutemedleri âlimlerdir. Ehl-i Kitab âlimlerinin, Peygamberi - tanımalarından maksat onun zahirde (görünen) zâtını ve tertemiz nesebini bilmeleri değil, fakat Peygamberin, onların mukaddes kitabında evsafının ve iki kıbleye doğru namaz kılacağının yazılı olmasıdır. Yani şöyle demek isteniyor: "Kendilerine kitap verdiklerimiz, Bizim o kitapta hangi Peygamberi anlattığımızı gayet iyi bilirler." Bu izahla, âyetin nazm-i kerîminin ne kadar mükemmel olduğu anlaşılmış olur. Bu âyet aynı zamanda, Peygamberin şânının yüceliğini, onun ilamsız malûm olduğu gerçeğini de bildirir. Bir görüşe göre de, âyetin mânâsı şöyledir: "Kendilerine kitap verdiklerimiz, Peygamber hakkındaki bilgiyi, bu bilginin sebebi olan vahyi, Kur’ân'ı ve kıble tahvilini elbette bihrler. Ancak âyetin’kendi oğullarını tanırcasma veya tanır gibi' bölümü, birinci mânâyı teyid eder. Yani onlar, Peygamberi kendi kitaplarında yazılı olduğu gibi o üstün vasıfları ile bılırler ve oğullarının nesebi hakkında nasıl şüpheleri yoksa bunda da şüpheleri yoktur." Zahirin yalnız oğullara hasr ve tahsis edilmesi kızların bunun dışında bırakılması Yahudî ve Hristiyanlarm kendi oğullarını kızlarından daha çok sevdikleri ve dolayısıyla onları daha fazla tanıdıkları içindir. Rivâyete göre Ömer b. Hattab Abdullah b. Selâm'dan Resûlüllah'ı sordu ve ondan: "- Ben onu, oğlumu tanıdığımdan daha iyi tanıyorum" cevabını aldı. Ömer (radıyallahü anh), yine sordu: "- Niçin?" Abdullah b. Selâm: "Çünkü dedi, onun Peygamber olduğunda hiçbir şüphem yok. Oğluma gelince; annesi bana ihanet etmiş olabilir." Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh), onun başını öptü. B- "Şüphesiz içlerinden bir fırka halikı bile bile gizlerler." Bunlar, kibir ve inatlarından dolayı halikı kabul etmeyenlerdir. Diğerleri ise, imân edenleridir. Çünkü Ehl-i Kitab'tan imân edenler, halikı gizlemeyip onu açıklamışlardı. Cahilleri ise zaten ne kitabı ne de içindekileri biliyorlardı. Dolayısıyla cahilleri, hak din İslâm'ı ve onun Peygamberini ne açıklamak, ne de gizlemek gayretinde değillerdi; onların küfrü ancak taklid yoluyla idi. 147"(Resûlüm), Rabbinden gelen haktır. Sakın şüphe edenlerden olma" Resûlüllahın (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerinde bulunduğu hak yahut onların gizlediği hak Allah'tan geldiği sabit olan hakdır. Hak, ancak Rabb'inden gelendir. "Rabb" kelimesinin Peygamberin yerini tutan "ke" zamirine izafe edilmesi "Rabbike / senin Rabbin" buyrulması Allah'ın’ Peygamberine olan lûtfunun bir ifadesidir. Bundan sonraki cümlenin daha açık mânâsı: "Onlar halikı bile bile gizleseler de (Resûlüm) sen sakın Rabbinden gelenin hak ve gerçek olduğunda şüpheye düşenlerden olma!" dır. Bundan maksad, Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) şüpheye düşmekten menetmek değildir. Çünkü böyle bir şüphe Peygamberden (sallallahü aleyhi ve sellem) sâdır olacak değildir ve zaten bu tür şüpheler, kişinin kendi iradesi ve tercihi ile de değildir. Bu, bir durum tesbitidir. Buna iki türlü anlam vermek mümkündür. 1- Bu, iyi gören her insanın hak olduğundan şüpheye düşmeyeceği bir gerçek vakıadır. 2- Bu ilâhî kelâm, Peygamberin - şahsında onun ümmetine, yönelik bir emirdir. 148"Her toplumun yöneldiği bir yönü vardır. Artık hayır işlerinde yarışın. Her nerede olursanız olun Allah, sizi bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah, her şeye kaadirdır." A- "Her toplumun yöneldiği bir yönü vardır." Yani her ümmetin yöneldiği bir kıble vardır ya da Kabe'nin Müslüman kavimlerden her birinin yöneldiği bir yanı vardır. B- "Artik hayır işlerinde yarışın." Bu ifade, "hayır işlerine koşun" ifadesinden daha anlamlıdır. Çünkü bunda, yarış çizgisini en önde geçmeye teşvik vardır. Buradaki hayırdan maksad, 1- Ya iki cihan saadetine vesile olacak hayırların bütünüdür ya da 2- Kabe'nin tam karşısına isabet eden faziletti cihetlerdir. C- "Her nerede olursanız olun Allah, sizi bir araya getirecektir." Bu cümle için üç ayrı yorum yapılabılır. Şöyle ki: 1- Nerede olursanız olun, muvafık olun, muhalif olun; bedenleriniz çürüyüp parçalanmış; parçaları ya bir arada ya da dağılmış olsun; Allah (celle celâlühü) hepinizi ceza ve mükâfat için mahşerde bir araya toplayacaktır. 2- İster yerin derinlıklerinde, ister dağların tepelerinde olun; nerede olursanız olun Allah, hepinizin canınızı alacak, ruhunuzu kabzedecektir. 3- Namazlarınız Kabe'nin neresine doğru kılınmiş olursa olsun, Allah hepsini bir yöne doğru kılınmiş gibi kabul buyuracaktır. Ç- Şüphesiz Allah, her şeye kaadirdir." Allah (celle celâlühü) öldürmeye de, hayât vermeye de ve hepinizi bir araya toplamaya da kaadirdir. Bu itibarla bu cümle, geçen hükmün sebep ve gerekçesidir. 149"(Resûlüm) nereden (yola) çikarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram yönüne dön. İliç şüphe yok Rabb'inden gelen haktır. Ve Allah, yap tıklarınız dan asla gaafil değildir." A-" (Resûlüm) nereden (yola) çikarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram yönüne dön." Bu cümle, kıblenin tahviline ilişkin hükmü teyid ve tekid eder. Hazarda ve seferde kıble konusunda hiç fark olmadığını açıkça ortaya koyar. Mânâsı, "Sefere nereden çikarsan çık, namaz kılarken yüzünü Mescid-ı Haram'a doğru çevir ya da nereden çikarsan çık, sana emredileni yap!" demektir. B - "Hiç şüphe yok Rabb'inden gelen haktır. Ve Allah, yaptıklarınızdan asla gaafil değildir." Hiç şüphesiz Rabb'inden sana, hikmete uygun olarak gelen bu emir haktir ve zaten Allah sizin bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Bu itibarla sizin mükâfatınızı en güzel şekilde verecektir. Şu hâlde bu, mü'minler için bir mükâfat va'didir. Bir kırâete göre âyetteki yapmak (amel etmek) fiil şeklinde gaaıb Idpı ile de okunabilmektedir. Bu takdirde mânâ "Allah onların yaptıklarından habersiz (gaafil) değildir." olur. Bu da kâfirler için ceza vaîdidir. 150"(Resûlüm) nereden (yola) çikarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram yönüne dön. Sizler de ey mü'minler nerede olursanız olun yüzünüzü Mescıd-i Haram yönüne dönün ki insanlar için aleyhinizde bir hüccet (deki) olmasın. Ancak içlerinden zulmedenler başka. Artik onlardan korkmayın, Benden korkun! Tâ ki üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım da hidâyete eresiniz." A- "(Resûlüm) nereden (yola) çikarsan çık namazda yüzünü Mescid-i Haram yönüne dön!" "- Ey Resûlüm! Seferlerde veya savaşlarda, yakın veya uzak konaklardan, her nereden yola çikarsan çık, namaz kılarken yüzünü Mescid-i Haram'dan yana çevir!" B- "Sizler de ey mü'minler, nerede olursanız olun (namazda) yüzünüzü Mescid-ı Haram yönüne dönün ki insanlar için aleyhinizde bir hüccet olmasın. Ancak içlerinde zulmedenler başka." İster ikamet, ister sefer hâlinde; dünyanın neresinde olursanız olun; namaz kılarken yüzünüzü Mescid-i Haram yönüne dönün! Buradald ilâhî hitab, hazarda veya seferde, dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış bulunan bütün mü'minler içindir. Bu itibarla "nereden çıkarsanız çıkın" denseydi bu hitab, çeşitli islâm ülkelerinde ikamet hâlindeki insanların durumunu kapsamış olmazdı. Çünkü onlar, oralarda seferi değil fakat mukîm bulunuyorlar. "Yüzünüzü Mescıd-i Haram yönüne dönün!" ifadesinin tekrar edilmiş olması, kıblenin önemini vurgulamak içindir. Bir de kıblenin neshedilmesi şüphe ve fitne konusu yapılmış olabilir. Bu ikinci te'kid o fitne ve dedikoduyu ortadan kaldırmak maksadına matuftur. Kaldı ki, her söylenişte ayrı bir hikmet zikredilmiştir. "... Ki insanlar için aleyhinizde bir hüccet olmasın..." cümlesi "...yüzünüzü Mescid-i Haram yönüne dönün..." emrine bağlıdır. Böylece kıblenin tahvili ile; 1- Ehl-i Kitab'ın, "Tevrat'ta yazılı olan Peygamberin kıblesi Mekke olacaktı oysa Muhammed ve Ashab'ı Beytü'l-Makdis'e dönüyorlar"; 2- Müşriklerin de "Muhammed, İbrâhîm'in dininden olduğunu söylüyor, fakat onun kıblesine muhalefet ediyor"; şeklindeki hüccetleri ortadan kaldırılmış olmaktadır. Başka bir görüşe göre "Ancak içlerinden zulmedenler" ifadesinden maksat Mekke müşrikleridir. Çünkü onlar şöyle diyorlardı: "- Muhammed'in Kabe'ye dönmesinin sebebi, kavminin dinine meyletmesi veya memleketini sevmesinden başka bir şey değildir." "- Muhammed fikir değiştirdi de yine atalarının kıblesine döndü; yakında onların dinine de dönecektir!" Müşriklerin bu çirkin sözleri, elbette bâtıldır. Ona "hüccet" denmesi, "Allah hakkında tartışmaya girenlerin hüccetleri, Rabb'leri katında boştur" mealindeki âyet kabilindendir. Zira Allah hakkında tartışmaya girenler, saçma iddialarını hüccet olarak ileri sürüyorlardı. Bir görüşe göre de hüccet, hak olsun, bâtıl olsun, mutlak delil anlamındadır. Bir görüşe göre de, âyetteki istisna hiç hüccet bulunmaması anlamında mübalağa (manayı daha kuvvetlice ifade etmek) içindir. Çünkü zâlimin hüccetinin olmaması, zorunlu bir gerçektir. C- "Artık onlardan korkmayın Benden korkun!" Sakın onlardan korkmayın, çünkü onların ayıplamaları size hiçbir zarar veremez. Siz, Benden korkun ve emirlerime muhalefet etmeyin! Ç- "Taki üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım da hidâyete eresinız." Bu cümle, âyetin nazm-i kerîminden anlaşılan gizli bir fiilin illeti ve sebebidir. Emrin sebebi, mü'minlere olan ilâhî nimeti tamamlamaktır. Çünkü bu emir bizatihi büyük bir nimettir. Emrin muhtevası sırat-ı müstakime hidâyet etmektir. Nitekim, "Allah kimi dilerse onu sırat-ı müstakime hidâyet eder" buyrulur. Hadîste beyan edildiğine göre: "Nimetin tamamlanması, cennete girmektir." Ali'den (Kerremallahü Vecheh) rivâyet olunduğuna göre: "Nimetin tamamlanması, İslâm üzere ölmektir." 151"Nasıl ki size içinizden bir Resul gönderdik. O, size âyetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size Kitap ve hikmeti öğretiyor ve size bilmediklerinizi öğretiyor. Bu âyetin açık anlamı şöyle olmakdir: "Nasıl ki içinizden bir Resul göndererek size in'am ve ihsan etîiysem bu kere de tahvil-i kıble ile üzerinizdeki nimetimi tamamlamış bulunuyorum." Bir görüşe göre de, âyetin başı, sonu ile bağlantılıdır. Bunun anlamı: "- Ben, Peygamber göndermek suretiyle nasıl sizi zikretmiş isem sız de Beni öylece zikredin" demektir. "...Yetlû a'leyküm âyâtina / O, size âyetlerimizi, okuyor; " cümlesi, Resûl'ün sıfatı olup nimetin kemalini belirtir. "... Ve yüzekkiküm / Sizi tezkiye ediyor; " ibaresi sizi kötülüklerden arındıracak bir hayât tarzını size tavsiye ediyor, anlamına gelir. Tezkiye, uygulama ile nefsi kemale erdirmek, âyetleri okumak ve öğrenmekten husule gelen bir kuvvetle nefsi arındırmak demektir. Bu arındırma aşaması, nefsi kemale erdirme aşamasından sonra başlar. "Size Kitabi ve hikmeti öğretiyor" cümlesi de Resulün ikinci sıfatı olup bu sıfat, "size âyetlerimizi okuyor" sıfatından sonra zikredilmiştir. Ayetleri öğretmek sıfatı ile Kitap ve hikmeti öğretmek sıfatı arasına tezkiye sıfatının girmesi, Resulden sonra peşpeşe sıralanan üç sıfattan her birinin kendi başına büyük bir nimet olup şükrü gerektirdiğini bildirmek içindir. Eğer bu sıfatlarda da, "Ey Rabbimiz! Sen onlara içlerinden Senin âyetlerini okuyacak, Kitap ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir Resul gönder!" âyetinde olduğu gibi, sıfatların gerçekleşme sırası gözetilmiş olsaydı, bu sıfatların hepsinin bir tek nimet olduğu zehabı hâsıl olurdu. Nitekim bunun benzen Bakara sûresinin İbrâhîm kıssasında geçti. Kur’ân-ı Kerîm'den bazen âyetler, bazen Kitap ve bazen de hikmet olarak bahsedilmesinin sırrı da budur. Kur’ân'ın, her vasfı başlı başına bir nimettir. Hikmetin aynı zamanda hadîs-ı şeriflerin ifade ettikleri hükümlere de şamil olması, bu hakikate bir halel getirmez. Nitekim "... ve size bilmediklerinizi de öğretiyor." cümlesi de, bunun açık bir delihdir. Çünkü onların bilmedikleri şey de, kesin olarak Kitap ve hikmetten ibarettir. Açıkça görüldüğü gibi burada Kitap ve hikmetin öğretilmesinden hemen sonra onların hiç bilmedikleri şeylerin kendilerine öğretildiği belirtilmektedir. Bu da gereken yerde nimetleri tafsilatı ile anlatmaktan başka bir şey değildir. Onların bilmediklerinden maksat, düşünme ve inceleme gibi yollarla onların ulaşamayacakları bilgiler demektir. Çünkü bu bilgileri öğrenmenin tek yolu vahiydir. 152"O hâlde Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim; Bana şükredin, nankörlük etmeyin." Âyetin başındaki "F" harfi, daha önce geçen ve ziliri gerektiren nimetlere terettüp eder ve onların gerektirdiği bir sonuç olarak ortaya çıkar. Bunun anlamı şudur: Siz Bana ibâdet ederek Beni anın ki, Ben de onun mükâfatını vermekle sizi anayım. Bu, hem zikre teşvik hem de bir tembihtir. Şöyle ki: "Size bahşettiğim nimetlere şükredin; o nimetleri inkâr etmek ve emirlerime isyan etmekle nankörlük etmeyin!" 153"Ey imân edenler! Sabır ve salât ile istiâne edin (Allah'tan yardım, dileyin). Çünkü Allah, muhalikak sabredenlerle beraberdir." A-"Ey imân edenler! Sabır ve salât ile istiâne edin." Allah, imânı gerektiren şeyleri önce saymış sonra da bunlara inananları "imân edenler" olarak vasıflandırmıştır. Bundan amaç onları gelecek emirlere uymaya teşvik etmek ve gayretlerini artırmaktır. Yani ey imân edenler! Yapmanız ve yapmamanız gereken, nefsinize zor gelen bütün işlerde, ezcümle kâfirlerin düşmanlığında ve savaşa kadar varan mücadelenizde sabırla Allah'tan yardım dileyin; ibâdetlerin anası, mü'minlerin miracı ve Rabbü'lalemin ile münâcat sayılan namazla Allah'tan yardım dileyin. B- "Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir." Bu cümle, özellikle sabırla Allah'tan - yardım dilemenin illetini beyan etmektedir. Çünkü illet ve sebebinin açıklanması gereken, sabırla yardım dilemektir. Namazla Allah'tan yardım dilemeye gelince; namaz, mü'minlerin pek rağbet gösterdiği bir ibâdettir. Çünkü Peygamber: "Namazda gözlerim nurlanır" buyurmuştur. Bundan dolayı namazla Allah'tan yardım dilemenin sebebini izaha gerek yoktur. Allah'ın, sabredenlerle beraber olması, dileklerin kabulünü sağlayan ilâhî velayet demektir. 154"Ve Allah yolunda katledilenlere "ölüler" demeyin! Hayır, onlar diridirler; fakat siz bunu anlayamazsınız." Bu cümle, bundan önceki âyette "isteî'nû — yardım dileyin" cümlesine atıftır; mü'minlere şu mesajı vermektedir: "Size emredilen cihad, hayatınızın sonu değildir. Çünkü cihaddaki sabrın sonucu olan şehitlik, hayatın sonu değil fakat ebedî mutlu bir hayatin başlangıcıdır. Bu itibarla siz, şehitler için "emvat / ölüler" demeyin. Hayır! Onlar hayattadır; fakat siz onların hayatim, nasıl yaşadıklarını anlayamazsınız. Bu da işaret eder ki, şehitlerin bu hayati, bedenî hayât gibi insanların zahirî duyulariyla algılanabilen bir hayât tarzı değildir; fakat o hayât ruhanîdir; akıl ile değil, ancak vahiy ile idrâk edılır. Hasen el-Basrî'den rivâyet olunduğuna göre: "Şehitler, Allah katında hayattadırlar; onların rızıkları ruhlarına takdim edilir; böylece onların ruhları keyif ve sevinç duyar. Nasıl ki, Fir’avun adamlarına sabah akşam ateş takdim edilir ve onların ruhları da elem ve acı duyar." Ben, (H. 939 / M. 1533) yılında rüyamda gördüm. Uhud şehitlerinin mezarlarını ziyaret ediyordum ve bu sırada bu âyet (Bakara 2/154) ile Âl-i Imrân süresindeki âyeti (Âl-i İmrân 3/169) tekrar tekrar okuyor ve kendi içimden "Bu şehitlerin hayatı cismanî (bedenî) değil, ruhanîdir" diye düşünüyordum. Tam bu sırada baktım ki şehitlerden bir genç tam bir beden olarak mezarında oturuyor. Bu genç, olabildiğince güzel ve mükemmel bir vücut yapısına sahip idi. Bedeninin göbekten yukarısı görünüyor; göbekten aşağı kısmı ise mezarda kalıyordu. Ancak kesin olarak biliyordum ki, bedeninin göbekten aşağısı da aynı güzellik ve mükemmeliyettedir; fakat avret yeri (bakılması haram) olduğu için görünmüyor. Sonra onun yüzüne dikkatle baktım. Gördüm ki bana gülümsüyor. Ben onun bu bakışıyla beni uyardığını, şehitlerin hayati hakkındaki düşüncemin yanlış olduğuna işaret ettiğini anladım. Ey yüceler Yücesi Rabbim! Sözlerin üstünü Sende, hikmetlerin büyüğü Sende!... Bir rivâyete göre ise, bu âyet, Bedir şehitleri hakkında nazil olmuştur ki, onların sayısı on dörttür. Bu şuna delâlet eder: Ruhlar, kendi nefisleri (öz benlikleri) ile kaaim cevherlerdir (öz varlıklar). Onlar ölümden sonra da idrâk kuvvetine mâliktir. Ashab-ı Kiram’ın ve Tabiînin görüşü de budur; sünnet de bunu ifade etmektedir. Bu âyette ölüm sonrası hayatın sadece şehitlere tahsis edilmesi, diğer sâlih insanların ruhları için böyle bir hayatın olmadığı anlamına gelmez. Fakat bu bahsin, hemen anlatılmasının sebebi şehitlerin Allah'a olan özel yakınlıklarıdır. 155"Andolsun ki Biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallarda, canlarda ve ürünlerde noksanlıkla mutlaka sınayacağız. (Resûlüm) sabredenleri müjdele!" Âyette görüldüğü gibi "...bişey'in mine'l-havfı ve'l-cûi' biraz korku, biraz açlık..." buyrulmuştur. Çünkü Cenâb-ı Allah'ın onları koruduğu ve koruyacağı korku ve açlık, onların maruz kaldıklarından bin kat fazladır. Hattâ inatçı kâfirler için de bu böyledir. Burada Müslümanların ileride karşılaşacakları sıkıntılar önceden gözler önüne serilmiştir. Bunun sebebi kendilerini bu sıkıntılara hazırlasınlar ve onların kendilerine haber verildiği gibi vukuunu gördüklerinde imânları daha da kuvvet kazansın ve bir de, bu sıkıntıların gehp geçici ve sonlarının ferah olduğunu bilsinler. İmam Şafiî'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre: "Bu âyetteki korkudan maksat Allah korkusu; açlık. Ramazan orucu; malların azaltılması zekât ve sadakalar; canların azaltılması hastalıklardır; meyvelerin (ürünlerin) azaltılması da küçük çocukların ölümüdür." Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre: "Bir kimsenin küçük çocuğu öldüğü zaman, Allah, meleklere: - Benim o kulumun canını (canı kadar sevdiği yavrusunun canını) mı aldınız?" buyurur. Melekler de: "- Evet ya Rabbi!" derler. Allah : "- O kulumun kalbinin meyvesini mi aldınız?" buyurur. Melekler de: "- Evet ya Rabbi!" derler. Allah : "- Pekiyi, benim kulum ne dedi?" buyurur. Melekler de: "- Ya Rabbi! Senin kulun Sana hamdetti ve "Biz ancak Allah'a aidiz ve elbette O'na döneceğiz; dedi. Allah da meleklere: "Siz de cennette kulum için bir saray yapın ve ona da’Hamd Sarayı' adını verin; buyurur." "Resûlüm, sabredenleri böylece müjdele!" 156"Ki onların (o sabredenler) başlarına bir musıibet geldiği zaman -Biz ancak Allah'a aidiz ve elbette O'na döneceğiz; derler." Hitab, Resûlüllah'a ya da müjdeleme bilgisine sahip herkesedir. Musibet, insana isabet eden her türlü nahoş haldir. Nitekim Peygamber şöyle buyurmuştur: "Mü'mine ezâ veren her şey, onun için musîbettir." Allah'a rücû, dil ile değil fakat kalben rücûdur. Yani niçin yaratıldığını, yaratılış gayesinin ne olduğunu, sonunda Rabbine döneceğini tefekkür etmek, her zaman Allah'ın nimetlerini hatırlamak ve kendisinde kalan nimetlerin, kendisinden alınan nimetlerden kat kat fazla olduğunu görmektir. İnsan bunları düşündüğünde hayatın bütün güçlükleri kendisine kolay gelir ve onları kabullenir. Sabredenlerin nelerle müjdelendiği ise gizli (mahzûf) olup bundan sonra gelen âyetten anlaşılmaktadır. 157"İşte Rabb'lerinden salât (bağışlama) ve rahmet onlar üzerinedir ve onlar hidâyete erenlerin ta kendileridir." Salât, lûgatta duâ anlamındadır. Namaza salât denmesi de aslında duâ olmasındandır. Allah'ın kuluna salâti, onu af ve mağfiret etmesi ve ziyadesiyle ona merhamet etmesidir. Sakıt'ın çoğul olarak kullanılması onun çokluğuna ve çeşitliliğine dikkat çekmek içindir. Salât ile rahmetin bir arada zikredilmesi, mübalağa içindir. Nitekim bu iki kelime, Hadîd 57/27'de "Ra’feten ve Rahmeten", Bakara 2/128'de "Tevvabü'-Rahîm, "Nûr 24/20'de "Raûfün Rahîm", Haşr 59/10'da "Raûfün Rahîm" olarak bir arada zikredilir. Uzakta bir şeye işaret için kullanılan "ülâike / İşte" kelimesi sabredenlerin mertebesinin çok yükseklerde olduğuna delâlet eder. "...Rabbihim..." buyrulmak suretiyle Rabb'ın sabredenlerin yerini tutan zamire izafe edilmesi, onların fazlasıyla ilâhî inayete mazhar olduklarını bildirmek içindir. Yani o üstün vasıfları taşıyan kimseler, bütün işlerinin yegâne sahibi olan ve kendilerini, layık oldukları kemale eriştiren Rablerinden bol bol mağfiret ve rahmet göreceklerdir. Rivâyet olunduğuna göre Peygamber şöyle buyurmuştur: Musîbete maruz kalan kimse, hakkıyla Allah'a rücû ederse, "Biz, ancak Allah'a âitiz ve elbette O'na döneceğiz" sırrına mazhar olursa Allah onun musibetini telâfi, eder; akıbetini güzel kılar ve onun yerine razı olacağı faydalı bir halef ihsan eder. "Ülâike / İşte'nin burada da tekrar edilmesi, sabredenler hakkındaki ilâhî inÂyetin kemalini belirtmek içindir ya da daha önce belirtilen vasıflarından dolayı haiz oldukları mağfiret ve rahmet itibariyledir. Birinciye göre onların hidâyetinden maksat mutlak olarak halûka ve doğruya hidâyettir. Bu takdirde bu cümle, önceki cümleyi açıklar niteliktedır. Yani halika ve doğruya hidâyet bulmuş olanlar, İşte onlar musibet ve zorluk anlarında Allah'a rücû ve teslimiyet gösterenlerdir. İkinciye göre hidâyete erenler İşte o muradlarına nail olanlardır. Dinî ve dünyevî dilekleri gerçekleşmiş olanlar, işte bunlardır! Allah'ın merhamet ettiği ve rahmetine mazhar kıldığı kimseler, işte onlar istediklerine kavuşmuş olanlardır. 158"Şüphesiz Safa ve Merve Allah'ın şeâirindendir. O hâlde kim Beyti hacc ve umre kasdı ile ziyaret ederse onları tavaf etmesinde bir sakınca yoktur. Kim tatavvuan (fazladan) bir hayır işlerse Allah onun karşılığını veren ve her şeyi hakkıyla bilendir." A- "Şüphesiz Safa ve Merve Allah'ın şeâirindendir. O hâlde kim Beyti, hacc ve umre kasdı ile ziyaret ederse onları tavaf etmesinde bir sakınca yoktur." Safa ile Merve Mekke'de Kâ'be yanında bulunan iki tepenin adıdır. Tıpkı el-Samman ile el-Mukattam gibi. Bu iki tepe, Allah'ın emir buyurduğu hacc ibâdetinin alâmetlerindendir. Hacc lügatte kasdetmek, umre de ziyaret etmek anlamındadır. Seri bir terim olarak hacc ve umre, Kabe'ye gidip hacc ve umre için tarif edilen veçhile ziyaretleri ve ibâdetleri yapmaktır. Safa ile Merve, tavafı (sa'yi), biz Hanefîlere göre vâcibtir. İmam Şafiî ve İmam Malik'ten gelen rivâyetlere göre Safa ile Merve arasındaki sa'y rükündür. "O ikisini tavaf etmekte bir sakınca (günah) yoktur." seklinde muhayyerlik ifade eden bu cümlenin sebebi şudur: Câhiliye döneminde Safa tepesinde İsaf, Merve tepesinde de Nâile putları vardı. Câhiliye döneminde bu iki tepe arasında sa'yedenler, bu iki puta da el sürerlerdi (mesheder). Nihayet İslâm gelip de putlar kırilinca Müslümanlar Safa ile Merve arasında sa'yetmekten salandılar. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Başka bir görüşe göre ise, Safa ile Merve arasındaki sa'y, nafiledir. İbn-i Mes’ûd'un, "Felâ cünâha aleyhi en lâ yetûfe bihimâ / Hacceden veya umre yapan bir kimsenin Safa ile Merve'yi tavaf (sa'y) etmemesinde bir sakınca yoktur." şeklindeki kıraeti de bunu destekler niteliktedir. Zira diğer kıraetlere göre İbn-i Mes’ûd kıraetindeki "en lâ yetûfe / tavaf etmemesinde" yerine "en yettavvefe / tavaf etmesinde" şeklinde olup olumsuzluk harfi olan "lâ" olmadığı gibi tef’il babından "yettavvefe" fiili de tekellüf yani tavaf etmek için elden geldiğince gayret sarfetnıek mânâsını ifade etmektedir. B- "Kim tatavvuan (gönüllü olarak) bir hayır ışilerse Allah, onun karşılığını veren ve her şeyi hakkıyla bilendir." Tatavvu' bir şeyi gönülü olarak yapmak, bir hayır işini içinden gelerek, gönlünden koparak yapmak demektir. Burada "Şâkir" (şükredici) kelimesinin kullanılması, Allah'ın, kullarına olan ihsanının pek bol olduğunu bildirmek içindir. Ve Allah, Alîm olup her şeyi hakkıyla bildiğine göre kulların amellerinin miktarını ve keyfiyetini de bilir . Bunun için kulların mükâfatlarını eksik vermez. "Allah, Şâkır'dir, Alîm'dir" cümlesi, aslında gizli olan şart cevabının illet ve sebebidir. Yani her kim gönüllü olarak bir hayır yaparsa, Allah onun mükâfatını verir; çünkü Allah, Şâkir'dir, Alîm'dir. 159"İndirdiğimiz açık âyetleri ve hidâyeti Biz, Kitap'ta insanlara apaçık bildirdikten sonra gizleyenler var ya; İşte onlara hem Allah lâ'net eder hem de bütün lâ'net ediciler lâ'net ederler." Bir görüşe göre bu âyet, Tevrat'ta yazıh bulunan Peygamberin vasıfları ile bazı hükümleri halktan gizleyen Yahudî âlimleri hakkında nazil olmuştur. İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde, Hasen, Süddî, Rebi' ve Asam'dan rivâyet olunduğuna göre bu âyet, Ehl-i Kitab Yahudi ve Hristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Bir görüşe göre de bu âyet, dinin hükümlerinden bir şeyi gizleyen herkes içindir. Çünkü âyetin ifade ettiği hüküm bunu yapan herkesi kapsamaktadır. Bu görüşler içinde hakikate en yakın olan birincisidir. Çünkü âyetin ifade ettiği hükmün genel olması, nüzul sebebinin özel olmasına engel değildir. Ketmetmek, açıklanması gereken bir gerçeği kasden gizlemektir. Bu da o gerçeği sadece gizlemek ya da onu kaldırıp onun yerine başka bir şey koymakla olur. İşte Ehl-i Kitab âlimlerinin yaptıkları da bu sonuncusudur. "Beyyinât / Açık âyetler, delil ve mucizeler", mukaddes Kitablarda Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) durumunu açıkça bildiren âyetlerdir. Hidâyetten maksat da, Peygamberin durumunun hakikatini, ona uyup imân etmenin gerekliliğini gösteren âyetlerdir. "Hidâyet edici" anlamında "hâdiyât" kelimesi değil de mastar olarak "hüdâ" (hidâyet) kelimesinin kullanılması, mübalağa içindir. Bir görüşe göre de hidâyetten maksat, aklî delillerdir. Ancak "inzal" (indirmek) ve "ketm" (gizlemek) kavramları bu mânâya engeldir. "en-Nâs / insanlar"dan maksad, yalnız gizleyenler değil, fakat bütün insanlardır. Mübeyyinatın, apaçık delillerin gösterilmesi de, bütün insanların, şüpheye düşmeden anlayabilecekleri şekilde onları açıklamak demektir. Bu, o delillerin haddizatında açık olmalarından başka bir şeydir. Nitekim Bakara 2/185. âyetinde de açık deliller anlamındaki "beyyinât" kelimesi ile hidâyet bir arada zikredılır. "Açık deliller" ifadesinden sonra "hidâyet" kelimesinin zikredilmesi, o hakikatleri gizlemenin çirkinliğini te'yid etmek içindir. Yukarıda da işaret edildiği gibi, açık delillerin ve hidâyetin gizlenmesinden maksat, onların kaldırılması ve başka şeylerin onların yerine konulması de mektir. Nitekim Bakara 2/79. âyetin tefsirinde de zikrettiğimiz gibi, Yahudi âlimleri, Peygamberin Tevrat'taki vasıflarını silmişler ve onların yerine onların aksim yazmışlardı. "Ülâike / İşte onlar..." kelimesi, o kimseleri, taşıdıkları vasıflar itibariyle işaret etmektedir. Onlar o vasıflarından dolayı lâ'nete uğramışlardır. Uzaktakileri işaret için kullanılan "ülâike'nin âyette yer alması da Yahudi âlimlerinin fesatta çok ileri ve aşırı gittiklerini bildirmek içindir. Allah'ın onlara lâ'net etmesi, onları kovması ve rahmetinden uzaklaştırması demektir. Bu mânânın gaib kipi "yel'a'nü / la'net eder" olarak ifade ve bütün sıfatları cami olan ism-i celâlin yani Allah adının zamir ile değil zahir ile (aynen) zikredilmesi, mehabeti artırmak, kalblere korku salmak ve lâ'netin, Cenâb-ı Allah'ın celâl sıfatından sadır olduğunu bildirmek içindir. Celâl sıfatı inzâlin (vahiy indirmenin) ve tebyinin (beyan etmenin) kaynağı olan cemal ve rahmet sıfatına mugayirdir. "el-Lâı'nûn / lâ'netçiler'den maksat, bütün lâ'net edebilenler melekler, insanlar ve cinler, lâ'net okuyarak onlara beddua eder; demektir. 160"Ancak tevbe edip kendilerini düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar müstesna; İşte Ben onların tevbesini kabul ederim. Ben, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edenim." A- "Ancak tevbe edip kendilerini düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar müstesna; " Bundan önceki âyette ifade edilen lâ'net, devamlı ve ebedî bir lâ'nettir. Zira ancak buna göre bu istisna bir anlam taşır. Yani burada istisna edilenler o açık delilleri ve hidâyeti gizlemekten tevbe edip Peygamberin vasıflarına ilişkin yaptıkları tahrifatı düzeltenler ve mânâlarını insanlara açıklayanlardır. Tahrifatı tashih kâfi değildir. Zira tahrifatı düzeltmek başka, gerçekleri halka açıklamak başkadır. Onların yapmaları gereken önce yaptıkları tahrifatı, sonra da tashıhaü halka açıklamalarıdır. Çünkü bu şekilde davranmaları, insanları halika irşad ve onları düşürdükleri dalâletten çevirmek için daha etkilidir yahut da Tevrat'ı tahrif eden bu Yahudi âlimlerinin, taşıdıkları kötü vasfı silmek ve başkalarına da örnek olmak için tevbe ettiklerini açıklamaları gerekir. Mukaddes Kitap'ta anılan şekilde tahrifat yapanların, bozduklarını düzelterek ve hakikati açıkça ortaya koyarak yaptıkları tevbe, küfürden de tevbe etmelerini gerektirdiği ve küfürden tevbe üzerine bina edildiği için ayrıca imân etmeleri sarahatle belirtilmemiştir. B- "Ben tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edenim." Bu cümlenin mânâsı şudur: "Bozduklarını düzeltmek ve de bunu halka da açıklamak şartı ile Ben onların tevbesini kabul ederim; mağfiret ve rahmetimi onların üzerine saçarım. Zaten tevbeleri dâima kabul eden ve rahmeti bol olan ancak Benim." Bu son cümlesi, önceki cümlelerin zeyli ve tahkiki mahiyetindedir. Bu son cümleye "mütekelhm valide" kipi kullanılarak (Ben) ile başlanması, nazm-ı kerîmde çeşitlilik güzelhğini sağlamakta, bir de Allah'ın (celle celâlühü) ilk fiili ile son fiili (önce yaptıkları için lâ'net, sonra yaptıkları tevbe için de rahmet fiilleri) arasındaki farklılığa işaret etmektedir. 161"Şüphesiz küfredenler ve kâfir olarak ölenler var ya; İşte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâ'neti onların üstündedir." Bu bir istinaf cümlesi olup kelâmın ifade ettiği veçhile, önceki âyette istisna edilenlerin dışındakiler için lâ'netin bakı olduğunu açıklamakta ve tevbe etmeyenler için onun devam edeceğini te'kid etmektedir. Mukaddes Kitapları üzerinde tahrifat yapanların tevbe etmemeleri, bozduklarını düzeltmemeleri ve bunu açıklamamaları hususlarına değinilmeden "Innellezîne keferû / O kimseler ki küfre düştüler (kâfir oldular)..." buyrulmakla yetinilmesi, önceki âyette geçen tafsilattan dolayıdır. Önceki âyette geçen üç hal, "tevbe, ıslah ve beyan", imânı gerektirir; imân da küfrü nefyeder. İmân ile küfür bir arada bulunmaz. Mukaddes Kitaplarda Peygamber ile ilgili hakikatleri gizleyen, yaptığından pişman olup tevbe etmeyen ve bu sûrede küfürde direnen ve bu hâl üzere kâfir olarak ölenler var ya; İşte Allah'ın, meleklerin ve lâ'nederine itibar edilen bütün insanların lâ'neti onların üzerinedir. Bundan önceki âyette yenilenen lâ'netin devamlılığı, bu âyette de, lâ'netin subûtî devamı söz konusudur. (Birinci âyette lâ'net, fiil ile ifade edildi. Fiil cümlesi ifade edilen mânânın yenilenmesini gerektirir. İkinci cümlede ise lâ'net, ısım cümlesi ile ifade edildi. İsim cümlesi de ifade edilen mânânın subûtunu gerektirir.) Diğer bir görüşe göre ise, ilk âyetteki lâ'net, onların hayatta iken lâ'netlenmeleri, bu âyetteki lâ'net ise, öldükten sonraki lâ'nedenmelerıdır. 162"Onlar orada ebedî/sürekli kalacaklardır. Artik ne azabları hafifletilir ne de onlara nazar edilir." Onlar sürekli olarak lâ'nette ya da ateşte kalacaklardır. Ateşin adı geçmediği halde, bunun "fîha / orada" zamiriyle ile ifade edilmesi, onun heybet ve korkunçluğuna işaret içindir. İkinci cümle, ya bir istinaf cümlesidir, kemiyet ve keyfiyet bakımından azabın çokluğunu belirtır; ya da önceki "Hâlidîne fîha / Onlar orada sürekti kalacaklardır" cümlesinin veya daha önceki "aleyhim la'netü / lâ'neti onlar üzerinedir"deki "onlar" zamirinin hâlidir. Yani söz konusu bu kâfirlerin, o lâ'nete uğradıktan veya ateşe atıldıktan sonraki halleri şudur: Onların azabları hafifletilmeyecek, kendilerine mühlet verilmeyecek, azabları ertelenmeyecek ve onlara rahmet nazarı ile de bakılmayacaktır. 163"Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmân'dır, Rahîm'dir." Burada bütün insanlara hitab edilmektedir. Şöyle ki: "- Ey insanlar! Sizin ibâdetlerinize lâyık bir tek ilâh vardır. O, ulûhiyet ve rububiyette tektir. O'ndan başka ilâh yoktur. O'ndan başkasına ilâh demek asla doğru değildir; " Bu cümle Allah'ın vahdaniyetini açıklamakta ve yanlış vehimleri de bertaraf etmektedir. "O, Rahmân'dır; Rahîm'dir:" cümlesi de, tevhidi belirtmektedir. Şöyle ki: Nimetlerin asıllarının, çeşitlerinin, büyüklerinin, küçüklerinin de yegâne sahibi Allahtır. (celle celâlühü) Allah'tan başka her şey bütün var oluş ve gelişim safhalarında O'na muhtaçtır. Allah'ın (celle celâlühü) vahdaniyeti, böylece seksiz, şüphesiz sabit ve ibâdete liyakati de kesin olarak kendisine inhisar etmiş olur. 164"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde (ihtilâfında), denizlerde insanlara faydalı şeylerle yüklü yüzüp giden, Allah'ın gökten su indirip arzı ölümünden sonra diriltmesinde, deprenen her canlıyi yeryüzünde yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutları yönlendirmesinde akıl yürütmesini bilen bir topluluk için âyetler vardır." A- "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında" Rivâyete göre müşriklerin Kâbe-i Mükerreme etrafında üç yüz altmış putu vardı. Onlar, "Ve ilâhüküm ilâhün vâhidün / Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır." âyetini duyunca, şaşırdılar ve (Mekke'den Medine'ye haber göndererek) Peygambere: "- Eğer söylediklerin doğru ise, buna bir delil getir de senin doğru olduğunu anlayalım!" dediler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Elbette göklerin ve yerin, beşer aklının anlamaktan âciz kaldığı bu ibret verici harika nizamın yaratılmasında düşünebilen beyinler için Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden binlerce gösterge vardır. Sema çoğul olarak "semavât" şeklinde zikredilmiştir. Çünkü meşhur olan, göklerin mahiyetleri birbirinden farklı tabakalardan oluştuğudur; fakat yer öyle değildir. B- "Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, " Bu cümle "Gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O'dur" meâlindeki âyette de zikredilen büyük bir hadiseyi açıklamaktadır. Yani gece ile gündüzün ilâhî emre ve insanların yararına uygun olarak hiç şaşmadan birbirini izlemesinde Allah'ın takdir buyurduğu pek mükemmel bir intizam ile uzayıp kısalmalarında gerçekten ibretler vardır. C- "Denizlerde insanlara faydalı şeylerle yüklü yüzüp giden (cereyan eden) gemilerde, " Denizlerde insanların faydalanmasına sunulacak mallarla yüklü yüzüp giden gemilerde de görmesini ve düşünmesini bilenler için ibretler vardır. Ç- "Allah'ın gökten su indirip arzı ölümünden sonra diriltmesinde, " Yüce Allah'ın gökten indirdiği suyun faydası, geminin faydasından daha genel olduğu (ve ifadelerde genellikle, geniş kapsamlı olan şey, dar kapsamlı olan şeyden önce zikredildiği) hâlde burada suyun, gemiden sonra zikredilmesi, su hakkında verilen tafsilattan dolayıdır. Bir görüşe göre ise, burada maksad, deniz ve denizin halleri ile delil getirmektir. Özellikle geminin zikri, denize açılmanın ve denizin acayib hâllerini anlamanın aracı gemi olduğu içindir. İşte bundan dolayı gemi, yağmur ve buluttan önce zikredilmiştir. Zira genellikle yağmur ve bulutun menşei de denizlerdir. Sema'dan maksat, gökyüzü ya da bulut veyahut yüksek cihettir. Gökten indirilen su ile toprağa hayât verilmesi, yeryüzünde çeşitli bitkilerin, çiçeklerin ve ağaçların yeşerip yetişmesi demektir. Ölü durumundaki toprak da, Yüce Allah'ın yarattığı tabiat şartlarının gereği olarak toprağın kuruması demektir. D- "Deprenen her canlıyı yeryüzünde yaymasında, " Burada söz konusu olan bütün canlılar ve onların yeryüzünde yayılmasıdır. Akıl sahibi olmak ölçü değildir. Aslında burada üç fiil cümlesi vardır. Bu üç fiil cümlesi şunlardır: "- Ve Allah gökten su indirdi." "- Sonra o su ile ölümünden sonra yeryüzünü diriltti." "- Ve orada her türden canlıyı yaydı." Açıkça görüldüğü gibi bunlar birbirine bağlıdır. Gökten su indiren Allah, onunla yeryüzüne hayât vermiş ve yeryüzüne her türden canlıyı yaymıştır. E- "Rüzgârları ve yer ile gök arasında emre amade beldeyen bulutları yönlendirmesinde, " Rüzgârların yönlendirilmesi, bulutların hareketlendirilmesi ve yeryüzüne suyun indirilmesi, sıra itibariyle gemileri denizde akıp gitmesinden daha önce geldiği hâlde daha sonra zikredilmesinin bunların her birinin başh başına birer âyet, birer ibret belgesi olduğu içindir. Eğer bunlar, gerçekleşme sırasına göre zikredilmiş olsaydı, birbirine bağlı olarak meydana gelen bu hadiselerin hepsinin bir tek âyet ve delil olduğu akla gelebilirdi. F- "Akıl yürüten bir topluluk için âyetler vardır." Bütün bunlar üzerinde tefekkür eden ve bunlara akıl gözü ile bakan insan toplulukları için, Allah'ın kaahir kudretine, açık hikmetine ve geniş rahmetine delâlet eden kemiyet ve keyfiyet bakımından çok önemli deliller vardır. Bu âyet-ı kerîme, "Sizin ilâhınız bir tek İlâh'tır" meâlindeki âyetin indirilmesi üzerine Peygamberden delil isteyen müşriklerin cehaletine tariz ve akıllarının zafiyetini tescildir. Yoksa bu deliller üzerinde düşünen sağlıklı her akıl sahibi, bunların her birinin Allah'ın varlığını, bildiğini ve O'nun kemal sıfatlarını isbat ettiğini pek âlâ anlar ve başka bir delil aramaz. Çünkü sayılan hadiseler, sayısız alternatifler içinden özellikle seçilmiştir ve bunların her birinin belli sebep ve sonuçları ve tâbi oldukları özel yasalar vardır. Bunların hiçbiri tesadüf değildir. Şu hâlde bu kâinatın mutlaka Kaadir ve Hakim bir mucidi olmalıdır. O, hikmetinin ve iradesinin gerektirdiği veçhile eşyayı yaratmıştır. O, başka bir kuvvetin karşı koymasından münezzehdir. Zira eğer O'nun yanında başka bir kuvvet olup o da, O'nun muktedir olduğu şeye muktedir olsaydı o takdirde ya bir şey iki müessirin eseri olurdu ya da iki kudret arasında bir çekişme vuku bulurdu ki bu da âlemdeki nizamın bozulması sonucunu doğururdu. 165"İnsanlardan kimileri Allah'tan başka şeyleri O'na emsal (endad) edinirler. Allah'ı sever gibi onları severler. İmân edenlerin Allah'a olan sevgileri ise daha fazladır. O zulmedenler, azabı gördükleri zaman, bütün güç ve kuvvetin Allah'a ait bulunduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu bir bilselerdi..." A- "insanlardan kimileri Allah'tan başka şeyleri O'na emsal (endad) edinirler. Allah'ı sever gibi onları severler." Allah'ın (celle celâlühü) vahdaniyeti, ulûhiyyet ve diğer kemâl sıfatlarındaki tekliği açık ve parlak delillerle beyân edildikten sonra şimdi bu âyette de, müşriklerin fikirlerinin zafiyeti ortaya konuluyor. Burada Cenâb-ı Allah'a râci olacak zamir yerine ism-ı celâlin tercih edilmesi, Allah'ın sıfatlarının tâyininden sonra Zâtının da tâyini içindir. İnsanlardan kimileri yukarıda yüce sıfatları zikredilen O tek İlâh'ın yanısıra bir takım eşler, benzerler, denkler, ortaklar (nid, çoğulu: endad) edinirler ve bütün işlerinde özellikle de emirlerde ve nehiylerde onlara uyarlar. Bir rivâyete göre ise bu nidler müşriklerin putlarıdır. Müşrikler, putlarını akıl sahibi varlıklarmış gibi de sevmişlerdir. Âyette "yuhibbûne hüm :/ onları severler de..." buyrulması bunun işaretidir. Çünkü "hum / onlar" zamiri akıl sahibi varlıklar için kullanılır. Onlar, putlarını, akıl sahiplerinin vasıflarıyla vasıflandırmışlardır. "Habb" kökünden gelen muhabbet, kalbin meyletmesidir. Habb, dâne, çekirdek demektir. Mecaz yoluyla kalb habbesi olarak kullanılmış, sonra ondan da hubb (sevgi) türetilmiştir. Çünkü hubb (sevgi), kalbin içindeki kana isabet eder ve oraya yerleşir. Kulun Allah'a (celle celâlühü) muhabbeti, emirlerinde ve yasaklarında iradesini itaati yönünde kullanması ve rızâsını kazanmaya itinâ göstermesidir. Şu hâlde "Allah'a muhabbet ederler" sözünün mânâsı, Allah'a (celle celâlühü) itaat ederler ve O'nu tazim ederler, demektir. Bu âyette, müşriklerin Allah'a muhabbet ettikleri gibi, Allah'ın yanışını edindikleri nidlere yani tâbi oldukları dinî reislere veya putlara da muhabbet ettikleri anlatılmaktadır. Çünkü o müşrikler Allah'ın (celle celâlühü) varlığını da ikrar ediyor ve O'na da ibâdet ediyorlardı. Yani onlar itaat ve tazimde onları Allah ile eşit tutuyorlardı. Bir görüşe göre ise, âyetin mânâsı şöyledir: O müşrikler, mü'minlerin Allah'a olan muhabbeti gibi, dinî reislerine veya putlarına muhabbet ediyorlardı. Bu ikinci mânâya göre iki muhabbet arasındaki benzerliği, kemiyet veya keyfiyet açısından değil, fakat muhabbetin aslı açısından düşünmek gerekir. Bir görüşe göre de âyetin mânâsı şöyledir: O müşrikler, Allah'a muhabbet ve tazim ettikleri gibi, dinî reislerine veya putlarına muhabbet ve tazim ederler. Bu mânâya göre, Allah'a muhabbet ve tazim edenin zikredilmemesi, bilinmesinden dolayıdır. Ancak müşriklerin, endada olan muhabbeti, Allah'ın mahbûbiyetine (sevilmesine) teşbih edilmiş olur ki, bu iki şey arasında benzerlik yoktur. Âyette zamir makamında ismi celilin (Allah) zikredilmesi, (O'na muhabbet eder gibi, yerine Allah'a muhabbet eder gibi, denmesi), ilâhî mehabeti ziyadesiyle göstermek içindir. B- "İmân edenlerin Allah'a olan sevgileri ise daha fazladır." Bu, ibtidaî (i'rab olarak makabli ile irtibatsız) bir cümle olup gelecek bir konuya hazırlıktır ki, o da, müşriklerin, dinî reislerine olan sevgilerinin öbür dünyada kendileri için üzüntü kaynağı olacağıdır. Yani mü'minlerin Allah'a olan muhabbeti müşriklerin kendi dinî reislerine muhabbetinden çok kuvvetlidir. "Müşriklerin, dinî reislerine olan sevgileri, onların Allah'a olan sevgilerinden daha kuvvetlidir" denmemiştir. Çünkü burada amaç, onların, Allah'ın rüyanı sıra endad edindikleri dinî reislerine oları sevgi bağlarının öbür dünyada kopacağını ve bu sevginin nefret ve düşmanlığa (buğza) dönüşeceğini açıklamaktır. Bu da ancak onların, endada olan sevgisi için düşünülebilir. Çünkü bu sevgi, çürük temel ve mevhum (gerçek olmayan, vehim ürünü) unsurlar üzerine kurulmuş olup bunların yıkılmasıyla o da yıkılacaktır. İşte bundan dolayıdır ki o müşriklerin, büyük belâlara ve musiîbetlere maruz kaldıklarında putlarını bırakıp Allah'a (celle celâlühü) sığındıkları rivâyet edilmiştir. Ve o müşrikler, bir süre bir puta tapıyorlardı; sonra başka bir put bulduklarında öncekini bırakıyorlardı. Öyle ki, bir kıtlık yılında Bâhile kabilesi, hurma, yağ ve keşten (yağsız peynirden) yapılmış olan putlarını yemişlerdi. Bu da, müşriklerin, putlarına olan sevgilerinin dünyada da bozulduğu gerçeğini göz önüne sermektedir. Ancak burada ilâhî kelâmın konusu bu değildir. İleride tafsilatıyla geleceği gibi, asıl konu, âhirette hakikat: ortaya çıktığında ve âhiretin korkunç azabı gözler önüne serildiğinde, müşriklerin, peşlerinden gittikleri dinî liderlerine olan sevgilerinin tamamen yok olacağıdır. Hattâ burada, müşriklerin, putlarına olan sevgisinin bu dünyada da sağlam olmadığı yolunda bir değerlendirme yapmak, asıl konunun ruhuna ve özüne halel getirir. Çünkü burada asıl konu, o müşriklerin işledikleri günâhın ne kadar büyük ve çirkin olduğunu açıklamaktır. C- O zulmedenler azabı gördükleri zaman, bütün güç ve kuvvetin Allah'a ait bulunduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu bir bilselerdi ..." Allah'ın yanı sıra eş, ortak (endad) edinmek ve onları mâbûd yerme koymak suretiyle zulmedenler, kıyamet günü, kendileri için hazırlanmış olan azabı bir görmüş olsalardı... "Enne'l-kuvvete lillâhi cemîâ' — Bütün güç ve kuvvetin Allah'a ait bulunduğu" ibaresinden sonra ona atfen "Ve enna'llahe şedîdü'l a'zab / Allah'ın azabı çok şiddetli olduğu" ifâdesinin eklenmesi, o durumun vehâmet ve korkunçluğunu daha ziyâde açıklamak içindir. Çünkü bütün kuvvetin Allah'a ait olması, şiddetli ve korkunç bir azaba uğratılmayi gerektirmez. Cenâb-ı Allah azaba muktedir olduğu kadar aff ve mağfirete de müheyyadır. Kısaca ifâde etmek gerekirse müşrikler, kıyamet günü azaba uğrayacakları zaman, nidlerinden hiçbirinin onları az ab tan kurtaramadığını, bütün güç ve kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve hiç kimsenin hiçbir şeye muktedir olamadığını gördüklerinde anlatılamayacak kadar büyük bir esef ve pişmanlık duyacaklardır. Bir kırâete göre, gaaib kipiyle olan "velev yera / bir görselerdi, keşke görselerdi" fiili, "velev tera -- bir göreydin, keşke göreydin" şeklinde muhatab kipiyle de okunmuştur. Bu takdirde hitab, Resûlüllah'a veya onun şahsında herkesedir. "Velev yera'llezîne..." şart cümlesinin cevabı korkutmak için hazfedilmiş yani gizli tutulmuştur. Bunun anlamı azabın son derece şiddetli olduğunu muhatablarma anlatmaktır. Bir kırâete göre de "iz yaravne'l-a'zabe / azabı gördükleri zaman" fiili mefûl kipi ile "iz yüravne'l-a'zabe/azab kendilerine gösterildiği zaman" şeklinde de okunmuş ve "Allah'ın azabının çok şiddetli olduğu" anlamına gelen cümle makabline atıf değil, bir istinaf cümlesi ve başında da gizli bir "diyecekler" fiili varmış gibi de yorumlanmıştır. Burada hemen şunu da belirtelim ki "re-e-ye — re'ya-yera-rü'yeten / görmek" fiili bilmek, tanımak, anlamak mânâlarına da gelmektedir. Yukardaki tercümede "bilmek" tercih edilmiştir. 166"O zaman kendilerine uyulanlar azabı görerek kendilerine uyanlardan uzaklaşmışlardır ve aralarındaki bağlar da tamamen kopmuştur." Bu âyet, bir önceki âyetteki "İz yaravne / azabı gördükleri zaman" ifâdesinin bedel ve izahıdır. Daha açık bir deyişle mânâ şöyle şekillenmektedir: Müşrikler, "o kendilerine uyulup arkalarından gidilenler "in, dünyada iken kendilerini çağırdıkları çeşitli küfür ve sapıklıkların bâtıl, geçersiz olduğunu itiraf ettiklerini ve onlardan hızla uzaklaştıklarını; buna mukabil tâbilerin de onlara lâ'net okuduklarını, azabı karşılarında gördüklerinde aralarındaki tâbi-metbû bağlarının tamamen koptuğunu bir görselerdi!... İbrâhim (14) sûresinin; "Şüphesiz daha önce ben, beni Allah'a ortak koşmanızı reddettim." mealindeki 22. âyette zikredildiği gibi şeytan da o gün, kendisine uyanlarla arasındaki bağları tamamen koparacaktır. 167"O uyanlar (tâbi olan) şöyle derler: Ah! Keşke dünyaya bir kere daha dönüş olaydı da onların şimdi bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!" İşte böylece Allah, onlara yaptıklarını pişmanlıklar (nedamet, hasret) olarak gösterecektir. Zaten onlar artık ateşten çıkacak değillerdir." A- "O uyanlar (tâbi olanlar) şöyle derler:.......... " İttiba edenler, tabî olanlar, uyanlar metbûlarının kendilerinden teberrî ettiklerini, uzaklaştıklarını gördüklerinde ve dünya hayâtında onlara uyduklarına pişman olduklarında: "Ah! Keşke dünyaya bir kez daha dönüş olsaydı da, şimdi burada onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan orada uzaklaşsaydık." dediklerini insanlar bir görselerdi!... B- "İşte böylece Allah, onlara yaptıklarını pişmanlıklar (nedamet, hasret) olarak gösterecektir." O müşriklerin dünyada yaptıkları, âhirette pişmanlıklara dönüşecek; onlar dünyada yaptıklarını ancak pişmanlıklar şeklinde göreceklerdir. C- "Zaten onlar artık ateşten çıkacak değillerdir." Bu cümle bir istinaf cümlesi olup o müşriklerin ateşe girmesinden sonraki hâlini tasvir eder. Bu mânânın fiil cümlesi ile ifâde edilmesi asıl iken, İsım cümlesi ile İfâde edilmesi, mânânın sürekliliğini bildirmek içindir. (Çünkü daha önce belirtildiği gibi isim cümlesi, mânânın sürekli olduğunu bildirir). 168"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin. Şeytanın izinden gitmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır." A- "Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyin. Şeytanın izinden gitmeyin." "Ey insanlar! Yeryüzündeki yiyeceklerin helâl ve temiz olanlarından ve ezcümle sizin Allah'a iftira ederek haram saydığınız ekin ve hayvanlardan da (mine'l-harsi ve'l-en'a'm) yeyin." (Bak: En'âm 6/138.) İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: Bu âyet, Sakîf, Benî Amir, Benî Sa'saa, Huzâa ve Benî Müdlic kabilelerinden bazı topluluklar hakkında nazil olmuştur ki bunlar bir kısım ekinleri, "Bafıîyre", "Sâibe", "Vasiîle", "Hâm" dedikleri bazı hayvanları kendileri için haram saymışlardı. Cahiliye döneminde bir dişi deve beş batın doğurur ve beşinci erkek olursa kulağını yarıp sakverirlerdi. Bundan sonra ne sağarlar ne binerler, ne de yük vururlardı. Buna "Bahîyre" derlerdi. Başına dert gelen meselâ hastalanan biri "şifâ bulursam devem ilâhların olsun!" diyerek adakta bulunur, iyileştiğinde o deveden yararlanmayı kendisine haram kılardı. Buna da "Sâibe" denirdi. Bir koyun dişi doğurursa kendilerinin; erkek doğurursa ilâhların olurdu. Şayet ikisini birden doğurursa dişiden dolayı erkeği de kurban etmezlerdi. Buna da erkek dişiye kavuştu anlamına "Vasiyle" derlerdi. Bir erkek devenin dölünden on batın doğarsa onun sırtını haram sayarlar onu hiçbir sudan ve otlaktan men etmezlerdi. Buna da sırtı himaye edilmiş anlamına "Hâm" derlerdi. Cahiliye döneminin hiç kimseye yararı olmayan bu âdetleri el-Mâide (5) sûresinin 103. âyetiyle ortadan kaldırılmıştır. Şöyle ki: "Allah, bahîyre'den, vasîyle'den ve hâm'dan hiçbirini meşru kılmamıştır. Fakat o küfredenler (bize bunları O, emretmiştir diyerek) Allah'a karşı yalan uydururlar (iftira ederler). Onların çoklarının akılları ermez." Bir görüşe göre de bu âyet, mü'minlerden bazı topluluklar hakkında nâzıl olmuştur ki onlar, kıymetli yiyecekleri ve giyecekleri kendilerine haram sayarlardı. Ancak âyetin, "Velâ tettebiû' hutuvati'ş-şeytan / Şeytanın adımlarına ayak uydurmayın veya şeytanın izlerinden gitmeyin" cümlesi, bu son mânâyı reddeder. Yani hevâ ve heveslerinize uymayın. İşte bu ifâde, buradaki hitabın kâfirlere yapıldığını gösterir. B- "Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır." Bu cümle, nehyin (yasağın) illet ve sebebini açıklamaktadır. Yani şeytan, ayartüğı, azdırdığı insanlara dost olduğunu fisildasa da, basiret sahibi olan, kalb gözü açık bulunan insanlar, şeytanın kendileri için apaçık düşman olduğunu gayet iyi bilirler. İşte bundan dolayıdır ki Bakara (2) sûresinin 257. âyetinde: "Allah, imân edenlerin dostudur; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince; onların dostları tağuttur" buyrulur. Açıkça görüldüğü gibi tâğut nam-ı diğer şeytan, inkâr edenlerin dostu olarak vasıflandırılmıştır. 169"Şeytan size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." Bu istinaf cümlesi, şeytanın düşmanlığının keyfiyetini, çeşitli serlerini, ifsadını ve insanlarla olan ilişkilerini açıklamaktadır. "Su" ve "mesâet", lügatte, insanı üzen şeylere denir. İstılahta ise, bedenî ve kalbî bütün günâhlar için kullanılır. Çünkü günâhların hepsi (dünya ve âhirette) sahibinin üzülmesine sebep olur. (Muahaze ve azab gerektiren kalbî günâhlar, imân ve itikada ilişkin yanlışlıklardır) Fahşâ ise, günâh çeşitlerinin en çirkin ve en büyükleridir. Ve şeytan, insanlara, Allah hakkında bilmedikleri şeyleri söylemelerini emreder. Daha açık bir ifâdeyle Allah'ın (celle celâlühü) neyi emir buyurduğunu bilmeden şunları haram kılmış diye Allah'a iftirayı emreder. Bu âyete konu olan müşrikler, Allah'ın (celle celâlühü) emrini bilmedikleri konularda Allah'a (celle celâlühü) iftira ettikleri gibi, Allah'ın emrini bildikleri konularda da onun aksini söylemek suretiyle yine Allah'a iftira etmişlerdir. Böyleyken sadece bilmedikleri konularda Allah'a iftiralarının zikredilmesi, yasağın şiddetini bildirmek içindir. Çünkü birincinin kötülüğü ve çirkinliği, ikinciden aşağı olduğu için, ondaki yasak ve sakındırma, ikisi için de fazlasıyla ve daha kuvvetli olarak geçerlidir. Gerçek anlamda akıl sahibi olan kimse, bildiği veya bilmediği konularda Allah'a iftira etmekten şiddetle sakınır. İslâm âlimleri derler ki; bu âyet, doğrudan doğruya zanna uymanın yasak olduğuna delildir. Müctehidin, kendi zannmın sonuçlarına uyması ise, şer'î bir anlayışa dayanmaktadır. Bu itibârla o zannin sonuçları olan hükümlerin vücûbu katidir; onun yolu (delilleri) ancak zannîdir. 170"Müşriklere, Allah'ın indirdiğine uyun! dendiği zaman onlar: Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız!" dediler. Ya ataları bir şey akdedememiş ve hidâyete ermemiş kimseler idiyseler?" A- "Müşriklere, "- Allah'ın indirdiğine uyun! dendiği zaman onlar : Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız!" dediler." Bundan önce müşriklere muhatab kipi ile hitab edilmişti. Şimdi bu âyette gaaib kipine dönülmesi, onların dalâletini tescil ve kötülüklerini kendilerine itiraf ettirmek içindir. Onlara öğüt ve irşad olarak: Allah'ın indirdiği Kitab'a uyun!" dendiği zaman onlar: "- Hayır, biz ona uymayız; fakat atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız!" dediler. Burada iki görüş vardır. Şöyle ki: Bu âyet müşrikler için indirilmiştir: Müşriklere, Kur’ân'a ve Allah'ın (celle celâlühü) indirmiş olduğu diğer açık hüccet ve belgelere uymaları emredilince, onlar atalarını taldide yöneldiler ve âyette belirtilen o cevabı verdiler. Oysa hem atalarının hem de kendilerinin uyduğu veya üzerinde bulunduğu şeyler bir takım hurafelerden ibaretti. Bu âyet Yahudiler için indirilmiştir: Peygamber Yahudileri İslâm'a çağırdı. Onlar: "- Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız; çünkü onlar, bizden daha hayırlı ve daha bilgiliydi." dediler. Allah'ın indirdiği, sadece Kur’ân değildir. Tevrat da Allah tarafından indirilmiştir. Bu beyân Tevrat'ı da kapsar ve Tevrat da İslâm'a davet eder. B- "Ya ataları bir şey akledememiş ve hidâyete ermemiş kimseler idiyseler " Bu ola, bir istinaf (makablinin devamı olmayan) cümlesi olup kâfirlerin o ahmakça söylemlerini reddetmek ve onların görüşlerinin bâtıl olduğunu açıklamak üzere Allah tarafından doğrudan onlar hedef alınarak ifâde buyurulmuştur. İnkârı istifham, vâki olan bir şeyin reddi, takbihi ve yadırganması anlamını taşır. Böylece onların atalarının kendileri gibi akıllarını kullanamadıkları, iyi düşünemedikleri ve sonuçta da hidâyete eremedikleri beyân edilmiş oluyor. 171"O küfredenlerin hâli, (bir çobanın) bağırıp çağırmasından başka bir şey duymayan (hayvanların) durumuna benzer. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler." Bu cümle, ibtidaî bir cümle olup makablini tasvir yoluyla açıklamaktadır. Daha açık bir ifâdeyle verilen mesaj şudur: "Hayır, biz Allah'ın indirdiğine değil, fakat atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız!" diyen müşriklerin veya Yahudilerin hâli o kadar garibtir ki, misâl olarak dünyada her yerde anlatılmalıdır. Bir görüşe bu âyette birinci mesel kelimesinden sonra muzaf olarak bir "dâi / davet eden, çağıran" kelimesinin varlığı söz konusudur. Bir başka görüşe göre ise birinci mesel kelimesinden sonra değil fakat ikinci mesel kelimesinden sonra muzaf olarak "behâim / hayvanlar" kelimesinin varlığı takdir edilmelidir. Buna göre âyeti şöyle anlamak gerekir: Peygamber müşrikleri ya da Yahudileri hakka davet etmiş fakat onlar atalarını taklid ve dalâlette ısrar ederek başlarını kaldırıp hiç ona bakmamış, dâveteinin sözlerini hiç anlamamış, hattâ hiç kulak vermemişlerdir. İşte onların bu hâlleri yalnız çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumu gibidir. Çünkü hayvanlar da, çobanın sözlerini hiç anlamaz yalnız bağırıp çağırmasını işitirler. Bir görüşe göre de, bu âyette maksud olan müşriklerin, putlarına yaptıkları dualarıdır. Buna göre, söz konusu muzafların veya başka bir şeyin takdirine gerek yoktur. Ancak "bima lâ yesmeu' illâ düâen ve nidâa / bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmezler" ifâdesi bu tefsire müsait değildir. Çünkü putlar, sadece bağırıp çağırmayı değil hiçbir şey işitmezler. Temsilin güzelliği, iki taraftaki unsurların birbirlerine benzerliğidir. Onlar hiçbir gerçeği akledemezler. Çünkü akletmenin yolu, akıl ile anlaşılabilen şeylerin unsurlarını ve onların tertibini düşünmektir. İşte bu da ancak Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini dinlemek, O'nun açık hüccetlerini görmek ve ilimlerinden istifâde edilen zâtlarla ilişki kurmakla hâsıl olur. Ama o müşrikler, sağır, dilsiz ve kör olunca onlar için akletme kapıları ve anlama yolları tamamen kapanmış demektir. 172"Ey imân edenler! Size verdiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından (tayyibat) yeyin; eğer yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin." Eğer yalnız Allah'a inanıyor ve kulluk ediyorsanız O'nun size verdiği rızıkların temiz ve leziz olanlarından yeyin ve şükredin. Çünkü ibâdet, ancak O'na şükretmekle tamamlanır. Peygamberden (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet olunduğuna göre bir hadîs-i kudsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "İnsanların ve cinlerin Bana karşı tutumları pek büyük bir olaydır. Ben onları yaratıyorum; başkasına tapıyorlar. Ben onların rızkını veriyorum; başkasına şükrediyorlar." 173"Allah, size leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvan etini haram kılmıştır. Fakat kim zorda kalırsa (ıztırar hâlinde) başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret miktarını aşmamak kaydıyla ondan yemesinde günah yoktur. Şüphesiz Allah Gafurdur, Rahîm'dır. A- "Allah, size leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvan etini haram kılmıştır " Allah (celle celâlühü), İslâm ölçülen içinde kesilmemiş hayvan etini yemeyi ve ondan faydalanmayı haram kılmıştır. Balık ve çekirge ise örf veya şer'î istisna ile bu hükmün dışında olup helâldir. Dalak da, kan hükmünün dışındadır ve helâldir. Domuzun bütün kısımları haram olduğu hâlde yalnız etinin tahsisen zikredilmesi, hayvanların yenen büyük kısmının etleri olup diğer kısımlarının ona tâbi olmasındandır. "Uhille" kelimesinin kökü olan "ihlâl" aslında rü'yet-i hilâl, yani yeni ayı görmek demektir. Ancak hilâl görüldüğünde yüksek sesle tekbir getirmek âdet olmuş ve buna da ihlâl denmiştir. Sonra bu kelime bir şeyi başkasına duyurmak için yüksek ses çıkarma anlamında kullanılmıştır. B- "Fakat kim zorda kalırsa (ıztırar hâlinde) başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret miktarını aşmamak kaydıyla ondan yemesinde günah yoktur." Her kim, mecbur ve muztar kalırsa, başkasının payına tecavüz etmemek ve hayâtın idamesi için gerekli olan zaruret miktarını aşmamak kaydıyla bu haram kılınmış etlerden bir miktar yemesinde sakınca yoktur. Bir görüşe göre valiye (yöneticiye) karşı âsi ve yol kesici olmamak şartıyla. .. Buna göre âsi olan yolcu için ruhsat yoktur. Şafiî'nin zahir kavli (içtihadı) ile İmam Ahmed b. Hanbel'in içtihadına göre böyledir. Allah'ın (celle celâlühü) haram kıldığı şeyler, bunlardan ibaret olmadığı hâlde neden âyette hasr ifâde eden "ınnemâ / ancak" kelimesi kullanılmıştır denirse buna cevap olarak deriz ki: Onların helâl saydıkları şeyler içinde haram olanlar bu zikredilenlerden ibarettir de ondan; yoksa bütün haramlar elbette bunlardan ibaret değildir. Yahut buradaki hasrdan maksad, bunların ancak ihtiyar hâlinde, zaruret olmadığı zaman haram olmasıdır. Yani bunlar, mecburiyet olmadığı müddetçe size haram kılınmıştır. (...............) 174"Şüphesiz Allah'ın indirdiği Kitab'tan bir şey gizleyip de onu az bir bedel (semen-i kalîl) karşılığında satanlar var ya; işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey yemiş olmazlar. Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşur, ne de onları tezkiye eder. Onlar için acı bir azab vardır." A- "Şüphesiz Allah'ın indirdiği Kitab'tan bir şey gizleyip de onu az bir bedel karşılığında satanlar var ya; " Çeşitli hükümleri ve ezcümle yukarıda kısmen zikredildiği gibi helâl ve haramları içeren Kitab'tan bir şeyi gizleyip de onu az bir bedel ile değişenler var ya; işte onların, dünyada elde ettikleri nüfuz ve mal gibi menfaatler ne kadar büyük olursa olsun âhirette kaybettiklerinin yanında hiç kalır. İbn Abbâs (radıyallahü anh): "Bu âyet, Yahudi reisleri, Peygamberimizin life Tevrat'taki vasıflarını gizledikleri zaman nazil oldu." diyor. B- "İşte onlar karınlarına ateşten başka bir şey yemiş olmazlar." "Ülâike / işte onlar" daha önce söylendiği gibi uzakta olanları işaret için kullanılır. Bu da onların şer ve fesatta çok ileri gittiklerini gösterir. Yahudî din adamlarının bu iki çirkin vasfı (ilâhî hakikatleri gizlemeleri ve bunun karşılığında menfaat temin etmeleri), onları diğerlerinden o kadar ayırmış ve belirli bir hâle getirmiştir ki, sanki onlar hazırmış ve fiili işledikleri sırada (meşhûden) suçüstü yakalanmışlar gibi onlara işaret edilmiştir. Onların karınlarına ateş yemeleri veya karınlarını ateşle doldurmaları dünyada yediklerinin, âhirette ateş azabını müstelzim olduğu anlamındadır. Bu itibârla yedikleri sanki ateşin kendisidir ya da dünyada aldıkları rüşvetin cezası olarak âhirette ateşin kendisini yiyeceklerdir. C- "Kıyamet günü Allah, ne onlarla konuşur ne de onları tezkiye eder. Onlar için acı bir azab vardır, " Bu cümleler Allah'ın (celle celâlühü) onlara karşı gazabını ve onların’mirilere mahsus yüksek faziletlerden ve Allah'a yakınlıktan mahrum, olduklarını belirtir. 175"İşte onlar hidâyet karşılığında dalâleti, mağfiret karşılığında da azabı satın almışlardır. Ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar." A- "İşte onlar hidâyet karşılığında dalâleti, mağfiret karşılığında da azabı satın almışlardır." Bu işaret de, bundan önceki gibi o Yahudî din adamları içindir. Bundan sonra zikredilen çirkin hâlleri bu hükme dahil değildir. Çünkü onlara isbat edilen bu hükümde bundan sonra zikredilecek hâllerin dahli yoktur. Burada maksat, o Yahudî din adamlarının yaptıklarını, arkalarına attıkları hakikatleri, menfaat olarak aldıklarının gerçek mâhiyetini açıklamak ve onun korkunç sonuçlarını ortaya koymaktır. İşte Allah'ın Kıtab'ı karşılığında az bir bedel alanlar, aslında değer sayılabilecek bir şey de almamışlardır. Onlar dünyadaki sonuçlarına göre, kesinlikle satın alınmayacak olan dalâleti, satın almışlar ve karşılığında da, hiçbir şey için feda edilmeyecek hidâyeti vermişlerdir. Ahiretteki sonuçlarına göre de, satın alınması tasavvur bile edilemeyen azabı satın almışlar ve onun karşılığında da, insanların kazanmak için yarıştığı ilâhî mağfireti feda etmişlerdir. B- "Ateşe ne kadar dayanıklıdırlar" Bu cümle onların, cehennem ateşini gerektiren o korkunç iş ve davranışlarından dolayı insanları taaccübe sevk etmek amacına yöneliktir. 176"Bu böyledir. Şüphesiz Allah, Kitab'ı hakla indirmiştir. Kitab hakkında ihtilâf edenler, kesinlikle haktan uzak bir ayrılığa düşmüşlerdir." A- "Bu böyledir (Zâlike). Şüphesiz Allah, Kitab'ı hakla indirmiştir." İşte o ilâhî azabın sebebi, Allah'ın (celle celâlühü) bütün mukaddes kitabları hakla indirmiş olmasıdır. Şu hâlde hakkı yalanlamak veya gizlemek suretiyle reddeden; cehalet ve dalâlet yolunda yürüyen kimse, mutlaka bunun gibi çeşitli azablara duçar olacaktır. B- "Kitab hakkında ihtilâfa düşenler, kesinlikle haktan uzak bir ayrılığa düşmüşlerdir." Buradaki Kitab'tan maksat bütün ilâhî kitablardir. Bu kitablar hakkında ihtilâfa düşmek değişik vecihlerle yorumlanabilir. Şöyle ki: Onlar, Allah'ın (celle celâlühü) indirdiği kitablar hakkında ihtilâfa düşmüşler bir kısmına imân bir kısmını da inkâr etmişlerdir. Onlar Tevrat hakkında ihtilâfa düşmüşler, Tevrat'ın bazı âyetlerine imân; bazı âyetlerini, ezcümle Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) ba'si ve vasıfları ile ilgili âyetleri inkâr etmişlerdir. Bu tefsire göre âyetteki ihtilafın mânâsı, hak yoldan tahalluftur (geri kalmak). Onlar, Tevrat'ın âyetlerinin yorumunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Onlar, Kur’ân hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Kimileri onun sihir, kimileri şiir, kimileri eskilerin masalları (esatıîrü'l-evvelîn) olduğunu söylemişlerdir. 177"Yüzlerinizi doğu ve batı yönlerine çevirmeniz birr (hayır, erginlik) değildir. Fakat asıl birre (hayr) erenler; Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitablara, Peygamberlere imân ederler; mallarını sevmelerine rağmen yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere ve (hürriyete kavuşmak isteyen) kölelere verirler; namazı kılar, zekâtı verir, ahıdleştikleri zaman ahidlerine vefa gösterirler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında da sabrederler. İşte dinde sadakat gösterenler ancak onlardır ve işte takvaya ermiş olanlar da ancak onlardır. " A- "Yüzlerinizi doğu ve batı yönlerine çevirmeniz birr değildir." Bu hitab, Ehl-i Kitab içindir. Zira kıble, Beytü'l - Makdıs'ten Kabe'ye tahvil edilince, Yahudiler ve Hristiyanlar, kıble hakkında ileri geri konuşmaya başladılar. Her fırka iki cihetten birine, kendi kıblesine yönelmenin daha hayırlı olduğunu iddia ediyordu. Hristiyanlık, zaman itibârı ile Musevîlikten sonra olmasına rağmen âyette, onların kıblesi olan doğunun önce zikredilmesi, ya aradaki sırayı gözetmek içindir; çünkü önce doğuş, sonra batış ve buna bağlı olarak da doğu, batıdan önce gelir; ya da Yahudilerin batıya yönelmeleri, batı olduğu için değil, fakat Beytü'l-Makdis, Medine-i Münevvere'nin batı tarafına düştüğü içindir, işte bundan dolayı onlara: "- Hayra ermek, sizin dediğiniz gibi o iki taraftan birine yönelmek değildir." buyrulmuştur. B- "Fakat asıl birre (hayr) erenler Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitablara, Peygamberlere imân ederler ; " Daha önce bâtıl beyân edildi. Şimdi burada hak ortaya konmakta ve dinlerin hükümlerine göre değişen ve değişmeyen hayr hasletleri (el-hisali'l-birr) acılanmaktadır. Yani asıl ilgi duyulması ve kazanılması için mücadele edilmesi gereken hayır ve iyilik şirk şaibesinden tamamen uzak bir imân ile Allah'a (celle celâlühü) ve gerçeklere uygun âhiret gününe imân etmektir. Bu âyet, Kitab Ehli Yahudî ve Hıristiyanların, imânlarının iddia edildiği gibi sahih ve geçerli olmadığına tarizdir. Açıkça görüldüğü gibi burada hayra ermek doğuya veya batıya yönelmeye değil Allah'a ve âhiret gününe olan imâna bağlanmıştır. Sanki şöyle buyrulmuştur: "Gerçek hayır ve iyilik, hakiki doğu ve bati olan Mebde' (Başlangıç - Allah) ve meâda (son / âhiret) yönelmektir. Yine, gerçek hayr; meleklere, meleklerin Allah'ın (celle celâlühü) şerefli kulları olduğuna ve O'nun tarafından Peygamberlere vahiy taşımak ve mukaddes kitablar indirmelde görevlendirildiklerine yine bütün kutsal Kitablara ve özellikle Kur’ân'a imân etmektir. Bu cümlede Yahudi âlimlerinin, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) Tevrat'taki vasıflarını gizlediklerine ve Allah'ın (celle celâlühü) indirdiği gerçekleri az bir pahaya sattıklarına tariz de vardır. Yine, gerçek hayr hiçbir peygamberi ayirmaksızın bütün peygamberlere imân etmektir. "Kitab"ın vahyin hâmilleri olan meleklerle vahye mazhar olan peygamberler arasında zikredilmesinin sebebi, gayet açıktır. Bunun tafsilâtı, "Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarına, Peygamberlerine imân ettiler." (Bakara 2/285) mealindeki âyetin tefsirinde gelecektir. C- "Mallarını sevmelerine rağmen yakınlarına, yetimlere, miskinlere (yoksul), yolculara, dilenenlere ve (hürriyetlerine kavuşmak isteyen) kölelere verirler." "Ve âte'l-mâle a'lâ hubbihi" ibaresindeki "hi" zamiri hakkında değişik görüşler vardır. Şöyle ki: 1- "Hi" zamiri mala râcidir. Bunun anlamı birre erenler mallarını pek sevmelerine rağmen bu sayılan yerlere harcarlar; demektir. Rivâyet olunduğuna göre Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Ya Resûlallah, en faziletli, sadaka hangisidir?" diye sorduklarında: "- Senin sıhhatin ve dünya malına olan ihtirasın yerinde iken verdiğin sadakadır" buyurmuştur. İbnı Mesut'un (radıyallahü anh) rivâyeti daha mufassaldır: "- En faziletli sadaka, senin sıhhatin, dünya malına olan ihtirasın yerinde iken ve sen yaşamayı'umup yoksul düşmekten korktuğun zamanlarda verdiğin sadakadır. Sakın sadaka vermeyi ihmal edip de nihayet ölmek üzere iken, can boğaza gelince, şu malı filâna verin, şunu da filâna verin, demek, durumunda olma!" "Hi" zamiri mala değil Allah'a (celle celâlühü) râcidir. Bunun anlamı bırre erenler mallarını şer ve fesad uğruna değil, fakat Allah (celle celâlühü) sevgisi ve rızâsı uğruna, âyette sayılan yerlere harcarlar; demektir. Bu tefsire göre âyette Tevrat'ı değiştirmek için rüşvet veren ve alanlara bir nevi tariz vardır. "Hi" zamiri, i'tâ (vermek) fiilinin mastarına râcidir. Bunun anlamı da birre erenler mallarını sayılan yerlere seve seve harcarlar; demektir. "el-yetamâ / yetimler" den maksad, durumundan sadakaya muhtaç olduğu anlaşılan yetimlerdir. "Zevi'l-kurba / yakınlar"dan maksat yakınlık sahibi olan akrabalar, hısımlardır. Akrabalar, yetimlerden daha önce zikredilmiştir; çünkü yakınlara yapılan harcama, hem sadakadır, hem de sıla-ı rahimdir. "el-Mesakin / miskinler" daima hareketsiz ve sükûnet hâlinde olan insanlar demektir. Çünkü yoksulluk onları hareket edemeyecek hâle getirmiştir. Yahut her zaman diğer insanlara dayanan kimse demektir. "İbne's-sebîl — yoloğlu, yolcu, yolda kalmış"dan maksat konuklardır. "e's-Sâilîn — sâiller, dilenenler", ihtiyaç ve zaruretten dilenmek zorunda kalmış kimselerdir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Atın sırtında da gelse, dilenene verin!"1 "e'r-Rikab", "e'r-rakabe — boyun, köle" kelimesinden gelir. Farklı mânâlarla yorumlanmıştır: 1- e'r-Rikab, mükâtebeye bağlanmış, daha açık bir ifâdeyle hürriyete kavuşmak için efendisine belli bir bedel ödemeyi yazı ile taahhüd etmiş kölelere yapılan mâlî yardımdır. e'r-Rikab, esirleri hürriyetlerine kavuşturmak için yapılan harcamadır. e'r-Rikab, köleleri satın alıp hürriyetlerine kavuşturmak için yapılan harcamadır. Her üç mânâda da mülkiyet kaseli yoktur. İhtiyar olunan harcamada amaç tamamen hayırdır. Ç- "Namazı kılar, zekâtı verir, ahidleştikleri zaman ahidlerine vefa gösterirler." O birre erenler, farz olan namazları kılar ve farz olan zekâtı verirler. Daha önce geçen mâlî harcamalar nafile niyetiyle verilen sadakalardır. Nafile harcamaların, farz olan harcamalardan önce zikredilmesi, onları teşvik içindir. Burada ahitten maksat, bîr helâli haram, bir haramı da helâl yapmayan, insanlar arasında cereyan eden meşru ahidlerdir. "İza â'hedû /: ahidleştikleri zaman" kaydı da, ahidde bulunmanın dinin zaruretlerinden olmadığını bildirmek içindir. D- "Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında da sabrederler." Burada makablinden farklı bir ifâde kullanılması, "sabredenler / sâbirler"in durumuna, sabrın fazilet ve meziyetine dikkati çekmek içindir. "el-Be'sâ" sıkıntı, savaş, güç, kuvvet, şiddet, yoksulluk ve musıîbet demektir. "e'd-darrâ"dan maksat darlık, zorluk, hastalık hâlleridir. E- "İşte elinde sadakat gösterenler ancak onlardır ve işte takvaya ermiş olanlar da ancak onlardır." Daha önce benzerlerinde belirtildiği gibi, burada "Ülâike / işte onlar" uzak işaretinin kullanılması, bu sayılan üstün vasıfları taşıyan kimselerin mertebelerinin yüksekliğine dikkat çekmek içindir. Dinde, hakka bağlılıkta ve hayrı araştırmada sadakat gösterenler, ancak bu üstün vasıflara sahip olan bahtiyar insanlardır. Zira sıkın tık hâller, onları değiştirmemiş ve korkunç olaylar bile onları sarsnıamıştir. Küfür ve diğer fenalıklardan sakınmış olanlar da ancak onlardır. Burada da "Ülâike / işte onlar" işaretinin tekrar edilmesi onların şânını yüceltmek içindir. Görüldüğü üzere bu âyet-i kerîme, bütün beşerî kemâl hasletlerini ya sarahat ya da işaretle muhtevidir, Çünkü beşerî kemâl vasıflarının çok çeşitlen ve dallan olmakla beraber bunları üç ana bölümde toplamak mümkündür: Doğru inanç (sıhhati'l-i'tikad), İnsanlarla güzel ilişki (hüsni'l-mua'şeretı maa'l-ı'bâd), Nefsi arındırma (Tehzibi'n-nefs), Birincisine, açıklanan şeylere imân etmek; ikincisine mâlî yardımda bulunmak; üçüncüsüne de, namaz ve ondan sonra gelenlerle işaret edildi. İşte bundan dolayıdır ki, bu hasletleri haiz olanlar, imânlarında, itikatlarında sadakada; halk ve Hak ile olan muamelelerinde de takva ile vasıflandırıldılar, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) aşağıdaki şu sözleri bu hakikate işaret eder; "Her kim, bu âyet ile amel ederse, imânını kemâle erdirmiş olur." 178"Ey imân edenler! Katil hâlinde kısas üzerinize farz kılındı. Hür, hür ile; köle, köle ile; kadın, kadın ile kısas olunur. Fakat her kim, maktulün kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, ma'rufa uygun olarak ona güzellikle diyet ödemesi gerekir. Bu, Rabb'inizden bir tahfif ve rahmettir. Kim bundan sonra tecavüz ederse artık onun için acı bir azab vardır." A- "Ey imân edenler! Katıl hâlinde üzerinize kısas yazıldı. Hür, hür ile; köle köleyle; kadın, kadın ile kısas olunur." Bu âyet ile, ilâhî emirleri ihlal edenlerin taksiratlarını telâfi etmek üzere bir takım şer'î hükümlerin beyânına başlanıyor. Kısasın farziyeti veya mecburiyeti hak sahibinin talebine bağlıdır. Bu itibârla bu hüküm, velinin kısası affetme yetkisine halel getirmez. Zira kısasın vücubu, idareciler ve katiller açısındandır. ".. .Fi'l-katlâ" ibaresindeki "fi" zarf olmakla beraber burada sebep mânâsında kullanılmıştır. Nitekim Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem): "İn'imraeten dehalete'n-nâre fi hirreti rabatatha / Şüphesiz bir kadın, bağladığı bir kedi sebebi ile cehenneme girmiştir." hadîsindeki "fi" harfi de sebep mânâsın dâdır. Cahiliye döneminde iki Arap kabilesi arasında kan dâvası vardı. Bu iki kabileden biri, diğerine: "- Bizden bir köleye karşı sizden bir hür; bizden bir kadına karşı sizden bir erkek, bizden bir erkeğe karşı sizden iki veya daha çok erkek öldüreceğiz!" diye yemin ettiler. İslâmiyetin Zuhurundan sonra bu iki kabile, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip onu hakem seçtiler. İşte o zaman bu âyet nazil oldu. Resûlüllah da (sallallahü aleyhi ve sellem) kısas ve diyetlerde iki tarafın eşit sayılmasını emir buyurdu. Bu âyet, hür bir adamın bir köleyi öldürmesi hâlinde kısas olmadığını söyleyen Şafiî için delil olamaz. Çünkü mefhum-i muhalife ancak başka bir izah şekli bulunmadığı zaman, itibâr edilir. İmam Şâfii ile İmam Malikin (radıyallahü anh) bu konuda dayandıkları delil, Ali'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadîstir ki, bir adam, kölesini öldürmüş; Resûlüllah da bundan dolayı ona celde (sopa) cezası ile bir sene sürgün vermiş ve kısas uygulamamıştır. Adları geçen bu iki imamın diğer bir delili de şudur: Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre: "islâm'ın bir sünneti de, gayr-i müslimi öldüren bir Müslüman ve köleyi öldüren bir hür hakkında kısas uygulamamaktır." Bu iki imamın dayandıkları bir başka delil de şudur: "Ebubekir ve Ömer de (radıyallahü anh) kendi, hilafetleri dönemlerinde köleyi öldüren bir hür hakkında kısas hükmünü uvgulamamıslardır. Ashâb-ı Kiram da bu uygulamaya şahit oldukları hâlde itiraz etmemişlerdir." Bir de bu iki imam, bu katli, beden organlarının kaybına kıyas ederler. Biz Hanefîlere göre köleyi öldüren hür hakkında kısas uygulanır ve hür öldürülür. Çünkü Allah (celle celâlühü), el-Mâide (5) sûresinin 45. âyetinde şöyle buyurmuştur: "Tevrat'ta onlar üzerine (şu farzı) yazdık: Cana can (Ve ketebna aleyhim fîhâ enne'n-nefse bi'n-nefsi)..." Kur’ân'da, bizden önceki ümmetlerin şeriati, zikredilmisse ve eğer onların neshedildiğine dâir bir delâlet yok ise, bizim de şeriatimiz sayılır ve bizim onlarla amel etmemiz vacip olur. Bir de kısas, din ve yurt ismetindeki (koruma, himaye, savunma) eşitliğe (el-müsavâtü fı'l-ı'smeti vehiye bi'd-dîni ev bi'd-dâr) dayanır; bunda da hür ile köle eşittir. (Aynı düşünceler, aynı gerekçeler ve aynı sonuç için bakınız.) B- "Fakat her kim, maktulün kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa." Katil kısmen affedilirse... Kısası ıskat konusunda kısmî af da, küllî af gibidir. Zaten âdete göre vaakıî aflar da kısmî olur. Çünkü çoğu kez vaakıî olan, velîlerden bazılarının affıdir. Bu da tam değil kısmî aftır. Yani bir adam öldürme olayında maktulün kardeşi veya velîsi kısastan bir şey affederse; "velî kısas yerine diyet veya erse (yaralama diyetine) razı olursa, .." Buradaki kardeşlik, insanların Âdem'in (aleyhisselâm) çocukları olmaları hasebiyle olan kardeşliktir. Davacının bu vasıfla zikredilmesi, onun şefkat ve merhametini harekete geçirmek içindir.4 C- "... Ma'rufa uygun olarak ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir." Affeden, güçlük çıkarmamalı, diyette müsamaha göstermeli ve örfe uygun bir diyet talebinde bulunmalıdır. Affedilen de, ödemeyi uzatmamak, ma'rûfa uygun olarak belirlenen miktardan bir kısıntı yapmadan diyeti teslim ve tediye etmelidir. Ç- "Bu Rabb'inizden bir tahfif ve rahmettir." Bu âyette zikredilen ilâhî hükümde kolaylaştırma ve insanların menfaati vardır. Bazı tefsir âlimleri derler ki; Yahudilere yalnız kısas farz kılınmişü; onlar için affetme ve diyet haramdı. Hristiyanlara ise mutlak olarak affetme farz lalındı; kısas ve diyet haramdı. Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmeti, ise, kendilerine kolaylık olsun diye (teysîren) ve değişik durumlara en uygun hükmün uygulanması için üç seçenek arasında (beyne's-selâse) muhayyer kılınmıştır. D- "Kim bundan sonra tecavüz ederse artık onun için acı bir azab vardır." Kısas hükmü nazil olduktan sonra her kim, kaatilden başka birini öldürürse, ya da affettikten sonra katik öldürürse, ya da diyeti de affettikten, sonra diyet alırsa, onun için de pek acıklı bir azap vardır. Bu gibilerin dünyadaki azabı, haksız yere öldürdüğü kişiden dolayı kısas olarak öldürülmesidir; âhiretteki azabı da cehennem ateşidir. 179"Sizin için kısasta hayât vardır ey akıl sahipleri! Ki, ittikaa edesiniz (sakınasınız)." Bu âyet, kısas hükmünün yararlarını anlatır. Bunun içindir ki kısasta hayât vardır buyrulmuştur. "Kısas" kelimesinin harfti tarifle, "hayât" kelimesinin nekire (elif lam sız) zikredilmesi, kısasta anlatılamayacak kadar çok ve çeşitli yarar olduğuna delâlet eder. Âyetteki, hayât kelimesi değişik şekillerde yorumlanmıştır. Şöyle ki: Kısas her şeyden önce caydırıcıdır. Kısasa maruz kalacağını bilen insan kolay kolay cinayet işleyemez. Böylece kısas, iki hayâtın kurtulmasını sağlar. Câhiliye döneminde bir kişinin öldürülmesine karşılık birkaç kişinin öldürüldüğü oluyordu. Böylece kabileler arasında düşmanlık yayılıyordu. Kur’ân hükmü ile kısas uygulaması başlayınca düşmanlıkların önüne geçildi ve birçok insanın hayâtta kalması sağlanmış oldu. Hayâttan murad âhiret hayâtıdır. Zira kaatil, dünyada kısas yapılınca, âhirette bundan dolayı artık muahaze edilmeyecektir. "Kısas" kelimesini "kasas" şeklinde okuyanlar da olmuştur. Bu kırâete göre âyetin mânâsı, katkn hükmünde yahut Kur’ân'da hayât vardır demek olur. "Üli'l-elbâb / akıl sahipleri" tamlaması, evham şaibesinden arınmış akıl sahipleri demektir. 178. âyette "Ey imân edenler!" diye hitab edilmesi bunu izleyen 179. âyette "ülü'il-elbâb"ın muhatab alınması hem mü'min hem de akl-ı selîm sahibi insanları, kısasın hikmetini düşünmeye teşvik içindir. "ki, sakınasınız"dan maksat kısasta gevşeklik göstermekten, hükmü uygulamayı ihmal etmekten sakınırsınız yahut kısastan sakınırsınız da buna yol açacak cinayet işlemeyi düşünmezsiniz. 180"Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman eğer bırakacak hayrı (malı) varsa, ana babası (vâkdeyni) ve akrabası için ma'rûfa göre (uygun biçimde) vasiyette bulunmak müttakıîler üzerine bir borç olarak farz kılındı." Sizden birine ölüm gelip çattığı, ölüm emareleri belirdiği yahut birinizin canı, ilâhî huzura yaklaştığı zaman, eğer mal bırakıyorsa... bir görüşe göre de eğer çok mal bırakıyorsa... vasiyet etmek ona farz kılındı. Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre onun, yedi yüz dirhemi olan bir âzâtk kölesi, vasiyette bulunmak istedi. Fakat Ali (radıyallahü anh), onu menetti ve dedi ki; "- Allah (celle celâlühü) eğer hayır bırakıyorsa..." buyurmuştur. Bu senin sahip olduğun mal ise, az bir maldır; onun için sen onu kendi ailene bırak!" Âişe'den (radıyallahü anha) rivâyet olunduğuna göre, kalabalık bir ailesi olan ve dört yüz dinara sahip bulunan bir adam vasiyette bulunmak istedi; fakat Âişe (radıyallahü anha): "- Ben, bu vasiyette bir fazilet görmüyorum." dedi. Yine başka bir adam vasiyette bulunmak istedi. Âişe "- Ne kadar malın var?" Adam: "- Uç bin dirhem." Âışe (radıyallahü anha) "- Ailen kaç kişi?" "- Dört." Âişe (radıyallahü anha): "- Allah eğer hayır bırakıyorsa... buyurmuş; bu ise az bir maldır; onu ailene bırak!" dedi. Bu vasiyet hükmü, İslâm'ın ilk zamanlarında idi. Sonra miras âyeti nazil olunca, Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem); "İnna'llahe kad ea'ta külle zî hakkın hakkahu elâ lâ vasiyyete livârisin / Allah, her hak sahibinin hakkını verdi. Dikkat edin; bundan böyle, vâris için vasiyet yoktur." sözleri ile neshedildi, Zira bu hadîs, ihbârü'l-âhâd (bir kişinin rivâyeti ile gelen) hadîslerden ise de, İslâm ümmeti, ona kabul ile yaklaşınca, Hanefî mezhebi âlimlerince, nesih salâhiyeti itibariyle mütevâtir (yalan söylemeleri tasavvur edilemeyen birçok zât tarafından rivâyet edilerek gelen) hadîsler kısmına dahil edilmiştir. Hakikatte bu hükmü nesneden miras âyetidir. Söz konusu hadîs, onun nesh cihetini, şeklini bildirir niteliktedir. Allah (celle celâlühü), önceleri anaya, babaya ve yakın akrabaya, istihkakları nisbetinde haklarının verilmesini farz kılmış, ancak o aşamada istihkakların mertebelerini ve nisablarının miktarlarını beyân buyurmamış, fakat bunları takdire bırakmıştı. Nitekim bu âyette "...bil ma'rûfı / ma'rûfa göre veya adalete uygun bir biçimde..." şartı vardir. Ama şimdi miras âyetinin nazil olması ile Allah bu hükmü kaldırmıştır. Zira miras âyetinde vârislerin her birinin istihkak tabakası beyân, haklarının miktarları tâyin edilmiş, her hak sahibine, akrabalık hükmü ile kazandığı hakkı, ne fazla, ne eksik, tam olarak verilmiş ve hiçbir takdire yer bırakılmamıştır. Mezkûr hadîsinin özellikleri de bunu gösterir. Zira hadîsteki "elâ lâ vasiyyete livârisin / dikkat edin artık vâris için vasiyet yoktur" cümlesindeki nefyi (olumsuzluğu) ifâde eden "lâ" ve bu cümlenin başındaki tenbih belirten "elâ" takdire yer olmadığını gösterir. Bazılarına göre miras âyetleri bu vasiyet âyeti ile mütenakız (çelişik) değildir; aksine onları teyid eder niteliktedir. Bu vasiyet âyeti, vasiyet kime iliş İtin olursa olsun, mutlak olarak takdime (önceliğe) delâlet eder. Yukarıda zikredilen hadîs ise ahad (bir kişinin rivâyeti ile gelen) haber niteliğindedir. İslâm ümmetinin bu hadîse kabul ile yaklaşımı, onu mütevâtir (bir çok kimse tarafından rivâyet edilen) hadîsler derecesine çıkartmaz. Bu âyetteki vasiyet, "Allah size, çocuklarınız hakkında miras taksimini şöyle tavsiye eder (Yûsıîkümu'llahü fi evlâdiküm):" (Nisa 4/11) âyetindekı ilâhî tavsiye (emir) yani miras ya da öleceğini anlayan bir kimsenin, ana babaya ve yakın akrabaya haklarının verilmesi, terekeden mal kaçırılmaması hususunda vasiyette bulunması anlamındadır. Bazılarına göre, vâris için vasiyet yapılması, bu âyet ile farz kılınmış, fakat hisseleri belirlenmemişti. Sonra vârislerin hisselerini beyân eden miras âyetleri indi. Nisa (4) sûresinin 11. âyetinde vârid olan "Yûsiî" kelimesi "vav-sad-ya / vesa-evsa-yûsıî-îsâen" kökünden gelir. "İsâ", vasiyet etmek, tavsiye etmek demektir. Tavsiye, Allah tarafından yapıldığında bu emretmek, farz kılmak anlamını kazanır. Sonuç olarak burada sanki şöyle buyurulmuştur: Allah (celle celâlühü), miras âyeti ile, o vasiyeti bizzat emir buyurmuş, onu artık size bırakmamıştır. Böylece miras, vasiyet yerine geçmiştir. İşte neshin mânâsı budur; yoksa miras âyetinde, vasiyet hükmünü ortadan kaldırmaya delâlet eden bir şey yoktur.5 5 Aslında, mü'minler, mirasçıların izni ile, diğer mirasçıları için vasiyette bulunabildikleri gibi, mallarının üçte biri üzerinde başkaları için de vasiyette bulunabilirler. (Bkz: Hukuk-u İslâmiye ve Istilahatı Fıkhıyye Kamusu, Ömer Nasuhî Bilmen, İstanbul Üniversitesi Yayınları, Dördüncü Cilt, sayfa, 373-438, İstanbul 1951) Bu yorum da, birincisi gibi gerçeği yansıtmamaktadır. Zira vasiyetin mânâsı, miras işini mutlak olarak muris (miras bırakan) veya muslinin (vasiyet eden) takdirine bırakmaktır. Vasiyetçi kendi iradesi ve adalete uygun takdiriyle mirasçıların mirastaki paylarını belirleyecek ve onun tarafından belirlenen payların hak sahiplerine verilmesiyle sorumluluk ortadan kalkacaktır. Oysa hak sahiplerinin istihkak derecelen ve payların kesin miktarları ne fazla, ne eksik, Nisa (4) sûresinin 11. âyetinde tafsilatıyla açıklanmıştır. Bu neshedici bir âyettir ve vasiyet âyetinin hükmünü ortadan kaldırmıştır. 181"Artık kim o vasiyeti işittikten sonra değiştirirse, şüphesiz onun günahı değiştirenler üzerinedir. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla işiten (Senıî'), hakkıyla bilendir (A'lîm) " Gerek vasıl (müteveffanın velisi veya vasiyeti tenfıze memur ettiği kimse ya da kayyım) gerekse şahitlerden herhangi biri onu değiştirmeğe kalkarsa, şüphesiz onun günahı yalnız değiştiren ve değiştirenlere aittir. Çünkü onlar, vasiyete hıyanet ve şeriat hükmüne muhalefet etmişlerdir. İfadenin "Yübeddilûnehu / onu değiştirenler" şeklinde çoğul kipiyle vârid olması, çeşit ve fert olarak buna çokça rastlandığını gösterir yahut bu günahın, bunu yapan fertlerin tamamına şamil olduğunu bildirir. "Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işiten (Semi') ve her şeyi hakkıyla bilendir (A'lîm)." cümlesi, vasiyeti değiştirenler hakkında pek ağır bir ceza va'didir. 182"Her kim de mûsıînin (vasiyetçi) bir hatâ işlemesinden veya günaha girmesinden (haksızlık etmesi) endişe eder de onların aralarını düzeltirse ona bir günah yoktur. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan (Ğafûr), çok merhamet edendir (Rahîm)." Her kim vasiyet edenin, kasdı olmadan, bilmeyerek, yahut kas den taraf tutmasından endişe eder de, lehine vasiyet yapılan (Mûsaleh) ile arasını şer-i şerife uygun olarak bulur ve istihkakları (pay) şeriat hükmüne uygun hâle getirirse, vasiyette yapağı değişiklikten dolayı ona bir günah yoktur. Çünkü vasiyette yapılan bu değişiklik, batilin hak ile değiştirilmesidir. Bundan önceki âyette belirtilen değişiklik ise böyle değildir. Bu vasiyeti şeriate uygun hâle getiren kimseler için mükâfat va'didir. Burada "Gafur" adı ile mağfiretin zikredilmesi "günah" lafzına mutabakat ve vasiyette kas den taraf tutmanın, vasiyet yapılanlar arasında adaleti ihmal etmenin, günah cinsinden olduğuna işaret içindir.7 7 Miras Hukukunda İslâm, en büyük yenilik olarak kadınlara pay ayırmıştır. Bazı vasiyetlerde bu payların ortadan kaldırılmasını önlemek için vasiyet yasağı getirilmiştir diye düşünülebilir. 183"Ey imân edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı ki, sakınasınız." A- "Ey imân edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı." Bu âyet şer'î hükümlerden önemli birini belirtir. (Daha önceki nidalarla yetinikneyip) imân edenlere tekrar seslenilmesi, bu hükme çok önem verildiğini açıklamak içindir. "Sad-vav-mim / sâme-yesûmü" kökünden gelen "savm veya siyam" lügatte, kendini, nefsin arzu ettiği şeylerden alıkoymak demektir. Nitekim, "Ben, Rahmân'a savm adadım. Artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım." (Meryem 19/26) mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır. Bir görüşe göre de savm ve siyam, kendini mutlak olarak bir şeyden alıkoymak, tutmaktır. Nitekim rüzgârın esmekten, atin da koşmaktan durması bir nevi savındır. Câhiliye devrinin ünlü şairlerinden Nâbiğa el-Ca'dî de bir şiirinde şöyle der: "Savaş meydanlarında, toz duman altındaki atların kimi sâimdir; Kimi de değildir ve kimi gemlerini çiğnemektedir. " Istılahta savm (oruç), gündüzleri niyetle beraber, orucu bozan ve çoğu nefsin istekleri olan belli hâllerden kendini alıkoymaktır. Oruç, Âdem'den (aleyhisselâm) beri sizden önceki bütün Peygemberlere ve ümmetlere farz kılınmıştı. Bu ifâde, oruç hükmünü teyid ve teşvik ve muhatabları da teselli etmektedir. Çünkü zor işler umûmi olduğu zaman yapılması insana kolay gelir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine farz kılınan oruç ile eski ümmetlere farz kılınan oruçlar arasındaki benzerlik, ya farziyet ya da vakit ve miktar bakımındandır. Nitekim rivâyet olunuyor ki, Ramazan orucu, Yahudilere ve Hristiyanlara da farz kıhnmışti. Yahudiler, bu orucu terk edip yılda bir gün oruç tutmak geleneğini getirdiler. Onların iddiasına göre oruç tuttukları gün, Fir’avun'un denizde boğulduğu gündür. Ancak bunda da yalan söylemişlerdir. Çünkü Fir’avun'un boğulduğu gün, Aşura (Muharrem ayinin onuncu) günüdür. Hristiyanlara gelince, onlar Ramazan orucunu tutmuşlar. Nihayet bir sene Ramazan ayi, çok şiddetli sıcaklara rastgelmiş. O zaman Hristiyan âlimleri, oruç tutmak için yaz ile kış arasında bir mevsim belirlemeyi düşünmüşler ve sonunda da orucu ilkbahara almışlar ve bu yaptıklarına keffaret olarak da bir aylık oruca on gün daha ilâve etmişler. Oruçları kırk gün olmuş. Sonra Hristiyanların hükümdarı hastalanmış veya toplu ölümler olmuş; bunun üzerine oruç günlerine bir on gün daha ilâve etmişler, böylece Hristiyanlarda oruç elli gün olmuş. 9 9 İkinci Vatikan Konsik, bu oruç şeklini yumuşatmıştir. (1962-65) Protestanlık ise zaten mensuplarının vicdanına bırakmıştı. B- "ki, sakınasınız." Yanı günahlardan sakınırsınız. Çünkü oruç, günahlara davetiye çıkaran şehveti kırar. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Evlenemeyenler de oruç tutsun; çünkü oruç şehveti kırar" buyurmuştur. Bu cümle, "Umulur ki, orucun edasını ihlal etmekten sakınırsınız; çünkü oruç pek şerefli bir ibâdettir" ya da "oruç tutmakla takvaya erersiniz" şeklinde de anlaşılabilir. 184"Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar. Oruca zorlukla dayananlara düşen, tutamadığı her gün için bir yoksulu doyuracak fidye ödemektir. Kim gönülden gelerek (tatavvuan) bir hayır işlerse, bu onun için hayırlı olur. Bununla beraber oruç tutmanız eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır." A- "Oruç, sayılı günlerdedir." Oruç, sayılı günlerle sınırlıdır. Bu sayılı günlerden maksat ya Ramazan ayidır, ya da islâm'ın ilk zamanlarında farz kılınıp da sonra Ramazan orucu ile neshedılen oruçtur ki, o oruç Aşura günü ile her ayın üç gününden ibaret idi. B- "Sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar." Sizden her kim, hasta veya yolculukta bulunur da oruç kendisi için zararlı veya pek zor olursa ve bu sebeble oruç tutamıyor ise diğer günlerde tutamadığı günler sayısınca oruç tutsun. "Femen kâne ...a'lâ seferin / Kim ...sefer veya yolculukta bulunursa" kaydı, oruç günlerinde günün bir kısmı geçtikten sonra yolculuğa çıkan kimsenin, orucunu bozamayacağına işaret eder. Hastalik ve yolculuk hâllerinde oruç tutmayıp başka zamanlarda o günlerin sayısınca oruç tutma emri bir ruhsattır. Bir görüşe göre ise, âyetteki emir, vücûb ifâde eder. Daha açık bir deyişle hastalık ve yolculuk hâllerinde oruç tutmamak ve başka zamanlarda kaza etmek farzdır. Zahirî mezhebi de, bu görüşü benimsemiştir. Ashâb'tan Ebû Hüreyre de (radıyallahü anh) böyle demiştir. C- "Oruca zorlukla dayananlara düşen, tutamadığı her gün için bir yoksulu doyuracak fidye ödemektir." İslâm'ın ilk dönemlerinde bu hüküm. "Oruç tutabilenler, oruç tutmadıkları takdirde tutmadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak fidye verirler" şeklinde uygulanmıştır. Oruç tutabilenlerin, oruç tutmak yerine fidye vermek muhayyerliği, belli bir zamana münhasır kaldı. Oruç ilk kez farz kılındığında Müslümanlar, oruca henüz alışkın değillerdi. Bunun için oruç onlara çok zor geldi. İşte bundan dolayı Allah (celle celâlühü), Müslümanlara, oruç tutmayıp yerine fidye vermek ruhsatını tanıdı. "Takat" kökünden gelen "yutıîkuune" fiilinde bir şeyi güçlükle yapma mânâsı vardır. Bu itibârla bu kelime "orucu ancak çok zorlukla tutabilenler" anlamına da gelmektedir. Bu mânâya göre onlar, çok yaşlılar (e'ş-şüyûh), iyileşemeyen hastalardır (el-acâiz). Onların hükmü, oruç tutmayıp fidye vermektir. Bu mânâya göre âyet mensûh (neshedilmiş) değildir. Yani oruç tutmakta çok zorlananların veya çok zorlukla tutabilenlerin, tutmadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak fidye vermeleri gerekir. Yoksulu doyuracak fidye, Irak ulemâsına göre buğdaydan yarım sâ'; diğerlerinden ise bir sâ'dır. (Şer'î dirheme göre sâ', 2, 917 kg, örfî dirheme göre ise 3, 333 kg eder.) Hicaz âlimlerine göre ise fidye, buğdaydan bir müdtür. Müd: 832 gr.) 10 10 Bu ölçüler, en az beşyüz yıl öncesinin, sosyo-ekonomik şartlarına göredir. Eski âlimler ve müftüler kati ve riyazi ölçüler koymayı, belki de öyle istendiği için tercih etmişlerdir. Bunun bir sebebi de Islâmin ilk günlerindeki pratiklik ihtiyacı da olabilir. Kur’ânm "infaka" teşvik edici âyetlerinin ruhuna paralel olarak herkesin "Fidye" ölçüsünün "Kendisini doyurduğu gibi" doyurmak olduğu söylenebilir. Ç- "Kim gönülden gelerek (tatavvuan) bir hayır işlerse, bu onun için hayırlı olur." Kim gönüllü olarak fidyeyi artırır, asgarî miktarının üstünde fazla fazla verirse, bu onun için daha hayırlıdır. D- "Bununla beraber oruç tutmanız eğer bilirseniz sızın için daha hayırlıdır." Yani siz ey güçlükle oruç tutabilenler, siz oruç tutmamak ruhsatına sahip olan hastalar ve yolcular! Kendinizi zorlayarak oruç tutmanız, muayyen miktarda yahut fazlasıyla fidye vermekten, yahut orucu başka günlere ertelemekten sizin için daha hayırlıdır. Bu hâllerde oruç tutmamak sizin için mubah olmakla beraber, oruçtaki fazileti bilseniz, oruç tutmayı tercih edersiniz. Oruçtaki hayır ve berekete koşarsınız. Bir görüşe göre de, yani eğer siz ilim ve tefekkür ehlinden iseniz, oruç tutmanın, ruhsat kullanmaktan daha hayırlı olduğunu anlarsınız. 185"O Ramazan ay'ı ki Kur’ân onun içinde indirilmiştir. (Kur’ân) insanlar için bir hidâyettir, doğru yolun (hidâyetin) ve fırkanın apaçık delilleridir. O hâlde sizden kim bu aya şâhid olursa oruç tutsun. Kim de hasta ve seferde olursa tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah, sizin için kolaylık dilet-, zorluk dilemez. İddeti (sayı) ikmal ve doğru yola erdirdiğinden dolayı Allah'ı tekbir etmenizi ister ki, şükredesiniz." A- "O Ramazan ay'ı ki Kur’ân onun içinde indirilmiştir" Bu cümleden değişik anlamlar çıkarılabilir. Şöyle ki: 1- Tutulması gerekli o oruç, Ramazan ay'ı orucudur. O Ramazan ay'ı ki Kur’ân onun içinde indirilmiştir. 2- Ramazan ay'ı orucunu tutun. O Ramazan ay'ı ki Kur’ân onun içinde indirilmiştir. 3- Ramazan ay'ın da oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır. O Ramazan ay'ı ki Kur’ân onun içinde indirilmiştir. 4- O sayılı günler, Ramazan ay'ıdır. O Ramazan ay'ı ki, Kur’ân onun içinde indirilmiştir. Ramazan kelimesi mastar olup yanmak anlamındadır, Bu aya Ramazan isminin verilmesi, a- Bu ayda oruç tutanlar, açlık ve susuzluktan yandıkları için, b- Bu ayda tutulan oruç sebebi ile günahlar yandığı için, c- Ayların isimleri eski lügatlerden nakledildiği zaman Ramazan ay'ı, sıcak günlere rastgeldiği içindir. 5- Kur’ân-ı Kerîm'in Ramazan ay'ı içinde indirilmesi, Kur’ân'ın, Ramazan ay'ı içinde indirilmeye başlanması demektir. Bu da Ramazan ay'mda Kadir gecesinde gerçekleşmiştir. 6- Kur’ân, Ramazan ay'mda toptan dünya semâsına, sonra da ilâhî iradenin gerektirdiği şekilde bölüm bölüm yeryüzüne indirilmiştir. 7- Ramazan ay'ı hakkında Kur’ân âyetleri indirilmiştir. Bunlar: "Ey imân edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı." (Bakara 2/183-186) ve diğer âyetlerdir. Rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İbrâhîm'in Sahifeleri, Ramazan'ın ilk gecesinde; Tevrat, Ramazan'ın altıncı gecesinde; İncil, Ramazan'ın on üçüncü gecesinde; Kur’ân da Ramazan'ın yirmi dördüncü gecesinde nazil olmuştur." B- "(Kur’ân) insanlar için hidâyettir, doğru yolun ve furkanm apaçık delilleridir." Kur’ân, i'câzları (mucizevî vasıfları) vs. ile insanlara hidâyettir; içerdiği hikmetler ve hükümler ile de hakka İrşad eden ve hakkı bâtıldan ayıran apaçık belgelerdir. C- "O hâlde sizden kim bu aya şâhid olursa oruç tutsun. Kim de hasta ve seferde olursa tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun." Bu cümlede zamir yerine "şehr / ay" kelimesinin zahir isini olarak zikredilmesi, bu aya tazim ve ziyadesiyle beyân içindir. Yani, İçinizden her kim yolcu veya seferde değilse, hazar halindeyse bu ayda oruç tutsun. İçinizden her kim, Ramazan hilâline erişirse, o ayda oruç tutsun. Bu mânâya göre, bunun mâbâdi (sonrası), genel bir hükmü ortaya koyar: Kim, mukıim olmakla beraber, hasta veya yolculuk hâlinde bulunuyorsa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde oruç tutsun. Çünkü sadece mukıim değil hasta ve yolcu da, Ramazan ay'mı idrâk eder. Herhalde bu cümlenin tekrar edilmesi hasta ve yolcuyu bu genel hükmün kapsamı dışına çıkarmak ve bir de daha önce geçen aynı cümle gibi bunun da neshedilmiş olabileceği zannini ortadan kaldırmak içindir. Ç- "Allah, sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez" Allah size bu ruhsatı tanımakla size kolaylık diler; zorluk dilemez. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) şefkat ve merhameti sonsuzdur. D- "iddeti (sayı) ikmal ve doğru yola erdirdiğinden dolayı Allah'ı tekbir etmenizi ister ki, şükredesiniz " Allah'ın (celle celâlühü), Ramazan ayma erişene oruç tutmayı, oruç tutmama ruhsatını kullananlara da, tutmadığı sayıyı gözetmelerini emir buyurması ve beki hâllerde oruç tutmama ruhsatını tanıması bunun içindir. "Ve litükmilû'l-ı'ddete / o sayıyı tamamlayasınız diye" cümlesi, sayının gözetilmesi emrinin sebebidir. "Ve litükebbirullahe — Allah'ı tazim edesiniz diye" cümlesi de, ruhsata binaen tutulmayan orucun kaza edilmesi keyfiyetinin bildirilmesi sebebiyledir. "Ve lea'lleküm teşkürûn / ola ki şükredersiniz" cümlesi de, anılan ruhsatın tanınmasının ve kolaylaştırmasının sebebidir. Tekbir; Allah'ı (celle celâlühü) hamd ve sena ile tazım etmektir. Bir görüşe göre de bu tekbir, bayram gününün tekbirleridir. Bir görüşe göre de, hilâl görüldüğünde getirilen tekbirdir. 186"(Resûlüm)! Kullarım, sana Benden sorarlarsa gerçekten Ben onlara çok yakınım. Duâ ettiği zaman, duâ edenin duasını kabul ederim. Öyleyse onlar da Benim davetime icabet ve Bana hakkıyla imân etsinler ki doğru yolu bulsunlar." A- "(Resûlüm)! Kullarım, sana Benden sorarlarsa gerçekten Ben onlara çok yalanım " Hitabın renklendirilmesi ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tevcih edilmesinde (li telvini'l-hıtabi ve tevcihihi ilâ Resûlillâhi), Resûlüllah için apaçık bir şereflendirme ve onun makamını yükseltme anlamı vardır. Yani ey Resûlüm! Kullarım sana Beni sorarlarsa, onlara, Benim onlara çok yakın olduğumu söyle. Bu ifâde, Allah'ın kullarının fiillerini ve sözlerini bildiğini, onların hâllerine muttak olduğunu, mekânen yakın bir kimsenin hâline teşbih suretiyle anlatmaktır. B- "Duâ ettiği zaman, duâ edenin duasına icabet ederim." Rivâyet olunuyor ki, bir bedevi Arap, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) : "- Senin Rabbin bize yakın mıdır? Biz yakına seslenir gibi mı O'na seslenelim? Yoksa uzak mıdır? Biz uzağa seslenir gibi mi O'na seslenenin?" dedi. Bunun üzerine âyetin bu kısmı nazil oldu. Bu, Cenâb-ı Allah'ın yakınlığını açıklamakta, bu gerçeği ifâde etmektedir ve aynı zamanda duâ edenlere icabet va'didir. C- "Öyleyse onlar da Benim davetime icabet etsinler ve Bana hakkıyla imân etsinler ki doğru yolu bulsunlar " Kullarım, kendi işleri için bana duâ ettikleri, dilekte bulundukları zaman, Ben nasıl onlara cevap veriyorsam, Ben de onları imân ve itaate çağırdığım zaman onlar da Benim davetime cevap versinler ve imânlarında sebat göstersinler. Allah (celle celâlühü), bu âyetten önce Müslümanlara Ramazan ayı orucunu tutmayı, sayıyı gözetmeyi emir ve onları, tekbir ve şükür vazifelerini yerine getirmeye teşvik buyurduktan sonra akabinde bu âyeti getirmekte ve bundan sonra yine oruçla ilgili konulara dönmektedir. 187"Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız (e'r-refes) size helâl kılındı, Onlar sizin için bir elbisedir; siz de onlar için bir elbisesiniz. Allah, nefislerinize yazık ettiğinizi bildi de tevbelerinizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazdığını isteyin. Size fecrin beyaz ipliği kara iplikten tebeyyün edinceye kadar yiyin, için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tamamlayın. Mescidlerde itikâfta iken onlara yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın. İşte Allah, âyetlerini insanlara böyle açıklıyor ki sakınsınlar." A- "Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı " Rivâyet olunuyor ki, önceleri akşam olup iftar zamanı gelince, Müslümanlar, yatsı namazı kılın caya veya yatıncaya değin onlara yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak helâl idi. Sonra bir gece Ömer yatsıdan sonra eşiyle cinsel ilişkide bulundu. Sonra da çok pişman oldu ve Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip özür diledi. O sırada birçok Sahabî ayağa kalkıp onlar da yatsıdan sonra bu işi yaptıklarını itiraf ettiler. İşte bunun üzerine (İslâm'da zorluk olmadığını bildirmek üzere) bu âyet nazil oldu. Oruç gecesinden maksat, ertesi gün oruç tutulacak gecedir-. B- "Onlar sizin için bir elbisedir; sizde onlar için bir elbisesiniz" Bu istinaf cümlesi, oruç gecesi cinsel ilişkinin helâl kılınmasının sebebini beyân etmektedir ki, o da, eşleriyle tam iç içe olmaları ve onlara çok ilgi duymaları sebebi ile, onlara dayanmalarının güçlüğüdür. Kadın ve erkeğin her biri diğerine "libas — elbise, örtü" olarak değerlendirilmiştir. Çünkü onlar geceleri kucaklaşmaları ve birbirlerine sarılmaları cibetiyle birbirinin örtüsü gibidirler. Onların birbirlerini örtmeleri gayri meşru ilişkiden korunmalarına vesile olmasındandır. C- "Allah, nefislerinize yazık ettiğinizi bildi de tevbelerinizi kabul etti ve sizi bağışladı." "Hâne-yehunü-havnen-hıyaneten-ihtiyanen" kökünden gelen "tahtanûne", siz hâince davrandınız, ihanet ettiniz demektir. Fakat burada ihanetten daha ağır bir mânâ ifâde eder. İlâhî azaba maruz kılmak suretiyle nefse zulmetmek anlamı taşır. Yani Allah tuttuğunuz orucun sevabını azaltmak, nefsinizi, azaba maruz kılmak suretiyle kendinize zulmettiğinizi biliyordu. Siz işlediğiniz hatâlardan tevbe edince, Allah da tevbenizi kabul ve sizi affetti; o hatâların izlerini sizden tamamen sildi. Ç- "Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için yazdığını isteyin " Yani bunu haram kılan hüküm neshedilince, imdi artık oruç gecesi kadınlarınıza mübaşeret edin. Mübaşeret, tenin tene dokunmasıdır. Cinsel ilişki, mübaşereti gerektirdiğinden dolayı mübaşeret, kinaye yoluyla o mânâ için kullanılmaktadır. Bu âyet, sünnet yolu ile konulan hükümlerin, Kur’ân âyetleri ile neshedilmesinin câız olduğuna delildir. "Allah'ın sizin için yazdığını isteyin"den murad, Levh-ı Mahfuz'a yazdığı çocuktur. Cinsel ilişkide bulunan mü'minin asıl gayesi, çocuk yapmak olmakdır. Çünkü şehvetin yaratılmasında ve evlilik teşriındekı hikmet, çocuk yapmaktır; şehveti tatmin değildir. Bir görüşe göre de bu âyet, azli (meniyi kadının rahmine değil, dışarıya akıtmayı) yasaklamaktadır. Bir görüşe göre de âyet, kadınlarla normal olmayan yoldan ilişkiye girmeyi yasaklamaktadır. Bu anlamda kadınlarla helâl yoldan ilişkide bulunun; demektir. D- "Size fecrin beyaz ipliği kara iplikten tebeyyüıı edinceye kadar yeyin, için." Tan yerinde ufukta ilk önce meydana gelen aydınlık ile ona paralel olarak uzayıp giden gece karanlığı beyaz ve siyah iki ipliğe benzetilmiştir. Bir rivâyete göre, bu âyet ilk nazil olduğunda "mine'l-fecri" kelimesi yoktu. Fecir, bikndiği gibi tan yeri demektir. Ayeti duyanlar, beyaz ve siyah iki ipliği yanyana koyup bunları birbirinden ayırt edinceye kadar yemeye devam ettiler. İşte bu yanlış anlamayı gidermek için "mıne'l-fecri" kelimesi nazil oldu. Bu rivâyet sahih kabul edildiği takdirde, her hâlde bu hâdise, Ramazan ayı girmeden önce vuku bulmuş olmakdir. Ve beyânın, ihtiyaç zamanına değin ertelenmesi caizdir. Oruç gecelerinde cinsel ilişkinin sabaha değin caiz olması, guslün de sabaha tehir edilmesinin caiz olduğuna ve cünüp olarak sabahlayan kimsenin orucunun da sahih olduğuna delâlet eder. E- "Sonra da ertesi, geceye kadar orucu tamamlayın." Bu cümle de, orucun son vaktini beyân etmektedir. F- "Mescidlerde itikâfta iken onlara yaklaşmayın." Bu cümlede yine mübaşeret kelimesi, kinaye olarak cinsel ilişki anlamında kullanılmıştır. Tâbiî âlimlerinden Katâde'ye göre: "Önceleri Müslümanlar, itikatta iken mescidden çıkıp eşlerinin yanına gidiyor, onlarla cinsel ilişkide bulunduktan sonra yine itikâf yerine dönüyorlardı. İste böyle yapmaları yasaklandı." Bu âyet, itikâfin ancak mescidlerde yapıldığına, itikâfın bazı insanlara mahsus olmadığına ve itikâfta cinsel ilişkinin haram olduğuna delildir. Ayrıca bu âyet, cinsel ilişkinin itikâfi bozduğuna da delildir; çünkü ibâdetlerde nehiy (yasaklama), ifsadı da gerektirir. G- "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın." Zikredilen bu sınırlar, Allah'ın kulları için koyduğu sınırlardır. Öyleyse bu sınırları aşmak şöyle dursun, onlara yaklaşmayın bile. Allah (celle celâlühü), hak ile bâtıl arasındaki sınırı geçmek yasağının ehemmiyetini belirtmek için o sınıra yaklaşmayı da yasaklamıştır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Her padişahın sultan çayırları vardır. Allah'ın mahfuz sahaları da O'nun yasaklarıdır. Yasak sahalar etrafında dolaşan, onun içine düşebilir." "Allah'ın sınırları", sadece zikredilen hükümler olmayıp mutlak olarak Allah'ın haram kıldığı ve yasakladığı şeyler anlamına da gelir. Ğ- "İşte Allah, âyetlerini insanlara böyle açıklıyor ki sakınsınlar." Bu son derece mükemmel belâgatle yapılan açıklamalarda olduğu gibi, Allah (celle celâlühü), insanlar için teşri buyurduğu hükümleri muhtevi âyetlerini her zaman apaçık bildirir. Umulur ki insanlar, sakınırlar, ıttıka ederler. 188"Mallarınızı aranızda bâtıl (haksız, boş) sebeblerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bilerek günahla yemek için onları hâkimlere aktarmayın." A- "Mallarınızı aranızda bâtıl sebeblerle yemeyin." Bundan önce insanların. Ramazan ayında gündüzleri kendi mallarını yemeleri yasaklanmıştı. Şimdi bu âyetle insanların, birbirlerinin mallarını Allah'ın hükümlerine aykırı olarak yemeleri yasaklanıyor ve şöyle buyruluyor: "Ey insanlar! Birbirinizin mallarını Allah'ın (celle celâlühü) mubah kılmadığı yollarla yemeyin!" B- "İnsanların mallarından bir kısmını bilerek günahla yemek için onları hâkimlere aktarmayın." Haksız olduğunuzu bile bile insanların mallarını kısmen, yalancı şâhitlik ve yalan yemin gibi haksız yollarla bilvasıta yahut doğrudan doğruya hakimlere rüşvet vererek yemeyin. "Ve en tüm ta'lemûn -- bile bile, bildiğiniz hâlde" demektir. Çünkü günahları bilerek işlemek çok daha çirkindir. Rivâyet olunuyor la, Abdan el-Hadrami, Ümrüi'l-Kays el-Kındî'den bir parça arazi iddia etti. Ancak şahidi yoktu. Resûlüllah Ümrüi'l-Kays'in yemin etmesine hükmetti. Ümrüi'l-Kays, yemin etmeye hazırlandı. O anda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedel ile satanlar var ya; işte âhirette onların hiçbir nasibi yoktur." (Al-i İmrân 3/77) mealindeki âyeti okudu. Bunun üzerine Ümrüi'l-Kays 11 yeminden vazgeçip o araziyi Abdan'a teslim etti. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. 11 Hadîsde adı geçen Ümrüi'l-Kays, Cahiliye devrinde şiirleri Kabe duvarına asılan ünlü şair değildir. Çünkü bu büyük Arap şairi Benî Esed kabilesi reisi Hacr el-Kindî'nin oğludur. Babası öldürülünce, onun intikamını almak ve yerine geçmek istedi. Ancak Münzie b. Mâüssema'dan kaçmak zorunda kaldı. İstanbul'a gelip İmparator justınyanus'tan yardım istedi. İmparator da ona ikramda bulundu ve Filistin emirliğini verdi. Fakat Ümrüi'l-Kays, hastalanarak 540 yılında Ankara'da öldü. Görüldüğü gibi şair Ümrüi'l-Kays, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) doğumundan çok önce ölmüştür. Rivâyet olunduğuna göre iki hasım, dâvaları için Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) başvurdular. Peygamberimiz de onlara dedi ki "- Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Dâvanızın halk için bana başvuruyorsunuz. Olabilir ki, bazınız, kendi delillerini hasmından daha iyi anlatır; ben de, ondan dinlediğime göre onun lehine hükmederim. Onun için ben, dinlediğim delillere bakarak birinize, aslında kardeşinin hakkı olan bir şeyin verilmesine hükmedersem, ona bir parça ateş verilmesine hükmetmiş olurum." Bunu duyan o iki hasım ağlamaya başladılar ve her ikisi de: "Benim hakkım, arkadaşımın olsun" dediler. Peygamberimiz de onlara: "- Haydi gidin de birbirinize kardeşlik verin, sonra birbirinize helâl edin!" buyurdu. 189"(Resûlüm) sana hilâllerden soruyorlar. De ki: "- Onlar insanlar ve hac için vakit ölçüleridir." Evlere arkalarından girmek birr (hayır) değildir. Fakat asıl birr, sakınmak (ittika)dır. Pivlere kapılarından gelin. Allah'tan sakın ki, felâha eresiniz." A- "(Resûlüm), sana hilâllerden soruyorlar. De kı (Kul): "- Onlar insanlar ve hac için vakit ölçüleridir." Muaz b. Cebel ile Saiebe b. Ğanem (radıyallahü anh), bunu Peygambere sordular: "- Ya Resûlallah! Niçin hilâl, önce ip gibi ince doğuyor; sonra kalmlaşıp nihayet dolunay hâline geliyor; sonra yavaş yavaş incelip nihayet ilk doğduğu hâle dönüyor?" Başkaları da, Ay'ın, şeklinin ve durumunun değişmesindekı hikmeti sormuşlardı, işte bunun üzerine Allah (celle celâlühü), meâlen şöyle cevap vermesini emir buyurdu: "- Ay'ın durumundaki zahirî hikmet, insanların ibâdetlerinde ve özellikle de hac ibâdetinde zaman ölçüsü olmasıdır. Çünkü ha cem gerek edasında, gerek kazasında vakit gözetilmesi gerekir. Yine aylar, insanların sosyal ve ticarî ilişkilerinde, ittifak ettikleri vakitlerin tesbitinde de ölçü olarak, kullanılır." Mutlak olarak müddet (el-müddete'l- mutlaka); Ay'ın, kendi yörüngesinde, (feleğinde) dönerken başlangıç noktasından (mebdeden) sonuna (müntehasma) kadar olan hareketi boyunca devam (imtidad) eden süredir. Zaman da, geçmiş zaman (mâzî), şimdiki zaman (hâl) ve gelecek zaman (istikbal) dilimlerine bölünmüş olan müddettir (müddet-i maksûme). Vakit de, herhangi bir iş için belirlenmiş zamandır. B- "Evlere arkalarından girmek birr değildir. Fakat asıl birr sakınmaktır." Sahabîlerden Ensar, ihrama girdikten sonra ne bir eve, ne de bir çadıra kapısından girmezlerdi. Fakat evlerin veya çadırların arka kısmında açtıkları delik veya aralıktan içeri girerlerdi Ve bunu da hayır ve iyilik sayarlardı. İşte bu cahiliye geleneğininin hayır olmadığı onlara açıklandı ve meâlen buyruldu ki: "Asıl hayır, haramlardan ve gayri meşru şehvetlerden sakınmaktır." Âyetin bu bölümünün makabli ile bağlantısı şöyledir: 1- Müslümanlar, hem Ayin şekil ve durumundaki değişikliğin hikmetim hem de ihramlı iken evlerin ve çadırların kapısından girmenin hükmünü sormuşlardı. Onun için her ikisine bir arada cevap verilmiştir. 2 - Bundan önce Ayin, hac zamanının ölçüsü olduğu, sonra da ona bağlı olarak insanların İslâm öncesinden gelen gelenekleri zikredilrrüştir. 3- Onlar, kendilerini ilgilendirmeyen ve Peygamberlikle de ilgisi bulunmayan bir konuyu sordular. Çünkü Peygamber eşyanın hakikatini değil fakat dinin hükümlerini bildirmek için gönderilmiştir.12 Onlar ise, kendilerini ve nübüvveti ilgilendiren konuları bir kenara bırakarak başka şeyler sordular. İşte dikkatleri, dinî hükümleri sormanın gereğine çekmek için, ihramh iken evlere kapılarından değilde arkalarından girmenin hükmü zikredildi. 12 "Eşyanın hakikati" ve "Dinin hükümleri" ayırımı, üzerine bir dünyâ görüşü binâ edilecek incelik ve sağlamlıkta bir tesbittir. Bir mânâda "Din ve dünyâ ayrımı" nı da içerir. Ne var ki İslâm iki dünya arasında denge demektir. Bunun en güzel ifâdesi de Din Hükümlerini tebliğle görevli Yüce Peygamberin "Yarabbı bana eşyanın hakikatini göster." diye duâ etmesidir. Bu göstermektedir kı bir muinin için yerlerini ayırmak şartıyla hem din hükümlerini hem de eşyanın hakikatini öğrenmek gerektir. Ayrıca her ikisi arasında yüksek seviyelerde bir yakınlık olduğunu da işaret etmektedir. Tefekkürü ibâdet sayan bir din için ne güzel ölçü? C- "Evlere kapılarından gelin. Allah'tan sakının (Vettekuiiahe). Umulur ki felâhe erersiniz." Bu, "evlere kapıları dururken arkadan girmek hayır ve iyilik değildir; işlere tersten değil önden başlayın ve Allah'ın (celle celâlühü) hükümlerini değiştirmekten, yahut bütün işlerinizde Allah'ın koyduğu kurallara aykırı davranmaktan sakının!" demektir. Burada "Vettekuiiahe / Allah'tan sakının!" emrinin ikinci kez tekrarlanması, takvaya çok önem verildiğini göstermek ve "Lea'lleküm tüflihûn — Umulur ki felâha erersiniz" cümlesinin mukaddimesini yapmak içindir. Netice itibariyle söylenmek istenen şudur: Allah'ın koyduğu kurallara aykırı davranmaktan sakının ki hayır ve hidâyete eresiniz. 190"Size karşı savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın; ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez." A- "Size karşı savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın" Bu âyetin mânâ ve medlulü hakkında değişik görüşler vardır. Şöyleki: 1- Bu âyet "Allah'ın dinini aziz kılmak (i'zaz-ı din) ve O'nun kelâmını yüceltmek (i'lâ-i kelimetullah) için, size karşı savaşanlarla siz de savaşın." demektir. 2- Bu âyet, Müslümanlara karsı savaş açmış veya açmamış olsun bütün müşriklere karşı topyekün savaş izni ve emri verilmeden önce nazil olmuştur. 3- Bu âyet, "size düşmanlık besleyen ve sizinle savaşmaları beklenen müşriklere karşı siz de savaşın; yaşlıları, çocukları, kendini ibâdete vermiş rahipleri ve kadınları öldürmeyin" demektir. 4- Bu âyet, "bütün kâfirlere karşı savaşın; çünkü onlar, Müslümanlarla savaşmak istiyorlar" demektir. Ancak şu rivâyet birinci görüşü teyid eder niteliktedir: Hicretin 6. yılı (M. 628) Zilka'de ayında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) umre ziyareti amacıyla Ashabı ile Medine'den çıktı. Fakat müşrikler geçit yerlerini tutarak ve Müslümanlar üzerine taş ve ok yağdırarak ilerlemelerine ve Mekke'ye girmelerine engel oldular. Resûlüllah Mekke'ye bîr günlük mesafede Hudeybîye köyüne çekilmek zorunda kaldı. Müşriklerle yapılan çetin müzakereler sonunda Hudeybiye Mûsalahasi imzalandı. Böylece umre gelecek yıla kaldı. Müslümanlar, Hicretin 7. yılı, bir önceki yıl yapamadıkları umreyi kaza için Mekke'ye geldiklerinde müşriklerin, andlaşmaya bağlı kalmayıp Harem toprağında ve haram ayda kendileri ile savaşmalarından endîşe ettiler ve bu durumdan hoşlanmadılar. İşte bunun üzerine bu âyet nâzıl oldu. Bu âyetin, hacem hükümlerinin beyân edildiği âyetlerle beraber zikredilmesi de bu görüşü destekler. B- "Ancak aşırı gitmeyin (Velâ ta'tedû). Çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez " Sebebsiz veya bir saldırı olmadan ansızın savaş başlatmak; arada andlaşma bulunanlara karşı savaş açmak, işkence etmek, bedenin uzuvlarını ezcümle burun, kulak kesmek; kadın ve çocukları öldürmek gibi davranışlarla aşırı gitmeyin. Çünkü Allah (celle celâlühü) aşırı gidenleri asla sevmez; onlar için hayır ve iyilik dilemez. 191"Onları nerede bulursanız öldürün. Onların sızı çıkardıkları gibi siz de onları oradan çıkarın. Fitne katilden daha kötüdür. Mescid-i Haram yanında onlar size karşı savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın. Fakat sizi öldürürlerse siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası budur." A- "Onlari nerede bulursanız öldürün. Onların sizi çıkardıkları gibi siz de onları oradan çıkarın." O saldırgan müşrikleri hill (harem dışı alan) veya harem, nerede bulursanız öldürün ve onlar vaktiyle sizi Mekke'den çıkardıkları gibi siz de onları oradan çıkarın. Nitekim Mekke'nin fethinde Müslüman olmayanlar Mekke'den çıkarıldılar. B- "Fitne katilden daha kötüdür." İnsanları yurtlarından çıkarmak gibi bazı mihnetler ve cefalar, onları öldürmekten beterdir. Çünkü o tür mihnet ve cefaların acısı devamlıdır yahut o Mekke müşriklerinin, Harem toprağında şirki yaşatmaları ve sizin Mekke'ye girmenize engel olmaları, sizin, o müşrikleri Harem toprağında öldürmenizden daha kötüdür. C- "Mescid-i Haram yanında onlar size karşı savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın. Fakat sizi öldürürlerse siz de onları öldürün." Mescid-i Haram yanında onlar size karsı savaşmadıkça, önce savaşı başlatan siz olmayın ve Mescid-i Haramin hürmetini çiğnemeyin; ama onlar orada sizinle savaşırlarsa, siz de onları orada öldürün ve Mescid-i Haramin yanında savaştığınıza bakmayın. Çünkü o takdirde Mescid-i Haramin hürmetini çiğneyen onlardır. Bu yüzden de onlar, en şiddetli azaba müstahaktır. Fakat bir kıraate göre müfaale (mukatele) babından olan "Velâ tükatilûhüm... hattâ yukatilüküm / Onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın" fiilleri "velâ taktülûhüm hattâ yaktülûküm / Onlar sizi katletmedikçe siz de onları katletmeyin" şeklinde de okunmuştur. Bikndiği gibi mufaale (mukatele) kipi karşılıklı olarak birbirini öldürmek, çarpışmak, savaşmak, yani müşareket mânâsı içerir. "Ka-te-le, yaktülü" kipinde ise müşareket yoktur fiil münferiddır. Yani burada birinin diğerini öldürmesi söz konusudur. Bunun anlamı onlar, sizin bir kısmınızı öldürmedıkçe, siz de onları öldürmeyin; demektir. Ç- "İşte kâfirlerin cezası budur." Onların, başkalarına yaptıklarının benzeri böylece kendilerine yapılır. 192"Artık vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan (Ğafûr), çok merhamet eden (Rahim) dir.." O Mekke müşrikleri, savaşa ve küfürlerine son verirlerse, Allah, yine onların geçmiş günahlarını bağışlar. 193"Fitne ortadan kalkıncaya ve din, Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse artık düşmanlık olmaz. Zâlimler müstesna." Şirk, ülkeden tamamen temizleninceye ve din yalnız Allah'a ait oluncaya, şeytanın dinde hiç nasibi kalmaymcaya kadar müşriklerle savaşın. Eğer bu savaştan sonra düşmanlıklarına son verirlerse, onlara düşmanlık yapmayın. Çünkü zulüm, ancak zâlime yapılır; zâlimin zulmüne karşılık verilir. "Felâ u'dvane illâ ale'z-zâlimîn / zâlimlerden başkasına düşmanlık olmaz" buyrulmak suretiyle cezaya düşmanlık (a'davet) denmesi, ifâdede benzeyiş olması içindir. Nitekim, "Kim sîze saldırırsa saldırısının misliyle siz de ona saldırın." (Bakara 2/194) buyrulmuştur. Eğer adavet ve küfürlerine son verenlere dokunursanız, o zaman siz, zâlimlerden olursunuz ve durum aksine sizin aleyhinize döner. 194"Haram ay, haram aya karşılıktır. Hurmetler mütekabildir. Kim size saldırırsa saldırısının misliyle siz de ona saldırın. Allah'tan sakının ve şunu iyi bilin ki Allah, hiç şüphesiz müttekıîlerle beraberdir." A- "Haranı ay, haranı aya karşılıktır. Hürmetler mütekabildir. Kim size saldırırsa saldırısının misli (ayni)yle siz de ona saldırın." Hudeybiye andlaşmasimn yapıldığı H.6/M.628 yık müşrikler, Müslümanları Mekke'ye sokmamış ve umre ziyareti bu sebeble yapılamamıştı. Ertesi yıl, Müslümanlar haram aylardan sayılan Zılka'de'de yine umre niyetiyle yola çıktıklarında, bir savaşla karşı karşıya kalmaktan endişe ediyorlardı, işte o zaman bu âyet nazil oldu ve Müslümanlara şöyle buyruldu: "- Bu haram ay, o haram aya ve bu ayın hürmetinin çiğnenmesi yine o ayın hürmetinin çiğnenmesine karşılıktır." Hürmetler mütekabildir. Korunması gereken her hürmette kısas vardır. Şu hâlde onlar, bir sene önce bu ayın hürmetini çiğneyerek ve size karşı savaş durumuna geçerek Mekke'ye girmenize engel oldukları gibi, siz de bu sene onların üzerine gidin ve eğer sizinle savaşırlarsa, siz de onları öldürün. Kim size saldırırsa saldırısının misliyle siz de ona saldırın. B- "Allah'tan sakının (Vettekuiiahe). Ve şunu iyi bilin ki Allah, hiç şüphesiz müttekıîlerle beraberdir." Zafer kazanınca, dinen izin verilmeyen hareketlerden sakının ve bilin la Allah, takva sahipleri ile beraberdir; onları korumaktadır; zafer ve geniş imkânlar bahşederek onların durumlarını ıslah etmektedir. 195"Allah yolunda in fak edin. Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever." A- "Allah yolunda infak edin. Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın, " Bu âyet-i kerîmede farklı tevcihler yapılmıştır. Şöyle ki: 1- Mallarınızı israf ederek, geçiminizi daraltarak kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın. 2- Savaştan ve savaş için harcama yapmaktan kaçınarak kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Çünkü savaştan ve savaş için harcama yapmaktan kaçınmak, düşmanlarınızı kuvvetlendirir ve onların size musallat olmalarına yol açar. Şu rivâyet de bu mânâyı teyid eder: Rivâyet olunduğuna göre Ebû Eyyûb Ilâlid b. Zeyd el-Ensarî (radıyallahü anh) bu konuda şöyle demiştir: "Cenab-ı Allah, İslâm'ı aziz (üstün) kılıp mensubları çoğalınca biz de ailelerimizin ve mallarımızın yanma döndük ve mallarımızın ıslahı ile meşgul olmaya başladık. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu." 3- Allah yolunda (fî sebîlillâh) harcamaktan kaçınarak ve dünya malını pek severek kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın. Çünkü bunlar ebedî helake sebep olur. Bundan dolayıdır ki bahilliğe, cimriliğe helâk denmiştir. "Bi eydîküm / ellerinizle" den maksad kişinin nefsidir. (Bir çok konuda olduğu gibi burada da eller mecaz olarak insanın varlığının tamamı anlamında kullanılmıştır.) B- "İyilik edin (Ve ahsinû). Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever." Amellerinizi, işlerinizi ve ahlâkınızı güzelleştirin. Yoksullara iyilik edin. Çünkü Allah da iyilik edenlere, hayır ve iyilik murad eder. 196"Haecı ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer engellenirseniz kolayınıza gelen bir kurban yeterlidir. Kurban, mahalline varıncaya kadar başınızı tıraş etmeyin. Bununla beraber içinizden her kim hasta olur veya başından bir ezası bulunursa ona fidye olarak oruç tutmak veya sadaka vermek veyahut kurban kesmek (vâcib olur). Emin olduğunuz zaman kim hac zamanına kadar umre ile temettü etmek (sevab kazanmak) isterse kolayına gelen bir kurban kesmek (vâcib olur). Fakat kurban bulamayan bir kimseye hac günlerinde üç gün, geri döndükten sonra yedi gün oruç tutmak vâcib olur. İşte bu tam on gün eder. Bu hüküm, ehli (ailesi) Mescid-i Haram'da oturmayanlar içindir. Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah'ın azabı şiddetlidir." A- "Hacci ve umreyi Allah için tamamlayın." Bu âyet, başlanan bir hac veya umrenin tamamlanması gereğini, hacca ve umreye halel getiren hâllerin telâfi şeklini beyân eder. Ancak âyet, hac ve umrenin farz olup olmadığı konusuna dokunmaz. Bu da tıpkı " Sonra geceye kadar orucu tamamlayın" (Bakara 2/187) âyeti kabilindendir. Nitekim bu âyette, orucun farz olup olmadığına temas edilmez. Fakat başlanan bir orucu akşama kadar tamamlanması gereği (vücûbu) vurgulanır. Orucun farziyeti: "Ey imân edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı." (Bakara 2/183) âyeti ile sabit olmuştur. Haccın farziyeti de: " Yoluna gücü yetenlerin o Beyt'i haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır." (Al-i İmrân 3/97) mealindeki âyet ile sabittir. Çünkü başlatılmış olan herhangi bir fiili tamamlama emri, o fiilin aslını emretmek sayılmaz ve bunu gerektirmez. Bu itibârla bu âyet, umrenin farz olduğuna asla delil olamaz. Hac ve umreyi tamamlama emri onları tam ve eksiksiz olarak inşa edin; demektir. " Hacci ve umreyi Allah için tamamlayın." âyeti, " Hacca ve umreyi Allah için ikame edin" şeklinde kıraat edilse bile aksine bir delil olmadıkça bu tıp emirler vücub (farziyet) ifâde etmezler. Bu, hac ve umrenin asıl hükmüne (farz olup olmadığına) girmeksizin, başlatilmış bir hac ve umrenin itmam veya ikamesinin vücubunu belirtir. Hulâsa, bu ifâde "başlanmış olan bir hac ve umrenin rükünlerini, şartlarını ve bilinen diğer seri fiillerini Allah (celle celâlühü) rızâsı için tamamlayın; bunlardan hiçbirini ihlâl etmeyin, eksik bırakmayın; " demek olur. Hac ve umrenin tamamlanmasının ne ifâde ettiği konusunda başka görüşler de vardır: Hac ve umreyi tamamlamak, ferdin ailesinin yaşadığı evlerin bitişinden itibaren ihrama girmesidir. Bu görüş Ali b, Ebî Tâlib, İbn Abbâs ve İbn-i Mes'ud (radıyallahü anh) tarafından rivâyet edilmiştir. Hac ve umreyi tamamlamak, onların her biri için ayrı bir sefer yapmaktır. İmam Muhammed b. Hasen el-Şeybanî (öl: 804) şöyle demiştir: "Kûfe'den başlayan bir hac ve Kûfe'den başlayan bir umre daha faziletlidir." Hac ve umreyi tamamlamak, onları helâl kazançlarla yapmaktır. Hac ve umreyi tamamlamak, bu iki ibâdeti ıhlâsla ve dünyevî hiçbir gaye karıştırmadan yapmaktır. Bu mânâlarda umrenin farz olduğuna delâlet eden hiçbir şey yoktur. Ne İbn Abbâsin (radıyallahü anh), "Umre, haccın arkadaşıdır" sözleri ne de Ömer b. Hattabin (radıyallahü anh) bir zâtın, kendisine: "- Baktım ki, hac ile umre üzerime yazılmış; ben de her ikisi için ihrama girdim; " demesi sebebiyle ona: "- Sen, Peygamberinin sünnetini bulmuşsun" şeklinde cevap vermesi de umrenin farzıyetini ifâde etmekten çok uzaktır. Kaldı ki bunun aksine rivâyetler de vardır. Gerçekten Câbir (radıyallahü anh): "- Ya Resûlallah! Umre de hac gibi farz mıdır?" diye sormuş ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Hayır, umre farz değildir; ancak umre de yaparsan senin için daha hayırlı olur / Lâ velâkin en ta'temira hayrun lek." cevabını vermiştir. Yine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hac, cihaddır; umre ise gönüllü bir ibâdettir — el-haccü cihadün ve'l-umretü tetavvuun" buyurmuştur. B- "Eğer engellenirseniz (İhsar ile karşılaşırsanız) kolayınıza gelen bir kurban yeterlidir. Kurban mahalline varıncaya kadar başınızı tıraş etmeyin." "Hasira-Ehsara-yuhsıru" kökünden türeyen "ihsar" mâni olmak, alıkoymak, araya girmek demektir. Meçhul sığasiyla "ühsıir" engellenmek, alıkonulmak anlamına gelir." İmam Malik île İmam Şafiî'ye göre, burada ıhsar'dan maksad, düşman tarafından engellenmektir. Çünkü bu âyetin devamında "Feiza emintüm... / emîn veya güven içinde olduğunuz zaman..." buyrulur. Kaldı ki bu âyet, Hudeybiye andlaşmasi sırasında, Müslümanlar, müşrikler tarafından Mekke'ye girmekten engellendikleri zaman nazil olmuştu. İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Düşmanın İh sarından (engellemesinden) başka ihsar yoktur." İmam Ebû Hanîfe Numan b. Sabit'e göre (öl:767) ise, düşmandan veva hastalıktan olsun, her türlü engellenme ıh sardır. Çünkü rivâyet olunduğuna göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Hac yolculuğu sırasında bir uzvu kırılan yahut aksak, topal duruma düşen kimse, ertesi yıl haccetmekdir." Hulâsa, ekser ulemânın re'yine göre ihramda bulunan (muhrim) bir kimse hac ve umreden alıkonulursa ve bu durumda ihramdan çıkmak isterse, bulunduğu yerde deve, sığır ve koyundan kolayına gelen bir kurban keser ve öylece ihramdan çıkar. Biz Hanefîlere göre ise, o kurbanı Harem'e gönderir (Harem, Mekke çevresinde sınırları belli bir alandır. Mekke'ye en yakın sınırı 6 km. uzaklıkta bulunan Tenim; en uzak sınırı da Mekke'ye 16 km. mesafede bulunan Ci'rane'dir). Kurbanı yanında gönderdiği kimseye, (Mina'da kurbanı kesmesi için) bir gün ve vakit belirler. Nihayet o gün ve o vakit gelip de kurbanın kesildiğine kani olunca, ihramdan çıkar. Çünkü âyette, "Kurban, yerine varıncaya kadar başınızı tıraş etmeyin" buyrulmaktadır. Bunun anlamı: "- Harem'e gönderdiğiniz kurbanın, kesileceği yere vardığını anlayıncaya kadar ihramdan çıkmayın" demektir. Hanefî mezhebi dışındaki ekser ulemâ ise, "..hattâ yeblüğa'l-hedyü mahilleh / kurban, yerine varıncaya kadar" emrini, Harem bölgesi olsun, olmasın, muhrimin bulunduğu yerde kurbanın kesilmesi anlamında yorumlamışlardır. Onların bu konudaki gerekçeleri de Hudeybiye andlaşmasının yapıldığı yıl Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kurbanını orada kesmiş olmasıdır. Hudeybiye bilindiği gibi Harem sınırları dışındadır. Onlara cevap olarak biz de deriz ki; Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) ihsar (engellenme) yeri, Mekke'nin aşağı kısmı yönünde Hudeybiye tarafı idi. Orası da Harem sınırları içinde kalır. İbn-ı Şıhâb el-Zührî'ye göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hudeybiye yık kurbanını Harem sınırları içinde kesmiştir. Muhammed Vakıdî (öl: 822) de diyor ki: "Hudeybiye, Harem bölgesi sınırında, Mekke'ye dokuz mil uzaklıktadır." C- "Bununla beraber içinizden her kim hasta olur veya başından bir ezası bulunursa ona fidye olarak oruç tutmak veya sadaka vermek veyahut kurban kesmek (vâcib olur)." Sizden biri, saçlarını kestirmesini (halkı) gerektiren bir has tanktan ya da yara ve bit gibi başındaki bir ezadan dolayı tıraş olursa, o zaman fidye olarak ya oruç tutması ya sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir. Âyette fidyenin cinsi bu şeklide beyân edilmiştir. Fidyenin miktarına gelince; rivâyet olunuyor ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)-, Kâ'b b. Ucre'ye "- Galiba başındaki haşarat, seni rahatsız ediyor?" buyurdu. o da: "- Evet Ya Resûlallah!" deyince: "- Tıraş ol da üç gün oruç tut veya altı yoksula bir fark hurma tasadduk et veya bir koyun kurban kes!" buyurdu. Fark, üç sâ'dır. (Sâ' da, daha önce de belirtildiği gibi, şer'î dirheme göre, 2, 917 kg., örfî dirheme göre, 3, 333 kg.) Ç- "Emîn (güvende) olduğunuz zaman kim hac zamanına kadar umre ile temettü etmek (yararlanmak, sevab kazanmak) isterse kolayına gelen bir kurban kesmek vâcib olur " İhsardan emîn olduğunuz, yahut güven ve genişlik içinde bulunduğunuz zaman, her kim hac ayları içinde, hac ile umreyi cem etmek veya haçtan önce umre ibâdeti ile Allah'a yakınlaşmak (takarrüb-i ilâ'llah) dilerse veyahut her kim umre ihramından çıktıktan sonra hac için ihrama girinceye kadar ihram yasaklarından yararlanmak, başka bir deyişle ihram yasakları dışında kalmak isterse, bu temettü sebebi ile, ona kolayına gelen bir kurban kesmek vâcib olur. Bu dem, zorlama kurbanı olup hac için ihrama girildikten sonra kesilir. Şafiî'ye göre, sahibi bu kurbanın etinden yiyemez; biz Hanefîlere göre ise, bu kurban udhiye (kurban bayramında belirli şartları haiz kimselerin kesmeleri vacip olan kurban) gibidir. D- "Fakat kurban bulamayan kimseye hac günlerinde üç gün, geri döndükten sonra yedi gün oruç tutmak vâcib olur. İşte bu tam on gün eder. " Hac günlerinden maksad, hac aylarında umre ihramı ile hac ihramı arasındaki zaman demektir. Şafiî'ye göre ise, bu günlerden maksad, hac ihramından sonra bu ihramdan çıkmadan önce bayramdan evvel hac menâsiki (ibâdetleri) ile meşgul olunduğu günlerdir. Bu üç gün orucun en faziletlisi Zilhicce ayının yedinci, sekizinci ve dokuzuncu günleri tutulanıdır. Kurban günü (bayramının birinci günü) ile teşrik günleri (bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri) oruç tutmak sahih değildir. Kalan yedi gün de, hac ibâdetleri tamamen bittikten sonra tutulur. Şafiî'nin iki görüşünden birine göre ise haccı yerine getiren kimse, kalan yedi günü ailesinin yanma döndükten sonra tutar. "Tilke aşeretün kâmile / İşte bu tam on gün eder." cümlesi, hesabın fezlekesidir; faydası, gün adedinin ayrı ayrı ve toplam olarak bilinmesini sağlamaktır. Başka bir deyişle burada muhayyerlik yoktur. Aded üç veya yedi gün değildir. Toplam on gündür. Bunun bu kadar açık olarak belirtilmesinin sebebi o günün hesap bilmeyen insanlarını uyarmak ve muhayyerlik ihtimalini ortadan kaldırmaktır. E- "Bu hüküm, ehli (ailesi) Mescid-i Haram'da oturmayanlar içindir." Bu hüküm, temettü haccı yapanlar ve Şâfîîye göre ailesi Mescid-i Haram çevresinde oturmayanlar içindir. Bunlar Mekke'ye uzaktan gelmiş olanlardır. Şâfıîlere göre bu uzaklık, Harem sınırından itibaren kasr mesafesidir (dört rek'atli namazların seferi olarak ikişer rek'at kılınabilmesi için aranan uzaklık). Biz Hanefîlere göre ailesi Mescid-i Haram çevresinde oturmayanlar, meskenleri, inikat sınırları dışında olanlardır. Bilindiği gibi mıkad Mekke'ye gelenler için ihrama giriş yerleridir. Güneyden gelenlerin mıkad mahalli Mekke'ye 54 km. mesafedeki Yelemlem; doğu ve kuzey doğudan gelenler için mikad mahalli Mekke'ye 96 km. mesafedeki Kam; batı ve kuzey batıdan gelenler için Mekke'ye 187 km. mesafedeki Cuhfe; kuzeyden gelenler için Mekke'ye yaklaşık 450 km. mesafedeki Zülhuleyfe'dir. Tâbiîn'den Tavus'a göre, ailesi Mescid-i Haram çevresinde oturmayanlar, Hill (Harem bölgesi ile mikat sınırları arasında kalan yerler) sakinleridir. İmam Malik'e göre ise, bunlar, Mekke'de oturmayanlardır. F- "Allah'tan sakının (Vettekuiiahe). Şunu iyi bilin ki Allah'ın azabı şiddetlidir." Her zaman ve özellikle de hac sırasında Allah'ın emir ve yasaklarına riâyet edin; onlara aykırı davranışlardan sakının. Allah'tan korkun ve bilin ki, sakınmayanlar için Allah'ın cezası pek şiddetlidir. Burada zamir yerinde ism-ı celâlin zikredilmesi, ilâhî heybeti ziyadesiyle ifâde etmek ve isyankârların kalbine korku salmak içindir. 197"Hac bilinen aylardadır, Her kim o aylarda haca kendine farz kılarsa artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek, kavga etmek yoktur. Hayırdan ne yaparsanız Allah, onu bilir. Kendiniz için azık hazırlayın. Şüphesiz azıkların en hayırlısı takva azığıdır. Ey akıl sahibleri, Benden sakının." A- "Hac bilinen aylardadır." Hac vakti, insanlar arasında öteden beri mâruf olan aylardır. Bunlar Şevval ile Zilka'de'nin tamamı ve biz Hanefîlere göre Zilhicce'nin ilk on günüdür. Şâfiîlere göre Zilhicce ayının ilk dokuz günü ve bayram gecesidir. İmam Malik'e göre Zilhicce ayının da tamamıdır. Müctehid imamlar arasındaki ihtilafın kaynağı şudur: Hac vaktinden maksad ihram vakti, hac amel ve mistiklerinin ifa vaktidir. Başka bir deyişle hac menâsikinden başka işlerin hoş karşılanmadığı mutlak vakittir. İmam Malik, Zilhicce ayının ilk on gününden sonra umre yapmayı mekruh görür. (Ona göre Zilhicce ayının tamamı hac vaktine dahildir.) İmam Ebû Hanîfe de. Şevval ayından önce hac için ihrama girmeyi sahih görürse de, mekruh sayar. Çoğulun asgarisi üç olduğu hâlde âyette, iki ay ile üçüncü ayın bir kısmına aylar denmesi, ya ayın bir kısmının tamamı yerine ikamesinden ya da burada çoğulun ikiden yukarısı için kullanılmış olmasındandır. B- "Her kim o aylarda haccı kendine farz kılarsa artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek, kavga etmek yoktur." Kim hac aylarında ihrama girmek, telbiye getirmek veya hedy denen hac kurbanı sevketmek suretiyle haccı bilfiil kendisine farz kılarsa, artık hac günlerinde ne cinsel ilişki (refes), ne kötü söz söylemek ve günah işlemek suretiyle şeriat sınırları dışına çıkmak (füsuuk) ne de hizmetçilerine bağırıp çağırmak veya arkadaşlarıyla münakaşa ve kavga etmek (cidal) yoktur. Hac kelimesi yerine zamir kullanılmaması hacca çok önem verildiğini açıklamak (izhar-ı kemâl-i itinâ) ve hükmün sebebinin bu olduğunu bildirmek (iş'ar-ı bh'lleti'l-hükm) içindir. Çünkü Beyt-i Muazzama'yi ziyaret etmek ve o vesileyle Allah'a (celle celâlühü) yaklaşmak, bu kabil fiillerin terkini gerektirir. Âyette nefy (olumsuzluk) ifâdesinin tercih edilmesi (hac günlerinde refes, füsûk, cidal yok; denmesi), nehyi (yasağı) ağırlaştirmak ve bunların hacca hiç yakışmadığını bildirmek içindir. Çünkü haddi zâtında çirkin olan bir şey, hac esnasında çok daha çirkin olur. Meselâ, namazda ipek elbise giymek ve Kur’ân'ı oyun havasında okuyarak oynamak gibi. Zira hac, kötü huy ve âdetleri terk ile sadece ibâdete yönelmektir. Refes ile füsûk kelimeleri "rafesün velâ füsuukun" şeklinde merfu ve cidal kelimesi de "cidale" şeklinde mansub olarak da okunmuştur. Buna göre mânâ "Hacda refes ve füsuuk asla olmasın ve hacda ihtilaf yoktur." şeklinde tecelli eder. Câhiliye devrinde Kureyş kabilesine mensub hacılar, diğer Arap hacılara muhalefetle Arafat'a çıkmadan Meş'ar-i Haram'da (Müzdelife) vakfe yapıyorlardı. İslâmiyet gelince, Kureyş hacılarına da Arafat'ta vakfe yapmaları emredildi ve bu aykırılık ortadan kaldırıldı. C- "Hayırdan ne yaparsanız Allah onu bikir." Allah (celle celâlühü) yapılan hayırların mükâfatını mutlaka verecektir. Hac günlerinde kötülük yasaklandıktan sonra işte bu cümle ile insanlar hayra teşvik edilmektedir. Ç- "Kendiniz için azık hazırlayın (Ve tezevvedû). Şüphesiz azıkların en hayırlısı takva azığıdır." Ey mü'minler! Anketiniz için takva azığı hazırlayın; çünkü en hayırlı azık takvadır. Bir görüşe göre, bu âyet, Yemenli hacılar hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Yemenli hacılar, hacca gelirken azık hazırlamıyor ve: "- Biz, Allah'a tevekkül ediyoruz!" diyor ve insanlara yük oluyorlareh. İşte bundan dolayı onlara hac yolculuğu için azık hazırlamaları, dilenmekten ve insanlara yük olmaktan kaçınmaları emredildi. D- "Ey akıl sahibleri, Benden sakının." Allah'tan (celle celâlühü) korkmak ve O'nun emir ve nehiylerine ayları hareketlerde bulunmaktan sakınmak, gerçek aklın gereğidir. Âyetin daha önceki bölümünde Allah insanları takvaya teşvik etmişti. Şimdi burada da takvanın kendisine karşı olmasını emretmektedir. Gerçek akıl sahibi insan, mâsivâdan, Allah'tan başka her şeyden beri olmalı, hiçbir varlığın ve gücün hükmünde ve etkisinde kalmamalıdır. Hevâ ve heveslerden arınmış gerçek aklın gereği budur. İşte bu ilâhî hitab, bu sebeble gerçek akıl sahiplerine tahsis buyurulmuştur. 198"Hac mevsiminde Rabbinizin fadhnı aramanızda bir günah yoktur. Arafat'tan akın ederken Meş'ar-i Haram yanında Allah'ı zikredin. O, size nasıl hidâyet ettiyse siz de O'nu öyle zikredin. Nitekim siz bundan önce dalâlete düşmüş (doğru yoldan sapmış) kimselerdendiniz." A- "Hac mevsiminde Rabbinizin fadhnı aramanızda bir günah yoktur." Cahiliye döneminde Araplar geçimlerini Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz gibi pazar ve panayır yerlerinde yaptıkları alışverişle sağlıyorlardı ve bunlar hac mevsiminde kuruluyordu. İslâmiyet gelince bu nevi ticarî faaliyetleri bir cahiliye dönemi geleneği sayarak günah endişesiyle ondan kaçındılar. İşte bu âyeti kerîme bu sebeble nazil oldu. B- "Arafat'tan akın ederken Meş'ar-ı Haram yanında Allah'ı zikredin." Arafat, kelimesi "a'refe" kökünden gelmektedir. Hacda vakfe yapılan bu alana "Arafat" adı verilmesinin değişik sebebleri olduğu ilen sürülmüştür: 1- Burası, daha önce İbrâhîm (aleyhisselâm) e tarif edilmişti. İbrâhîm (aleyhisselâm), görür görmez oranın, kendisine tarif edilen yer olduğunu tanıdı. "Arefeh / onu tanıdı" demektir. Arap yazısında önceleri nokta işaretleri yoktu. Kelime sonundaki "h" harfi ile "yuvarlak t" harfinin yazılışı aynı idi. Bundan dolayı bu kelimenin sonundaki "h" harfi "t" olarak "Arefet" şeklinde okundu ve bu sahanın geniş olmasından dolayı çoğullaştirılarak "Arafat" olarak telaffuz edildi. (Arafat, Mekke'nin yaklaşık 25 km. güney doğusunda, yaya yaklaşık 6 saat mesafede Harem sınırları dışında bir bölgenin adidir. Hanefî mezhebine göre haccın iki rüknünden biri olan "Vakfe", Zilhicce ayının 9. günü burada yapılır. "Cebel-i Rahme" denilen tepe de buradadır.) 2- Cebrâîl Söi, İbrâhîm'i hac ibâdetlerinin yapılacağı yerleri dolaştırırken İbrâhîm orayı görünce "Areftü / tanıdım!" dedi. 3- Âdem ile Havva orada buluştular, birbirlerini tanıdılar (tearriif ettiler). Bu sebeble bu alan Arafat dendi. 4- Hacca gelen insanlar, bu bölgede toplandıkları, tearrüf ettikleri, birbirleriyle tanıştıkları için bu arazi parçasına Arafat adı verildi. 5- Bazı dilcilere göre Arafat, "arifin (düzensiz) çoğuludur.15 6- Bu âyetin bu cümlesi, Arafat, vakfesinin farz olduğuna delildir. Çünkü ifaza (toplu hâlde akın etmek), ancak Arafat vakfesinden sonra olur. Bakara (2) sûresinin 199. âyetinde de: "Sümme efîdû / Sonra ifaza edin / toplu olarak akın edin." emri vardır. Zaten Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de; "Hac, Arefe demektir. Arefeye yetişen hacca yetişmiş olur" buyurmuştur. 7- Âyetin bu cümlesi, bundan sonraki cümlede emir buyurulan zikir için bir mukaddimedir. Ancak bu görüş, izaha muhtaçtır. Çünkü bundan sonra emir buyurulan zikir, farz değildir ve zikir emri de mutlak olmayıp Meş'ar-i Haram'da olmakla kayıtlıdır. Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikretmek, telbiye, tehlil ve duâ ile olur. Meş'ar-i Haram, Kuz eh Dağı üzerinde bir tepe olup hac imamı, burada vakfe yapar. Bir başka görüşe göre ise, Meş'ar-i Haram, Arafat'ın iki boğazı ile Muhassır Vadisi arasında kalan sahadır. Ancak şu rivâyet birinci görüşü teyid eder: "Câbir'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sabah namazım Müzdelife'de alaca karanlıkta kıldıktan sonra devesine bincü ve nihayet Meş'ar-i Haram'a geldi; sonra orada duâ etti; tekbir getirdi; tehlilde bulundu ve ortalık aydınlanıncaya kadar vakfesini sürdürdü." "Meş'ar-i Haram" olarak adlandırılan tepeye "Meş'ar" denmesi, hac ibâdetlerinden birinin ifa edildiği yerin işareti olmasından dolayıdır. "Haram" olarak vasıflandırılması da hürmete şayan olduğu içindir. "Inde'l-meşa'ri'l-haram / Meş'ar-i Haramin yanında" ifâdesi, Meş'ar-i Haramin çevresindeki ve yakınlarındaki yerler demektir. Çünkü buralarda vakfe yapmak, daha faziletlidir. Yoksa, Muhassir Vadisi dışında bütün Müzdelife bölgesinde Müzdelife vakfesi yapılabilir. C- "O, size nasıl hidâyet ettiyse siz de onu öyle zikredin." Allah'ın (celle celâlühü) size öğrettiği gibi O'mı zikredin. Allah'ın (celle celâlühü), haccı ve İslâm'ın diğer hususiyetlerini size güzelce müyesser kıldığı gibi, siz de O'nu güzel bir anışla anın. Ç- "Nitekim siz bundan önce dalâlete düşmüş (doğru yoldan sapmış) kimselerdendiniz." Allah (celle celâlühü) size hidâyet buyurmadan önce siz hiç şüphesiz imân ve itaatin yabancısı idiniz. 199"Sonra insanların akın ettiği yerden siz de öyle akın edin. İstiğfar edin. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan (Gafur), çok merhamet eden (Rahim) dir." 1- Bu hitab Kureyşlilere yöneliktir. Şöyle ki: "- Ey Kureyş halkı! Siz de diğer hacılar gibi toplu hâlde Arafat'tan dönün." Câhiliye devrinde diğer insanlar Arafat'ta vakfe yaptıkları hâlde, Kureyşliler, onlara karşı büyüklük taslamak maksadı ile, Arafat'a çıkmayıp Müzdelife yakınında Harem sınırının hemen ötesinde Arafat vakfesi yapıyorlardı. İşte bundan dolayı Kureyşlilere, diğer insanlarla eşit olmaları emir buyuruidu. 2- Bu hitab sadece Kureyş'e mahsus değil geneldir. Bu ifaza (toplu hâlde dönüş), Arafat'tan Müzdelife'ye ve Müzdelife'den de Mına'ya akın etmektir ve hitab geneldir. (Mina, Müzdelife ile Mekke arasında, Harem sınırları içinde bir mevkiin adıdır. Büyük, Orta ve Küçük Cemreler buradadır. Bayram günleri "remy-i cimâr / şeytan taşlama" burada yapılır. Hac ile ilgili kurbanlar da genellikle burada kesikr.) " Sonra siz de insanların akın ettiği yerden akın edin" âyetkideki "e'n-nâsü" kelimesi bir kıraatte sinin kesriyle "e'n-nâsî / unutan kimse" şeklinde de okunmuştur. Nitekim Tâ-Hâ (20) sûresinin 115. âyetinde: "Velekad a'hidnâ ilâ âdeme min kablü fenesiye Andolsun ki Biz Âdeme'e daha önce ahid verdik de o unuttu. Biz onda bir azim bulmadık." buyrulur. Bu kırâete göre "nâsî / unutan kimse", Âdem'dir (aleyhisselâm). Demek oluyor ki Arafat'tan alan etmek, Âdem'den beri süregelen eski bir dinî gelenektir; bu itibârla sız de onu değiştirmeyin. Haccın menâsikmi değiştirdiğiniz için Allah'tan istiğfar edin, mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah, mağfiret dileyenin günahlarını bağışlar ve ona ihsanda bulunur. 200"Hac menâsikini bitirdiğiniz zaman atalarınızı zikrettiğiniz gibi hattâ ondan daha şiddetle Allah'ı zikredin, insanlardan kimileri: "- Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!" derler. Böylelerinin âhıirette bir nasibi yoktur." A- "Hac menâsikini bitirdiğiniz zaman atalarınızı zikrettiğiniz gibi hattâ ondan daha şiddetle Allah'ı zikredin." Hacla ilgili ibâdetlerinizi bitirince kuvvetle Allah'ı (celle celâlühü) zikredin. Tıpkı cahiliye devrinde haçtan sonra atalarınızı andığınız gibi. O dönemde Araplar, haccın nüsüklerini bitirince, Mina'da şimdiki Mescıd ile dağ arasında durup babalarının zamanındaki iftihar vesilelerini ve güzellikleri anarlardı. Siz de ey mü'minler! Hac ibâdetlerinizi bitirince, cahiliye devrinde atalarınızı andığınız gibi hattâ ondan daha şiddetle Allah'ı zikredin. b- "İnsanlardan kimileri: "- Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver; derler. " Böylelerinin âhıirette bir nasibi yoktur Burada Allah'ı zikirden beklenen dünyalıklarla, iki cihan hayrı olanlar açıklanmaktadır, Amaç, hem Allah'ı (celle celâlühü) çokça anmak, hem de ikinci sınıfa dahil olmaktır. Yani insanlardan kimileri Allah'ı anıyor ve: "- Ey Rabbimiz! Bize ne vereceksen, özellikle dünyada ver!" diyorlar. Ancak böylelerinin âhirette hiçbir nasibi yoktur. Çünkü onların bütün azmi, gayreti ve endişesi dünya içindir. Onların duaları sırf dünyevî isteklere ilişkindir., 201"Onlardan kimileri de derler ki: "- Ey Rabbimiz! Bize hem dünyada hem de âhıirette iyilik (hasene) ver ve bizi ateş azabından koru." İnsanlardan kimileri de şöyle duâ ederler: "- Ey Rabbimiz! Bize dünyada iyilik, yani sağlık, kimseye muhtaç olmayacak kadar yeterli rızık ve hayra muvaffakiyet ihsan eyle. Âhirette de iyilik, yani mükâfat ve rahmet lûtfeyle; af fin ve mağfiretinle bizi ateş azabından koru!" Rivâyete göre Ali şöyle demiştir: "Dünyada iyilik, sâliha kadındır; âhirette iyilik de hurilerdir. Ateş azabı da kötü kadındır." Hasen-ı Basrî'ye (radıyallahü anh) göre: "Dünyada iyilik ilim ve ibâdettir; âhirette iyilik de cennettir." "Ve kına a'zabe'n-nâr / bizi ateş azabından koru!" duası da, "- Ey Rabbimiz! Cehennem ateşine götüren şehvetlerden ve günahlardan bizi koru!" demektir. " "Elifini, ! 202"İşte onlar için kazandıklarından bir nasib vardır Allah hesabı çabuk, görendir." Uzaktaki eşyayı işaret için kullanılan ve "İşte onlar" diye Türkçeye çevrilen "Ülâike" kelimesi dünya ve âhirette iyilik dileyenlerin fazilet ve derecelerinin, yüksek ve mertebelerinin âlî olduğuna delâlet eder. Onların dualarına "kesb" (kazandıkları) denmesi duaların da amellerden sayılmasın dandır. Allah (celle celâlühü), kullarının ve onların amellerinin çokluğuna rağmen göz açıp kapayacak kadar kısa bir zamanda hepsinin hesabını görebilecek bir kudrete mâliktir. Öyleyse Allah'a (celle celâlühü) itaatsizlikten sakının. Kıyamet gününe hazırlıklı olun. O'nun emirlerini ifâya ve hayırlar kazanmaya bakın. 203"Sayılı günlerde Allah'ı zikredin. Bunlardan her kim iki günde Mina'dan dönmekte acele ederse ona günah yoktur. Kim geri kalırsa ona da günah yoktur. Ama bu takva sahibleri içindir. Allah'tan sakının, Ve şunu iyi bilin ki ancak O'nun huzurunda toplanacaksınız." A- "Sayılı günlerde (tekbir alarak) Allah'ı zikredin." "Eyyam-ı teşrik / teşrik günlerinde" farz namazların hemen arkasından, kurbanlar kesikrken, şeytanlar taşlanırken ve diğer zamanlarda tekbir getirmek suretiyle Allah'ı zikredin. Teşrik günleri, Zilhiccemin on birinci, on ikinci ve on üçüncü günlerine denir. Oysa bu tekbirler, Zilhicce'nin dokuzuncu ve onuncu günleri de alınır. Fakat tekbirlerin ekseriyeti, teşrik günlerinde olduğu için "teşrik tekbirleri" diye o günlere izafe edilmiştir. Remy-i cimâr, cemrelere; taş kümelerine ufacık taşlar atmak demektir. Cemreler, Mina'da birbirine bir ok atımı uzaklıkta üç taş kümesidir. Bunlar şöyle sıralanır: Akabe Cemresi veya Büyük Cemre, (Büyük Şeytan) Orta Cemre, (Orta Şeytan), Küçük Cemre, (Küçük Şeytan), B- "Bunlardan her kim iki günde Mina'dan dönmekte acele ederse ona günah, yoktur. Kim geri kalırsa ona da günah yoktur." Her kim bayramın birinci gününden sonra memleketine dönmek için acele ederek iki günde (bayramın üçüncü gününde) ibâdetlerini bitirirse, bundan dolayı ona bir günah yoktur. Kim de geri kalıp bayramın dördüncü gününde de zeval vaktinden önce veya sonra, -Şafiî'ye göre ise yalnız zeval dan sonra- Cemrelere taş atarsa, ona da geri kalmasından dolayı bir günah yoktur. Maksad hacıları, acele (teaccül) ile, gecikme (teahhur) arasında muhayyer kılmaktır. Ancak bu muhayyerlik, ikinci seldin daha faziletli olmasına engel değildir. Muhayyerlik için "günah yoktur" denmesi, Câhiliye insanlarının iddiasını açıkça reddetmek içindir. Zira Câhiliye döneminde kimileri acele edenleri, kimileri de geri kalanları, gecikenleri günahkâr sayarlardı. C- "Ama bu takva sahibleri içindir (Limeni'ttekaa)." Gerek acele eden (müteaccil)lere, gerek teahhur eden (müteahhitlere bir günah yazılmaması, Allah'ın emirlerine aykırı davranmaktan sakınanlar (ıttika edenler) içindir. Çünkü hakikati hâlde haçtan fayda görenler onlardır. Muhayyerlik, takva ehli içindir ki, bu iki şıktan birini ihtiyar etmekle günaha girmezler. Ç- "Allah'tan sakının (Vetteku'llahe). Ve şunu iyi bilin ki ancak O'nun huzurunda toplanacak (haşrolunacak) siniz." Bütün işlerinizde vâcibleri yerine getirmek ve sakıncaları terk etmek suretiyle Allah'ın (celle celâlühü) emirlerine karsı gelmekten sakının ki, O da, size değer versin ve siz de söz konusu hükümlerden ve ruhsatlardan faydalananlardan olasınız. Şunu iyi biliniz ki siz amellerinizin karşılığını almak üzere diriltikp O'nun huzurunda haşrolunacaksınız. "Haşr", dağınık şeyleri bir araya toplamaktır. Valemû / Ve şunu bilin ki" takva emrinin te'kididir ve bu emri yerme getirmeyi tazammun eder. Çünkü haşri, Allah'ın (celle celâlühü) huzurunda görülecek hesabı, ceza ile mükâfatı kesin olarak bilmek, takvaya bağlı kalmanın en büyük sebeplerindendir. 204"İnsanlardan öylesi vardır ki onun dünya hayâtı hakkındaki sözleri sana hayret verir (senin hoşuna gider). O kalbinde olana da Allah'ı şâhid tutar. Oysa o, düşmanın en azılısıdır." A- "İnsanlardan öylesi vardır ki onun dünya hayâtı hakkındaki sözleri sana hayret verir " Burada ilâhî hitab yalnız Peygambere tevcih buyurulmuştur. Bu bir ıbtida cümlesi olup insanların takva konusunda iki gruba ayrıldıklarını ve her birinin sonunu bildirir. Bu cümle iki türlü anlaşılabilir: Nifakı meslek edinen insanlardan öylesi vardır ki onun dünya hayâtı ve dünya işleri ile ilgili olarak düzgün, insicamlı ve ahmlı ifâdelerle anlattıkları sana hayret verir. Çünkü onun imândan ve Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), muhabbetden amacı dünyalıktır. Yine iki yüzlü insanlardan öylesi vardır ki onun dünyaya ilişkin tatlı ve güzel sözleri senin hoşuna gider. Fakat âhirette öyle olmayacaktır. Çünkü o zaman o sözlerin çirkin bir yalan olduğu ortaya çıkacaktır. B- "O kalbinde olana da Allah'ı şâhid tutar." O, samimi olduğuna, kalben ve yürekten inandığına Allah'ı (celle celâlühü) şâhid tutar. "- Allah bilir ki, kalbimde olanlar dilimle söylediklerime tamamen uygundur." der. C- "Oysa o, düşmanların en azılısıdır." Görünüşte tatlı dilli o münafık, aslında Müslümanlara şiddetle düşmandır. Rivâyete göre bu âyet, Ahnes b. Şureyk el-Sekafî hakkında nazil olmuştur. Bu adam yakışıklı ve güzel konuşan biriydi. Sık sık huzura gelerek İslâm'a ve Resûlüllah'a, muhabbetini dile getirirdi. Bir görüşe göre de âyet, genel olarak münafıklar hakkında nazil olmuştur. 205"Dönüp gitti mi yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekinleri ve nesilleri yok etmeye çalışır. Allah fesadı sevmez." Resûlüm, o senin meclisinden kalkıp gitti mi, yahut iş başına geçti mi, yetyüzünde bozgunculuk yapmaya, ekinleri ve nesilleri yok etmeye çalışır. Nitekim adı geçen Ahnes, gece baskını ile Sakı dilerin ekinlerini yakmış ve hayvanlarını telef etmişti. Allah (celle celâlühü), bozguncuları sevmez ve bozgunculuğa razı olmaz. 206"Ona Allah'tan kork; dendiği zaman gururu onu günaha sürükler. Artık ona cehennem yeter. O, ne kötü bir yataktır." Ona öğüt ve nasihat yoluyla: "- Allah'tan kork! Fesad ve nifakı bırak; bunların kötü akıbetinden sakın!" dendiği zaman, kibri ve cahiliyet gururu, inadına kendisini günaha sürükler. 207"İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah'ın rızâsı uğrunda kendini satar. Allah kullarına karşı çok merhametlidir." İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızâsı uğruna cihad ederek, meşakkatli ibâdetlere katlanarak ve savaşlarda tehlikelere göğüs gererek kendini feda eder yahut kendi hayâtına da mâl olsa, emr-i bi'l mâruf (iyiliği emretmek) ve nehy-i anı'l münker (kötülüğü nehyetmek) vazifesini yerine getirir. Bu mutlu İnsanlar, bundan önceki âyetlerde anlatılan bedbaht insanlara karşılık zikredilmiştir, Çünkü o bedbahtlar takva emrini gururlarına yediremezken, bu mübarek insanlar, hayâtları bahasına, takvaya Sarılmışlardır. Bir rivâyete göre de, bu âyet, Suheyb b. Sınan el-Rûmî hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Müşrikler, Suheyb'i yakalamışlar ve dininden dönmesi için ona işkence etmişlerdi. Suheyb onlara: "- Ben çok yaşlı bir insanım. Sizinle beraber olsam size bir faydam olmaz; size karşı olsam size zararım olmaz. Onun için beni kendi hâlime bırakın. Mallarımı alın!" demiş ve onlar da mallarım alıp onu serbest bırakmışlardı. Bu rivâyete göre mânâ, Allah'ın rızâsını kazanmak için kendini kendi malı ile satın alır, demek olur. Zira durum, kendini satın almak şeklinde cereyan etmiştir. İşte bundan dolayıdır ki Allah kullarını takva ile mükellef kılmakta ve onlara sevap kazanına imkânları bahşetmektedir. 208"Ey imân edenler! Hepiniz İslâm'a girin. Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır." A- "Ey imân edenler! Hepiniz İslâm'a girin." Hitabın yöneldiği muhataba göre değişik yorumlar yapılabilir: Münafıklara hitab: "- Ey imân etmiş görünenler veya görünüşte imân etmiş olanlar! Hepiniz birden, tamamen açık ve de gizli hâllerinizle Allah'a teslimiyet ve itaat içine, yani İslâm'a girin." Ehl-i Kitab'a hitab: "- Ey Ehl-i Kitab! Hepiniz tamamiyle İslâm'a girin ve ona başka bir şey karıştırmayın. Müslüman olduktan sonra eski dininizin bazı hükümlerini, korumaya kalkışmayın. Bütün peygamberlere ve bütün mukaddes kitablara imân edin." Yahudi veya Hıristiyan iken İslâmiyeti kabul edenlerin imân ile tavsif edilmiş olmaları, ya tağlîb (hitap tarzında imân ehlinin galip kılınması, onların nazara alınması) yoluyladır, ya da Ehl-i Kitabin eski imânları itibariyledir. Buna göre, onların imânları ancak şu anda teklif edilenleri samimiyetle kabul etmeleri hâlinde sahih olur. 3- Müslümanlara hitab: Hepiniz bütün anlam ve kapsamı ile İslâm'a girin. Onun hükümlerinden hiçbirine halel getirmeyin. B- "Şeytanin adımlarını izlemeyin, Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır " Dağılmak ve dağıtmak suretiyle yahut size verilen buyruklara muhalefetle o şeytanın izinden gitmeyin! Çünkü o, sizin en amansız ve aşikâr düşmanınızdır. 209"Size apaçık delil (beyyine)ler geldikten sonra yoldan çıkar (Tezellüle uğrar)sanız şunu bilin ki Allah, her şeye üstün ve gaalib (Aziz), hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir." Size, İslâm'ın hakikatine delâlet eden ve emirlerine tam teslimiyetle riâyeti gerektiren bunca kesin delil geldikten sonra yine de teslimiyetten kaçınır ve doğru yoldan saparsanız, bilin ki Allah (celle celâlühü), Azız ve Hakîm'dir. "O, Azîz'dir. Çünkü emirlerinda her şeye üstün ve gaalıbdır. Hiçbir güç, sizden intikam almasına engel olamaz, O'nu âciz bırakamaz." "O, Hakîm'dir. Çünkü O, hikmeti gereği emirlerina karşı gelenleri, suçluları muahaze etmeden bırakmaz." Mûsa ailesi (Âl-i Mûsa) ile Harun ailesinin (Âl-i Harun) bıraktıklarından bakiyye veya kalıntılar, ilk Tevrat'ın yazılı olduğu levhaların kırık parçaları, Mûsa'nın (aleyhisselâm) asası, elbiseleri ve Tevrat'ın bir kısmı idi. Mûsa'nın (aleyhisselâm) vefatından sonra Allah (celle celâlühü), tâbût'u semâya kaldırmıştı. Mûsa ile Harun'un aileleri, onların çocukları yahut kendileridir. Aile kelimesi, onların şânını tazim için kullanılmıştır. Yahut da onların aileleri, İsrâiloğullarının Peygamberleridir. B- "Eğer gerçekten mü’minler iseniz bunda sizin için ibretler vardır." (2/248) Eğer Mûsa'nın Allah'ın kelâmına muhatab olduğuna ve onunla ilgili âyet ve delillere inanıyorsanız... "Inne fî zâlike / işte bunda" işareti, yukarıda anlatılan tâbût'un yüce şânı ile ilgili bilgileri gösterir.. Buna göre bu cümle de, o Peygamber'in, kavmine söylediği kelâma dahildir yahut bu işaret, kıssanın naklini gösterir. Buna göre cümle, kıssaya dahil değil fakat Allah tarafından ibtidaen söylenmiş bir kelâmdır. Kıssanın tamamlanmasından önce zikredilmesi ise, kıssaya çok önem verildiğini göstermek içindir. Yani bunda, Tâlût'un hükümdarlığına veya Muhammed'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvetine açık bir delâlet vardır. Çünkü Muhammed hiç kimseden duymadığı o târihî hâdiseyi bu tafsilatıyla haber vermiştir. 210"Onlar beyaz buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a döner." Onlar, ilâhî emirlere uymadıkları ve yasaklardan sakınmadıkları ve bunda da inatla ısrar ettikleri için; bizzat Allah'ın veya Allah'ın emir ve azabı ile meleklerinin beyaz buluttan gölgeler içinde kendilerine gelmesini ve helâk işmın gerçekleşmesini mi bekliyorlar? Bu bir istifham-ı inkârîdir. (Red edici soru) Bunun anlamı onların bekledikleri gibi ne Allah'ın ne de meleklerinin beyaz buluttan gölgelikler içinde kendilerine gelmıyeceğidir. Kâfirlerden gaaib kipiyle bahsedilmesi, kötü hareketleri sebebiyle kendilerinden yüz çevrildiğini bildirmek ve işledikleri cinayetleri insaf ehline duyurmak içindir. Onların helâk emrine intizar ediyor olmaları da azabı mûcib kötülüklere dalmış gözükmeleri sebebiyle o cezaların gelmesini zımnen istemekte ve onları beklemekte olduklarını bildirmek içindir. Azabın özellikle beyaz bulut (gamam)dan gelmesi, hayır beklenen yerden şer gelmesi gibidir. Beyaz buluttan rahmet beklenirken azab gelmesi korkunç ve umut kırıcıdır. Beklenmedik yerden şer gelmesi, daha da çetindir. O hâlde hayır ve rahmet dururken neden şer ve azab istemekdır? Âyette Allah'tan (celle celâlühü) sonra bir de melekleri zikredilmiştir. Çünkü Allah'ın emirlerinin insanlara ulaşmasında vâsıtalar, meleklerdir. Hattâ gerçekte Allah'ın (celle celâlühü) azabını getirenler de onlardır. Azabın veya helâk işinin bitirilmesi, sonuçlandırılması da onların beklediği şeylere dahildir. "Kudıiye'l-emr / iş bitirildi" ibaresinde, geçmiş (mazi) kipi kullanılması onun kesinliğini, helakin günün birinde mutlaka gerçekleşeceğini bekitmek içindir. Yahut anılan cümle, o kâfirlerin bekledikleri şeylere dahil değildir; bu bir istinaf cümlesi olup önceki cümle mefhumunun gerçekleşmiş olduğunu haber vermektedir. Yani zaten onların helâk edilme işi bitirilmiştir. "Kudıiye 1-emr" ibaresi "kadâü'l-emr / emrin kazası, infazı" şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde mânâ: "Onlar beyaz buluttan gölgeler içinde Allah'ın, meleklerinin ve emrin infazının gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar" şeklinde olur. 211"îsrâiloğullarına sor; Biz onlara ne kadar açık âyetler verdik. Kim Allah'ın nimetini kendisine geldikten sonra tebdil ederse bilsin ki Allah'ın azabı çok şiddetlidir." A- "îsrâiloğullarına sor; Biz onlara ne kadar açık âyetler verdik " Bu hitab, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) veya herhangi birine yöneliktir. Sormaktan maksad, onları susturmak, kınamak ve apaçık delillerin geldiğini anlatmaktır. Bu apaçık deliller, peygamberler eliyle gösterilen mucizeler ve İslâm'ın gerçekliğini ifâde eden belgelerdir. B- "Kim Allah'ın nimetini kendisine geldikten sonra tebdil ederse bilsin ki Allah'ın azabı çok şiddetlidir." Allah'ın (celle celâlühü) nimeti O'nun apaçık ve üstün delilleridir. Çünkü bunlar, nimetlerin en büyüğü olan hidâyet sebepleridir. Onları değiştirmek, ya onları dalâletin ve ilâhî gazabın artmasının sebebi hâline getirmek; ya da âyetleri tahrif etmek ve yanlış yorumlamak demektir. Allah'ın (celle celâlühü) nimeti olan delillerin gelmesi de, bu delillerin kendisine ulaşması ve onları anlamak imkânına sahip olması demektir. Delillerin değiştirilmesi, o delillerin kendilerine gelmesinden önce tasavvur edilemediği hâlde böyle ifâde edilmesi, onların, bu delillerin tafsilatına vakıf olduktan sonra onları değiştirdiklerini zımnen bildirmek içindir. Nitekim böyleleri hakkında: "Oysa onlardan bir zümre, Allah'ın kelamını işitirler de iyice anladıktan sonra bile bile onu tahrif ederler." (Bakara 2/75) buyurulmuştur. Bir görüşe göre de âyetin takdiri şöyledir: "- İsrâiloğullarma sor! Kendilerine nice apaçık deliller verdik de, onlar o delilleri değiştirdiler. Kim Allah'ın nimeti kendisine geldikten sonra onu değiştirirse, o da bilsin ki Allah'ın cezası pek şiddetlidir." Ancak "onlar o delilleri değiştirdiler" cümlesi, açık olması itibariyle sarahaten zikredilmesine ihtiyaç olamadığından hazfedilmiştir. Âyetteki "... bilsin ki, Allah'ın cezası çok şiddetlidir" cümlesi, aslında şart cevabının illet ve sebebidir. Yani kim Allah'ın nimetini değiştirirse, Allah onu pek şiddetli ceza ile cezalandırır; demektir. Bilsin kı, Allah'ın cezası çok şiddetlidir." cümlesinde Allah'ın (celle celâlühü) zamir ile değil de ısm-i celil ile belirtilmesi, ilâhî mehabeti artırmak ve kalplere Allah (celle celâlühü) korkusu salmak içindir. 212"O kâfirlere dünya hayâtı süslendi (güzel gösterildi/tezyin edildi). Onlar imân edenleri alaya alırlar. Oysa sakınanlar (takva sahipleri) kıyamet gününde onların fevkındedir. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır." A- "O kâfirlere dünya hayati süslendi." Kâfirlere dünya hayâtı güzel gösterildi ve onun muhabbet şarabi kalblerine içirildi de nihayet onlar, dünyadan başka her şeyden yüz çevirip doymak bilmeyen bir iştahla ona daldılar; onun yüzünden birbirleriyle çetin kavga ve rekabete girdiler. Tezyin etmek; güzel ve câzıb göstermek, süslemek, yaratmak ve icad bakımından Allah'a (celle celâlühü) isnad edilmektedir. Nitekim meçhul kipi ile "züyyine / tezyin edildi" vârid olması da, bu hakikati belirtir. Çünkü her şeyin Halikı (Yaratıcısı) ancak Allah'tır (celle celâlühü), Şeytan, hayvani kuvvetler, dünyadaki güzel işler ve cazib şeyler ise, bizzat değil fakat zahiri ve mecazî (bi'l araz) tezyin edicilerdir. B- "Onlar imân edenleri alaya alırlar." "Ve yesharune / alaya alırlar" şeklinde istikbal (gelecek, Türkçede geniş zaman) kıpının kullanılması, onların, imân edenlerle alaylarının devam ettiğine delâlet eder. Alay ettikleri Bilâl, Ammar ve Suheyb (radıyallahü anh) gibi fakır mü'minler idi. O müşrikler, bu muhterem Müslümanların dünyalığa itibâr etmeyip âhire te yönelmelerinden dolayı onlarla eğleniyorlardı. C- "Oysa sakınanlar (takva sahiplen) kıyamet gününde onların fevkındedır." Takvaya erenler veya Allah'tan (celle celâlühü) ıttıka edenler, butun benlikleri ile imân etmiş olanlardır. Onların takva ile zikredilmesi, bu muhteiem zada un, dunvadan yuz çevirmiş olmalarından, onun zararlarından sakınmalarından-dır. Çunku onlar, dünyayı kendilerim tamamen Cenab-ı Allah'a vermelerine engel görmüşler, kendilerini bundan meşgul edeceğine inanmışlardır. Takva sahibi o muhterem Sahabîler, kıyamet gününde, dünyada kendileriyle alay edenlerin elbette üstündedir. Çünkü bu zâtlar, yükseklerin yükseğinde; onlarla alay eden müşrikler ise alçakların alçağındadır yahut bu mübarek zâtlar, şeref ve faziletin zirvesinde, onlarla alay eden bedbaht müşrikler ise, zillet ve hakaret çukurundadir veyahut dünyada kendileri ile alay edilen o mübarek zâtlar, âhirette onlardan büyük olduklarını gösterecekler ve dünyada kendileri ile alay ettikleri gibi onlarla alay edeceklerdir. Bu hakikatin bir isim cümlesi ile anlatılması onun devamlılığını gösterir. Ç- "Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır." Allah (celle celâlühü), her iki cihanda da kime dilerse, ona hesapsız rızık verir; dünyada bazen istidrac (tedricî olarak azaba yaklaştırmak), bazen de imtihan ıçıtı rızıkları genişletir. 213"İnsanlar (evvelce) bir tek ümmet (ümmet-i vahide) idi. Sonra Allah, mübeşşir (müjdeleyici) ve münzir (korkutucu, uyarıcı, inzar edici) olarak Peygamberleri gönderdi. Onlarla beraber ihtilâfa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere hak olarak Kitab da indirdi. Kendilerine Kitab verilenler gelen bunca açık delilden sonra hasedlerinden dolayı (o Kitab hakkında) anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle ihtilâfa düştükleri konuda hidayet etti (hakka ve gerçeğe ulaştırdı). Allah, dilediğini sırat-ı müstekıîme ulaştırır (hidâyet eder)." A- "İnsanlar (evvelce) bir tek ümmet (ümmet-i vâhide) idi." Önceleri insanlar, hak kelâm ve Din-i İslâm üzerinde ittifak hâlinde idiler. Bu olgu, Âdem ile İdris (aleyhisselâm) ya da Âdem ile Nûh (aleyhisselâm) arasındaki yahût da Nûh (aleyhisselâm) tûfanından hemen sonraki dönemde idi. B- "Sonra Allah, mübeşşir (müjdeleyici) ve münzir (korkutucu, uyarıcı, inzar edici) olarak Peygamberleri gönderdi." Bir tek ümmet iken insanlar uyuşmazlığa düştüler ve ayrıldılar. Sonra Allah (celle celâlühü), Peygamberler gönderdi. Abdullah b. Mes’ud’un (radıyallahü anh) kıraetine göre böyledir. (İbn-i Mes’ud kıraâtinde) "fahtelefü"/ sonra ihtilafa düştüler" cümlesi de vardır.) Mânâ itibâriyle bu cümle var iken lâfız olarak hazfedilmesi, daha sonra bu cümlenin zikredilmiş olmasındandır. Rivâyet olunduğuna göre ahbardan Kâ’b (Ebû İshak Kâ’b b. Mati’) diyor ki; "Benim bildiğim Peygamberlerin (aleyhisselâm) adedi yüz yirmi dört bindir. Peygamberlerden resûl olanlar ise üç yüz on üçtür." Ku’an’da isimleri zikredilen peygamberlerin sayısı ise yirmi sekizdir. Bir görüşe göre ise, insanlar, İdris (aleyhisselâm) ya da Nûh’tan (aleyhisselâm) önceki fetret devrinde (Peygambersiz geçen dönemde) küfür ce dalâlet üzerinde ittifak etmiş tek bir ümmet idi. Sonra Allah (celle celâlühü) Peygamberler gönderdi fakat insanlar onlara imânda ihtilâfa düştüler. Ancak âyetin nazm-i celiline en münasip olan birinci tefsirdir. C- "Onlarla beraber ihtilâfa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetmek üzere hak olarak Kitab da indirdi." İnsanların anlaşmazlığa düştükleri hak konusunda ya da genel olarak şüpheye düştükleri diğer konularda doğruyu göstermek yâhut ba’sedilen peygamberlerin insanlar arasında ona bakarak hüküm vermesi için, onlarla beraber hakka irşad eden, hak kitablar da indirdi. Ç- "Kendilerine Kitab verilenler gelen bunca açık delilden sonra hasedlerinden dolayı (o Kitab hakkında) anlaşmazlığa düştüler. " Kendilerine, ihtilafları gidermek ve ayrılıkları ortadan kaldırmak için. Allah (celle celâlühü) tarafından kitab verilenler, bunca apaçık delil geldikten ve akıllarma da yatuktan sonra aralarındaki kıskançlık ve dünyaya olan düşkünlükleri ve bağlılıkları yüzünden hak olarak gönderilen kitab hakkında anlaşmazlığa düştüler ve işi tersine çevirdiler. Çünkü anlaşmazlıkları gidermek için gönderilen kitabi, anlaşmazlığın daha da derinleşmesinin sebebi yaptılar. "Kendilerine kitab indirilmiş olanlar" değil de "ellezine ûtûhü / kendilerine o (Kitab) verilenler" denmesi, onların, kitabtaki hakka vakıf olduklarına baştan dikkat çekmek içindir. Çünkü "ünzile / indirildi" kelimesi, bu hakikati ifâde etmez. D- "Bunun üzerine Allah, kendi izniyle ihtilâfa düştükleri konuda hidâyet etti. Allah dilediğini sırat-ı müstakıîme ulaştırır." Allah (celle celâlühü), o kitaba imân edenlere, insanların anlaşmazlığa düştükleri gerçeği kendi emri ve izniyle yahut lûtfu ile gösterdi; onu görmeyi mü'minlere müyesser kıldı. Zaten Allah kimi dilerse, onu doğru yola ve hakka ulaştırır. Bu cümle, öncekiler için bir açıklama mahiyetindedir. 214"Yoksa siz, sizden öncekilerin çektikleri başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklara (el-be'sâü) ve sıkıntılar (e'd-darrâü) dokundu ve öyle sarsıldılar (tezelzüle uğradılar) ki Peygamber ve beraberinde bulunan imân edenler: "- Allah'ın yardımı ne zaman?" diye sormaya başladılar. Haberiniz olsun; Allah'ın yardımı yakındır." A- "Yoksa siz, sizden öncekilerin çektikleri başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?" Bundan önceki âyetlerde geçmiş ümmetlerin birçok konuda ihtilâfa düştükleri anlatıldıktan sonra burada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ona iman edenler, kâfirlere karşı direnmeye, zorluklara katlanmaya, güçlüklere sabır ve tahammül göstermeye teşvik edilmektedir. Yine bu âyette, geçmiş ümmetlere gönderilen Peygamberlerle onlara imân edenlerin hak din uğruna çektikleri büyük sıkıntılar ve üzüntüler anlatılır ve sonunda zaferin kendilerine ait olacağı beyân edilir ve şöyle demek istenir. "-Ey imân edenler! Yoksa siz, sizden önceki peygamberlerin ve onların yanlarında bulunan mü’minlerin başlarına gelen korkunç hâller ve sıkıntılar, sizin de başınıza gelmeden onların bazı belâlarla imtihan edildikleri gibi siz de imtihan edilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? O sıkıntılar, henüz başınıza gelmedi. Oysa mutlaka gelmesi beklenmelidir." B- "Onlara öyle yoksulluklar ve sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki Peygamber ve beraberinde bulunan imân edenler: "Allah’ım yardım ne zaman? diye sormaya başladılar." Bu cümle, bir istinaf olup akla gelen bir soruya cevap vermektedir. Sanki, "-O eski peygamberler ile onların ümmetlerinin hâli nasıldı?" diye sorulmuş ve cevap olarak şöyle buyurulmuştur: "-Onlara hakkı savunmak ve bâtıla karşı durmak uğruna korku ve yoksulluk gibi sıkıntılar, acılar ve hastalıklar dokunmuş, onlar o korkunç baskılar karşısında öyle sarsılmış ve bunalmışlardı ki, sonunda, insanlar içinde Allah’ın (celle celâlühü) işlerini en iyi bilen ve O’nun yardımına en çok güvenen Peygamber ve o Peygamberin getirdiklerine uyan, onun nûrları ile aydınlanan mü’minler bile, bu zorluk karşısında "Allah’ın yardımı ne zaman?" diye sormaktan kendilerini alamamışlardı. Onlar, hak için mücadele uğruna maruz kaldıkları acı ve sıkıntı döneminin pek uzun sürdüğünü ifâde ve ilâhî inâyet ve yardımı talep ve temenni için bunu söylemişlerdi. Malûm olduğu üzere onların bu hâli, hak uğruna çekilen acıların ve sıkıntıların son aşaması, maruz kalınan baskıların son sınırıdır. Peygamberler, sabır ve sebatta pek yüksek bir seviyede bulundukları hâlde böylesine feryât ve figan edecek duruma geldiklerine göre, muhtemeldir ki umutsuzluk sınırına dayanmışlar. C- "Haberiniz olsun Allah'ın yardımı yakındır." İşte onların beklentilerine ve arzularına cevap olarak kendilerine böyle söylendi. Yakınlıktan maksad, zaman yakınlığıdır. Burada makabline münasip olan fiil cümlesi iken, isim cümlesinin tercih edilmesi ve cümlenin başında "Elâ / Haberiniz olsun, dikkat edin!" tenbih ve te'kid edatının bulunması, beklenen yardımın tam manâsıyla gerçekleşeceğine delâlet eder. Eski peygamberlere ve beraberlerinde bulunan mü'minlere ilâhî zafer va'dinin hikâye edilmesi, Resûlüllah ile, ona imân etmiş olan Müslümanlara yeni bir zafer va'di hükmündedir. Ancak gerçekleşmiş olan zaferin kendisinin hikâye edilmemesi, buna ihtiyaç olmadığındandır. Çünkü ilâhî va'din yerde kalması imkânsızdır. Bu âyet açıkça belirtmektedir ki, yüksek manevî mertebelere erişmek, ancak dünya lezzetlerini terk etmek ve meşakkatlerine katlanmakla mümkün olabilir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Cennet, nefsin hoşlanmadığı şeylerle, cehennem de, nefsin arzu ettiği şeylerle kuşatılmıştır" buyurmuştur. 215"(Resûlüm) senden neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Mal olarak verecekleriniz ana, baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak ne yaparsanız elbette Allah, onu bilir." A- "(Resûlüm) senden neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Mal olarak verecekleriniz ana, baba, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir." "- Ey Resûlüm! Sana mallarından hangilerini, harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "- Mallarınızın hangisinden infak ederseniz edin; harcayacağınız mal, ana, baba, akrabalar, muhtaç yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar için olmakdır. Bu âyet-i kerîme bize malların bütün çeşitlerinden infakın caiz olduğunu bildirmektedir. Ancak sorunun cevabının, infakın yapılacağı yerlerin açıklanması suretiyle zımnen verilmesi, harcamanın sayılan yerlere yapılmasının önemini bildirmek içindir. Çünkü yapılan harcama, harcamanın yapıldığı yerler itibarîyle değerlendirilir. "İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre pek çok malı olan Amr b. el-Cemûh adındaki yaşlı bir adam Resûlüllah'ın huzuruna gelerek sordu: "- Ya Resûlallah! Hangi mallarımızdan in fakta bulunalım ve in fakları nerelere yapakm?" Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu."16 B- "Hayır olarak ne yaparsanız elbette Allah, onu bilir " Binaen aleyh Allah (celle celâlühü), bütün hayırlı harcamaların mükâfatını verecektir. Bundan önceki cümlede infak yapılacak yerler sayılırken dilenen yoksullara ve hürriyetlerine kavuşturmak için kölelere yapılan yardımın zikredilmemesi ya başka âyetlerde zikredildıği için ya da bunların bu cümlede betirtilen genel harcamaya dahil oldukları içindir. Çünkü bu cümlede ifâde edilen genel infak, bütün hayırlı harcamaları kapsamaktadır. Bir de şunu belirtmekte yarar vardır. Bu âyette, zekâtın fârziyetı ile çelişen bir ifâde yoktur. Tabiînden İsmail el-Süddî'den nakledildiği gibi bu âyetin, zekâtın farz kılındığını bildiren âyetle neshedildiği söylenemez. 216"Savaş (kıtal), sizin için hoş olmasa da üzerinize farz kılındı (yazıldı). Olur ki bir şey hoşunuza gitmediği hâlde sizin için o, bir hayırdır; sevdiğiniz bir şey de sizin için şer olur. Allah bilir, siz bilmezsiniz." A- "Savaş, sizin için hoş olmasa da üzerinize farz kitindi." Bunun açık anlamı şudur: Size saldıran ve İslâm'ın tebliğini engelleyen kâfirlerle savaşmak size farz kılındı. Bu âyet bir kırâete göre meâlen: "Allah, size saldıran ve islâm'ın tebliğini engelleyen kâfirlerle savaşmayı size farz kıldı"; bir diğer kırâete göre de: "Size saldıran ve İslâm'ın tebliğini engelleyen kâfirleri öldürmek size farz kılındı" şeklinde okunmuştur. Savaş, bir çok korku ve sıkıntıya katlanmayı gerektirdiği için insan, tabiatının hoşlanmadığı bir olaydır. İnsanlar savaşa âdeta icbar edilirler. Âyette geçen ve "ke-ri-he" kökünden gelen "kürh" kelimesi, nefret etmek, sevmemek, hoşlanmamak, iğrenmek, tiksinmek demektir. Aynı kökten gelen "ikrah" ise zorlamak, icbar etmek anlamında kullanılır. Şu hâlde savaş hoşa gitmeyen fakat mecburen katlanılan bir hâldir. B- "Olur ki bir şey hoşunuza gitmediği hâlde sizin için bir hayırdır ; " Bu cümle itirazî (makablinden bağımsız) olup İslâm'ın emir buyurduğu savaşlarda hayır bulunduğunu ifâde eder. C- "Sevdiğiniz bir şey de sizin için şer olur." Bunlar da, yasaklanmış olan şehvetler ve lezzetlerdir. Ç- "Allah bilir, siz bilmezsiniz." Allah (celle celâlühü), sizin için hayırlı olanı da, şer olanı da bilir. Siz işlerin iç yüzünü bilemediğinizden sizin için hayırlı olacak şeyden hoşlanmazsınız. Bu itibârla kendi istek ve arzularınıza değil Allah'ın emirlerine uyun. 217"(Resûlüm) senden haram ayda savaşın (kıtal) hükmünü sorarlar. De ki: Haram aylarda savaş büyük vebaldir. Ancak Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkâr etmek (küfür), insanları Mescid-i Haram'dan engellemek ve hakanı oradan çıkarmak Allah katında (indallah) ondan daha büyük bir günahtır. Fitne de kıtalden daha büyüktür. Eğer onların gücü yetmiş olsa sizi dininizde döndürüceye kadar sizinle savaşmaktan vazgeçmezler, içinizden kim dininden döner (irtidad eder) ve kâfir olarak ölürse artık onların bütün amelleri dünya ve âhiret boşa gitmiştir. İşte onlar cehennem ashabıdır. Onlar orada sürekli olarak kalacaklardır." A- "(Resûlüm), senden haram ayda savaşın hükmünü sorarlar " Rivâyete göre Resûlüllah Bedir savaşından iki ay kadar önce Cumazıl âhir ayında, Abdullah b. Cahş'ı (radıyallahü anh) sekiz kişilik bir müfrezeye kumandan tâyin ederek seriyye ile görevlendirdi. Bu müfreze Mekke ile Tâif arasındaki Nahle Vadisi'ne kadar inerek orada Kureyş'in hareketlerini gözetleyecekti. Müfreze bu gözetleme sırasında bir Kureyş Kervanı ile karşılaştı. Kervanda Amr b. Abdullah el-Hadremî ile üç kişi daha bulunuyordu. Müfrezeden Vâkıd b. Abdullah, müşriklerden Amr b. Abdullah el-Haclremî'yi oklayarak öldürdü ve onun iki arkadaşını da esir aldı. Üçüncüsü kaçtı. Müfreze bütün yükü ile kervanı ve esirleri Medine'ye getirdi. Hâdisenin vuku bulduğu o gün, Cumazilâhirin sonu ve Receb ayının biriydi. Abdullah b. Cahş ve arkadaşları ise, o günü Cumazilâhir'den sanıyorlardı. İşte bunu istismar eden Kureyşliler: "- Muhammed, halkın geçim için çalıştığı ve korku, içindekilerin güven duyduğu haram ayları helâl saydı; Receb ayında kan döktü!" diyerek ortalığı velveleye verdiler. Resûlüllah ise onların düşündüklerinin aksine kervanı durdurdu, ganimeti kabul etmedi ve müfreze mensublarına: "- Ben haram ayda size savaş emretmedim." diyerek tepki gösterdi; kervanı ve esirleri geri gönderdi. Müfrezedeki Sahabîler de: "- Tevbemizin kabulüne dâir bir âyet inmedikçe biz de bulunduğumuz yerden kalkmayacağız!" dediler. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre: "- Bu âyet nazil olunca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ganimetleri yoldan geri çevirdi ve aldı." Elbette âyet şümulü itibariyle bu hâdise ile sınırk değildir. Burada amaçlanan mutlak olarak savaştır. B- "De ki: Haram aylarda savaş büyük günahtır." Kendisinden haram aylarda savaşın hükmü, sorulan Tabiînden Atâ (radıyallahü anh) "Harem bölgesinde ve haram aylarda kâfirler, Müslümanlara karşı savaş açmadıkça Müslümanların savaş açmasının helâl olmadığını ve bu âyetin hükmünün neshedilmediğinı yeminle ifâde etmiştir." Ancak çoğunluk görüşüne (ekser-i akvâle) göre bu âyetin hükmü, " Haram aylar çılanca o müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (Tevbe 9/5) meâlindeki âyet ile neshedilmiştir. C- "Ancak Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkâr etmek (küfür), insanları Mescid-i Haram'dan engellemek ve halkını oradan çıkarmak daha büyük bir günahtır." Kulu Allah'a (celle celâlühü) ulaştıran islâm'dan alıkoymak, Allah'ı (celle celâlühü) inkâr etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretini engellemek ve halkını, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü'minleri oradan çıkarmak Allah (celle celâlühü) katında daha büyük günahtır. Hulâsa, müşriklerin işledikleri günahlar, onların sordukları şeyden yani o İslâm müfrezesinin o günün haram aylardan olmadığı zannı ile işlediği hatâdan, Allah katında çok daha büyüktür. Ç- "Fitne de kıtalden daha büyüktür." Müşriklerin, Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Müslümanları kendi yurtları olan Mekke'den çıkarmaları ve başından beri insanları İslâm'dan alıkoymaları, kervancıların başı Hadremî'yi öldürmekten çok daha çirkindir. D- "Eğer onların gücü yetmiş olsa sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan vazgeçmezler " "Velâ yezâlûne yukaatilûneküm / Sizinle savaşmaktan vazgeçmezler" ifâdesi, onların düşmanlığınm çok güçlü (müstahkem) ve sürekli olduğunu; dinde fitne çıkarmak için de ısrarlı olduklarını belirtir. "Hattâ yuraddûküm a'n dîniküm / Sizi dininizden döndürünceye kadar" ibaresinde, din kelimesınin Müslümanları belirten "küm / siz" zamirine izafesi, Müslümanlar arasında, ayrılığı ve ayrılıkçılığı hoş görmeyen din bağı gibi pek kuvvetli bir ilişki bulunduğuna işaret eder. Onlar sizi hak dinden bâtıl dinlerine döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir. "İnistetâû' / güçleri yetse" ibaresi de, müşriklerin, bâtıl dinlerinde çok bağnaz ve sabit fikirli olduklarına işaret eder. Âyetin bu ifâdesinden, "onların güçleri buna nereden yetecek?!" anlamı da çıkar. E- "içinizden kim dininden döner (irtidad eder) ve kâfir olarak ölürse artık onların bütün amelleri boşa gitmiştir." Bu ilâhî kelâm, hak dinden dönmeye, irtidada ilişkin büyük bir uyarıdır. Yani sizden her kim o müşriklerin kandırmaları ve ayartmaları ile hak dinden döner de, bir daha İslâm'a girmeden kâfir olarak ölürse işte onların, daha önce Müslüman iken yapmış oldukları güzel ameller, telâfisi mümkün olmayacak şekilde ve kesin olarak dünyada da âhirete de boşa gider; daha önce Müslümanlığı döneminde işlediği hayır ve hasenatın dünyevî ve uhrevî hiçbir hükmü kalmaz. "Feyemüt ve hüve kâfirun / Kâfir olarak ölürse" ifâdesi, ırtidacldan sonra İslâm'a dönmek için büyük bir teşvik anlamı taşır. "Ülâike / İşte onlar" kelimesinin ifâde ettiği uzaklık da onların şer ve fesattaki derekelerini gösterir. F- "İşte onlar cehennem ashabıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır." Yani yukarıda zikredilen o çirkin vasıfları taşıyanlar, cehennemin devamlı sakinleridir ve diğer kâfirler gibi onlar da hep orada kalacaklardır. 218"İman ve Allah yolunda hicret ve cihad edenler var ya; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah, bağışlaması boldur (Ğafûr) çok merhamet eden (Rahîm)dir." Bu âyet-i kerîme, yukarıda sözü geçen seriyye ashabı hakkında nazil olmuştur. Zira onlar hakkında "günahtan kurtulsalar, yaptıkları günah sayılmasa bile onlara sevap da yoktur" şeklinde bir zan vardı, işte bu âyet, o zannm yanlış olduğunu beyân buyurdu. Aynı kimseler kastedildiği hâlde "ellezîne — o kimseler ki.." kelimesınin tekrar edilmesi, İslâm yolunda yapılan hicret ve cihadın şânını yüceltmek içindir. Böylece ilâhî rahmeti umma konusunda sanki ikisi ayrı şeylermiş gibi ifâde edilmiştir. İşte o insanlar, Allah'ın (celle celâlühü) lûtfunu, mükâfatını umabilirler. Allah'ın (celle celâlühü) onlara kurtuluşu değil de kurtuluş umudunu va'detmesi, o mübarek zâtların, amellerinin ilâhî mükâfatı zorunlu olarak gerektirmediğini, o mükâfatların ilâhî bir lütuf olarak kendilerine ihsan edileceğini bildiklerini ifâde etmek içindir; yoksa onların kurtuluşunda bir şüphe olduğu için değildir. Allah (celle celâlühü), müfreze hâdisesinde olduğu gibi kullarından yanlışlıkla sâdır olan hatâları bağışlar, ecir ve mükâfatını da bol bol verir. 219"(Resûlüm), sana şarap (el-hamr) ve kumar (el-meysir)dan sorarlar. De kı: Her ikisinde de hem büyük günah (ism-i kebîr) hem de insanlar için bazı yararlar vardır. Fakat onların günahları yararlarından daha büyüktür. Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaçtan fazlasını verin. Allah, âyetlerini böyle açıklıyor. Umulur ki düşünürsünüz." A- "(Resûlüm), sana şarap (el-hamr) ve kumar (el-meysir)dan sorarlar." Şarap hakkında dört âyet nazil olmuştur. İlk önce Mekke'de Nahl (16) sûresinin; "Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem şarap (seker), hem de güzel gıdalar (rızk-ı has en) edinirsiniz." mealindeki 67. âyeti nâzıl oldu. Bundan sonra da Müslümanlar şarap içmeye devam ettiler. Daha sonra Ömer, Muaz ve diğer sahabilerden bir grup (radıyallahü anh) "-Ya Resûlallah! Şarap içmenin hükmünü bize anlat; şarap insanların aklını gideriyor" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bundan sonra da bazıları şarap içmeyi bıraktılar; bazıları ise içmeye devam ettiler. Sonra bir gün Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh), bazı Sahabileri evine dâvet etti. Onlar da şarap içip sarhoş oldular. İçlerinden biri imam olup onlara namaz kıldırdı. Namazda kıraât sırasında Kâfirûn sûresinin, "Ben, sizin taptığınıza tapmam" meâlindeki 2. Âyetini "lâ" harfini kaldırarak, "Ben sizi taptığınıza taparım" şeklinde yanlış okudu. Bunun üzerine Nîsâ (4) sûresinin; "Ey imân edenler! Siz sarhoş iken namaza yaklaşmayın." meâlindeki 43. âyeti nâzil oldu. Bundan sonra şarap içen Müslümanlar hayli azaldı. Sonra bir gün Utban b. Malik, Sa’d b. Ebi Vakkas (radıyallahü anh) ve bir grup Sahabîyi dâvet etti. Bunlar da şarap içip sarhoş olduktan sonra şiirler okuyup övünmeye başladılar. Nihâyet Sa’d b. Ebi Vakkas, Ensar’ı hicveden bir şiir okudu. Ensar’dan biri, devenin çene kemiği ile onun kafasına vurup iyice yaraladı. Sa’d b. Ebi Vakkas (radıyallahü anh) da, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) nezdinde şikayette bulundu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "- Allah’ım, bize şarap hakkında mü’minlerin ondan kaynaklanan hastalıklarına şifâ olacak bir beyân ihsan eyle!" diye duâ buyurdu. İşte o zaman: "Ey imân edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları, şeytan işi birer pisliktir. Artık bunlardan sakının ki, kurtuluşa eresiniz." (Maide 5/90) "Şeytan, içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık bunlara son verir misiniz" (Mâide 5/91) âyetleri nâzil oldu. Bu âyetleri dinleyen Ömer (radıyallahü anh) de; "İntehinâ ya Rabbî / Son verdik ya Rabbi!" dedi. Rivâyet olunduğuna göre Ali (radıyallahü anh) de şöyle demiştir: Eğer bir damla şarap bir kuyuya düşse ve onun yerinde bir minare yapılsa, ben o minarede ezan okumam. Eğer bu bir damla şarap bir denize düşse, sonra deniz kurusa ve yerinde otlar bitse, ben onlardan yemem." Yine rivâyete göre İbn-i Ömer diyor ki: "- Parmağımı şarabın içine batırmış olsam, onu bedenimden ayırasım gelir." İşte gerçek imân ve takva budur. Allah, cümlesinden razı olsun! "Hamr- şarap" aslında örtmek anlamındadır. Sıkılmış ve köpük alıncaya kadar kaynatılmış üzüm suyuna "hamr" denmesinin sebebi insanın aklını ve temyiz kudretini örttüğü içindir. Akıl ve temyizi haczettiği için ona "seker" de elenir. "Meysir — kumar", yüsr (kolaydık) kökünden gelir. Çalışmadan, yorulmadan elde edilen bir kazanç olduğu için bu isim verilmiştir. Onun "yesâr — servet" kökünden geldiği de söylenir. Kumar, serveti götürdüğü için bu isim verilmiş olabilir. O zamanlar bu kumar kıdah, ezlâm ve aklâm dedikleri âletlerle oynanıyordu. (Bu âletler, temrensiz ve sapsız ok başları gibi ve tombala misali işaretlenmiş, her birine ayrı isim verilmiş çubuklardı.) Bu çubuklar on taneydi ve isimleri şunlardı: 1) Fezz (tek), 2) Tev'em (ikiz), 3) Raldb, 4) Cels, 5) Nâfıs, 6) Müsbil, 7) Muallâ, 8) Menîh, 9) Sefih, 10) Vağd. Bu âletlerin her birinin belli bir değeri olup üzerine işaretlenmişti ve bu işaretler, kumar oynamak için kesilmiş ve etleri on parçaya ayrılmış devenin o etlerinin karşılığı demek idi. Bazıları da devenin etlerini yirmi sekiz parçaya bölüyorlardı. Bu çubuklardan üç tanesinin değen ve payı yoktu. Bunlar, Menîh, Sefih ve Vağd isimlerini taşıyanlardı. Diğerlerine gelince; Fezz / bir, Tev'em / iki, Rakîb / üç, Cels / dört, Nâfis / beş, Müsbil / altı, Muallâ / yedi pay idi. Kumarcılar, kumar takımlarını bir torbanın içine koyup onu oyun hakeminin eline veriyorlardı. Oyun hakemi de onları torbanın içinde karıştırdıktan sonra elini torbanın içine daldırıp kumarcıların isimleri ile onları birer birer çekiyordu. Böylece kendisi için hisseli oklardan biri çıkan, o belli payı alıyordu. Kendisine hissesiz oklar isabet edenler ise, hiç pay almadığı gibi, kesilen devenin değerini, de üstlenmiş oluyordu. Kumarcılar, aldıkları hisseleri kendileri yemeyip fakirlere satıyorlardı. Cahiliye devrinin Arapları, bu kumarı iftihar vesilesi sayıyor ve oynamayanları da "Berem cimri" olarak vasıflandırıyor ve ayıplıyorlardı. Tavla, satranç ve diğer vâsıtalarla oynanan kumarın hükmü de böyledir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: "Bu iki uğursuz oyundan (tavla ile satrançtan) şiddetle sakının; çünkü bunlar da, acemlerin (Arap olmayanların) kumar oyunlarıdır." Alı (radıyallahü anh) de, "Tavla ve satranç ile oynanan kumarların âyette bildirilen kumardan farkı yoktur" demiştir. İbn-i Sirin'e (ölm.728) göreyse: "Taraflardan birinin mal kaybetme riski, olan her oyun kumardır." B- "De ki her ikisinde de hem büyük günah (ism-i kebîr) hem de insanlar için bazı yararlar vardır. Fakat onların günahları yararlarından daha büyüktür ." "Ey Resûlüm! Mü'minler sana içki ve kumarın hükmünü ve sonuçlarını soruyorlar. Sen onlara de ki: - Her ikisinde de büyük günah vardır. Çünkü içki, bütün din ve dünya işlerinin kutbu, idare merkezi olan aklı giderir. Ve her ikisi de mal kaybına sebeb olur. Fakat bunlarda eğlenmek, zevk almak, gençlerle arkadaşlık etmek, korkuyu atıp cesaret kazanmak ve mizacı kuvvetlendirmek gibi bazı faydalar da yok değildir. Ancak her ikisinin de doğurduğu mefsedetler, bazı kimselerce yarar olarak mülahaza edilen sonuçlarından daha büyüktür. Zaten âyette günahlarının önce zikredilmesi, büyüklükle vasıflandırılmışı; faydalarının, günahlarından sonra zikredilmesi ve faydalarının bazı insanlara tahsis edilmesi de, günahlarının daha üstün ve gaalib olduğunu bildirir. Bir kırâete göre âyetteki "kebîr / büyük", "kesir / çok" olarak, bir kırâete göre de "ekber / daha büyük", "ekser — daha çok" olarak okunmuştur. C- "Yine sana neyi infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan fazlasını." Bu cümle, "(Resûlüm), sana şarap ve kumardan soruyorlar" cümlesine atıf olup bir kıssanın diğer bir kıssaya atfı kabilindendir. Yani neyi Allah (celle celâlühü) yolunda infak edeceklerini de sana soruyorlar; demektir. Bir rivâyete göre bunu soran da yine daha önce adı geçen Amr b. el-Cemûh'tur. Bu zât, önce hangi cins malları Allah (celle celâlühü) yolunda infak edeceklerim sormuş. Her cins maldan Allah yolunda infak edilebileceği beyân edildikten sonra ikinci defa hangi vasıftaki maldan, yani âlâsından mı yoksa aşağı evsafta olanından mı infak edeceklerini, ya da Allah (celle celâlühü) için harcayacakları malın miktarını sormuş ve bunun cevabı olarak da "afv'i" başka bir deyişle "kolayı, ihtiyaçtan fazla olanı" buyrulmuştur. Ebû Hasen Ali Vâkıdi (ölm.1075) diyor ki "Afv, lügatte ziyâde demektir." Kat fal. Abdullah el Mervezî (ölm.1025) de diyor ki: "Afv, insanların ihtiyaçlarının fazlası kolaylıkla harcanabilen mal demektir." Tâbiînden Katâde, Ata ve Süddî'nin görüşü de budur. Sahabîler (radıyallahü anh) de kazandıkları mallardan nafakalarına yetecek miktarı ayırıp fazlasını sadaka olarak verirlerdi. Rivâyet olunuyor ki, bir Şahabı, ganimetlerin taksiminden kendisine isabet eden bir altın miğfer ile Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna gelmiş ve: "- Bunu sadaka olarak al!" demiş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, ondan yüz çevirmiş. Ancak o zât israr etmiş. Sonunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), öfkelenerek: "- Ver şunu!" demiş ve onu aldığı gibi şiddetle fırlatıp atmış. Sonra: "- Birileri, malının tamamını getirip sadaka veriyor ve ondan sonra da oturup insanlardan dileniyor. Sadaka, ihtiyaç fazlası mallardan olur" buyurmuştur. Ç- "Allah, âyetlerini size böyle açıldiyor." Allah (celle celâlühü), şer'î hükümleri böyle mükemmel bir şekilde açıklamaktadır. Bu hakikatin tam izahı, daha önce Bakara 2/143. âyetin tefsirinde geçti. Ayetlerin, açıklanması, onların anlaşılabilir ve mânâsı vazıh olarak indirilmeleridir; yoksa önceleri karışık ve anlaşılmaz iken sonra tavzih edilmesi demek değildir. "Yübeyyinü tebyın eder, açıklar" buyrulmak suretiyle istikbal kipinin kullanılması bunu insan zihninde canlandırmak içindir. D- "Umulur ki düşünürsünüz." Allah (celle celâlühü), âyetleri size böyle açıklıyor ki, onlar üzerinde hakkıyla düşünüp amaçlarına vakıf olasınız ve içerdikleri hükümleri uygulayasınız.18 220"Dünya ve âhiret işlerini... (Resûlüm), sana yetimlerden de sorarlar. De ki: Onların (durumlarını) ıslah hayırlıdır. Eğer onlarla karışır (ihtilât eder, bir arada yaşar) sanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, müfsid (ifsad eden, bozguncu) ile muslin (ıslah eden)i bilir. Eğer Allah, dileseydi sizi zora sokardı. Şüphesiz ki Allah, her şeye üstün ve gaalib (A'zîz), hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir." A- "Dünya ve âhiret işlerini ..." Allah hem dünya hem de âhiret işleriyle ilgili âyetleri ya da sizin dünyevî ve uhrevî hâllerinizi hakkıyla açıklamaktadır. Bunlar üzerinde ciddiyetle düşünmeksiniz. Âyetin bu cümlesinin illet ve sebebinin kendisinden önce zikredilmesinin iki sebebi olabilir. Şöyle ki: Bu, tefekküre çok önem verildiğini zımnen bildirmek içindir. Âyette geçen soruların cevaplarına ilişkin hükümler üzerinde hakkıyla düşünerek onlardan menfaatınıza uygun olanı seçmek diğerinden de kaçınmak içindir. Cüz'î (belli) hükümlerin ta'dad edildiği bu makama münasip olan da bu ikinci şıktır. Bu tevcih, şayan-ı tercih olmakla beraber, bu ifâdeyi dünya ve âhiret ile ilgili bütün işlere teşmil etmek de caizdir. Bu tefsire göre anlam: "Allah size âyetleri hakkıyla ve kemâliyle açıklıyor; umulur ki, dünya ve âhiretle ilgili işlerinizi iyice düşünür, yararınıza olanları alır ve size zararlı olanları bırakırsınız." şeklinde olur. B- "(Resûlüm), sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: Onların (durumlarını) ıslah hayırlıdır." Rivâyete göre: " Yetimlerin mallarını haksızlıkla (zulmen) yiyenler, şüphesiz karınlarına ancak ateş yemiş olurlar ve onlar alevli bir ateşe gireceklerdir." (Nisa 4/10) âyeti nazil olunca, insanlar, yetimlerin mallarıyla ilgilenmekten ve onların mallarını uhdelerine almaktan kaçınmaya, bundan dolayı da yetimler, sıkıntı çekmeye başladılar. Keyfiyeti Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) arzettiler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Bunun anlamı şudur: "- Resûlüm, de ki; yetimlerin mâli durumlarını düzeltmek için onlarla ilgilenmek, takva için onlardan uzak durmaktan daha hayırlıdır." C- "Eğer onlarla karışırsanız (ihtilât eder, bir arada yaşar) onlar sizin kardeşlerinizdir." Eğer onların yararlarına, onlarla ihtilât ve muaşeret ederseniz, artık onlar sizin din kardeşlerinizdir. Din kardeşliği de, neseb bağlarından daha kuvvetlidir. Onların ıslahı ve menfaati için onlarla ihtilât etmek de, kardeşliğin hakkı ve vecibesidir. "İhtilât etmek", yetimlerle evlenmek olarak da yorumlanmıştır. Ç- "Allah, müfsid (ifsad eden, bozguncu) ile muslih (ıslah eden) i bilir." Elbette Allah onlarla ihtilât ederken maksadları hiyanet ve onların mallarını ifsad olanlarla, maksadları ıslah olanları tefrik ve her iki sınıfa da ameline göre muamele eder. Bu itibârla âyet, bu konuda iyi davrananlar için mükâfat ve kötü davrananlar için de azap va'di anlamını taşır. D- "Eğer Allah, dileseydi sizi zora sokardı . Şüphesiz Allah, A'zîz'dir, Hakîm'dir." / Allah (celle celâlühü), ekle şeydi, sizi meşakkatlerle mükellef kılardı ve onlarla ihtilât etmenize cevaz vermezdi. Allah (celle celâlühü), şüphesiz emirlerinda her şeye üstün ve gaalibtır. Hiçbır ış ve ezcümle sizi sıkıntıya sokmak O'na güç değildir ve Allah (celle celâlühü) Hakîm'dir; bütün fiilleri, hikmete uygundur ve insanları kudretleri nisbetinde mükellef kılmak da, Cenab-ı Allah'ın hikmetinin gereğidir. 221"Müşrik kadınları (el-müşrikât), imân etmedikçe nikahlamayın. Mü'min bir cariye, velev hoşlanmış olun müşrik bir kadından daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de imân etmedikçe mü'min kadınları nikahlamayın. Mü'min bir köle, velev hoşlanmış olun müşrik bir erkekten daha hayırlıdır. İşte onlar sizi ateşe çağırıyor; Allah ise izniyle cennete ve mağfirete davet ediyor ve âyetlerini insanlara açıklıyor. Umulur ki tezekkür ederler." A- "Müşrik kadınları, imân etmedikçe nikahlamayın " Bir kıraatte "lâ tenkihû" kelimesi, "lâ tünkihû" şeklinde de okunmuştur. Bu kırâete göre, cümlenin anlamı Allah'a ortak koşan kadınları, imân etmedikçe Müslüman erkeklerle evlendirmeyin; şeklinde olur. Müşrik veya Allah'a ortak koşan kadınlar ifâdesinden iki ayrı anlam çikarılabilir. Şöyle ki: 1- Müşrik kadınlar kavramına Ehl-i Kitab kadınları da dahildir. Çünkü Tevbe (9) sûresinin; "Yahudiler, Uzeyr, Allah'ın oğludur; dediler. Hıristiyanlar da, Mesîh (İsâ), Allah'ın oğludur; dediler. Bu onların ağızlarıyla konuştuklarıdır. Kendilerinden önceki küfredenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan bâtıla çevriliyorlar!" (Tevbe 9/30) "Yahudiler, bilginlerini, Hıristiyanlar da râhiplerini ve Meryem oğlu İsâ Mesih’i Allah’tan başka Rabbler edinler. Oysa tek bir ilâha kulluk (ibâdet) ile emrolunmuşlardı. O, onların eş koştukları şeylerden münezzehtir." (Tevbe 9/31) meâlindeki âyetleri geneldir. Bu âyetler anılan hükme illet ve dayanak gösterilerek onların da bir çeşit müşrik oldukları sonucuna varılır. Ancak bu yoruma göre bu âyet; "Bugün size tayyibat (bütün temiz nimetler) helâl kılındı. Kendilerine kitab verilenlerin yiyeceği size helâl olduğu gibi sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mü’min kadınlardan iffetli olanlarla daha önce kendilerine kitab verilenlerden iffetli kadınlar mehirlerini vermeniz, zina etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla size helâldir. Kim imânı inkâr ederse onun ameli boşa gitmiştir. O âhirette de hüsrâna uğrayanlardandır." (Mâide 5/5) meâlindeki âyetle neshedilmiştir. 2- Bu âyetteki Allah’a ortak koşan kadınlardan maksad, Ehl-i Kitab’ın dışında kalan putperest kadınlardır. Buna göre ise âyetin neshi sözkonusu olmayıp hükmü bâkıidir. Rivâyet olunuyor ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mersed b. Mersed el-Gânevi’yi bazı Müslümanları alıp getirmek için Mekke’ye gönderdi. Mersed, câhiliye döneminde Anak adında bir kadını seviyordu. Bu kadın, Mersed’in Mekke’ye geldiğini haber alınca yanına gitti ve kendisiyle yalnız kalmak istedi. Mersed ise: "-Yazık ki İslâm bizi birbirimizden ayırdı" dedi. Sonra aralarında şu konuşma geçti; Anak: "-Benimle evlenir misim?" Mersed: "-Evet. Ama ben Medine’ye döneyim de Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) iznini alayım." Nihâyet Medine’de Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna çıkan Mersed, bu evlilik için izin istedi. İşte yukarıdaki âyet bu sebeble nâzil oldu. B- "Mü’min bir cariye, velev hoşlanmış olun müşrik bir kadından daha hayırlıdır." Âyet bu suretle ilâhî nelıyin sebebini açıklıyor; mü'min kadınlarla evlenmeyi teşvik, ediyor ve Müslümanları bundan sakındırmak için sebebini te'kıd ile ifâde buyuruyor. İmanlı bir cariyenin, kölelik nakısasını taşımasına, soy ve şerefçe eksik telakki edilmesine rağmen, din ve dünya bakımından, hür ve soyca şerefli putperest bir kadından daha hayırlı olduğunu vurguluyor. Âyetin bu beyânına göre: "Putperest kadın gönlünüzü celse de ve mü'min carîye, bir çok bakımlardan size cazip gelmese de daha hayırlıdır." Âyette yalnız, hayra en fazla ayları ve nefse en ağır gelen vasfın zikriyle iktifa edilmiştir. Hayır imân vasfıyla tahakkuk ettiğine göre, diğer vasıfların da bulunması hâlinde cariye ile evlenme evleviyetle hayırlı olacaktır. Bu cümle, makablinden bağımsız, fakat onun mefhûmunu açıklayan bir itirazî cümle olarak da kabul edilebilir. C- "Müşrik erkeklere de imân etmedikçe mü'min kadınları nikahlamayın ." Müşrik, erkeklerden maksad, mutlak olarak bütün kâfirlerdir. Çünkü daha önce Yahudiler ve Hıristiyanlar da zikredilen inançları (Uzeyr, Allah'ın oğludur; Mesîh Allah'ın oğludur; demeleri) sebebiyle Allah'a ortak koşanlar kapsamında mülâhaza edilmektedir. Başka bir ifâdeyle bu, Allah'a ortak koşan erkekler, taşıdıkları küfrü terk etmedikçe, hür olsun köle olsun mü'min kadınları onlara nikahlamayın; anlamındadır. Ç- "Mü'min bir köle, velev hoşlanmış olun müşrik bir erkekten daha hayırlıdır " İmân etmiş bir köle, kölelik zilletini taşımakla beraber, köleye mâlikiyet şerefini taşıyan bir müşrikten elbette hayırlıdır. Müşrik erkek, zâtındakı ve sıfatlarındaki cazip vasıflarla gönlünüzü çelse de. D- "İşte onlar sizi ateşe çağırıyor; Allah ise sizi izniyle cennete ve mağfirete davet ediyor" Bu bir istinaf cümlesi olup âyetin iki iket ve sebebini açıklamaktadır. Yani müşrik erkeklerle müşrik kadınlar, beraber ve arkadaş oldukları kimseleri, sonuçta cehenneme götüren küfre ve fıska sürüklerler. Bu itibârla onlarla arkadaş olmaktan ve onlara yaklaşmaktan sakınmak gerekir. Allah (celle celâlühü) ise, mü'min kulları vasıtasıyla, mü'minleri cennete ve mağfirete, yani cennete götüren hak inanca ve sâlih amele çağırır. Cennet, mağfiretten önce zikredilmiş veya mağfiret üzerine takdim edilmiştir. Oysa tahliye (boşaltma), tehliye (süslemek, bezemek)den önce gelir. Ancak burada daha başta bahsi geçen cehenneme mukabele vardır. "Büznihi / O'nun izniyle", Allah'ın (celle celâlühü) tevfiki ile, ezcümle mü'minlerin, arkadaşlarını hayra irşad etmeleri ve onlara nasihatlerde bulunmaları ile demektir. Bu itibârla mü'minler, arkadaşlık için daha uygundur. E- "Ve âyetlerini insanlara açıklıyor. Umulur kı tezekkür ederler." Allah (celle celâlühü), hârika hükümleri ve pek üstün hikmetleri içeren âyetlerini insanlara açıklıyor ki öğüt alsınlar, onların muhtevalarını anlasınlar ve sonuç olarak, çağırıldıkları cennet ve mağfireti elde etsinler. Bir görüşe göre "Allah ise, sizi izniyle cennete ve mağfirete davet ediyor" cümlesinde gizli (mahzûf) bir muzaf vardır. Bu, Allah'ın dostları mü'minler, O'nun izniyle cennete ve mağfirete davet ederler demektir. Burada muzafin hazfedilip "Allah davet ediyor" buyrulması Allah'ın dostlarını şereflendirmek içindir. Bir görüşe göre de Allah (celle celâlühü), zikredilen bu hükümlerle insanları cennet ve mağfirete çağırıyor. Çünkü bu hükümler, onları uygulayanları cennete ve mağfirete ulaştırır. Bizce en doğru tefsir, başta izah ettiğimizdir. "Tezekkür etsinler, öğüt ve ibret alsınlar" denmesi, geçmiş hükümler gibi bunun da üzerinde elerin derin düşünmeyi gerektirmeyen bir açıklıkta olduğunu zımnen bildirmek içindir. 222"(Resûlüm) senden hayız (âdet, aybaşı) hâlini sorarlar. De ki: O, bir ezâ (rahatsızlık)dır. Bu sebeble hayizh iken kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. İyice temizlendikleri zaman Allah'ın size emrettiği yönden onlara yaklaşın. Şüphesiz ki Allah, çok tevbe edenleri (e't-tevvabîn) sever ve çok temizlenenleri (el-mutatahhirîn) de sever." A- "(Resûlüm) senden hayız (âdet, aybaşı) hâlini sorarlar." Bu da, daha önceki benzeri cümle üzerine atıftır. Öyle sanılıyor ki, bu "yes'elûneke / senden sorarlar" cümlesi ile başlayan üç sualin birbirlerine atıf yoluyla hikâye edilmesi, bunların hepsinin, içki ile beraber aynı zamanda; bunların dışındakilerin atıfsız olarak hikâye edilmesi ise, her birinin ayrı bir zamanda sorulduğu içindir. Rivâyet olunuyor ki, câhiliye devri insanları da, tıpkı Yahudiler ve Mecusîler gibi âdet haklideki kadınlarla oturup yemek yemezlerdi. Bu hâl, Ebû Dahdah bir grup Sahabî (radıyallahü anh) ile beraber Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) soruncaya dek devam etti. İşte bu bu âyet-i kerîme bu sebeble nazil oldu. B- "De ki: O, bir ezâ (rahatsızlık)dır (Kul hüve ezâ). Bu sebeble hayızlı iken kadınlardan uzak durun." Resûlüm, senden âdet hâlini soranlara de ki: "- Kadınların aybaşı hâli, öyle bir rahatsızlıktır ki, ondan tiksinti duyulur ve yaklaşana nefret ve istikrah verir. Bu sebeple aybaşı hâlindeki kadınlarla cinsel ilişki kurmaktan sakının. Rivâyet olunur ki, Müslümanlar, âyetteki, "itizâl" kelimesinm zahir mânâsını alarak aybaşı hâlinde olan kadınları evlerinden çıkardılar. Sonra bedevi Araplardan bazıları dediler ki: "-Ya Resûlallah! Şiddetli bir soğuk var. Elbiselerimiz de az. Elbiseleri hayızlı kadınlara verirsek, ev halkı helâk olur; elbiseleri ev halkına verirsek, hayızlı kadınlar helâk olur." Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "-Size emrolunan, kadınlarınız aybaşı oldukları zaman, onlarla cinsel ilişkiye girmekten uzak durmanızdır. Allah (celle celâlühü), acemlerin (Arap olmayanların) yaptıkları gibi hayızlı kadınlarınızı evlerinizden çıkarmayı emir büyüten adı.." Bir görüşe göre de, Hıristiyanlar, kadınların aybaşı hâline aldırmadan hayızlı kadınlarla da cinsel ilişkiye giriyorlardı. Yahudiler de, hayızlı kadınlardan uzak durmak hususunda ifrata gidiyorlardı. Müslümanlar ise, ifrat ile tefrit arasında bir orta yol ile emrolundular. C- "Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın." Bu cümle de, itizâl hükmünü te'kid eder ve bundan maksadın, hayızlı kadınlara mekân olarak değil fakat cinsel ilişki için yaklaşmamak olduğunu bildirir ve aynı zamanda bu sürenin sonunu belirtir. İmam Ebû Hanife'ye (radıyallahü anh) göre, âdet veya aybaşı hâlinden temizlenme, kanamanın durması veya kanın kesilmesiyle olur. Eğer kanın kesilmesi, aybaşı süresinin çoğu geçtikten sonra gerçekleşirse, kanın kesilmesiyle cinsel ilişki helâl olur. Yok eğer aybaşı süresinin çoğu geçmeden kan kesilirse, kadın yıkanmadan veya üzerinden bir namaz vakti geçmeden cinsel ilişkide bulunmak helâl olmaz. İmam Şafiî'ye (radıyallahü anh) göre ise, cinsel ilişki, ancak kan kesildikten sonra yıkanmakla helâl olur. Nitekim âyette geçen "yathurne" kelimesinin bir kırâete göre "yatahharne" olarak okunması da bunu açıklamaktadır. Nitekim âyetin bundan sonraki, cümlesinde "tatahhur" fiilinin kullanılması da bunu beki eder. Çünkü tatahhur, yıkanmak demektir. Ç- "İyice temizlendikleri zaman Allah'ın size emrettiği yönden onlara yaklaşın." Eşleriniz iyice temizlendikleri zaman da, Allah'ın (celle celâlühü) size helâl kıldığı ön taraftan onlara yaklaşın. D- "Şüphesiz kı Allah, çok tevbe edenleri sever ve çok temizlenenleri de sever" Allah (celle celâlühü), bu hususta acelecilikle yasakları ihlâle tevessül etmiş veya diğer günahları işlemiş olan kimselerden çok tevbe edenleri; hayasızlıklardan ve pisliklerden çok temizlenenleri sever. Tevbenın zikri, yasaklanmış şeylerin irtikâbından dolayı tevbeye şiddetle ihtiyaç olduğunu; "tatahhur / iyice temizlenme" fiilinin tekrarı da temizlenmeye çok önem verildiğini bildirmek içindir. 223"Kadınlarınız sizin için bir tarla (hars)dır. Öyleyse tarlanıza dilediğiniz gibi varın ve kendiniz için önceden hazırlık yapın. Allah'tan sakının ve şunu iyi bilin ki mutlaka siz O'na kavuşacak (mülâkıî olacak)siniz. (Resûlüm), mü'minleri müjdele!" A- "Kadınlarınız sizin için bir tarladır." Kadınlar, bu âyet-i kerîmede görüldüğü gibi ekilen bir yere veya tarlaya benzetilmiştir. Çünkü her ikisi de meydana gelecek ürünün esas unsurudur. B- "Öyleyse tarlanıza dilediğiniz gibi varın" Kadınlar ekim mahalli veya tarla olarak tavsif edilince, onlarla cinsel ilişki kurmak da "varmak" kelimesiyle belirtilmiştir. Bu cümle, aynı zamanda, daha önce geçen; "Allah'ın size emrettiği yönden onlara yaklaşın." (Bakara 2/222) cümlesinin de beyânıdır. Yani ilişki kuracağınız yer nesil yetiştirme mahalli olmak şartıyla hangi cihetten dilerseniz o cihetten varın. Rivâyete göre, Yahudiler, iddia ediyorlardı ki kadınlarla, normal mahalden olmakla beraber arkadan cinsel ilişkide bulunmak, çocuğun şaşı olarak doğmasına sebep olur. Bu, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) anlatılınca, o yanlış inancı reddetmek üzere bu âyet-i kerîme nazil oldu. C- "Ve kendiniz için önceden hazırlık yapın." Kendiniz için âhirete sevab hazırlayın. Bir görüşe göre de, yani çocuk yapmaya çaksın. Bir diğer görüşe göre de, yani ilişkiden önce Besmele çekin. Ç- "Allah'tan sakının (Vettekuiiahe) ve şunu iyi bilin ki mutlaka siz O'na kavuşacaksınız ." Allah'ın (celle celâlühü) yasaklarından ve ezcümle yukarıda sayılan şeylerden sakının ve biliniz siz muhakkak O'na kavuşacaksınız. O hâlde sız, o zaman faydasını göreceğiniz sevaplar için çaksın ve o gün rezil-rüsvay olmanıza sebep olacak şeylerden kaçınırı. D- "(Resûlüm), mü'minleri müjdele!" Resûlüm! Sen, o muhatap oldukları emirleri ve yasakları kabul ile karşılayan, onların gereğini yapan o mü'minleri büyük ihsanlar ve sürekli nimetlerle müjdele. Burada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müjdeci kılınması, mü'minler için apaçık ve büyük bir şereftir. 224"Yeminlerinizden dolayı Allah'ı; iyilik etmenize, kötülükten sakınmanıza, insanların arasını bulmanıza engel yapmayın. Allah, her şeyi hakkıyla işiten (Semî')dir, her şeyi kemâliyle bilen (A'lîm)dir." A- "Yeminlerinizden dolayı Allah'ı; iyilik etmenize, kötülükten sakınmanıza, insanların arasını bulmanıza engel yapmayın." Bir rivâyete göre bu âyet, Abdullah b. Revaha hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, kendisi eniştesi Bişr b. Numan ile konuşmamaya ve kendi, kızkardeşi ile onun arasını bulmamaya yemin etmişti. Bir rivâyete göre de, bu âyet, Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Ebû Bekir (radıyallahü anh), ifk (Hazret-i Âişe validemize iftira atmak) hâdisesine karıştığı için Mıstah'a artık mâlî yardımda bulunmamaya yemin ettiği zaman bu âyet nazil oldu. Yapmamaya yemin ettiğiniz hayırlı işlere Cenab-ı Allah'ı engel kılmayın. Âyette, hayırlı işlere "cyman — yeminler" denmesi, aralarındaki alâkadan dolayıdır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah b. Semüre'ye şöyle buyurmuştur: "- Sen bir yemin içip de sonra onun aksını daha hayırlı görürsen, o zaman hayırlı olanı yap ve yemininin keffareüni ver!" Âyetin, "iyilik etmenize, kötülükten sakınmanıza ve insanların arasını bulmanıza" kısmı, yasaklanan yeminlerin konusunu açıklar. Hulâsa, Allah'ı (celle celâlühü) iyiliklerinize, takvanıza ve insanlar arasındaki uyuşmazlıkları ıslaha engel yapmayın; bunları yapmayacağınıza Allah'a (celle celâlühü) yemin, etmeyin, yahut bunları yapmayacağınıza Allah'a (celle celâlühü) yemin etmek suretiyle bu hayırlı işlerin önünü tıkamayın, yahut lüzumsuz yeminlerle Allah'ı (celle celâlühü) yeminlerinize âlet etmeyin. Nitekim: "Resûlüm.! Alabildiğine yemin eden, aşağılık, devamlı kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günahkâr, kaba ve hasın, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiç birine, mal ve oğulları vardır diye sakın boyun eğme!" (Kalem veya Nûn 68/10, 11, 12, 13, 14) mealindeki âyetler, haklarında nazil oldukları kimseleri en ağır şekilde zemmetmiş ve bunların arasından da çok yemin eden kimse en başa alınmıştır. Bu mânâya göre, âyetin bundan sonraki kısmı, nehyin illet ve sebebidir. Yani iyilik etmek, fenalıklardan sakınmak ve insanların arasını bulup düzeltmek, istediğinize inandırmak için Allah'ı (celle celâlühü) gereksiz yeminlerle âlet etmeyin. Çünkü çok yemin edenler, Allah'a (celle celâlühü) karşı cür'etkâr davranan ve O'na tazım etmeyenlerdir. Bundan dolayıdır ki onlar insanlar arasında fazilet ve takva sahibi, güvenilir kabul edilmezler. Onlar insanların arasını düzeltmek için vâsıta olmaktan uzaktırlar. B- "Allah her şeyi hakkıyla işiten (Semî')dir, her şeyi kemâliyle bilen (A'lîm)dır." Allah (celle celâlühü) sizin yeminlerızı gayet iyi işitmekte ve yeminlerinizdeki niyetlerinizi de gayet iyi bilmektedir. O hâlde siz, mükelle fiye derinizi muhafaza edin! 225"Allah, sizi yeminlerinizdeki lağıvdan sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin kazandığından sorumlu tutar. Allah, bağışlaması bol (Ğafûr)dur, hilm sahibi (Halîm)dir." A- "Allah, sizi yeminlerinizdeki lağıvdan sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin kazandığından sorumlu tutar " "Lağv", lügatta hükümsüz, geçersiz, saçma, itibâr caiz olmayan söz demektir. Yemin konusundaki lağv ise, azimsiz ve kasıtsız olan yemin demektir. Nitekim, "Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar." (Mâide 5/89) mealindeki âyet-i kerîme de bunu bildirir. Zaten "Fakat kalplerinizin kazandığından sizi sorumlu tutar." cümlesinin mânâsı da budur. Lağv yemininin ne olduğu konusunda müctehidler arasında görüş ayrılığı vardır: 1- Biz Hanefîlere göre, lağv yemin, kişinin kendince doğru bildiği bir şeye yemin, edip de sonra gerçeğin öyle olmadığı ortaya çıkan yeminidir. 2- imam Şafiî'ye göre ise lağv yemin, Arapların: "- Lâ Vallah / Vallahi öyle değil" ve "- Belâ Vallah / Vallahi öyle" şeklinde kalplerinde yemin kasck olmadan sadece sözlerini kuvvetlendirmek için yaptı İdari yemindir. Şu hâlde Hanefîlerin lağv yemini tarifine göre, âyetin mânâsı şöyledir: Allah (celle celâlühü), sizin doğru olduğunu zannettiğiniz bir hususta yaptığınız yeminden dolayı sizi muahaze buyurmaz, sizi cezalandırmaz; fakat sizi, kalplerinizde yalan yere yemin kasdiyla ettiğiniz yeminlerden dolayı cezalandırır. İşte bu, ğamûs yeminidir. Şafiî'nin lağv yemini tarifine göre de âyetin mânâsı şöyledir: Yemin kasdı olmayan yalan yeminlerinizden dolayı size keffaret lazım gelmez; fakat yalnız dilinizle değil, kalplerinizle de niyet ve kastettiğiniz yalan yeminlerinizden dolayı size keffaret lazım gelir. C- "Allah, bağışlaması bol (Ğafür)dur, hilm sahibi (Halim)dir." Allah'ın (celle celâlühü), sizin hakkınızdaki mağfireti sınırsızdır. Nitekim sizin kasıtsız olarak yaptığınız yeminleriniz de, dikkatsizlikten ve fazla aldırmamak tan ileri geldiği hâlde Allah onlardan dolayı sizi muahaze buyurmaz ve Allah, Halim'dir. Nitekim kaşıdı yeminlerinizde de sizi hemen muahaze buyurmaz. Bu cümle, itirazî olup "Lâ yuâhizükümullahü / Allah sizi sorumlu tutmaz, muaheze etmez." cümlesinin mefhûmunu açıklamaktadır. Burada muahazeden maksat, keffarctin icabı değil, fakat ilâhî cezadır. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) mağfiret ve hakin ligine konu olan keffaret olmayıp fakat ilâhî cezadır. 226"Kadınlarından ilâ (onlara yaklaşmamaya yemin) edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer bu süre içinde kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah da Gafûr'dur, Rahîm'dir." A- "Kadınlarına îlâ (onlara yaklaşmamaya yemin) edenler için dört ay beklemek vardır " Kadınlara îlâda bulunmak, "- Vallahi ben sana dört ay -veya daha fazla- yaklaşmayacağım" diyerek süreyi aylarla kayıtlandırmak suretiyle veya müddet tâyin etmeksizin mutlak olarak, "- Vallahi ben sana yaklaşmayacağım" demek suretiyle yapılan yeminle olur. Bu iki şekil dışında îlâ olmaz. İlânın hükmü sudur: İlâda bulunan, kişi, ilâ müddeti içerisinde eğer mümkün olursa cinsel ilişki ile, cinsel ilişkiden âciz ise sözle karısına dönerse, rücû sahih olur (talâkına bir halel gelmez). Bu durumda eğer cinsel ilişkiye muktedir olup onunla rücû etmiş ise, yeminini bozmuş olmasından dolayı ona kefaret lazım gelir. Eğer cinsel ilişkiden âciz olup sözle rücû etmiş ise, kendisine kefaret lazım gelmez. Eğer karısına yukarıda anlatılan iki şekilden biri ile rücû etmeden dört ay geçerse, bâin (rücû imkânı olmayan) bir talâk ile boşanmış olur. B- "Eğer bu süre içinde kadınlarına dönerlerse, şüphesiz Allah da Gafûr'dur, Rahîm'dir " Allah (celle celâlühü) îlâda bulunan kimsenin rücû etmesi ile onu bağışlar. Çünkü îlâda bulunan kişinin rücû etmesi ve yeminin kefaretini vermesi, tevbe yerine geçer. Yahut Allah Ğafûr'dur, Rahîm'dir, yani îlâ ile kadına zarar vermek kastının günahını bağışlar. 227"Eğer boşanmaya karar verirlerse, biliniz ki Allah, her şeyi kemaliyle işiten (Semî')dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir." Eğer taraflar boşanmaya karar verir ve bunda ittifak ederlerse, şüphesiz Allah (celle celâlühü), aralarında cereyan eden işleri, bununla ilgili hileleri ve âdete göre yapılan sözleşmeyi tamamıyla işitmekte ve onların niyetlerini eksiksiz olarak bilmektedir. Bu âyet, îlâda ısrar edip ondan rücû etmeyenler için açık bir ceza va'didir. 228"Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı hâli beklerler. Rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Eğer onlar Allah’a ve ahiret gününe gerçekten imân ediyorlarsa... Bu müddet içinde eğer kocaları durumu düzeltmek (ıslah etmek) isterlerse, onları geri almaya daha fazla hak sahibi (ehak)dirler. Erkeklerin kadınlar üzerindeki meşru hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Yine de erkekler için kadınlara göre bir derece üstünlük vardır. Allah, A'zîz'dir, Hakîm'dir." A- "Boşanmış kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı hâli beklerler." Adet gören ve evlilik sırasında kendileriyle cinsel ilişki kurulmuş olan kadınlardan boşanmış olanlar üç aybaşı hâli beklerler. Kendisiyle ilişki kurulmamış olan kadın, boşandığında iddeti olmaz. Yaşının çok küçük veya çok büyük olmasından dolayı âdet görmeyen kadınlar ise, boşandıklarında ıddetlerı (bekleme süreleri) ay hesabı ile olur. Hâmile kadın da boşandığında iddeti, çocuğunu doğurmakla son bulur. Cariyenin (köle kadının) iddeti ise, iki aybaşı hâli veya iki aydır. Boşanmış kadınların kendi nefislerini beklemeleri, nefislerini kahretmeleri, nefislerini arzulamadığı maşakkate, kocasız beklemeye zorlamaları demektir. Bu ifâdede, kadınları iddet beklemeye fazlasıyla teşvik vardır. Çünkü âyet, kadınları hiç de hoşlanmadıkları bir vasıfla vasıflandırmaktadır. Zira kadınların nefisleri, erkekleri arzular. Böylece bu hâl, kadınların, kocalarının emirlerine itaat etmelerini teşvik eder. "El-kur" hayız, aybaşı müddeti, iki aybaşı arasındaki müddet demektir. Çoğulu "kuru" dur. Nitekim Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ey kadın! Kur' (hayız) günlerinde namaz kılma." Yine buyurmuştur ki: "Cariye kadının talâkı iki ve iddeti de iki hayızdır." Bir âyette de meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır." (Talâk 65/4) Kadınların iddet beklemelerinden maksad, rahimlerinin çocuktan temiz olmasının (istibrâü'r- rahim) anlaşılmasıdır. Bunun da ölçüsü, hayızdan temizlik değil, fakat hayzın kendisidir. "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları iddetlerini gözeterek boşayın" (Talâk 65/1) mealindeki âyetin mânâsı da, onların iddetleri olan üç âdeti gözeterek boşayın, demektir. B- "Rahimlerde Allah'ın yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe gerçekten imân ediyorlarsa " Allah'ın (celle celâlühü) onların rahimlerinde yarattığı aybaşı hâlini ve çocuğu, beklemek zorunda oldukları iddet için acele etmek ve eski kocalarının kendilerine rücû etme hakkını iptal etmek için gizlemeleri helâl değildir. Bu âyet, boşanmış kadınların, hâmile olup olmadıkları ve âdetleri konusunda beyânlarının kabul edildiğine delildir. Zira Allah'a ve âhiret gününe imân eden bir kadın, yalan beyânda bulunmaya cür'et etmez. Allah'a (celle celâlühü) ve her türlü mükâfat ve cezanın verildiği âhiret gününe imân, yalan beyân ile asla bağdaşmaz. C- "Bu müddet içinde eğer kocaları durumu düzeltmek isterlerse, onları geri almaya daha fazla hak sahibidirler." Kadınları rec'î (tekrar dönüş imkânı olan) talâk ile boşayan erkekler bu hakka sahiptir. Çünkü âyetteki "kocaları" ifâdesi, kocalık vasfının henüz bitmediğini bildirmektedir. (Rec'î değil bâin olan talâkta ise rücû imkân olmadığından kocalık vasfı bitmekte ve ancak kadının muvafakati ile tekrar nikâhları kiytlabilmektedir.) Rec'î talâkta kocanın daha fazla hak sahibi olması, kocanın rücû etmek istemesi hâlinde kadın bunu kabul etmezse kocanın sözünün geçerli olacağı anlamına gelir. Fakat bu durum kadın da rücû hakkına sahiptir, demek değildir. "Eğer kocaları durumu düzeltmek isterlerse" şartından maksad, bu durumda kocanın rücû etmesinin sahih olması için bunun şart olduğu anlamında değildir; fakat bu, kocanın durumu düzeltmek, kadına iyilik etmek, ona zarar vermemek niyetini taşıması için bir teşviktir. Ç- "Erkeklerin kadınlar üzerindeki meşru hakları gibi kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Yine de erkekler için kadınlara göre bir derece üstünlük vardır. Allah A'zîz'dir, Hakîm'dir." Kadınların da erkekler üzerinde, mutlaka gözetilmesi ve korunması gereken belli hakları vardır. Ama yine de erkeklerin hakkı fazladır. Çünkü erkeklerin hakları, kadınların bizzat kendilerindedir. Kadınların hakları ise mehır, erkeğin kendisine denk olması, ona zarar verilmemesi gibi hususlardadır. Yahut erkekler, fizikî üstünlüğe sahip oldukları ve nafakadan sorumlu bulundukları için kadınların idarecileri ve koruyucuları olmak üstünlüğüne sahiptirler. Yani evlilik gayeleri kadın ile erkek arasında müşterektir. Erkek ise, ayrıca kadını korumak ve nafakasını temin etmekle yükümlü bulunmaktadır. Allah (celle celâlühü), hükümlerine muhalefet edenlerden intikam almaya muktedirdir ve O'nun şeriatinde hikmetler ve maslahatlar vardır. 229"Boşama iki defadır. Ondan sonrası kadını ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmaktır. Onlara verdiklerinizden (boşanma sırasında) bir şey almanız size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadın (zevceyn) Allah'ın koyduğu sınırları korumaktan korkarlarsa bu başka. Eğer Allah'ın koyduğu sınırları korumaktan korkarsanız, kadının ayrılmak için kocasına fidye vermesinde her ikisi için bir sakınca yoktur. İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Artık onları aşmayın. Kim Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." A- "Boşama iki defadır. Ondan sonrası kadını ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmaktır." Buradaki boşamadan maksat, rec'î (rücû etmek hakkı baki olan) boşamadır. Çünkü bundan önce en yakın hüküm onundur. Bir de rivâyet olunuyor ki Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem). üçüncü talâk sorulmuş o da: "Ya da güzellikle bırakmaktır" buyurmuştur. Yani bundan hemen önce belirtildiği veçhile kocanın tekrar kadına dönme hakkı baki olan talâkın adedi ikidir. "Boşama iki adetidir" değil de "iki defadır" denmesi, her ne kadar iki talâkla birden boşama hâlinde de kocanın rücû hakkı yine sabit ise de, hakka uygun olan, iki talâkla birden değil, fakat ayrı ayrı boşamaktır. İki talâktan sonra bunun hükmü, ya güzel ilişki ve ince muamele ile kadına rücû edip onu tutmak, ya da güzellikle üçüncü talâkla da onu boşamaktır. Nitekim yukarıda geçen hadiste Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle rivâyet olunmuştur. Yahut da koca, iddet sona erinceye kadar rücû etmez. Bu durumda kadın, kesin olarak (artık kocanın rücû hakkı kalmaksızın) boşanmış olur. Bir görüşe göre de, burada talâktan maksat, şer'î olan talâktır. Ve iki defadan murad da, ikilemenin kendisi, değil, fakat mutlak tekrarlamadır; tekrar tekrar demektir. Tıpkı, "Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak." (Mülk 67/4) meâlindeki âyette olduğu gibi. Bu görüşe göre, mânâ şöyledir: Şer’î boşama, iki veya üç talakı birleştirmek (iki veya üç talâkla birden boşamak) değil, fakat biri diğerinden sonra, ara vererek boşamaktır. Çünkü biz Hanefîlere göre iki veya üç talâkla birden boşamak bid’attir. Buna göre "Artık kadını ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle bırakmaktır" cümlesi, yeni bir hüküm ve muhayyerlik ifâde eden bir istinaf cümlesidir. Cümlenin başında bulunan (ve tercümede, ondan sonra, veya artık, diye geçen) "f" harfi de, talim tertibi içindir. Yani siz, talim edilen (öğretilen)) boşama keyfiyetini öğrendikten sonra önünüzde iki seçenek var demektir. B- "Onlara verdiklerinizden bir şey almanız size helal olmaz." Yani kadınları boşama karşılığında, onlara, mehir olarak, verdiklerinizden çok değil az bir şey almanız bile size helâl olmaz. Boşama karşılığında kadınların diğer mallarından da bir şey almak helâl değil iken, âyette kadınlara mehir olarak verilen malların zikredilmesi, ya âdete riâyet içindir ya da evlenme karşılığında kadınlara verilen mallardan bir şey almak helâl olmadığına göre kadınların evlenme sebebiyle edinmedikleri öz mallarından bir şey almanın evleviyetle helâl olmadığına dikkat çekmek içindir. Âyetteki bu hitab, bazılarına göre hâkimler içindir. Çünkü murafaa halide malları alıp vermeyi emredenler onlardır. Bir görüşe göre ise, bu hitap kadınları boşayan kocalaradır. C- "Ancak erkek ve kadın Allah'ın koyduğu sınırları korumaktan korkarlarsa bu başka." Bir kırâete göre âyetteki "yehâfâ" (erkek ve kadın, kârı koca, zevceyn korkarlarsa) yerine "yazzunû" (onlar zannederlerse) okunmuştur. Bu kıraat de, âyetteki havf'in (korkunun) zann ile tefsir edilmesini te'yid eder. Bu kırâete göre, "onlar zannederlerse" deki zamir, hâkimler içindir Yani kadın ve erkek, evlilik vecibelerini gözetememekten korkarlarsa, bu durum müstesna. Ç- "Eğer Allah'ın koyduğu sınırları korumaktan korkarsanız, kadının ayrılmak için kocasına fidye vermesinde her iksi için bir sakınca yoktur." Yani ey hâkimler! Eğer sız, müşahede ettiğiniz emarelerden ve delillerden, bu eşlerin, Allah'ın (celle celâlühü) koyduğu sınırları gözetememekten korkarsanız, kadının ayrılmak için kocasına fidye vermesinde, kocanın da bunu almasında bir vebal yoktur. 23 23 Bu hüküm kadına boşanabilmek kapısını aralamak demektir. Rivâyet olunuyor ki, Abdullah b. Ubeyy b. Selûl'ün kızı Cemile, kocası Sabit b. Kay s'i (Yemame savaşında şehit) sevmiyordu. Nihayet bir gün Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip şöyle dedi "Sabitle beraberliğim bitti; benim başımla onun başım hiçbir şey bir araya getiremez. Vallahi ben, onu ne dininden ne de ahlâkından dolayı ayıplamam. İslâm'dan sonra ben de küfürden nefret ederim. Benim ona olan nefretimin sebebi şudur: Ben çadırın kenarını kaldırıp bakınca gördüm ki Sabit, bir grup insanla beraber geliyor; onların içinde en kara, en kısa ve en çirkin olan Sâbit'ti. Ben de yanma indim ve onunla evlenirken mehir olarak bana verdiği bahçe karşılığında ondan bul' oldum (bedel verip boşandım)." D- "İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Artık onları aşmayın (Felâ ta'tedûha). Kim Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa işte onlar zâlimlerin ta kendileridir." Bütiin bu hükümler, Allah'ın (celle celâlühü) sınırlarıdır; artık onlara aykırı davranarak veya onları reddederek tacavüzde bulunmayın. Kim Allah'ın (celle celâlühü) sınırlarını aşarsa, işte o, nefsini Allah'ın (celle celâlühü) gazabına ve azabına maruz bırakmakla kendine zulmetmiş olur. Uç yerde zamir yerine ism-i celâlin zikredilmesi, ilâhî mehabeti daha fazla izhar etmek ve kalplere Allah korkusu salmak; nehyden sonra ceza vaîdi ise, tehdidi ağırlaştırmak içindir. 230"Bütün bunlardan sonra eğer erkek kadını üçüncü defa boşarsa artık o kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. Eğer ondan sonra bu koca da onu boşarsa, taraflar Allah'ın sınırlarını koruyacaklarını ümid ediyorlarsa, o takdirde yeniden evlenmelerinde günah yoktur. İşte bunlar da Allah'ın sınırlarıdır. Allah, bunları bilenler için açıklar." A- "Bütün bunlardan sonra eğer erkek üçüncü defa boşarsa o kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz." Daha önce gerçekleşen iki talâktan sonra eğer erkek karısını üçüncü defa boşarsa, artık bu talâktan sonra o kadın, başka bir erkekle evlenmeden ilk kocasına helâl olmaz. Âyette nikâh, kadına isnad edilmiştir. Çünkü nikâh, eşlerden her birine isnad edilebilir. Kocasından üç talâkla boşanan kadının, eski kocasıyla ikinci bir evlilik yapabilmesi için başka bir erkelde nikâh akdinin yeterli olduğunu, ikinci koca ile cinsî münasebette bulunmasının şart olmadığını savunanlar, bu âyetin zahirini delil gösterirler. Ancak cumhûr-u ulemâya göre, ikinci evlilikte cinsel ilişki şarttır. Çünkü rivâyet olunur ki Rufaa adındaki bir zâtın karısı, huzura gelip Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: "- Rufaa, beni boşadı ve talâkım kesinleştikten sonra Abdullah b. Zübeyr, benimle evlendi ama onunkısi kaftanın kenarındaki saçak gibi." Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Sen yine Rufaa'ya mı dönmek istiyorsun?" diye sordu. O da: "- Evet!" dedi. Peygamber "- Hayır! Sen ondan, o da senden cinsel ilişki zevkini tatmadan olmaz!" buyurdu. Bu hadîsin benzerleriyle âyetin zahirî hükmüne ilâve getirmek mümkündür. Bir görüşe göre de, âyetteki nikâh, cinsel ilişki anlamındadır. Nikâh akdi ise, "zevç/koca" kelimesi ile ifâde edilmektedir. Bu âyetin ifâde ettiği teşriin hikmeti, insanları kadın boşamada aceleci davranmaktan caydırmak ve üç talâkla boşanan kadına (eğer taraflar pişman olmuşlarsa) dönmeyi teşvik etmektir. Biz Hanefîlere göre kesin olarak boşanmış bir kadını, ilk kocasına helâl kılmak şarti (hülle nikâhı) ile bir erkeğe nikâh etmek mekruhtur. Bir rivâyete göre, eğer bu şart sarih olarak zikr edilmezse, mekruh da değildir, islâm âlimlerinin ekseriyetine göre ise hülle nikâhı geçersizdir. Çünkü Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Allah, hülle nikâhı yapan ikinci erkeğe de, birinci erkeğe de lanet eylesin!" 24 24 Bu hadis-i şerif bu kötü âdeti kökünden temizlemiş, atmıştır. B- "Eğer ondan sonra bu koca da onu boşarsa, taraflar Allah'ın sınırlarını koruyacaklarını ümid ediyorlarsa, o takdirde yeniden evlenmelerinde günah yoktur " Eğer ikinci koca da o kadını boşar ve ilk erkek ile kadın, her ikisi de, Allah'ın (celle celâlühü), eşlere emir buyurduğu haklara riâyet edeceklerini kuvvetle zannederlerse, o takdirde yeni bir nikâh akdi ile birbirlerine dönmelerinde bir sakınca yoktur. Zannı, ilim (bilmek) ile tefsir etmenin bir izahı yoktur; çünkü akıbetler (geleceğe ait şeyler) bilinemez. C- "İşte bunlar da Allah'ın sınırlarıdır. Allah bunları bilenler için açıklar." Buraya kadar zikredilen hükümler, Allah'ın (celle celâlühü) belli hükümleridir. Bunlar değiştirilmez ve bunlara muhalefet: edilmez. Allah bu hükümleri anlayanlar için en uygun biçimde açıklıyor. Bu hükümlerin bir kısmı, daha sonra Kitab ve Sünnet ile daha fazla açıklanacaktır. İslâm'ın daveti ve tebliği umûmî iken burada "Allah bunları bilenler için açıklar" buyrulmasi ancak anlayanların ilâhî beyândan istifade edebileceklerini ya da bazı nasların mânâ ve muhtevasına ancak ilimde derinleşmiş kimselerin vâkıf olabileceğini belirtmek içindir. 231"Kadınları boşadığınız zaman bekleme süre (iddet)îerini tamamladıklarında, artık onları ya güzelce (örfe uygun olarak) tutun ya da güzelce (örfe uygun olarak) bırakın. Yoksa haksızlık etmek için zararlarına onları nikâh altinda tutmayın. Her kim bunu yaparsa, muhakkak kendine zulmetmiş olur. Sakın Allah'ın âyetlerini eğlence (alay konusu) edinmeyin. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitabı ve hikmeti de hatırlayın. Allah'tan sakının ve bilin ki Allah, şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir." A- "Kadınları boşadığınız zaman bekleme süre (iddet)lerini tamamladıklarında, artık onları ya güzelce (örfe uygun olarak) tutun ya da güzelce bırakın " "Ecel" kelimesi, müddet anlamında kullanıldığı gibi, müddetin sonu anlamında da kullandır. Burada ecel, iddetin sonu demektir. "Bulûğ" kelimesi de, bir şeye vâsıl olmak anlamındadır. Bazen de mânâsı genişletilerek (mecaz olarak) yaklaşmak anlamında da kullanılır. Burada kasdedilen mânâ da budur. Çünkü iddet müddeti sona erdikten sonra kadını tutmak dinen mümkün değildir. Yani rec'î (tekrar rücû imkânı bulunan) talâkla boşanmış kadınlara, ıddetleri sona yaklaştığında, kendilerine zarar vermeden evliliğin devam etmesi istenebilir veya bu kadınlar süreleri sona erinceye kadar iyilikle kendi hâllerine bırakılır. Görüldüğü üzere âyette ifâde edilen bu hüküm, bir şekilde eski evlilik hükmünü iade etmektedir. Bu da, evliliğin mümkün, mertebe muhafaza edilmesi gereğinin bir ifadesidir. B- "Yoksa haksızlık etmek için zararlarına onları nikâh altında tutmayın " Bu cümle, söz konusu kadınları iyilikle tutmak emrinin te'kidi, onun mânâsının izahıdır. Aksine hareket edenler için de açık bir zecirdir. Bunun anlamı o kadınlara zarar vermek için onlara tekrar dönmeyin; demektir. Bazı insanlar, iddet bekleyen kadınları kendi hâllerine bırakıyorlar, tekletin sonu yaklaşınca, onlara müracaat ediyorlardı. Bunu da onlara rağbetleri olduğu için değil, fakat süreyi uzatmak suretiyle haksızlık ederek kendilerini boşamak için fidye vermeye zorlamak için yapıyorlardı. C- "Her kim bunu yaparsa, muhakkak kendine zulmetmiş olur." Her kim iddetinin sonuna gelen kadını anılan şekilde haksızlıkla tutarsa, o kadına zulmetmek zımnında kendine de zulmetmiş olur. Çünkü bu günah sebebi ile kendini ilâhî azaba maruz bırakmış olur. Ç- "Sakın Allah'ın âyetlerini eğlence edinmeyin." Sadece bunları değil Allah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün âyetlerini eğlence edinmeyin. Onlardan yüz çevirmeyin. Onların ihtiva ettiği hükümleri ve sınırları muhafazada gevşeklik göstermeyin. Uygulamada ciddiyet gösterin ve onları hakkıyla koruyun yoksa âyetleri oyun ve eğlence edinmiş olursunuz. Allah'ın âyetlerini eğlence edinmemek emrinden, zarar vermek için kadınları nikâh altinda tutmamak emri de kasdedilmiş olabilir. Çünkü o kadınlara rağbet etmeden geri dönmek, Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerinin zahiri ile amel etmek olur. Ama hakikati ile amel etmek olmaz. İşte Allah'ın âyetlerini eğlence edinmenin bir mânâsı da budur. Bir görüşe göre de bazıları kadınları nikahlıyor sonra da boşuyorlardı. Köleleri âzâd ediyor, sonra da: "- Ben öylece eğlenmek için yapıyordum" diyorlardı. İşte bunlara cevap olarak âyetin bu kısmı nazil oldu. Bundan dolayıdır ki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Üç şey vardır kı ciddîlikleri de şakaları da ciddî kabul edilir: Nikâh, talâk (boşamak), âzâd etmek." D- "Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti de hatırlayın " Allah (celle celâlühü), sizi dinî ve dünyevî saadeti temin eden hak dine hidâyet etmiştir. Siz de, Allah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu nimetini şükürle ve haklarını yerine getirmekle karşılayın. Allah'ın (celle celâlühü) indirdiği Kitab ve hikmet, Kur’ân'ıle Sünnettir. Yahut her iki vasfı da taşıyan Kur’ân'dır. Âyetin nazm-i celilinin tertibine göre son kısmın meali şöyle olur: "O şey ki Allah, size onu indirdi; o indirdiği şey kitab ve hikmettir; size onunla öğüt verir." Âyette Kur’ân'ın önce mübhem olarak "O şey ki Allah, size onu indirdi" denmesi ve sonra o indirilen şeyin beyân edilmesi Kur’ân'ıçin apaçık bir tazimdir. Âyette, Allah'ın (celle celâlühü), hatırlanmasını emir buyurduğu nimete Kur’ân, öncelikle dahil olduğu hâlde ayrıca zikre değer bulunması, Kur’ân'ın şerefini göstermek ve insanları daha önce zikredilen hükümleri gözetmeye daha fazla teşvik etmek içindir. E- "Allah'tan sakının ve bilin ki Allah şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen (A'lim)dit: " Kur’ân'ın hükümlerini muhafaza etmek ve bu hakların gereklerini yerine getirmek hususunda Allah'tan sakının ve bilin ki, Allah (celle celâlühü) her şeyi eksiksiz olarak bilendir. Bu itibârla sizin yaptıklarınızdan ve yapmadıklarınızdan hiçbir şey O'na gizli değildir. Sonunda O, indirdiği Kıtab'a yüz çevirmenizden dolayı sizi şiddetli azaba uğratır. 232"Kadınları boşadığınız zaman bekleme süre (iddet)leri sona erdiğinde aralarında örfe uygun olarak anlaştıkları takdirde de artık onların eski kocaları ile evlenmelerine engel olmayın. İşte bu, içinizden Allah'a ve âhiret gününe imân edenlere verilen öğüttür. İşte böylesi sizin için daha uygun ve daha temizdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz." A- "Kadınları boşadığınız zaman bekleme süre (iddet)leri sona erdiğinde aralarında örfe uygun olarak anlaştıkları takdirde de artık onların eski kocaları ile evlenmelerine engel olmayın " Bundan önceki âyette, kadınlara zarar vermek isteyen bazı insanların, boşanan kadınların bekledikleri müddetin sonuna geldiklerinde yaptıklarının hükmü anlatılmıştı. Bu âyette de bekleme müddeti sona erdiğinde onların yaptıklarının hükmü anlatılıyor. Âyetteki hitabın kimlere müteveccih olduğu konusunda üç ihtimal vardir: 1- Âyetteki hitab kadınların velileri için olabilir: Çünkü rivâyet olunuyor ki, bu âyet Ma'kıl b. Yesâr hakkında nazil olmuştur. Ma'kıl b. Yesâr (öl: Muaviye dönemi), kızkardeşi Cemiie'nın yeni bir nikâh ile eski kocasına dönmesine engel olmuştu. Bir rivâyete göre de bu âyet Câbir b. Abdullah (öl: 698) hakkında nâz; olmuştur. Câbir, amcasının kızının eski kocası ile yeniden nikahlanmasın engel olmuştu. "Kadınları boşadığınız zaman..." ibaresinde boşama fiili, velilere isnad edilmiştir. Çünkü boşamaya çoğu kez veliler sebep olmaktadır. Bu onların, kadınların eski kocaları ile yeniden evlenmelerine engel olmaya kalkışmalarından da anlaşılmaktadır. Boşanan kadınların bekleme müddeti sona ermeden önce de eski kocaları ile evlenmeleri caiz iken, âyette, "bekleme müddetleri sona erdiğinde buyrulmuştur. Çünkü velilerin müdahalesi ancak o zaman sözkonusu olabı lir (rec'î talakta ıddet sona ermeden önce evliliğin devamı için kocanın rüc etmesi yeterlidir; kadının muvaafakatı şart değildir). Bu âyet, kadının velisiz olarak kendi başına evlenemeyeceğine delâlet etmez; yoksa velilerin engel olmalarını nehyetmeye ihtiyaç kalmaz. Çünkü âyetteki nehiy (yasak), kadınların zarara uğramasını önlemeye yöneliktir. Zira kadınlar, kendi kendilerini tezvic etmeye dinen muktedir iseler de ayıplanmak ve velilerinden kopmak korkusuyla bundan kaçınırlar. 2- Âyetteki hitab kocalar için olabilir: Zira kadınları boşayan bazı erkekler, câhiliye hamiyeti ile kadınlara zulmederek başka kocalara varmalarına engel oluyorlardı. 3- Âyetteki hitab, bütün insanlar için olabilir: Çünkü bazı insanların işlediği fiili, bütün insanlara isnad etmek, yaygın bir üslûptur. Bunun anlamı boşanma vukuunda, kadınların, karşılıklı rızâ ile eski kocaları ile evlenmelerine engel olunmasını önlemektir. Bu engel ister veliler, ister kocalar ve ister başkaları tarafından çıkarılmış olsun. Bu mânâya göre, âyet söz konusu evliliğe engel olmanın dindeki önemini ifâde eder, ondan şiddetle sakındırır ve insanlar bu engellemeye karşı sessiz kaldıkları takdirde sonucu itibariyle bütün bir toplumdan sâdır olmuş gibi kabul edildiğini bildirir. "Onların eski kocaları ile evlenmelerine engel olmayın" buyurulması, kadınların velisiz olarak kendi ifâdeleri ile yaptıkları nikâhın sahih olduğuna delâlet eder. "Ma'ruf kelimesi, hem şeriate hem de insanlar arasında câri örfe göre güzel ve iyi demektir. B- "İşte bu, içinizden Allah'a ve âhiret gününe imân edenlere verilen öğüttür " "Zâkke / işte bu" işareti, buraya kadar açıklanan hükümler içindir. Hitab da, bundan sonraki hitab gibi bütün mükellefler ya da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) içindir. Tıpkı, " Ey Peygamber! Kadınları boşadığınız zaman..." (Talâk 65/1) mealindeki âyette olduğu gibi. Buna göre, âyette işaret edilen hükümlerin hakikati, herkesin anlayabileceği hükümler olmadığını bildirmek için hitap, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) tahsis edilmiştir. İnsanlar içinde Allah'a (celle celâlühü) ve âhiret gününe imân edenler, Allah'tan korkanlar, Allah'ı yüceltmek ve O'nun emirlerine ve yasaklarına uymak için yarışanlar buna dikkat ederler. C- "İşte böylesi sizin için daha uygun ve daha temizdir." Bu öğütlerden ders almak ve gereklerini yerine getirmek sızın için daha verimk, daha faydalı ve daha temizdir. Ç- "Allah bilir, siz bilmezsiniz." Bundaki sonsuz fayda ve temizliği ancak Allah (celle celâlühü) bilir; siz ise onu tamamiyle bilemezsiniz. Ya da ilâhî hükümlerden, şeraitlerden ve ezcümle burada beyân edilen hükümlerden, sizin işlerinizin faydalı ve hayırlı olması için uygun olanı ancak Allah (celle celâlühü) bilir; siz ise bilemezsiniz. Bunun için siz kendi düşüncelerinizi bırakın ve bütün işlerde Allah'ın emirlerine ve nehiylerine uyun. 233"Anneler, emzirmeyi (radact) tamamlamak isteyenler için, çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Annelerin yiyecek ve giyeceklerini örfe uygun olarak sağlamak görevi çocuğun babasına aittir. Hiç kimse, gücünün yettiğinden fazlası ile mükellef tutulamaz. Hiçbir anne çocuğu yüzünden, hiçbir baba da çocuğu sebebiyle zarara uğratılmamahdır. O nafakanın benzeri vâris üzerine de gerekir. Artık eğer ana ve baba aralarında danışarak ve anlaşarak vaktinden önce çocuğu memeden kesmek isterlerse, ikisine de vebal yoktur. Çocuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz, örfe uygun verdiğiniz ücretlerini getirip teslim ettiğiniz takdirde yine size hiçbir vebal yoktur. Allah'tan sakının ve bilin ki Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla gören (Basîr)dir." A- "Anneler, emzirmeyi tamamlamak isteyenler için, çocuklarını tam iki yıl emzirirler " Burada özellikle anaların ve onlarla müşterek olarak babaların çocuklarına karşı yükümlülüklerine ilişkin hükümlerin beyânına başlanmaktadır. Emzirme emrinin ihbar üslubunda gelmesi (emztimelidirler, yerine emzirirler, denmesi), bu emrin önemini daha kuvvetli bir şekilde ifâde etmek, içindir. Âyetteki emir, mendûbiyet (dinen tavsiyeye şayan güzellik) ifâde eder. Ancak, çocuğun, annesinden başkasının memesini kabul etmemesi, yahut süt anne bulunmaması, yahut babanın, süt anne ücretini vermekten âciz olması hâllerinde emir mecburiyet ifâde eder. Âyette, bu hüküm ifâde edilirken "el-vâkdat / valideler" ve "evlâd / çocuklar" kelimelerinin kullunılması, anaların, çocuklarına olan şefkatlerim göstermek içindir. Bu hüküm, boşanan kadınları ve diğerlerini de kapsayan genel bir hükümdür. Bir görüşe göre ise, bu hüküm sadece boşanan kadınlar içindir; çünkü burada onlardan söz edilmektedir. "Havleynı kâmileyni — tam iki yıl" şeknde te'kitk ifâdenin kullanılması, bu iki yılın gerçek bir takdir olduğunu, halk arasındaki müsamahaya binaen takribi (yaklaşık) bir takdir olmadığını bildirmek içindir. "Limen erade en yütimme'r-radae / emzirmeyi tamamlamak isteyenler için" kaydı, hükmün muhatablarını belli eder. Bunlar, emzirme süresini tamamlamak isteyen babalardır. Bu da sürenin eksik olabileceğine delâlet eder. B- "Annelerin yiyecek ve giyeceklerini örfe uygun olarak sağlamak görevi çocuğun babasına aittir." Âyette, mâkablinden değişik bir ifâde tarzına geçilmesi, çocuğu emziren ananın ücretinin, babaya âit olması gerektiğine işaret etmek içindir. Çocukları emziren anaların ücretleri, örfe uygun olarak onlara verilen yiyecek ve giyecekleridir. Kendi çocuklarını emziren kadınların bunun dışında ayrıca ücret almaları konusunda İslâm müctehidleri ihtilâf etmişlerdir. Biz Hanefîlere göre, çocuğun babası olan kocanın nikâhında veya bu nikâhın iddetinde olan kadının emzirmek için ayrıca ücret alması caiz değildir. İmam Şafiî'ye göre caizdir. Örfe uygun yiyecek ve giyecekden murad, hâkimin takdir ettiği ve çocuğun babasının mâk durumunun elverdiği miktar ve vasıfta olanlardır. C- "Hiç kimse gücünün yettiğinden fazlası ile mükellef tutulamaz " Bu cümle, çocuk emziren kadınlara yapılacak harcamanın örfe uygun olmasının sebep ve illeti ya da, örfe uygun olanın açıklamasıdır. Bu, Allah'ın (celle celâlühü) kullarını güçlerinin yetmeyeceği şeylerle mükellef kılmayacağına pek açık bir delildir. Ç- "Hiçbir anne çocuğu yüzünden, hiçbir baba çocuğu sebebiyle zarara uğratılmamak dır " Bu cümle de, makabline bir tafsilat ve açıklamadır. Yani bunların her ikîsi de, gücünün üstünde bir şeyle mükellef kılınmaz ve çocuğu yüzünden zarara uğratılmaz. (Kişi, kendi ihtiyarı ile evlâdı için her şeye katlanabilir; ancak başkası, onun evlâd sevgisini istismar ederek, ona zarar veremez.) "Veled — çocuk" kelimesinin tamlama şeklinde ana babaya izafe edilmesi, onların şefkatlerini çocukları üzerine çekmek ve çocukları yararına fedakârlıklardan kaçınmamalarını sağlamak içindir. Bununla beraber ebeveyn, çocuk sebebiyle başkasına zarar vermemeli ve kendileri de çocuk yüzünden zarara uğratılmamakdır. D- "O nafakanın benzeri vâris üzerine de gerekir." Bu cümle, "Annelerin yiyecek ve giyeceklerini örfe uygun olarak sağlamak görevi çocuğun babasına aittir." cümlesi üzerine atıftır. Bu iki cümle arasındakiler ara cümleleri olup sebep veya açıklamadır. Vâristen maksad, emzirilen çocuğun mahrem akrabalarıdır. Bir görüşe göre de sorumlu olan, bütün vârisler değil sadece asabe (erkek) olan vârislerdir. İmam Şafiî'ye göre bundan murad, çocuğun babasının vârisidir ki, o da çocuğun kendisidir. Yani çocuğun babası ölmüş ise, emziren kadının masrafı, çocuğun malından karşılanır. Bunda bir ihtilaf yoktur. Fakat burada söz konusu olan, çocuğun malı yok ise, bu masrafın, çocuğun vârislerinin malından karşılanmasıdır. Bir görüşe göre de, vâris, çocuğun ebeveyninden bâkıî olandır. Nitekim Peygamber'in .: "Ya Rabbi! Bedenime, gözüme afiyet ver ve onu bana vâris eyle!" hadisinde de vâris kelimesi bâkıî anlamında kullanılmıştır. "Zâlike -- bunun, nafakanın benzeri" baba üzerine vâcib olan yiyecek ve giyeceği ifâde eder. E- "Artık eğer ana ve baba aralarında danışarak ve anlaşarak vaktinden önce çocuğu memeden kesmek isterlerse, ikisine de vebal yoktur." Vaktinden önce, iki yıl tamam olmadan önce demektir. Bu konuda ana babanın her ikisinin de muvafakat ve rızâsı şart koşulmuştur. Çünkü kadın tek başına yetkili kılınmış olsaydı, emzirmekten usandığı ahvâlde vaktinden önce çocuğu memeden kesip ona zarar verebilirdi. Baba da tek başına yetkili kılınmış olsaydı, kadının ücretini vermekte cimrilik ederek bunu yapabilirdi. Bundan dolayı her ikisinin aralarında görüşerek, çocuğun gelişme ve sağlığının buna müsaait olduğunu tesbit ederek ve nihâyet çocuğun memeden kesilebilecek duruma geldiğine ve hattâ memeden kesilmesinin çocuğun yararına olacağına kanaat getirerek buna karar vermeleri şart kılınmıştır. İşte bütün bunlardan sonra ebeveynin, çocuğu memeden kesmelerinde ikisi içinde bir vebâl yoktur. Bu konuda ana ve babanın yanlış bir kararda ittifak etmeleri ise pek az vukû bulur. F- "Çocuklarınızı sütanneye emzirtmek isterseniz, örfe uygun verdiğiniz ücretlerini getirip teslim ettiğiniz takdirde yine size hiçbir vebâl yoktur." Burada ebeveynin, çocuğu sütten kesmekte ittifak edememlerinin hükmü beyân edilmektedir. Babalara hitap edilmesi (âyette erkeklere hâs hitab zamiri kullanılmıştır) onları, emri yerine getirmeye teşvik içindir. "Yine size hiçbir vebâl yoktur" cümlesinde de erkeklere hâs hitab zamiri kullanılmıştır. Bunlardan anlaşılıyor ki, baba, çocuk için daha yararlı olduğu takdirde, çocuğu bir süt anneye verebilir. "Verdiğiniz ücretlerini.." ifâdesinde irade (istemek) kaydı gizli (mukadder) olup "vermek istediğiniz ücretlerini.." demektir. Nitekim, Kur’ân okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın" (Nahl 16/98) meâlindeki âyet de, "Kur’ân okumak istediğin zaman o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın!" demektir. "Verdiğiniz" kelimesi, bir kırâete göre "verildiğiniz" şeklinde mechûl kipi ile de okunmuştur. Buna göre anlam, Allah (celle celâlühü) tarafından size verilmiş olan ücretlerini getirip teslim ettiğiniz takdirde; olur. Nitekim; "Allah'ın sizi, mirasçılar kıldığı maldan infak edin" (Hadîd 57/7) âyeti de bu kabildendir. "İza sellemtüm mâ âteytüm / verdiğiniz ücretlerini getirip teslim ettiğiniz takdirde.." ifâdesi, bu konuda mendûb, en uygun ve tavsiyeye şayan olan şekli anlatır. Başka bir deyişle kadınların ücretlerini önceden teslim, etmek, sıhhat ve cevaz şartı değildir. Ancak sütannelerin ücretleri peşin ve elden telsim edildiği takdirde çocuklarla ilgilenmeleri daha candan olur. G- "Allah'tan sakının (Vettekullahe) ve bilin ki Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla gören (Basiir)dir." Bu hükümleri korumak ve uygulamak hususunda Allah'ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah (celle celâlühü), yaptığınız her şeyi gerçeklen eksiksiz olarak bilir ve sonunda sizin yaptıklarınızın karşılığını verir. Bu cümlede özellikle ism-i celilin kullanılması mehabeti artırmak içindir. Bu ilâhî ifâdede isyankâr kullar için apaçık bir tehdit de vardır. 234"Sizden ölenlerin geride bıraktıkları eş (zevce)leri, kendi başlarına dört ay on gün beklerler. Bekleme süre (iddet)lerini tamamladıklarında, artık onların kendileri için uygun gördüklerini ma'rûfa göre yapmalarında sizin için bir günah yoktur. Allah, yapmakta olduklarınızdan hakkıyla haberdar (Habîr)dır." A- "Sizden ölenlerin geride bıraktıkları eş (zevce)leri, kendi başlarına dört ay on gün beklerler " Hitab, öncekilerden farklı olarak, bütün insanlar içindir. Boşanmadan sonra iddetin dört ay on gün olarak takdir edilmesindeki hikmet şudur: Ana rahmindeki cenin, eğer oğlan ise genellikle üç ayda; kız ise dört ayda hareket eder. İşte bundan dolayı iki sürenin en uzunu alınmış ve ihtiyaten on gün daha ilâve edilmiştir. Çünkü bazen hareketler zayıf olur ve hissedilmeyebilir. Âyetteki ifâdenin genel olması, ister hür, ister câriye olsun bütün Müslüman kadınların bu hükümde eşit olmalarını gerektirir. Ancak kıyas, cariye kadınların ıddetlerinin, hür kadınlarınkinin yarısı olmasını gerektirmiştir. "Hâmile kadınların bekleme süre (ecel)leri doğurmalarıyle sona erer." (Talâk 65/4) Ali ve İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, kocası ölen kadınlar ihtiyaten dört ay on gün ile üç hayız süresinden en uzun olanı kadar beklediklerini söylemişlerdir. B- "Bekleme sürelerini tamamladıklarında, artık onların kendileri için uygun gördüklerini ma'rufa göre yapmalarında sizin için bir günah yoktur" Kocaları ölen kadınların iddetleri tamamen sona erdiğinde artık onların şeriat ölçüleri içinde süslenmelerinde, isteyenlerine görünmelerinde ve iddet içinde kadınlara haram olan şeyleri yapmalarında ne hâkimler, ne de Müslümanlar için herhangi bir sakınca yoktur. Âyetin ifâdesinin işaretine göre eğer bu kadınlar, bu hususlarda şeriat ölçüleri dışına çıkarlarsa, hâkimler, yöneticiler ve diğer Müslümanlar, onları bundan men'etmelidirler; yok eğer bu ölçülerin dışına çıkmiyorlarsa, kimseye bir vebal yoktur. C- "Allah, yapmakta olduklarınızdan hakkıyla haberdardır." O hâlde sizler bunu düşünün ve Allah'ın emirlerine muhalafet etmeyin. 235"İddet beklemekte olan kadınlara kapalı olarak (ta'rizen) evlenme teklif etmenizde veya bunu gönüllerinizden geçirmenizde size hiçbir günah yoktur. Allah, sizin onları mutlaka anacağınızı bilir. Ancak meşru sözler dışında onlarla konuşmayın ve kendileriyle gizlice söz (va'd)leşmeyin. Farz olan süre (iddet) sona erene kadar nikâh akdine azmetmeyin. Bitin kı Allah, şüphesiz gönüllerinizde olanı bilir. O hâlde O'ndan çekinin (hazer edin) ve bilin ki Allah, Ğafûr'dur, Halîm'dir." A- "İddet beklemekte olan kadınlara kapalı olarak (ta'rizen) evlenme teklif etmenizde veya bunu gönüllerinizden geçirmenizde size hiçbir günah yoktur." Bu hitab da umûmîdir. İddet bekleyen kadınlara kapalı olarak evlenme teklifi: "- Sen, gerçekten çok güzelsin!" "- Sen gerçekten çok sâliha bir hanımsın!" "- Sen gerçekten çok faydalı bir hanımsın!" gibi iltifatlar veya "- Ben de evlenmek istiyorum" gibi sözlerle, o kadınla evlenmek istediğini ihsas etmek şeklinde olur. Ancak açıkça evlenme teklifi yapılmaz. Böylece kadın, eğer istiyorsa onu bekler. B- "Allah, sizin onları mutlaka anacağınızı bilir." Allah sizin muhakkak bu kadınlara karşı suskun kalmayacağınızı, onlara istekli olduğunuzu ve bunu bir şekilde açıklayacağınızı bilir. Bu ilâhî ifâde, böylelerinin gösterdikleri sabırsızlık nedeniyle kınandığına işarettir. C- "Ancak meşru sözler dışında onlarla konuşmayın ve kendileriyle gizlice söz (vaıd)leşmeyin." Bu cümle, "Allah, sizin onları mutlaka anacağınızı bilir." cümlesinin delâlet ettiği mahzûf (gizli) bir cümlenin devamıdır. Yani bunun anlamı şudur: "- Sız, iddet beklemekte olan kadınları gönülde tutun fakat onlara evlenme sözü vermeyin. Üstü kapalı teklif ile yetinin." Âyette nikâh, sır kelimesi ile ifâde edilmiştir. Çünkü nikâhın amacı olan cinsel ilişki, sır (mahrem)şeylerdendir. Ayrıca nikâh yerine sır kelimesinin kullanılması, o fiilin gizli icra edilmesinin ve başkasına anlatılmamasinın lüzumunu da zımnen bildirmek içindir. Burada sır kelimesini cinsel itiş ki anlamında almak, yasaklanmış olan sarih nikâha da ruhsat olduğu vehmini akla getirebilir. Bir görüşe göre de onlarla müstehcen şeyler için gizlice sözleşmeyin, demektir. Ancak dinen yasak olmayan, meşru olan sözler müstesnadır. Bu sözler de üstü kapalı evlenme teklifi anlamına gelen sözlerdir. Ç- "Farz olan süre (iddet) sona erene kadar nikâh akdine azmetmeyin " Azmetmek, bir işe kesin olarak karar vermek demektir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Geceden oruç tutmaya azmetmeyen kimsenin orucu geçerli değildir." Bir rivâyete göre de: "Orucu geceden başlatmayan kimsenin orucu geçerli değildir." buyurmuştur. Nikâh kıymaya azmetmenin nehyedilmesi, nikâh akdine bilfiil başlamayı nehyetmenın kuvvetli bir şekilde ifâde edilmesi demektir. Bunun anlamı şudur: "Farz olan iddet, bekleme süresi tamamen sona ermeden nikâh kıymaya azmetmeyin." Bir görüşe göre de bu beyân nikâh akdini gerçekleştirmeye yönelmeyin, ona başlamayın, demektir. Bu tefsire göre nehiy (yasak), nikâh fiilinin kasdma, kararına karşı değil fakat bizzat nikâh akdinin icrasına ilişkindir. D- "Bilin ki Allah, şüphesiz gönüllerinizde olanı bilir." Allah (celle celâlühü), şüphesiz gönüllerden ne geçiyorsa hepsini bilir ve ezcümle size yasaklanmış olan nikâh kıyma azmini de bilir. E- "O hâlde O'ndan çekinin (Fahzerûhu) ve bilin ki Allah, Ğafûr'dur, Halim'dir." Baştan buna azmetmekten sakının ve buna azmetmişseniz, azminizi tamamen iptal edin. Ve bilin ki, Allah (celle celâlühü), kendisinden korkarak azmini ibtal edenleri mağfiret buyurur ve Allah (celle celâlühü) Halim'dir, hatâlarınızın cezasını vermekte acele etmez. Bundan dolayı siz, ilâhî cezanın ertelenmesini, size yasaklanmış olan azmin ilâhî muahaze gerektirmediğine delil saymayın. Burada da zamir yerine ism-i cetilin (Allah) zikredilmesi, kalblere heybet ve korku vermek içindir. 236"Kendilerine dokunmadığınız ve bir mehir belirlemediğiniz kadınları boşarsanız, size hiçbir vebal yoktur. Ancak onları yararlandırın. Eli geniş olan durumuna göre, eli dar olan da durumuna göre örfe uygun olarak yararlandırmalıdır. Bu, iyilik yapanlar üzerine bir hak olarak yazılmıştır." A- "Kendilerine dokunmadığınız ve bir mehir belirlemediğiniz kadınları boşarsanız size hiçbir vebal yoktur " Nikâhtan sonra kendileriyle cinsel ilişkide bulunmadığınız ve kendileri için bir mehir belirlemediğiniz kadınları boşarsanız, sizin için bir mehir zorunluluğu yoktur. En kuvvetli görüş de budur. Bir görüşe göre de, bu ifâde hiçbir sakınca yok, demektir. Çünkü cinsel ilişkiden önceki talâkta bid'at yoktur. Bir görüşe göre de, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), talâkı (kadın boşamayı) boyuna nehyediyordu. Bundan dolayı bazı insanlar, bunda vebal olduğunu sandılar, işte bu sebeble bu âyet indi ve bunda hiçbir vebal olmadığı belirtildi. Hulâsa, en kuvvetli görüşe göre âyetin mânâsı şöyledir: Eğer nikâh sırasında bir mehir tâyin edilmemiş ve koca, kendisiyle cinsel ilişkide bulunmadan kadını boşamişsa, kadın hiçbir sûrede mehir talebinde bulunamaz. Bununla beraber örfen uygun görülen bir mal ile kadını yararlandırmak (mut'a) yerinde olur ve bu gerekir. Eğer nikâh sırasında bir mehir tâyin edilmiş fakat koca, cinsel ilişkide bulunmadan kadını boşamış ise o takdirde tâyin edilmiş olan mehrın yarısını kadına vermek zorundadır. 3- Eğer nikâh sırasında bir mehir tâyin edilmiş ve koca cinsel ilişkide bulunduktan sonra kadını boşarsa tâyin edilmiş olan mehrin tamamını kadına vermek zorundadır. Eğer mehir tâyin edilmemiş ise, o takdirde mehr-i misil (emsal mehir) lazım gelir. B- "Ancak onları yararlandırın. Eli geniş olan durumuna göre, eli dar olan da durumuna göre örfe uygun olarak yararlandırmakdır." Âyetin bu kısmı, kelâmın seyrinden anlaşılan mukadder (gizli) bir cümleye atıftır. Yani siz, nikâhtan sonra kendileri ile cinsel ilişkiye girmediğiniz kadınları boşamaya kesin kararlı iseniz o zaman onları boşayın ve kendilerine ör fen münasip görülen ölçüde mut'a olarak, yararlanacakları bir şeyler de verin. Zengin, durumuna göre; fakir de durumuna göre örfe uygun, şeriatın ve insanlığın güzel ve makûl kabul ettiği bir şey vermekdır. Mut'anın hikmeti, talâkın (boşamanın) verdiği üzüntüye bir teselli olmasıdır. Mut'anm itası, kadının mehr-ı mislinin az olmaması şartına bağlıdır; eğer mehr-i misil az ise, o takdirde mehr-ı mislin yarısı ile müt'adan az olanı lazım gelir. Ancak her halükârda beş dirhemden aşağı olmamalıdır. C- "Bu, iyilik yapanlar üzerine bir hak olarak yazılmıştır." Bu, ilâhî emirlere uymak suretiyle kendilerine veya mut'a vermek suretiyle boşanan kadınlara iyilik yapanlar üzerine bir hak olarak yazılmıştır. Âyette, bu hakkı yerine getirecek olanlara "muhsin" denmesi, ihsanı teşvik etmek içindir. 237"Bir mehir belirleyerek nikahladığınız kadınları da onlara dokunmadan boşarsanız, belirlediğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadınlar veya nikâh akdi elinde olan bağışlarsa o başka. Eğer bağışlarsanız bu takvaya daha yakındır. Aranızda iyilik yapmayı (el- fadl) da unutmayın. Şüphe yok ki Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla gören (Basnr)dır." A- "Bir mehir belirleyerek nikahladığınız kadınları da onlara dokunmadan boşarsanız, belirlediğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır." Bir mehir belirleyerek nikahladığınız kadınları cinsel ilişkiye girmeden önce onları boşadığınız takdirde belirlediğiniz mehrin yarısını onlara vermek sizin üzerinize vâcib bir haktır. Bu da bundan önceki meselede (mehir belirlenmeyen ve cinsel ilişki olmadan gerçekleşen boşanma) herhangi bir vebal olmamasının, tamamen mehre bağlı olduğunu gösterir. Nikâhlarda asıl olan ve en çok vuku bulan mehrin nikâh sırasında belirlendiği akidler olduğu hâlde âyette bunun, diğerinden sonra zikredilmesi belki de aşağıdaki olayla ilgilidir. Ensardan biri Hanifeoğullarından bir kadınla evlenmiş; kadın, kendisi için bir mehir belirlenmesini istememiş. Nikâhtan sonra koca, cinsel ilişkiye girmeden kadını boşamış. Taraflar bu sebeble Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna çıkmışlar. Koca, kadına verecek hiçbir malı olmadığını söylemiş. O zaman Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), "- Hiç olmazsa başındaki takkeyi kadına ver!" buyurmuş. B- "Ancak kadınlar ve nikâh akdi elinde olan bağışlarsa o başka. Eğer bağışlarsanız bu takvaya daha yakındır ." Nikâh akdi sırasında mehir tâyin edilen fakat cinsel ilişki olmadan boşanan kadınlara, her halükârda belirlenen mehrin yarısı verilir. Ancak kendileri bu haklarını bağışlayabilirler. O zaman bu hakları sakıt olur ve mehrin tamamı kocaya kalır. Bunun gibi koca da tamamını ödediği mehirden istirdada hakkı olan yarısını bir ikram olarak kadına bağışlayabilir. Bu takdirde kadın, mehrin tamamını almış olur. Kocanın, hakkını almaktan vazgeçmesi hiç şüphesiz bir nevi afdır. Mehrin tamamını boşadığı kadına teslim etmemiş olan kocanın vermek zorunda olmadığı diğer yarısını karısına vermesine affetme denmesi ya iki durum arasındaki benzerlik ya da mehrin tamamını karısına teslim ettiği hâli, diğer hâle de tağlib ve teşmil içindir. Hulâsa, âyetteki birinci istisna, kocanın vermek zorunda olduğu mehrin (belirlenmiş miktarın) yarısından noksan olmamasına ilişkindir. İkinci istisna da, kadının alacağı mehrin (belirlenmiş miktarın) yarısından fazla olmamasına iksirindir. Yani bütün hâllerde kadının hakkı ne fazla ne eksik, yalnız o mehrin yarısıdır. Ancak affedip almaktan vazgeçtiği takdirde kendisine bir şey verilmez, hak tamamen düşmüş olur. Kocanın kendi hakkını affetmesi, almaktan vazgeçmesi hâlinde de anılan hüküm bozulmuş olur. Çünkü o takdirde kadın, mehrin yarısından fazla alır; kocanın hakisini bağışlamasiyla mehrin tamamı kadına kalmış olur. İmam Şafii'nin kadîm (eski) kavline (içtihadına) göre, nikâh akdi elinde olan kimseden maksad (yukarıda anlatıldığı gibi) kadının kocası olmayıp fakat küçük kızların nikâhlarını kıymaya, yetkili olan velileridir. Bu da doğru bir görüştür. Ancak birinci görüş, âyetin bundan sonraki cümlesine daha uygun düşer. Çünkü bundan sonra "Eğer bağışlarsanız, bu takvaya daha yakındır." buyrulur. Ve küçük kızların haklarını ortadan kaldırmanın da takva ile hiç ilgisi yoktur. Sahabî Cübeyr b. Mutim'den (radıyallahü anh) (öl: 677) rivâyet olunduğuna göre, kendisi, bir kadınla evlenmiş ve onunla cinsel ilişkide bulunmadan onu boşamış, mehrinin tamamını da kendisine bağışlamış ve: "- Mehir hakkını affetmek, ondan önce bana yaraşır" demiştir. C- "Aranızda iyilik yapmayı da unutmayın. Şüphe yok ki Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir ." Aranızda birbirinize iyilik yapmayı da unutmayın. Allah yapmakta olduklarınızı eksiksiz olarak bildiğine göre sizin yapacağınız iyilik ve ihsanı da zayi edecek değildir. Her iki fiildeki hitab hem erkekler, hem de kadınlar içindir. 238"Namazları ve özellikle orta namazı muhafaza edin ve kaanıt (gönülden itaat eden, boyun eğen) ler olarak namaza durun." Namazları vakitlerinde eksiksiz ve tam olarak edâ edin. Zira âyette kullanılan mu faale kipi, mübalağa ifâde eder. Eşler ve çocuklarla ilgili hükümler beyân edilirken bunlar henüz bitirilmeden namazlara geçilmesinin anlamı şu olsa gerek: İnsanların ne çocukları ne de nefislenyle olan meşguliyetleri, onları namazları kemâl-i itinâ ile kılmaya ve sürekli korumaya engel olmamalıdır. Nitekim korku zamanlarında bile namazın farz olması, bu hakikati apaçık ifâde eder. İşte bu gerçeği bildirmek içindir ki, eşler ve çocuklarla ilgili ve hepsi de iç içe birbirleri ile bağlantılı şer'î hükümler arasında namazların itinâ ile kılınması emredilmiştir Orta namaz, namazların ortasında bulunan veya namazların en faziletlisi olan namazdır. Bu namaz, ikindi namazıdır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Ahzâb (Hendek Savaşı) günü şöyle buyurmuştu: "O müşrikler, bizi orta namazdan, ikindi namazından alıkoydular. Allah (celle celâlühü), onların evlerini ateş doldursun!" Yine Peygamber şöyle buyurmuştur: "Orta namaz, Süleyman b. Dâvud'un (aleyhisselâm) alıkonulduğu namazdır." Orta namaz veya ikindi namazının ilâve fazileti, ikindi vaktinde insanların ticâret ve diğer işlerle yoğun meşguliyetlerinden, gece ve gündüz meleklerinin bu vakitte bir araya gelmelerinden dolayıdır. Bununla beraber bu konuda başka görüşler de vardır. Şöyle kı: Orta namaz, öğle namazıdır. Çünkü öğle namazının vakti günün ortasıdır. Ve öğle namazı, o bölge insanları için en zor olan namazdır. Çünkü Peygamber öğle namazını gün ortasında sıcağın en şiddetli olduğu sırada kılıyordu. İşte bundan dolayı da namazların en faziletlisi idi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "İbâdetlerin en faziletlisi, en çetin olanıdır." buyurmuştur. Orta namaz, sabah namazıdır. Çünkü sabah namazı, iki gece namazı arasında ve ikisinin müşterek sınırı olan bir zamanda kılınır. Bir de, sabah namazı ikindi namazı gibi şahitli namazdır. (Gece melekleri ile gündüz melekleri bu vakitte bir araya gelirler ve bu namazın kılındığına şahit olduktan sonra birbirlerinden ayrılırlar.) Orta namaz akşam namazıdır. Çünkü akşam namazı, sayı bakımından ortadır. Gece ile gündüz namazları arasında bulunmaktadır. Akşam namazı, gündüzün vitridir, o seferde de kısaltılmaz. 4- Orta namaz yatsı namazıdır. Çünü yatsı namazı, gece ile gündüzün iki tarafında bulunan iki sesli okunan namazın arasında bulunmaktadır. Hazret-i Âişe ile İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), anılan âyeti okurken "ve's-salâti'l- vustâ ve's-salâti'l-asr / orta namaz ve ikindi namazı" şeklinde okurdu. Buna göre, orta namaz, ikindi namazı hariç, diğer dört namazdan biridir. Hadiste ikindi namazı ile beraber zikre edilmesi, ilâve fazileti olduğu içindir. Namazda kunût, kıyam hâlinde Allah'ı (celle celâlühü) gönülden anmaktır. Bir başka görüşe göre ibâdetleri mükemmel bir şekilde ve rükünlerine hiçbir halel getirmeden tamamlamaktır. Nihayet bir görüşe göre de "huşu içinde, edep ve haya üzere namaza durun!" demektir, Tâbünden Saîd ibn-i Müseyyeb (radıyallahü anh) (ölm.712) eliyor ki: "Âyetteki kunûttan maksat, sabah namazında okunan kunuttur." 239"Eğer korkarsanız, yaya veya binekli olarak namaz kılın. Fakat güvende (emîn olduğunuz) zaman, siz bilmezken size öğrettiği şekilde Allah'ı zikredin (namaz kılın)." A- "Eğer korkarsanız, yaya veya binekli olarak namaz kılın." Eğer düşmandan veya başka şeylerden korkarsanız, durumun icabına göre namazlarınızı yaya veya binekli olarak kılın ve az da olsa durmak mümkün olduğunda onu da ihmal etmeyin. İmam Şafiî kılıçla vuruşurken bile namazın edasına cevaz vermiştir. B- "Fakat güvende olduğunuz zaman, siz bilmezken size öğrettiği şekilde Allah'ı zikredin." Korku hâlinin kalkmasıyla güvene kavuştuğunuz zaman, namazı emniyet hâlindeki keyfiye tiyle ve Allah'ın (celle celâlühü) size öğrettiğine tamamen uygun olarak hemen kılmaya başlayın. Burada "akkmu's-salâte / namaz kılın" değilde "fezkürûllahe -- Allah'ı zikredin" buyrulmasinın sebebi namazın rükünlerinin büyük bir kısmının zikir oluşudur. "Kema a'llemeküm mâlem tekûnû ta'lemûn — siz bilmezken size öğrettiği şekilde.." buyurulnıası, Allah'ın (celle celâlühü) nimetini hatırlatmak içindir. Bu ifâde şu anlama da gelebilir: "- Dininizin daha önce bilmediğiniz hükümlerini, ibâdetlerini ve ezcümle korku ve güven hâllerinde namazı kılma keyfiyetlerini size öğretmesine karşılık siz de Allah'a şükredin." 240"İçinizden Ölüp de geride eş (zevce) ler bırakan kimseler eşlerinin evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar yararlanmalarını (geçimlerinin sağlanmasını) vasiyet etsinler. Ama eğer o kadınlar, kendiliklerinden çıkıp giderlerse, kendileri hakkında Örfe uygun olarak yaptıkları şeylerden dolayı size hiçbir vebal yoktur. Zaten Allah, A'zîz'dir, Hakim'dir." A- "İçinizden ölüp de geride eş (zevce)ler bırakan kimseler, eslerinin evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar yararlanmalarını vasiyet etsinler." Daha önce belirtilen mucib hikmetten dolayı, araya giren bazı hükümlerin beyânından sonra burada yine, asıl konuya dönülmektedir. Bir kırâete göre, bu âyette "kütibe aleyküm / üzerinize yazıldı, farz kılındı" ifâdesi de vardır. Yine bir kıraate göre "vasiyyeten" kelimesi, "vasiyyetün" olarak okunmuştur. Bu takdirde "hüküm" kelimesi mukadderdir (gizlidir). Bunun anlamı sözü geçen kimselere ilişkin hüküm böyledir; demek olur. Özetle, geride eş veya eşler bırakacak olan kimseler, daha ölüm anı gelmeden, ölümlerinden sonra, terekelerinden bir yıl boyunca eşlerinin nafaka ve barınmalarının sağlanması için vasiyette bulunacaklardır. Ancak bu âyetin hükmü, İslâm'ın (Medine döneminin) ilk zamanlarına mahsustur. Sonra bu âyetin müddete ilişkin hükmü, "Sizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına dört ay on gün beklerler.." (Bakara 2/234) meâlindeki âyet ile nesholunmuştur. Çünkü o âyet bu âyetten tilâvette önce fakat nüzulde sonradır. Yine, geride kalan zevcenin bir yıllık nafaka mükellefiyeti daha sonra gelecek miras âyetleriyle ortadan kalkmıştır. Çünkü zevceye, ölenin çocuğu ve oğlunun çocuğu olmadığı zaman mirastan dörtte bir ve onlar olduğu zaman da sekizde bir hisse verilmiştir. Biz Hanefîlere göre mesken hakkı da kalkmıştır. Şâfiiye göre ise, mesken hakkı bâkıîdir. B- "Ama eğer o kadınlar, kendiliklerinden çıkıp giderlerse, kendileri hakkında örfe uygun olarak yaptıkları şeylerden dolayı size hiçbir vebal yoktur Zaten Allah, A'zîz'dir, ." Eğer ölen kimsenin eşi veya eşleri, kendi ihtiyarları, kişisel seçim ve tercihleri ile evlerinden çıkıp giderlerse, meşru ölçüler içinde süslenip güzel kokular sürünerek isteyenlerine görünürlerse, siz idareciler için hiçbir vebal yoktur. Demek oluyor ki sakıncalı olan, bu kadınlar ölen kocalarının evlerinde kalmak istedikleri takdirde onları evden çıkarmaktır. Fakat onlar kocalarının evinde kalıp nafaka almakla nafakadan vazgeçerek çıkıp gitmek arasında muhayyerdirler. Allah (celle celâlühü), A'zîz, her şeye gaalib ve üstündür; emirlerine karşı gelenleri cezalandırır. Hakim'dir; bütün hükümlerinde kullarının iyiliğini gözetir. 241"Boşanmış kadınlar için örfe uygun bir geçim imkânı vardır. Bu takva ehli üzerine bir haktir." A- "Boşanmış kadınlar için örfe uygun bir geçim imkânı vardır." Boşanmış kadınların ister kendileri ile cinsel ilişki kurulmuş olsun, ister olmasın, şer'î örfe ve âdete uygun olarak mutlaka bir mut'a (mal veya para ile yararladırılma) hakları vardır. Bu hak, vacibi de, müstahabı da kapsar. Büyük Tabu âlimlerinden Saîd b. Cübeyr (öl: 713), Ebû'l Akye Reli' b. Mehran (öl: 709) ve İbn-i Şihâb Muhammed el-Zührî (öl: 742), bunu boşanmış bütün kadınlar için vâcib görürler. Bir görüşe göre burada "müt'a"dan murad, iddet bekleyen kadının nafakasidır. Bir görüşe göre de burada boşanmış kadınlardan murad, kendileriyle cinsel ilişki kurulmadan boşanmış olan kadınlardır. Bunun daha öncekinin tekrarı olması te'kid içindir. B- "Bu takva ehli üzerine bir haktir." Yani takva ehline yaraşan budur. 242"İşte Allah, anlayasınız (taakkul edesiniz) diye âyetlerini size açıklıyor " İşte Allah, kulları için koymuş olduğu hükümleri kapsayan âyetlerini böyle açıklıyor. Ta ki muhtevalarını anlayasınız ve gereğini yerine getiresiniz. 243"(Resûlüm), ölüm korkusu ile yurdlarından çıkıp giden o binlerce kişiyi görmedin mi? Allah da onlara "Ölün!" dedi, sonra da onları diriltti. Şüphesiz ki Allah, insanlar üzerinde fadl (lütuf ve ihsan) sahibidir. Fakat insanların çoğu şükretmezler." A- "(Resûlüm), ölüm korkusu ile yurdlarından çıkıp giden o binlerce kişiyi görmedin mi." Bu âyetler, Ehl-i Kitab'tan ve tarihçilerden bu garip kıssayı duymuş olanlara bir açıklamadır. "Elem tere / görmedin mi?" ifâdesi, "görmüş gibi bilgi sahibi olmadın mı?" demektir. Burada söz konusu olan gözle müşahede değil ilmen yakıîn sağlamaktır. Hitab sadece Resûlüllah'a değil nasibi olan herkese müteveccih olabilir. Bu kıssa o kadar meşhur ve yaygındır ki, insanlar bu kıssanın kahramanlarını tanımamış olsalar bile, onların başlarına gelenleri mutlaka öğrenmelidir. Zira âyetin bu ifâdesinden anlaşıldığı gibi kıssa insanları hayret ve taaccübe sevketmek ve ibret almak konusunda güzel bir misaldir. Âyette bu hâdiseyi görmemiş olanın hâli, onu görmüş olanın hâline benzetilmiş, onu görenle görmeyen eşitlenmiştir. Görmeyenlere de görenler gibi hitab edilmiştir. Âyette binlerce kişi olduğu söylenen o topluluk, bir rivâyete göre on bin, bir rivâyete göre otuz bin, diğer bir rivâyete göre de yetmiş bin kişi idi. Kıssaya ilişkin değişik rivâyetler vardır. Şöyle ki: Vasıt (Irak'ta Basra ile Küfe arasında eski bir şehir) taraflarında Daverdân kentinde taun — veba salgını çıktı. Halk, ölmemek için şehri terkedip kaçtı. Bunun üzerine Allah (celle celâlühü), onları öldürdü ve sonra tekrar diriltti. Amaç, insanların bundan ibret almalarını ve Allah'ın (celle celâlühü) hükmünden kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığını anlamalarını sağlamaktı. Bu olay üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra Hazkîl Peygamber (M.Ö. 5), topluca ölenlerin yanından geçti. Geride yalnız dağınık çıplak kemikler kalmıştı. Bu korkunç manzara karşısında Hazkîl (aleyhisselâm), bir hayret ifâdesi olarak ağzını parmaklarıyla kapadı. O zaman Allah (celle celâlühü) ona şöyle vahyetti: "- Haydi onlara, Allah'ın izniyle kalkın (kuumû bıiznillâh); diye seslen!" Hazkîl (aleyhisselâm) de, öylece seslendi. Ve baktı ki, hepsi ayakta: Sübhanek'allahümme ve bihamdike la ilahe illâ ent / Allahım! Seni tesbih ve tenzih ederiz. Hamd sana mahsustur. Senden başka ilâh yoktur!" diyorlar. 3- Bunlar Israiloğullarından bir kavim idi. Hükümdarları, onları cihada davet etmiş fakat onlar ölüm korkusuyla kaçmışlardı. Bunun üzerine Allah (celle celâlühü) da, onların canını almış ve sekiz gün cansız kaldıktan sonra onları tekrar dırıltnıişti. B- "Allah da onlara "Ölün!" dedi." Bu beyân, ya Allah'ın (celle celâlühü) o insanların hepsinin ölümü için defaten tecelli eden iradesinin bir ifâdesi ya da bir âmirin itaatli bir memura verdiği emir misali, hepsini bir tek kişi gibi en yakın zamanda ve en sür'atli şekilde öldürmesine bir temsildir. Nitekim âyette meâlen şöyle buyurulur: "Allah, bir şeyin olmasını dilediği zaman ona sadece "Ol!" der. O da hemen oluverir." 36/82) C- "Sonra da onları diriltti." Bu cümle, makamdan anlaşılan mukadder bir cümle üzerine matuftur. Yani o ilâhî emir üzerine onlar öldüler, sonra Allah (celle celâlühü) onları tekrar diriltti. Bu cümlenin hazfedilmesi, zikrine ihtiyaç bırakmayan delâlet mevcut olduğu içindir. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) muradının, iradesinden geri kalması imkânsızdır. (Allah'ın irade buyurduğu şey, mutlaka gerçekleşir.) Yahut da âyetin bu cümlesi, mukadder bir cümle üzerine değil de, âyetteki "dedi.." cümlesi üzerine matuftur. Çünkü "dedi", öldürmeyi ifâde etmektedir. Bu âyet, cihad ve şehitlik için Müslümanlara cesaret vermekte, ölüme çare ve ondan kaçmak mümkün olmadığına göre, ölümün Allah (celle celâlühü) yolunda olması gerektiğini telkin etmektedir. Ç- "Şüphesiz ki Allah, insanlar üzerinde fadl (lütuf ve ihsan) sahibidir." Allah'ın bütün insanlara lütfü büyüktür. Bu âyet kapsamındaki insanlara da. Çünkü onları başlarına gelenlerden ibret alsınlar diye tekrar hayâta döndürmüştür. Onların kıssasını duymuş olan insanlara da Allah'ın (celle celâlühü) lütfü çok büyüktür; çünkü onlara da ibret almak ve basiretle bakmak yolunu göstermiştir. D- "Fakat insanların çoğu şükretmezler " İnsanların çoğu Allah'ın (celle celâlühü) lütuf ve keremine lâyikı veçhile şükretmezler. Şükrü, ibret almak ve basiret sahibi olmak mânâsında anlamak da mümkündür. "e'n-Nâs / insanlar"ın zamirle değil de zahir isimle zikredilmesi, bu nankörlük hâlinin pek çirkin olduğunu belirtmek içindir. 244"Allah yolunda (fî sebîlillâh) savaşın (mukatele edin). Ve şunu bilin ki Allah, şüphesiz her şeyi kemâliyle işiten (Semi')dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir." A- "Allah yolunda savaşın." Bu cümle, makablinin tâyin ettiği mukadder bir cümleye matuftur. Yani size anlatılan o kıssadan ibret almak suretiyle Allah'ın (celle celâlühü) lütuf ve keremine şükredin ve O'nun yolunda savaşın. Çünkü kıssadan da anlaşıldığı gibi kaçmak, ölümden kurtulmanın çaresi değildir ve mukadderata hiçbir şey engel olamaz. O hâlde eğer ecel gelmiş ise, Allah (celle celâlühü) yolunda bir ölüm olur; yok eğer ecel gelmemiş ise, aziz bir nusrat ve sevab kazanılmış olur. B- "Ve şunu bilin ki Allah, şüphesiz her şeyi kemâliyle işiten (Sem!')dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm) dir." Allah (celle celâlühü), geçmiş ve gelecekte yaşayan insanların bütün sözlerini işitir; içlerinde gizlediklerini de bilir. Hayır veya şer, her işin karşılığını mutlaka verir. Bu itibârla siz, O'nun emirlerine uymakta acele edin ve onlara muhalefetten ve ihmalkâr davranmaktan şiddetle sakının. 245"Kim Allah'a güzel bir borç (karz-ı hasen) verir de Allah, onun verdiğini kat kat (ed'a'f-ı kesîre ile) artırır? Allah, darlık (kabz) da verir genişlik (bast) de. Ve O'na döndürüleceksiniz." A- "Kim Allah'a güzel bir borç (karz-ı hasen) verir de Allah, onun verdiğini kat kat: (eda'f- ı kesîre ile) artırır?" Allah'a (celle celâlühü) ödünç vermek, gelecekteki mükâfata karşılık şimdiden hayırlı işler yapmaya bir misaldir. Ödünç vermekten maksad ya cihad, yani Allah (celle celâlühü) rızâsı için malını ve canını feda etmektir ya da cihadın da öncelikle dahil olduğu bütün sâlih amellerdir. "Eda'f-ı kesîre / kat kat artırmak, çoğaltmak" dan maksad, miktarını yalnız Allah'ın bildiği, çok sayı; bir görüşe göre ise, bir amele karşı yedi yüz sevab demektir. B- "Allah, darlık (kabz) da verir, genişlik (bast) de." Allah hikmetine mebni kiminin rızkını daraltır; kiminin bollaştırır yahut Allah aynı insanın bazen rızkını daraltır; bazen de genişletir. O hâlde siz de, Allah'ın (celle celâlühü) bahşettiği rızık bolluğunda cimrilik yapmayın ki, O da, sizin iyi hâlinizi değiştirmesin. Darlıktan sonra bolluğun zikredilmesi, darlıktan sonra bolluk geleceğini imâ ve belki de fakirleri teselli etmek içindir. C- "Ve O'na döndürüleceksiniz." O'na döndürüldüğünüzde O, daha önce yaptığınız hayrın karşılığını hayır ve şerrin karşılığını da şer olarak verecektir. 246"(Resûlüm), Mûsa'dan sonra, îsrâiloğullarından bir takım ileri gelenleri görmedin mi (görmüş gibi bilgi sahibi olmadın mı)? Hanı onlar Peygamberlerine şöyle demişlerdi: "- Bize bir melik (kral, hükümdar) gönder ki Allah yolunda savaşalım." Peygamberleri de: "- Ya üzerinize bir savaş (kıtal) yazılır (farz kılınır) da savaşmazsınız?" demişti. Onlar da şöyle dediler: "- Allah yolunda ne diye savaşmayalım? Biz hem yurdlarımızdan çıkarıldık hem de oğullarımızdan ayrı düşürüldük." Vaktaki onların üzerine savaş yazıldı onlardan pek azı müstesna diğerleri (savaştan) yüzçevırdiler. Allah, o zâlimleri bilen (A'lîm) dir." A- "(Resûlüm), Mûsa'dan sonra, îsrâiloğullarından bir takım ileri gelenleri görmedin mi? Hani onlar Peygamberlerine şöyle demişlerdi:" Daha önceki gibi bu da, kıssayı duyanlara ibret almalarını tektin eder. İkisi arasında başka âyetlerin zikredilmesi, bunun ibreti gerektiren müstakil bir hâdise olduğundandır. Kaldı ki, bu ikisi arasında yer alan âyetlerle de bunların irtibati vardır. Zira aradaki âyetler de Allah yolunda savaşı emreder. "Kavmin melei", o toplumun sözü geçenleri, ileri gelenleri ve eşrafı demektir. Mele' kelimesi, cemaat ismi olup aynı kökten tekili yoktur. Tıpkı kavun kelimesi gibi. "Mel´" lügatte doldurmak anlamındadır. Kavmin ileri gelenlerine bu isim verilmiştir. Çünkü onlar, mehabet olarak gözleri ve ziynet olarak da meclisleri doldururlar yahut onların evleri arzu edilen nimetlerle doludur. Mûsa'dan sonra onlara gönderilmiş olan Peygamber, Yûşâ b. Nûn b. Efraîm b. Yusuf (aleyhisselâm) idi. Bir rivâyete göre Yakûb'un oğlu Lavî'nin soyundan Şem'ûn b. Sûbe b. Alkame idi. Bir rivâyete göre de, Eşmoîl b. Bâli b. Alkame idi. Eşmoîl, İsmail adının İbranîcesidir. Mukatil'e göre bu peygamber, Harun'un soyundan idi. Mücâhid'e göre ise, Eşmoîl b. Helkayâ idi. B- "Bize bir melik (kral, hükümdar) gönder ki Allah yolunda savaşalım." Bize bir kral, kumandan tâyin et ki, savaş tedbirlerinde onun görüşlerinden faydalanalım. C- "Peygamberleri de: "- Ya üzerinize bir savaş yazılır da savaşmazsınız?" demişti ." Bu cümle, bir istinaf cümlesi olup kelâmın siyakından akla gelen gizli bir sualin cevabıdır. Yani "O zaman peygamber, kendilerine ne söyledi?" sualine "Ya savaş size farz kılınır da..." cevabı verilmiştir. Yani sizden beklediğim gibi... Bundan murad, o kendilerinden beklenen emre muhalefet olacaktır. Âyette, "-Ya bir kumandan göndersem de siz yine savaşmazsanız?" değil de "-Ya üzerinize bir savaş (kıtal) yazılır (farz kılınır) da savaşmazsanız?" buyrulmasi, onların davranışlarının daha mübalağak olarak ifâde edilmesidir. Çünkü onlar, savaş kendilerine farz kıhndığı hâlde savaştan kaçındıklarına göre, farz olmaması hâlinde evleviyetle savaşmayacaklardı. Bir de, onların savaştan kaçınmalarının sebebi olarak, kendilerine Tâlût'un hükümdar tâyin edilmesi de akla gelebilir. Ç- "Onlar da şöyle dediler (Kaalû): "- Allah yolunda ne diye savaşmayalım? Biz hem yurdlarımızdan çıkarıldık hemde oğullarımızdan ayrı düşürüldük." Bu cümle de bundan önceki cümle gibi istinaf cümlesidir. Onlar da şunu demişlerdi: "- Biz neden, hangi sebeble savaşmayacakmışız? Yurtlarımızdan çıkarıldık, çoluk çocuğumuzdan mahrum edildik. Şu basımıza gelenler, elbette savaşmamızı gerektiriyor." " Çocuklarımızdan ayrı düşürüldük" ifâdesinin ayrıca zikredilmesi, savaşma sebeplerini daha da güçlendirmek içindir. Rivâyetlere göre, Amalika halkı Amalîk b. Ad'ın soyundan gelen Câlût adındaki zorbanın idaresinde Mısır ile Filistin arasında Akdeniz sahilinde yasıyorlardı. Bunlar İsraioğullarına saldırıp yurtlarını işgal ve çocuklarını esir ettiler. Israiloğullarını vergiye bağladılar, Tevrat'ı da ellerinden aldılar. D- "Vaktaki onların üzerine savaş yazıldı onlardan pek azı müstesna diğerleri (savaştan) yüzçevirdiler." Ne zaman ki kendilerine savaş farz kılındı ve emri altında savaşmaları için kendilerine bir de kumandan tâyin edildi, önce savaşmak üzere harekete geçtiler fakat düşmanın çokluğunu ve gücünü görünce yüzçevırdiler. Nitekim ilende tafsilatı gelecektir. Burada sonucun mücmel olarak zikredilmesi, onların sözleri ile fiilleri arasındaki çelişkiyi göstermek içindir. Yüz çevirmeydiler o ırmağın suyundan bir avuç alıp geçenlerdi ki, sayıları Bedir mücahitlerinin sayısı kadar, yani üçyüz on üç idi. E- "Allah, o zâlimleri bilen (A'lim)dir." Bu cümle, makabli için bir zeyl (ilâve) mâhiyetin dedir. Aynı zamanda savaştan yüz çeviren, cihadı terkeden ve sözleri ile fiilleri birbirini tutmayanlara karşı işledikleri zulüm sebebiyle ceza vatdini muhtevidir. 247"Peygamberleri onlara şöyle demişti: "- Şüphesiz Allah, sizin için Tâlût'u hükümdar olarak gönderdi." Onlar: "- O, bizim üzerimize nasıl mülk (hüküm ve saltanat) sahibi olabilir? Hükümdarlığa biz ondan daha lâyıkız. Ona malca da bir genişlik (vüs'at) verilmemiştir" dediler. Peygamberleri de dedi ki: "- Şüphesiz onu sizin üzerinize hükümdar olarak Allah seçmiş ve ona ilim (bilgi) ve cisimce (güç, kuvvet) zıyâdelik ve genişlik vermiştir. Allah, mülkü dilediğine verir. Allah, rahmeti geniş olan (Vâsi')dır, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir." A- "Peygamberleri onlara şöyle demişti: "- Şüphesiz Allah, sizin için Tâlût'u hükümdar olarak gönderdi." Bundan önceki âyette, onların hâllerine mücmel olarak işaret edildikten sonra burada, Peygamberleriyle aralarında cereyan eden konuşmanın tafsilatına girilmektedir. Peygamberleri, onlara gelen vahyi bildirdi. Rivâyete göre Peygamber (aleyhisselâm), bir kumandan tâyin buyurulması için Rabbine yalvardı. Kendilerine kumandan olacak kişinin boyunun ölçüleceği bir asâ gönderildi. Ölçüm yapıldı; Tâlût'tan başkasının boyu asanın uzunluğuna denk gelmedi. B- "Onlar: "- O, bizim üzerimize nasıl mülk (hüküm ve saltanat) sahibi olabilir? Hükümdarlığa biz ondan daha lâyikız. Ona malca da bir genişlik (vüs'at) verilmemiştir " dediler." Bu cümle de geçen cümle gibi istinaf cümlesi olup mukadder (Onlar ne demişlerdi?) sualinin cevabıdır. İleri sürülen itiraz şudur: "- Onun bize hükümdarlık, kumandanlık etmeye hakkı yoktur; çünkü içimizde bu göreve ondan daha lâyık (ehakk) olanlar vardır. Servet sahibi de değildir." Onların Tâlût'un hükümdarlığını yadırgamalarının sebebi aslında şu idi: İsrailoğullarında peygamberlik, Yakub'un oğlu Lavı sıbtına; kırallık da, Yahuzâ sıbtına mahsus idi. Dâvud ve Süleyman (aleyhisselâm) da bu sıbttan idiler. Tâlût ise, bu iki sıbttan da değildi; o, Yakub'un (aleyhisselâm) oğlu Bünyamin evlâdından idi. C- "Peygamberleri de dedi ki (Kale) : "- Şüphesiz onu sizin üzerinize hükümdar olarak Allah seçmiş (istifa etmiş) ve ona ilim (bilgi) ve cisimce (güç, kuvvet) ziyâdclik ve genişlik vermiştir " Onlar Tâlût'u, kraliyet hanedanından ve servet sahibi olmadığından yadırgadılar. Peygamberleri de onları şöyle uyardı: "- Bu işte asıl olan, Allah'ın (celle celâlühü) seçimi (istifası)dir. Allah (celle celâlühü) gerekeni sizden daha iyi bilir. İkincisi, bu vazifenin gereği, geniş bilgidir. Çünkü ancak bilgi sayesinde işlerin iyi idaresi mümkündür. Bir de cesamet (büyüklük) yani güç lâzımdır. Çünkü ancak cesametle korku salınır ve düşmana karşı mukavemete muktedir olunur. Her iki bakımdan da Allah onu çokça nasiblendırmiştir. Allah (celle celâlühü) ona hem idare hem de diyanet ikilinde üstünlük verdi. Bir görüşe göre, Tâlût'a peygamberlik verildi ve kendisine vahyedildi. Tâlût'a verilmiş olan bedenî üstünlük, bir rivâyete göre boyunun uzun olması idi. Diğer insanlardan boyu en uzun olanı onun ancak omzuna yetişebiliyordu. Bir görüşe göre de Tâlût'un bedenî üstünlüğü çok yakışıklı olmasıydı. Öyle anlaşılıyor ki Tâlût hem akılca hem de bedenî güç ve kuvvetçe üstün bir şahsiyetti. Ç- "Allah, mülkü dilediğine verir." Çünkü mülk ve melekûl: âlemlerinin yegâne mâliki Allah'tır (celle celâlühü); O, dilediği her şeyi yapar; hiçbir güç O'na engel olamaz. Bundan dolayı Allah, mülkü, hüküm ve saltanatı, hükümdarlığı kullarından dilediğine verir. D- "Allah rahmeti geniş olan, her şeyi hakkıyla bilendir." Allah (celle celâlühü), rızık ve imkânları genişleten, yoksulu zengin edendir. Allah, kimin hükümdarlığa lâyık olduğunu, kimin olmadığını elbette bilir. 248"Peygamberleri onlara şöyle demişti: "- Onun mülkünün (hükümdarlığının) delili, içinde Rabbinizden bir sekinet ile Mûsa ve Hârun ailelerinden kalma bakıyyelerin bulunduğu tâbutun size gelmesidir. Onu melekler getireceklerdir. Eğer gerçekten mü'minler iseniz bunda, sizin için ibretler vardır." A- "Peygamberleri onlara şöyle demişti: "- Onun mülkünün (hükümdarlığrnın) delili, içinde Rabbinizden bir sekine ile Mûsa ve Harun ailelerinden kalma bakıyyelerin bulunduğu tâbutun size gelmesidir. Onu melekler getireceklerdir." "Peygamberleri onlara şöyle demişti: "- Şüphesiz Allah sizin için Tâlût'u melik olarak gönderdi" (2/247) cümlesi ile, "- Tâlût'un hükümdarlığının delili... tâbutun size gelmesidir" (2/248) cümlesi arasına başka cümleler girmesi, iki cümlenin birbiriyle bağlantılı olmadığına işarettir. Muhataplar tarafından söylenmiş olan bir kelâmın araya girmesi, makablinin devamı ve mâbâdinin mucibi olmasındandır. Sanki onlar, Peygamberlerinden, Allah'ın (celle celâlühü) Tâlût'u hükümdar olarak seçtiğini gösteren bir alâmet istemişler de onun üzerine bu kendilerine verilmiştir. Rivâyete göre onlar: "- Tâlût'un hükümdarlığının alâmeti nedir?" diye sormuşlar. Bunun üzerine Peygamberleri de: "-Tâlût'un hükümdarlığının alâmeti, o tâbutun size gelmesidir" demiş. Bu âyette sözü edilen tâbut, Tevrat'ın içinde bulunduğu sandık idi. Allah (celle celâlühü), Mûsa'nın (aleyhisselâm) ölümünden sonra İsrâiloğullarının isyanlarından ve zulümlerinden dolayı onlara buğz ederek tâbût'u semâya kaldırmıştı. Sonra Israiloğulları, peygamberlerinden, Tâlût'un hükümdar olarak tâyin edildiğini gösteren bir alâmet isteyince, peygamberleri onlara dedi ki: "Tâlût'un hükümdarlığının alâmeti o tâbût'un meleklerin muhafazasında gökten size gelmesidir." Sonra o tâbut, Peygamberlerinin anlattığı gibi onların gözü önünde inmeye başladı ve nihayet Tâlût'un yanına gelip durdu. Bu, İbn Abbâs'ın (radıyallahü anh) görüşüdür. Eski târih erbabı ise diyorlar ki: "Allah (celle celâlühü), Âdem'e bir tâbut (sandık) indirdi. Bu tâbût'un içinde, onun evlâdından gelecek Peygamberlerin temsilleri (temâsil-i enbiya) vardı. Bu tâbut, şimşir ağacından olup yaklaşık üç arşın uzunluğunda ve iki arşın genişliğinde idi. Tâbut, Âdem'den (aleyhisselâm) vefat edinceye kadar onun yanında kaldı. Âdemden sonra miras yoluyla evlâdının evlâdına intikal etti. Nihayet Yakub'a (aleyhisselâm) ulaştı ve ondan sonra İsrâiloğullarının elinde kaldı. Sonra da Mûsa'ya (aleyhisselâm) geldi. Mûsa Tevrat'ı bu tâbutun içine koyuyordu ve savaştığı zaman da tâbutu askerin önde bulunduruyordu. Böylece İsrâiloğulları, bu tâbuttan itmi'nan ve sükûnet buluyorlardı. Mûsa vefat edinceye kadar tâbut onun yanında kaldı. Ondan sonra yine İsrâiloğullarının eline geçti. İsrâiloğulları, bir konuda ihtilafa düştükleri zaman onun hakemliğine baş vuruyorlardı. Tâbut (tabutun içindeki Tevrat'ı okuyan din adamları) da onlarla konuşur ve aralarında adaletle hükmederdi. İsrâiloğulları, savaşa çıktıklarında onu önlerinde bulunduruyor ve düşmanlarına karsı zafer vesilesi sayıyorlardı. Melekler, tâbutu askerin üstünde taşıyorlardı. (Belki de bu ifâde mecazî olup uzun direklerin üstünde taşınan tabutun maiyetinde meleklerin bulunması anlamındadır.) Savaş sırasında tâbuttan bir haykırış işittikleri zaman, bunu kesin zafer işareti sayıyorlardı. Daha sonra İsrâiloğulları Allah (celle celâlühü)ın emirlerine isyan edip bozgunculuk yapmaya başlayınca, Allah (celle celâlühü), Amalika kavmini onların basına musallat etti. Amalikalılar, onları yenip tâbutu da ellerinden aldılar ve onu götürüp idrar ve gaita çıkardıkları yere (fî mevzıi'l- bevli ve'l-ğâitı) (helâ) koydular. Sonra Allah (celle celâlühü), Tâlût'u hükümdar yaptı ve Amalika kavmini öyle bir belâya maruz kıldı ki tâbutun yanında dışkılarını bırakanlar, basura yakalandılar. Amalika şehirlerinden beşinin halkı bu sebeble helâk oldu. Sonunda Amalika kavmi, bu belânın sebebinin, tâbuta hakaretleri olduğunu anladı. Nihayet tâbutu iki öküze yüklediler, (iki öküzün taşıdığı bir arabaya yüklediler veya iki öküzün boyunduruğunun üzerine bağladılar.) Öküzler yola koyuldular. Allah (celle celâlühü), dört meleği bu isle görevlendirdi. Melekler, öküzleri sürüp getirdiler ve nihayet Tâlût'un evine vardılar. İsrâiloğulları, Peygamberlerinden, Tâlût'un hükümdarlığına dâir bir alâmet isteyince, Peygamberleri de onlara dedi ki: "- Tâlût'un hükümdarlığının alâmeti, tâbutu onun evinde bulmanızdır." Onlar da tâbutu Tâlût'un evinde bulunca, onun hükümdarlığına kesin olarak inandılar. Meleklerin, tâbût'u taşımaları keyfiyeti daha önce geçti. Tâbutun iki öküze yüklendiği rivâyetine göre ise, meleklerin tâbutu taşımaları, onu taşıyan öküzleri sürmeleri anlamında olmalıdır. Meleklerin taşıdığı tâbutun gelmesinde İsrâiloğulları için Rabblerinden bir iç huzuru, sükûnet ve rahatlama vardı yahut tâbût'un içinde bulunan Tevrat'ta onlar için kalblerini dolduran bir itmi'nan ve huzur vardı. Nitekim daha önce geçtiği gibi, Mûsa (aleyhisselâm) savaşırken tâbût'u önde bulunduruyordu. Böylece İsrâiloğulları, onunla huzur, sükûnet ve cesaret buluyorlardı. Bir görüşe göre de âyette geçen (ve iç huzuru olarak tercüme edilen) sekmet, zebercetten (zümrüt nevinden) veya yakuttan bir suret idi. Kedinin başı ve kuyruğu gibi başı ve kuyruğu ve iki kanadı vardı. Düşmanla karşı karşıya geldiklerinde bu suret bir inilti sesi çıkarıyordu. O zaman tâbut, düşman üzerine yürüyordu ve onlar da onunla beraber yürüyorlardı. Tâbut, durunca onlar da duruyor ve sebat gösteriyorlardı. İşte o zaman ilâhî nusret (yardım) iniyordu. Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre, anılan sekinenin insan gibi yüzü vardı ve tâbût'tan ses çıkaran bir rüzgâr esiyordu. 249"Vaktaki Tâlût askerleriyle ayrıldı. Onlara dedi ki: "- Şüphesiz Allah, sizi bir nehirle sınıyor. Artık kim ondan içerse o benden değildir. Ama onu tatmayan bendendir. Eliyle bir avuç içen müstesna." İçlerinden pek azı dışında hepsi ondan içtiler. O ve onun beraberinde bulunanlar nehri geçtiklerinde şöyle dediler: "- Bu gün bizim Câlût'a ve onun askerine karşı hiçbir gücümüz yoktur." Allah'a kavuşacaklarına (mülâkıî olacaklarına) yakıînen inananlar ise şunları söylediler: "- Nice sayıca az birlikler Allah'ın izniyle sayıca çok birlikleri yenmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir." A- "Vaktaki Tâlût askerleriyle ayrıldı. Onlara dedi ki (kaale): "- Şüphesiz Allah, sizi bir nehirle sınıyor. Artık idm ondan içerse o, benden değildir. Ama onu tatmayan bendendir. Eliyle bir avuç içen müstesna." Yani Tâlût, askerleriyle Beytülmakdis'ten ayrıldıktan sonra... Rivâyete göre Tâlût, kavmine şöyle demiş. "- Bir bina inşasına başlayıp da henüz onu tamamlamayanlar, ticâretle iştigal edenler, bir kadınla evlenip de henüz zifaf olmayanlar benimle savaşa gelmesinler. Yalnız morali yerinde, gayretli, çalışkan ve bir işle meşgul olmayan gençler benimle gelsin!" Onun bu çağrısı üzerine seçkin askerlerden seksen bin kişi toplandı. Senenin en sıcak günleri idi. Askerler, çölleri geçerken, Allah'ın (celle celâlühü) onlar için bir ırmak akıtmasını istediler (Belki de bu, o bölgede bulunan bir ırmağın üzerinden geçmek istemelerinin mecazî bir ifadesidir). Allah'ın emri Peygamberleri (aleyhisselâm) tarafından Tâlût'a bildirilince veya Tâlût'un Peygamber olduğunu söyleyenlere göre, Allah'ın (celle celâlühü) emri vahiy yolu ile kendisine bildirilince dedi ki: "- Şüphesiz Allah sizi bir nehirle sınıyor. Artık kim suyu yerinden ağzıyla içerse, o benim topluluğumdan, benim taraftarlarımdan, benimle beraber olanlardan değildir; kim ondan tatmazsa, işte o hakikaten bendendir. Yalnız suyu elleriyle avuçlayarak alanlar müstesna." Bu istisna, birinci cümleye râci iken, ikinci cümleden sonra getirilmesi, ikinci cümlenin önemine binaen hemen zikredildiği içindir. Yani suyu elleriyle avuçlayarak alıp içmelerine izin verilmiş; suyu ağızlarıyla yerinden içmeleri yasaklanmıştır. "Ğurfet / bir avuç su" kelimesi mastar olarak "gartet" şeklinde de okunmuştur. Rivâyete göre, suyu avuçlayarak alanların aldıkları su, içmelerine, diğer ihtiyaçlarına ve hayvanlarına da kifayet etti. Ağızlarını suya dayayıp içenlerin dudakları karardı ve hararetleri kat kat arttı. B- "İçlerinden pek azı müstesna hepsi ondan içtiler." Bu cümle, makamın gerektirdiği mukadder bir cümleye matuftur. Yani onlar, bir ırmakla sınandılar ve pek azı müstesna, hepsi ağızlarıyla suyu yerinden yudumlayarak içtiler. - "O ve onun beraberinde bulunanlar nehri geçtiklerinde şöyle dediler: "- Bugün bizim Câlût'a ve onun askerine karsı hiçbir gücümüz yoktur " Tâlût'un beraberinde bulunan mü'minlerden kimileri, diğerlerine: "- Bu gün bizim, Câlût ve askerlerini yenmek şöyle dursun, onlarla savaşmaya ve onlara karşı mukavemet göstermeye gücümüz yok." Bazı mü'minler, Câlût'un askerlerinin çokluğunu ve onların savaş gücünü gördüklerinde bunu söylemişlerdi. Rivâyet olunuyor ki, Câlût'un ordusu tam techızatlı yüz bin savaşçıdan oluşuyordu. Ç- "Allah'a kavuşacaklarına (mülâkiî olacaklarına) yakıînen inananlar ise şunları söylediler : "- Nice sayıca az birlikler Allah'ın izniyle sayıca çok birlikleri yenmiştir. Allah, Sabredenlerle beraberdir." Bunlar, âhiret günü yeniden diriltilerek Allah'a (celle celâlühü) kavuşacaklarına yakînen imân eden ve Allah (celle celâlühü) yolunda savaşın mükâfatını bekleyen hâlis mü'minlerdi. Yalnız o yakînî imân ile inananları bu şekilde vasıflandırmak, diğerlerinin de mü'min olmalarıyle çelişmez. Çünkü mü'minlerin, yakîn imân ile hayırlı amellerin mükâfatını beklemek konusunda dereceleri değişiktir. Yahut Allah'a kavuşacaklarına imân edenlerden murad, yakında şehit düşüp de Allah'a kavuşacaklarına inananlar demektir. Bir görüşe göre de" Bizim, Câlût'a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yok." diyenler, emre uymayip da hüsrana uğrayanlardır. Belki de bunlar, ırmağın öbür tarafına geçmiş olan mü'minlere bu şekilde seslenip geri kalmalarının mazeretini beyân ediyorlardı. Allah'a (celle celâlühü) kavuşacaklarına imân edenlerden maksad Tâlût'un yanında bulunan bütün mü'minlerdir. Hulâsa, nice sayıca az topluluklar, sayıları kendilerinden kat kat fazla toplulukları Allah'ın (celle celâlühü) hükmü ve müyesser kılmasiyla yenilgiye uğratmıştır. Çünkü bütün işler, Yüce Allah'ın iradesine göre sonuçlanır. Bu itibârla Yüce Allah'ın yardımına mazhar olanlar, sayıları ve imkânları az da olsa, zelil olmazlar; Yüce Allah'ın yardımından mahrum kalanlar ise, sayıları ve imkân lan fazala da olsa azîz olmazlar, gaalib gelemezler. Emre uyanların emre uymayanlara verdikleri cevapta önemli bir nükteye işaret edilmiştir. Şöyle ki: Emre uymayanların "karşı koyacak gücümüz yok" demelerine karşılık "nice az birlikler, çok birliklere karşı koyabilmişlerdir" değil de "nice sayıca az birlikler sayıca çok birlikleri yenmiştir" ifâdesi tercih edilmiştir. Bu, emre uymayanların iddialarını daha kuvvetlice? reddetmek ve gönüllerini teskin etmek içindir. Bu cevap, o mü'minlerin, Allah'ın (celle celâlühü) yardım ve tevfikine sonsuz güvenlerinden kaynaklanmıştir. Bunun, Allah'a (celle celâlühü) kavuşacaklarına yakînen imân etmekle alâkası olmadığı gibi, şehid düşeceğini kesin olarak bilmekle de alâkası yoktur. Çünkü şehid düşeceğini bilmek, gaalib gelmekten umudu kesmeye de sebep olabilir. Yine bunun, Allah'ın vereceği mükâfatı beklemekle de ilgisi yoktur. Ve şüphesiz bu makamda zikredilen şey, hükmün sebebi ve en azından ona uygun bir vasıf olmalıdır. Bu itibârla belki de burada Allah'a (celle celâlühü) kavuşmaktan maksad, O'nun nusret ve inÂyetine kavuşmaktır. Bu şekilde ifâde edilmesi ise, mübalağa içindir. Nitekim âyetin sonunda da "Allah sabredenlerle beraberdir." cümlesinden kastedilen mânâ da, Allah (celle celâlühü) ın, sabredenlere kesin nusret ve tevfikidir. Kısaca ifâde etmek gerekirse Peygamberleri veya tâbut veya sekine vasıtasıyla Azîz Allah'ın nusretine kavuşacaklarına inananlar şöyle demişlerdir: "- Nice az sayıda mü'min, çok sayıdaki kâfiri Yüce Allah'ın izniyle yenmiştir. O hâlde biz de, Câlût ve ordusunu yeneceğiz." 250"Câlût ve askerlerine karşı çıktıklarında şöyle duâ ettiler: "- Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımızı tesbit et (sağlamca yere bastır). Kâfirler kavmine karşı bizi mansur ve muzaffer eyle." A- "Câlût ve askerlerine karşı çıktıklarında söyle duâ ettiler: "- Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır." Tâlût ve beraberindeki mü'minler, savaş meydanında Câlût ve askerleriyle savaşmak üzere savaş düzenine geçerek onlarla karşı karşıya gelip onların sayılarını ve imkânlarını görünce ve normal savaş şartları muvacehesinde onlara güçleri yetmeyeceğine kanaat getirince, o maneviyatı düşük birinci fırka da, yüksek imân ehli ikinci fırkanın cesaret vermesiyle ruhen güçlendiler ve hepsi birlikte Allah'a yalvararak O'ndan şöyle yardım dilediler: "- Ey Rabbimiz! Sen bizim üzerimize sabır yağdır; savaşın güçlüklerine katlanmak, zor şartlarım göğüslemek için Sen bize bol sabır ihsan eyle!" Bu duada, yaratıkları kemâle erdirme anlamını taşıyan "Rabb" unvanını vesile yapmaları (Ey Rabbimiz! demeleri), çokluk bildiren ifrağ (yağdırma) fiilinin tercih edilmesi ve sabır kelimesinin büyüklük belirten şekliyle nekıre (elif lâmsız) olarak kullanılması, apaçık bir mükemmeliyet ifadesidir. b- "Ayaklarımızı tesbit et." Bunun açık anlamı şudur: "- Savaşın kaygan zeminlerinde ayaklarımızı sabit eyle; çarpışma anlarında bize kuvvet, kararlılık ver; mukavemet gücümüzü sağlamlaştır, kaydırma, sarsma ya Rab!" C- "Kâfirler kavmine karsı bizi mansur ve muzaffer eyle." "- Onları kahreylemek ve hezimete uğratmak suretiyle bizi muzaffer eyle ya Rab!" Burada Câlût ve ordusu yerine kâfirler denmiş olması, ilâhî yardımın illet ve sebebini bildirmek içindir. Bu mü'minler, dualarında güzel bir tertibe riâyet etmişler önce sabırlı ve kararlı, sonra sabit kadem olmayı; nihayet nusret ve zafere ulaşmayı dilemişlerdir. 251"Allah'ın izniyle onları hezimete uğrattılar. Dâvud da Câlût'u öldürdü. Allah, ona mülk ve hilmet verdi ve dilediği şeyleri ona öğretti. Eğer Allah, insanlardan bazılarını bazılarıyle def etmemiş olsaydı yeryüzünü fesad götürürdü. Fakat Allah, âlemler üzerinde facil (lütuf ve ihsan) sahibidir." A- "Allah'ın izniyle onları hezimete uğrattılar." Duaları Allah (celle celâlühü) katında müstecab oldu ve onlar Allah'ın yardım ve ınâyetiyle kısa bir zaman içinde Câiût'un ordusunu hezimete uğrattılar. Al-i Imrân (3) sûresinin 147 ve 148. âyetlerinde: "Onların sözleri ancak "- Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve işımizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer eyle!" demekten ibaretti." (3/147) "Allah da onlara dünya nimetini ve âhiret sevabının güzelliğini verdi." (3/148) buyurulduğu hâlde burada duadan sonra, "Allah'ın izniyle onları hezimete uğrattılar" ifâdesinin tercih edilmesi, onların, "Nice sayıca az birlikler, Allah'ın izniyle sayıca çok birlikleri yenmiştir" mealindeki sözlerini muhafaza içindir. B- "Dâvud da Câlût'u öldürdü " Davud'un babası Işâ da altı oğlu ile beraber Tâlût'un ordusunda bulunuyordu. Dâvud onun yedinci oğlu idi; o zaman Dâvud henüz küçük olup koyun çobanlığı yapıyordu. Bu sırada Allah İsrâiloğullarının Peygamberine vahiyle Câlût'u öldürecek kişinin Dâvud olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Tâlût, Davud'u babasından istedi. Dâvud, Tâlût'un yanına gelirken yolda üç taşın yanından geçerken her biri, Allah'ın (celle celâlühü) emriyle dile gelerek: "- Beni al; benimle Câlût'u öldüreceksin!" dedi. Dâvud da, onları alıp torbasına koydu. Bir rivâyete göre de, savaşta Davud'un babası, düşman karşısındaki saflarda bulunan çocuklarından uzunca bir zaman haber alamayınca, onlardan bir haber getirmek için Davud'u gönderdi. Dâvud onların yanına geldiğinde onlar çarpışma hâlinde bulunuyorlardı ve o sırada Câlût savaş meydanında teke tek döğüşmek için er istiyordu; kimse de karşısına çıkamıyordu. Câlût o kadar uzun boylu idi ki, gölgesi bir mildir, denirdi, işte o sırada Dâvud, kardHanımlarına: "- Yahu, içinizde şu sünnetsize karşı çıkacak kimse yok mu?" deyip onun karşısına çıkmak istedi; fakat kardeşleri ona engel oldular. Bunun üzerine Dâvud, kardeşlerinin bulunmadığı bir cepheye geçti. O sırada Tâlût da, onun yanından geçiyordu ve askerleri savaşmaya teşvik ediyordu. Dâvud, ona; "- Şu sünnetsizi öldürecek kimseye ne ödül vereceksiniz?" dedi. Tâlût da: "- Onu kızımla evlendireceğim ve ülkemin yarısını da ona vereceğim" dedi. O zaman Dâvud, Câlût'un karşısına çıktı ve yanında taşıdığı tasları sapanla ona attı. Taşlar, Câlût'un göğsünü deldi geçti ve arkasında bulunan çok sayıda askeri de öldürdü. Bir rivâyete göre de, o taşlar, savaş meydanında Dâvud, Câlût'un karşısına çıktığı zaman onunla konuşmuşlardı. Savaştan sonra Tâlût, Davud'a verdiği sözü yerine getirdi. Bir rivâyete göre de, Tâlût, Davud'u kıskandı ve onu ülkesinden çıkardı; sonra da yaptığına pişman oldu ve onu aramaya çıktı; sonunda da öldürüldü. Davud'a da hükümdarlık ve peygamberlik verildi. C- "Allah da ona mülk ve hikmet verdi ve dilediği şeyleri ona öğretti." Allah da Davud'a mukaddes toprakların hem doğusunu, hem batısını kapsayacak şekilde İsrailoğullarının hükümdarlığını verdi ve onu Peygamber yaptı. Dâvud'dan önce hükümdarlık ve peygamberlik bir şahısta hiç toplanmamıştı; ilk kez bu, Davud'a nasib oldu. Ondan önce hükümdar İlk ve Peygamberlik İsrailoğullarının ayrı sıbtlarmda idi. Yine Dâvud'dan (aleyhisselâm) önce İsrailoğulları bir hükümdarda hiç ittifak etmemişlerdi. Allah (celle celâlühü), Davud'a (aleyhisselâm) kendi dilediği ilimlerden öğretti. Bazılarının dediği gibi Davud'un (aleyhisselâm) dilediği ilimlerden değil.. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) ona öğrettiklerinin çoğu, neredeyse hiç kimsenin aklına gelmeyen bilgilerdi. Demiri yumuşatıp zırh yapmak, kuşların ve hayvanların seslerinin mânâlarını anlamak ve benzeri sırlar gibi. Ç- "Eğer Allah, insanlardan bazılarını bazılarıyla def etmemiş olsaydı yeryüzünü fesad götürürdü." Eğer anlatılan kıssada veya diğer misallerde olduğu gibi, yeryüzünde şer ve fesad çıkarmaya girişen insanlar, Allah'ın buyruğu gereği hak ehlinin elleriyle bertaraf edilmemiş olsaydı, tarım yapılmaz, nesiller yetiştirilmez ve yeryüzü imar ve ıslah edilmezdi. Bir görüşe göre de, yani eğer Allah (celle celâlühü), Müslümanları kâfirlere karşı muzaffer kılmasaydı, kâfirlerin Müslümanları öldürmeleriyle yeryüzü tamamen fesada uğrardı. Yahut eğer Allah'ın (celle celâlühü) kâfirleri Müslümanlar vâsitasiyle savmamış olsaydı, küfür yeryüzünü tamamen kaplar ve bütün insanlığa ilâhî azab inerdi; sonunda da yeryüzü sakinleri helake uğrardı. D- "Fakat Allah âlemler üzerinde fadl (lütuf ve ihsan) sahibidir." Allah'ın (celle celâlühü) bütün âlemlere lûtfu o kadar büyüktür ki, sınırlarını tasavvur etmek bile mümkün değildir. Yani Allah'ın bir kısım insanları diğerleriyle savması, Kendisine vâcib değildir; bu O'nun lûtfudur ve O'nun lûtfu bundan ibaret de değildir; fakat bu, Allah'ın (celle celâlühü) sayısız lût utlarından yalnız bir tanesidir. Bu cümle ile âdeta şöyle deniyor: Ancak Allah (celle celâlühü), bir kısım insanları diğerleriyle savmaktadır; bundan dolayı da yeryüzünün düzeni bozulmamakta, bunun sayesinde âlemin nizamı sağlanmakta ve ümmetlerin ahvâli de maslahata uygun olarak sürüp gitmektedir. 252"İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları hakla sana okuyoruz. Ve hiç şüphe yok (Resûlüm) sen gönderilen Peygamberlerdensin." A- "İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları hakla sana okuyoruz." "Tilke /İşte bunlar", daha önce zikredilen o ölüm korkusuyla binlerce kişilik kafileler hâlinde yurtlarını terk edenlerle Tâlût'un tafsilatla anlatılan kıssasına işarettir. Uzaktaki şeyleri işaret eden "tilke" kelimesi, işaret ettiği şeylerin sânlarının pek yüksek olduğunu zımnen ifâde etmek için kullanılmıştır. o târihî olayları anlatan sözler, Allah katından indirilmiş âyetlerdir ki, onları Cibril (aleyhisselâm) vasıtasıyla sana hak olarak okuyoruz; Ehl-i Kitab'tan ve târih erbabından insaf sahibi olanların bunda şüphesi yoktur; çünkü Kitablarında yazılı olana uygundur. B- "Ve hiç şüphe yok (Resûlüm), sen gönderilen Peygamberlerdensin." "- Resûlüm! Sen şüphesiz Bizim kelâmımızı onlara tebliğ; emirlerimizle hükümlerimizi icra etmek için katımızdan gönderilmiş Peygamberlerdensin"; çünkü bu muamele, ancak Bizimle Peygamberler arasında cereyan edebilir. Diğer pek çok delil yanında bu âyet de, Resûlüllah in (sallallahü aleyhi ve sellem) risalet ve nübüvvetine Allah (celle celâlühü) tarafından bir şahadettir. Âyetteki ağır te'kid "inne ve lâm" onun nübüvvetini inkâr edenlerin muhatab alındığı makamın gereğidir. 253"İşte o Resullerin kimini kimine üstün kıldık (tafdıil) ettik. Onlardan kimiyle Allah, konuştu. Kimilerini de derece itibariyle yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya bey yine (mûcızc)lcr verdik ve onu Ruhü'l-Kudüs ile destekledik (te'yid ettik). Ve eğer Allah dilemiş olsaydı onların arkasından gelenler, kendilerine gelen bunca beyyinelerden sonra birbirleriyle savaşmazlar (mukatele etmezler)dı. Allah, dileseydi onlar savaşmazlardı. Fakat Allah, dilediğini (irade ettiğini) yapar." A- "İşte o Resullerin kimini kimine üstün kıldık." Bundan önceki âyette Peygamberin hak Peygamberlerden olduğu beyân edildikten sonra bu âyetde de Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) en üstün ve en büyük Resuller (min efadıili'r-rusulü-ı'zâm) den olduğuna işaret edilmektedir. "Tilke/ işte" Peygamberimizin de dahil olduğu Peygamberler cemaatine işarettir. "Tilke" daha Önce de belirtildiği gibi uzaktaki varlıklar için kullanılır. Buradaki kullanılış sebebi Peygamberlerin cemaat olarak yüksekliğini ve faziletteki mertebelerinin yüceliğini bildirmektir. Bir görüşe göre de "Tilke" bu sûrede kıssaları zikredilen Peygamberlere işarettir. Bir görüşe göre de, bu işaret, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), haklarında bilgi sahibi olduğu Peygamberler içindir. Bu cümlenin anlamı: "Kemâl mertebeleri itibariyle o Peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık. Hikmetimizin gereği olarak, başka Peygamberlerde bulunmayan bir takım meziyetleri kimi Peygamberlere tahsis ettik." B- "Onlardan kimiyle Allah konuştu." Âyetin bu bölümünde icmaiî olarak üstün kılmanın (tafdıîkn) keyfiyeti açıklanmaktadır. O peygamberlerden kimi vardır ki, Allah (celle celâlühü), arada bir elçi bulundurmadan, doğrudan doğruya onunla konuşmuştur. Bu peygamber Mûsa'dır (aleyhisselâm). Nitekim Hîre gecesi (Mûsa ailesiyle birlikte Medyen'den, Şuayb peygamberin yanından ayrılıp Mısır'a dönerken soğuk bir gecede ateş sandığı ilâhî nurun yanına vardığında) ve sonra da Tûr Dağında Allah (celle celâlühü), doğrudan doğruya ve vasıtasız olarak Mûsa (aleyhisselâm) ile konuşmuştur. Âyetin basında "Feddalna / üstün kıldık, tafdıîl ettik" ifâdesi kullanılmış iken, ondan sonra "minhüm men kellemallahü / Allah onlardan kimiyle konuştu" şeklinde gıyabî ifâde tarzına geçilmesi ve zamir yerine ism-i celilin (Allah) zikredilmesi, mehabeti artırmak ve bir de, doğrudan doğruya Allah'ın kelâmına muhatab olma, derece itibariyle yükseltilme, mutlak tafdîl (üstün kılma), bir takım mucizelere mazhariyet ve Ruhu'l Kudüs ile te'yid arasındaki farka işaret etmek içindir. C- "Kimilerini de derece itibariyle yükseltti." Allah (celle celâlühü), bazı peygamberleri de fazıiletçe yüksek derecelere ve uzak mertebelere çıkarmıştır. Bu cümlenin üslubunun makablinden daha değişik olması, şeref derecelerinde Peygamberlerin hallerindeki farklılığa da işaret etmek içindir. Açıkça anlaşıldığı gibi, bu cümle, Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) anlatmaktadır. Nitekim âyetin başında Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) en büyük Peygamberler içinde olduğunun zımnen haber verilmesi de bu gerçeğin bir ifadesidir. "Ba'dahüm. / bazıları" kelimesinin kullanılması ise, Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) verilen görevlerin, en büyük Peygamberlerden bazılarına verilen görevlerin toplamı kadar (hattâ daha fazla) olduğu içindir. Zira bütün peygamberler içinde bütün insanlığa şâmil umûmî davet, sayısız hüccetler, sürekli mucizeler, asırlar boyu devam eden âyetler, sayısız ilmî ve ameli faziletler yalnız Peygamberimiz'e tahsis edilmiştir. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) âyette açık bir şekilde değil de mübhem olarak ifâde edilmesi ise, onun şânını yüceltmek ve bir de onun tâyin edilmeye ihtiyaç olmayan tek isim olduğunu zımnen bildirmek içindir. Bir görüşe göre de bu peygamber İbrâhîm'dir Nitekim Allah (celle celâlühü), Makilik şerefini ona tahsis buyurmuştur. (İbrâhîm Halil/Allahin hâs dostu İbrâhîm adını almıştır.) Bir diğer görüşe göre de, bu peygamber Idris'dir (aleyhisselâm). Nitekim Allah (celle celâlühü) onu yüksek bir mekâna çıkarmıştır. Bir başka görüşe göre de bu peygamberler ülüi-a'zm Resullerdir. Ç- "Meryemoğlu İsâ'ya beyyineler verdik ve onu Ruhü'l-Kudüs ile destekledik." Biz, Meryem oğlu İsa'ya da, ölüyü diriltme (ihyâii-mevta), anadan doğma körün gözünü açma (ibrâi'l-ekmeh), cüzamlıyı iyi etme (ibrâi'l-ebras) ve gaybı haber verme (el-ihbâr-i bii-muğayyebât) gibi apaçık deliller ve mucizeler (el-âvâtil-bâhire vel-mu'cizâti'z-zâhire) verdik. Ona İncil'i vahyettık. Onu Rûhüi-Kudüs / Mukaddes Ruh ile destekledik. Mukaddes Ruh, Hazret-i İsa'nın ruhudur. Onun ruhunun mukaddes olarak vasıflandırılmışı, izzet ve şeref içindir. Yahut İsa'nın (aleyhisselâm) ruhu, erkeklerin sulbüne ve hayız gören kadınların rahmine girmediği için mukaddes olarak vasıflandırılmıştır. Bir görüşe göre de Ruhu'l-Kudüs, Cebrâîl’dir (aleyhisselâm), Bir diğer görüşe göre de, Ruhui-Kudüs İncil'dir. Yani Biz, Meryem oğlu İsa'yı Cebrâîl (aleyhisselâm) yahut İncil ile destekledik. Âyette yalnız İsa'nın (aleyhisselâm) bu şekilde zikredilmesi, Yahudî ve Hıristiyanların onun hakkındaki ifrat ve tefritlerini reddetmek içindir. Bu âyet, Peygamberlerin (aleyhisselâm) Allah (celle celâlühü) katında derece ve itibârlarının farklı olduğunu açıkça ortaya koyar. Bu itibârla bazı peygamberlerin diğerlerinden üstün olduğunu söylemek caizdir; ancak bu, kesin bir delil ile olmalıdır. D- "Ve eğer Allah, dilemiş olsaydı onların arkasından gelenler, kendilerine gelen bunca beyyinelerden sonra birbirleriyle savaşmazlardı." Allah (celle celâlühü) dileseydi, o Peygambederden sonra gelen çeşitli milletler, o Peygamberler tarafından kendilerine bunca açık delil ve büyük mucizeler gösterildikten sonra birbirleriyle savasmazlardı. Bu deliller ve mucizeler, o Peygamberlerin dâvalarının hak olduğunu apaçık bildiriyordu. Bu da, insanların o Peygamberlere uymalarını temin etmeliydi ve onların Peygamberlerin sünnetlerinden yüz çevirip birbirleriyle savaşmalarına engel olmalıydı. Onlar irade gösterseler ve Allah (celle celâlühü) da dileseydi, hak söz üzerinde müttefik olan Peygamberlere uymakta da onları müttefik kılardı.. Yahut Allah (celle celâlühü) dileseydi, bütün İnsanları hidâyete eriştirirdi ve onlar birbirleriyle savasmazlardı; fakat onlar gerekli iradeyi göstermediler; Allah da bunu dilemedi. E- "Fakat ihtilâfa düştüler. Onlardan kimi imân etti kimi de inkâr etti." Onların birbirleriyle savaşmalarının sebebi, Allah'tan (celle celâlühü) değil fakat kendilerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü onlar aralarında büyük anlaşmazlıklara düştükleri için Allah da, onların savaşmamalarını dilemedi. Sonuçta onlardan kimi, o Peygamberlerin getirdikleri mucizelere ve açık delillere imân ettiler ve onları uyguladılar; kimileri de küfür ve inkâra saplandılar. İlâhî hikmet de, onların birbirleriyle savaşmamalarını dilemedi. Böylece onlar da, hâllerinin gereği olarak birbirleriyle savaştılar. F- "Allah, dileseydi onlar savasmazlardı. Fakat Allah, dilediğini (irade ettiğini) yapar." Cari âdete göre ve tabiî olarak, savaşı gerektiren bu derece şiddetli ve ağır anlaşmazlıklara rağmen yine de Allah (celle celâlühü) dileseydi, onlar birbirleriyle savasmazlardı; hattâ düşmanlık ve saldırı damarları bile atmazdı. Çünkü kâinatta olup biten her şey, Allah'ın (celle celâlühü) irade ve hakimiyeti altındadır. Şu hâlde, "Allah dileseydi onlar savasmazlardı" cümlesinin tekrarı, sanıldığı gibi te'kid için değildir; fakat onların anlaşmazlığa düşmelerinin, Allah'ın onların savaşmamalarını dilemesini mucib olmadığına, Allah'ın bunu dileyip dilememekte muhtar olduğuna dikkat çekmek içindir. Yani bütün bu anlaşmazlıklardan sonra yine Allah (celle celâlühü), onların birbirleriyle savaşmamalarını dileseydi savasmazlardı. Nitekim, "Fakat Allah dilediğini yapar" cümlesi de, bu hakikati açıkça bildiriı-. Yani Allah vücûdî ve ademî (var olan ve olmayan) şeylerden ne dilerse onu yapar. Çünkü bir şeyin terki de bir fiildir. Hulâsa, Allah neyi irade buyurursa onu yapar. O'nu herhangi bir işe zorlayan veya bir şeyi yapmasına engel olan bir kuvvet sözkonusu değildir. Bu âyet-i kerîme, hayır olsun, şer olsun; imân olsun, küfür olsun bütün hâdiselerin Allah'ın yüce iradesine bağlı olduğuna apaçık bir delildir. 254"Ey imân edenler! Alış-verişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı o gün gelmeden önce sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin. Kâfirler, zâlimlerin ta kendileridir." A- "Ey imân edenler! Alış-verişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı o gün gelmeden önce sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin." Allah (celle celâlühü) yolunda harcanması emredilen rızkın Allah tarafından verildiğinin belirtilmesi, bu harcamayı teşvik içindir. Tıpkı; "Allah'ın sizi üzerinde tasarrufa ehil kıldığı şeylerden Allah yolunda harcayın." (Hadîd 57/7) mealindeki âyet gibi. Bu âyetteki harcamadan maksat, vâcib olan harcamalardır; çünkü bundan sonra gelen ceza vaîdi de bunu göstermektedir. Yani sizin dünyadaki taksiratınızı telâfiye muktedir olamavacağıntz o kıyamet günü gelmeden önce, dünyada size verdiğimiz rızıkların bir kısmını Allah (celle celâlühü) yolunda harcayın. Çünkü o kıyamet gününde alım satım yoktur ki, dünyada bu voldan kaybettiğinizi o gün satın alasınız veya azaptan kurtulmak için o malı fidye veresiniz ve o gün bir candan dostluk da yoktur ki, sizin can dostlarınız sizi müsamaha ile karşılasınlar veya bunun için size yardım etsinler ve Rahman Allah'ın izin verip sözüne razı olduğu kimselerden başkası için bir şefaat de yoktur ki, sizin zimmetinizde bulunanları affettirmeleri için şefaatçilere başvurasınız. Burada maksat, kıyamet gününde Cenab-ı Allah'ın inayeti dışında hiçbir yardımın olmayacağını beyân etmek iken, anılan üç şeyin (alım satım, dostluk, şefaat) olmayacağı belirtilmiş; hakikatte bunlar, "kıyamet günü alım satım veya dostluk veya şefaat var mı?" seklindeki mukadder sorunun cevabı mahiyetindedir. B- "Kâfirler zâlimlerin ta kendileridir." Yani zekât vermeyenler zâlimlerin ta kendileridir. Bunların kâfirler olarak vasıtlandırılmaları bu günahın pek ğalîz (ağır) olduğunu ifâde ve tehclid içindir. Nitekim "Ve men kefere / Kim küfrederse (bu farzı tanımazsa) ..." (Âl-i İmrân 3/97) meâlindeki âyette bu ifâde "kim haccetmezse..." yerinde, bu sebep ve illetle kullanılmıştır. Bir de bu ifâde, zekât vermemenin kâfirlerin sıfatlarından olduğunu bildirmek içindir. Nitekim Allah (celle celâlühü) meâlen buyuruyor ki: " Vay o müşriklerin hâline! (Fussılet 41/6) Onlar zekâtı vermezler ve âhıireti inkâr edenler de onlardır." (41/7) Zekât vermeyenler, kendilerine ihsan edilmiş olan malı yerine harcamadıkları ve kendilerini azaba maruz bıraktıkları için zalimlerin ta kendileri olmuşlardır. 255"Allah'tan başka ilâh yoktur. O, ezelî ve ebedî olarak Diri (el-Hayy)dir, yarattıklarını her an gözetip Duran (el-Kayyûm)dır. O'nu ne uyuklama tutar ne de uyku. Göklerde ve yerele ne varsa hepsi O'nundur. O'nun izni olmadan huzurunda kim şefaat edebilir? O, onlar (yaratıklar)in önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir. Onlar O'nun ilminden dilediğinden başkasını kavrayamaz (ihata edemez)lar. O'nun kürsî'si gökleri ve yeri kuşatmış (ihata etmiş)tır. Her ikisini de koruyup gözetmek (hıfzetmek) kendisine ağır gelmez. O, çok yüce (el-A'iiyy)dir, çok büyük (el-A'zıîm) tür." A- "Allah'tan başka ilâh yoktur." Yegâne mâbûd Allah'tır (celle celâlühü); ibâdet ancak O'na yaraşır. B- "O, ezelî ve ebedî olarak Diri'dir, yarattıklarını her an gözetip Duran (el- Hayyü'l-Kayyûm)dır." Allah (celle celâlühü) ezelî ve ebedî hayât ile diridir. O, her zaman Bâkıîdin O'nun için ölüm ve fena (yok olma) asla yoktur. Allah (celle celâlühü), yarattığı bütün varlıkları sürekli olarak yöneten ve gözetendir. Bir görüşe göre de, yani Allah (celle celâlühü) Kendi Zâtiyla kaaimdir; var olması ve varlığının devamı Kendi Zâtiyladır; başkasına muhtaç değildir; başkalarını da ayakta tutan (mûkıîm)dır. Allah'ın (celle celâlühü) dışındaki butun varlıklar varlıklarının devamında O'na muhtaçtır. C- "O'nu ne uyuklama tutar ne de uyku." Allah (celle celâlühü) hakkında, ne uyuklama denen gevşeklik hâli ne de uyku söz konusu olabilir. Uyku bilindiği gibi zahirî hislerin (beş duyunun) kendi kendine belli bir zaman için veya geçici olarak durması, atalete uğramasıdır. Allah (celle celâlühü), bu hâllerden münezzehtir. Çünkü bu hâller Allah'ın (celle celâlühü) şânından değildir; yoksa uyuklama ve uykunun ilâhî kuvvete göre etkisiz oldukları için değil. Çünkü bu, tenzih makamı ile ilgili değildir (kudret makamı ile ilgili olabilir). Bu itibârla âyeti, mübalağa ve terakki nüktesi ile yorumlamak, yani "uyuklamanın önüne geçebilen, bazen daha kuvvetli olan uykunun önüne geçemez" diye bir izah getirmek mümkün değildir. Uyuklamadan sonra uykunun zikredilmesi, bu iki hâlin gerçekleşme sırasına riâyet içindir. Uyuklama ve uyku hâllerinin gerçekleşmesinin, "ehaze / tutmak" kelimesiyle ifâde edilmesi, gerçek duruma riâyet içindir. Çünkü canlılarda uyuklama ve uyku, bu hâllerin onları tutması veya istilâ etmesiyle gerçekleşmektedir. Bir görüşe göre de bu ifâde, mükemmeliyeti amaçlamaktadır. "Lâ te'huzühü sinetün velâ nevm — O'nu ne uyuklama tutar ne de uyku." cümlesi, Hayy ve Kayyûm anlamlarını da te'kid eder. Çünkü kendisini uyuklama veya uyku hâlleri istilâ eden bir varlığın hayâtı, o hâllerde atalete uğradığından onun o esnada başkalarını koruması, kollaması, yönetmesi mümkün değildir. Bir görüşe göre de, bu cümle, istinaf cümlesi (mukadder bir sualin cevabı) olup daha önceki beyânları te'kid eder. Ç- "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." Bu cümle de, Allah'ın (celle celâlühü) Kayyûm vasfının izahı ve yegâne ilâh olduğunun hüccetidir. "Göklerde ve yerde ne varsa" ifâdesi, göklerin ve yerin bütün kısımlarını, bu kısımların dışında olup da onların içindeki akıl sahibi olan ve olmayan varlıkları da kapsar. D- "O'nun izni olmadan huzurunda kim şefaat edebilir?" Bu cümle de, Allah'ın şânının yüceliğini beyân eder. Ne inat ve düşmanlıkla ne de şefaat ve reca yoluyla Allah'ın (celle celâlühü) iradesi, ne değiştirilebilir ne de engellenebilir. Hiç kimse O'nun huzuruna yaklaşmaya muktedir olamaz. E- "O, onlar (yaratıklar)ın önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir." Bu cümlenin anlamı konusunda değişik tevcihler yapılabilir. Şöyle ki: Allah (celle celâlühü), kullarından öncekileri de, sonrakileri de bilir. Çünkü Allah bütün geleceğin geleceği (müstakbilü'l-müstakbel / ebedî) ve geçmişin geçmişi (müstedbirü'l-mâzıî / yüzünü maziye çeviren, ezelî) dır. Allah (celle celâlühü) dünya işlerini de bilir, âhiret işlerini de. Allah insanların hissettiklerini de bilir, akıllarıyla düşündüklerini de. Allah (celle celâlühü) insanların idrâk ettiklerini de bilir, idrâk etmediklerini de. "Onların / him ve hüm" zamiri, göklerde ve yerde olanlara râcidir. Bunun akıl sahipleri için kullanılan zamir cinsinden olması ise, tağlib veya diğerlerine üstün saymak kabilindendir. Söz konusu zamir, daha önce geçen "Men zellezî yeş'feu' / kim şefaat edebilir?" cümlesinden anlaşıldığı gibi meleklere ve Peygamberlere râci de olabilir. F- "Onlar O'nun ilminden dilediğinden başkasını kavrayamazlar." Bu cümle de, bir önceki cümleye matuftur. Her iki cümle de, Allah'ın vahdaniyetine ve tam olan zâti ilmin yalnız Allah'a mahsus olduğuna delil teşkil eder. G- "O'nun kürsî'si gökleri ve yeri kuşatmıştır." "Kürsî", hükümdarların oturdukları taht (mak'a'dı'l-kaaı'd) demektir. Aslında ülûhiyet (tanrıhk) makamında ne kürsî, ne oturan (kaaid), ne de oturma (kuû'd) vardır. Bu ancak Azîz (pek kudretli) ve Celîl (pek yüce) Allah'ın şânının azametini, hükümranlığının genişliğini ve ilminin her şeyi kuşattığını belirten temsilden başka bir şey değildir. Bu da; "Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler/ tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun kabzasında / tasarrufu altıdadır. Gökler de O'nun kudret elinde dürülmüşlerdir" (Zümer 39/67) âyeti kabilindendir. Kürsînin ne ve nasıl olduğu konusunda değişik görüşler vardır. Şöyle ki: 1- Kürsî, mecazî bir kavramdır; Allah'ın ilmi veya Allah'ın hâkimiyeti, hükümdarlığı veya hükümranlığı demektir. Bu anlayış hükümdarlık kürsüsünden esinlenmiş olabilir. Bilindiği gibi kürsü ne kadar büyük olursa, onun üstüne oturan hükümdarın azameti de o derece büyük olur. Böylece Allah'ın ilintinin şümulü veya hüküm ve saltanatının genişliği, kürsînin her şeyi kuşatan azametiyle ifâde edilmiştir. 2- Kürsî, Arş’ın önünde yedi semâyı kuşatmış bir cisimdir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) meâlen şöyle buyurmuştur: "Yedi kat göğün ve yedi kat yerin, Kürsi'ye göre büyüklüğü, ancak uçsuz bucaksız çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir. Arş'in Kürsî'den büyüklüğü de, çölün o halkadan büyüklüğü kadardır." 3- Belki de Kürsî, (sabit yıldızların bulunduğu, yedi feleği kuşatan) sekizinci felektir. 4- Hasen-ı Basrî'ye göre Kürsî, Arş'tır. Ğ- "Her ikisini de koruyup gözetmek (hıfzetmek) kendisine ağır gelmez." Gökleri ve yeri koruyup gözetmek Allah'ın "S- sonsuz kudreti için asla zor ve ağır bir iş değildir. Âyette, göklerde ve yerde bulunanların korunmasından ve gözetilmesinden söz edilmemiştir. Çünkü onların korunup gözetilmesi, onlarda bulunan varlıkların da korunmasını ve gözetilmesini gerektirir. H- "O, çok yüce, çok büyüktür." Allah (celle celâlühü), zâti itibariyle her türlü benzerlerden ve ortaklardan münezzehtir. O'nu azameti karşısında bütün mâsivâ (O'ndan başka her şey) pek önemsizdir. Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîme, Cenab-ı Allah in yüce zâti ve nurlu sıfatları (bizâtil-a'liyye ve sıfâtil-celiyye) ile ilgili ana meseleleri kapsar ve şunları belirtir: 1- Tek (ehad) ve gerçek varlık (mevcûd-ü müteferrid) yalnız Allah'tır. 2- Allah, ilâhiyet (tanrılık), ezelî ve ebedî hayât sıfatlarıyla muttasıftır. 3- O, vâcibü'l - vücûddur; varlığı bir başkasından değil kendi zâtındandır. 4- O'nun vücûdu vâcib yani zorunludur. Bütün mâsivânın mucidi O'dur. 5- O, Kayyûm'dur veya zâtiyle kaim (bizâ tihi'-mukıim)dir. Başkası tarafından ikame edilmekten münezzeh olduğu gibi bütün mükevvenatı ayakta tutan (mukıim liğayrıhi) da O'dur. 6- O, mekân tutmak (tahayyüz) ve bir cisimde görünmek (hulul)den münezzehtir. 7- Değişikliğe ve za'fiyete uğramak (tağayyür ve fütur)dan beri, uzak (müberra)dır. 8- O'nunla hiçbir şey arasında münasebet ve benzerlik yoktur. 9- Eşyanın zâtına ve ruhlara arız olan hâller O'na arız olmaz. 10- Mülk ile melekût (zahir ile bâtın, madde ile ruh, insanlarla melekler) âleminin yegâne mâlikidir. 11- Asılları ve ferleri (dalları, kolları) yoktan var eden O'dur. 12- Yakalaması pek şiddetli olan da O'dur. 13- İzin verdiklerinden başka hiç kimse O'nun katında şefaat edemez. 14- Bütün her şeyin açığını, gizlisini, küllisini, cüzisini bilen yalnız O'dur. 15- O'nun mülkü (hâkimiyeti, hükümranlığı) ve kudreti, her şeyi kuşatmıştır. 16- Hiçbir iş O'na zor gelmez; hiçbir iş, O'nu başka şeylerle de meşgul olmaktan alıkoymaz. 17- Tasavvur ve tahayyül edilebilen her şekilden münezzehtir; anlayışlar O'nun azametini asla kavrayamaz. İşte bu zengin muhtevasından dolayıdır ki, diğer âyetlerde olmayan faziletler ve üstün özellikler yalnız Ayete'l-Kürsî'de vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: 1- "Kur’ân-ı Kerîmin en büyük âyeti, Ayete'l-Kürsî'dir. Her kim, onu hakkıyla okursa, Allah (celle celâlühü) ona bir melek gönderir; melek, o saatten itibaren ertesi gün o saate kadar ona sevablar yazar ve günahlarını siler." 2- "Ayete'l-Kürsî hangi evde hakkıyla okunursa, muhakkak şeytanlar o evi terk ederler ve otuz gün müddetle o eve giremezler; büyücü erkek ve kadınlar da kırk gün müddetle o eve giremezler." 3- "Ya Ali! (Ali (radıyallahü anh)) Âyete'l-Kürsî'yi evlâdına, ailene ve komşularına öğret; zira ondan daha büyük âyet inmedi." 4- "Her kim Ayetel-Kürsî'yi bütün farz namazlardan sonra okursa, cennete girmesine, ölüm öncesi dünya hayâtından başka engel kalmaz. Bu âyeti okumaya müdavim olan kimse, muhakkak sıddîkler ve âbıdler zümresine dahil olur. Her kim de, yatağına yattığında Âyete'l-Kürsî'yi okursa, Allah (celle celâlühü) onun nefsine, komşusuna, koşusunun komşusuna ve çevresindeki evlere emniyet ve güven bahşeder." 5- "Beşerin (insanların) efendisi Âdem'dir. Arapların efendisi Muham-med'dır. Bunu iftihar için söylemiyorum, harsların efendisi Selman'dır. Rumların efendisi Suheyb'dır. Habeslerin (Habeşî zencilerin) efendisi Bilâl'dır. Dağların efendisi Tûr'dur. Günlerin efendisi Cuma günüdür. Kur’ân'ın efendisi Bakara süresidir. Bakara sûresinin efendisi de Ayete'l-Kürsî'dır." Bu hadiste özel efendilikler sayılırken Peygamberdin yalnız Araplara efendiliğinin zikredilmesi, çok sayıda hadislerle bildirilen ve icmâ ile de sabit olan bütün beşeriyetin efendisi olduğu gerçeğine halel getirmez. 256"Dinde zorlama yoktur. İmân, kesinlikle küfürden ayrılmıştır. Artık kim tâğutu inkâr ve Allah'a imân ederse, muhakkak ki o, hiç kopmayacak sağlam bir kulpa tutunmuş olur. Allah, her şeyi kemâliyle işiten (Semî')dir, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir, " A- "Dinde zorlama yoktur." Bundan önceki âyette, Allah'ın (celle celâlühü) mâbûd ve ilâh olarak yalnız O'na imân etmeyi gerektiren özel sıfatları beyân edilmişti. Onların ardından bu cümlenin gelmesi, bize şu hakikati bildirir: Aklını kullanan insan, teklif ve ilzâme (kuvvetti delil gösterip susturmaya) ihtiyaç duymadan, tereddütsüz hak dini seçmelidir. Bununla beraber bu konuda başka düşünceler de vardır. Şöyle ki: "Lâ ikrahe fi'd-dîn" cümlesi "dinde ikrahı nehyeder" daha açık bir deyişle elinde zorlamayı yasaklar. Bu mânâya göre, ulemâdan bazıları söz konusu âyet hükmünün; "Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara karşı sert davran!" (Tevbe 9/73, Tahrîm 66/9) mealindeki âyet ile nesholunduğunu ileri sürmüşlerdir.26 Bu âyetin hükmü Ehl-i Kitab'a mahsustur. Nitekim onlar, cizye vermek suretiyle kendilerini korumuşlardır. Rivâyete göre Salim b. Avf oğullarından Hıristiyan bir şahsın iki oğlu vardı. Bunlar, bi'setten (Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvetinden) önce Hıristiyan olmuşlardı. Sonra ikisi de Medine'ye geldiler. Müslüman olan babaları, onların da Müslüman olmaları için ısrar etti ve: "- Müslüman oluncaya kadar sizi bırakmayacağım!" dedi. Fakat onlar Müslüman olmayı reddettiler. Üçü birlikte Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) baş vurdular. İşte o zaman bu âyet-i kerîme nazil oldu. Peygamber'de (sallallahü aleyhi ve sellem) onları kendi hâllerine bıraktı. B- "iman, kesinlikle küfürden ayrılmıştır." Bu cümle, önceki cümlenin ifâde ettiği mefhûmun illetini, sebebini beyan eden bir istinaf (akla gelen gizli suale cevap) cümlesidir. Allah'ın (celle celâlühü), başka hiçbir şeyde tasavvuru mümkün olmayan sıfatlarının zikriyle; insanları ebedî saadete ulaştıran, hidâyet ve hakikatin ta kendisi olan imân, insanları ebedî bedbahtlığa götüren ve dalâletin ta kendisi olan küfürden kesinlikle ayrılmıştır. C- "Artık kim tâğutu inkâr ve Allah'a imân ederse muhakkak ki o, hiç kopmayacak sağlam bir kulpa tutunmuş olur." Açık hüccetler ve parlak delillerle hak, bâtıldan kesin olarak ayrıldıktan, Allah'tan başka hiçbir şeyin ibâdete lâyık olmadığı apaçık anlaşıldıktan sonra kim; şeytanı, putları, bâtıl mâbûdları ve Hakk'a ibâdete engel olanları reddederek ve aynı zamanda imân ve tevhidi mûcib yüce sıfatlarını görerek yalnız Allah'a imân ederse, muhakkak kı o, hiç kopmayacak sağlam bir kulpa tutunmuş olur. Bu ilâhî kelâm bir temsildir. Kesin ve parlak delillerle sabit ve kopma ihtimali bulunmayan hakka bağlılık mefhûmu aklî bir suret olup sağlam ve kopmaz bir ipe tutunmak gibi hissedilebilen bir surete teşbih edilmiştir. Bu sağlam kulp (el-urveti'l-vüskaa), istiare (mecaz) yoluyla, imân ve tevhidden ibaret olan hak itikadı da ifâde ediyor olabilir. Buna göre, o kulpa tutunmak da, istiare yoluyla, hakka bağlılığı ifâde eder. Tâğutu (bâtıl mabudu) reddetmek, Allah'a (celle celâlühü) imândan önce zikredilmiştir. Çünkü Allah'a imân, ona tevakkuf etmektedir. Zira tahliye, tehliyeden (süslemek) önce gelir. (Bir mekânın bakımı, onarımı, süslenmesi için önce tahliye edilmesi gerekir.) Ç- "Allah, her şeyi kemâliyle işiten, her şeyi hakkıyla bilendir." Allah (celle celâlühü) bütün sözleri işiten, bütün niyetleri ve itikatları bilendir. Bu cümle, bir itiraz (makablinden bağımsız) cümlesidir. Zımnen ifâde ettiği mükâfat va'di ve ceza vaîdiyle de insanları imâna taşır ve küfrü engeller. 257"Allah, imân edenlerin velisidir. Onları karanlıktan nura çıkarır. İnkâr (küfr) edenlerin velîleri de tâğuttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarır. İşte onlar cehennem yaranıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır." A- "Allah, imân edenlerin velisidir." Allah (celle celâlühü), imân edenlerin yardımcısı ya da işlerinin mütevellisıdir. İmân edenlerden murad, Allah'ın (celle celâlühü) ezelî ve ebedî ilminde hâlen veya gelecekte mücmel imânları sabit olan insanlardır. B- "Onları karanlıktan nura çıkarır." Bu cümle, Allah'ın mü'minlerc olan velÂyetini açıklar. Söz konusu karanlıklar, küfrün, günahların, şüphelerin karanlıklarıdır. Hattâ buradaki "zulümat" deyimi, istidlali (deki ile sonuç çıkarma) bilgilerin bazı mertebelerinde, kuvvetli ve açık bütün za'fiyet ve gizlilikleri kapsar. Nûr ise, imânı, yakîn (kesin bilgi) mertebelerini gözle müşahedeyi ve nurun diğer bütün çeşitlerini ihtiva eder. {Yakîn, üç mertebedir: ilme'l yakîn, ayne'l yakîn, hakke'l yakîn. Her akıl sahibi ölümün ne olduğunu bilir. Fakat bu bilgi ilme'l yakîn düzeyindedir. Son nefeste ölüm meleğini gördüğü zaman, bilgi ayne'l yakîn olur. Nihayet ölümü tattığı zaman, hakke'l yakîn hâline gelir.} Allah (celle celâlühü) hidâyet ve tevfikiyle, mü'minlerin her birini, içine düştüğü karanlıktan onun aksi olan nura çıkarır. Nûr kelimesi tekil, karanlıklar ise çoğul olarak zikredilmiştir. Çünkü nûr, hakkı ifâde eder ve hak da tektir. Karanlık ise, dalâleti ifâde eder ve dalâletin de çok çeşitleri vardır. C- "İnkâr (küfr) edenlerin velîleri de tâğuttur. (2/257)" Allah'ın (celle celâlühü) ezelî ve ebedî ilminde küfürleri sabit olanlara gelince, onların velileri de şeytanlar ve hak yoldan saptıran diğer saptırıcılardır. Kâfirlerle ilgili bu cümlede üslûbun bu şekilde değiştirilmiş olması, tâğutun, ism-i celil (Allah) karşısına konulmasından sakınılması, tâğuta olan isnadın tekrarı ile maksadın daha kuvvetli ifâdesi ve aynı zamanda iki fırka arasındaki ayrılığt imâ yoluyla belirtmek içindir. Kâfirlerin velileri olan şeytanlar ve şeytanların yardımcıları olan diğer saptirıcilar, insanı vesvese ve iğva yollarıyla yaradılısındaki fıtrî nurdan yahut Peygamber nurundan küfre, hakka ve hakikate düşmanlığa ve hiyanette ısrara çıkarır. Burada, kâfirlerin nurdan faydalanma imkânları, nurun kendisi olarak belirtilmiştir. Ç- "Onları nurdan karanlıklara çıkarır" Bu cümle, tâğutun velÂyetini açıklar. Çıkarma fiilinin sebebiyet cihetiyle tâğuta, yaratma cihetiyle Yüce Allah'ın kudretine isnad edilmesi çelişki oluşturmaz. Bir rivâyete göre, bu âyet-i kerîme, İslâm'dan ırtidad eden bir kavim hak kında nazil olmuştur. D- "İşte onlar cehennem yarânıdır. Onlar orada sürekli kalacaklardır." O çirkin vasıfları taşıyan kâfirler, cürümleri sebebiyle cehennem yaranı olacaklar ve hep orada kalacaklardır. 258"Allah, kendisine mülk (saltanat, hükümdarlık) verdiği için Rabbi hakkında İbrâhîm ile tartışanı görmedin mi? İbrâhîm: "- Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür." dediği zaman o: "- Ben de hem diriltir hem öldürürüm." demişti. İbrâhîm: "- Pekiyi Allah, Güneşi doğu (maşrık)dan getiriyor; haydi sen de batı (magrib)dan getir!" deyince o kâfir, şaşırıp kalmış (habtolmuş)idi. Allah, zâlimler kavmine hidâyet etmez." A- "(Resûlüm) Allah, kendisine mülk (saltanat, hükümdarlık) verdiği için Rabbı hakkında İbrâhîm ile tartışanı görmedin mi?" Bu âyet, daha önce zikredilen kâfirlerin velilerinin tâğut olduğu gerçeğinin bir misak ve izahıdır. Bu ifâde tıpkı; "Görmedin mi ki, o şâirler her vadide başıboş dolaşırlar." (Şuarâ 26/225) mealindeki âyet üslûbundadır. Nitekim bundan sonraki âyet de, Allah'ın mü'minlerin velisi olduğu gerçeğinin bir misak ve izahıdır. Önce bu âyetin zikredilmesinin üç ayrı sebebi olabilir: 1 - Bir önceki âyetle bu âyet arasında beraberlik vardır. Bu âyet, kelâmın başında zikredilmesi uygun olan pek garip bir hâdiseyi anlatır. O da, mülk sahibi kâfirin, Azîz ve Celîl Allah hakkında tartışmaya cür'et etmesi ve tartışma sırasında ahmaklığını ortaya koymasıdır. Bundan sonraki âyette (soru, cevap şeklinde) öyle tekrar ve tafsilat vardır ki, onların önce zikredilmesi, nazm-i celilin dağılmasına sebep olabilirdi. Kaldı ki bu âyetin içinde, Allah'ın (celle celâlühü), İbrâhîm vasıtasıyla insanlara hidâyeti söz konusudur. İbrâhim vesilesiyle hikâye edilen hakka davet (el-da'vet-i ile'l-hak) ve o kâfirin hüccetini çürütme (idhâd-ı huccetii-kâtir) Allah'ın (celle celâlühü) velÂyetinin eserlerindendir. Kısaca bu cümlenin anlamı şudur: Resûlüm! İnsanları dalâlete götürmeye ve onları aydınlıktan karanlıklara çekmeye kalkışan o azgın tâğutu görmedin mi veya görmüş gibi bilgi sahibi olmadın mı? Elbette görmüscesine bilgi sahibisin. Çünkü bu hâdise, kitab tan nasibi olan hiç kimseye gizli değildir. "Hâcce ibrahitne fî rabbihi / Rabbi hakkında İbrâhîm ile tartışan (hüccet ikame ve irae eden)" buyrulmak suretiyle Rab unvanının zikri ve O'nun İbrâhîm'in yerini tutan zamire izafesi, İbrâhim için bir teşrif (şereflendirme) olup onun bu münakaşada ilâhî inayetle destekleneceğine işarettir. Allah (celle celâlühü), hükümdarlık verdi diye ya da hükümdarlık verdiği için bu nimet o şahsı şımartmış ve onu bu haksız tartışmaya sevketmistir. Bu, küfrün en çirkin yüzüdür. Çünkü vâcib olan şükür yerine Allah (celle celâlühü) hakkında tartışmaya girmiştir. Nitekim halk dilinde "Ben sana iyilik yaptığım için bana düşmanlık yaptın" denir. Bu âyet-i kerîme, Allah'ın (celle celâlühü) kâfirlere hükümdarlık hakkı vermediğini iddia edenlere karşı bir hüccettir. B- "İbrâhîm: "- Benim Rabbım hem diriltir, hem öldürür." dediği zaman "- Ben de hem diriltir, hem öldürürüm" demişti." Rivâyet olunur ki, İbrâhim onların putlarını kırınca hükümdar onu zindana atmış, sonra da çıkarmış ve kendisine sormuş: "- Senin insanları davet ettiğin Rabbin kimdir?" İbrâhim (aleyhisselâm) de: "- Benim Rabbim hem yaşatır, hem öldürür" demiş. Başka bir ifâdeyle hayat ve ölümü yaratanın Allah olduğunu söylemiş. O hükümdar da: "- Ben de hem yaşatır, hem öldürürüm" cevabını vermiş. Bu cümle bir istinaf cümlesi olup gizli bir sualin, yani "o hükümdar ne demiş?" sualinin cevabıdır. Hükümdar iki adam çağırtmış; birini öldürtüp birini de serbest bıraktıktan sonra bu sözleri sarfetmiş. C- "İbrâhim: "- Pekiyi Allah, Güneşi doğudan getiriyor; haydi sen de batıdan getir!" deyince o kâfir şaşırıp kalmış " Bu cümle de, önceki gibi bir istinaf cümlesi olup "Pekiyi, İbrâhim (aleyhisselâm) bu adama ne demişti de susturmuştu?" sualine cevaptır, ibrâhim o hükümdara, "- Allah (celle celâlühü), iradesinin gereği olarak Güneşi doğudan getiriyor; eğer sen de muktedir isen onu batıdan getir!" demişti. O lânetli hükümdarın sözleri bâtıl, geçersiz olduğundan ibrâhim (aleyhisselâm) o sözleri çürütmeye kalkışmadı. Çünkü bâtıl sözü çürütmeye kalkışmak, hâsılın tahsik kabılindendir. İbrâhim (aleyhisselâm) öyle bir misal getirdi ki, artık bunu sulandırmak ve kafa karıştırmak imkânı yoktur. İbrâhim (aleyhisselâm) o kâfiri mağlup etti ve onu susturdu. Burada "ellezî kefer — o kâfir.." denmesi, hükmün illetini bildirmek ve bu tartışmanın küfür olduğunu sarahatle ifâde etmek içindir. Ç- "Allah zâlimler kavmine hidâyet etmez." Bu cümle, makablinin mefhûmunu açıklayan bir ilâve mahiyetindedir. Bu demektir ki Allah (celle celâlühü), kendilerini ebedî azaba maruz bırakmakla nefislerine zulmeden güruha hidâyet etmez. Zira onlar hakkı bulmak için istidlal (deki ile gerçeğe varmak)den, kurtuluşa ermekten, kıyamet günü imân ehlinin gireceği cennet yolunun kendilerine gösterilmesini istemekten yüz çevirmişlerdir. 259"Yahut o kimseyi görmedin mi ki çatıları çökmüş, duvarları çatıları üzerine yıkılmış bir kasabaya uğramıştı da: "- Allah, ölümünden sonra bunu nasıl diriltecek (ihya edecek)?" demişti. Bunun üzerine Allah onu yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltti. "- Bu durumda ne kadar kaldın?" diye sordu. O: "- Bir gün ya da bir günden az!" dedi. "- Hayır dedi Allah, tam yüz sene kaldın! Öyle iken yiyeceğine, içeceğine bak; hiç bozulmamışlar! Bir de merkebine bak. Bütün bunları seni insanlara bir âyet (deki, ibret) kılmak için yapıyoruz. Şimdi kemiklere bak. Onları nasıl yerlerine yerleştiriyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz!?" Vaktaki hak kendisine tebeyyün etti o zaman şöyle dedi; "- Artık hakkıyla biliyorum ki Allah, her şeye kaadirdir." A- "Yahut o kimseyi görmedin mi ki çatıları çökmüş, duvarları çatıları üzerine yıkılmış bir kasabaya uğramıştı da : "- Allah, ölümünden sonra bunu nasıl diriltecek ?" demişti." Bu âyet, bir önceki âyete matuftur ve Allah'ın (celle celâlühü) mü'minlerin velisi olduğuna bir misal ve izahtır. Atıf harfi olarak vav (ve) değil, ev (yahut) kullanılmış olması, bir önceki âyetle bu âyetin tek bir misal olduğu zannından sakınmak içindir. "Ev k'ellezî" ibâresindeki "kâf" harfi, kimi âlimlere göre teşbih (gibi) içindir; kimi âlimlere göre bu harf zaittir. Cümlenin anlamı şudur: "Yahut o kimse gibisini veya o kimseyi görmedin mi ki çatıları çökmüş, duvarları çatıları üzerine yıkılmış bir kasabaya uğramıştı da... Allah (celle celâlühü) nasıl onu hidâyete erdirdi ve onu şüphe karanlığından müşahedeyle hâsıl olan kesin bilgi nuruna çıkardı." İşte sen bunu gördün ve bildin. O hâlde Allah'ın (celle celâlühü) mü'minlerin velisi olduğunda hiç şüphe yoktur. Bu âyette söz konusu edilen kimse: Tabiînden Katâde, Rebî', İletime, Naciye b. Kâ'b, Süleyman b. Yezıd ve Süddî'ye göre, Uzeyr b. Şerhıya'dır Vehb b. Münebbih ile Ubeydullah b. Umeyr'in taraftar olduğu bir rivâyete göre bu kimse Harun Peygamberin soyundan gelen Ermıya b. Halkıya'dır (öl: M.Ö. 590) Bir görüşe göre de Hazır (Hızr) olarak bilinen Ermiya'dır Tabiînden Mücâhid'e göre ise âyetteki şahıs ölümden sonraki hayâtı inkâr eden biriydi. Ancak bu görüş, gerçek olmak ihtimalinden uzaktır. Âyet-i kerimedeki kasaba veya şehre gelince; Tabiînden Vehb b. Münebbih, İklime ve Rebî' b. Enes'e göre bu Beytüi-Makdis'dir. Bir başka görüşe göre Dicle Nehri kenarında bulunan Hirakl (Herackus) manastırı idi. Kelbî'ye göre ise, Sâber Âbâd manastırı idi. Süddî'ye göre ise, Selmabâd manastırı idi. Ancak bu görüşler içinde hakikate en uygun ve en meşhur olanı birincisidir. Rivâyet olunduğuna göre, İsrâiloğulları, şer ve fesad çıkarmakta aşırıya kaçınca; azgınlık ve zorbalıkta mûtad sınırları aşınca, Allah (celle celâlühü) onlara Bâbil hükümdarı Buhtun'nassari musallat buyurdu. 28 Buhtunnassar, altiyüz bin sancakla onların üzerine yürüdü; nihayet Şam'ı bastı; Beytü'l-Makdis'i tahrip etti ve İsrâiloğullarını üç kısma ayırdı: Üçte birini öldürdü; üçte birini Şam'a iskân etti (Eski coğrafyacılara göre Şam, bütün Suriye'yi, Ürdün'ü ve Filistin'i kapsayan bölgenin adıdır) ve üçte birini de esir olarak alıp götürdü. Esirler yüz bin oğlan idi. Bir kısmi ergenlik çağında; bir kısmı da daha küçük idi. Buhtunassar, bu oğlanları kumandanlarına taksim etti; her birine dört oğlan düştü. İşte Uzeyr (aleyhisselâm) de bunlar arasındaydı. Bir zaman sonra Allah (celle celâlühü), Uzeyr'i kurtardı. O, eşeğinin sırtında Beytülmakdis'e uğradı; gördüğü manzara çok korkunç ve vahşet örneği idi. İşte âyetteki "çatıları çökmüş, duvarları çatıları üzerine yıkılmış" ifâdesi bunu anlatır. Binaların önce çatıları çökmüş, sonra da duvarları çatılar üzerine yıkılmıştı. Uzeyr kasabanın bu hâline üzülerek, şehrin yeniden imarını arzulayarak ümitsizlik içinde: 28 M.Ö. 1800 yıllarında Mezopotamya'da yeni bir devlet kurulur. Bu devletin adı Bâbil'dir. Bâbıl, sanıldığı gibi münhasıran bir şehir adı değildir. Çoğu kez Bâbil veya Bâbilonya adı Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki geniş ve verimli toprakları içeren bir bölgeyi işaret eder. Bâbil, Nabupolassar, II. Nabukodonosor, Evil Merodak, Nergel-Şar-Uşur ve Nabonid'in krallıkları zamanında büyük bir gelişme gösterir. Nabupolassarin oğlu II. Nabukodonosor (M.Ö. 605-562), Asur devletini yıkar ve M.Ö. 596 a Kudüs üzerine yürür. Halkın büyük bir kısmını köle olarak Bâbıl'e götürür ve Kudüs'e Bâbilonyakları yerleştirir. Kendine bağlı kalacağına inandığı birim kral yapar. Fakat bir süre sonra onun da Mısır'la ittifak arayışlarına girdiğini tesbit edince M.Ö. 587 de ikinci defa Kudüs'e girer ve Yahudi kralını tahtından indirip gözlerini oydurur, oğullarım öldürür, Yahudileri ve özellikle okur yazarlarını Bâbilonya'ya sürer. Yahudilerin Bâbil esareti veya sürgün hayâtı yaklaşık yetmiş yıl sürer. II. Nabukodonosor devri Bâbıl'in en parlak çağı olur. Fakat bu kralın ölümünden sonra Bâbil devleti giderek zayıflar ve M.Ö. 519 da Pers Kralı Dârâ tarafından ortadan kaldırılır. Bâbil dilindeki Nabukodonosor . adı Arapça'ya "Buhtunnasır" biçiminde intikal eder. "Enna yuhyî hâzihi'llâhü ba'de mevtiha / Allah ölümünden sonra bunu nasıl diriltecek?" demişti. Bu cümlede "hâzihi'llâhü" şeklinde failin me'ful (tümleç)den sonra gelmesi, uzak bir ihtimal olarak görülen, garipsenen şeyi ifâde içindir. Garipsenen şey fail, yani Allah (celle celâlühü) ile değil fakat me'ful, yani harabe hâlindeki şehirle ilgilidir. Hulâsa, burada murad bu harabe şehrin darmadağın olmuş eski sakinleri veya başkaları tarafından yeniden imar edilmesinin uzak bir ihtimal olduğunu belirtmektir. İmar için ihya (diriltme) ve harabiyet için de mevt (ölüm) kelimelerinin kullanılması, durumun korkunçluğunu göstermek; İmar ve ihyanın ne kadar uzak bir ihtimal olduğu görüşünü te'kid içindir. B- "Bunun üzerine Allah, onu yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltti ." Âyet bu ifâdeyle ölümden sonraki dirilmenin (ba's-ü ba'del-mevtın) gerçekleşmesi itibariyle uzak görülen bir hâdise olduğunu en güzel ve en kuvvetli şekilde belirtmiş; Allah (celle celâlühü), Uzeyr'e (aleyhisselâm), hem kendi nefsinde hem de merkebinde bu hâdisenin nasıl gerçekleştiğini göstermiş, zihninde uyanabilecek bütün şüpheleri gidermiştir. Şehrin imar ve ihyasını, şehir halkının diriltilmesi şeklinde yorumlamak doğru değildir. Âyette şehir halkının değil şehrin, perişan halinin anlatılmış olması bu yoruma engeldir. Şehrin diriltilmesinden murad, halkının (diriltilmesi olsaydı, sadece ölümün zikriyle yerinilmez, onların kemik ve toprak hâline gelmiş olduklarından da bahsedilirdi. Çünkü kemik ve toprak olduktan sonra diriltilmek kabul bakımından çok daha uzak (müsteb'ad) bir garabettir; hayâtın akışına daha terstir. Üstelik Allah'ın (celle celâlühü) iradesi, şehir halkının diriltilmesine değil şehrin imar ve ihyasına ve şehre uğrayan kimsenin şehrin o hâlini görmesine taallûk etmiştir. Nitekim âyetin bundan sonraki kısmı bu doğrultudadır. Rivâyet olunur ki, Uzeyr o şehre girince, eşeğini bağladı ve dolaşmaya başladı. Çevrede hiç kimseyi göremedi. İşte o zaman: "- Allah, ölümünden sonra bunu nasıl diriltecek?" dedi. Ağaçlarda meyveler vardı; incir ve üzüm kopardı; üzüm sıkıp suyunu içti ve uyudu. O zaman Allah (celle celâlühü), henüz genç olan Uzeyrin canını aldı; eşeğini de öldürdü. Kopardığı meyvelerden ve üzüm suyundan artakalanlar da yanında bulunuyordu. Allah (celle celâlühü), onu mahlukatın gözlerinden gizledi. Nihayet ölümü üzerinden yetmiş sene geçtikten sonra Allah (celle celâlühü), Beytü'l-Makdis'i imar etmek için Fars'ın büyük hükümdarlarından Yûşeku'yu oraya gönderdi. 29 Onun yanında bin kethüda (kâhya) ve her kethüdanın emrinde de üç yüz bin işçi vardı. İşte bunlar şehri îmara başladılar. Allah (celle celâlühü), Buhtunnassari beynine giren bir sivrisinekle helâk buyurdu ve İsrâiloğullarından kalanları sürgünden kurtardı ve onları Beytü'l-Makdis'e iade etti. İsrâiloğullarından etrafa dağılanlar da Beytü'l-Makdis'e geri döndüler. Böylece otuz sene müddetle şehrin imarına çalıştılar. Nesilleri de çoğaldı ve eskiden daha iyi bir duruma geldiler. 29 Müellif merhumun "Yûşeku" adı ile andığı hükümdar Fars veya Pers kralı II. Keyhüsrev (öl: M.Ö. 528) olmakdır. Çünkü adı geçen M.Ö. 539 da Bâbil'i istilâ ederek sürgündeki Yahudilerin Kudüs'e dönmelerini sağlamış ve Beytü'l-Makdis'ten gasbedilerek Bâbil'e getirilmiş olan değerli eşyayı da kendilerine iade etmiştir. İsrâiloğullarının Bâbil esareti bu büyük hükümdarın aynı yılda Kudüs'ü zabtetmesiyle sona ermiştir. Bununla beraber konuya ilişkin rakamların abartık olup, çokluk ifâde ettiği kanısındayız. C- "Bu durumda ne kadar kaldın?" diye sordu. Allah Uzeyr'i ölümü üzerinden yüz sene geçtikten sonra diriltti. Burada "ihya" yerine "ba's / diriltmek, uykudan uyandırmak, göndermek" fiilinin kullanılması, Allah'ın (celle celâlühü) yüce iradesine göre, bu işin gerçekleşmesinin bir insanı uykudan uyandırmak kadar kolay ve çabuk olduğunu belirtmek içindir. Bir başka sebebi de Allah'ın (celle celâlühü), Uzeyr'i öldüğü günkü hâli ile, ezcümle akıllı, anlayan, düşünen, eserden müessiri istidlal edebilen biri olarak geri göndermiş olduğunu ifâdeye yöneliktir. Bu, bir istinaf cümlesidir. "Pekiyi, onu dirilttikten sonra ona ne demişti?" şeklindeki bir gizli soruya cevap mahiyetindedir. Allah (celle celâlühü), Uzeyr'e bu soruyu kudretini kavramaktan âciz olduğunu, kendisini öldürdükten sonra diriltmesinin üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin pek de zor olmadığını göstermek için sormuştu. Ayrıca Uzeyr bu arada Allah'ın (celle celâlühü) kudret eserlerinden birine daha muttak olur ki bu da, çabuk bozulan söz konusu gıdaların hiç tagayyür etmeden uzun zaman olduğu gibi kalmasıdır. Uzeyr'e soruyu soran ya bizzat Allah'tır (celle celâlühü), ya da Allah tarafından memur edilmiş bir melektir. Bir görüşe göre de gökten "Ey Uzeyr! Ölümden sonra ne kadar öyle kaldın?" diye bir nida gelmişti. Ç- "O : Bir gün ya da bir günden az!" dedi ." Uzeyr (aleyhisselâm), bunu takribi ve tahminî olarak yahut da kaldığı sürenin pek kısa olduğunu ifâde etmek anlamında söylemiş olmakdır. Bir rivâyete göre, Uzeyr (aleyhisselâm) kuşluk vakti ölmüş ve yüz sene sonra gün batımından az önce diriltilmiş. Soruya cevap verirken, güneşe bakmadan: "- Bir gün!" demiş. Dönüp bakınca daha güneşin batmamış olduğunu görmüş; o zaman da fıkirini değiştirerek: "- Belki bir günden de az!" demiş, Bu görüş, gerçekten uzaktır, Çünkü güneşin battığını zannederek de olsa, kesin olarak tam bir gün olduğunu söylemesinin izahı yoktur; çünkü günün başında noksanlık vardır. D- "Hayır, dedi Allah; tam yüz sene kaldın! Öyleyken yiyeceğine içeceğine bak; hiç bozulmamışlar!" Bu cümle de, önceki gibi istinaf cümlesi olup gizli bir sualin cevabı mahiyetindedir, Bu beyân, "- Hayır, sen o kadar değil, fakat tam yüz sene kaldın! Şimdi de kudretimizin delillerinden bir başka misâk görmek için yiyeceğine, içeceğine bak! Bozulup değişmeleri gerekirken, bu uzun müddet içinde hiç tagayyür etmemişler!" anlamına gelir. Rivâyet olunur ki, Uzeyr (aleyhisselâm), yeniden hayâta döndüğünde yanındaki incir ve üzümleri ağaçtan kopardığı, üzüm suyunu da sıktığı gibi taptaze buldu. "Lem yetesenneh / Hiç bozulmamışlar" cümlesi "üzerinden yıllar geçmemiş" şeklinde de tefsir edilmiştir, O takdirde bu ifâde, hakikat değil, teşbih olur ve: "- Yiyeceğine, içeceğine bak! Sanki üzerinden hiç yıllar geçmemiş; taptaze duruyor." anlamı kazanır. E- "Bir de merkebine bak !" "- Bir de bindiğin eşeğine bak; nasıl kemikleri çürüyüp dağılmış, mafsalları birbirinden ayrılıp parçalanmış! Bak ki, ne kadar zaman kaldığını ve sana anlatılanları kavrayasm ve kalben mutmain olasın." F- "Bütün bunları seni insanlara bir âyet (delil, ibret) kılmak için yapıyoruz ." "- İşte o anlatılanlardan sonra seni yeniden hayâta döndürdük. İstedik ki uzak sandığın, yıllar sonra hayâta döndürülmenin nasıl gerçekleştiğini bizzat yaşayıp göresin ve bu asırda yaşayan insanlara bir ibret olasın. Sen geçen asrın insanı olduğun hâlde bu asrın insanları seni görsünler ve uzun zamandır kendilerine gizli kalmış Tevrat ilimlerini senden alsınlar." Nitekim ileride bu konu gelecektir. Hulâsa, Uzeyr in önce öldürülmesi, uzun süre öyle bırakılması sonra yeniden hayâta döndürülmesi ve bütün bunların hikmeti, o asrın insanları için bir ibret olması ve gizli, kalmış Tevrat hakikatlerini insanlara öğretmesi-dır. G- "Şimdi kemiklere bak. Onları nasıl yerlerine yerleştiriyor, sonra onlara nasıl et giydiriyoruz !?" Burada kemiklerden maksad, eşeğin kemikleri olduğu için "venzur / bak" emri yinelenmiştir. Çünkü birinci "ünzur / bak!", uzun süre öylece kaldıkları hâlde hiç bozulmamış olan gıda maddelerine ilişkindir. İkinci "ünzur / bak!" ise hayâtın ve hayât unsurlarının üzerine bina edildiği o kemiklere ilişkindir. Demek isteniyor ki: "- Sen, yeniden hayâta döndürülmeyi nefsinde yaşadıktan sonra şimdi de onun keyfiyetini başkasında görmek için eşeğinin kemiklerine bak! Onları nasıl bir araya topluyor, bedendeki yerlerine koyuyor ve uygun bir terkib meydana getiriyor veya nasıl kemiklere hayât veriyoruz!" "Nünşizü" fiili, "nünşiru" şeklinde de okunmuştur. Bunun anlamı "Allah ölüleri neşretti, diriltti" demektir. Buradaki "neşr", hakikî değil mecazîdir. Çünkü bundan sonra gelen "Sümme neksûha lahmâ / sonra onlara nasıl et giydiriyoruz" cümlesi bu mânâyı vermeye engeldir. Bir kırâete göre de, "nünşizü" fiili yaymak anlamına "nenşüru" şeklinde okunmuştur. O takdirde cümlenin mânâsı "Onları (kemikleri) nasıl yayıyoruz" olur. Âyette, ruhun bedene üflenmesi keyfiyetine temas edilmemesi, sanırız ki ilâhî hikmet bunu gerektirmediği içindir. Rivâyet olunur ki; "- Ey çürümüş kemikler! Allah size emrediyor, bir araya toplanın!" diye bir nida gelmiş; bunun üzerine kuşların, yırtıcı hayvanların ve rüzgârların alıp götürdükleri parçalardan dağda, ovada ne varsa, hepsi bir araya toplanmış, yerli yerine yerleşmiş, birbirlerine eklenmiş, baş yerine oturmuş, sinirler, damarlar yerlerini bulmuş, kemikler üzerine et ve deri giydirilmiş, deriden kıllar çıkmış ve sonunda ona ruh üflenmiş; nihayet hayvan ayağa kalkıp anırmaya başlamış. Ğ- "Vaktaki hak kendisine tebeyyün etti o zaman şöyle dedi: "- Artık hakkıyla biliyorum ki Allah her şeye kaadırdir ." Bu, "bakılması emredilen öldükten sonra diriltilme keyfiyetinin bütün unsurlarıyla delâlet ettiği hakikat kendisince anlaşılınca..." demektir. Bu cümle, "Bak!" emrinin gerektirdiği mukadder bir cümleye matuftur. (Yani o da bakınca ve bütün bunlar kendisince anlaşılınca...) Bu mukadder cümlenin hazfedilmesi, onun açık bir hakikat olduğunu, zikrine ihtiyaç bulunmadığını ve bir de, "Kitabtan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: - Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm; dedi. Süleyman, o kraliçenin tahtını yanıbaşma yerleşmiş görünce..." " (Neml 27/40) mealindeki âyette olduğu gibi, hâdisenin süratle gerçekleştiğini zımnen bildirmek içindir. Bu âyetin takdiri şöyledir: O zaman Allah. (celle celâlühü) o kemikleri yerli yerine koydu ve onlara et giydirdi. Bu sırada Uzeyr (aleyhisselâm) ona bakınca ve diriltme keyfiyeti tam olarak kendisince anlaşılınca, "- Ben artık iyice biliyorum ki, Allah (celle celâlühü) her şeye ve ezcümle kendi nefsimde ve başkasında gördüklerimi yapmaya hakkıyla muktecürdir; O'nun emrine hiçbir şey baş kaldıramaz." demişti. "A'lime — bilmek" fiilinin "ea'lemü / biliyorum" şeklindeki muzari (geniş zaman) kipinin tercih edilmesi, Uzeyr'in Allah'ın (celle celâlühü) kudretiyle ilgili bilgisinin sürekliliğine, o bilginin aslının hiç bozulmadığına ancak diriltilme keyfiyetini müşahede sebebiyle o bilginin vasfının değiştiğine delâlet eder. Bu da bize Uzeyr'in "- Allah bu şehri öldükten sonra nasıl diriltecek!?" sözlerini, normal şartlara göre bunu uzak gördüğü ve hâdisenin büyüklüğünü ifâde için sarfettiğini anlatır. Bir kırâete göre, "ea'lemü / biliyorum" fiili emir kipi ile "h'lem / bil" şeklinde de okunmuştur. Rivâyet olunur ki Uzeyr (aleyhisselâm), yeniden hayâta döndükten sonra eşeğine binip mahallesine geldi, fakat insanlar onu tanımadı. O da insanları ve evleri tanımadı. Fakat Uzeyr (aleyhisselâm), çevreyi dolaştı, bazı şeyleri tahmin etti ve nihayet evini buldu. Yaşlı, amâ ve kötürüm bîr kadının kendi evinde oturduğunu gördü. Bu yaşlı kadın Uzeyr'i (aleyhisselâm) biliyordu; ona yetişmişti. Uzeyr ondan sordu: "- Bu ev, Uzeyr'in evi mi?" Evet, dedi kadın ve ekledi, Uzeyr'i çok uzun zaman önce kaybettik. Sonra ağlamaya başladı." Uzeyr de kendini tanıttı. Yaşlı kadın hayretler içinde kaldı ve: "- Böyle bir şey olamaz!" diye kekeledi. Uzeyr ise: Allah, benim canımı aldı, yüz sene beni ölü bıraktıktan sonra yeniden diriltti." dedi. Yaşlı kadın o zaman şu dilekte bulundu: "- Uzeyr, duası kabul olunan biriydi; eğer sen gerçekten Uzeyr isen, Allah'a duâ et de, bana gören gözlerimi geri versin, seni göreyim!" Bunun üzerine Uzeyr Rabbine duâ ve eliyle yaşlı kadının görmeyen gözlerini meshetti; o anda görmeye başladı. Sonra elinden tutup, "- Allah'ın izniyle ayağa kalk!" dedi. Yaşlı kadın şifâ bulmuş olarak ayağa kalktı ve kendisini bağlayan zincirlerden kurtulmuş gibi rahatladı. Uzeyr'in (aleyhisselâm) yüzüne baktı ve: "Sen gerçekten Uzeyr'sin; ben buna şâhitlik ederim" dedi ve hemen komşularına haber vermeye koştu. Onlar da o sırada toplanmış sohbet ediyorlardı. İçlerinde Uzeyr'in yüz yaşını geçkin oğulları da vardı. Yaşlı kadın, "- işte Uzeyr geldi!" diye seslendi. Onlarsa buna inanmadılar, onu ciddiye almak bile istemediler. O, İsrarla: "- Bakın; ben onun duâsıyla bu hâle geldim!" deyince fırlayıp ayağa kalktılar; Uzeyr'in (aleyhisselâm) yanina geldiklerinde oğlu: "- Benim, babamın iki omuzu arasında hilâl şeklinde bir kara ben vardı" dedi. Uzeyr sırtını açtı; baktılar ve gerçekten tarife uygun bir ben bulunduğunu gördüler. Buhtünnassar, Beytü'l-Makdis'te Tevrat okuyucularından kırk bin kişi katletmişti. Uzeyr (aleyhisselâm), yeniden hayâta dönüp Beytü'l-Makdis'e geldiği zaman, İsrâiloğulları içinde ne bir Tevrat nüshası, ne de Tevrat'ı ezberden okuyabilen biri vardı. O zaman Uzeyr Tevrat'ı, bir harfini bile eksik bırakmaksızın ezberden okuyup yazdırdı. Bu arada, Buhtunassar'ın helakinden sonra Bâbil esaretinden Beytü'l-Makdis'e dönenlerin evlâdından bin, "- Babam bana anlatmıştı; ona da dedem söylemiş; esir alındıkları gün kendisi Tevrat'ı bağda küpün içinde bir yere saklamış. Eğer siz dedemin bağını bana gösterebilirseniz, ben de size o Tevrat'ı bulup çıkarırım." dedi. Adamın dedesinin bağını bilenler beraberce kalkıp oraya gittiler; köşe bucak aradılar; sonunda o Tevrat'ı buldular. Buldukları Tevrat metnim Uzeyr'in ezberden kendilerine yazdırdığı Tevrat nüshasiyla karşılaştırdılar; aralarında hiçbir fark bulunmadığım tesbit ettiler. İşte o zaman: "- Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler. Elbette Allah (celle celâlühü), bundan münezzehtir. 260Bir zamanlar İbrâhîm de: "- Rabbim demişti, bana göster; ölüleri nasıl diriltiyorsun?" Allah: "- Yoksa inanmıyor musun?" buyurdu. İbrâhîm: "- Evet inanıyorum; lâkin kalben mutmain olmak istiyorum." dedi. Allah: "- O hâlde dört kuş al; onları kendine alıştır; sonra her dağ başına onlardan bir parça koy; sonra onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Şunu bil kı gerçekten Allah, her şeye üstün ve gaalib (A'zîz), hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir." buyurdu. A- "Bir zamanlar İbrâhîm de: "- Rabbim demişti, bana göster; ölüleri nasıl diriltiyorsun ?" Bu da, Allah'ın (celle celâlühü) mü'minlerin velisi olduğunun ve onları karanlıklardan nura çıkardığının başka bir delilidir. Ancak burada bundan önceki üslup izlenmemiş, "Yahut o kimseyi görmedin mi ki..." denmemiştir. Çünkü İbrâhîm (aleyhisselâm) adı daha önce, Rabbi hakkında tartışmaya giren hükümdar hâdisesinde geçmişti (Bakara 2/257). Bir de İbrâhîm'in Uzeyr (aleyhisselâm) gibi delilin aslında dahli yoktur. Zira Uzeyr'in (aleyhisselâm) macerası, yani yüz sene sonra tekrar hayâta döndürülmesi, Allah'ın sonsuz kudret: ve hidâyetinin misallerindendir. Âyetin başındaki "İz / Hani, hatırlayın veya düşünün o zamanı ki, bir zamanlar" mukadder bir fiilin yerini tutar. Nitekim bu fiil, A'raf (7) sûresinin 69 ve 74. âyetlerinde "Ve'zkürû / düşünün, hatırlayın" şeklinde sarahaten zikredilir. Şöyle ki: " Düşünün ki Allah sizi Nuh kavminden sonra halifeler yaptı..." (7/69) " Düşünün ki Allah sizi Ad kavminden sonra halifeler yaptı ..." (7/74) Bu, Allah'ın (celle celâlühü) meydana getirdiği o garip olayları hatırlayın ki, Allah'ın (celle celâlühü) mü'minlere olan velayet ve hidâyetine vakıf olasınız; demek olur. Bu ve benzeri yerlerde hatırlatma emri, vakte tevcih edilmiş, "Hatırlayın o zamanı ki.." denmiştir. Oysa asıl hatırlanması istenen o zamanda vuku bulmuş olan olaylardır. Bunun sebebi vaktin hatırlanmasının mânânın daha kuvvede idrâkini mümkün kılmasıdır. Çünkü vaktin hatırlanması, burhânî olarak (hüccet yoluyla), o vakitte vuku bulmuş olan hâdiselerin hatırlanmasını gerektirir. Bir de, vakit, hâdiseleri tafsilatıyla içerir. Bu itibârla düşünülen vakitte hâdiseler bütün tafsilatıyla zihinde canlanır. Öyle ki, olaylar hikâye edilirken zikri geçsin veya geçmesin, açıkça müşahede ediliyormuş gibi zihnî tasavvurda tam olarak yerlerini bulur. "Rabbi / Ey Rabbim!" merhamet dileme ifadesidir. Duadan önce istimali, mübalağa ile icabet dilemek içindir. Yani, "- Ey Rabbim! Ben ölüye bakarken onu dirilt, ölüleri nasıl dirilttiğini bu şekilde bana göster!" demektir. İbrâhîm (aleyhisselâm), yakîn derecesindeki imânını daha kuvvetlendirmek ve kal ben daha ziyâde mutmain olmak için bunu Cenab-ı Allah'tan dilemiştir. Bir görüşe göre, Nemruci: "- Ben de hem diriltir, hem öldürürüm!" deyince, İbrâhîm (aleyhisselâm): "- Allah'ın diriltmesi, ruhun bedene iadesiyle gerçekleşir." cevabını vermiş. Nemrud: "- Pekiyi, sen bunu gözünle gördün ?" diye sormuş; İbrâhîm (aleyhisselâm): "- Evet gördüm." diyememiş. Bu sebeble konuşmanın seyrini değiştirmiş ve başka bir açıklamaya geçmiş. Fakat sonra Rabbine yalvarıp bunu kendisine göstermesini dilemiş. Ancak âyetteki; "Belâ ve lâkin liyatmainne kalbî / Hayır inanıyorum; lâkin kalben mutmain olmak istiyorum" ifâdesi bunun sebebinin itminan olduğunu açıkça ortaya koyduğundan bu görüşün doğruluğuna engeldir.30 30 Ebussuûd Efendi, çok kere iddiaları zikretmekte ve fakat sonra da bu misâlde olduğu gibi cerh etmektedir. B- "Allah: "- Yoksa inanmıyor musun?" buyurdu ?" Bu cümle de, benzerleri gibi, bir istinaf cümlesi olup mukadder bir sualin cevabıdır. Yani Rabbi ona demişti ki: "- Ey İbrâhîm! Yoksa sen, Benim, dilediğim gibi diriltmeye kaadir olduğumu bilmiyor musun ve buna inanmıyor musun ki, bunu sana göstermemi istiyorsun?" Elbette Yüce Allah, İbrâhîm'in (aleyhisselâm), o devrin bütün mü'minlerınden daha sağlam bir imâna ve daha kuvvetli yakıîn bir bilgiye sâhib oluğunu biliyordu. Böyleyken bunu İbrâhîm'e (aleyhisselâm) sorması, onun vereceği cevabın, bütün mü'minlere bir ilâhî lütuf olması içindir. C- "İbrâhîm: "- Evet inanıyorum; lâkin kalben mutmain olmak istiyorum." dedi ." İbrâhîm (aleyhisselâm): "- Ey Rabbim! Biliyor ve inanıyorum ki, Sen, dilediğin gibi diriltmeye kaadirsin; fakat bunu görmek istememin sebebi, imânıma ve yakînime, gözle müşahede gerçeğini ekleyerek kalben mutmain olmak ve bu suretle basiretimi daha da artırmaktır." dedi. Ç- "Allah, "- O hâlde dört kuş al; onları kendine alıştır; sonra her dağ başına onlardan bir parça koy; sonra onları çağır; koşarak sana geleceklerdir ." "- Eğer bunu sana göstermemi istiyorsan haydi, dört adet kuş al!" Bir görüşe göre, bu kuşlar tavus, horuz, karga ve güvercin idi. Bir görüşe göre de güvercin değil, kerkenez idi. Bu işe kuşların tahsis edilmesi, kuşların insana daha yakın olmaları, hayvan özelliklerini daha fazla taşımaları, onların etlerini parçalamanın daha kolay olması gibi sebeplerden dolayıdır. "Surhünne — onları kendine akstır" kelimesi, bazı kıraatlere göre değişik şekillerde de okunmuştur. "Fesurrehünne veya fesarrahinne" gibi... Bu takdirde, bu cümle: "- O kuşları kendine alıştır, onları toparla, yanma al ve incele ki onların özelliklerini tafsilatıyla öğrenesin ve bunlar diriltildikten sonra hiç bir parçanın kendi yerinden başka bir yere konmadığını göresm." anlamı kazanır. Rivâyet olunuyor ki, İbrâhîm'e (aleyhisselâm), bu kuşları kesmesi, tüylerini yolup küçük parçalar hâline getirmesi, etlerini parça parça etmesi; tüylerini, kanlarını ve etlerini birbirine karıştırması; başlarını yanında tutması sonra da onların parçalarını bir dağın başına bırakması emrolundu. Bir görüşe göre bu dağların sayısı dört Diğer bir görüşe göre yedi idi. Böylece İbrâhîm her dağın başına bu karışımın dörtte birini veya (eğer yedi dağ ise) yedide birini bırakmış olmakdır. "Sümmied'u'hünne — Sonra onları çağır." Onları çağırdığında uçarak veya koşarak sana geleceklerdir. Burada Allah'ın (celle celâlühü) emirlerinin hikayesiyle yetinilmiş; İbrâhîm'in (aleyhisselâm) o emirleri yerme getirdiğine ve bunun sonuçlarına değinilmemistir. Ancak rivâyet olunduğuna göre, İbrâhîm onlara seslenmiş ve: "- Haydi, Allah'ın izniyle gelin!" demiş. Bunun üzerine o kuşların parçaları, uçuşmaya başlamış; önce parçalar birleşerek bedenleri meydana getirmiş; sonra her beden kendi başıyla birleşmiş; nihayet her kuş eski hâlini bulmuş. Âyette bunlara yer verilmemesi, zımnen şu gerçeği bildirmek içindir: Bu sonuçlar Allah'ın (celle celâlühü) emirleri gereğidir; bu emirler karşısında bu sonuçların gerçekleşmemesi imkânsızdır. Bu o kadar açık bir hakikattir ki, zikredilmesine ihtiyaç yoktur. İbrâhîm el-Halil'in faziletine, duadaki tevazuunun bereketine ve dilek edebinin güzelliğine delil olarak bu kıssa sana yeter. Allah İbrâhîm el-Halil'e (aleyhisselâm) dilediği şeyi ânında ve olabildiğince en kolay yoldan göstermiş ve Uzeyr'i (aleyhisselâm) de, yüz sene ölü bıraktıktan sonra dilediğini ona göstermiştir. D- "- Şunu bil ki gerçekten Allah, her şeye üstün ve gaalib (A'zîz), hükümlerinde hikmet sahibi (Hakîm)dir" buyurdu ." "- Şunu bil ki, Allah (celle celâlühü), emrinde gaalibtir, hiçbir güç O'nu âciz bırakamaz. O, Hakîm'dir; bütün işlerinde yüksek hikmet sahibidir. Bu itibârla Allah'ın (celle celâlühü) işlerini âdi (âdete uygun) sebepler üzerine bina etmesi, harikulade yollardan yapmaktan âciz olduğu için değil fakat bu hâliyle hikmet taşıdığı içindir. 261"Mallarını Allah yolunda (fîsebîlillâh) infak edenlerin durumu her başağında yüz dane (habbe) bulunan yedi başak bitirmiş bir dane gibidir. Allah, dilediğine kat kat artırır. Allah (ın rahmeti) geniş (Vâsi')dir; O, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm) dir." A- "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin durumu her başağında yüz dane bulunan yedi başak bitirmiş bir dane gibidir ." Mallarını, vâcib veya naille hayır yollarında infak edenlerin durumu, bir tohum tanesine benzer ki o bir gövde çıkarır. Bu gövde yedi sürgün verir; her sürgünde de bir başak ve her başakta da yüz tane olur. Gerçekten verimli topraklarda mısır ve darıda bunun kadar, hattâ daha fazlası idrâk edilebilir. "Enbetet / bitirmiştir" fiilinin daneye izafe edilmesi mecazîdir. Tıpkı bitirmek fiilinin toprağa ve su arkına izafesi gibi. Bu temsil, bereketin tasviri ve âdeta gözler önünde canlandırılmasıdır. B- "Allah, dilediğine kat kat artırır. Allah (ın rahmeti) geniştir; O, her şeyi hakkıyla bilendir." Allah (celle celâlühü), fazlından kime dilerse ona, başak misalinde olduğu gibi bire yedi yüz, hattâ daha fazlasını verir. Bu fazlalığın miktarı, hayır yolunda harcama yapanın ihlâsı ve yorgunluğu nisbetinde artar. İşte bundan dolayıdır ki, sevapların miktarında amellerin mertebeleri farklıdır. Allah'ın kat kat ihsanda bulunması, onun lütfunda bir darlık ve sıkıntı doğurmaz. Ve Allah (celle celâlühü) Alim'dir; hayır yolunda harcama yapanın niyetini, harcadığı miktarı ve harcadığını tahsil keyfiyetini hakkıyla bilir. 262"Onlar ki mallarını Allah yolunda (fîsebîlillâh) infak ederler; sonra bunun arkasından infak ettiklerini başa kakmazlar, ezâ vermezler. İşte onlara Rabbleri katında ecirler vardır. Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." A- "Onlar ki mallarını Allah yolunda infak ederler; sonra bunun arkasından infak ettiklerini başa kakmazlar, ezâ vermezler ." Bu ibtidâ cümlesi temsilde fazileti beyân edilen harcamanın keyfiyetini bildirir. Minnet etmek, iyilik ettiği kimseye yaptığı iyilikleri sayarak üzerinde hakkı olduğunu göstermektir. Ezâ etmekse, iyilik ettiğinden dolayı ona büyüklük taslamaktır. Âyette önce minnet zikredilmiştir. Çünkü bu konuda minnet daha çok vâkıı olmaktadır. Bir görüşe göre, bu âyet-i kerîme, Osman Zi'n-nüreyn (radıyallahü anh) ile Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Osman Tebûk savaşı için ordu hazırlanırken bin deveyi çulları ve palanlarıyla birlikte ordunun emrine vermişti. Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh) da. Peygamber'e dört bin dirhem yardım getirmişti ve minnet ile ezâ, her ikisinin aklından ve hayalinden bile geçmemişti. B- "İşte onlara Rabbleri katında ecirler vardır ." İşte onlar için Allah katında, âyette zikredilen temsil zımnında o büyük mükâfatlar vardır. "ı'nde rabbihim / Rableri katında" buyurulması, pek açık bir te'kıd ve şereflendirme demektir. Bu cümlenin başında sebebiyet ifâde eden "f" harfinin bulunmaması, zımnen şunu bildirir: Bu mükâfatın minnetsiz ve ezâsız harcamaya terettübü, sarahaten sebebiyet ifâdesine ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bir hakikattir. "Sebebiyet belirtilmemesi, zaten mü'minler, infakta bulunmasalar da ilâhî mükâfata ehildirler; infak hâlinde evleviyetle buna nail olacaklardır" şeklinde bir yorum, in faka teşvik makamında geçerli değildir. C- "Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır ." Onlar için her iki cihanda kötülükle karşılaşma endişesi ve korkusu yoktur ve onlar, büyük veya küçük herhangi bir dünyevî matlûbu elde edememekten dolayı üzüntü de çekmezler. Yani onlar, korku ve üzüntü verecek bir hâdise ile karşılaşmazlar. Bu ifâde: Onlar korku ve üzüntüyü mucib hâdiselerle karşılaşırlar, fakat bunlardan hiç müteessir olmazlar; Onlar hiç korku ve üzüntü duymazlar, devamlı neşe ve sevinç içinde bulunurlar; demek değildir. Allah'ın (celle celâlühü) hâs ve mukarreb kulları O'nun celâl ve heybetini tazim ve kulluk hukukunu yerine getirmek için harcadıkları gayret ve çabayı yeterli görmezler. Onlar başka değil ancak bundan dolayı bir korku ve endişe duyarlar. Bu da onların özellıklerindendir. 263"Ma'ruf (güzel, tatlı) bir söz ve mağfiret (bağışlama); arkasından ezâ gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Ganî (hiçbir şeye muhtaç değil)dir, Halım (cezalandırmakta acele etnıeyen)dir." A- "Ma'ruf (güzel, tatlı) bir söz ve mağfiret (bağışlama); arkasından ezâ gelen bir sadakadan daha hayırlıdır ." Sadaka isteyen kimseye bir şey vermeden onu, gönüllerin reddetmediği, tersine benimsediği güzel, bir sözle savmak, insana ağır gelen sırnaşık ve ısrarcı davranışlarını bağışlamak, arkasından incitme gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Çünkü ilk ikisinde (güzel söz ve bağışlamada) hiç zarar yoktur; inciterek verilen sadakada ise zarar vardır. Burada arkasından incitme gelen sadakada da nisbeten hayır olduğu sonucunu çıkarmak hatâdır. B- "Allah, Ganî'dir, Halım (cezalandırmakta acele etmeyen)dir ." Allah (celle celâlühü), fakirleri, başa kakan ve gönülleri inciten kimselere muhtaç bırakmaz; onların rızıklarını başka yollardan da verir ve Allah (celle celâlühü) Halîm'dir, başa kakan ve gönül kıranların cezasını vermekte acele etmez. 264"Ey imân edenler! Sadakalarınızı başa kakarak ve ezâ ederek boşa çıkarmayın. O kimse gibi ki mallarını insanlara riyâ (gösteriş) için infak eder; Allah'a ve âhiret gününe inanmaz. Onun durumu, üzerinde (bir miktar) toprak bulunan bir kayaya benzer; şiddetli bir sağnak isabet etmiş ve onu çırılçıplak bırakmıştır. Öyleleri (riyakârlar) kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kâfirlere hidâyet etmez." A- "Ey imân edenler! Sadakalarınızı başa kakarak ve ezâ ederek boşa çıkarmayın. O kimse gibi ki mallarını insanlara riyâ (gösteriş) için infak eder; Allah'a ve âhiret gününe inanmaz ." Önceki gıyabî beyân tarzından sonra burada Allah'ın (celle celâlühü) hitab ile mü’minlere yönelmesi, nehyi yerine getirmenin lüzumunu mübalağa ile ifâde etmek içindir. Yani ey mü'minler! Allah'a ve âhiret gününe inanmadığı, dolayısıyla bir sevap beklemediği, azabtan da çekinmediği hâlde, sırf insanlara gösteriş için malını harcayan kimse, nasıl intakını riyâ ile boşa çıkarıyorsa siz de sadakalarınızı, başa kakarak veya inciterek öyle yapmayın. B- "Onun durumu üzerinde (bir miktar) toprak bulunan bir kayaya benzer ; şiddetli bir sağnak isabet etmiş ve onu çırılçıplak bırakmıştır ." O riyakârın infaktaki hâli, üzerinde biraz toprak bulunan ve sağanak yağmurun isâbetiyle çırılçıplak kalan düz bir kayanın durumuna benzer. C- "Öyleleri kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler . Allah, kâfirlere hidâyet etmez ." Onlar, riyâ ve gösteriş için yaptıklarından hiçbir şekilde faydalanamazlar ve kesinlikle onun bir sevabını bulamazlar. Tıpkı; " Hem Biz onların hayır olarak işledikleri her işin önüne geçmiş ve onları saçılmış zerreler hâline getirmişizdir." (Furkan 25/23) mealindeki, âyette ifâde buyurulduğu gibi. Bu da, bir istinaf cümlesidir. "O gün onların hâli ne olacak?" şeklinde gizli bir sualin cevabıdır. Allah (celle celâlühü), o kâfirler güruhunu hayra, doğru itikada ve doğru ahlâka erdirmez (onların irade ve gayreti olmadan Allah onlara bunu nasib etmez). Bu cümle, mâkabk için bir zeyl (ek) mâhiyetinde olup şunlara işaret eder: Riya ve gösteriş için mal harcamak, harcamalardan sonra başa kakmak ve kendisine yardım edilen kimseyi incitmek kâfirlerin özelliklerinden olup mü'minlerin sakınması gerekir. 265"Mallarım Allah'ın rızâsını aramak ve tesbit-i kalb için infak edenlere gelince; onların durumları bir tepedeki bahçenin hâline benzer ki ona bol yağmur yağmış ve meyvelerim ikiye katlamıştır. Ona bol yağmur yağmasa da çisenti yeter. Allah yaptıklarınızı görür." A- "Mallarını Allah'ın rızâsını aramak ve tesbit-i kalb için infak edenlere gelince; onların durumları bir tepedeki bahçenin hâline benzer ki ona bol yağmur yağmış ve meyvelerini ikiye katlamıştır ." Allah'ın (celle celâlühü) rızâsını kazanmak ve kalplerini imân üzerinde sebat ettirmek için mallarını harcayanların durumlarına gelince; bilindiği gibi mal, canın yongasıdır. Bu itibârla malını Allah'ın (celle celâlühü) rızâsı uğruna harcayan kimse, kısmen de olsa kalbini imân üzerinde tesbit etmiş olur. Eğer bir kimse Akalı yolunda hem malını, hem de canını verebiliyorsa o takdirde, kalbini imân üzerinde tamamen kararlaştırmış olur. 1- Allah'ın (celle celâlühü) rızâsını kazanmak, İslâm'ı onaylamak ve ilâhî mükâfata mazhar olmak; 2- Allah'ın rızâsını kazanmak, mü'minler nezdinde imândaki sadakat ve ıhlasını tesbit ve tescil etmek; için mallarını harcayanlar da bu cümlenin kapsamı içindedir. "Tesbit" kelimesi yerine "tebyîn / beyân etmek" kıraetı de, bu tevcihi destekler. Hayır yolunda mal harcamanın hikmeti, kişinin nefsini, cimrilikten ve hatâların başı olan mal sevgisinden tezkiye etmek, arındırmaktır. İşte belirtilen amaçlarla mallarını harcayanların durumu, soğuk vurmaktan emin, havası ılıman ve yüksek bir arazide bulunan bahçe gibidir ki, bol yağmur almış ve bu yağmur sebebiyle, şâir yılların iki katı ürün vermiştir. "Dı'f' kelimesi sözlükte misil anlamındadır, "dı'feyn" ise iki misli demektir. Fakat bir görüşe göre "dı'f kelimesi iki misli anlamındadır. Buna göre, âyetin mânâsı: "...Ona bol yağmur yağmış ve meyvelerini dörde katlamıştır" demek olur. "Cennetin birabvetîn / tepede veya yüksekçe yerdeki bir bahçe..." buyrulması yüksek arâzilerdeki ağaçların manzaralarının daha güzel, meyvelerinin daha vasıflı olmasındandır. Alçak arâzilerdeki ağaçlar ise, nadiren soğuk vurmaktan kurtulur; çünkü bu arazilerde rüzgârlar durgun ve hava yoğundur. B- "Ona bol yağmur yağmasa da çisenti yeter. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla gören (Basıîr)dir ." O yüksek arazideki bahçenin ağaçları sağlıklı, toprağı münbit ve havası güzel olduğu için, ona bol yağmur düşmese de bir çisenti yeter yahut ona bol olmasa bile hafif bir yağmur düşer. Hulâsa, âyette anlatılan amaçla hayır yolunda yapılan harcama, Allah katında bereketli olur; belki mükâfatı kişinin hâllerine göre değişir fakat hiçbir zaman zayi olmaz. Temsil, iki bahçeye düşen az veya çok yağmur olarak da düşünülebilir. Yani her iki yağmur da o bahçenin ürünlerini kat kat artırdığı gibi in fakları da, az veya çok onunla Allah'ın (celle celâlühü) rızâsı gözetildiğine göre Allah katında çok bereketk sonuçlar doğurur. Yapılanlardan hiçbir şey Allah'a (celle celâlühü) gizli değildir. Bu da infakta ihlas için büyük bir teşvik ve riyâ ile gösterişten sakındırma anlamı taşır. 266"Sizden kim arzu eder ki onun bir hurmalığı ve bağı olsun, altından ırmaklar aksın, orada her türlü semere yetişsin de kendisine ihtiyarlık çökmüş, çocukları da zayıf ve güçsüz bulunsun. O hâlde iken o bahçeye yıl dirimli bir kasırga (i'sar) isabet etsin de yakıversin. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor ki, düşünesiniz." A- "Sizden kim arzu eder ki onun bir hurmalığı ve bağı olsun, altından ırmaklar aksın, orada her türlü semere yetişsin de kendisine ihtiyarlık çökmüş, çocukları da zayıf ve güçsüz bulunsun. O hâlde iken o bahçeye yıldırımlı bir kasırga isabet etsin de yakıversin ." Bu, "Ben babamı hiç döver miyim!" kabilinden bir istifham-ı inkârıdır. Daha açık bir deyişle vukûun inkârıdır. "Sen babanı mı dövüyorsun?" kabilinden vaktin (vuku bulunan bir şeyin) inkârı değildir. Bir de inkâr konusu, kasırganın isabeti ve onu takıp eden yangındır. Yalnız hurma ve üzüm kütüklerinin zikredilmesi, bunların asıl, diğer ağaçların feri' olmasındandır. Nitekim âyetin devamından da bu açıkça anlaşılmaktadır. "Cennet", dalları birbirlerine dolanmış sık ağaçlar anlamına geldiği gibi, bu ağaçların bulunduğu arazi (bahçe) anlamına da gelir. "Tecrî min tehtiha'l-enharu / altından ırmaklar akan" ifâdesine uygun olan birinci mânâdır. Çünkü ikinci mânâya göre bir muzafin takdir edilmesi gerekir. Yani "ağaçlarının altından ırmaklar akan bahçe.." demek lazım gelir. Bir de, cennetin ikinci mânâsına göre, âyetteki yanma fiilinin araziye isnadı da mecazî olmak gerekir. (Çünkü yanan, arazi değil, fakat üzerindeki ağaçlardır.) "Min külli's-semerâti / her çeşit meyveden" ifâdesinden kastedilen de bol çeşittir yoksa bütün meyveler değildir. "el-Kiber / ihtiyarlık" tan maksad yaşlılık sebebiyle başkaca geçim vâsıtalarını temin etmekten âciz olma ve böyle bir bahçenin sağlayacağı menfaatlere şiddetle muhtaç bulunma hâlidir. "Zürriyet-i duâfâ' / zayıf zürriyet veya zayıf çocuklar" dan maksat, çalışabilecek, geçimlerini sağlayabilecek yasta olmayan küçük çocuklardır. Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîmede anlatılan, hayır ve güzel işler yanında bunları boşa çıkaran şeyler de yapan, sonra kıyamet gününde sevablarına muhtaç olduğu bir sırada onları etrafa saçılmış toz zerreleri (hebâ-i mensur) gibi bulan kimsenin duyduğu esef ve üzüntü hâlidir. B- "İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor ki, düşünesiniz." Allah (celle celâlühü), duyu organları ile idrâk edilen gerçekler kadar açık olan bu beyân tarzıyla size âyetlerini açıklıyor ki, onlar üzerinde düşütlesiniz; içerdikleri hakikatlerden ibret alasınız ve gereğini yerine getiresiniz. 267"Ey imân edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için arzdan çıkarttıklarımızın temiz (Tayyib)lerinden infak edin. Size verildiğinde göz yummadan alamayacağınız habisi (fena, kötü, kalitesiz, çirkin) infak etmeye kalkışmayın. Şunu iyi bilin ki Allah, Ganî (hiçbir şeye muhtaç değil) dir, Hamîd (övülmeye değer)dir." A- "Ey imân edenler! Kazandıklarınızın ve sızın için arzdan çıkarttıklarımızın temizlerinden infak edin ." İnfakın aslı, mâhiyeti ve keyfiyeti beyân edildikten sonra şimdi burada infak edilecek malın hâli, kalitesi belirtiliyor. İnfak konusu, kazançların helâk ve iyi vasıflısı olacaktır. Hayra harcanacak olanlar bunlardır. Nitekim., " Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birra (hayra) eremezsiniz." (Âl-i İmran 3/92) buyurulur. "Ve mimma ahracna leküm mine'l-ardı — Ve sizin için arzdan çıkarttıklarımızdan" maksad hububat, meyve ve sebzeler, madenler gibi mallardır. B- "Size verildiğinde göz yummadan alamayacağınız habisi (fena, kötü, kaktesiz, çirkin) infak etmeye kalkışmayın ." Mallarınızdan kötü ve kaktesiz olanları hayra tahsis etmeyin; kötü malla sadaka vermeyin. Ibn-i Abbas'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre: "Araplar, hurmanın yaramaz ve kötü kısmını sadaka olarak veriyorlardı. İşte bu âyetle bundan nehvolundular." "Ğamud, ğamad, ğumud, tuğmidû / göz yummak" ifâdesi, kinaye veya istiare yoluyla müsamaha anlamındadır. C- "Şunu iyi bilin ki Allah, Ganî'dir, Hamîd'dir ." Allah'ın (celle celâlühü) sizin infakınıza ihtiyacı yoktur; ondan tamamen müstağnidir; infakı size emir buyurması, sadece sizin menfaatiniz içindir. Muhatabların Allah'ın (celle celâlühü) Ganî olduğunu bildikleri hâlde onlara bu emrin verilmesi, malların kötüsünü infak edenler için bir kınamadır ve böyle davranışın cahil işi olduğunu bildirmek içindir. Çünkü malların kötüsünü infak etmeyi âdet edinmek, bu malları alanların bunlara muhtaç, hattâ mahkûm olduğuna inanmaktan ileri gelir. Allah (celle celâlühü) Hamîd'dir, yani kullarına bahşettiği bunca büyük nimetlerden dolayı onların her türlü övgülerine lâyıktır yahut, Allah Hâmid'dir, iyi maldan olan in fakı kabul buyurmak ve onun mükâfatını vermek suretiyle kullarını över. 268"Şeytan size fakirlik (el-fakr) va'deder ve size hayasızlığı (el- fahşâ') emreder. Allah ise fadlından bir bağışlama (mağfiret) va'deder. Allah, rahmeti geniş olan (Vâsi')dır, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir." A- "Şeytan size fakirlik va'deder ve size hayasızlığı emreder ." Va'd, muhbir (haber veren) tarafından, bir şeyin akıbetini (sonucunu) haber vermektir. Va'd, hayır için kullanıldığı gibi şer için de kullanılmaktadır. Nitekim, "Kendilerine karşı apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman o kâfirlerin yüzlerinde inkâr (el-münker) görürsün. Neredeyse âyetlerimizi okuyanlara saldırıverecek gibi olurlar. (Resûlüm) de ki: "- Şimdi ben size bu yaptığınızdan daha kötüsünü haber vereyim mi? O ateş (eiı-nâr)dir. Allah onu kâfirlere va'dettti. O ne kötü bir dönüş yendir." (Hacc 22/72) buyrulur. Daha açık bir ifâdeyle şeytan, infak ta size fakirlik va'deder ve size der ki; sizin infakmızın akıbeti, yoksul düşmenızdir. Şeytan, in fakta bulundukları takdirde kendisinin onları fakir düşüreceğini söylemediği, bu fiili kendisine izafe etmediği hâlde, bunun şeytanın bir va'dı olarak vasıflandırılması bu fakirliğin şeytanın verdiği vesveseyle gerçekleşeceğini zımnen bildirmek içindir. Şeytan, fakirliğin mutlaka vuku bulacağını telkin etmekle, sanki onun kendi iradesiyle gerçekleşeceğini söylemiş gibi olmaktadır. Yahut şeytanın bu telkini, Allah'ın (celle celâlühü) va'dinin karşıtı olduğundan, aradaki benzerlik sebebiyle bu ifâde kullanılmıştır. Zaten şeytan insanları cimriliğe teşvik eder. Araplar da cimri insana fahiş derler. (Onun için âyette bu ifâde kullanılmıştır.) Bir görüşe göre, âyetteki fahiş (fahşâ, fahiş sıfatının dişi kipidir), günahlar ve kötülükler demektir. B- "Allah, size fadlından bir bağışlama (mağfiret) va'deder. Allah, rahmeti geniş olan (Vâsi') dır, her şeyi hakkıyla bilen (A'lîm)dir ." Allah (celle celâlühü), infak sebebiyle âhirette size fadlından bir mağfiret; dünyada da, infak ettiğiniz mal yerine daha fazlasını va'deder. Bu, şeytanın vesvese yoluyla olan telkinini tekzibtir. Allah'ın (celle celâlühü) kudreti ve lütfü her şeyi kuşatmıştır. Bu itibârla O, size va'dettiği mağfireti ve infak ettiğinizin fazlasını vermeyi mutlaka gerçekleştirecektir. Allah (celle celâlühü) Alîm'dır, ilmi sonsuzdur. Bu itibârla O, sizin in fakınızı bilir ve mükâfatınızı zayi edecek değildir. Yahut O, gerçekleştireceği mağfireti ve lütfü bilir. Bu itibârla o ilâhî va'din yerine gelmemesi imkânsızdır. Bu cümle, mâkabk için açıklayıcı bir zeyl (ilâve) mahiyetindedir. 269"Allah, hikmeti dilediğine verir. Ve kime hikmet verilmiş ise gerçekten de ona pek çok hayır verilmiştir. Bunu akıl sahiplerin (ülü'l-elbab)den başkası düşünmez (tezekkür etmez)." A- "Allah, hikmeti dilediğine verir ." Tabiînden Mücâhid'e (ölm.723) göre hikmet, Kur’ân, doğru ve faydalı, derin bilgi ve anlayıştır. İbn-i Ebî Necîh'ten (ölm. 787) rivâyet olunduğuna göre, hikmet, doğru söz ve ameldir (uygulamadır). Tabiînden İbrâhim e'n-Nahaî'den (ölm.715) rivâyet olunduğuna göre, hikmet, eşyanın mânâlarını anlayıp kavramaktır. Bir kavle göre hikmet, eşyanın hakikatini bilmek son bir kavle göre de hikmet, güzel ve doğru hareketlere yönelmektir. Mukatıl b. Süleyman'a (ölm.766) göre, hikmet, Kur’ân'da dört anlamda kullanılmıştır: 1- Öğüt; 2- Sır; 3- Yüksek ilim ve anlayış; 4- Peygamberlik. Herhâlde bu makama en uygun olan mânâ, ilk iki tefsire göre Kur’ân âyetlerinin içerdiği hükümlerdir. Hikmetin verilmesi, hikmet ilmine ve ameline muvaffak kılınması demektir. Yani Allah sonsuz lûtfunun ve sınırsız ilminin gereği olarak hikmetini kullarından kime dilerse ona verir. Gerçekten Rabbiniz, Kur’ân âyetleri zımnında siz mü'minlere, dinî ve dünyevî menfaatlerinize kıskın üstün hikmetler beyân etmiştir. Bu itibârla siz bunları kendiniz için ganimet bikn ve onları hayâtınızda uygulamak için acele edin. B- "Ve kime hikmet verilmiş ise gerçekten de ona pek çok hayır verilmiş demektir ." Burada zamir makamında ismin açık olarak zikredilmesi "Ve men yü'te'l-hıkmete.." buyrulmasi hikmetin önemini açıklamak ve illetini de zımnen bildirmek içindir. "Yü'te" fili, "Ve men yü'tihi'llâhü'l-hıkmete" şeklinde fail kipi ile de okunmuştur. Bu takdirde anlam, "Allah (celle celâlühü) kime hikmet verirse, gerçekten ona çok hayır verilmiş demektir" olur. Çünkü dünya ve âhirette en hayırlı şeyler ona verilmiş demektir. C- "Bunu aleti sahiplerinden başkası düşünmez ." Yani ancak vehim şaibesinden ve nefsanî hevâ ve heveslerine meyletmekten kurtulmuş olan akıl sahipleri, verilen hikmetten öğüt alırlar ya da o hikmet üzerinde düşünürler. Bu âyet-i kerîmede, infak hakkında gelen hükümleri korumaya yönelik açık bir teşvik vardır. 270"Her ne infak ederseniz ve ne adarsanız muhakkak ki Allah, onu bilir. Zâlimlere yardım edecek hiç kimse yoktur." A- "Her ne infak ederseniz ve ne adarsanız muhakkak, ki Allah, onu bilir ." Daha önce Allah (celle celâlühü) yolunda yapılan intakın niteliği anlatıldıktan sonra bu âyette, in falan bütün çeşitlerini kapsayan genel bir hüküm sevk edilmektedir. Yani hak veya bâtıl, gizli veya açık, az veya çok, hangi neviden nafaka olursa olsun, gerçekleştirdiğiniz bütün infak ve harcamaları; ayrıca hayır veya şer için şartlı veya şartsız, mâk veya fiilî ve bedenî olsun (namaz, oruç gibi), her ne suretle olursa olsun, adadığınız her adağı Allah (celle celâlühü) muhakkak bilir. Elbette Allah, onların karşılığını verecektir; hayır ise hayır olarak; şer ise şer olarak... Adamak (nezir), kalben bir işe karar verip onu yapmayı iltizam etmektir. Nezir ve adak, bu işi bilfiil gerçekleştirmektir. B- "Zâlimlere yardım edecek hiç kimse yoktur ." 1- Şer veya günah amacıyla harcama yapmak veya nezretmek, 2- Sadakaları engellemek, 3- Adakta vefasızlık ederek gereğini yerine getirmemek, 4- Malın kötüsünü seçip hayra harcamak, 5- Riyâ ve gösteriş için harcamak, 6- Infakta minnet ve ezada bulunmak, 7- Bunların dışında zulüm kapsamına girecek şekilde gerektiği gibi, gerektiği şekilde ve gereken yerlere harcama yapmamak; suretiyle zâlim duruma düşenlerin ne şefaat ne de müdâfaa olarak, kendilerini Allah'ın (celle celâlühü) azabından kurtaracak hiçbir yardımcıları olmayacaktır. "Ensar / yardımcılar" kerimesinin çoğul olarak gelmesi, "zâlimin / zalimler" kelimesinin karşıtı olduğu içindir. Yani zalimlerin hiçbiri için, bir yardımcı olmayacaktır. 271"Eğer sadakaları açıktan verirseniz, o ne güzeldir. Ve eğer onu gizler ve o suretle fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Allah da seyyiatmızdan bir kısmını örter. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır." A- "Eğer sadakaları açıktan verirseniz, o ne güzeldir ." Bu âyet, bundan önceki âyette mücmel kalan bazı hususlara bir nevi açıklama ve beyândır. İşte bundan dolayıdır ki, iki cümle arasında atıf harfi yoktur. Yani eğer sadakaları açıktan verirseniz bunlara riyâ, gösteriş ve şöhret karışmadıktan sonra o güzeldir. Bu hüküm, farz olan sadakalar içindir. Nafile sadakalarda ise, gizli vermenin sevabı, daha fazladır. Nitekim bundan sonraki cümlede bu husus dile getirilir. B- "Ve eğer onu gizler ve o suretle fakirlere verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ." Açıktan verilen sadakaların da yoksullara verilmesi vâcib iken, özellikle gizli sadakalarda bunun sarahatle zikredilmesi, gizli sadakalarda fakir ile zengini karıştırma ihtimali olduğundandır. Çünkü gizli sadakalarda zengin de, yoksul olduğunu iddia edip gizlice sadaka alabilir. Fakat insanların huzurunda bunu yapamaz. Nafile sadakaları gizlice fakirlere vermek, açıktan vermekten daha hayirlıdır. Bu hüküm nafile sadakalara; malı ve serveti, olduğu bilinmeyenlere mahsustur. Vâcib sadakalarda ise, durum bunun aksinedir; çünkü zekât ve benzen vâcib sadakaları vermemek töhmetini önlemek, ancak açıktan verilmesiyle sağlanabilir. İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre: "Nafile sadakalarda gizli vermenin sevabı, açıktan, vermekten yetmiş kat fazladır. Farz sadakalarda ise, açıktan vermenin sevabı, gizli vermekten yirmi beş kat fazladır." C- "Allah da seyyiatmızdan bir kısmını örter . Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır " Allah (celle celâlühü) bu sebeple sizin bazı günahlarınızı siler. Bir kırâete göre "yükeffiru" kelimesi "nükeffiru" olarak da okunmuştur. Bu takdirde anlam şöyle olur: "Biz de sizin günahlarınızı (veya günahlarınızdan bazılarını, bir kısmını) örteriz." Esasen Allah (celle celâlühü), gizli veya aşikâr bütün verdiklerinizden haberdardır. Bu da, farz olmayan sadakaları gizli vermeye teşviktir. 272"(Resûlüm), onları hidâyete erdirmek senin üzerine (borç) değildir. Velâkin Allah, dilediğine hidâyet eder. Hayır olarak ne infak ederseniz bu kendiniz içindir. Ancak Allah'ın vechini (rızâsını) kazanmak için infak ediyorsunuz. Hayır olarak ne infak ederseniz (mükâfatı) size ödenir. Size asla haksızlık yapılmaz." A- "(Resûlüm), onları hidâyete erdirmek senin üzerine (borç) değildir . Velâkin Allah, dilediğine hidâyet eder ." "- Resûlüm! Onları emr olundukları güzellikleri işlemeye ve nehyolundukları çirkinliklerden çekinmeye muvaffak kılmak, senin üzerine vâcib bir iş değildir; senin üzerine vâcib olan yalnız, sana vahyolunan âyet ve hikmetli öğütlerle onları hayra irşad ve teşvik ile serden nehyetmektir." Allah (celle celâlühü), ilâhî öğütlerden ders alan, hakka uyan ve hayrı seçen insanlardan dilediğine hidâyet eder; onu özel bir hidâyetle matlubuna kesin olarak ulaştırır. Bu âyette, mükellefler için gıyabî ifâde tarzı tercih ve hitabın Resûlüllah'a tevcih edilmesi muhatabları emre uymaya daha kuvvetlice (mübalağa ile) sevketmek içindir. Çünkü burada açıkça onların işlerinin tanziminin Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) değil kendileri üzerine vâcib olduğu bildirilmektedir. Nitekim bundan sonraki cümle de bunu belirtir. Bir görüşe göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), hem Müslüman fukara çoğaldığı, hem de müşrik fukarayı ihtiyaçları sebebiyle İslâm'ı kabule teşvik için, Müslümanları onlara sadaka vermekten men etti. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Burada verilen mesaj şu idi: "- Resûlüm! Sana karşı olanı hidâyete erdirmek senin üzerine terettüb eden bir vazife değildir ki İslâm'a girmeleri için onlara sadaka verilmesini men ediyorsun! " Bu tefsire göre ilâhî kelâmda, ifâdede bir değişildik yoktur; "hüdahüm" kelimesindeki "hüm / onları" zamiri müşrik fakirleri ifâde eder. Buna göre yalnız hitapta değişildik vardır. B- "Hayır olarak ne infak ederseniz bu kendiniz içindir." Bu cümle iki türlü yoruma elverişkdir. Şöyle ki: Bu cümlede gıyabî ifâdeden mükelleflere hitaba dönülmüştür. Bu, mükellefleri emre uymaya şiddetle teşvik içindir. Hitab da değişildik yapılmış Peygamber Efendimiz'den (sallallahü aleyhi ve sellem) mükelleflere dönülmüştür. Burada verilen mesaj şudur: Hayır yolunda her neyi harcarsanız, bu herhalde sizin yararınızadır; sizden başkası ondan faydalanamaz. Bu itibârla in fakta bulunduğunuz kimselerin başına kakmayın; onları incitmeyin ve hayır yolundaki harcamalarınızı özellikle malın kötüsünden yapmayın. Hayır yolunda harcadığınız malın dinî faydası sizindir; başkasının, yani ınfakta bulunduğunuz fakirlerin değildir ki sadakalardan, dinleri sebebiyle faydalanamayan müşrik fakirlere sadaka verilmesine engel olmaya çalışiyorsunuz. C- "Ancak Allah'ın vechini (rızâsını) kazanmak için infak ediyorsunuz ." Bu cümleden de iki türlü anlam çıkarmak mümkündür. Şöyle ki: Siz hayır yolunda yaptığınız harcamaları hiçbir şey için değil, fakat gaye ve illet olarak sadece Allah (celle celâlühü) rızâsı için yapıyorsunuz. O hâlde sadakalarınızı niçin başa kakıyor ve Allah'ın (celle celâlühü) şânına lâyık olmayan kötü malları infak ediyorsunuz? Bu ifâde, nehiy anlamında bir nefiy veya olumsuzluktur. Yani bu, hayır yolunda yaptığınız harcamaları ancak Allah rızâsı için yapmaksınız; demektir. Ç- "Hayır olarak ne infak ederseniz (mükâfatı) size ödenir ." 1- Hayır yolunda yaptığınız mâk harcamaların mükâfatı daha önce belirtildiği gibi kat kat fazlasıyla (edd'â'fen muddâa'feten) verilecektir. Şu hâlde infakın en güzel ve en mükemmel seldin den vazgeçmenize hiçbir mazeret olamaz. Bu itibârla bu cümle, bir önceki cümlenin te'kidi ve beyânı mahiyetindedir. Hayır yolunda yaptığınız mâlî harcamaların meydana getirdiği mâlî eksiklik, dünyada fazlasıyla telâfi edilecektir. Bu, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) duası bereketidir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "- Ey Allah'ım, malını infak edene halefini (yenisini), imsak edene de (malının) telefini ver!" 31 31 Sahıh-ı Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarılı Tercemesi ve Şerhi, Cilt: 5, Sayfa: 190, Hadîs No: 711 de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) tarafından rivâyet edildiğine göre Resûlüllah. (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Allah'ın kullarının kendisinde sabaha erdiği hiçbir gün yoktur ki, o günde iki melek nazil olmasın. Bunlardan biri: "- Ey Allah'ım, malını infak edene halef (bedel)ini ver!" diye duâ eder. Diğeri de: " - Ey Allah'ım, imsak edene (malının) de telefini ver!" diye beddua eder. Bir rivâyete göre de Ebubekirin (radıyallahü anh) kızı Esma (ölm. 693) haccetmek üzere Mekke'ye gittiğinde annesi kendisinden mâlî yardım istedi fakat müşrikedir diye kızı Esma ona yardım etmedi. İşte bu âyet-i kerîme bu sebeble nazil oldu. Said b. Cübeyr'den rivâyet olunduğuna göre, Sahabîler, müşrik olan yakınlarına sadaka vermekten kaçmıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Yine, rivâyet olunduğuna göre bazı Müslümanların, Yahudilerden sıhrî hısımları ve süt akrabaları, vardı ve İslâmiyeti kabulden önce onlara nifakta bulunuyorlardı. Fakat İslâmiyeti kabulden sonra eskisi gibi onlara infak etmek istemediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. Şu husus da unututmamalıdır ki Müslüman olmayanlara ancak vâcib olmayan sadakalar verilebilir; vâcib sadakaların, zimmî (vatandaş) da olsa kâfirlere verilmesi caiz değildir. D- "Size asla haksızlık yapılmaz ." Size va'dedilen kat kat sevabta veya infak sebebiyle mallarınızda meydana gelen noksanlığın telâfisinde asla bir eksiklik olmayacaktır. 273"Sadakalar, kendilerini Allah yoluna adamış, yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen kimseler içindir. Öyle ki bilmeyenler, iffetlerinden dolayı onları zengin (ganî) zannederler. Sen, onları simalarından tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Hayır olarak ne infak ederseniz hiç şüphesiz Allah onu bilir." A- "Sadakalar, kendilerini Allah yoluna adamış, yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen kimseler içindir ." "Lil-fukarâ / o fakirlere ki" ibaresi kelâmın siyakından anlaşılan mahzûf bir fiile taallûk etmektedir. Burada değişik yorumlar yapılmıştır. Şöyle ki: 1- Sadakalar kendilerini Allah (celle celâlühü) yoluna adamış, gaza ve cihad ile meşgul olup ticâret ve kazanç için yeryüzünde dolaşamayan fakirlere aittir. 2- Sadakalar, Suffe Ehli (radıyallahü anh) adı verilen yoksul muhacirler içindir. Bunların sayısı dört yüz kadardı. Bunlar, Medine'de, Mescid-i Nebî'nın sofasında yatıp kalkıyor ve bütün vakitlerini tahsili ilm ve cihad ile geçiriyorlar di. Bu Sahabîler Resûlüllah İn gönderdiği bütün müfrezelere katılıyorlardı. B- "Oyle ki bilmeyenler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler ." Gerçeği bilmeyenler, bu onurlu, insanların iffetlerine, kimseden bir şey istemeye tenezzül etmediklerine ve genellikle müstağni hâllerine bakarak onları zengin zannederler. C- "Sen onları simalarından tanırsın." Bu hitab, Resûlüllah yahut nasibi olan herkes içindir. Sen, onların yoksul ve ıztırar içinde olduklarını zayıflık ve dağınık hâllerinden anlarsın. Ç- "Onlar yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler, " "İlhâf", dilencinin, dilendiği kimseden sadaka alıncaya kadar peşini bırakmaması, sırnaşık ve ısrarcı davranışı demektir. Oysa iffetli ve yoksul Müslümanlar, kimseden bir şey istemezler; çok zorda kaldıklarında da ısrar etmezler. Bir kavle göre de onlar, ne ısrar ile ne de ısrar etmeden istemezler. D- "Hayır olarak ne infak ederseniz hiç şüphesiz Allah, onu bilir ." Allah (celle celâlühü), bu in faklarınızın en güzel mükâfatını verecektir, işte bu âyet-i kerîmede, özellikle cihad ile meşguliyetlerinden dolayı, geçimlerini temin için çalışmaya zaman bulamayan mücâhidlere mâlî yardımda bulunmaya büyük teşvik vardır. 274"Mallarını gece ve gündüz gizlice (sırren) ve açıkça (alenen) infak edenler var ya işte onlar için Rabbleri katında ecirler vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar ." Bu âyet, Ebubekir el-Sıddîk (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Nitekim Ebubekir kırk bin dinar altın sadaka vermişti. Bunun on bin dinarını gece, on bin dinarını gündüz, on bin dinarını gizlice ve on bin dinarını da açıkça tasadduk etmişti. Bu âyet-i kerîme, Ali (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Ali'nin elinde yalnız dört dirhem varmış ve bunların her birini anlatıldığı veçhile fakirlere vermiş. Âyet-i kerîmede, gecenin gündüzden ve gizlinin açıktan önce zikredilmesi, herhalde gizli sadakanın açık sadakadan daha üstün olduğunu zımnen bildirmek içindir. Son bir kavle göre de, burada medhü sena edilenler cihad için at satın alanlar ve bunları besleyenlerdir veya cihad için at satın almak ve onları beslemek için mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık harcayanlardır. "Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar" cümlesinin tefsiri daha önce geçtiğinden tekrar etmiyeceğiz. 275"Ribâ (faiz) yiyenler (kıyamet günü kabirlerinden), ancak şeytan çarpmış bir kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların: "- Ribâ, alım-s atım gibidir!" demelerindendir. Oysa Allah, ahm-satımı helâl, ribâyı da haram kılmıştır. Bundan böyle her kim, kendisine Rabbinden bir öğüt erişir de ribâya son verirse geçmişi onundur ve onun hükmü Allah'a aittir. Kim de yeniden ribâya dönerse işte onlar ateş ashabıdır. Orada sürekli kalacaklardır." A- "Ribâ yiyenler (kıyamet günü kabirlerinden), ancak şeytan çarpmış bir kimsenin kalktığı gibi kalkarlar ." Burada "ye'huzûne -- alırlar" yerine "ye'külûne / yerler" ifâdesi kullanılmıştır. Çünkü ribânın en büyük maksadı yemektir. Bir de ribâ daha çok yiyecek maddelerinde yaygındır, 32 Ayrıca bu ifâdede ribâ alanların fiili daha fazla takbih edilmektedir. Ribâ, fıkıh kitablarında tafsilatıyla anlatıldığı üzere, miktardaki, fazlalık (ribânın cari olduğu mallar arasındaki mübadelede birinin fazlalığı) veya süredeki fazlalık (ribânın cari olduğu malların mübadelesinde birinin veresiye olması)tır. Ribâ (fâız) yiyenler, kıyamet günü kabirlerinden ancak cinler, şeytanlar tarafından çarpıldığı iddia edilen saralı kimselerin kalkışı ile kalkacaklardır. Bu âyet, cahiliye döneminin bâtıl inanışlarına uygun bir ifâdeyle vârid olmuştur. O dönemde insanların, cinler ve şeytanlar tarafından çarpılarak akıllarının karıştırıldığına, saralı hâle getirildiğine inandırdı. Hulâsa, dünyada faiz yiyenler, kıyamet günü mahşer yerine giderken tıpkı saralılar gibi düşe kalka yürüyeceklerdir. Ancak bu hâlleri, bir akıl hastalığına musab olduklarından değil fakat yedikleri faiz sebebiyle Allah'ın karınlarında meydana getirdiği ağırlıktandır. Böylece mahşer ehli, onları bu halleriyle tanıyacaktır. B- "Bu, onların : "- Ribâ, ahm-satim (bey') gibidir!" demelerindendir ." Daha önce de ifâde edildiği gibi "zâlike" uzaktaki şeyi işaret içindir. Burada kullanılması ise işaret edilen şeyin son derece çirkin olduğunu zımnen bildirmek içindir. Ribâ yiyenlerin anketteki azabının sebebi, ribâ ile alış-verişi, ikisi de kazanç vesiylesi olduğu mülahazasıyla aynı kefeye koymaları ve bu bâtıl iddıâ itibariyle ribâyı helâl saymalarmdandır. Onlar diyorlardı ki: "- Bir dirhem değerinde olan bir malt iki dirheme satmak caiz olduğu gibi, bir dirhemi de iki dirheme satmak da caizdir." Hattâ onlar, helâl olmak hususunda ribâyı asıl saymışlar, alış-verişi ise ona kiyaslamışlardır. Oysa aralarındaki fark pek açıktır. Çünkü bir dirhemin iki dirheme satılması hâlinde bir dirhem kesin olarak zayi olmaktadır. (Yani para olarak bir dirhemin iki dirheme satılması mantıken mümkün değildir.) Mümkün olsa bile ânında olup bitmekte bir dirhem zâyı olmaktadır. Bildirileni değerindeki bir malın iki dirheme satılmasında ise bu satış o bir dirhem, mala olan mübrem ihtiyaç ya da revaç beklentisi zoru ile elde edilmekte ve zaman içinde yayılmakta vâdeye bağlanmaktadır. Hülâsa ayrı şeylerdir. C- "Oysa Allah, alım-s atımı helâl, ribâyı da haram lalmıştır ." Allah (celle celâlühü), onların ribâ ile alış-verişi benzer akitler saymalarını bu şekilde redd ve yaptıkları kıyaslamayı da iptal etmektedir. Çünkü onların bu kıyası, açık nassın karşısın dadır ve ona ters düşmektedir. Kaldı ki yukarıda işaret edildiği gibi ribâ ile alış-veriş gerekçelerinde de ortak bir taraf yoktur. Ç- "Bundan böyle her kim, kendisine Rabbinden bir öğüt erişir de ribâya son verirse geçmişi onundur ve onun hükmü Allah'a aittir ." " Bundan böyle her kim kendisine Rabbinden bir öğüt erişir de.." buyrulmak suretiyle rubûbiyet unvanının zikredilmesi ve ona yapılan izafet bu gelen öğüdün kendi terbiyeleri için olduğunu zımnen bildirmek içindir. Bundan böyle her kim, ribâ yasağı gibi Rabb Teâlâ'dan bir öğüt ve zecir gelir de geç kalmadan bu öğüt ve yasağa uyarsa, artık yasaktan önce aldığı ve yaptığı kendisinindir. O, geri alınmayacaktır ve eğer hâlis niyetle ilâhî öğüdü kabul ederse, Allah (celle celâlühü), bundan dolayı onun mükâfatını verecektir. Bir görüşe göre de onun hakkında Allah (celle celâlühü) hükmünü verir ve bu konuda sizin itiraz hakkınız olamaz; demektir. D- "Kim de yeniden ribâya dönerse işte onlar ateş ashabıdır ; orada sürekli (muhalleden) kalacaklardır ." Daha önce belirtildiği gibi uzak işareti olan "ülâike / işte onlar"nın burada kullanılması, faiz yiyenlerin, şer ve fesatta çok ileride, hayırdan çok uzaklarda olduklarını zımnen bildirmek içindir. Kim kendisine ilâhî öğüt geldikten sonra yine ribâyı helâl sayarak ona dönerse, işte onlar cehennem müdavimleridir ve ebediyen orada kalacaklardır. (Çünkü ribâyı helâl saymakla, Kur’ân'ın açık ifâdesini inkâr etmişlerdir.) Âyetin bu cümlesi mâkabli için bir açıklamadır. 276"Allah ribâyı mahveder; sadakaları ise attırır. Allah, küfürde ve günahta israr edenleri sevmez ." Allah (celle celâlühü), ribâ malını ve ribânm karıştığı malın bereketini kaldırır ve hattâ helâk eder; sadakası verilen malları ise bereketlendirir, o malı artırır ve sevabını da kat kat verir. Rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah (celle celâlühü) sadakayı kabul buyurur ve onu bereketlendirip büyütür; tıpkı birinizin kendi tayını besleyip büyüttüğü gibi." 33 Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sadakadan dolayı hiçbir zaman hiçbir mal eksilmemiştir." Allah (celle celâlühü), haramları helâl, saymakta ısrar eden, o haramları irtikâp etmeyi inatla südüren kâfirlerden asla razı olmaz; çünkü Allah'ın sevgisi ve rızâsı, hakkıyla tevbe edenlere mahsustur. 277"O kimseler ki imân edip sâlilı amel işler, namazı kılar ve zekâtı verirler; onların ecirleri Rabblerı katındadır. Onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır." O kimseler ki, Allah'a ve Resulüne, Resulünün Allah katından getirdiklerine imân ederler; sâlilı ameller işler; namaz kılarlar; zekât verirler. İste onların kendilerine va'dedilmiş olan mükâfatları Rabbleri katındadır. Salih amel kavramı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi de kapsadığı hâlde bu ikisinin ayrıca zikredilmesi, bunların diğer sâlih amellerden üstün olmalarındandır. "Rabb" isminin zikri ve bu ismin "Rabbihim" şeklinde onlar zamirine izafesi sâlihler için ziyadesiyle lütuf ve teşrif mânâsı içerir. Bu âyetin sırrına mazhar olan sâlih kullar için gelecekte kötü bir şeyle karşılaşma korkusu yoktur ve onlar sevdikleri bir şeyi elden kaçırdıklarından dolayı mahzun da olmayacaklardır. 278"Ey imân edenler Allah'tan sakının ve ribâdan artakalanı (bakıyyeyi) bırakın ! Eğer gerçekten mü'minlerseniz ..." "- Ey imân edenler! Kendinizi Allah'ın azabından koruyun ve alacaklı olduğunuz insanlara şart koştuğunuz faizi tamamen bırakın; eğer gerçekten mü'minlers eniz." Çünkü gerçek imân, Allah tarafından emredileni yerine getirmeyi gerektirir. Rivâyet olunduğuna göre Sakîf kabilesinden bazı kimselerin Kureyş kabilesinden bazı kimselerden alacakları vardı. Borcun vâdesi gelince, onu faiziyle istediler. İşte bu âyet-i kerîme bu sebeble nazil oldu. 279"Eğer bunu yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından size savaş açılmış olduğunu bilin. Ve eğer tevbe ederseniz re'sü'l-mal (sermaye) niz size aittir. Ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz." A- "Eğer bunu yapmazsanız Allah ve Resulü tarafından size savaş açılmış olduğunu bilin ." Kendinizi Allah'ın (celle celâlühü) azabından korumanız ve ribânın artakalanını tamamen borçluya bırakmanız size emredildikten sonra ya ribânın haram olduğunu inkâr ya da haram olduğunu kabul ederek yine de almaktan vazgeçmezseniz, artık şunu bilin ki Allah ve Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından size açılmış bir savaş vardır. Birincisi (ribânın haram olduğunu kabul etmeyenlere karşı açılan savaş), mürtedlere (İslâm dininden çıkanlara) karşı açılan savaş gibidir. İkincisi (ribânın haram olduğunu kabul etmekle beraber onu almaktan vazgeçmeyenlere karşı açılan savaş) da, âsilere (İslâm devletine karşı ayaklanmış olanlara) karşı açılan savaş gibidir. "Fe'zenû / bilin" kelimesi, bir kıra ete göre "fe âzinû / başkalarına da ilân edin" şeklinde de okunmuştur. Bu kelime, dinlemek anlamında olan ezan kökünden gelmektedir. Çünkü dinlemek de, bilmenin yollarından biridir. "Fe'zenû" kelimesini "fe eykınû / artık yakînen bilin" şeklinde okuyanlar da olmuştur. Bu, âmme kıraetini (fe'zenû kıraetini) te'yid eder niteliktedir. "Harb / savaş", kelimesinin nekire (belirsiz) olarak zikredilmesi (bir savaş), tâzîm içindir. Yani Allah ve Resulü tarafından ilân edilmiş öyle muazzam bir savaş ki, bunun ne kadar çetin bir savaş olduğunu kimse bilemez. Rivâyet olunuyor ki, bu âyet-i kerîme nazil olunca, Sakîf kabilesi mensubları dediler ki; "- Bizim, Allah ve Resulüne karşı savaşacak gücümüz yoktur." B- "Ve eğer tevbe ederseniz re'sü'l-mal (sermaye)niz size aittir. Ne haksızlık etmiş ne de haksıztiğa uğramış olursunuz ." Ribâ yiyenler hakkında ceza tehdidini duyduktan sonra onun haram olduğuna imân ederek ribâ almaktan vazgeçerseniz, artık sermayeniz sizindir. Onu tam olarak geri alabilirsiniz. Böylece ne siz boçludan ana paradan daha fazlasını almakla haksızlık etmiş olursunuz; ne de onların Ödemeyi ertelemesi veya eksik yapmaları sebebiyle haksızlığa uğrarsınız. Âyette hüküm alacaklının tevbesine bağlanmıştır. Bunun zorunlu sonucu olarak, tevbenin sabit olmaması hâlinde hüküm de sabit olmaz. Alacaklı tevbe etmemekle beraber ribânm haram olduğunu da inkâr ediyorsa mürted, daha açık bir deyişle dinden çıkmış olur. İmam Ebû Hanîfe'ye göre onların riddet (dinden çıkış) hâli içinde edindikleri mallar (emvâlü'l-meksûb); imam Şafii'ye göre bu mallarla beraber diğer bütün malları Müslümanlar için fey' (savaşmadan kazanılan ganimet) hükmünde olur. Irtidat süresi dışında kazanılmış mallar Hanefî mezhebine göre mirasçılarına aittir. Her hâl ve kârda bu mürtedlerin mallarından hiçbir şey kendilerine verilemez. İbn Abbâs'a göre haram olduğunu kabul ettikleri hâlde ribâdan vazgeçmeyenler, ribâ almaya devam edenler silâhlı adamları varsa önce onlar, sonra bizzat kendileri öldürülür. Gerçekten adı geçen bu Sahabî'ye göre: "Ribâ ile â'mil olan (murabaha ile iştigal eden) kimseye önce tevbe etmesi teklif olunur, ederse ne alâ; etmezse boynu vurulur." Diğer ulemâya göre bunlar tevbeleri sabit oluncaya kadar bahsedilir. Bunlara malları üzerinde hiçbir suretle tasarruf hakkı verilmez. Tevbe etmedikleri sürece hiçbir mal kendilerine teskm edilmez. Malları ölümleri hâlinde vârislerine aittir. 280"Eğer borçlu darda ve sıkıntı içindeyse eli genişleyineeye kadar ona bir süre verin. Ve eğer alacağınızı tasadduk ederseniz bu sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz..." A- "Eğer borçlu darda ve sıkıntı içindeyse eli genişleymceye kadar ona bir süre verin." Eğer borçlu sıkıntıya veya ödeme güçlüğüne düşmüş ise, o takdirde hüküm eh genişleyinceye kadar mühlet vermektir. "Fe nazıratün / artık ona bir süre tanıyın", bir kıra ete göre "fe nâzıruhu" olarak da okunmuştur. Bu takdirde anlamı "alacaklı, eli genişleyinceye kadar onu bekleyecektir." olur. Bu kelime, "fe nâzırhu" şeklinde de okunmuştur. Buna göre anlam: "Eli genişleyinceye kadar mühlet vererek ona müsamaha göster." demek olur. B- "Ve eğer alacağınızı tasadduk ederseniz bu sizin için daha hayırlıdır ; eğer biürseniz ..." Eğer dara düşmüş borçluyu ibra ederek alacağınızı sadakaya sayarsanız, bunun sevabı mühlet vermekten daha fazladır yahut bu, sizin alacağınızdan daha hayırlıdır. Çünkü bunun sevabı kat kat ve devamlı olur. Şu hâlde bu ilâhî ifâde, alacaklının alacağının tamamını veya bir kısmını darda bulunan borçluya bağışlama için bir teşviktir. Tıpkı, "Eğer bağışlarsanız bu takvaya daha yakındır." (Bakara 2/237) mealinde ki âyet gibi. Bir görüşe göre, tasadduk'tan (sadaka vermekten) maksad, onlara mühlet vermektir. Nitekim. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Bir Müslümanın borcunun vâdesi geldiğinde alacaklı vâdeyi uzatırsa, her gün için ona bir sadaka sevabı yazılır." Eğer darda bulunan borçlunun borcunu bağışlamanızın sizin için ne kadar hayırlı olduğunu bir bilseniz, bunu mutlaka yaparsınız. 281"Öyle bir günden sakının ki o gün Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra her nefse kazandıkları tamamen ödenecek ve onlara haksızlık edilmeyecektir." A- "Öyle bir günden sakının ki o gün Allah'a döndürüleceksiniz ." O günden maksad kıyamet günüdür. Günün nekire (belirsiz) olarak zikredilmesi (öyle bir gün, denilmesi), vehâmet ve büyüklüğünü ihsas ettirmek içindir. Sakınma (ittika)nın kıyamet günü ile alâkalandırılmasi, onun şiddetli ve korkunç hâllerinden tahzir içindir. "Türceû'ne / döndürüleceksiniz" kelimesi, bir kırâete göre "yurceû'ne döndürülecekler"; bir kırâete göre "türeddûne / döndürüleceksiniz"; diğer bir kırâete göre de "tesîrûne / varacaksınız" şeklinde okunmuştur. Vurgulanan tenbih şudur: Kıyamet gününün dehşetli hâllerinden sakının; o gün amellerinizin muhasebesi için Allah'ın (celle celâlühü) huzuruna döndürüleceksiniz. B- "Sonra her nefse kazandıkları tamamen ödenecek ve onlara haksızlık edilmeyecektir ." "Küllü nefsin / her nefs, herkes" genellemesi, kıyamet gününün korkunçluğunu ziyadesiyle ifâde etmek içindir. Yani kıyamet günü herkese, hayır veya şer her ne yaptıysa, bütün yaptıklarının karşılığı tam olarak verilecek ve hiç kimse haksızlığa uğratılmayacaktır. Bu âyet-i kerîme şu hakikati bildirmektedir: Kıyamet günü azaba uğrayanlar, azabları ebedî de olsa mazlum değillerdir. Çünkü cezaları kendileri tarafından verilmiştir (bu cezayı gerektiren fiilleri işleyen kendileridir). İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyet olunduğuna göre: Cebrâilîn indirdiği en son Kur’ân âyeti bu âyettir. Ve Cebrâîl (aleyhisselâm) bu âyeti indirince Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem): "- Bu âyeti Bakara sûresinin 280. âyetinin başına koy!" dedi. Ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyetin nazil olmasından sonra yirmi bir gün, bir rivâyete göre seksen bir gün, bir diğer rivâyet göre yedi gün, bir başka rivâyete göre üç saat yaşamıştır. {Bakara sûresinin başında belirtildiği gibi, "Elif Lâm Mîm", Kûfe'li kıraet âlimleri dışındaki kıraet âlimlerine göre, tek başına bir âyet değildir. O kıraet âlimlerine göre anılan âyet, 281. âyet değil, fakat hadiste belirtildiği gibi 280. âyet olmaktadır.} 282"Ey imârı edenler, bir ecel-i müsemmâ (ay ve gün belirterek tesbit ve tâyin edilmiş bir va'de) ile borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızdan bir kâtib-i adi (doğru dürüst bir yazıcı veya noter) yazsın. Kâtib onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın; yazsın. Üzerinde hak olan borçlu imlâ etsin (ikrar ederek yazdırsın) ve Rabbi Allah'tan korksun; ondan (o hak ve borçtan) hiçbir şeyi eksiltmesin. Eğer üzerinde hak bulunan kimse (veya borçlu) sefih (doğru düşünme ve isabetli karar verme yeteneğinden yoksun, iyiyi, kötüyü lâyikı veçhile ayiramayan, menfaat ve mazarratım iyi takdir edemeyen, malını israf veya telef eden hafif akıllı biri) veya bir zayıf (tasarrufa tam ehliyeti olmayan bir küçük va da bunamış bir ihtiyar) veyahut herhangi bir sebeble bizzat takrir ve imlâdan âciz biri ise velisi (işlerine bakan babası, kardeşi, vasisi, kayyımı, vekili) adaletle söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de şâhid olarak bulundurun. Eğer iki erkek olmazsa, o zaman doğruluğuna güvendiğiniz şâhidlerden bir erkekle iki kadın bulundurun. O iki kadından biri yanılırsa diğeri hatırlatsın. Çağrıldıkları zaman şâhıdler, sahicilikten kaçınmasınlar. Az olsun, çok olsun borcu eceline (va'desine) kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah katında adalete daha uygun, şâhidlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Meğerki aranızda hemen devredeceğiniz bir ticâret (alış-veriş, ahz-ü ita, testim tesellüm) olsun. O zaman bunu yazmamanızda sizin için bir salanca yoktur. Bir şey alıp sattığınız (bey' akdi yaptığınız) zamanda da şâhid bulundurun. Kâtibe de şahide de zarar verilmesin. Eğer (bunlardan birine veya her ikisine) bir zarar verirseniz bu hiç şüphesiz (ucu) size dokunacak bir fısk (yoldan çıkma, Allah'a itaatsizlik ve isyan) olur. Allah'tan ittika edin (gereği gibi sakının). Allah, size ilim öğretiyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilen (A'lim)dir. A- "Ey imân edenler, bir ecel-i müsemmâ ile borçlandığınız zaman onu yazın." Ribânın hükmü ve sonuçları beyân edildikten sonra şimdi burada insanlar arasında cereyan eden muameleler sebebiyle vaki olan borçların (muteberdik şekli değil isbat) şekli beyân edilmektedir. Yani siz gerek alan, gerek veren taraf olarak, hasat, harman gibi tam belirli olmayan bir süreyle değil, fakat ayı ve günü belirli bir süreyle birbirinize borçlandığınız, veresiye bir muamele yaptığınız zaman, borcu süresiyle (va'desiyle) hemen yazın. Çünkü bu şekilde yazmak, daha sağlam ve ihtilaf ihtimallerini ortadan kaldırmak için daha etkikdir. Ulemânın çoğunluğuna göre borç doğuran hukukî muameleyi yazmak müstahaktır. İbn Abbâs'a göre, bu âyette zikredilen borçlanmadan murad, selem (sonra verilecek meta yahut görülecek iş için peşin olarak para ödeme) akdidir. İbn Abbâs şunu da ilâve etmiştir: "Allah (celle celâlühü) ribâyı haram kılınca selefi (selemi) helâl kıldı." "Tedâyün" karşılıklı borçlanma demektir. Tedayünden sonra "deyn / borç" kelimesinin zikri, tedâyün kelimesinin mücâzât (amele karşılık ivaz, ecir ve ceza vermek) anlamında olmadığını bildirmek ve bunun vadeli ve vadesiz olmak üzere iki kısmı olduğuna ve yazdırmayı gerektiren kısmın vâdeli olan kısmı olduğuna dikkat çekmek içindir. B- "Aranızdan bir kâtib-i adi (doğru dürüst bir yazıcı veya noter) yazsın ." Bu ifâde yazmanın keyfiyetini beyân ve icmali emirden sonra bunun kimin tarafından üstlenileceğini tâyin etmektedir, "Onu yazsın" değîlde sadece "yazsın" buyrulması ya mefûlün belli olmasından dolayıdır, ya da burada maksad fiilin bizzat kendisidir. "Beyneküm / aranızda" denmesi, bunu yazacak kâtibin, bir borç münasebetinin iki tarafı arasında yansız olması gerektiğini, her ikisinin sözlerini de yazması, yalnız bir tarafın kelâmı ile yetinmemesı gerektiğini bildirmek içindir. "Aranızda bunu tarafsız ve âdil bir kâtip yazsın" ifâdesi: Yazma işini üstlenecek kâtibin, iki tarafa eşit mesafede olması, bir tarafa temayül etmemesi, eksik ya da fazla yazmaması demektir. Bu emir uyarınca belgeyi yazacak kâtib fıkıh ikilini bilen dindar biri olmakdır ki onun yazdığı belge, şer'î makamlar nezdinde kabul ve itibâr görsün. Yahut bu ifâde kâtip, bu belgeyi adalet ve hakkaniyet üzere yazsın; demektir. C- "Kâtib, onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın; vazsın ." Bu ifâde, "kâtib, Allah'ın (celle celâlühü), kendisine öğrettiği gibi yazmaktan yahut Allah (celle celâlühü) ona yazı yazmayı öğretmekle kendisini faydalandırdığı gibi, oda insanları bundan faydalandırmaktan kaçınmasın" anlamınadır. Nitekim, " Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsan et." (Kasas 28/77) buyurulmuştur. "Velâ ye'be kâtibün en yektübe... / Kâtib yazmaktan kaçmmasin"dan sonra "felyektüb — yazsın", buyrulması yazmayı te'kid içindir. Önce zikredilen imtinadan nehyin, mutlak; sonra zikredilen imtinadan nehyin, mukayyeti olması da muhtemel bir tefsirdir. Ç- "Üzerinde hak olan borçlu imlâ etsin ." Belgeyi üzerinde hak olan borçlu yazdırmakdır; çünkü aleyhinde şâhidlik edilecek odur; o hâlde ikrar eden de o olmalıdır. D- "Ve Rabbi Allah'tan korksun; ondan (o hak ve borçtan) hiçbir şeyi eksiltmesin." İsm-i celil (Allah) ile na't-i cemilin (güzel sıfat, yani Rabb) bir arada zikredilmesi, ziyadesiyle sakındırmak içindir. Bazılarının dediği gibi kâtip değil, fakat yazdıran kimse, Allah'tan (celle celâlühü) korksun; demektir. Çünkü bundan sonraki cümleden de, bu emrin yazdırana yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Yani yazdıran borçlu, kâtibe yazdırırken üzerindeki haktan hiçbir şey eksik yazdırmasın. Zira özellikle eksik yazdırmak, ancak borçludan beklenebilir. Kâtip ise, eksik yazabildiği gibi fazla da yazabilir. Bu itibârla eğer kâtibin nehyi (yapmaması) kasdedilmiş olsa, her ikisinden de (eksik veya fazla yazmaktan) nehyedilmesi gerekirdi. Ve zaten kâtibe adalet emredil irken, bu emir verilmiştir. Yazdıran borçluya teklif ağırlaştırılmış; Allah'tan sakınması emredilmiş, eksik yazdırmaktan da nehy edilmiştir. Çünkü borçlunun, nehyolunduğu şeye meyli vardır. Nitekim insan, fıtrat ve karakterinin gereği olarak, mümkün mertebe zararı kendi nefsinden uzaklaştırmaya ve zimmetindeki yükleri de hafifletmeye çalışır. E- "Eğer üzerinde hak bulunan kimse (veya borçlu) sefih (doğru düşünme ve isâbetli karar verme yeteneğinden yoksun, iyiyi kötüyü lâyikı veçhile ayiramayan, menfaat ve mazarratını iyi takdir edemeyen, malını israf veya telef eden hafif akıllı biri) veya bir zayıf (tasarrufa tam ehliyeti olmaya bir küçük ya da bunamış bir ihtiyar) veyahut herhangi bir sebeble bizzat takrir ve imlâdan âciz biri ise velisi (işlerine bakan babası, kardeşi, vasisi, vekili) adaletle söyleyip yazdırsın ." "Üzerinde hak bulunan kimse" ifâdesinin (daha önce geçtiği için, bir zamir ile de belirtilmesi mümkün iken) sarahaten zikredilmesi, konuya ziyadesiyle açıklık getirmek içindir; buradaki emir ve nehyin borçlu ile ilgili olduğuna daha da açıklık getirmek içindir. Eğer borçlu noksan akıllı, müsrif, hesabını bilmeyen biri veya aklen tekâmül etmemiş bir çocuk ya da bunamış bir ihtiyar ise veya dilsizlik veya cehalet ya da başka bir arıza sebebiyle söyleyip yazdıramiyorsa kayyumu, vekili veya mütercimi gibi işlerine bakan bir kimse, onun yerine adaletle yazdırsın. Âyette belgeyi yazdıracak veliye, üzerinde hak olan borçluya teklif edilenin aynı teklif edilmemiştir. Çünkü ondan, fazla veya eksik yazdırma beklenebilir. Ona adaletle, ne az, ne de çok, fakat tam olarak yazdırma mükellefiyeti tahmil edilmiştir. F- "Erkeklerinizden iki kişiyi de şâhid olarak bulundurun ." Aranızda cereyan eden borçlanmaya şâhidlik etmek üzere hür ve Müslüman erkeklerden iki şahit bulun. Bu iki erkeğin önceden (daha ihtilaf olmadan ve şahitlik bilfiil gündeme gelmeden) şahit olarak vasıflandırılmaları, görevi üstlenen kişinin görevi fiilen ifa ediyor gibi gösterilmesi kabilindendir. Şahitlerin hür ve Müslüman olmaları şart kılınmıştır. Çünkü buradaki kelâm, Müslümanların muamelelerine ilişkindir. Ve yerinde belirtildiği gibi şer'î hitabların genel ifâdeleri köleleri kapsamamaktadır. Ancak borçlanma kâfirler arasında cereyan ettiği veya üzerinde hak bulunan kimse, yani borçlu kâfir olduğu zaman, biz Hanefîlere göre kâfiri şahit tutmak caizdir. G- "Eğer iki erkek olmazsa, o zaman doğruluğuna güvendiğiniz şâhıdlerden bir erkekle iki kadın bulundurun ." "Feinlem yekûna racüleyni / Eğer iki erkek olmazsa" ıfâdesındeki nefiy (olumsuzluk), nefyin şümulü değil, fakat şümulün nefyi kabilindendir. (Yani iki erkek şâhidden hiç biri bulunmazsa, demek değil, fakat iki erkek şâhid bir arada bulunmazsa, demektir.) Eğer iki erkek şâhid, erkeklerin azlığı sebebiyle veya başka bir sebepten dolayı bir arada bulunmazsa, o zaman sizce töhmet altında bulunmayan ve nivenmize mazhar olan sahicilerden bir erkekle iki kadın da yeterli olur. Bu hüküm (şahadette bir erkek ile iki kadının yeterli olması), biz Hane tilere göre, had ve kısas şahadetleri dışındaki şahadetler içindir. {Hanefîlere göre had ve kısas şahadetlerinde kadınların şahitliği hiç geçerli değilıdır. Zaten kadınların had ve kısas cezalarının infazını bizzat görmeleri dinen yasaktır. Çünkü kadınlar çok duyarlı olduklarından ruhsal olarak bundan etkilenebilirler; emzikli kadınların sütlerinin kesilmesi ve hamile kadınların da düşük yapmaları ihtimali mevcuttur. Hanefîlere göre bekâret, doğum ve kadınların diğer mahrem hâlleri gibi konularda tek bir kadının şâhidiği yeterlidir.} Şâfillere göre de, bir erkek ile iki kadının şahadetlerinin yeterli olması, özeililde mâlî muameleler içindir. Güvenme vasfı, bütün şahitler için arandığı hâlde özellikle burada bir erkek ile iki kadın için zikredilmesi, kadınlarda bu vasıf daha az olduğu içindir. {O dönemin hayât tarzına göre kadınlar, genellikle ev işleriyle meşgul olup, uzak pazar ve panayırlarda cereyan eden ticarî muamelelerin mâhiyet ve keyfiyetini bilmiyorlardı. İşte bundan dolayı şahitlik için genellikle pek güven vermiyorlardı.} Bir görüşe göre de, âyetteki "Mimmen tardavne / güvendiklerinizden veya güveneceğiniz" vasfı, daha önce zikredilen "vesteşhidû şehîdeyni min ricaüküm / erkeklerinizden iki kişiyi şâhid olarak bulundurun" cümlesindeki iki şahidin sıfatıdır; Yani o iki erkek şâhid, güveneceğiniz insanlardan olmalıdır. Ancak bu görüşe göre, sıfat ile mevsûfu (sıfat sahibi) arasına onlarla ilgili olmayan şeyler girmiş oluyor; dolayısıyle bu görüş reddedilmiş, kabul görmememiştir. Bir başka görüşe göre de, "güveneceğiniz" ifâdesi, âyette daha önce geçen "min ricaliküm / erkeklerinizden" kelimesinin bedeli ve izahıdır. Ancak anılan sebepten dolayı bu görüş de reddedilmiştir. Son bir görüşe göre de, "güveneceğiniz" vasfı, daha önce geçen "vesteşhidû / istişhad edin, şâhid olarak hazır bulundurun, şahit tutun" emrine taallûk etmektedir.
Ğ- "O iki kadından biri yanılırsa diğeri hatırlatsın " Bu cümle, kadın şahitlerde sayı aranmasının illetini (gerekçesini) beyân etmektedir. Hakikatte illet, hatırlatmadır. Ancak yanılma, hatndatmanin sebebi olduğu için onun yerine geçirilmiştir. Yani kadınlardan biri, şahadet konusu meselede yanılır veya unutursa, diğeri ona hatırlatsın diye iki kadın olması şartı getirilmiştir. 35 35 Unutulmaması gerekli olan husus şudur: Bu şâhitlik, bir olay için görgü şahitliği olmayıp, bir hukukî muameleye ve onu tesbit eden vesikanın doğruluğuna şâhitliktir. Yani hukukî bilgi ve en azından hayât tecrübesi ister. Mevcut nazm-i celilin diğer ifâde seçeneklerine (versiyonlarına) tercih edilmesi, ibhâmı (belirsizliği) te'kıd; yanılmanın iki kadından birine, hatırlatmanın da diğerine muayyen ve mahsus okluğu vehminden şiddetle sakındırmak içindir. "En tadille / yanılır, unutur, gerçekten sapar" kelimesi, bir kırâete göre şart içeren bir anlamda "in tadille" biçiminde de okunmuştur, yani eğer iki şâhid kadından biri yanılırsa, o zaman diğeri ona hatırlatır, H- "Çağrıldıkları zaman şâhidler, şâhidlikten kaçınmasınlar ." Şâhidler, şahadet için çağırıldıklarında icabet etmekten çekinmesinler. Henüz şahitliği üstlenmemiş olan kimselerin âyette şâhid olarak, vasıflandırılmaları, daha önce benzerinde ifâde edildiği gibi, vaakıî olmak üzere olan bir şeyi vaakıî olmuş saymak kabilindendir. I- "Az olsun, çok olsun borcu eceline (va'desine) kadar yazmaktan üşenmeyin ." Borç büyük veya küçük olsun, az ya da çok olsun, mücmel veya mufassal olsun, borcun borçlunun vâdesi gelinceye kadar zimmetine geçmiş bir hak olarak yazmaktan üşenmeyin; borçlanma hâdiselerinin çokluğundan bıkmayın. İ- "Bu, Allah katında adalete daha uygun, şâhidlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir ." Bu hitab mü'minler içindir. Yani borcun, borçlunun ikrarıyla yazılması, Allah'ın hükmünde daha adaletli, şahadetin sabit olması için daha etkili, şahadetin ikame edilmesine daha yardımcı ve borcun cinsinde, miktarında, süresinde ve benzeri, hususlarda şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. J- "Meğerki aranızda hemen devredeceğiniz bir ticâret olsun . O zaman bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur ." Bu, yazma emrinden ınunkatı' (ayrı) bir istisnadır. (Yani hâzırlar arasındaki bir alım-satim, alış-veriş, teslim-tesellüm yukarıda zikredilen mesele kapsamında düşünülemez. Çünkü bu muamele vâdek bir borçlanma değildir; ancak iki mesele, mübadele konusunda benzerlik arzetmektedir.) Daha açık bir ifâdeyle sizin birbirinize borçlanmanız veya ticarî muameleniz, her iki bedelin de hazır olması ve aranızda bunları elden ele peşin vermeniz hâlinde onları yazmamanızda bir sakınca yoktur, Çünkü bu muameleler, ihtilaf ve unutma ihtimalinden uzaktır. K- "Bir şey alıp sattığınız (bey' akdi yaptığınız) zamanda da şâhid bulundurun, " Yani anılan alim-satımlarda, yahut mutlak olarak bütün alım-satimlarda şahit bulundurun. Zikredilen bu emirler, âlimlerin cumhûruna göre mecburiyet veya dinî zorunluluk değil mendûbiyet (dinî güzellik) ifâde eder. Bir görüşe göre de vücûb (dinî zorunluluk) ifâde eder. Ancak vücûb için olduklarını söyleyenler de, bu emirlerin kapsadıkları hükümlerin muhkem veya mensûh oldukları konusunda görüş ayrılığina düşmüşlerdir. L- "Kâtibe de şahide de zarar verilmesin ." "Ve lâ yudârre" fiili, fail (faili belli) kipine de, mefûl (faili meçhul) kipine de muhtemildir. Birincisine göre bu cümle, kâtip ve şâhidleri, yapılan davete icabet etmemek, yazmada ve sahicilikte tağyir ve tahrifat yapmak suretiyle iş sahiplerine zarar vermekten men eder. İkincisine göre ise bu cümle, işleri düşenlerin, acele ederek kâtip ve şâhidleri görevlerinden alıkoymak yahut onlar için tâyin edilmiş sınırların dışına çıkmalarını teklif etmek yahut kâtibin ücretini vermemek suretiyle onlara zarar vermelerini yasaklar. M- "Eğer (bunlardan birine veya her ikisine) bir zarar verirseniz bu hiç şüphesiz (ucu) size dokunacak bir fısk (yoldan çıkma, Allah'a itaatsizlik ve isyan) olur ." Onları herhangi bir suretle izrar ederseniz şüphesiz Allah'ın (celle celâlühü) emrine isyan ve itaat yolundan çıkmış olursunuz. N- "Allah'tan ıttıka edin (gereği gibi sakının) (Vettekullah). Allah size ılım öğretiyor. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir ." Allah'ın emirlerine ve yasaklarına ve ez cümle O'nun zarar verme yasağına da muhalefet etmekten sakının. Allah sizin işlerinizle ilgili hukuk hükümlerini size öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilir. Sizin hâliniz O'ndan gizli değildir ve O, sizin amellerinizin karşılığını mutlaka verecektir. Bu son üç cümlede lafz-ı celâl'in, Allah adının tekrar edilmesi, Allah korkusunu, gönüllere yerleştirmek, ilâhî mehabeti artırmak ve her cümlenin kendi başına müstakil bir mânâyı ifâde ettiğine dikkat çekmek içindir. Nitekim birinci cümle, takvayı teşviktir; İkinci cümle, nimetlerin va'dıdir; Üçüncü cümle de, Allah (celle celâlühü) şânını tazimdir. 283"Eğer siz yolculuk (sefer) da olur da kâtib bulamazsanız o zaman alınan rehin yeterlidir. Eğer birbirinize güvenirseniz, artık kendisine güvenilen kimse de, emanetini (borcunu) ödesin ve Rabbi Allah'tan korksun. Şahadeti de gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi gerçekten günahkârdır. Allah, bütün yaptıklarınızı bilen (A'lîm)dir." A- "Eğer siz yolculukta olur da kâtib bulamazsanız o zaman alman rehin yeterlidir ." Eğer misafirsenız veya yolculuğa yönelmişsenız ve borç işlemini yazdıracak bir kâtip de bulamıyorsanız, o zaman güvence olarak, borçludan, alınacak rehin yeterlidir. Alacağın teminatı olarak rehin almak meşrudur. Mücâhid ve Dahhâk'in sandıkları gibi relinin meşruiyeti sefer şartına bağlı değildir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Medine'de ailesinin ihtiyacı olarak, bir Yahudîden aldığı yirmi, sâ' arpa için zırhını rehin olarak vermiştir." {Sâ', şer'î dirheme göre 2.17 kg., örfî dirheme göre ise 3.333 kg. dır.} Âyetteki talikin (hükmün sefer hâline bağlanması) sebebi ikamedir. Daha açık bir ifâdeyle seferde kâtib bulunmaması hâlinde yazılı belge (tevsik) yerine rehin alma (irtihan) ikame edilmiştir. Seferde şâhid bulunmaması meselesine temas edilmemiştir. Çünkü o da kâtip hükmündedir. Ulemânın cumhûruna göre, rehin malın tamamının teslimi vâcibtir ve rehin alan kimse, onun mâliki sayılmaz (Bu itibârla rehin aldığı malı sahibinden izinsiz olarak işletemez ve kullanamaz). B- "Eğer birbirinize güvenirseniz, artık kendisine güvenilen kimse de emanetini (borcunu) ödesin ve Rabbi Allah'tan korksun ." Eğer alacaklı borçluya hüsn-ü zannından ötürü güvenir de, güveninden dolayı rehin alma ihtiyacını duymazsa, artık güvenilen kimse veya borçlu da, borcunu ödesin. "Fein emine / eğer emîn olursa, güvenirse" fiili, bir kırâete göre "Fein ümine / eğer emniyet edilir, güvenilirse" şeklinde mechûl kıpı ile de okunmuştur. Âyette, borçlu, "ellezî'tümine / kendisine güvenilen kimse" şeklinde ifâde edilmiştir. Çünkü onun güvenikr olduğunun ilâm yolu budur. Bir de burada borçluyu borcunu ödemeye sevketmek için teşvik vardır. Âyette, borca da emanet denilmiştir. Çünkü rehin alınmayarak bunun için borçluya emniyet edilmiş, güvenilmiştir. Borçlu, hukuku gözetmek, Rabbı olan Allah'tan korkmalıdır. Bu cümlede ülûhiyet unvanı (Allah) ile rubûbiyet sıfatının (Rabb) yan yana zikredilmesinde apaçık bir te'kid ve sakındırma anlamı vardır. C- "Şahadeti de gizlemeyin. Kim onu gizlerse bilsin ki onun kalbi gerçekten günahkârdır . Zaten Allah, bütün yaptıklarınızı bilendir ." "- Ey şahitler! şahitliği gizlemeyin yahut ey borçlular! Muamele sırasında bizzat gördüklerinizi ve kendi aleyhinize olan şahadetinizi gizlemeyin." Günahkârlık sıfatı kalbe isnat edilmiştir. Çünkü günahı gizlemekte kalbin büyük dahli vardır. Bunun bir benzeri de, zinanın göze ve kulağa isnat edilmesidir. Yahut anılan fiilin kalbe isnadı mübalağa içindir. Çünkü kalb, beden organlarının reisidir ve onun fiilleri, fiilenn en büyüğüdür. Yani kim de şahadeti gizlerse, günah onun nefsine yerleşmiş olur; onun en şerefli yerine sahip olur ve diğer günahlarından daha vahim bir hâl alır, demektir. Rivâyete göre İbn Abbâs (radıyallahü anh) diyor ki: "Kebâirin (büyük günahların) en büyüğü Allah'a ortak koşmaktır. Nitekim Allah (celle celâlühü) meâlen: "Kim Allah'a ortak koşarsa, Allah muhakkak cenneti ona haram kılar." buyurur. (Mâide 5/72) Bundan sonra en büyük günah yalancı şahitlik ve doğru şehadeti gizlemektir. Binaenaleyh Allah (celle celâlühü), yaptıklarınızın karşılığını mutlaka verecektir; hayır ise hayır olarak; şer ise şer olarak. 284"Göklerdlekiler ve yetdekiler yalnız Allah'ındır. İçinizdekılerı açığa vursanızda, gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir. Artık O, dilediğini affeder; dilediğine de azab eder. Allah, her şeye kaadirdir." A- "Göklerdekiler ve yerdekiler yalnız Allah'ındır ." Göklerin ve yerin hakikatine dahil olan her şey ve onların hakikatinin haricinde kalıp da onlarda mekân tutmuş akıl sahibi ve diğer varlıklardan her ne varsa hepsi yaradılış olarak, mülk olarak ve tasarruf olarak yalnız Allah'ındır (celle celâlühü); başkasının, bu varlıkların en ufak parçasında bile hiçbir suretle ortaklığı yoktur. B- "İçinızdekileri açığa vursanız da, gizieseniz de Allah, ondan dolayı sizi hesaba çekecektir ." İçinizdeki kötülükleri ve bunları işleme azmini kavlen veya fiilen veya hem kavlen hem de fiilen insanlara açıklasanız da, gizieseniz de veya hiçbir suretle insanlara açıklamasanız da, Allah (celle celâlühü) kıyamet gününde ondan dolayı sizi hesaba çekecektir. Ancak insanın korunamadığı vesvese ve insanın aklına gelip de içinden gerçekleştirmeye karar vermediği ve azmetmediği kötü şeyler buna dahil değildir. Çünkü teklif (sorumluluk), kişinin gücü ve imkânı nısbetindedir. 36 36 Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) tarafından rivâyet edildiğine göre Bakara (2) sûresinin meali yukarda yazılı 284. âyeti nazil olduğu vakit Ashaba çok şiddetli geldi. Huzurda diz çöküp oturdular ve: "— Ya Resûlallah (Eskiden) bize gücümüzün yeteceği ameller, namaz, oruç, cihad ve sadaka (gibi ibadetler) teklif olun (muş)tu. (Şimdi) sana şu âyet indirildi. Biz buna takat getiremeyiz." dediler. Resûlüllah "— Etürîdûne en tekuuki kema kale ehlüi-kitabeyni min kabliküm / Sizden önceki iki Ehl-i Kitabin dedikleri gibi: Semi'na ve a'sayna / İşittik ve isyan ettik mı demek istiyorsunuz? Bel kuulû / Hayır, siz: Semi'na ve ata'na ğufraneke Rabbena ve ıleykel-maslîr — Dinledik ve itaat ettik, gufranını dileriz; ya Rabb, dönüş ancak Sanadır; deyin!" buyurdular. Ashâb da : "- Dinledik ve itaat ettik; gufranını dileriz; ya Rabb, dönüş ancak Sanadır." dediler. Cemaat bunu okuyunca dikeri ona yatişti. Hemen arkasından Allah şu âyeti indirdi: "Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene imân etti, mü'minler de imân ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarına ve Resullerine imân ettiler. Biz, Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız; işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz Senden bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak Sanadır; dediler." Onlar bunu yapınca Allahü teâlâ o âyeti neshederek : "Allah, kimseye, gücünün üstünde, kaldıramayacağı bir yük yüklemez. v.d." âyetini inzal etti. (Sahih—i Müslim Tercemesi ve Şerhi, Ahmed Dâvudoğlu, Sönmez Yayınları, İstanbul 1977, Ciltti, Kıtabu 1-İmân, Sayfa: 466-472, Hadîs No: 199, 200) Bu âyet-i kerîme, kıyamet günündeki hesabı inkâr eden Mutezile ve Ratızîler (İmamiyye Şiîleri) aleyhinde hüccettir. {Mutezile ve İmamiyye Şiîleri, kıyamet gününde amellerin tartılmasını inkâr ederler. Onlara göre ameller, araz (kendi zâtıyla kaim olmayan, başkasıyla kaim olan) oldukları için tartilabilir nesnelerden değildir. Bir de ameller zaten Allah'a malûmdur. Bu itibârla onların tartılması abestir. Ehl-i Sünnet'e göre ise bu bir hakikattir; ancak keyfiyeti bizce malûm, değildir.} "İçinizdekileri açığa vursanız da, gizleseniz de.." buyrulmak suretiyle önce açığa vurma (ibda'), sonra gizleme (İhfa) zikredilmiş; " De ki, İçinizdekileri gizleseniz de, açığa vursanız da, Allah onu bilir." (Al-i İmran 3/29) mealindeki âyette ise bunun aksi vârid olmuştur. Çünkü burada insanların nefsine taallûk eden muhasebedir ve muhasebeye esas oluşturan da açık amellerdir. Mezkûr âyette belirtilen ise ilâhî ilimdir; onun insanlara taallûku, gizli amellere taallûku gibidir. Buna nasıl hayır denebilir ki, Allah'ın ilmi, bir suretin hâsıl olması yoluyla olmaktan münezzehtir; hangi şekilde olursa olsun, bir şeyin kendi nefsinde mevcudiyeti, Allah'a (celle celâlühü) göre ilimdir (İlâhî ilim herhalükârda varlıklara taallûk halindedir). Bunda açık ve gizli eşya arasında bir durum değişikliği sözkonusu değildir. Ancak insanlar açısından gizleme mertebesi, açığa vurma mertebesinden önce gelir. Çünkü açığa vurulan her şey, ya kendisi veya unsurları daha önce kalbte mutlaka gizlidir. Bu itibârla Allah (celle celâlühü) ilminin ilk hâline (kalbtekı hâline) taallûku, ikinci hâline olan taalukundan önce gelmektedir. Nitekim bu hakikatin izahı, "Onlar bilmiyorlar mı ki Allah, onların gizlediklerini de, açıkladıklarını da hakkıyla bilir." (Bakara 2/77) mealindeki âyetin tefsirinde geçti. C- "Artık O, dilediğini affeder; dilediğine de azab eder . Allah, her şeye kaadirdir ." Allah hikmetinin gereği olarak, dilediğini lütfuyla affeder ve dilediğine de adaletiyle azab eder. Âyette ilâhî mağfiret, az ab tan önce zikredilmiştir. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) rahmeti, gazabından geniştir. Allah'ın her şeye kaadir olduğu cümlesi, makabli için açıklayıcı bir zeyl gibidir. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) bütün eşya üzerindeki tam ve kâmil kudreti, O'nun, daha önce geçen muhasebeye ve onun sonuçlan mağfiret ve azaba muktedir olmasını da gerektirir. 285"Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene (Risâlet ve Kur’ân) imân etti. Mü'minler de imân ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarma ve Resullerine imân ettiler. Biz Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız; işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz! Senden bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak Sanadır; dediler." A- "Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene (Risâlet ve Kur’ân) imân etti . Mü'minler de imân ettiler ." 37 37 Ebî Mes'ûddan (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. "el-Ayetani min âhiri sûreti'l-bakarati men karaahüma fî leyletin kefatehu / Bakara sûresinin sonunda öyle iki âyet vardır ki kim onları bir gecede okursa ona yeter." (Tecrıd—i Sarili Tercemesi ve Şerhi, Diyanet İşleri Bask. İkinci Baskı, Ankara 1972, Cilt: 10, Sayfa: 159-160, Hadîs No: 1572) Ayni hadîs Sahih—i Müslimde de yer almıştir. (Sahih—i Müslim Tercemesi ve Şerhi, Ahmed Dâvudoğlu, Sönmez Yayınları, Cilt: 4, Sayfa: 277-378, Hadîs No: 255, 256) Bu konuda Ebû Zerr el-Gıfarîden (radıyallahü anh) rivâyet edilen bir hadis daha vardır ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlâ Bakara sûresini öyle iki âyetle bitirdi kı, bu âyetleri bana Arşin altındaki bir hazineden verdi! Bunları öğrenin. Kadınlarınıza, oğullarınızı da öğretin. Çünkü bunlar hem namaz, hem Kur’ân, hem de duadır." (Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, Cilt: 4, Sayfa: 379) Abdullah b. Mes'ûd'a (radıyallahü anh) dayanan bir rivâyete göre de "Mirac'ta Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) üç şey verilmiştir: 1- Beş vakit namaz, 2- Bakara sûresinin son âyetleri, 3— Ümmetinden şirk koşmayanların büyük günahlarının affolunması (Sünenü'n—Nesâî Tercemesi, Kalem Yayıncılık, İstanbul 1981, Cilt: 1-2, Sayfa: 285) Bakara (2) sûresinin başında, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) indirilen şânı yüce Kur’ân-ı Kerîmin takva sahipleri için bir hidâyet olduğu belirtildikten sonra takva sahipleri de üstün vasıflar taşıyan ve ezcümle Allah'a (celle celâlühü) ve O'nun daha önce indirdiği Kitablara imân eden, hidâyete ve felâha eren kullar olarak tarif edilmişti. Ancak orada, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmeti için özellikle bir tâyin ve tahsis yapılmamış ve onların bu sıfatları taşıdıkları da sarahatle belirtilmemişti. Çünkü orada bu konuda bifki bir hüküm mevcut değildi. Ve onun Yani Bakara sûresinin ilk 5 âyetinden sonra da, açıkça kâfirlerle münafıkların hâlleri beyân edilmişti. Bundan sonra da çeşitli şeriatler, hükümler, öğütler, hikmetler, eski ümmetlerin haberleri ve ilâhî hikmetin gerektirdiği diğer konular zikredilmişti, işte bütün bunlardan sonra bu sûrenin sonunda bu üstün imân ehli açıklanıyor ve Allah (celle celâlühü) tarafından onların imânının kemâline ve itaatlerinin güzelliğine şahadet ediliyor. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bu sûrenin başında (îman bölümünde) muhatab olarak, burada ise gıyaben zikredilmiştir. Çünkü asırlar boyu baki olan bir şahadete uygun üslub, kendisi için şahadet edilenin muhatab alınmamasıdır. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), burada, şanlı şerefli bir Kitab ve yeni bir şeriat sahibi olduğunu belirten risâlet (Resul) unvanıyla zikredilmesi, "bima ünzile ileyhi / kendisine indirilene.." ifâdesine bir hazırlık ve ilâve bir izah sayılır. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, kendilerine imân edilen Peygamberlere dahildir. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbi tarafından kendisine indirikne imânından murad, Kur’ân-ı Kerîm'de bulunan bütün şeriatlere, hükümlere, kıssalara, öğütlere, diğer Peygamberlerin hâkerine, ilâhî Kitablara ve şâir konulara ilişkin tafsik bir imândır. Kur’ân'ın ihtiva ettiği hükümlerin hakkaniyetine, verdiği haberlerin doğruluğuna ve benzeri hususlara imân etmekse, bu tafsıili imânın şubelerindendir. Burada icmali ifâde kullanılması "Âmene'r- resulü bimâ ünzile ileyhi / Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene imân etti" denmesi, onun makamını yüceltmek içindir. Fakat bu aynı zamanda Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) imânının, kendisine geien vahyin bütün tafsilât ve muhtevasını içerdiğinin bir başka suretle beyânıdır. ".. İleyhi min rabbihi / Rabbinden kendisine" ifadesiyle rubûbiyet unvanının zikri ve Rabb kelimesinin, Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yerini tutan zamire izafesi (Rabbinden denmesi), Peygamberimiz için büyük bir teşrif ve aynı zamanda Kur’ân'ın, kendisine vahyedilmesinin onun için ilâhî bir terbiye ve kemâle erdirme olduğuna dikkat çekmek içindir. B- "Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarına ve Resullerine imân ettiler ." Mü'minlerden maksad, bu isimle mâruf olan fırkadır. "Âmene / imân etti" fiilinin zamiri, mü'minlere râci'dir ve tekil vârıd olmuştur. Çünkü burada, "Hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler.)" (Neml 27/87) mealindeki âyette olduğu gibi maksud, toplanma mânâsına itibâr edilmeksizin, mü'minlerin her ferdinin imân etmiş olmasıdır. Bu cümlede üslubun, makablinden farklı oluşu, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) müşahede ve görgüye dayanan imânı ile mü'minlerin hüccet ve delilden doğan imânı arasındaki açık farkı te'kid ile bildirmek içindir. Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) imânı ile mü'minlerin imânı, her yönden birbirinden farklıdır. Hattâ onları ifâde eden teritib biçimleri de birbirinden farklıdır. Burada isnad tekrarlanmış (Allah'a, meleklerine... îmân, hem mü'minlere, hem de hepsine); mü'minlerin her ferdinin, imânına hükmedilmiştir. Ama takviye ve te'kide muhtaç bir nevi kapalılık vardır. Daha açık bir deyişle mü'minlerin imânının anlam ve kapsamı şudur: Allah (celle celâlühü) birdir, O'nun ilâh ve mâbûd olarak eşi, ortağı yoktur. Melekler, Allah'ın ikramına mazhar olmuş (mükrem) kullarıdır. Allah Kitablarını insanlara melekler vâsıtası ile indirmiş ve Peygamberlerine onlar aracılığı ile vahyetmiştir. Ancak meleklere olan imânın mâhiyeti, onların kendi varlıklarının zâti hususiyetlerinden değil, fakat Allah'a olan izafetleri (aidiyetleri) itibariyledir. Nitekim bu husus, âyetin nazmındaki tertipten de anlaşılır. Allah (celle celâlühü), vaz'ettiği dinin emir ve nehiylerine kullarını, insanları irşad için Kitablar ve Resuller göndermiştir. Ancak mü'minlerin, Allah'ın (celle celâlühü) Kitablarına ve Resullerine olan bu imânı mutlak değildir. Burada o ilâhî Kitabların her birinin, Allah (celle celâlühü) katından belli bir Peygambere indirildiğine imân söz konusudur. Nitekim, "Deyin ki: - Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrâhîm'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve onların esbat (torunlar)ma indirilenlere, Mûsa ve İsâ'ya verilenlere ve Rabblerinden diğer nebilere verilenlere imân ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız." (Bakara 2/136) mealindeki âyette de bu husus dile getirilir.38 38 Ebû Hüreyre tarafından rivâyet edildiğine göre Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice okuyup Müslümanlara Arapça açıklıyorlardı. Bu nedenle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):, "Lâ tüsaddekuu ehle'l-kitabi velâ tükezzibûhüm ve kuulû: Amenna billahi vemâ ünzile ileyna.. / Ehl-i Kitab'ı ne doğrulayın ne de yalanlayın; Allah'a inandık, bize indirilene de, İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Yakuub'a ve torunlarına indirilenlere; Mûsa'ya, İsâ'ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rabblerinden verilenlere imân ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız. Biz Allah'a teslim olmuş Müslümanlarız; deyiniz, " buyurdu. (Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhi, Diyanet İşlen Başk. İkinci Baskı, Ankara 1972, Cilt: 11, Sayfa: 51) Mü'minlerin imânı, esasta belli bir ilâhî kitaba veya belli bir Peygambere mahsus ve münhasır değil fakat hepsine Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ona indirilmiş olan Kitaba da şâmildir. Nitekim zikredilen âyet-i kerîme (Bakara 2/136) de bu hakikati ifâde eder. Ancak bu imân, eski ilâhî kitabların hüküm ve şeriatlerınin hâlen tamamen veya kısmen geçerli ve bu geçerliliğin o kitablara izafetle, o kitablara müstenid olmasından değildir. Çünkü eski semavî kitabların her birinin kapsadığı hükümler, başka bir semavî kitab gelip onu neshedinceye (geçersiz kalıncaya) kadar hak ve sabittir. Eğer bu kitabların şeriat ve hükümlerinden şimdiye kadar neshedilmemiş bazı kısımlar kalmışsa bunların, kıyamete kadar neshten masun ve mahfuz bulunan Kur’ân'ın hükümlerinden madût olmasındandır. Daha önce geçen; "Yüzlerinizi doğu ve batı yönlerine çevirmeniz birr (hayır, erginlik) değildir. Fakat asıl birre (hayr) erenler; Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitablara, Peygamberlere imân ederler..." (Bakara 2/177) mealindeki âyette görüldüğü gibi, burada âhiret gününe imân zikredilmemiştir. Çünkü bu imân da, Allah'ın Kitablarına olan imânın şümulü içindedir. "Kütübihi / O'nun Kitabları" kelimesi, bir kırâete göre "Kitabini / O'nun Kitabı" şeklinde de okunmuştur. Buna göre kitabtan murad ya Kur’ân-ı Kerîm'dır ya da; "İnsanlar (evvelce) bir tek ümmet (ümmet-i vahide) idi. Sonra Allah, mübeşşir (müjdeleyici) ve Münzir (korkutucu, uyarıcı, inzar edici) olarak Peygamberler gönderdi. Onlarla beraber ihtilâfa düştükleri konularda insanlar arasında hülmıetmek üzere hak olarak Kitab da indirdi." (2/213) mealindeki âyet-i kerîmede betirtildiği gibi kitab cinsinden bir tebliğdir. Cins ile çoğul arasındaki fark şudur: Cins, daha çok cinsin fertleri için, çoğul ise cinsin çoğulları için kullanılır. Bundan dolayı "kitabın cinsî, kitabın çoğulundan daha kapsamlıdır" denir. "Ve kütübihi ve rusulihi / Kitablarına ve Peygamberlerine" ifâdesi, daha önce geçen "Bima ünzile ileyhi min rabbihi // Rabbinden kendisine indirilene" ifâdesindeki icmale bir nevi açıklamadır. Mü'minlerin imânı konusunda âyette zikredilen unsurlarla iktifa edilmesi mü'minlerin her birinde mevcud icmâlî imân için bunun yeterli olduğunu, bildirmek içindir. Fakat bu asgarî imânın hiçbir zaman ziyâdeleşmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü tafsili imân mertebelerinde mü'minlerin, imân seviyeleri ve dereceleri arasında zorunlu olarak büyük farklar vardır. Zira hikâyedeki (mü'minlerin imânının anlatimındaki) icmal, hikâye edilen o imânın da icmali olmasını gerektirmez. Nitekim bu âyette, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) imâm hikâye edilirken, "Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene imân etti." buyrulmak suretiyle icmal yapılır. Oysa Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) îmânı, Rabbinden kendisine indirilen şeylerin büyüklerinin de, küçüklerinin de tafsilatına taallûk ettiği açık bir gerçektir. Bu âyette imânın unsurları olarak zikredilenler, ancak Alîm (her şeyi bilen) ve Habîr (her şeyden haberdar) Allah'ın vaakıf olduğu gaaib şeylerdendir. Bunlara imân, bu sûrenin başında zikredilen gaybe imânı tasdik için birer kıstas olmuştur. Bu âyette söz konusu olan Allah'ın (celle celâlühü) kitablarına imân, sûrenin başında vârıcl olan, "Onlar (takva sahibi olanlar), sana indirilene ve senden önce indirilenlere de inanırlar." (2/4) mealindeki âyette zikredilen imâna işaret eder. Bu izah şekli, Kur’ân'ın yüce şânına lâyık olan ve ona yaraşan yorumdur. Bunun dışında, "ve'l-mü'minûne / mü'minler de" kelimesini, âyetin başındaki "c'r- Resulü / Resul" kelimesine atfetmek de caiz sayılmıştır. Buna göre âyeti okurken "ve'l-mü'minûn / mü'minler de" kelimesi sonunda vakıf yapılır (kelimenin sonundaki hareke okunmayarak biraz durulur). O takdirde mânâ şöyle olur: "Peygamber ve mü'minler, Rabbinden kendisine indirilene imân ettiler. Hepsi Allah'a, meleklerine, Kitablarına, Peygamberlerine imân ettiler." Ancak bu tefsire göre, imân konusunun (Rabbinden kendisine indirilen), matuftan (mü'minler kelimesinden) önce zikredilmiş olması, imânın şânına olan ilgiden ve bu imânda, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) imânının asıl olduğunu zımnen bildirmek istenmiş olmasındandır. Ancak bu ikinci tefsir şeklinde, birıncisindeki kemâl ve Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şânını yüceltmek, imânını tâzîm etmek anlamı olmadığı gibi, âyetin nazm-i kerîminin mükemmeliyeti de ihlâl edilmiş olur. Çünkü eğer âyette zikredilen her iki imân gerek bizatihi imân olarak, gerekse tafsilata taallûku itibarıyla, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şânına lâyık bir imân olarak alınırsa, bu imânın, Peygamberimiz'den (sallallahü aleyhi ve sellem) başkasına isnadı imkânsız olur ve böylece imânın tekrar zikredilmesinin bir anlamı kalmaz. Yok eğer bu iki imân, ümmetin bütün fertlerinin şânına lâyık (herkesin seviyesinde) bir imân anlamında alınırsa, o zaman da, Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce kadri tenzil edilmiş olur. Bu ıkı imân, zât olarak da tafsilata taallûk eden imân olarak da, nisbet edildikleri her şahsın seviyesine uygun bir imân olarak alınırsa; başka bir deyişle bu iki imân, Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) nisbetle, bütün tafsıilî ve ayanı (açık) bir imân; ümmetin fertlerine nisbetle, onların hâline uygun icmali veya tafsıilî bir imân olarak alınırsa, bu apaçık bir zorlama yorum olur ki, Kur’ân sahasını benzerlerinden temizlemek gerekir. C- "Biz Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız ." Gerçek imân sahibi mü'minler şunu derler: "- Biz bir kısmına imân, bir kısmını da inkâr etmek suretiyle peygamberler arasında ayırım yapmayız; fakat her birinin risaletinin doğruluğuna inanırız." Mü'minlerin, imânlarını bu suretle takyid ve tahsis etmeleri, hakkı ortaya koymak ve iki Ehl-i Kitab'ın (Yahudiler ile Hıristiyanların) hatâlarını açıklamak içindir. Nitekim her iki Ehl-i Kitab da, Resûlüllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) inkâr noktasında birleşmişlerdir. Ayrıca Yahudiler, İsa'yı (aleyhisselâm) da inkâr etmişlerdir. Kaldı ki, mü'minlerin bundan asıl maksadları, onların inkâr ettikleri Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) risâletine olan imânlarını açıklamaktır; yoksa Ehl-i Kitab'ın inandıkları hususlarda onlara muvafakatlerini belirtmek değildir. İşte gördüğün gibi, âyetin anılan kısmını söyleyenler, Peygamberler arasında ayırım yapmayız" diyenler özellikle mü'minlerdir. Çünkü bu sözlerin Peygamberimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) isnad edilmesi, yani onun: "-Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız" diyerek bununla, imânını açıklamak ve dâvasında kendini onaylamak istemesi mümkün değildir. Mü'minlerin, ilâhî kitablar arasında da bir ayırım yapmadıklarından söz edilmemiştir. Çünkü zikredilen husus, bunu zaten içermektedir. Bu gerekirlik iki taraflı, olduğuna göre bunun aksi zuhur etmemiştir. Çünkü ayırımda asıl olan Peygamberlerdir. Ayırımı yapanların kitabları inkâr etmeleri, Peygamberleri inkâr etmelerindendir. Âyetteki külliyet (hepsi) mânâsına nefirden (ayırım yapmayizdan) sonra itibâr edilmek, bunun aksi olmamalıdır. Çünkü burada maksad, nefyin şâmil olması (hepsini kapsamasi)dır, yoksa şümulü (kapsamın hepsini) nefyetmek değildir. "- Biz, Allah'ın Resulleri arasından hiçbirini ayırmayız." ifâdesinde, hangisi olursa olsun Peygamberlerden biri ile diğerleri arasında ayırım yapmamak gereğine sarahatle delâlet vardır. Ama "ahad / hiçbiri" kelimesi olmaksızın yalnız, "- Allah'ın Peygamberleri arasında ayırım yapmayız." mealinde bir ifâde vârid olsaydı, söz konusu mânâya bu kadar sarih delâlet olmazdı. Bu âyete benzedik arz eden; "Biz Allah'a; bize indirilene; İbrâhîm'e, İsmail'e, İshaak'a, Yakuub'a ve onların esbat (torunlar)ına indirilenlere; Mûsa ve İsa'ya verilenlere ve Rabblerinden diğer nebilere verilenlere imân ettik. Onlar arasından hiçbirini ayırmayız ve biz O'na teslim olmuş Müslümanlarız." (Bakara 2/136) mealindeki âyette, Peygamberler, "minhüm / onlardan" zamiri ile ifâde edilmiş iken, burada "ve kütübihi ve rusulihi"den sonra zamir kullanılmayıp "min rusulihi / O'nun Resullerinden" ifâdesinin tercih edilmesi, 1- ya meleklerin de bu hükme dahil olduğu vehmini bertaraf etmek (çünkü daha önce âyette meleklerin de zikri geçtiği için, zamir kullanılması hâlinde zamirin melekleri de kapsadığı vehmi doğabilirdi), 2- ya aralarında ayırım yapmamanın sebebini zımnen bildirmek (çünkü Resuller kelimesi kullanıldığından, hepsi de Resul olduğu için aralarında ayırım yapmayız, anlamı ifâde edilmiş olur), 3- ya da ayırım konusuna imada bulunmak içindir. Çünkü esas olan, Peygamberler arasında peygamberlik (risâlet) bakımından hiçbir ayırma yapmamaktır fakat bu Peygamberlerin şahsiyet ve nübüvvette bazı özel farklılıklarla temayüz etmedikleri anlamına gelmez. Ç- "İşittik ve itaat ettik ." Bu cümle, daha önce geçen "âmene / imân etti" cümlesi üzerine atıftır. ("İman etti" ifadesinde tekil kipi kullanıldığı hâlde) burada çoğul kipinin kullanılması, (lâfız değil, ) mânâ ciheti gözetildiği içindir. (Yani imân etti fiilinin de, dediler fiilinin de faili küll — hepsi'dir; birinci fiilde lâfız, ikincisinde ise mânâ ciheti gözetilmiştir. Çünkü küll / hepsi, mânâ itibariyle çoğuldur.) önce mü'minlerin imânı, daha sonra bu cümlede de onların ilâhî emirlere uygun hareketleri anlatılmıştır. Mü'minler, ilâhî buyruklara uyduklarını ifâde etmek üzere şöyle demişlerdir: "- Biz, gelen hak vahyi anladık, onun doğruluğuna yakînen imân ve bu vahyin içerdiği emirlere ve yasaklara itaat ettik." Bir görüşe göre de bu cümle, "- Biz, senin dâvetine icabet ve emrine itaat ettik." demektir. D- "Ey Rabbimiz! Senden bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak Sanadır; dediler." Daha açık bir deyişle: "- Ey Rabbimiz! Sonsuz mağfiretinle bizleri bağışla yahut daha önceki, geçmiş günahlarımızı (mütekaddim zünûbumuzu) ve beşer olarak tamamen arınamayacağımız taksiratımızı mağfiret eyle." diye duâ ettiler. "Semi'na ve ata'na / işittik ve itaat ettik" ifâdesi, mağfiret talebinden önce zikredilmiştir. Çünkü, vesileyi meskilden (istenen, taleb edilenden) önce zikretmek, icabet ve kabul için daha uygundur. "Rabbena / Ey Rabbimiz" hitabiyle rubûbiyet unvanının zikredilmesi ve bunun mü'minlerin yerini tutan zamire izafe edilmesi, yalvarıp yakarmayı mübalağa ile ifâde etmek içindir. Önünde sonunda ölümle ve ondan sonra yeniden dirilme ile nihaî dönüş yalnız Allah'adır. Bu cümle, makabli için bir zeyl olup kulların ilâhî mağfirete olan ihtiyaçlarını açıklar. Çünkü Allah'a dönüş, hesap ve ceza (karşılık bulmak) için olacaktır. 286"Allah, kimseye gücünün üstünde, kaldıramayacağı bir yük yüklemez. Kişinin kazandığı sevab da, işlediği günah da kendisine aittir. Ey Rabbimiz! Eğer unutur veya yanılırsak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yaptığın gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz! Güç yetircmeyeceğimiz bir şeyi bize yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et ve bizi muzaffer kıl." A- "Allah, kimseye gücünün üstünde, kaldıramayacağı bir yük yüklemez ." Bu cümle, kulların talebi ve niyazı olmadan daha başlangıçta Allah'ın lütuf ve rahmetinin güzel eserlerini izhar eder. Nitekim ileride bu hakikat açıklanacaktır. Rivâyet olunuyor ki, "İçinizdekileri açığa vursanız da, gizieseniz de, Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir." (Bakara 2/284) mealindeki âyet nazil olunca, bunun hükmü, Ashâb-ı Kiram'a çok zor geldi. Resûlüllah'a huzurunda diz çökerek dediler ki: "- Ya Resûlallah! Biz namaz, oruç, hacc ve cihad gibi gücümüzün yettiği amellerle mükellef kılındık. Şimdi de sana bu âyet nazil oldu; buna ise bizim gücümüz yetmez." O zaman Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: "- Siz de, sizden önceki iki Ehl-i Kitab (Yahudiler ve Hıristiyanlar) gibi "işittik ve isyan ettik" demek mi istiyorsunuz? Hayır, siz şöyle deyin: "- İşittik ve itaat ettik, ey Rabbimiz gufranını dileriz! Dönüş yalnız Sanadır; buyurdu." (Bakara 2/285) Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda bulunan cemaat de bunu okumaya başladılar. İşte o zaman "Amene'r-resûlü" âyeti nazil oldu. Bundan bîr süre sonra da; "Allah, kimseye gücünün üstünde, kaldıramayacağı bir yük yüklemez" âyeti indirildi.39 Bakara (2) sûresinin 284. âyetindeki "içinizdekileri gizieseniz de" den maksadın, insanların sakınmaya güçlerinin yetmediği o gayri ihtiyarî akla gelen şeyler değil fakat özellikle gerçekleştirmeye azmettikleri kötülükler olduğu beyân buyruldu. Böylece onların ağır gördükleri yükler hafifletildi. Teklif; kişiye yükümlülük, mükellefiyet yüklemek, içinde külfet ve meşakkat bulunan bir işi ilzam etmek, yapmaya zorlamaktır. el- Vüs'u', lügatta bolluk, gına, servet, güç, kuvvet, takat, kudret; vüs'a't ise genişlik, bolluk, kudret, kuvvet, takat demektir. İnsanın vüs'u'nda veya vüs'a'tinde olan da insana sıkıntı ve darlık vermeyen, genişlik içinde yapılabilen işlerdir. Hulâsa, Allah'ın sünneti, değişmez kanunu odur ki, bu ümmete kendi katından bir lütuf ve rahmet olarak, güçlerini ve imkânlarını sonuna kadar kullanmadan, genişlik içinde, kolaylıkla yapabildikleri işlerle onları mükellef kılmıştır. Nitekim meâlen, " Allah sizin için kolaylık diler; zorluk dilemez." (Bakara 2/185) buyurulmuştur. Bu ilâhî kelâm, Allah'ın (celle celâlühü), kullarını muhal işlerle mükellef kılmadığına delâlet eder; fakat bunun imkânsız olduğuna da delâlet etmez. B- "Kişinin kazandığı sevab da, işlediği günah da kendisine aittir ." Bu ifâde, mükellefiyetlerin vecibelerini korumaya ve onları ihlâl etmekten sakınmaya teşviktir. Çünkü her şahsın mükellefiyetleri, hafifletme ve kolaylaştırma nimetini taşımakla beraber, ilâve bir fayda daha sağlamaktadır ve bu fayda başkasına değil, bizzat kendisine dönmektedir. O mükellefiyetlerin ihlâli de, bir zarar doğurur ve bu zarar da, başkasını değil, yalnız ihlâl edenleri kuşatır. Zira bir fiilin faydasının failine mahsus olması, o fiilin tahsiline en büyük teşviktir. Onun zararının da yalnız kendisine âit olması, o fiili işlemeye en büyük engeldir. Herkesin yapmakla mükellef olduğu hayrın sevabı yalnız kendinedir; müstakil veya müşterek olarak başkasına değildir ve yine herkesin terk etmekle mükellef olduğu hâlde iktisap ettiği şerrin azabı da, müstakil veya müşterek olarak başkasına değil fakat yalnız kendinedir. Şer için iktisab kelimesi kullanılmıştır. Çünkü iktisabta, işi benimsemek anlamı vardır ki bu da nefsin şerre fazla ilgi göstermesinden ve tahsili için fazla çaba harcamasından ileri gelmektedir. C- "Ey Rabbimiz! Eğer unutur veya yanılırsak bizi sorumlu tutma)." Daha önce teklifin sırrı beyân edildikten sonra burada da mü'minlerin diğer duaları ifâde ediliyor. Şöyle ki: "- Ey Rabbimiz! Yükümlülüklerimizi yerme getirmekte unutma (nisyan) veya yanılma (hata) sonucu doğan taksir ve ihmalden ya da sırf unuttuğumuzdan ve yanıldığımızdan dolayı bizi muaheze eyleme!" Çünkü unutma ve yanılmadan dolayı sorumlu tutulmaya aklen bir engel yoktur. Zira günahlar zehirler gibidir. Bu itibârla unutarak veya yanılarak da olsa, günahlara bulaşmak bile azab sebebi olabilir. Ve Allah'ın kullarını bundan dolayı sorumlu tutmayacağını va'd buyurması da, bunun vukuunun imkânsızlığını gerektirmez. Çünkü bu, Allah'ın lütuf ve rahmetinin eseridir. Nitekim Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem): "Rüfia' a'n ümmeti el- hatâü ve'n-nisyan / Ümmetimden hatâ ve nisyandan doğan sorumluluk kaldırılmıştır" şeklindeki sözleri de bu hakikati açıklar. Rivâyet olunuyor kı, eski İsrâıloğulları döneminde Yahudiler, unutarak bir günah işledikleri zaman, onlara acilen bir azab geliyordu. Şu hâlde mü'minlerin, unutma ve yanılma sonucu olarak işledikleri günahlardan sorumlu tutulmayacaklarını bildikleri hâlde bu duada bulunmaları, bu lütfün devamı için bir niyaz ve bu nimete büyük önem vermek anlamındadır. Nitekim: "Ey Rabbimiz! Bize peygamberlerin vasıtasıyla va'dettiklerinı de ikram eyle ve kıyamet günü bizi rüsvay etme." (Al-i İmran 3/194) âyetinde ki duâ da bu anlamdadır. Ç- "Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yaptığın gibi bize de ağır bir yük yükleme ." Bu cümle de, kendisinden önceki duâ cümlesi üzerine atıftır. İki cümle arasına nidanın girmesi (Ey Rabbimiz! denmesi) yakarışı (tazarruu) daha fazla tebarüz ettirmek içindir. "Isr", lügatte, kişiyi yerinde hapseden (hareket ettirmeyen) ağır yük anlamındadır. Burada kastedilen mânâ ise, zor mükeliefiyetlerdir. Bununla beraber bu cümledeki kelimeler değişik mânâlara gelecek şekillerde de okunmuştur. Şöyle ki: 1- Isr, tevbesi olmayan günahtır. Buna göre anlam; "- Bizi bu günahı işlemekten koru ya Rabbi!" olur. Isr kelimesi "yükler" anlamında çoğul olarak "asar" dır. Buna göre anlam; "- Bizi bu günahları işlemekten koru ya Rabbi!" olur. "Velâ tahmil / yükleme!", kelimesi mânâda mübalağa için teşdid ile "velâ tühammil" şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde mânâ; "- Ey Rabbimiz! Bizden önce İsrâiloğullarına yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme!" olur. Eski İsrâiloğullarının mükellef bulundukları ağır yükler şöyle sıralanabilir: Tevbede nefsi (aşırı mahrumiyetlerle) zelil ve kahretmek, Necasetin eşyaya bulaştığı yeri kesip atmak, Bir gün bir gecede cilt namaz kılmak, - Malların dörtte birini zekât olarak vermek ve benzeri diğer ağır mükellefiyetler. Isrâiloğulları, toplum olarak büyük bir hatâ işledikleri zaman daha önce kendilerine helâl olan bazı yiyecekler onlara haram kılınıyordu. Nitekim Allah (celle celâlühü) meâlen şöyle buyurur: "Yaptıkları zulümler ve bir çoklarını Allah yolundan alıkoymalarından dolayı daha önce kendilerine helâl kılınmış olan tertemiz şeyleri (tayyibatı) Yahudilere haram kıldık." (Nisa 4/160) Oysa Allah bu ümmeti kendi lütuf ve rahmetiyle bunların benzeri ağır yüklerden korumuş ve onlar hakkında meâlen şöyle buyurmuştur: "Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir." (A'raf 7/157) Peygamber'de (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Büı'stü bi'l-hanîfiyyeti'l sehleti's-semhah / Ben hanîflik, kolaylık ve müsamaha dini ile gönderildim." Yine Cenab-ı Allah, bu ümmeti, eski ümmetlerin duçar oldukları mesh'ten (şekli değiştirilmek), hasften (yerin altına geçirilmek) ve benzen hâllerden korumuştur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Rüfia' a'n ümmeti el-hasfü ve'l-meshu ve'l-ğarak / Benim ümmetimden hasf, mesh ve gark (topyekûn suda boğulma) kaldırılmistir." D- "Ey Rabbimiz! Güç yeüremiyeceğimiz bir şeyi bize yükleme !" Bu cümle de, önceki duâ cümlesi üzerine atıftır. Bu duada da, tefrit ve taksirat yüzünden gelecek ilâhî azablardan muafiyet niyaz edilir. Niyaz şudur: "- Ey Rabbimiz! Bizi ağır yükümlülüklere muhatab kılma ve o yükümlülükleri muhafazadan doğacak tefritlerimiz ve taksiratımız yüzünden de bize azab eyleme!" Ancak bu noktada değişik tefsirler vardır: 1- İlâhî azabların indirilmesinin, tahmil (yükleme) olarak ifâde edilmesi, bu azablara sebebiyet veren mükellefiyetler itibariyledir. 2- Bu duâ cümlesi de bir öncekinin tekrarıdır. Ancak önceki duada yer alan "ısr / ağır yük" burada mübalağalı olarak "lâ taakate / güç yetmeyen" ifadesiyle tasvir edilmiştir. 3- Bu Allah'tan İl hakikaten beşerî gücün yetersiz kaldığı şeylerle mükellef olmaktan muafiyet dilemektir. Bu da bunun aklen caiz olduğuna delildir. Çünkü eğer caiz olmasa, ondan kurtulmak niyaz edilmezdi. E- "Bizi Affet, bizi bağışla, bize acı ." Daha açık bir deyişle: "- Bizim günahlarımızın eserlerini sil! Bizim ayıplarımızı, kusurlarımızı ört! Şahitlerin huzurunda bizi rezil, rüsvay etme! Bize lütuf ve merhamet eyle!" Bu duada aff ve mağfiret talebi, rahmet talebinden önce zikredikcüştir, Çünkü tahliye, tehliyeden (süslemeden) önce gelir. (Bir mekân önce tahliye edilir, sonra güzelleştirilir.) F- "Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et ve bizi muzaffer kıl." "-Sen bizim Efendimizsin, biz de Senin kullarınız, Sen bizim yardımcımızsın, Sen bizim bütün işlerimizin mütevellisisın; artık kâfirler güruhuna karşı bize yardım eyle!" Çünkü Mevlâya, düşmanlarına karşı savaşan kuluna yardım etmek yaraşır. Burada kâfirlerden murad, genel olarak bütün kâfirlerdir. Âyetin bu son cümlesi suna işaret eder: "Bu sûre-i celîle içinde emrolunduğu veçhile, i'lây-ı kelimetullah (Allah'ın kelâmını yüceltmek, hâkim kılmak) mü'minlerin nihâî talebleridir." Rivâyete göre: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bu dualarla duâ edince, her duanın sonunda Allah bitarafından kendisine "Faa'ltü / Yaptım!" buyuruldu." Başka bir rivâyete göre de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah bu iki âyeti cennet hazinesinden indirmiştir. Mahlûkat yaratılmazclan iki bin sene önce Allah, onları kendi eliyle yazmıştır. Her kim o iki âyeti yatsıdan sonra okursa, o geceyi ihya etmiş olmak için yeter." Rivâyete göre yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim Bakara sûresinin o iki âyetini okursa kendisine yeter." Bu hadîs-i şerif, bu sûreye "Bakara/Inek sûresi" demeyi mekruh görenler aleyhine hüccettir. Bunu savunanlar diyorlar ki: Bu sûreye, "ineğin anlatıldığı sûre" demek gerekir. Nitekim Peygamber buyuruyor ki: "- ineğin anlatıldığı sûre, Kur’ân'ın büyük çadırıdır. Bundan dolayı onu öğrenip okumak berekettir; onu terk etmek ise teessüftür ve betâle'nin gücü ona hiçbir zaman yetmeyecektir." Sordular: "- Ya Resûlallah betâle nedir? " Cevap verdiler: "- Betâle, sihirbazlardır." |
﴾ 0 ﴿